22 Ağustos 2023 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “K”

  

 

 

KAYLÛLE:

 

Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.

 

Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)

 

KAYYÛM (El-Kayyûm):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara sûresi: 255)

 

Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)

 

Kayyûm-i Âlem:

 

Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

 

Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed Ma'sûm)

 

KAZÂ:

 

Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması.

 

Kazâ gelmez Hak yazmayınca,

 

Belâ gelmez kul azmayınca.

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

Kazâ Etmek:

 

Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.

 

Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Kazâ-i Muallak:

 

Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

 

Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

 

Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kazâ-i Mübrem:

 

Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

 

Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirmektedir.

(İmâm-ı Rabbânî)

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurdu. Talebeleri; "Duâ buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)

 

Kazâ Namazı:

 

Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.

 

Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

 

Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövbe edince namazı terk günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri emrolunmadı. Sabah namazının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir. Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)

 

Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)

 

Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez" buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)

 

Kazâ Orucu:

 

Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zamanlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.

 

Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa, Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tutar. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ ve Kader:

 

Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.

Kazâ ve kaderime râzı  olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)

 

KAZF:

 

Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler (var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır). (Nûr sûresi: 4)

 

İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i Haskefî)

 

Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazf Haddi:

 

Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı. (Had)

 

KEBÂİR:

 

Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.

 

Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3) Sihir yâni büyü yapmak. 4) Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)

 

KEBÎR (El-Kebîr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)

 

El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)

 

KEFÂLET:

 

Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

 

Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)

 

Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)

 

KEFEN:

 

Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.

 

Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)

 

Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)

 

Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Zeylâî)

 

Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir. (Halebî)

 

Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr

 

Varlığa mağrur olan mecnûn değil de, yâ nedir.

 

(Lâ Edrî)

 

Kefen-i Farz:

 

Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.

 

Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)

 

Kefen-i Kifâye:

 

Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.

 

Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)

 

Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)

 

Kefen-i Sünnet:

 

Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.

 

Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)

 

KEFFÂRET:

 

Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş kısımdır.

 

Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)

 

Keffâret-i Salât:

 

Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

 

Keffâret-i Savm:

 

Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı

 

Keffâret-i Yemîn:

 

Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

 

Keffâret-i Zıhâr:

 

Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla tekrâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

 

KEFÎL:

 

Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.

 

İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)

 

Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)

 

Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)

 

Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)

 

KEFİR:

 

İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.

 

Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)

 

KEHÂNET:

 

Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

 

Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur, îmânı giderir. (Abdülganî Nablüsî)

 

KEHF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.

 

Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı Kehf'in kıssasını anlattığı için, Sûret-ül-Kehf denilmiştir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı Kehf hâdisesi, Allahü teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn aleyhisselâm ile ilgili olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır. (Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)

 

Allahü teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil olan ve nefsinin arzuları peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin dışına taşan kimseye itâat etme!(Âyet: 28)

 

Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın fitnesinden korunur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)

21 Ağustos 2023 Pazartesi

TÜRK TARİHİ-3

 GAZNELİLER DEVLETİ (963-1187)




GAZNELİ DEVLETİ'NİN KURULUŞU


Samanoğulları Devleti'nin çöküşüyle Gazneliler yeni bir Müslüman-Türk devleti olarak bugünkü Afganistan topraklarında tarih sahnesine çıktı. Kuzey Hindistan tarihini, sosyal ve kültürel açıdan köklü bir biçimde etkileyen Gazneliler; İranlı hükümdarlarca yönetilen Samanoğulları Devleti'nin devamıydı. Ancak hakimiyet alanlarını İndus Vadisi ve Hindistan içlerine kadar genişletme becerisini göstermişlerdi. Samanoğulları'nın zayıflayarak dağılma sürecine girdiği 1000'li yıllarda Karahanlılar, bu devletin topraklarının bir kısmını ele geçirmişti. Öte yandan çökmekte olan devletin Türk asıllı komutanı ve Herat Valisi Alptekin, içte yaşanan taht mücadelelerinden yararlanarak Samani yönetimini ele geçirmek istediyse de başarılı olamadı. Kendisine bağlı kuvvetlerle Gazne'ye gelerek mevzii bir hakimiyet elde etti. Böylece Gazneli Devleti'nin ilk nüvesi bu tarihi kentte bir Türk komutanı tarafından atılmış oldu.


Türkler daha IX. yüzyıldan itibaren güçlü Samanoğulları'nın teşvik ve yardımlarıyla Maveraünnehir yoluyla İslam dünyasına girmeye başlamış, Abbasi Halifeleri'nin ve eyaletlerdeki Arap ve İranlı valilerin hizmetinde daha çok askeri roller üstlenmişlerdi. Bu yüzden İran, Horasan ve Afganistan topraklarında çok sayıda müslüman olmuş Türk askerine rastlanmaktaydı.


Alptekinden sonra yerine geçen komutanlardan Sebüktekin, Gazne Devleti'nin hakimiyet sınırlarını kısa zamanda genişletmeyi başardı. Toharistan, Zebulistan, Gur, Zemindaver ve Belıkistan topraklarını ele geçirerek Gazneliler Devleti'nin asıl kurucusu oldu. Zaman içerisinde Gazneliler, Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan'da hakimiyet kurarak istikrarlı bir iktidar oluşturmuşlardı.


Devletin kurulduğu yıllarda Abbasi Halifeliği siyasi bütünlüğünü kaybetmiş, halifeliğin eyaletlerdeki nüfuzu ve otoritesi de oldukça zayıflamıştı. İran'da hakimiyetlerini genişletme eğilimi taşıyan Büveyhoğulları Abbasi başkentinin korkulu rüyasıydı.


Orta Asyada Maveraünnehir bölgesinde Karahanlılar hüküm sürmekteydi. Kuzey Afrika'da ve Mısır'da hüküm süren İsmaili Fatımiler, Abbasileri batıdan siyasi baskı altında tutmaktaydı. Öte yandan İslam dünyası genel bir durgunluk içerisine girmiş, İslamiyet'in yayılışında da hissedilir bir yavaşlama baş göstermişti.


Şarkın en büyük hristiyan devleti Bizans İmparatorluğu, Basilios Il iktidarında en parlak dönemlerinden birini yaşamaktaydı. Anadoluda ve Tuna'ya kadar Balkanlarda, Bizans'ta çoktandır görülmeyen güçlü bir siyasi birlik bulunmaktaydı. Basilios Il döneminde Kafkaslardaki askeri başarılar sonucu imparatorluk doğuda genişlemeyi sürdürmüş, bölgedeki küçük hristiyan devletleri ve beylikler itaat altına alınmıştı. Oldukça önemli bir başka gelişme de Kiev Prensliği'nin hristiyan olmasıdır. Bizans'ın aile bağları kurarak gerçekleştirdiği değişim sonrasında prenslik, İstanbul Patrikliği'ne bağlandı. Bu durum Bizans'ın siyasi ve kültürel gücünü ve etkisini artırmakla kalmamış, zamanla Rusya'nın çok büyük bir güç olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kaderin cilvesi, tam bu dönemlerde yaşayan Gazneliler; putperest ve Mecusi Kuzey Hindistan'ın İslam'la şereflenmesinde başrol oynayacaklardır.


GAZNELİ MAHMUD ve HİNDİSTAN'IN FETHİ


Gazneliler'in gerçek kurucusu Sebüktekin' in vefatının ardından oğlu Gazneli Mahmud, devletin yeni hükümdarı olmuştur. Kudretli sultan, Samani Devleti topraklarının büyük bir kısmı üzerinde hakimiyetini kabul ettirmiş, bu devletin 999 yılında ortadan kalkması üzerine mirasını Karahanlılar'la paylaşmıştı. Gazneli Mahmud daha sonra, Hindistan'ı kuzeyden fethe girişerek burada İslam dinini yayma konusunda ısrarlı teşebbüslerde bulundu. Yeni ve gelişmekte bulunan başkent Gazne'nin, Kuzey Hindistan ovalarına hakim yüksek bir yaylanın tepesinde bulunması, bu seferlerin yapılmasında büyük kolaylıklar sağlıyordu. Mahmud, Hindistan'a on yedi sefer yaptı. Bu seferler onun saltanat devrinin büyük bir kısmını doldurmuştur. Sultanın Hindistan seferlerinin en önemlisi, 1025-1026 yıllarındaki Somnat Seferi idi. Etkili sonuçlar doğuran bu seferin olumlu yankıları süratle bütün İslam dünyasında görüldü. Bu fetih Sultan Mahmud'un İslam dünyasının kahramanı olmasına, ününün yayılmasına yardım etti. Abbasi Halifesi tarafından sultan ve ailesine yeni şeref lakapları gönderildi.


Somnat'taki put, yaklaşık dört metre uzunluğunda ve türlü mücevherlerle süslü idi. Oradan kaldırılarak Gazne'ye götürüldü. Sultanın Gazne'de inşa ettiği meşhur büyük caminin eşiğine konuldu. Altından bir zincir ile puthane tavanına asılmış yaklaşık 1200 kilogram ağırlığındaki altın çan ile kıymeti pek fazla olan taşlar ve mücevherler, birçok gümüş kap-kacak Gazne'ye nakledildi. Somnat'ın zaptı sayesinde Hindistan'da İslamiyet'in yayılışı kolaylaşmıştı. Daha önce sadece biraz yaklaşılabilmiş olan Hindistan gibi büyük bir kıtayı İslam alemine kazandırmak şerefi Gazneli sultanın namını, tarihin en şanlı sayfalarına kaydettirmiştir.


Mahmud Sebüktekin, yaptığı etkili ve başarılı seferlerle Hindistanda büyük bir içtimai inkılabın esaslarını hazırlamıştı. Hintliler, kocası ölen kadınları kocalarının na'şlarıyla beraber diri diri yakıyor, ölüleri mukaddes kabul ettikleri Ganj Nehri'ne atıyorlardı. Birinci adet menfur bir vahşetti. İkinci an'ane de bulaşıcı hastalıkların yayılması için başlıca sebebi teşkil ediyordu. Gazneli Mahmud bu adetlerin her ikisini de şiddetle yasakladı.


Hindistan seferleri, maddi bakımdan da Gaznelilere büyük faydalar sağlamış ve bol miktarda savaş ganimeti ele geçirilmişti. Seferler sonucunda Gazneliler Devleti devrinin en zengin ve görkemli ülkeleri arasına girmişti. Bu büyük inkılabı gerçekleştiren Sultan Mahmud; devlet yönetimindeki başarısı, siyasi ve askeri alandaki dehası ve göz kamaştıran fetihleriyle Türk-İslam tarihinin en güzide kişileri arasına girmiştir. 45 yılını savaş meydanlarında geçirmiş, cesur ve tedbirli bir komutan olarak ordularını sevk ve idare etmiş, filleriyle yöneldiği bütün bölgeleri itaat altına almayı başarmıştı. İlk kez sultan unvanını kullanan Gazneli Mahmud, devlet yönetiminde muktedirdi; ancak zulüm yoluna sapmamış, adaleti ile şöhret kazanmıştı.


Gazneli hükümdar, Kuzey Hindistan'da giriştiği olağanüstü çabalardan sonra birçok savaş yaparak devletini imparatorluk düzeyine çıkarmıştı. O, sadece Hindistan'a İslamiyet'i yaymakla kalmamış Asya'nın sarp ve dağlık arazilerinde yaşayan cesur, savaşçı ve inatçılığıyla ünlü Afgan yerlilerinin de İslam dinine girmelerine vesile olmuştur.


Sultan Mahmud, bilim adamlarına değer vermiş, onları sarayında barındırmış, Afganistan ve Hindistan'da Nizamiye Medreseleri'nden çok daha önce birçok medreseyi faaliyete geçirerek Bağdat, Şam, Hemedan, Şiraz gibi büyük İslam kültür havzalarının benzerlerini oluşturmuştu.


