7 Mayıs 2023 Pazar

TÜRKLERİN İSLAMLAŞMA SÜREÇLERİ VE TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNÜN BÜTÜNLEŞMESİ

 


Tarihi Süreçte Türklerin İslamiyeti Kabul Etmeleri



Türklerin İslâm dinini kabul edişleri birdenbire olmamıştır. İslâmiyetin çıktığı VII. yy'dan Türklerin en büyük kısmının artık Müslüman oldukları zamana kadar aşağı-yukarı 400 yıl gibi uzun bir süre geçmiştir. Bu uzun süre içinde Türkler yavaş yavaş İslâmiyeti kabûl etmişlerdir. Bir kere Müslüman olduktan sonra da İslâm din ve kültürünün en büyük dayanağı ve savunucusu olmuşlardır.


İslâmiyetin din olarak zuhuru Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke'de bir Arap-İslâm Devleti vücuda getirmesi Arabistan’ın dahili tekâmülleri ile izah edilir, fakat Arapların büyük bir kuvvet olarak ortaya çıkmaları ve Sasanî ülkelerini zapt etmeleri, şüphe yok ki VI. asrın sonu ve VII. asrın ilk çeyreğinde bilhassa 620-630 senelerinde bir taraftan Sasanî (İran)- Kök-Türk ve diğer taraftan Kök-Türk-Bizans münâsebetlerinin Araplar lehine gelişmiş olmasınında etkisi büyük olmuştur.


Kök-Türk Devletinin VI. ve VIII. asırlarda Önasya ve Doğu Avrupa'da meydana gelen büyük siyasî vak'alara aktif bir surette iştirak etmesi yalnız İranlı tüccarların Türk illerine yayılmasına değil, Önasya’daki Arapların cihângir bir kavim sıfatıyla ortaya atılması keyfiyetine de müessir olmuştur.


İran (Sasanî) Hükümdarı Nuşirvan (Anuşirvan) babası Kavâd (Kubad, 488-541) Eftalitlerin yardımı ile tahta geçmişti. Anuşirvan hakanın kızı ile evlenerek Kök-Türklerle iyi münasebet tesisine çalıştı. Oğlu ve halefi olan IV. Hurmuzd (Hürmüz, 578-596) Hakanın kızından doğma olup, sima ve seciye itibarıyla İranlılara benzemediği için “Türk oğlu” diye tanınmıştı. Ayrıca Anuşirvan'ın ordusunda külliyetli miktarda Türk bulunuyordu. Bunlar Anuşirvan’ın Yemen seferine de iştirak etmişlerdi. IV. Hürmüz'ün başkumandanı Behram Çubîn'in ordusunda 588'de Horasan'da Kök-Türklerle yaptığı savaşta Arap birliklerin de bulunduğu kaynaklarda geçmektedir.


Sasanî İran’ın mukadderatında bu kadar rol oynayan Türkler Araplarca çok iyi bilinmekte idiler. Kök-Türkler (Türk ismiyle) Arapların Nâbighat al-Dhubgânı (604 vefat) Â’şa (öl. 621) ve Peygamberin amcası Abû Tâlib'den rivâyet edilen şiirlerde zikrediliyordu. Â’şa'nın şiirleri 574-580 senelerine âittir.


Ayrıca Hz. Peygamberin kendisi bir Türk çadırında (gubba Türkiya) itikaf ettiği sıhhatinden şüpheye mahal olmayan bir hadiste zikredilmiştir.


Hz. Peygamber’den (s.a.v) sonra özellikle Hz. Ömer (634-644) döneminde Arap orduları bugünkü Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden kuzeye doğru ilerleyerek Kafkaslara vardılar. Bu fetihler sırasında İslâm orduları Horasan, Mâverâünnehr ve Tohoristan bölgelerinde Türkler ile karşılaşmışlar ve uzun zaman onlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.


Arapların Türkistan’da hâkimiyet kurmaları Kök-Türk hakanlığının son zamanlarında yani VIII. asrın ortasında husûle geliyorsa da Arapların burada hâkimiyet tesisi uğrundaki mücadeleleri tam bir asır kadar sürmüştür.


Halife Ömer'in (r.a) şehit edilmesinden sonra Horasan ve Tohoristanda Müslümanlara karşı umumi bir ayaklanmanın patlak verdiği ve hatta bazı önemli şehirlerin geri alındığı görülmektedir. Bu sebeple 650-651 yılını takip eden birkaç yıl içinde Abdullah b. Amir'in kumandasında mukabil hücuma geçilerek daha önce zapt edilmiş ve elden çıkmış olan şehirler yeniden fethedildi. Bu mücadelelerde Türklerin de bulunduğu kaynaklarda belirtilmektedir.


İslâm ordularının Türkler ile karşılaştıkları ve çetin savaşlar verdikleri ikinci bölge Kafkaslardır. Azerbaycan ve Ermeniyye’nin fethinden sonra Müslüman birlikleri Kafkas dağlarına dayandılar ve silsilenin kuzeyinde bulunan Hazar hakanlığı ile karşı karşıya kaldılar.


Müslümanlar ile Hazarlar arasında ilk ciddi çarpışma 662-663 yılında olmuştur. El-Bab 'daki birliklerin kumandanı olan Abdurrahman b. Rebi 'nin yaptığı savaşta Müslümanlar büyük zayiat vermiş ve Abdurrahman şehit düşmüştür. Bu mağlubiyetten sonra Araplar ile Hazarlar arasında uzun bir süre bir çarpışmanın olmadığı görülmektedir.


Emevi Halifesi Muaviye’nin (661-680) hilafete geçmesinden ve içeride sukûnetin sağlanmasından sonra fetihler yeniden başlama imkânı bulmuştur. Mâverâünnehr'e karşı girişilen fetihler, Horasan vâlisi tayin edilen Ubeydullah b.Ziyad tarafından sürdürülmekte ve başarılı neticeler alınmakta idi (674). Ubeydullah b. Ziyad’dan sonra Mâverâünnehr’de geniş çapta fetihlerde bulunan şahıs Sâ’id b. Osman’dır. 675-676 yılında Horasan vâliliğine tayin edilen Sâ’id Ceyhun'u geçerek Semerkând havalisine taarruz etti, Semerkând’ı muhasara ve vergiye bağladıktan sonra mühim bir ticaret şehri olan Tirmiz'i zaptetti. Sâ'id bu başarısına rağmen mevkiini uzun müddet muhafaza edemedi ve 678 yılında valilikten azledildi.


Mâverâünnehr'in gerçek fatihi hiç şüphesiz Kuteybe b. Müslîm'dir. 705 yılında Horasan valiliğine tayin edilen Kuteybe Horasan'a geldiğinde bu eyaletin iki tehlikeli hudut bölgesi vardı. Bu bölgelerden birincisi Ceyhun nehrinin orta kısmından Bedehşan'a kadar uzanan ve nispeten dağlık bir araziden meydana gelen Tohoristan ve ikincisi de daha tehlikeli hudut bölgesi olan Mâverâünnehr'di. Türkler her iki bölgede de hâkim unsuru teşkil etmekle beraber aralarında siyasi birlik olmayıp küçük beylikler halinde müstakil hareket ediyorlardı. Mâverâünnehr'de siyasi manada bir birliğin bulunmaması, bu havâlide İslâm ordularının ilerlemesini kolaylaştırmıştır.