Esasen İslam medeniyeti X. ve XI. yüzyıllarda çağdaşlarından kat kat yüksek bir konumdaydı. İslam bilim ve medeniyeti; tıp, astronomi, geometri, coğrafya ve tarih gibi birçok ilmi disiplinin formatlarını şekillendirmekteydi. Mesela; İbn-i Sina ve çağdaşı Biruni, sadece Türk ve İslam dünyasının değil, dünyanın da en büyük bilim adamlarından sayılmaktaydı.


Sultan Mahmud, Harizm bölgesinin hakimiyetini ele geçirmesinin ardından Gazne'ye dönerken burada yaşayan Biruni ve hocaları Ebu Nasr, İbn-i Irak Mansur, Abdussamed ve yine Gürgenç kentinde yaşayan bilim adamı Ebu'l Hayr el-Hammar'ı Gazne'ye götürmüştü.


BİRUNİ


Gazneli Mahmud, İslam dünyasının ve insanlığın gelmiş geçmiş sayılı büyük bilim adamlarından biri olan Biruni'ye büyük hürmet göstermiş, onu himaye etmiş ve; "Biruni sarayımızın en değerli hazinesidir!" diyerek kendisine iltifat etmiştir. Ayrıca Hazine'nin başında görevlendirerek ona en üst seviyede güvendiğini ortaya koymuştur. Yaşadığı çağa damgasını vurarak; «Biruni Asrı» denmesine sebep olan zeka harikası bilgin, hayatının bu yeni döneminde Hint dil ve kültürünü yakından inceleme fırsatı bulmuştu. Biruni; elinden kalem düşmeyen, gözünü kitaptan ayırmayan, iman dolu kalbi, çağlar ötesine taşan tefekkürü ile şüphesiz önemli bir dahi idi. Arapça, Farsça İbranice, Rumca lisanlarını biliyordu. Matematik, astronomi, kimya, tıp, eczacılık, tarih, filoloji, jeoloji, dinler ve mezhepler tarihi alanlarında ilmi çalışmalarda bulunarak eserler verdi. İbn-i Sina ile çağdaştı; onunla ilmi münakaşalarda ve münazaralarda bulundu.


Biruni hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmeyi başarmıştı. Ona ait 180 eserden en meşhur birkaçı şunlardır:


el-Asaru'l-Buloye ani'l-Kurüni'l-Haliye: Geçmiş asırlardan kalan eserler.


el-Kanunu'l-Mes'udi: En büyük eseridir. Astronomiden coğrafyaya kadar birçok konuda yenilik, keşif ve buluşları içine alır.


Tahkiku ma li'l-Hind: Hint tarihi, dini, ilmi ve coğrafyası hakkında geniş bilgi verir.


Biruni, Sultan Mahmud'un vefatından sonra onu «Zamanın Yeganesi» ve «Alemin Arslanı» sıfatlarıyla nitelemişti; aralarında son derece dostane bir ilişki bulunmaktaydı.


Biruni, hak ettiği ilgi ve iltifatı Gazneli Mahmud'un oğlu Sultan Mes'ud zamanında da görmüş ve birçok büyük eserini bu dönemde yazmıştır.


XI. yüzyılın ilk çeyreğinde matematik temelli coğrafyanın müstakil bir disiplin olarak gelişmesinde en önemli rol, İslam kültür çevresinin en büyük bilginlerinden birisi olan Biruni'ye aittir. O, coğrafya tarihinde eşsiz bir teşebbüste bulunmuştur. Gazne ile Bağdat arasındaki önemli yerlerin enlem ve boylam derecelerini astronomik gözlem, mesafe ölçümleri ve kürevi trigonometrinin temel kurallarını kullanarak belirlemiştir. Onun tarafından ulaşılan 60 yerin boylam bilgilerinin bugünkü değerlerle ölçülen hataları, sadece 6 ve 45 dakika arasındadır. Onun tespitleri İslam dünyasının doğu kısmında kendisinden sonra devamlı olarak sürdürülen yer belirleme çalışmalarının temeli olmuştur.


İslam dünyasının Bağdat'ın batısında kalan kısmında başarıyla gerçekleştirilmiş boylam dereceleri üzerindeki diğer tashihler, daha XI. yüzyılın ilk yarısında Akdeniz'in batı-doğu ekseninin 44 ila 45 dereceye (bugün 42) indirgenmesi ve bunun sonucu olarak sıfır meridyeninin Atlantike, Kanarya Adalarının batısına ve Toledo'nun batısına konumlandırılmasıyla sonuçlanmıştır.


Sultan Mahmud, aralarında ünlü şair Firdevsi'nin de bulunduğu 400 civarında şairi sarayında ağırlamış, onları teşvik etmiş ve desteklemiştir. Firdevsi İslamiyet öncesi İran tarihini anlattığı 55 bin beyitten oluşan Şehname adlı eserini Sultan Mahmud'a sunmuştur.


Sultan Mahmud, renkli ve adil kişiliği ile dönemin edebi kaynaklarında halk kahramanı ve insaf timsali olarak yer almıştır. 


SULTAN MES'UD ve GAZNELİLERİN YIKILIŞI


Sultan Mahmud'un 1030 yılında vefatının ardından Gazneli sarayı taht kavgalarıyla çalkalandı. Sonunda kardeşini saf dışı bırakan Sultan Mes'ud hükümdar oldu. Babasının fetih politikalarını devam ettirmek için çaba gösterdiyse de Sultan Mahmud kadar tedbir sahibi ve toparlayıcı bir kişi olmadığından başarılı olamadı. Gazne Devleti'nin Hindistan üzerindeki hakimiyetini sürdürmesi için gereken ağırlık bölgeye verilemedi. Bu ihmale; bir yandan Karahanlılar'dan Ali Tegin'in hasmane faaliyetleri, diğer yandan da bağımsız yurt arayışına çıkmış Selçuklular'ın Horasan'a izinsiz sızma ve göç etme gayretleri sebep olmuştu. Nitekim çok geçmeden Selçuklular Horasanda Merv, Serahs ve Ferave'yi ele geçirmeyi başardılar. Sultan Mes'ud, Selçukluları Horasandan atmak için büyük çaba gösterdiyse de onları Horasandan çıkarmayı başaramadı. Nihayet 1040 yılında Dandanakan denilen yerde iki Müslüman-Türk topluluğunun hakimiyet savaşını Çağrı ve Tuğrul Beylerin idare ettiği Selçuklular kazandı. Böylece yeni bir Türk devleti kuruluşunu tamamlarken Gazneliler yıkılma sürecine girdi. 


Horasan'ı Selçuklular'a kaptıran Sultan Mes'ud, çok geçmeden çıkan bir isyanın ardından öldürüldü. Artık Gaznelilerin iç karışıklıklarla geçen çöküş yılları başlamıştı. Bundan sonra Gazneli sultanlar ağırlıklarını Kuzey Hindistan'a yönelttiler. Hakimiyet kurmada zorlandıklarından varlık ve hakimiyetlerini Selçukluların siyasi destekleriyle koruyabiliyorlardı. Ancak Selçuklu Sultanı Sencer'in kendi ülkesinde Türkmenlere esir düşmesi Gaznelilere yardım edememesine yol açtı.


Siyasi destekten mahrum kalan Gazneliler, bugünkü Afganistan topraklarında Gurlular diye bilinen Afgan yerlilerinin baskılarını karşılayamaz hale geldi.


Savaşçı Gurlular; Gaznelilerin önce Afganistandaki hakimiyetine, ardından da 1187 yılında Kuzey Hindistan'daki hakimiyetine son verdi.


Bugünkü Pakistan, Bengladeş ve Kuzey Hindistan kıtasında yaşayan müslüman topluluklar, varlıklarını bu devlete borçludurlar.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

20 Ağustos 2023 Pazar

Nasrullah Camii / Kastamonu

 


RUSYA TARİHİ -10

 MOSKOVA  KNEZLİĞİNİN YÜKSELİŞİ



Moskova Şehrinin Başlangıcı (1147 denberi) ve ilk  knezleri


Moskova Knezliği ancak XIII. yüzyılın ikinci yarısında teşekkül etti. Bu knezliğin kurulması, Suzdal-Vladimir  Rusyası'nda, " Büyük Knez „  (dük) Yaroslav Vsevolodoviç'in oğulları  ve torunları zamanında meydana  gelen "udel,, (yurt) nizamının (feodal sistemin) bir neticesi idi. Moskova'nın  ilk knezi, Aleksandr Nevski'nin  küçük oğlu Daniil'dir. Daniil Aleksandroviç ile, Moskova  knezleri  sülâlesi kurulmuş oldu ; sonraki " Moskova Büyük Knezleri,, ve "Rus Çarları „ bu sülâleden türemiştir. Rus knezlikleri tedricen Moskova Knezliğinin hâkimiyetini tanıyarak bir tek devlet halinde birleştiler, ve nihayet bugünkü Rusya'nın esası kuruldu. Bu bakımdan Moskova Knezliğinin tarihi, rus tarihinde ayrıca ehemmiyet kazanmıştır.

Moskova (Moskva) şehri, adını  aynı ismi taşıyan nehirden almıştır; bu isim, fin menşeli olsa gerektir. Şehrin kuruluşu hakkında sarih bilgimiz yoktur; rivayete göre, XII. yüzyıl ortalarında knez Yuri Dolgoruki tarafından kurulmuştur. Moskova adı,  vekayinâmelerde ilk defa 1147 de geçer, sonra 1156  ve 1176 yıllarında"Moskov,, "Kuçkova,, ve  "Moskva,, diye zikredilir. Rivayete göre burası "Kuçko,, adlı bir boyarın malikânesi imiş. Yuri Dolgoruki burayı, Ryazan ve Çernigov knezliklerine karşı Suzdal mıntakasını müdafaa için, bir hudut karakolu, sonraları hudud kalesi olarak inşa etmiş; oradan  geçen nehire izafeten de "Moskova,, adını vermiştir.  Şehrin gayet müsait coğrafî durumu, Kuzey Rusya'dan Güney Rusyası'na, Novgorod'dan Ryazan mıntakasına giden yolların kavşak noktasında bulunması, güneyden göç eden rus ahalisinin, Moskova yanından geçmeleri icabetmesi, nihayet Volga ve Don boyunca yapılan nehir ticaret yolunun da Moskova nehri vasıtasiyle birbirine  bağlanması, bu şehirin sür'atle inkişafını mucip oldu. Bunlardan başka, gayet önemli siyasî sebepler de mevcuttur.

Moskova knezleri, ekseriyetle, kurnaz ve becerikli kimselerdi; bunlar Altın Orda hanlarının itimatlarını kazanmağa ve diğer rus knezlerini kötüleyerek, Orda'da birinci mevkii almağa muvaffak oldular. Öyle ki Moskova knezleri, Rusya'da hanların valileri rolünü oynamağa başladılar. Moskova Knezliğinin, diğer knezliklere nisbeten, daha emin bir durum arzetmesi, burada ahalinin artmasını mucip oldu. Bütün bu sebepler, Moskova Knezliğinin sür'atle yükselmesi ve kuvvetlenmesini intaç etti.