Kuteybe b. Müslîm önce, Tohoristan’ı emniyete aldı, sonra 706'da Beykent'i ele geçirdi. Kuteybe daha sonra 707'de Tumuşkas ve Râmisan’ı ele geçirdi. Bunun üzerine Mâverâünnehr beyleri toparlanmağa ve beraberce hareket etmeye başladılar. Fakat bu durum uzun sürmedi ve 709'da Kuteybe uzun mücadelelerden sonra Buhara muhasarası karşısında bozuldu ve Kuteybe uzun mücadelelerden sonra Buhara’yı kesin olarak Arap hakimiyeti altına almış oldu. Kuteybe buraya Arapları iskân ettirdi. Semerkand Hükümdarı Tarhan Buhara'nın akıbetine düşmemek için haraç vermek ve Arap hâkimiyetini tanımak istediğini Kuteybe’ye bildirdi. Kuteybe de bu şartları kabul ederek Tarhan ile sulh yaptı. Kuteybe daha sonra sırası ile Kiş, Nesef, Rutbil, Harezm’i ele geçirdi. Ayrıca bu arada Şaş, Hocend ve Fergana’nın bazı kısımları Müslümanların eline geçti.


Bu fetihler sırasında Kuteybe’nin en büyük destekçisi olan Irak umûmi valisi olan Haccâc b.Yusuf’un 714’te ölümü, Kuteybe için büyük bir kayıp oldu. Kuteybe ölüm haberini alınca birliklerini terhis etti. Ama Halife Velîd (705-715) Horasan’ın Irak valiliğinden ayrılarak müstakil bir valilik haline getirildiğini ve kendisinin de bu valiliğe tayin edildiğini bildirdi. Kuteybe halifenin emri üzerine 715 yılında Fergana’yı tamamen ele geçirmek için harekete geçtiği zaman Halife Velîd öldü. Bu arada Haccâc’ın ölümünden sonra isyan eden Kuteybe öldürüldü.


Kuteybe’nin öldürülmesi, doğudaki Arap fütühatı bakımından bir dönüm noktasıdır. Çin’in bu bölgelerde nüfuz tesisine gayret sarfetmesi, mahallî beylerin Arap hâkimiyetinden kurtulmak için faaliyete geçmeleri ve buna Arap vâlilerinin zaafları eklenince Mâverâünnehr’deki fethedilmiş şehirlerin elden çıkma tehlikesi doğdu. Yine bu sıralarda yeni seferler yapılmıştır, fakat bunların hiçbirisi Kuteybe’ninkiler ile asla mukayese edilemezler. Bu mücadelelerde bazen Araplar (ama çoğunlukla) bazen Türkler başarı sağlıyordu. 729-734’de Cüneyd b. Abdürrahman el-Murrî’nin Horasan valiliği sırasında Araplar Mâverâünnehr’de başarı sağladılar. Özellikle Türkeş Hanı Su-lu Araplara mücadelelerde bulundu. Abbasi ihtilalinin patlak vermesi, zaten hızı kesilmiş olan fetih hareketinin duraksamasına sebep oldu.


Türgiş (Türkeş) Hakanlığı 716’da Arap hâkimiyetini kabul etti. Arapların Mâverâünnehr hakimiyetinin Sirderya havzalarına kadar yayılması Abbasiler devrinde kumandanları Ziyad b. Salih tarafından 751’de general Kao-Siyen-Çe’nin idaresindeki Çin istila ordusunun Talas havzasında mağlup ve batı Türkistan’dan kovmasından sonra ortya çıktı. Bundan sonraki bir asırlık zamanda Abbasiler tarafından Horasan’ın yönetimi ile görevlendirilen valiler Mâverâünnehr taraflarını idare ettiler.


Horasan’a gönderilen Arap valileri çeşitli vesilelerle Türk yurtlarına karşı düzenledikleri akınlarda elde ettikleri pek çok ganimetin yanı sıra birçok Türk’ü de esir alıyorlardı. Bu esirlerden önemli bir kısmı, şüphesiz Arap şehirlerine sevk edilmişti. Türk asıllı köleler paralı asker olarak çeşitli görevlerde kullanılmışlardır. Onlar büyük şehirlerde askeri inzibat görevini yaparak genel olarak asayiş ve emniyeti sağlamakla görevlendirilmişler ve özel saray birliğini oluşturmuşlardır. Emevi Halifesi Abdü’l-Melik b. Mervan’ın (685-705) özellikle Fergana Türklerinden oluşan bir muhafız alayının varlığından bahsedilmektedir.


Saray muhafızlığının Müslüman Türklerden teşekkül etmesi keyfiyeti daha sonra gelen halifeler arasında ve Abbasiler devrinde de devam etmiştir. Türkler saray muhafızlıklarının yanı sıra dış ülkelerden İslâm Halifesini ziyaret eden yabancı elçilik dostluk heyetlerini karşılamada ve hilâfet şehirlerinde çıkan bazı huzursuzlukların giderilmesinde halifenin güvendiği sadık kimseler olarak ciddi hizmetlerde bulunmuşlardır.


Arapları “mevâli” adıyla ordu tutmaya sevkeden sebeplerden biri Arapların ikmâl merkezlerinden çok uzaklaşmış bulunmaları idi. Üstelik değişik bir coğrafya ve başka bir iklimde ve çok daha cesur bir milletle çarpışan Araplar yerel Türk Hanlıkları ile yaptıkları harplerde ağır zayiat veriyorlardı. Bu ise ordunun zayıflaması ve erimesi demekti. Mevâlilerin normal bir din eğitimi gördükleri, Müslüman oldukları ve gerektiğinde savaşlara katılarak büyük zaferler kazanılmasında etkili oldukları görülmektedir.


Araplar Türk komutanlardan ve Türklerin askerliklerinden yararlanmışlardır. Bunların başında Bazgis ve çevresinin Türk asıllı hükümdarı Nizak Tarhan gelmektedir. Kendisi Kuteybe’nin sağ kolu olmuştur. Kuteybe’den sonra Horasan’a Yezid el-Mühelleb vali olarak gönderilmiştir (716). Yezid’e en sıkışık en kötü ve bir ölüm-kalım harbinde en büyük desteği sağlayan ise Gürcan’ın Türk asıllı hükümdarı Sul-Tegin olmuştur.


Abbasi Halifeleri diğer unsurlara olduğu kadar Türklere de büyük önem vermişlerdir. Abbasi Devleti’nin kurucusu Halife el-Mansur’dan itibaren Türk nüfûzu kısa zamanda büyük mesafeler katetmiştir. Bir taraftan hulefâ ve ümerâ’nın yakın çevresinde Türk asıllı komutan ve askerlerin sayıları yükselirken, diğer taraftan da hükümet ve idarî kademelerde hattâ edebi sahalarda boy gösteren Türkler, kendilerini kısa zamanda kabûl ettirerek bir varlık haline gelmişlerdir. El-Mansur’dan sonra oğlu el-Mehdî halife olmuş (775-785) ve o da babasının yolundan yürüyerek Türklere ilgi göstermeye devam etmiştir. Onun zamanında Türk askerlerden artık yüksek komuta mevkilerine getirilenler görülmeye başlamıştır. Bu komutanlar arasında Şakîr et-Türkî, Mübârek et-Türkî ve Tûlya et-Türkî bu devirde yetişmiş zirvedeki komutanlar arasındadır.


Abbasilere en ihtişamlı ve parlak devirlerini yaşatan Harûn er-Reşîd devri (786-808) Türkler açısından bir özellik arzetmektedir. Sarayında bulunan birçok Türk asıllı câriyenin yanı sıra Türk askeri varlığı da büyük ölçüde hissedilebilir bir hâle gelmiştir. Kendisinden sonra Abbasi Devletinin haşmet ve azâmetini sürdüren El-Memnûn ve El-Mu’tasım işte bu Türk asıllı câriyelerden doğmuş ve bunlar “ümmü’l-veled” (Halife anası) bizim tabirimizle “Sultan” lakâbını almışlardır.


VI. ve X. asırlarda Doğu Avrupa’da İtil kıyılarıyla Kırım arasında yaşayan Hazar Hakanlığının başında bulunan hakanlar Kök-Türkler’inde mensup oldukları Açina (Aşina) nesline mensuptular. Bunlar VI. ve VII. yy’da mühîm siyasî kuvvet olarak görülmüşler ve Azerbâycanı idare eden Arap Emiri Yezid b. Usayd al-Sulami ve Fadl b. Yahya al-Bermakî birer Hazar tengrikemi ile evlenmişlerdir. Hazar Hakanı Emeviler zamanında bir defa Müslüman olmuştu ama daha sonra Kafkasya’daki Yahudilerin teşviki ile Museviliği kabûl etmiştir. Hânedan içinde Hristiyanlığı kabûl edenler de ardı. Onlara bağlı İtil Bulgarları ise daha sonra miladî IX. asırda Harezm Müslümanları ve İslâm medeniyeti ile sıkı münasebette bulundular. X. asırda Halife Muktedir’e o vakit İslâmiyeti yeni kabûl etmiş olan İtil Bulgarlarından elçiler gelerek Bulgar ilinde kaleler ve istihkâmlar yapacak askerî usta ve mütehassılar ile kendilerine İslâmiyeti öğretecek İslâm âlimleri gönderilmesini istemişlerdir Bu istek üzerine Halife tarafından gönderilen elçilik heyetine katılanlardan biri de İbn Fadlan idi.


İtil Bulgarlarının İslâmiyeti X. asırda kabûl etmelerinden sonra Türkler arasında İslâm Dininin yayılmasının başarılarını gösterecek ikinci hâdise 960 yılında yani Bulgarlara giden elçilik heyetinin Bağdat’a dönüşünden kırk yıl sonra iki bin çadır (bazı kaynaklara göre yüz bin çadır) kadar Türk’ün İslâmiyet’e girmesidir. Yine X. asırda Oğuzların Sirderya nehri aşağı yakasında oturan kısmı da İslâmiyeti kabûl etmiştir.


Karahanlılar Müslümanlarla iyi münasebetler tesis ettiler. Samanîler ile iyi geçindiler. Bunlardan Bilgençor Kagan 840’ta ve Tavgaç Kagan 893’te Samanîlerle savaştı. Fakat daha sonra İslâmlarla olan bu türlü ciddi temaslar neticesinde nihayet bunlardan Saltuk Buğra Han 920 senesinde İslâmiyeti kabûl etti. Bu hâdiseyi menkıbe şeklinde nakleden Saltuk Buğra Han Tezkeresinde manevî ve ticarî tesirlerin İslâmlaşmadaki önemi ve Samanî Devletinin rolü açıklanmaktadır. Karahanlıların İslâm Dinini kabûl etmeleriyle ilk defa Türk ülkelerinden birinde hâkîm bir Türk-İslâm Devleti meydana geldi.


İslâmiyetin Türkistan bozkırlarında yayılmasıyla Mâverâünnehr’de cereyan eden ilmî ve ticarî faaliyetler arasında sıkı bir ilişki mevcuttu. Bu memlekette bir yandan büyük yarı göçebe kitleleri, öte yandan İtil Bulgarları arasında vuku bulan ticarî ve medenî münasebetler yavaş yavaş bu âleme İslâm medeniyetinin etkinliğini göstermiş ve ona karşı bir ilgi uyanmıştır. Buradaki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı dervişler ticaret kervanlarına karışarak Türklere İslâmiyetin esaslarını öğretiyorlardı. Bilhassa İslâmlığı dar şeriât kâideleri içinde değil, geniş ve yumuşak bir ruh ve mâna ile anlatarak konar-göçerlere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri de bu İslâmlaştırma faaliyetinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin “ata” veya “baba” adını verdikleri bu dervişlerin faaliyetleri neticesinde X. asırda Türkler İslâmiyete ısınmaya ve kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar.


O. Turan Türklerin İslâmiyeti kabûlünde, İslâm medeniyetinin üstünlüğü hakkında şöyle demektedir: “Yarı göçebe (konar-göçer) kitlelerin hiçbir baskı olmadan birden ve kendi istekleri ile Müslüman olmalarının sebeplerinden biri o zamanın medeniyet üstünlüğü ve cazipliğidir. Fakat medeniyet üstünlüğü din değiştirmek için kâfi bir sebep teşkil etse idi, bugün bütün dünyanın veya hiç olmazsa dinî hislerin kuvvetle yaşandığı sahaların Hristiyan olması gerekirdi. Halbuki tamamen aksi şartlara rağmen İslâmiyet Hristiyanlığa nazaran daha fazla yayılma kudretini şimdi bile muhafaza etmektedir. Bundan dolayı bütün yabancı dinlere karşı uzak kalarak Gök-Tanrı Dininin birbirine yakın esaslara mâlik bulunması ve yeni dinin Türklerin inanç ve mizaçlarına uygun gelmesidir”.


Şimdi de İslâmiyeti kabûl ettikten sonra 10 asır onun bayraktarlığını yapan Türklerin kahramanlıkları, cesaretleri hakkında Arap kaynaklarındaki bilgileri kısaca vermeye çalışalım.


Türk kahramanlığı ile ilgili birçok şiir ve darb-ı meseller Arapların çok eski çağı dediğimiz en karanlık devrine kadar ulaşmaktadır. İlk devirlere âit olmak üzere bu konuda zikredeceğimiz bir beyit Amelles b. Ullafa’nın şiirleri arasında bulunmaktadır. Emevilerin sonralarında Abbasilerin ilk devirlerinde yaşamış olan Amelles, büyük Arap edibi El-Cahiz’in kaydettiği beyitinde Türk kahramanlığı ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Başımın tepesi ağardıktan sonra onda Türk’ün (düşmanlığını) kahramanlığını ve Ebu Hisl’in kinini gördüm (de şaşırdım kaldım)” . Amelles’in bu şiirini kendine has bir üslûbla yorumlayan El-Cahiz, bunu Türklerin kahramanlığına bir misâl olarak göstermiş ve “Arap ordularının kalplerini Türkler gibi titreten başka bir millet yoktur” demiştir.


İlk devirlerde yazılmış birçok şiirde Türk kahramanlığı büyük Türk hakanının şahsında dile getirilmiş ve her şeyde (binicilik ve okçulukta dâhil) en ideal bir kahraman olarak tavsiye edilmiştir. Bunun en güzel misâli Emevilerden el-Velî b. Abdü’l-Melik (742-743)’in söylediği şiirdir. O kendisinin üstünlüğü ve kahramanlığı ile öğülmek istediği zamanlarda gönlünde ve kalbinde sadece Türk Hakanı vardır. Bir beytinde o, bu engin duygularını dile getirirken şöyle demektedir: “Eğer ben (kâh) önüme, (kâh) arkama doğru ok atıyor ve (hırçın) taylar üzerinde dik yamaçlı kayalıklardan (korkusuzca) inebiliyorsam (buna şaşırmamak gerekir) (Sen şunu iyi bil ki) benim dedem hakandır. Onun bozkırlarda ve yalçın kayalıklarda neler yaptığını hatırla o sana yeter”.