Aleksandr Nevski, küçük oğlu Daniil'e Moskova şehrini ve çevresini verince, Daniil knezliğinin sahasını genişletmeğe gayret etti ve muvaffak oldu; oğlu Yuri Daniiloviç te ayni siyaseti takip etti. Ryazan knezinden, Moskova nehrinin mansabındaki Kolomna şehrini aldıktan sonra, Moskova nehrinin başındaki Mojaysk şehrini, Smolensk knezinden aldı; böylelikle Moskova nehri baştanbaşa Moskova Knezliğine bağlanmış oldu. Bu saha, sonraki "Moskova Büyük Knezliği,, nin (Dükalığının) ve nihayet Rusya'nın nüvesi oldu. Pereyaslavl' -Zalesski knezinin çocuğu olmadığından, arazisi, vasiyetnamesi mucibince, Daniil'e geçmişti. Bu suretle Daniil'in oğlu Yuri, Kuzey Rusya knezliklerinin en münimi derecesine çıkmış oldu. Yuri bu durum karşısında "Büyük Knez,, olmak sevdasına düştü ve Altın Orda hanına yaranmağa başladı. Fakat, o sıralarda, Tver knezi Michail, "Büyük Knezlik,, mansabını elde etmişti. Bu yüzden Moskova ve Tver knezleri arasında entrikalarla dolu bir mücadelenin başladığını görüyoruz. Yuri Daniiloviç muvaffak olmak için her çareye başvuruyordu. 1313 de Altın Orda tahtına çıkan Özbek hanın kızkardeşi Konçak ile, 1317 yılında evlenmeğe muvaffak oldu ve Orda'dan bir miktar moğol askeri alarak, Moskova'ya döndü. Fakat aynı şene Tver knezi Michail tarafından yenildi. Bu münasebetle karısı Konçak'ın, Tver knezinin eline esir düştüğü ve zehirlenerek öldürüldüğünden yukarıda bahsetmiştik. Büyük knez Michail hesap vermek için Orda'ya çağırılmış ve öldürülmüştü. Fakat Moskova knezi Yuri de, Tver knezinin oğlu tarafından han huzurunda bıçaklanarak öldürüldü; bu knezin siyasetinin ana prensipini teşkil eden, "Moğollara dayanarak Moskova knezliğini yükseltmek» esasları kendisinden sonraki Moskova knezleri için siyasî bir vasiyetnâme gibi telâkki edildi.


Moskova Büyük Knezliğin İvan Kalitaya geçmesi  (1328-1341)


Daniiloviç'ten sonra Moskova knezi olan Yuri'nin  biraderi İvan,  Tver  knezi ile mücacadelesine devam etti. ivan, Özbek hanın  itimadını  kazandı ve 1328 yılında "Büyük Knez,, mansabını almağa muvaffak oldu. Bundan böyle Büyük  Knezlik, gayet az bir zaman  hariç, hep  Moskova knezlerinin elinde kalacaktır. Büyük Knez  İvan Daniiloviç, çok akıllı bir devlet adamı idi. Her şeyden önce kendi knezliği içinde asayiş ve emniyeti temin etti; öyle ki Moskova Knezliği bu bakımdan komşu knezlikler arasında istisnaî bir yer aldı. Bu knezin en mühim işlerinden biri de: Altın Orda'ya gönderilmesi gereken vergilerin "külfetini,, kendi üzerine almasıdır. Böylelikle moğol "baskak,, ları ve "bitikçi,, leri (vergi memurları ve tahsildarları) Suzdal - Vladimir Büyük Knezliği sahasından uzaklaştılar. îç Rusya'da moğol memurları ve kıtaları kalmadı. Moğol İmparatorluğu hudutları içinde ticarete verilen ehemmiyet ve umumî emniyet yüzünden para tedavülü çoğalmıştı. Bunun tesiri Rusya'da da görüldü ; rus knezliklerinde de para çoğaldı; bundan böyle hana gönderilecek vergiler para hesabı ile yapılır oldu. Moskova knezi İvan Daniiloviç, han namına vergi toplarken, kendisi için de hisse çıkarıyordu ; ahaliden lüzumundan fazla para topluyor, hana vergi gönderdikten sonra mühim bir yekûn knezin kasasında kalıyordu. Rus halkı daha ağır vergiler ödemeğe mecbur tutulmakla beraber, Moskova knezinin varidatı artmış bulunuyordu. İvan Doniiloviç'a, para hesabı ile fazla meşgul olmasından ötürü, "kese,, manasına gelen (rumca) "Kalita,, adı verildi. Altın Orda hanları, rus vergisinin eskisine nisbeten daha muntazam ve külfetetsizce gelmesinden memnun kaldılar ve İvan Kalita'nın mevkiini büsbütün desteklediler. Vergi dışında, Moskova knezinden gelen armağanlar, hanın ordugâhında İvan Kalita'ya karşı sempatinin çoğalmasını mucip oldu. Moskova knezi, Altın Orda hanının en çok güvendiği ve sevdiği rus knezi idi. Bu durum, Moskova'nın bütün diğer rus knezlikieri arasında mümtaz bir mevkie çıkmasına imkân verdi. İvan Kalita, Rusya'da adeta hanların "vekili,, sayılıyordu.


Rus  kilisesinin Moskova'ya nakledilmesi  (1300 den sonra)


Kiyef Rusyası'nın büsbütün kuvvetten düşmesi    ve moğol  istilâsı zamanında  Kiyef  şehrinin tahrip edilmesini müteakip rus kilisesinin merkezi de yerini değiştirdi. Hıristiyanlığın kabulü ile Kiyef, rus metropolitliğinin merkezi olmuştu; metropolitler ise İstanbul  patriği  tarafından  tayin  edilirlerdi; böylelikle rus kilisesi İstanbul patrikhanesine bağlı kaldı. 1300 yıllarında, Kiyef şehrinin moğol akınlarından biri neticesinde yeniden yıkılması üzerine, metropolit Maksim, Vladimir şehrine gitti; rus kilisesinin merkezi bu suretle Kuzey Rusya'ya nakledilmiş oldu. Bu vaziyet karşısında Galiç knezleri, Güney-Batı Rusyası için ayrı bir metropolitlik ihdasını istedilerse de, İstanbul patriği, rus kilisesinin bölünmesini arzu etmediğinden, buna muvafakat etmedi. Metropolit Maksim'in ölümünden sonra, metropolitik makamına, aslen Volinyalı olan, Petr getirildi; o da, Vladimir şehrini merkez ittihaz etti, fakat ekseriyetle Moskova şehrinde kalıyordu; Petr, Moskova knezlerinin Tver'e karşı mücadelelerinde Moskova'yı iltizam ediyordu. Metropolit, knez İvan Kalita ile yakın münasebet tesis ve Moskova knezini her hususta iltizam etti. Metropolit'in teşviki ile Moskova'da "Uspenskiy sobor,, (katedral) adiyle şöhret bulan büyük bir kilise yapıldı; Petr'in Moskova Knezliğinin büyümesinde ve kuvvetlenmesinde mühim rol oynamış olduğu muhakkaktır. O, bütün rus kilisesinin reisi sıfatiyle Moskova knezinin mevkiini yükseltti. Petr'in, halefi — aslen rum olan — Teognost da kilise merkezi olarak Moskova'yı seçti. Böylelikle Moskova şehri rus kilisesinin daimî merkezi oldu. Bu durum, Moskova Knezliğinin yükselmesinde mühim âmil teşkil etmiştir. Bundan böyle rus metropolitleri işgal ettikleri mevki ve ruhani otoriteleri ile Moskova knezlerinin faaliyetlerini desteklediler; yeni merkezin "Bütün Rusya,, içindeki mevkiinin sağlanmasını temin ettiler. Rus kilisesi, Altın Orda hanlarından aldığı imtiyazlar sayesinde çok kuvvetli ve zengin bir teşkilât olduğundan, kilise reisinin iltizam ettiği knezin birdenbire ehemmiyet kazanacağı aşikârdı. Bu suretle artık XIV. yüzyılın ortalarına doğru Moskova Knezliği hem siyasî, hem dinî ve iktisadî üstünlüğü elde etmiş bulunuyordu.


Teognost'un halefi, aslen Moskova'lı, Aleksey, İvan Kalita'nın oğulları zamanında devlet işlerinde mühim rol oynadı; knezler, ya küçük yaşta veya hasta olduklarında, metropolit Aleksey onların namına devlet işlerine baktı. Bu suretle rus metropolitlerinin Moskova Knezliğinde siyasi rolleri başlamış oldu. Özbek hanın ve galiba sonraları Canibek hanın gözdesi ve karısı Taydula hastalanmışken, 1357 de Orda'ya davet edilen metropolit Aleksey'in tedavisi üzerine hatunun iyileşmesiyle, Altın Orda'da rus metropolitinin mevkii büsbütün kuvvetlendi. Aleksey, rus kilisesinin eski imtiyazlarını yeniletmeğe muvaffak oldu. Metropolit Aleksey'in han ordugâhında mevkii kuvvetlenince, Moskova Knezliğinin de siyasî durumu büsbütün sağlamlaşmış oldu.



Boyarların ve Rus halkının Moskova Knezliği sahasında yerleşmeleri


    

Moskova  Knezliğinin  durumu  sağlamlaştıkça nüfusu da çoğaldı. Knezlerin gayreti  sayesinde elde edilen iç asayiş, ahalinin emniyet içinde kendi işi  güciyle  meşgul  olmasına imkân  verdi;  bunun  üzerine  komşu  knezliklerden Moskova arazisine  gelip yerleşenler  çoğaldı.


Bunlar arasında, büyük arazi sahibi ve asil menşeli olan boyarlar da çoktu. Diğer knezler nisbeten hem mevkii yüksek, hem serveti fazla olan Moskova knezinin hizmetinde bulunmak, "boyar,, lar için kârlı olduğundan, öbür knezlerin yanındaki asiller de Moskova knezinin hizmetine geçmeğe başladılar. Bu suretle Moskova mıntakasında ahali sür'atle arttı, köylülerin ve "boyar,, ların adedi çoğaldı, Moskova Knezliği rus knezliklerinin en kalabalık nüfuslusu oldu.


Moskova knezleri, Daniil Aleksandroviç'ten başlayarak, knezliklerinin sahasını genişletegeldiler. Bazen zorla ve bazen de veraset tarikiyle başka knezliklerin şehirlerini eklediler. Bundan başka, fakir düşen knezlerin arazisini de satın aldıkları olurdu. Yaroslavl, Beloozero ve Rostov knezlerinin yerleri böylelikle Moskova'nın eline geçti; bazen ayrı köylerin de satın alındığı biliniyor. Altın Orda'ya gönderilmesi için toplanan verginin bir kısmı Moskova knezlerinin ellerinde kaldığından, gerek komşu knezlerden arazi satın alınması ve gerek Moğolların elinde bulunan rus esirlerinin kurtarılması için, Moskova knezlerinin paraları bulunurdu. Ticaret yollarının Moskova sahasından geçmesi, knezlere tüccarlardan gümrük ve baç olarak mühim miktarda varidat temin ettiğinden, Moskova knezlerinin malî durumları daima iyi idi. Böylelikle yeni merkezin yükselmesi yolunda birçok âmiller ve şartlar bir araya gelmiş bulunuyordu.



Moskova Büyük Knezi Dimitri  Ivanoviç (Donskoy) (1359-1389)



Altın Orda'da büyük bir nüfuz sahibi olan Mamay mirza, Moskova knezinin bir müddetten-beri kafa tutmakta olduğunun farkında idi. 1378 de Moskova ordusunun Arabşah hana karşı Voja nehri yanında zafer kazanması, Dimitri Ivanoviç İvan Kalita'dan sonra Moskova Knezliği tahtına  oğulları  Semeon  Gordıy  (1341-1353) ve İvan Krasnıy (1353-1359) geçtiler. Bunlar küçük yaşta tahta çıktıklarından,  metropolit  Aleksey devlet işlerine nezaret  etti.  Semeon  Gordıy'ın çocuğu  yoktu. İvan  Krasnıy'ın  ise  ancak  iki oğlu vardı. Bundan dolayı,  her iki  knez de  öldükten  sonra, Moskova Knezliği (mevcut "yurt,, nizamına uygun, olarak) parçalanmaktan kurtuldu. 1359 da knez olan Dimitri İvanoviç, henüz 10 yaşında oldğundan metropolit Aleksey, boyarlarla birlikte devlet işlerine baktı. Bu arada Suzdal knezi, Altın Orda'dan "Büyük Knezlik,, makamını almağa muvaffak olmuştu, fakat bu durum ancak 2 yıl kadar sürdü. Moskova knezi tekrar bu mansabı kendisine geçirebildi. Dimitri İvanoviç, Suzdal, Ryazan ve Novgorod knezlerine de otoritesini tanıtmağa muvaffak olmuştu. 1221 de Yuri Vsevolodoviç tarafından kurulup, Oka nehrinin mansabı sahasını Rus kontrolü altında bulunduran Nijni-Novgorod şehri de Moskova knezinin nüfuzu altına alınmıştı. Moskova Knezliğinin ötedenberi rakibi olan Tver Knezliğini yenmek ve inkıyad altına almak için Dimitri İvanoviç çetin savaşlar yapmak zorunda kaldı; Tver'lilere Litvanya tarafından yardım edilmesi, bu mücadeleyi zorlaştırmıştı. Nihayet Tver knezi, "Vladimir Büyük Knezliğine hak iddiasından vazgeçmek,, ve kendisini Moskova büyük knezini "küçük biraderi,, tanımak şartiyle bir uzlaşma yaptı. Novgorod'lular da Moskova knezinin üstünlüğünü kabule icbar edildiler ve 8000 ruble ödemek zorunda kaldılar. Dimitri ivanoviç, bu suretle, rus knezleri arasında en kudretlisi olduğunu herkese kabul ettirmeğe muvaffak oldu. Rus yurdunda ve rus tarihinde bu knezi meşhur eden vak'a ise: Moğollara karşı büyük bir zafer kazanmasıdır.


Kulikovo meydan muharebesi, Rusların Moğollara karşı ilk büyük Zaferi (8 eylül 1380 ) 



 


İvanoviç ne  kadar  kuvvetlendiğini açıkça  göstermişti. Knez, bir  müddettenberi  Orda ile alâkasını kesmiş gibi idi. Mamay mirza tarafından Moskova'ya gönderilen talepler red cevabı ile karşılandı. Bunun üzerine Moskova knezinin zorla inkıyad altına alınması kararlaştırıldı. Mamay mirza, Moğollardan başka, Kumanlar, Çerkesler, Alan (Yas), Burtan ( Yahudiler ), Ermeniler ve hatta Kırım'dan gelen Cenevizlilerden müteşekkil bir ordu ile harekete geçti. Mamay mirza, aynı zamanda Litvanya beyi (ve Lehistan kiralı) Yagayla ile de münasebet tesis etmiş, onunla 1 eylül 1380 tarihinde Don nehrine yakın bir yerde buluşmayı kararlaştırmıştı.


Mamay mirzanın hareketinden haber alan Moskova knezi Dimitri ivanoviç, savaş için gerekli hazırlıklarını yaptı. İki yıl önce Moğollara karşı kazandığı zafer, ona bu defa Mamay mirza ile boy ölçüşmek cesaretini vermişti. Kendine tâbi Rostov, Yaroslavl ve Beloozero knezlerinden başka, Litvanya knezi Olgerd'in oğulları da Litvanyalı kıtalarla yardıma geldiler. Tver, Novgorod ve Ryazan knezleri Moskova'lılara yardıma asker göndermekten imtina ettiler; Tver ve Ryazan knezlerinin, hatta gizlice, Mamay mirza ile anlaştıkları bildiriliyor. Dimitri İvanoviç'in kumandasında, Moskova'da 150 bin kişilik bir ordu toplandığı anlaşılmaktadır. Seferin manevî istinatgâhı ise, Moskova'nın yakınında kurulan Troitsk - Sergeevsk manastırının başrahibi Sergius idi. Sergius, knez Dimitri'yi savaş için takdis etti, çok kan dökülmesi pahasına olsa dahi, zaferi müjdeledi. Peresvet ve Oslebya adında iki muharib - pehlivan rahibi birlikte gönderdi. Moskova knezinin ordusu, Oka nehrini geçerek, Don'un başlarına yaklaştı. Mamay mirzanın kuvvetleri de oraya gelerek, Litvanya beyi Yagayla'nın ordusu ile gelmesini bekliyorlardı. Fakat Yagayla sözünde durmadı, kararlaştırılan zamanda oraya yetişmedi. Mamay bunun üzerine fazla beklemiyerek, 8 eylül günü, Kulikovo ovasında Ruslarla savaşa tutuştu.


Mamay mirzanın moğol harp usullerine asla riayet etmediği, kendine fazla güvenerek, düşmanın durumunu asla araştırmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki Moskova knezi Moğolların hattı hareketini, miktarlarını ve nasıl bir ordu ile geldiklerini esaslı bir şekilde öğrenmişti. Dimitri İvanoviç, her ihtimale karşı, ordusunun bir kısmını pusuya koydu ve vaziyet kötüleşirse bunlar savaşa katılacaklardı. İlk olarak Mamay'ın ordusu harekete geçti. Şiddetli çarpışmadan sonra her tarafta Rusların mukavemeti kırıldı ve Ruslar intizamsız bir şekilde kaçmağa başladılar. Başrahip Sergius'un gönderdiği iki pehlivan, çarpışmanın başlangıcında ölü düştüler; knez Dimitri İvanoviç yediği bir kılıç darbesiyle atından yere yuvarlandı ve bayıldı. Rusların yenilgisi muhakkak gibiydi. Fakat pusudaki bölüklerin hücuma geçmeleri, Moğolların yenilmelerine sebep oldu. Mamay'ın dağınık ve yorgun kuvvetleri, taze rus kıtalarının hücumuna dayanamadılar, meydan muharebesini bırakıp kaçtılar. Ruslar, bir müddet kaçanları kovaladıktan sonra geri döndüler. Böylelikle, 1380 yılı Kulikovo meydan muharebesi Moskova knezi Dimitri tarafından kazanılmış oldu. Dimitri İvanoviç muzaffer bir kumandan sıfatiyle, büyük şenlikler içinde Moskova şehrine döndü. Şimdiye kadar Ruslara korku hissi aşılamış olan Moğolların bu yenilgileri bütün rus halkı üzerinde derin bir tesir yaptı ve Rusların maneviyatını fevkalâde yükseltti; demek ki, Ruslar artık 150 yıldanberi tahakkümleri altında bulundukları Moğolları yenecek kadar kuvvetlenmişlerdi. Bu zafer, Moskova Knezliğinin ve knez Dimitri İvanoviç'in otoritesini birdenbire göklere çıkardı. Kendisine “Don muzafferi „ (Donskoy) adı verildiği gibi, çok geçmeden bu sefer ve zafer hakkında destanlar tertip edildi. Bunlardan "Mamayevo poboişçe,, (Mamay hezimeti) adlısı en çok yayılanı idi.


Mamafih Dimitri Donskoy'un bu zaferinden, Rus Yurdu için, temelli bir netice çıkmadı. Zaten kazanılan zafer bir Altın Orda hanına karşı değil, derme-çatma askerlerden mürekkep zorba bir moğol mirzasının ordusuna karşı idi. Aksak Timur'un yardımı ile Urus hana galebe çalan Tuktamış, Mamay mirzayı yendikten ve vücudünü ortadan kaldırdıktan sonra, Akhoca adlı birini Moskova'ya gönderdi ve rus knezlerinin, vaktiyle olduğu gibi, "yüz sürmeleri için,, Orda'ya gelmelerini istedi. Dimitri buna kulak asmadı, bir miktar hediye yollamakla iktifa etti. Tuktamış han bunun üzerine Dimitri İvanoviç'e karşı 1382 yılında büyük kuvvetlerle Moskova üzerine yürüdü. Ryazan knezi Oleg, Moğollara kılavuzluk etti. Dimitri İvanoviç'in hanın kuvvetlerine karşı durmağa cesareti olmadığından, Moskova'yı bırakıp kuzeye, Kostroma tarafına kaçtı. Moskova şehrindeki boyarların ve ruhanilerin bir kısmı knezi takip ettiler, ahaliden bazıları ise şehri müdaafa etmek istediler. Tuktamış'ın orduşu Moskova'yı birkaç gün kuşattıktan sonra, Moğollar şehire girdiler. Moskova baştanbaşa yağma edildi ve yakıldı. Bu münasebetle Moskova'da 24,000 kişinin öldürüldüğü bilinmektedir. Moskova knezi, bu yenilgi üzerine, Tuktamış hana vergi göndermek zorunda kaldı ve oğlu Vasili'yi Tuktamış han nezdine rehine olarak yolladı.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

19 Ağustos 2023 Cumartesi

TARİKATTAKİ İNTİSAP YOLCULUĞU

 



Mevlevi Adabı: Sufi Yaftası


Adap, Sufiliğin ve belki de İslam inancının anahtar kelimesidir. Anlamı oldukça geniştir ve inanç ile ilgili birçok temel gerçeğe tekabul eder: nezaket ve davranış kuralları, Sufi yaftasından ritüellerine, hatta Sufi edebiyatını bile kapsar. Bu terimin açıklanması için sayfalar dolusu tanım yapmak gerekir ve bu da neredeyse imkansızdır; çünkü adap kelimesi mümin kişiyi tamamen kapsar. Adap kelimesi tanımlanmak isterse, İslam ahlakının bütünü, mümin kişinin tüm davranışları ve erdemi denilebilir. Müslüman kişi adaplı yetişir. Ahlaki varlığı ve davranışları inancına uygun olmalıdır. Eğer sade bir Müslüman kişinin ahlak anlayışının böyle olması gerekiyorsa, Sufilerin ve dervişlerin ahlakının da böyle olması için daha çok sebep vardır. Dervişler kendi hayatlarını adaba uygun olması için adamışlardır. Bu ahlaki kurallar, normlar, görünen ve görünmeyen davranışlar İslam'a bağlı müminlere yaraşır olmalıdır. Adap ile birlikte alınan ahlaki davranışlar, iç ve dış eylemler, eğitim ve terbiye bireye varoluşu boyunca taşıyacağı ahlak ve huy katar. Bu kavramın birçok ahlaki ve hagiyografik yazının ana konusu olması şaşırtıcı değildir. Gerçek Sufi adaba uygun yaşar. Bugün bu kavramın Türkçe karşılığı anlamını vermemektedir. Arapça olan bu kelime Türkçeye "edep" olarak geçmiştir ve karşılığı "terbiye"dir. Edepli insan terbiyeli ve eğitimli demektir. "Adap" kelimesinin bazı anlamlarını "edep" kelimesi karşılamaktadır; ancak günümüz Türkçesinde bu iki kelime birbirine karışmaktadır.

 


"Adap" terimi, içerdiği konular bazında lslam tarihi boyunca edebi eserler ile işlenmiş, Sufilik kültürüne de özel bir bakış açısı katmıştır. Adap hakkında yazılan kitaplar hem Arapça hem de diğer İslam ülkelerinin dillerinde oldukça çoktur. Sufiler de bu konuyu geliştirmekten geri kalmamışlar ve özellikle adap sahibi insanı oluşturan erdemlerin uygulamaya geçilmesi konusunda eserler vermişlerdir. Bu konuda yazılmış olan eserler Sufilerin yaşam kurallarını, dışsal davranışlarını ve özellikle iç dünyalarını işlemişlerdir (Feuillebois-Pierunek, 2006, s. 91 -4).


Sufilik adabı üzerine yazılan kitapları saymak istersek hiç şüphesiz önce Hucviri'nin (ölm. 1073) Kuf El-Maheb (Sırların Keşfi [Hakikat Bilgisi]) adlı eseri akla gelir. Bu kitapta adap terimi kelime anlamıyla ele alınmış ve bu terimin getirdiği kuralların Sufilerin yaşamlarındaki uygulamaları işlenmiştir. Çok başarılı olan bir başka eser de lran'ın kuzeybatısında doğan Abül Necib el-Sühreverdi'nin (ölm. 1168) Adab el-Muridin adlı eseridir ve Osmanlı İmparatorluğu'nda nesiller boyunca Sufiler tarafından okunmuştur. Bu kitap Sufiliğin adap terimi konusundaki tutumunu işler. Abül Necib el Sühreverdi'nin torunu olan Şihabeddin Ebu Hafız Ömer el-Sühreverdi (ölm. 1234) adap tarihi ve İslam mistisizmi konusunda temel bir kaynak kabul edilen Avarif-ül Mearif (Tasavvufun Hakikatleri) eseri, bir Sufi tekkesindeki yaşamın detaylarını okuyucu ile buluşturan ilk eserdir. Kubraviye Tarikatı'nın kurucusu Necmeddin Kübra (ölm. 1221) tarafından yazılan Adab el-Muridin adlı eser bu konuda yazılan en eski kaynaklardan biridir ve Mevlevi tekkelerindeki prensiplere de değinir.