Câhiliye devrinde Araplar tarafından tanınmış olan Türklerden bu devirdeki Arap şâirleri de şiirlerinde bahsetmişlerdir. Avs b. Hacar (620) Türklerin kahramanlığına şu beyitiyle işaret etmektedir: “Onların kınalı bıyıklı (düşman yani Türkler) ve ellerinde sopalar olduğunu görünce devemi sularından çevirdim”.


Nitekim Türklerin savaşlarda gösterdikleri üstün cesaret kahramanlık, yiğitlik ve mertlikleri sadece kendi milletlerinin değil, Arapların bile iftihar ve hayranlıklarını celb etmiştir. Araplar şiirlerinde bu hayranlığı yansıtmaktan çekinmemişlerdir. Meselâ İbrahim b. el- Izzi (öl. 1120) Türkler hakkında şöyle demiştir: “Türklerden bir bölüğü (harp ederken gördüm) Onlar Türklere hücum ederken sanki bir gök gürültüsünü andırıyordu. Oysa onlar öyle bir millettir ki kendileri ile iyi geçinildiği ve iyi karşılandıkları zaman melekler gibidirler, aksine onlar bir kere harbe girerlerse (ele avuca sığmaz) ifritler gibi olurlar”.


İbnü’l Fakîh ise Türklerin harblerde gösterdikleri sebat ve olayları göğüslemede ne yaman bir millet olduğuna dikkatleri çekerek şöyle demektedir: “Türkler insanlar arasında düşmanların en yamanı, kâfirlerin mücadele yönünden en serti, hayatın çile ve meşakkatlerine karşı da en sabırlı, nimetlerinde ise en az istifade eden (kanaatkâr) bir kimsedirler”.


El-Cahiz Türkler için: “Türkler ne kadar parlak olursa olsun hiçbir faziletin ulaşamayacağı ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir yüksekliğin onda biri olamayacağı meziyetleri dolayısı ile diğerlerine üstün oldular. Türkler ve Horasanlılar atlı süvarilerdir. Onlar sayılı günleri, büyük harpleri ve fetihleri meydana getiren kimselerdir” demektedir.


İbn Havkal ise: “Türkler cesaret ve şiddet bakımlarından diğer insanlara üstün oldukları için halifelerin askerleri, Türklerin beyleri de halifelerin kumandanları olmuşlardır. O kadar ki önce hilafetin maiyeti sonra adamları oldular”diye söylemektedir.


Arap şiirlerine bu şekilde geçen Türkler dünyanın yaradılışından beri var oldukları andan itibaren gittikleri her yerde ve kurdukları devletler ile kendilerinden bahsettirmeleri tabiatlarında var olan meziyetlerinin icabıdır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamberimiz de hadisleriyle bu meziyetleri dile getirmişlerdir.


Hz. Peygambere isnat edilen hadislerin bir kısmının sahih, bir kısmının sahih olmadığı tartışma konusudur. Biz bu tartışmaları bir tarafa bırakarak hadis kitaplarında var olan hadislerden birkaç misâl vermeğe çalışacağız.


Bu konudaki ilk müracaat edeceğimiz eser Sahih-i Buhari’dir. Eserde Türklerin fiziki özellikleri ile ilgili hadisler “Siyer ve Cihad Kitabı” adını verdiği umumi bir faslında ve Türklerde Savaş” ve “Çarık Giyenlerle Savaş” adı altında özel bir bölümde toplanmıştır. Türklerle savaş başlığı altında bu iki hadis zikredilmektedir. Bunlardan biri Ebu Hüreyre, diğeri ise Amr b. Tağlib tarafından rivâyet edilmiştir.


Türklerle savaş bölümünde Amr b. Tağlib’den rivayet ettiği hadisin metni şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur ki: “Kıyamet kopmasının şartlarından (biri de) sizlerin kıldan çarıklar giyen bir kavim olan (Türkler)le harbetmenizdir. Yine kıyamet kopmasının şartlarından bir (diğeri de) geniş yuvarlak yüzlü öyle ki, yüzleri (örs üstünde döğülmüş ve) üzeri derilerle kılıflı (sağlam) kalkanları olan bir kavim (Türkler)le çarpışmanızdır”.


Ebu Hüreyre’den rivâyet edilen hadis ise şöyledir: Hz. Peygamber buyurmuştur ki, “Sizler küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yatık burunlu, çehreleri sanki (örs üstünde döğülmüş ve) üzeri derilerle kaplanmış (sağlam) kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine sizler kıldan çarık (ve çorablar) giyen bir kavimle (Türk) çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”. 


Buharî’de “Çarık Giyenlerle Savaş” başlığı altında Ebu Hüreyre’den şu hadis de nakledilmektedir: Hz Peygamber buyurmuştur ki: “ Sizler kıldan mâmûl çarıklar giyen bir kavimle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine sizler yüzleri (çekiçle sanki örs üstünde döğülmüş) üzeri derilerle kılıflı (sağlam) kalkanlar giyen heybetli bir kavimle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”.


Türklerle ilgili hadisler İmamı Müslim (817-875) tarafından da zikredilmiştir. Ayrıca büyük hadis imamlarından Ebu Davûd (817-888) “Sünen” adlı hadis külliyâtında Türklerle ilgili dört hadis zikretmiştir. Bu hadislerden en kıymetlisi eserinin “Türkleri ve Habeşlileri Harbe Tahrikin Yasak Olması” başlığı altında kaydettiği meşhur hadisidir. Peygamberin asabından bir zât tarafından rivâyet edilen ve daha sonraları pek meşhur olan ve birçok kimse tarafından nakl ve rivâyet edilen bu hadisin asıl metni şudur: “Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki, Habeşliler sizlerle uğraşmadıkça siz de onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size hiç dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız”.


Bu hadis çeşitli müelliflerce de daha teferruatlı veya değişik şekillerde de verilmektedir. Meselâ İmam Neseî, El-Hamavî, El-Cahiz, İbnü’l Fakih, İbni Hassul, İbni Kudame, gibi büyük âlim ve coğrafyacılar tarafından da rivâyet edilmiştir.


Hz. Ebubekir’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Ümmetimden bir kısmı Dicle ve üzerinde bir de köprüsü bulunan bir nehrin kıyısında Basra adı verilen bir ovada konaklayacaklardır. Sonra halk çoğalacak ve burası da Müslüman şehirlerden bir olacaktır. Ahir zaman olduğunda geniş yüzlü, küçük gözlü Kantura oğulları (çıkacaklar) ve gelip nehrin diğer bir yerinde konaklayacaklardır. Bunun üzerine şehir halkı üç kısma ayrılacak bir kısmı öküzlerin peşine takılarak kırlara kaçarak mahv olacaklar, bir kısmı da kendi canlarının derdine düşüp dinlerinden döneceklerdir, üçüncü kısma gelince, ehl ve evlâdlarını arkalarına alıp onlara karşı harbedeceklerdir. İşte bunlar şehiddirler”. Hz. Ebu Bekir’den rivâyet edilen bu hadisden başka Abdullah b. Büreyde de babasından işittiği şu hadisi nakletmektedir: Hz. Peygamber buyurmuştur: “Benim ümmetimi öyle bir kavim sürekleyip kovalayacaktır ki Onların yüzleri (yuvarlak ve) enli, gözleri (çekik ve) küçük, çehreleri sanki üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibidirler. Onlar üç defa Arabistan Yarımadasına kadar ilerleyeceklerdir. İlk istilâda onların önlerinden kaçanlar kurtulacaklardır. İkinci istilâda hücuma uğrayanlardan bazıları da canlarını kurtaracaklardır. Üçüncü istilâda ise onların kökleri kesilecektir (Artık istilalar son bulacaktır). İşte onlar Türkler’dir. Nefsimin yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki Türkler (çok yakın bir gelecekte) atlarını Müslümanların mescidlerine bağlayacaklardır”.


Ayrıca İstanbul’un fethini müjdeleyen Hz. Peygamber’in hadisi dolayısı ile İstanbul’un fethi âdeta bir yarış hâline gelerek Emevilerden başlamak üzere, Osmanlı Sultanlarından Fatih’e kadar birçok komutanın gayesi durumuna gelmiş ve bu komutanlar Hz. Peygamber’in ilâhi müjdesine mazhar olmak için çırpınıp durmuşlardır. İmam-ı A. Hanbel’in zikrettiği bu hadisin asıl metni şudur: Abdullah b. Beşr el-Hasami’nin babasından, onun da kesinlikle Hz. Peygamber’den işittiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Konstantiniye mutlaka feth olunacaktır. İşte asıl imrenilecek komutan onu fetheden komutan, asıl mutlu ordu da onun ordusudur”.


Bu konuda son hadisimiz DLT’de Kâşgarlı Mahmud’a aittir. Kâşgarlı, Türk’ün önce Hz. Nuh’un oğlu olduğunu belirttikten sonra bir imamdan duyduğu şu hadisi zikretmektedir: “Yüce Tanrı benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir millete kızarsam, Türkleri o millet üzerine musallat kılarım diyor. İşte bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara “Kendi ordum” demiştir. Bununla beraber Türklerde sevimlilik, tatlılık, sadelik, öğünmemek, yiğitlik gibi öğülmeye değer sayısız iyilikler görülmektedir”.


Burada zikretmeye çalıştığımız hadislerin sahih olup olmaması bir yana Arap kaynaklarında ve Peygamber Efendimizin hadislerinde Türklerden bahsedilmesi biz Türkler için büyük bir iftihar sebebidir. Kâşgarlının dediği gibi “Bu hadisler sahih olmasa bile İslam dinin kabul eden Arapların Türklere verdiği önemi bir hadise isnad ettirecek kadar değerli görmeleri önemlidir ve akıl da bunu emretmektedir”.



Eski Türk İnancı ve Kültürü ile İslam İnancı Arasındaki Benzerlikler



İslâm dini Türklerin kadim inançları ile birçok bakımdan uygunluk göstermesi dolayısıyla, Türkler arasında yaygın ve Türklüğü takviye eden bir din durumuna gelmiştir. Nitekim Türkler İslam dini sayesinde sosyal hayatlarının önemli unsurlarını, İslam’a aykırı olmamak şartıyla törelerini, geleneklerini, askeri faaliyetlerini hatta cihan hakmiyeti mefkûrelerini İslam dininin “Allah’ın adını her yere ulaştırma” ve “Emri bilmağruf nehyi anil münker” (İyiliği emretme kötülüğü nehyetme) düşüncesi ile birleştirerek ayrı bir noktaya taşımışlardır. İslam dini Türk boylarının belki de yaşadıkları fakat adı konulmayan dinleri gibidir. İlahi menşei itibariyle Türklerin bünyesine uygunluğu muhtemelen yaratıcının insan için kodladığı en uygun dinin İslam olması, Türklerin bu inanç sistemini kolay kabullenme, uygulama akabinde taşıyıcısı ve yegâne bayraktarı olma konumuna getirmiştir diyebiliriz.


Türklerin dini hayatı ile ilgili olarak anlattığımız tüm araştırmaların ortak sonucu Türk inancının Eski Yunan veya Ön Asya’da olduğu gibi eşya, heykel ve diğer objeleri ilah olarak kabul etmeyen bir inanış olmadığında birleşmiş olmalarıdır. Türkler insan icadı olan hiçbir objeyi, eşyayı kendilerine hâkim bir güç yani ilah olarak görmemişlerdir. Buna karşılık baş edemedikleri ve açıklayamadıkları büyük doğa olaylarına saygı duymuşlar, onlardan korkmuşlardır. Şimşek, gök gürültüsü ve fırtına gibi olaylar bakışları gökyüzüne çevirmiştir. Gök, insanın iradesi dışındaki her şeyin çıkış noktası ve yaşadığı yer olarak tasvir edilmeye başlamıştır.


Göklerde var olduğuna inanılan bu yüce güçle ilgili tasavvurların ilk döneminde bazı özel kişilerin bu yüce güç ile temas kurabilecekleri de kabul edilmiştir. Bunu yapabilen insanlar kam yani şaman olarak görülmüşlerdir. Şamanların diğer insanlara göre olağanüstü ve özel güçlere sahip olduklarına inanılır. Eğer çevredeki inanç düzeni uygun ise bunlar kendilerini Tanrı ile insan arasında bağ sağlayanlar olarak tanıtırlar.


Bu insanların o yüce gücün yani Tanrının kutuna sahip olduklarına inanılır. Bilge Kağan da Tanrı kut verdiği için gibi ifadelerle bu duygunun önemli olduğunu ifade eder. Türkçede de gök ilahî gücün sahibi Tanrı ile özdeştir.


Türklerin İslâmiyet’e tabi olmalarına gelince de göze çarpan ilk nokta Türklerin atalar dininin yani Gök-Tanrının İslâmiyetle son derece uyuşuyor olduğudur. Zeki Velidi Togan Türklerin İslâmiyeti tercih etmelerinde bu dinin mücadeleci savaşçı hususiyetlerinin büyük önemi olduğunu söylemektedir. İslâmiyet Türklere ȃdeta milli bir din olmuştur. Türk ülkelerinde İslâmiyet’in özü ancak Türk töresi ile yani yasa ile yan yana uygulanmıştır.




PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-8

 



AHMET TEKÜDAR (1284)


Herhalde İslâm'ın büyük şehidlerinden biri kabul edilmesi gereken Ahmed Teküdar, Moğol hanları içinde müslümanlığı kabul etmiş ilk hakandır.

Bağdat'ı işgal ederek taş üstünde taş bırakmayan ve işlediği zulümlerle ismini tarihin kara sayfalarına yazdıran meşhur Moğol Hakanı Hülagu Han'ın oğludur. Kardeşi Abaka Han'ın ölümünden sonra toplanan Meclis, 1282 yılında, Ahmed'in hükümdarlığını onaylamış, o da han olunca civardaki İslâm devletlerinin hükümdarlarına mektup yazarak; artık büyük sulh ve gayret içinde, Müslümanların hayrı için çalışmaları gerektiğini bildirmiştir. Memluklu sultanına gönderdiği mektupta, çocukluğundan beri İslâm'a gönül verip Müslüman olduğunu, şimdi Allah'ın takdiriyle Moğol Hanı olarak göreve başladığını, artık her şeyin değişmesi gerektiğini, elbirliği ile sulhu sağlayıp insanlığın huzur ve barışına katkı sağlamalarının dinin de isteği olduğunu açıklamıştır. Onun bu iyi niyet ve gayretleri ne yazık ki Memluklular kadar kendi kavmi olan Moğollar tarafından da pek dikkate alınmamıştır.