Rumi'nin bu konuya yaklaşımı oldukça edebi ve mistiktir; ancak bu mesele hakkında özel bir yazı bırakmamıştır. Ruhsal pedagoji alanında önem verdiği konuların başında tevazu, saygı ve nezaket gelir. Rumi'nin adap konusuna yaklaşımı, müminlerin birincil ahlaki ve ruhsal timsali olan Muhammed Peygamber'in yaklaşımına benzer. Hatta Omid Safi'nin de dediği gibi (Safi 201 0, s. 1477 - 1492), içinde Kelam'ın ilahi nuru bulunan bir inci misali Peygamber, dünyanın ve evrenin peygamberi, beşeriyet için etik, ahlaki ve ruhsal mükemmelliğin temsilcisidir. Adap, fakirliğin saflığından doğar. Peygamber de fakir olduğu için Yüce Allah'ın zenginliğini tatmıştır. Rumi, yazılarından birinde üç defa teolojik bir paradoks içine girerek Muhammed'in lsa'dan daha kutsal olduğunu yazmıştır. Yazılmış olan hagiyografik yazılar, Rumi'nin yaşamın her alanında ve tevazu konusunda mükemmel insan olan Peygamber'i izlediğini bildirirler. Rumi, hem hareketlerinde, hem iç duygu ve tutumunda Peygamber'i örnek almaktadır. İslamiyet'in bu "mükemmellik" öğretisi sayesinde, Rumi birçok mürit kazanmıştır. Örneğin Konstantinopolis'ten Konya'ya Rumi'nin türbesine gelen bir Hıristiyan keşişi Rumi'nin tevazusundan çok etkilenmiş, din değiştirmiş ve Rumi'nin yolunu izlemeye başlamıştır.



Tarikat yine kurucusu Rumi tarafından bir öğrenci kazanmıştır. İzleyen asırlar boyunca yazılan eserler Rumi'nin örnek kişiliğinin nasıl izleneceğini ve nasıl yayılacağını işlemişlerdir. Bu eserlerin ilki 14. yüzyılda Küçük Asya'da yaşamış olan Ahmed Rumi tarafından yazılmıştır. Bu yazar, resmi bir şekilde olmasa da Mevlevi Tarikatı'na bağlıdır. Ahmed Rumi, Dakayık al-Tarik isimli adap konusunu ele alan kitabında, tekke yaşamından bahsetmektedir. Burada bahsettiği tekkeler, tam anlamı ile Mevlevi tekkeleri değildi, çünkü kendisinin iltica ettiği Hindistan'da hiçbir zaman bir Mevlevi tekkesi açılmamıştı.



Tarikatın çok değer verdiği, Mevlevi adabı üzerinde yazılmış olan bir diğer kitap da İsmail Ankaravi'nin Minhac'ül-fukara (Dervişlerin Yaşam Tarzı) isimli eseridir. Ankaravi bu eserinde bölüm bölüm dervişlerin sofradaki davranışlarına, seyahatte neler yaptıklarına ve en önemlisi görkemli sema törenlerinin biçimlerine değinmiştir. Sema konusu da adap'ın bir alanıdır, çünkü sema kendine sahip olmayı gerektirir, kontrol edilmeyen ve edilemeyen bir vecit hali değildir. Adap kelimesi Sufi tarikatlarının öğretilerinde oldukça önemli olan erkan terimi ile birlikte kullanılır. Erkan bir törenin yöntem ve esaslarını ifade etmektedir. Sema yapanlar, adap ve erkan ile asetik ve çilesel bakış açılarını zenginleştirirler, Mevlevi Tarikatı'nın özeti olan bu merasimin anlamını daha iyi anlarlar. Adap, Mevlevi yaşamının diğer alanlarında da etkilidir. Yaşamda ve cemaatle "kendine ve bedenine hakim olmanın" gerektirdiği her alanında, erdemle yapılan her işte adap gözlenir.


Daha önce de söylediğimiz gibi, dervişlerin sofrada ve bir tekkeden başka bir tekkeye yolculuk ederken uymaları gereken kurallar vardır. Derviş, diğer kardeşlerine ve şeyhine karşı saygı göstermede bir an bile duraksamamalı, kimseye hiçbir rahatsızlık vermemek için elinden geleni yapmalıdır. Elleri her zaman hayırla işlemeli, maddi olarak yokluk içinde olunsa bile her zaman bereket ve şükran ile dolu olmalıdır. Gün içinde kimsenin kapısını çalmamaya gayret etmeli. Özellikle kimsenin duasını bölmemeli ve ikindi namazından sonra bir yere varmamalıdır. Bunlar dışsal davranışlardır, ama dolaylı bir seyahat disiplini gerektirirler.



Ankaravinin eserlerinde adap konusu altında belirttiği gibi tekkede yaşamak hem dışsal hem de içsel bir erdem gerektirir. Tarikatların yaşamlarına adap (adab-ı tarik) denir ve her tarikatın karakteristik özellikleri, yani karizması farklıdır. Mevlevi Tarikatı'nda da başka tarikatlarda olmayan gelenekler vardır ve bu gelenekler Mevleviliğin özünü oluştururlar. Dervişlerin en çok dikkat etmeleri gereken konular sofra adabı, sofrada oturma, yemek yeme, helal ve haram gıdalar ve oruç konulardır. Oruç, bir derviş için yemek yemek kadar önemlidir. Adap, işte bu sebeplerden dolayı iyi alışkanlıklar, kötü huy ve eğilimlerden uzak durmak ile eşanlamlı kullanılmaktadır.



Tarikat içerisinde yaşama niyeti, kişinin adabına bağlıdır. Bu konuda Ankaravi şöyle demiştir: 


"Tarikatımız içerisinde birçok yanlış yorumlarda bulunan insanla karşılaştım. Bazı zavallı insanlar tarikatın kurallarına, geleneklerine prensiplerine ve sağlıklı yapısına karşı çıkıyordu. Ben hiç şüphesiz arkadaşlarıma ve kardeşlerime tarikatın sırlarını, tarikatın gerektirdiklerini, doğru yolu ve yüksek ruhsal mertebelere çıkartan ilahi halleri en doğru şekilde öğretmeye çalıştım. Bizden sonra gelecek kişiler için doğru yolu öğrenmek kolay olsun diye bunları yazmayı uygun gördüm. Sufi uygulamalarını bilmeyen insanlar için de böylece sağlam bir kaynak olacaktır. Tarikatımızın özelliklerini, olayları, hareketleri, davranışları, ritüelleri ve merasimleri yazdım ve bunları yazarken de hocalarımızın dine ve Sünnet'e göre onayladıkları, mükemmel bilgilerini baz aldım. Tarikatımızı dinde yenilenmeden bahseden insanlardan korumak için bu kitabı yazmaya yönelik büyük bir istek duydum (Ankaravi, 1840, 5).


Ankaravi tarafından Mevlevilerin yaptıkları tüm hareketler adap çerçevesinde değerlendirilmiş ve yazılmıştır. Bundaki amaç, Sufi uygulamalarının "dinde yenilenme” olduğunu söyleyenlerin saldırılarından korunmasıdır. Şeyhin bütün bu çabası, tarikatın mistik uygulamalarının Peygamber tarafından kurulan geleneğe, yani Sünnet'e uygun olduğunu göstermektir. Galata Şeyhi olan Ankaravi, adap eğitiminin itaat ilişkisi ile iç içe olduğunu söylemektedir:



"Tarikatta kim, hangi durumda olursa olsun şeyhten izin alsın. Derviş konuşmak, yemek, bir yere gitmek için her zaman şeyhine gitsin ve müsaade istesin." (agy, s. 40)


Adap konusunda verilen uygun davranış emirleri, dini konularda da zorunluluk getirmiştir. Ankaravi yazdığı kitapta, namazı esrarları ile birlikte ele almıştır ve namazın nasıl kusursuzca kılınabileceğine değinmiştir. Namaz hiçbir şekilde kaçırılmamalıdır. Tüm kurallarına uygun olarak ve temizce kılınmalıdır. 17. yüzyılda yaşamış olan bu Mevlevi şeyhi tarafından insanın doğası ile örtüşen bu dine hiçbir dua eklenmemiştir; ancak Ankaravi namazı yüceltmiş ve ruhsal olarak bir sonraki mertebeye geçmek için namazın temel olduğunu belirtmiştir:


"Mevlevi derin bir tevazu ile dua ettiğinde sağında ve solunda neler olduğunu düşünmez, kalbinde yalnızca Allah'a yönelir." (agy. s. 94)


Mevleviler İslam'ın emrettiği beş vakit namazı kaçırmamak konusunda çok hassastırlar, buna rağmen bazı dervişler namazı bırakmışlardır. Ankaravi, her bireyin duasının içsel olduğunu söyler ve dua konusunda şu yorumda bulunur:


.. Tarikattan ve şeriattan uzaklaşma, kötü yola ve hataya düşme, kötü eylemlerde bulunma: beş vakit namazı kıl; insanlara yalnızlığın ve çileciliğin güzelliklerini göster" (agy, s. 26)


Ankaravi tarafından yazılan kitabın içeriği, dinin emrettiği beş vakit namazın Mevlevi hayatının merkezi olduğunu da işler. Nitekim bu kitap üç kısımdan oluşur ve kitabın ikinci kısmında, tarikatın ruhaniyetinin gerektirdikleri ve kurallarından sonra dinin emirlerine değinilmiştir. Mevlevilerin iç dünyalarının merkezinde dinin emirleri vardır. Bu emirler diğer müminlerin yaşadıkları emirlerle aynı olsalar da, dervişler tarafından çok daha derinden yaşanmaktadır.



Adap kelimesinin anlamını incelemek istersek, farklı yorumlara da ulaşırız. Adap kavramı içerisindeki ilahiyat, tevazu ve nezaket, Muhammed Peygamber'in kişiliğinde vücut bulmuş ve Ankaravi'ye göre Sufi ibadetlerinin temeli de budur. Bu konu Mevlevilerin davranışları konusundaki bir çalışma alanı olduğu kadar, mistisizm alanında da bir araştırma konusudur.


Galip Dede'den oldukça fazla alıntı yapan Köseç Ahmed Dede, yazılarında adabın çeşitlerini işlemiş ve Adab-ı tarikatının hayati kuralları olduğunu belirtmiştir. Gölpınarlı da yazdığı, Mevlevi uygulamaları konusundaki son kitapta ( 1938, s. 135 -48) şu ibadetlere değinmiştir: Allah'ın adını tekrarlayarak zikretmek, Meydan-ı şerifte yapılan dualar, sofra adabı, Muharrem ayının onuncu gününde kutlanan -Peygamber soyundan gelen Ali'nin oğlu Hüseyin 'in ölümünün hatırlandığı- Aşure Bayramı geleneği, her işin başında ve sonunda Fatiha okunması, seyahat duaları, ölüler için dualar ve türbelerde yapılan dualar. Gölpınarlı. Mevlevilerin hayatında oldukça önemli olan adap ve erkan, ibadet ve ritüel konularını anlatmıştır.


Nitekim Rumi şöyle demektedir:


"Ey aslı, nesli belli kişi, bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil. Zahirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk davası vardır (iç dava da varlık alametidir). Fakat hakikatte dava nerede? O padişahın önünde dava da fanidir, aşı k da!" (Mesnevi. 111. Cilt, 3682-3684)

Ruhsal olarak gelişmeyi beraberinde getiren içsel tutum budur ve Mevleviler, Tanrı ile olan karşılaşmaları için bu mistik yolu izlerler.




Ruhsal Gelişim Merdiveni


Dervişlerin gerçek yolculukları bir tekkeden başka bir tekkeye yaptıkları yolculuk değildir. Bu yolculuk bir sembol ya da başkalarının kendilerini tanıdığı ritüeller de değildir. Gerçek yolculuk içsel olan yolculuktur. Mevlevi Tarikatı'nın varoluşunun temeli, müntesip olan müridin şeyhine itaat ederek merdivenleri çıkması ve çeşitli menzillerden geçerek bu uzun yolculuğun sonunda Tanrı ile bir olmaktır. İnisiye olmuş kişinin bu yolculuğu, yani "Seyr-i sülük", tarikattaki manevi hayatın temel kaynağıdır. "Seyir" kelimesi "yolculuk", "Sülük" kelimesi ise "gezgin, yolcu" demektir. Bu terimi kelime kelimesine çevirmek istersek "gezginin yolculuğu" diyebiliriz. Bu gezgin, yoluna aşama aşama devam etmektedir. Bu kelime, intisap etmiş yani tarikata girmiş olan kişilerin yolculuklarını ifade eder. "Seyr-i sülük", aynı zamanda dervişlerin eğitim dönemlerini, yani çilelerini ve içsel yolculuklarını da tanımlar. Ankaravi, 17. yüzyılda verdiği eğitimde müritlerine, bu eğitimin bir yolculuk olduğunu kabul ettirir ve kitabının üçüncü bölümünde bu konuya değinir. Asırlar geçtikçe, bu konunun anlaşılmasında da değişiklikler meydana gelmiştir. Tarikatın ilk dönemlerinde Tanrı ile bir olmak için içsel olarak gelişme anlamına gelmekte olan "Seyr-i sülük", asırların geçmesi ile derviş adaylarının şeyh olana kadar geçecekleri aşamalar olarak anlaşılmaya başlamıştır. Aslında ikisi de doğrudur. Gerçek bir şeyh, müridine göre daha yüksek ruhsal kademelere çıkmış olmalıdır. Bir şeyhin kontrolünde Mevlevi Tarikatı'na girmiş olan kişinin tek amacı bu içsel yolculuğu tamamlamaktır. İçsel ve mistik disiplinin hedefi budur. Bu hedefe ulaşmak için dışsal kurallar ve iyi davranışlar sadece birer araçtırlar. Bu içsel gelişim, Hıristiyanlığın da çilecilik ve mistik olarak tanımladığı yol ile aynıdır, daha üstün değildir, eşittir. Sufilik, doğuşundan bu yana kişilerin ruhsal durumları (hal), menzilleri (menazil) ve mertebeleri (meratib, derece) ile ilgilenmiştir ve Sufilik konusunda yazan tüm yazarlar bu üç terimi bilmiş; ancak kendi anlayışlarına göre değerlendirmiştir. Eğer kişi beklenmedik ve eth'isi. büyük bir değişimle karşılaşırsa, buna ruhsal durum denir. Bu durum kişi tarafından aşama aşama yaşanır ve bu içsel durumun hazmedilmesi için zaman geçmesi gerekir. Bu geçen zamana da "menzil" denir. Bu üç etkenin birbirini izlemesi ile mistik yolculuk yaşanır. İçsel yolculuğu oluşturan hal ve menzil terimlerinin tarih içinde nasıl anlaşıldığını incelemek istersek, tüm Sufilik tarihine göz atmamız ve Sufilik hakkında yazılmış olan çok eski tanımlara bakmamız gerekecektir.


Rumi'nin daha 13. yüzyılda oldukça sağlam bir doktrini ve birçok yazılı kaynağı olduğundan, müntesip olma konusunda doktrine! Bir yazı bırakma ihtiyacı olmamıştır. Onun eserlerinin tümü içsel yolculuğun şairane birer ifadesidir. Rumi'nin eserlerindeki ruhsal gelişim konusunda kısa zaman önce Osman Nuri Küçük (2009) tarafından yazılan eserde, beyitlerle ve şiirsel bir dille ifade edilen içsel yolculuk detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bu yolculuk ruhun Allah'a yükselmede karşılaştığı engellerle, benlik ve benliğin olumsuz tutku ve eğilimleriyle savaşmasından ibarettir. Rumi bu konuya eğilmiş ve çok aydınlatıcı metinler bırakmıştır:


Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir. Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir bu . .. kamışı, şekere ulaştıran miraca benzer! Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir... ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfan derecesine ulaşmasına benzer! Yokluk küheylanı, ne de güzel bir Burak'tır. .. yok olduysan seni varlık makamına götürür! Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir: o derece süratlidir ... duygu alemini derhal geride bırakıverir! Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur! Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah'a kadar git. .. canların, Yoklukta elsiz ayaksız varlık alemine koştukları gibi! (Mesnevi. IV. Cilt, 552-559) 


Oldukça derin olan bu metnin anlaşılması için Muhammed Peygamber'in Miraç mucizesinin içerdiği semboller bilinmelidir. Peygamberin gece yolculuğu, kendinden kaçan insanın içsel gelişimini ifade etmekte, sadece anlık bir hareket olmayıp kimyasal bir dönüşüm geçirme şeklinde de vuku bulmuştur. "Var olmama" hali Peygamber tarafından tecrübe edilmiştir ve bir gece içinde Kudüs'e gidip gelmiştir. Bu yolculuğun amacı en basit şekilde "kendini inkar etmek, kendinden kaçmak" şeklinde anlatılabilir. Rumi de bu konuda kesin konuşmaktadır: kişinin yapabileceği tek yararlı yolculuk, kendisinden uzaklaştığı yolculuktur. İnisiye olmuş kişinin kendisi, yani benliği değişecek, yüreği yeni bir hal alacak, nefsi ölecektir. Cennete ve İlahi Olan ile bir olmaya giden yol herkes için aynı değildir. Her yolcu buna farklı şekilde adapte olmalıdır:


"Alemde gizli merdivenler vardır, basamak basamak ta göğe kadar. Her bulutun başka bir merdiveni vardır. Her gidişin başka bir göğü. Her biri, öbürünün halinden bihaberdir. Geniş bir ülkedir, ne başı var, ne sonu!" (Mesnevi, V. Cilt, 2556-2559)


Rumi'nin eserlerinde bu konuda birçok bölüm bulunmaktadır; çünkü onun temel düşüncelerinden biri kişinin kendi nefsinden vazgeçip Allah'ta kaybolmasıdır (fena fillah). Bu tüm içsel yolculuğun hedefidir. Rumi ile aynı dönemde yaşamış olan İbni Arabi isimli büyük mistik, içsel yolculuk konusunu özenle işlemiş ve bu yolculuk sırasında etkili olan üç temel aşama daha olduğunu yazmıştır. Bu aşamalar, Ankaravi tarafından da kitaplarında işlenmiştir. İbni Arabi'ye göre Allah yolunda yapılan içsel yolculuk dört aşamadadır. Bunlardan ilki Allah'a doğru ilerlemektir ki (seyr-i ilallah), bu ruhun tutku ile bağlı olduğu şeylerden hakikate dönmesi ve her şeyin bir olduğuna inanmasıdır. ikinci aşama Allah içinde yolculuktur (seyr-i fillah). Bu aşamada tarikat üyesi Allah'ın birbirinden güzel isimlerini öğrenir ve aldığı öğretiyi öylesine yaşar ki, günahkar benliğini tamamen terk eder. Yolculuğun üçüncü aşaması Allah ile birlikte ilerlemektir (seyr-i maallah). Bu aşamada yürüyen kişi yolculuğu sırasında Allah'ın kendisiyle birlikte olduğunu hisseder. Bu öyle bir aşamadır ki, kişi Allah ile bir olma kutsallığına ve mahremiyetine erişmiştir; bu içsel bütünlüğünü artık hiçbir şey bozamaz. Bu yolculuğun dördüncü ve son aşaması da Allah'tan yapılan yolculuktur (seyr-i anillah). Bu aşamada yolcu Allah ile birliğe ulaşmış ve O'na kavuşmuştur, O'ndadır (beka). Bu, birlikten sonra ayrılığın tanındığı bir aşamadır. Allah'ta olmak, kendinden uzaklaşmak olarak da anlaşılabilir ve bu da kişinin kendi bilincini yitirmesi olarak -olumsuz bir şekilde­ yorumlanabilir. Bu yolculuğun sürekli olması ile tüm bu mertebeler dairesel bir biçimde yeniden yaşanır; ancak kişi hep Allah'tadır. İnsan Allah ile birlikte iken kendini bulur. İbni Arabi'nin bu yolculuk konusundaki düşünceleri çok kapsamlıdır ve Ortaçağ İslam'ı ve Hıristiyanlığı benzerliğinde tanımlarla bu yolculuğu anlatır. Mevlevi Tarikatı'nda yazıları okunan Abdullah Ensari (ölm. 1089) isimli başka bir büyük Sufi de bu öğreti üzerine yazılar yazmış ve yarattığı ekolde mertebe ve menzillere değinmiştir. Manazil al-Sairin (Yolcunun Patikası) isimli eserinde bu yazar, Allah ile mükemmel birliğe götüren yolu ve Allah'ta kalmak konusunu işlemiştir. Yolcunun duraklaması konusu Ankarav'i'nin kitabının üçüncü bölümünü oluşturur. Ankaravi, eserinde hem Rumi'nin hem de İbni Arabi'nin düşüncelerine değinmiş ve onları yorumlamıştır.


Ensari'nin belirttiği yüz menzil Mevlevi geleneğinde on sayısına bölünerek yorumlanır. Kitap on bölüme ve her on bölüm de içsel yolculuğu simgeleyen on mertebeye tekabül eder. Ankarav'i'nin de yaptığı gibi bu on bölümün sadece bazılarını örnek olarak vereceğiz ve konuyu daha da ağırlaştırmayacağız. Aşamalardan ilki iç yolculuğa başlamaktır. Bu aşamada, günahlardan pişman olunur ve derin düşüncelere dalınarak ruhsal bir inzivaya başlanır. ikinci aşama yolculuğa açılan kapıdır. Bu aşamadaki kişi değişmek için, vecit haline girmek ve ibadetle ruhunun özgür olması için büyük bir arzu duyar. Üçüncü aşamada kişi benliğin arzularından uzaklaşmak için aşırı bir insani güç uygular. Devamlı bir vecit halindedir, tasavvufun emrettiği gibi kendini Tanrı'ya bırakır. Tasavvuf, Tanrı'dan olmayan her şeyi ve günahları terk etmek, Tanrı ile bir olmaya doğru ilerlemektir. Dördüncü aşama yüksek ahlak ve büyük bir nezaket (fütüvvet) aşamasıdır. Bu aşamadaki kişiler her şeye şükreder ve sabrederler. Tarikata giren kişi bu noktada Allah'ın erdemleri ve yarattıklarının güzelliği ile vecit haline gelir. Bir sonraki aşamada içsel yolculuğun temelleri atılır. Ankaravi'ye göre tarikattaki bu yolculuk için dışsal olduğu kadar içsel eylemlerin de gerçekleştirilmesi temel gereksinimdir. Öğrenci gelişmek istemeli, çabalamalı ve adaplı olmalıdır. Bu aşamada şeyh müridini Sufiliğin klasik eserleri ile eğitir, müridin bilgilerinin dengeli olmasını, kendini bilmesini ve davranışlarının uygun olmasını sağlar. Şeriat, tarikat ve marifet. Her şeyin bir adabı vardır ve dışsal olduğu kadar içsel çalışmayı da gerektirirler. Bu bölümdeki diğer aşamalarla ilgili olarak Ankaravi, Allah ile mahrem ilişki (ins) ve O'nun Adı'nı zikretmek konularına değinir. Altıncı bölümde ruhsal fakirlik ve zenginlik konuları işlenir. Bu bölümdeki on aşamaya on vade denir ve bu vadelerin her biri kutsal akarsulara benzetilir. Bu aşamalardan bazıları şunlardır: mükemmellik (ihsan), ilim, bilgelik (hikmet), kalbin esenliği (sekinet-i halb), ilahi Gerçek'e kul olma ve yakınlaşma (Herber-i Hakk). Tüm bunlar Hakikat'in nurlu bir şekilde kendini ifşa etmesidir. Yedinci aşama ruhsal durumlar (hal) aşamasıdır. Sufi bu aşamada kalbinin yaralarını inceler, hayatını adadığı sevgiyi, muhabbet ve aşkı dışarı çıkarır ve vecit halinde kalır. İlahi nuru, acıyı ve zevki, çilesel gayreti yaşar. Sekizinci bölüm kutsallıktır (velayet); bu aşamalardaki Sufi Allah'ın dostu ve yakınıdır, bu yakınlıktan dolayı da kutsaldır. Sufilerin gizledikleri bu sır, aslında Hakikat ile yakın olmaktır. Bu aşamaların sonunda Sufi Allah'ta kaybolur (istiğrak), mistik olarak halden hale geçer (rdvin); ama kendini kontrol etmeye devam eder (temkin). Bu mertebedeki Sufi mistik akımların olduğu bambaşka bir atmosferdedir. Dokuzuncu bölüm İlahi Hakikat (Hakayık) mertebelerinden oluşur. Burada ruh, Allah'ın tecellisi ve hayat hakkında derin bir düşünce (müşahede) haline girer. Tasavvufun iki temel kavramı olan kendinde olma ve vakar halinde iken, kalbinde hem sıkıntı (kabz) hem de ferahlık (bası) hisseder, durur (fasl) ve varır (vasıl). Bundan sonra en son bölüm vardır. Bu onuncu bölümde ifade edilen mertebeler kendinden çıkma (fend) ve Allah'ta kalmadır (beka). Bu aşamada, hiçbir şey kesin olarak vuku bulmuş bu ilahi olayı bozamaz (tahkik), ilahi olarak ifşa olan hakikatte kaybolunur (telbis), benlik yok olur (efid), kişi etrafından (tecrid) ve ilahi olmayan her şeyden kopar Ruhsal olarak bütünleşilir (cem) ve İlahi Olan'la bir olunur. (teferrud), (tevhit). Sufi öğreti ve ibadetinin esas amacı budur. Bu mertebelere gelmiş olan Sufi amacına ulaşmış, ruhu doğal akış yolunu bulmuştur ve yolculuk tamamlanmıştır.