Etrafındakiler onun, ataları Cengiz'in yasalarından ayrıldığını söyleyerek kendisine cephe almışlar,  kardeşi Kongurtay ve yeğeni Argun, İslâm düşmanları olarak ona isyan etmişlerdir. Bu isyanları bastırmak için mücadele veren Ahmet Teküdar Kangurtay'ı öldürmeyi başarmışsa da, bazı komutanlarının ihanetine uğrayarak, Argun tarafından tesirsiz hale getirilmiş ve öldürülmek üzere Kongurtay ailesine teslim edilmiştir. Daha önce bir kalede sıkıştırıp yakaladığı halde kendisini serbest bıraktığı Argun'un,  ona karşı böyle bir ihanet içine girmesi, İslâm'a olan düşmanlığı sebebiyledir.

Kongurtay ailesi, onun intikamını almak için, elleri ve ayakları zincirlenen Ahmet Teküdar'ı 16 Ağustos 1284'de yay kirişiyle boğmak suretiyle öldürmüşlerdir.



EŞREFOĞLU SÜLEYMAN BEY (1326)


Anadolu  Selçukluları'nın tarih sahnesinden silindiği yıllarda Beyşehir ve civarında, kırk yıl kadar hakimiyet kurmuş olan Eşrefoğulları'nın son hükümdarıdır.  O dönemde Moğolların Anadoludaki umum valisi olarak görev yapan ve pek çok kan dökerek haklı bir infiale sebep olan Demirtaş'ın, 9 ekim  1326 tarihinde ani bir baskınla Beyşehir'i ele geçirmesiyle yakalanmış, bir çok  işkenceye tabi  tutulduktan sonra öldürülüp, cenazesi Beyşehir Gölü'ne atılmıştır.



UMUR BEY (1348)


Anadolu Selçukluları'nın inkırazından sonra kurulan Aydınoğulları Beyliği'nin ikinci hükümdarıdır. Babası Mehmed Bey'in vefatından sonra kardeşlerinin de onayıyla Aydın Beyi olmuş, Haçlılarla giriştiği pek çok savaştan galip çıkmış, Eğedeki bir çok adayı fethetmeyi başarmış, izmir'de, papanın kışkırtmasıyla harekete geçen bir ordu ile savaşa tutuştuğunda, 1348 yılında ve henüz 39 yaşında iken, alnından vurularak şehid düşmüştür.  Mezarı Birgi'de, babası Mehmet Bey'in türbesindedir. Ünlü seyyah İbn-i Batuta, eserinde, 1333 yılında Umur Bey'le İzmir'de görüştüğünü, onun son derece cömert ve gaza kahramanı bir kimse olduğunu yazmıştır.



MURAD HÜDÂVENDİGÂR (1389)


Üçüncü Osmanlı padişahı olan Sultan Murad Hüdâvendigâr, Haçlılara karşı kazandığı Kosova Meydan Muharebesi'nden sonra savaş alanını gezerken Miloş Obiliç adındaki yaralı bir Sırp askeri tarafından zehirli bir hançerle vurularak şehid edilmiştir.  Miloş namlı kefere sultana yaklaşmak için birçok yalan söylemiş;  "Ben Müslüman olacağım, padişahın eteğini öpeceğim, ona söyleyeceğim mühim bir sır var" demiş ve sultanın müsadesi üzerine yanına kadar yaklaştıktan sonra eteğini öpmek için eğilir gibi yaparak gömleği veya çizmesi içinden çıkardığı hançerle vurarak Sultan Murad'ı atından düşürmüştür. Bunu gören yeniçeriler kaçmak isteyen hain Sırplıyı hemen yakalayarak paralamışlardır.


Sultanın düştüğü yere bir çadır kurulmuş, bu arada büyük oğlu Yıldırım Beyazıd gelip yetişmiş ve babasının vasiyetini dinlemiştir. Sultan Murad devlet erkanının önünde Yıldırım Beyazıd'ın padişah olmasını istedikten sonra vefat etmiştir.


Padişahın iç organları çıkartılarak şehid edildiği Kosova Ovası'na defnedilmiş ve sonra üzerine bir türbe inşa edilmiştir. Kosova'da hala ayakta duran bu türbeye "Meşhed-i Hüdavendigâr" denilmektedir. Cenazesi ise Bursa'ya taşıttırılarak buradaki asıl türbesine gömülmüştür.




ŞEHZADE YAKUB (1389)


Sultan Murad Hüdavendigâr'ın küçük oğludur. Babasının da şehid edildiği Kosova Meydan Muharebesi'nde büyük yararlıklar göstermiş, kaçan düşman askerlerini kovalarken tekrar ordugaha çağrılmış ve devlet erkanının ağabeyi Yıldırım Beyazıd ile birlikte verdikleri karar üzerine, babasının çadırına girdirilerek, hiç beklemediği bir anda, yay kirişiyle boğularak şehid edilmiştir. Osmanlılarda sıkça rastlanan bu cinayetler nizâm-ı âlem adına yapılmakta ve padişah olamayan şehzadenin genellikle isyana kalkışıp nizamı bozması endişesiyle gerçekleştirilmekteydi.

Şehzade Yakub'un cenazesi, babasınınki ile beraber Bursa'ya nakledilerek defnedilmiştir.



KARAMANOĞLU ALAEDDİN BEY (1379)


Anadolu Selçukluları zamanından beri Larende (Karaman), Ermenek, Mut gibi dağlık bölgede hakimiyet kuran ve 200 yıldan fazla iktidarda kalmayı başaran Karamanoğulları Beyliği'nin en güçlü hükümdarlarından biridir. Babası Halil Bey'in ölümünden ve ardından ağabeyi Süleyman Bey'in öldürülmesinden sonra Karaman tahtına oturmuş, bütün hayatı boyunca beyliğin sınırlarını genişletmek için mücadele vermiştir. Asıl meramı ise Osmanlıların Anadolu'daki hakimiyetlerine son vererek burada büyük bir devlet kurmaktır. Bunun için Murad Hüdavendigâr zamanından beri çeşitli savaşlara girip çıkmış, çoğu sefer mağlup edildiği halde bağışlanmış, hatta I. Murad onu kızı Nefise Sultan'la evlendirerek aradaki kavgalara son vermek istemiştir.

Alaeddin Bey, Yıldırım Bayezid zamanında da Osmanlıların Rumeli'de bulundukları her vakti fırsat bilerek topraklarına saldırmaktan geri durmamıştır. Nihayet Niğbolu Savaşı sırasında yeniden taarruza geçip Ankara ve yöresini ele geçirerek, Osmanlıların burada görevlendirdiği komutanlardan Sarı Timurtaş Paşa'yı esir etmiştir. Ancak Niğbolu Savaşı'nın Osmanlılarca kazanıldığını görünce esirini ve bir takım elçilerini Yıldırım'a göndererek sulh yapmak istediğini bildirmiş, fakat Osmanlı padişahı bunu kabul etmeyerek süratle Anadolu'ya girip, Konya civarındaki Akçay mevkiinde Alaeddin Bey'in ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Konya Kalesi'ne sığınan Karaman beyi, şehrin Yıldırım'a teslimi üzerine kaçmaya çalışmışsa da yakalanıp getirilmiş ve padişahın huzuruna çıkarılmıştır. Yıldırım Beyazıd, kızkardeşi Nefise Sultan'ın kocası olan eniştesi Alaeddin Bey'e, niçin itaat etmediğini sorunca Karamanoğlu'nun cevabı:

"Niçin sana itaat edeyim? Ben de senin gibi bir hükümdarım!" tarzında ve pervasızca olmuştur.

Buna hayli sinirlenen padişah eniştesini Sarı Timurtaş Paşa'ya teslim etmiş, o da açık bir emir beklemeden Alaeddin Bey'i katlederek başını kesip getirmiştir. Bir mızrağa takılarak şehir içerisinde dolaştırılan baş, artık Karamanoğulları'nın eski güçlerini yitirip topraklarının  tamamen  Osmanlıların  eline geçtiğini ilan etmiş gibidir.




FAZLULLAH HURÛFÎ (1394)


Hurufîlik adı verilen batıl bir mezhebin kurucusudur.  1340 yılında Şirvan veya Esterabâd şehrinde doğmuş, genç yaşta tasavvuf mesleğine girerek kendini bu sahada yetiştirmiştir. Kur'anı, incil'i, Tevrat'ı ezberlediği, İncil ve Tevrat'ın tefsirlerini okuyup öğrendiği, daha önce bazı mutasavvıflarca da önem verilen harflere tam bir kutsiyet kazandırıp,  bunlardan çıkardığı anlamlarla kendisinin mehdi olduğunu ilan ettiği bilinmektedir. Sapık fikir ve düşüncelerini etrafa yaymaya başladığında, İslâm âlimlerince küfrüne fetva verilmiş ve dönemin hükümdarı Timur tarafından idamına ferman çıkarılmıştır.

Kaçarken Timur'un oğlu Miran Şah tarafından yakalanan Fazullluh Hurûfî, önce Alıncak Kalesi'ne hapsedilmiş ve sonra boynu vurularak öldürülmüştür. (1394) Bazı kaynaklarda Alıncak'ta öldürüldükten sonra ayağına bir ip takılarak bir kaç gün sokaklarda sürüklendiği daha sonra da cesedinin Timur'a gönderilip orada da halka teşhir edildikten sonra yakıldığı rivayeti vardır.



KADI BURHANEDDİN (1398)


1345 yılında Kayseri'de doğan Kadı Burhaneddin'in asıl ismi Ahmed'tir.  Kayseri Kadısı olan Şemseddin Mehmet'in oğludur. Ailesinin Salur adlı Türk oymağına bağlı olduğu bilinmektedir. Henüz dört yaşında iken tahsil hayatına başlayan Ahmed, babası tarafından çok iyi şekilde yetiştirilmiş; Şam ve Kahire'de eğitim görerek İslâm Fıkhı konusunda tam bir otorite olmuştur. Henüz 21 yaşında iken  Eretna Beyliği'nin başşehri Kayseri'ye kadı olarak tayin edilen ve kısa bir süre içinde ehliyet ve liyakatıyla büyük şöhret kazanan Kadı Burhaneddin, bir süre  sonra  siyasî olaylara  da  karışmış ve  34 yaşında iken vezir olmuştur. 37 yaşında saltanat naibi ve nihayet kendi adıyla anılan devletin kurucu hükümdarı olmuştur. 17 yıl kadar saltanat sürdükten sonra henüz 54 yaşında iken, Akkoyunlu hükümdarı Kara Yülük Osman tarafından öldürülmüştür.


Kadı Burhaneddin devlet adamlığı yanında ilmî ve edebî çalışmalarıyla da büyük şöhret kazanmış bir kimsedir.  Hanefi Fıkhına dair yazdığı iki önemli eseri yanında,  kendisinin gerçekten kudretli bir şair olduğunu gösteren büyük bir divânı vardır. Eretna Beyliği'ni ele geçirdikten sonra Kayseri, Sivas ve civarında bir çok zaferler kazanıp topraklarını genişleterek kendi adıyla anılan bir devlet kurmayı başarmış olan Kadı Burhaneddin, önceleri sıcak ilişkiler içinde olduğu Kara Yülük Osman'ın ani bir baskını sonucu yakalanınca, kendisini yakalayan kimseye bir çok vaadlerde bulunduğu halde adam bunları kabul etmeyip onu Osman Bey'e teslim etmiştir. Hemen esirini yanına alarak Sivas'a gelen Kara Yülük Osman, şehrin teslimini istemişse de hükümdarlarının esir edilmiş olmasına rağmen Sivas halkı teslim olmayı reddetmiş, bu duruma çok kızan Kara Yülük Osman, Kadı Burhaneddin'i, muhasara ettiği Sivas Kalesi önünde idam ettikten sonra cesedini de dört parçaya ayırıp, her parçasını bir sırığa geçirmiştir. Hadise 1398 yılının yaz ayları içinde cereyan etmiştir. Nereye defnedildiği tam olarak bilinmeyen Kadı Burhaneddin adına Kayseri'de bir türbe vardır.



ISA ÇELEBİ (1403)


Sultan Yıldırım Beyazıd Han'ın oğullarındandır. Küçük kardeşi Çelebi Sultan Mehmed'le giriştiği taht mücadelesi sonunda Eskişehir'de yakalanarak yay kirişiyle boğdurulmuştur.



EMİR SÜLEYMAN (1410)


Yıldırım Beyazıd'ın oğullarındandır.

Bir süre Edirne'de padişahlık yaptıktan sonra, küçük kardeşi Musa Çelebi'nin gücü karşısında tutunamamış, Edirne'den İstanbul'a kaçarken, yolda, köylüler tarafından yakalanarak öldürülmüştür.



MUSA ÇELEBİ (1413)


Yıldınm Beyazıd'ın oğullarındandır. Fetret devri sırasında Osmanlı tahtı için giriştiği pek çok mücadeleden sonra kardeşi Çelebi Sultan Mehmed tarafından sıkıştırılmış, Niş yoluyla Tuna'ya doğru  çekilmiş,  Çamurlu  Derbent denilen mevkide askerlerinin yenilgisini görüp kaçmaya çalışırken yakalanmış ve hemen boğdurulmuştur.



NESÎMÎ (1418)


Halk, Tekke ve Divan edebiyatı şairleri üzerinde etkisi asırlar boyunca devam etmiş olan Şair Nesîmî 14. yüzyılın sonlarında doğmuştur. Doğduğu yer hakkında çeşidi rivâyetler vardır. O'nun Şiraz'lı, Tebriz'li, Diyarbakır'lı Bağdat yahut Nusaybin'li olduğu söylenmiştir.

  Türkçe, Arapça ve Farsça şiirleriyle haklı bir üne kavuşan Nesîmî, genç yaşlarda iken, sapkın tarikatlardan olan Hurufîliğin kurucusu Şeyh Fadlullah Hurûfî ile tanışmış ve onun müfrit bağlıları arasına girmiştir. Görüşlerini yaymak için Iran ve civarından başka bütün Suriye, doğu, batı ve güney Anadolu'yu dolaşan şair, Türkçenin Oğuz Lehçesi'ne oldukça yakın olan Azerî Lehçesiyle yazdığı şiirlerle epeyce propoganda yapmış;  sapkın görüşleri sebebiyle dönemin Mısır Hükümdarı El Müeyyed tarafından idamına hüküm verildikten sonra,  1418 yılında, Halep'te feci şekilde öldürülmüştür. Vefatı sırasında kırk-kırk beş yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Derisinin yüzülerek katledildiği rivayeti yaygın olmakla beraber, bu işin, boynu vurulduktan sonra gerçekleştirildiği ve cesedinin asılarak teşhir edildiği sanılmaktadır.

Kabri Halep'te ve halen ziyeratgâh olan bir türbe içindedir.



ŞEYH BEDREDDİN (1420)


Sımavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, küçük yaşlardan itibaren ilmî çalışmalara başlamış, Bursa, Konya, Suriye ve Kahire'de büyük İslâm âlimlerinden dersler almış, bilhassa İslâm fıkhı (hukuku) konusunda araştırmalar yapmıştır.

Kahire'de bulunurken Hüseyin Ahlatî isimli Batınî bir şeyhe bağlanmış ve bu adam vasıtasıyla İslâmî anlayışında büyük değişiklikler doğmuştur. Hüseyin Ahlatî'nin ölümünden sonra yerine geçen Şeyh Bedreddin, sapık fikirlerini yaymak için büyük bir mücadeleye girişmiştir. "Varidat" isimli eserini yazarak şöhret kazandıktan sonra; Osmanlı tarihinde Fetret Devri denilen ve 11 yıl kadar süren dönemde Edirne'de padişahlığını ilan eden Musa Çelebi'nin en yakın adamlarından biri olup kazaskerlik makamına getirilmiş ve onun öldürülmesinden sonra Çelebi Sultan Mehmed'e karşı büyük bir isyan hareketi başlatmıştır. Saltanat hırsıyla girişilen bu anlamsız ihtilal hareketi sırasında kendisine yardımcı olan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa isimli yakın adamları Osmanlı askerleri tarafından öldürüldükten sonra kendisi de yakalanmış, kurulan şerî bir mahkemede suçunu itiraf etmiş ve Serez Pazarı'nda asılarak idam edilmiştir.



DÜZMECE MUSTAFA (1420)


Osmanlı tarihinde Düzmece Mustafa lakabıyla tanınan ve kendisinin Yıldırım Beyazıd'ın oğlu olduğunu söyleyerek etrafına büyük bir güç toplayan Şehzade Mustafa, yeğeni Sultan II. Murad'la giriştiği mücadeleyi kaybetmiş, Edirne Sarayı'ndaki hazineleri alıp Eflak cihetine doğru kaçmaya başlamış fakat Kızılağaç Yenicesi denilen yerde yakalanarak tekrar Edirne'ye getirilmiştir. Kendisinin bir şehzade olduğunu ve yay kirişiyle boğulması gerektiğini beyan etmişse de sözleri dinlenmeyip Edirne burçlarında öldürülmüştür.



ŞEHZADE MUSTAFA (1423)


Çelebi Sultan Mehmed'in oğullarındandır. Henüz 12 - 13 yaşında olmasına rağmen yakınlarının kışkırtmasıyla ağabeyi Sultan II. Murad'a isyan etmiş, mevzi bazı başarılar kazanarak İznik'i teslim almış ve şehri kuşatan Sultan Murad'ın tazyiki sonucu, kendisini kışkırtanlar tarafından Osmanlı komutanı Mihaloğlu Mehmet Bey'e teslim edilmiştir. Sultan Murad hemen kardeşinin öldürülmesini emretmiş ve küçük şehzade bir incir ağacına asılarak daha yeni başlayan hayat hikâyesine son verilmiştir. Cenazesi Bursa'ya, babası Çelebi Sultan Mehmed'in yattığı Yeşil Türbe'ye defnedilmiştir.




CÜNEYT BEY (1426)


Aydınoğulları Beyliği'nin son hükümdarı Cüneyd Bey, Osmanlılarla giriştiği bir çok mücadeleden sonra İpsili Kalesi'nde, Osmanlı komutanlarından Hamza Bey'in Cenevizlilerden sağladığı gemilerle deniz tarafından da sıkıştırıldığı için kaçamayacağını anlayınca, kendisinin öldürülmeyip Sultan II. Murad'a gönderilmesi şartıyla teslim olacağını söylemiş ve isteği kabul edilince kalesini teslim etmiştir. Ne var ki Hamza Bey, aynı gece, çadırında uykuya dalan Cüneyd Bey ve kardeşi Beyazıd Bey'in başlarını keserek, ayrıca teslim olan çocuklarını, torunlarını ve diğer aile bireylerini öldürmek suretiyle Aydınoğulları Beyliği'ni tarihe gömmüştür.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER-3

 HIRİSTİYAN TÜRK'LERİN BİZANS DEVLETİ TARAFINDAN ANADOLU'YA İSKAN EDİLMELERİ




1) Bulgar Türk'lerinin Anadolu'ya iskanı: 


Türklerin Anadolu'ya adım atışı, Sultan Alp Arslan'dan beş buçuk asır önce olmuştur. İlk gelenler de Bulgar Türkleridir. "530 senesinde -Bizans orduları tarafından bozguna uğratılan Bulgar Türklerinin bir kısmı Anadolu'ya geçirilmişler ve Trabzon havalisi ile Çoruh ve yukarı Fırat bölgelerine yerleştirilmişlerdir". iki asır kadar sonra, ikinci bir Bulgar Türkü iskanı olmuştur. "755 senesinde Bizans imparatorluğu, Bulgarlardan bir kısmını Anadolu'ya geçirmiş ve Müslümanlar ile harbetmek üzere Tohma ve Ceyhan havzalarına yerleştirmişti," Bu tarihten gene ikiyüz yıl sonra, gene Bulgar Türkleri ile ilgili bir kayıt görülür. "947'de Sayf al-Davla ile Bardas arasında vuku bulan muharebede, Rum generalinin yanında mühim miktarda ücretli Bulgar askeri bulunmuştur ki bunlar, Kapadokya bölgesine nakledilen Türk Bulgarlardır". 

Görülüyor ki,· Bizans Devleti daha Altıncı Yüzyılın başlarından itibaren, Türk'leri bir yandan Hıristiyanlaştırmağa, bir yandan da askeri hizmete almağa ve Anadolu'ya iskan etmeğe çalışmıştır. Bu iskan ve askere alma işi, Ermenilere, İranlılara ve Araplara (Müslümanlara) karşı olmuştur. Bu dini, siyasi, askeri ve iktisadi hadise, asırlar süren bir sosyolojik vetire içinde, Türklerin kendilerini Rum sanmalarına yol açacaktır. Diğer bir kayıp, Doğu Anadolu'da olacak ve birçok Türk uruğu da, Ermeni Kilisesinin misyoner faaliyeti içinde, Ermenileşeceklerdir.

Hun Türklerinin Anadolu'ya geldikleri biliniyorsa da, ilk Türk yerleşme hareketini, Bulgar Türkleri ile başlatmak gerekiyor. "Asker veya hudut muhafızı veya kolonizatör olarak Anadolu'ya sevkedilmiş