Bu mistik yolculuk ve ilerleme, dışsal bir şekilde intisap etmekten çok faklı ve ezoterik bir yapıdadır. İnisiyasyon özünde tamamen ruhsal, içsel ve mistik bir olaydır.


Ankaravi'nin eserlerinde kaleme aldığı mistik haller gibi temel konular, asırlar geçtikçe gerçek birer ritüel ve gelenek halini aldılar. Zikir konusu da bu konuya örnektir. Ankaravi yazılarının bazı bölümlerinde zikrin nasıl yapılacağından bahsetse de, aslında ruhsal bir hal olduğunu yazar. Ankaravi'nin ruhsal bir hal olarak bahsettiği zikrin zamanla bir ibadete dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sema konusunda da aynı şeyin olduğu söylenebilir. Galata Tekkesi şeyhi Ankaravi pek katılmasa da Ensari'ye göre şema, İlahi Olan ile birlik için aşılması gereken yüz mertebeden biridir. Ankaravi'ye göre ise Mevlevilerin kendilerine ait bir ibadetidir. Sufi öğretilerinin gelişimini analiz etmek işte bu açıdan çok ilginçtir. Ruhsal olarak yapılan uygulamalar zamanla törene ve ritüele dönüşmüştür. Öğretilerin bu denli değişime uğraması hiç şüphesiz çağlar boyunca yaşanmış olan ruhsal tecrübelere bağlı olarak gelişmiştir. Bu ruhsal tecrübeleri asırlara yayılan tarihi göz ardı ederek değerlendirmeye çalışmak büyük bir hata olur. Bu tarihin içine girmek ve uygulamaları karşılaştırmak çok faydalıdır. 


Yukarıda bahsettiğimiz mistik yolculuktan sonra, Allah'ın adının tekrarlanması ile yapılan zikre ve semaya değineceğiz. Bu iki durum ve an, vecit ve birlik tecrübelerini yaşamak için gereklidir.



Zikir: Allah'ın İsmini Anmak


Anasına bak, kızını al. Mevlevilerin yaptıkları Sufi ibadetlerinin temelleri hakkında bu deyimi kullanmak çok yerinde olur. Allah'ın adının tekrarlanması ibadeti, dervişlerin hocaları ve ruhsal babaları olan Rumi'nin tavsiyesini izlemeleri üzerine çıkmıştır. Rumi'nin bu konudaki öğretisi ve yaptığı uygulama, zikrin Mevleviler için bir ibadet olmasını sağlamıştır. Rumi hakkında yazılmış olan hagiyografik yazılar. onun Allah'ın adı ile zikir yaptığından bahsederler ve bu yüzden o kutsal isme özel bir önem verilir. Rumi hakkındaki ilk biyografilerden birini yazan Eflaki, bir gün Muineddin'in Rumi'ye bir soru sorduğunu bildirir:


"Birçok yöntemi olan zikri nasıl yapalım?" Rumi'nin cevabı çok açıktır: "Bizim zikrimiz Allah, Allah, Allah'tır. Çünkü biz Allah'a aidiz. Allah'tan geldik, Allah'a gideriz. Varlıktan doğduk, varlığa gideriz. Ey 'dostlar, bu yolculuğumuz için dua ediniz! Kötülükten kaçalım dedik, Allah'a sığındık. Önümde iki evren vardı yasakladım kendime. Allah'ın adındaki lam harfinin yanında hu harfi gibi oturuyorum (el-Eflaki, 1976,250-1).


Rumi'nin zikir konusuna verdiği önem sadece dolaylı olarak duyduğumuz tanıklıklarda değil, kendi beyitlerinde de açığa çıkmaktadır. Sufiler, kalplerinin "cilalanması” ile ruhsal yolculukları boyunca karşılaşacakları insanlar için birer ruh aynası olmaya çağırılmışlardır. Rumi, gerçekten bilgelikle yazdığı bir yazısında şöyle demektedir:


"Hatırlarsan duymuşsundur, padişahların böyle bir adeti vardı: Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır. Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir. Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hatta aynadan da iyidirler. Gönül aynasının fikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilalamışlardır. Yaradılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir." (Mesnevi, 1. Cilt, 3150-3155)


Bu metinde Rumi ve Şems'in yaşadıkları derin tecrübe anlaşılıyor. Birbirini seven bu iki zatın arkadaşlığı sayesinde ruhları birbirine ayna görevi görür. İnsan, yalnızca Allah'ın adını durmaksızın tekrar ederek karşısında bulunan ruhun aynası olur. Öyle ki Allah'ın adını zikreden kişi (zakir), tekrar ettiği ismin hakikatine dönüşür (mezkar). Peygamberin söylediğine göre, mümin müminin aynasıdır. Rumi bunu müritliği sırasında bütün mürşitleri ile tecrübe etmiştir ve Mevleviler de aynı hatırayı sürdürmeye çalışmakta ve bu şekilde ruhlarını arıtmaktadırlar.


Rumi öğretisinde bu ibadetin sadece Allah'ın adının tekrarlanması olduğunu açıkça söylemiştir. Bu öğretinin Hıristiyan ilahiyatının Tanrımerkezci (teosentrisizm) ifadesine benzediği söylenebilir. Nitekim Eflaki de Rumi'nin bu uygulama sırasında Allah’ın kutsal adını yüceltmek ve Sufi geleneğinde olan diğer formüllerden uzak durmak istediğini bildirmiştir. Rumi'nin bu davranışı izleyen asırlarda Mevlevi Tarikatının müritleri tarafından daha da derinleştirilmiş ve tarikatın dini kültür, ibadet ve öğretileri arasında zikir de yer almaya başlamıştır. Rumi, herkes için örnek olmuştur. Sufiler farklı tarikatlara mensupturlar ve bağlı oldukları tarikat taktıkları başlığın üzerinde kumaş katları ile anlaşılıyordu. Mevleviler bal rengi sikke takarlardı ve sadece onların başlıklarında kumaş yoktu. Bu koni biçimindeki başlık tek tanrı inancını ve Allah ile birliği simgeliyordu. Allah'ın tek olduğu ve O'nun adının mutlak olduğunu ilan etmeleri de manevi hayatlarında önemli bir yer teşkil ediyordu.

 

17.yüzyılda yaşayan Galata Tekkesi şeyhi Ankaravi, Rumi'nin her zaman Allah'ın yüce adını (ism-i cela[) zikretmekle meşgul olduğunu yazar. Tekrar edilen isim, üçüncü tekil kişi yani "O", Allah anlamına gelen "Hü"dur (Ankaravi, 2008, s. 165, 171) . Ankaravi, zikir ve Allah'ın adını tekrar etme arasındaki güçlü bağa değinir ve zikir sırasında Mevlevilerin Allah'ın varlığından, O'nun tekliğinden ve ulaşılacak en son mertebe olduğundan başka bir şey görmediklerini yazar (agy, s. 162). Derviş adaylarının Allah dışında her şeyden azat olmaya (masiva), pak olmaya ve her şeyi Mutlak Olan'ın bakış açısıyla görmeye çalıştıklarını da belirtir. Hana, zikir ibadetini yapan Mevlevi (zakir) andığı Kişi ile bir olur (mezhur). Bu ibadet dini bir sessizlik içinde yapılır. Galata şeyhi müritlerine şöyle demiştir:


"Zikir gürültü ve karışıklık demek değildir. Bizim zikrimiz andığımız Kişi'dir. Hatırlanan Kişi'de kendini kaybeden, bu ibadeti gerçekten yapandır. Vecit halindedir ve Allah'tadır." (agy, s. 1 6.3)


Bu birkaç cümle Ankaravi'nin konu hakkındaki düşüncelerini ifade ediyor ve zikir tekniğinin derin anlamı ve ruhsal değerine ışık tutuyor. Sufi geleneği konusunda Ankaravi'nin yaptığı açıklamalar ve verdiği detaylı tavsiyeler dikkate değerdir:


"Bu tarikatta, tekkede kalan dervişler sabah ve akşam toplanırlar ve tek bir ağızdan Yüce lsim'i zikrederler. Her derviş adayı, hocasından (halife) devamlı olarak izin ister ve hocası ona bu ismi bahşeder. Mevlevi, yalnız başına ismi toplam üç bin kez tekrar eder. Kalp zikri yapmaya başladığında daha çok tekrar eder. O zaman bir sır olan zikir seslendirilmeye başlar, öyle ki artık onun ruhsal mertebesi zikir kaynağı olur." (agy, s. 167)


Bu sessiz zikre ulaşan Sufi, bir şekilde Allah'ın Kutsal İsmi'nin kaynağı haline gelir. Mevlevi bütün gününü o İsme adar, alelade bir iş yaptığı anda bile “O ismi" anar:


"Her gün, mesela yazı masasında, yemek ve namazdan sonra dervişler Allah'ın Adı'nı anarlar, 'Hü' çekerler. Nerede olurlarsa olsunlar, dualarından sonra 'bu ismi' tekrar ederler." (agy, s. 1 69)


Mevleviler Allah'ın Adı ile yaptıkları bu ruhsal çalışma sayesinde çileci! ve mistik yollarında güvenle ilerler. Galata şeyhi Ankaravi, Allah'ın Kutsal Adı'nı tekrarlamakla ilgili ruhsal gizler pek fazladır ve bunları anlatmak için bin kitap yazmak yeterli olmaz (agy, s. 1 71).


Yaklaşık bir asır sonra hem Nakşibendiye hem de Halvetiye tarikatlarına bağlı olan Köseç Ahmed Dede, üyesi olduğu Mevlevi tekkesindeki zikir ibadeti hakkında bir makale kaleme alır. Kitabında zikir konusunu işlediği bu bölümde, bu ibadetin nasıl yapıldığı konusuna değinir. Köseç, her namazdan sonra, sabah ve akşam Mevlevilerin Allah'ın Adı'nı üç bin kez tekrar etmek zorunda olduğunu belirtir (Köseç, 2008, 22-3).


"Eğer zakir sesli zikir yaparsa, o zaman zikir kalbe iner. Bazı ruh haline ve sırra ulaşana kadar kalp zikri yapar. Nitekim sesli zikir kalbi eline alır. Kalp zikri ruhu eline alır ve ruh zikri ile sırra erilir." (agy, p. 22)

 

Köseç, Mevlevilerin ancak ruh zikrine eriştiği anda semaya katılabileceğini., aksi halde bazı riskler ortaya çıkabileceğini söyler:


"Bu durumda sema duygusal zevkler için yapılabilir. Allah'tan olmayan zevkler kalbe girebilir ve Allah'a bilinçsizce yaklaşılabilir." (agy, s. 23)


Zikir hiç şüphesiz sema'ya hazırlanmak için şarttır, ama her zikrin sonunda sema yapılması şart değildir.


19. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı Sufiliği'nin büyük bir kişiliği olan Aşçıdede Halil İbrahim'in (ölm. 1906) direkt olarak yaşayıp aktardığına göre, zikir ibadeti tarih içinde değişime uğramıştır. Aşçıdede resmi olarak Mevlevi Tarikatı'na bağlı olmasa da (kendisi Nakşibendiliğin Halicli koluna bağlıdır) Mevleviliğe sempati duymaktadır (muhibb) ve miras bıraktığı yaklaşık iki bin sayfalık yazıları Mevlevi ruhaniyetine ne kadar bağlı olduğunun kanıtıdır. Mevlevi Tarikatı'nda yapılan zikrin Nakşibendi zikrine çok benzediğini hatırlatır ve sözlerini şöyle sürdürür:


Kutsal Ad'ın sessizlik ve sır içinde zikredilmesinin ne geleneği ne de özel bir zamanı vardır. Her an yapılan bir alışkanlıktır. Sadece yirmi dört saatin bitip yeni yirmi dön saatin başladığı anda, yani bir gece yarısından bir sonraki gece yarısına kadar zikir yapılır. Bütün bu zaman zarfında, her an, her saniye Mekke'ye dönülür ve büyük bir sadakat ve adanmışlıkla bismillah ile başlanır, Kutsal Ad'ın güçlü sesi mümkün olduğu kadar çok, 66, 366, 600 ve hatta 1 .000 defa tekrar edilir ve saymaya yardımcı olması için tespih kullanılır (Aşçı, 2006, Il. Cilt, s. l 029). 


Aşçıdede yazılarına zikir ibadeti ile ilgili enteresan detaylara da değinmiştir. Şu yazısında muhtemelen Nakşibendiliğin de etkisi sezilmektedir: 


Sunu bilmek gerekir ki Kutsal Ad zikredilmeye başlandığında, bu ses önce göğsün sağ alt kısmında hissedilmeye başlanır, sonra sol kısma yayılır, öne ve arkada hareket eder, yüce bir kelime olduğu için göğsün iki tarafını da fetheder. Kutsal Ad tekrar edildikçe telgraf hattı ve telleri gibi göğsün iki yanına gider ve gelir (agy, s. 1029). 

Bu tanım, modern çağın bir aygıtı olan telgrafı da içerdiği için çok güzel bir örnektir. Bu yazıda ise zikir ibadetinin Mevlevi Tarikatı tarafından belli bir teknikle ve belli zamanlarda yapıldığını okuyoruz: 


Pazartesi ve Cuma akşamları, yatsı namazından sonra dervişler toplanır ve Kutsal Ad'ı tekrar ederler. Her sabah da sabah namazından sonra Mevlevi Tarikatı'nın geleneği uyarınca dervişler bir araya gelirler ve zikir yaparlar (agy, s. 1029-30).


Son olarak Aşçıdede'nin zikir ve sema arasındaki ilişkiyi belirttiği sözleri aktaralım:

Sema sırasında ayak yere her vurduğunda, sessizlik ve sır içinde Allah'ın Kutsal Adı'nın tekrar edilmesi iyi bir emirdir (agy, s. 1 030).


Gölpınarlı'nın teknik ve ritüel detaylarıyla zenginleştirdiği bir yazısındaki tasvire göre, şeyhin sağında ve solunda oturan müritler bir halka oluştururlar. Salon sorumlusu (meydancı dede) tespihi kendisi getirir ve şeyhe verir. Şeyh büyük boncuklu tespihi öper ve müritlerine uzatır. Mevlevi geleneğinde kullanılan tespihin boncuk sayısı fazladır. Konya Mevlevihanesi'nde 1700 ve daha fazla sayıda boncuktan oluşan tespihler görülebilir. İslamiyet'te kullanılan tespih, sadece Allah'ın Adı'nı belli sayıda tekrar etmeye yardımcı olmakla kalmaz, zikre katılan kişilerin de fiziksel olarak birlik içinde olmasını sağlar. Zikir halkasında girmiş kişilerin önüne büyük tespih yayılır ve dervişler ellerinde tuttukları tespih kısmını öperler. Şeyh Euzil Billahi Mineş-şeytani'r-racim ("Lanetlenmiş şeytanın şerrinden sana sığınırım.” Kur'anı Kerim, Nahl Suresi, 98. Ayet), der ve daha sonra Fatiha suresinin ilk kısmını okur: Bismillahir-Rahmani-r-Rahim ("Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla"). Üç kez "Allah" der, ilk hece olan "Al" hecesini vurgular ve kısa bir nefes aldıktan sonra "lah" hecesini söyler. Ancak heceler birbirine bağlıdır ve "Allah" kelimesi aralarında çok hafif ve belli belirsiz bir aralık olan iki hece olarak söylenir. Bu tekrarlar devam ettikçe ikinci hece biraz daha uzar ve iki hece arasındaki aralık azalır. Bu sayede zikir hız kazanır. İlk hece söylendiğinde baş hafifçe yukarı kalkar, ikinci hecede doğal pozisyonunu alır. Başı sağa ve sola çevirmek için izin yoktur. Zikir devam ederken tespih sağ tarafa doğru akar. Sona yaklaşıldığında söylenen harflerin tınıları zayıflar ve sadece derinden gelen iki ses duyulur. En sona gelindiğinde şeyh uzun bir şekilde "Allah" der ve herkes sessizlik içinde bekler. Tarikatın geleneğinde olduğu gibi. zaman zaman "Hü" çekmesi ile sonlanabilir.

Dua bittiğinde görevli kimse tespihi öper ve kaldırır. Herkes, şeyh ve müritler birbirlerini saygı ile selamladıktan sonra kalkarlar. Şeyh yavaşça salonun ortasına ilerler, oradaki bütün Mevlevileri eğilerek selamlar. Daha sonra hepsi başlarını sağa ve sola eğerek selamlaşırlar ve salondan çıkarlar (Gölpınarlı, 2006, s. 138-9). Gölpınarlı, eserinde "isın-i celal"in ne zaman ve nerede zikredildiğini belirtmiş, garip ve olağandışı davranışların engellenmesi ve bu ibadete uygun olmayanların zikir halkasından uzak durmaları konusunda tavsiyeler vermiştir.


Zikir ibadeti de sema gibi içsel vecit ile dışsal disiplinin birleştiği, Sufilerin ruhsal uygulamalarının zirvesindeki bir ibadetlerdendir. Kutsal Ad'ın gücü ve tekrarlanması, Sufilerin içsel değişiminin temelidir. Allah'ın Adı ve Allah'ın kendisi ile ne kadar çok meşgul olunursa, o kadar pak olunur ve kişi nefsinden uzaklaşır. Zikir sema sırasında da yapılır ve semazenler kendi etraflarında döndükleri sırada Kutsal ismi devamlı olarak zikretmelidirler.


Zikir ve sema birlikte, törensel dans sırasında Allah'ın adının durmaksızın tekrarlanması ile yapılırlar. Zikir, bu ritüel ve yapanın kendinden geçtiği dansı hazırlamakta ve dansa mistik bir atmosfer yaratarak eşlik etmektedir.



Kutsal bir şekilde, zikirle nefes alan ve hareket eden vücut, semayı mükemmel kılmakta ve kutsallık içinde kişinin vecit halinde yok olmasını sağlamaktadır. Mevlevi ruhaniyetinin ve semanın merkezinde Allah vardır. Sema sırasında semazene eşlik eden nefes, kalpten gelen zikir sesidir.



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

 


Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-5

 Şaman Ağacı



Dolganlar ve Yakutlar, baş Tanrı “Ajy tojon”un dünyayı ve insanları yaratırken, hastalık veya talihsizlik durumlarında insanlara yardım etmesi için ilk şamanı da yaratmış olduğuna inanırlar. Bu konudaki efsanelerde ayrıca özel bir şaman ağacından bahsedilir.


V. N. Wasilyev, bu inanışları şu şekilde aktarır: “Tanrı şamanı yarattığında, kendi evinin kapısının önünde asla devrilmeyen, sekiz dallı, kutsal “tyspät turũ” ağacını yarattı. Bu ağacın dallarının altında Tanrının kendi çocukları yaşıyorlardı. “Ajy tojon”, bu ağaçla beraber aynı anda, yeryüzünde de üç ağaç yarattı, bunların dibinde oturup şaman aletlerini ve malzemeleri yaptı ve yarattığı şamana bunları insanların iyiliği için kötü ruhlarla mücadele ederken nasıl kullanacağını öğretti. Bu ilk günün hatırasına, her şamanın dünyada kendi “turũ”su, yâni şaman ağacı bulunmaktadır. Bu ağaç, şamana yetileri ilk bahşedildiği anda büyümeye başlar ve şaman ölünce de devrilir. Tanrıların katındaki “tyspät turũ” ise, yeryüzündeki şaman ağaçları gibi ölümlü değildir, asla yaşlanmaz ve devrilmezler”


Goldeler ise, biri gökyüzünde, diğeri ölüler ülkesinde, üçüncüsü de yeryüzünde olmak üzere üç adet “dünya ağacı” olduğuna inanırlar. İnanışlarına göre, ilk şaman olan Hado, şaman aletlerini bu yeryüzündeki “dünya ağacı”nın dibinden almıştır. Her şamanın ayrıca birer ağacının olduğu ve şamanın hayatının bu ağacın hayatına bağlı olduğuna dair inanç, Goldelerin yanında, Oroçeler ve Orokelerde de görülür. Obdorsk’un Kuzeyinde yaşayan Tundra Jurakları da şaman ve ağacı arasında bu tarz esrarlı bir ilişki olduğuna inanırlar. Lehtisalo bu ilişkiyi şu sözlerle aktarır: ”Şamanın kutsal yeri, ağacının (tӑd’ ib’em be’ a) olduğu yerdir. Bu ağaca dayalı duran iki tane insan büyüklüğünde “Sjadai” (put) bulunur ve bunlar ağacı korurlar. Şamanın ağacı kesilecek olursa, şaman ölür, ancak ağacı kesmek mümkün değildir, çünkü baltayı ağaca vurmaya kalktığınızda balta yön değiştirir ve kendi ayağınıza gelir. Şaman öldükten sonra ağaç kurumaya başlar. Bir şaman, kuruyan ağacın bir şaman ağacı olduğunu fark ederse, bu ağacı keser ve bu ağacın tahtasından “sjadai”ler (put) yapar” 

Bütün bu aktardıklarımızdan anlaşılacağı gibi, şaman ağacıyla şaman arasında çok yakın bir ilişki olduğuna dair inanç, Altay halklar arasında yaygın olarak görülmektedir. Elimizdeki mevcut kaynaklardan, bir ağacın bu özelliği nasıl kazandığı konusunda ise herhangi bir bilgi edinemiyoruz. Sözkonusu şamanın büyü aletlerinin bu ağaçtan yapılmış olmasıyla bir alâkası olup olmadığını da bilemiyoruz. Dolganlar ve Yakutlarda gördüğümüz “şamana yetileri bahşedildiğinde, şamanın ağacının büyümeye başladığı” inancı, bu ihtimâli dışlamaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak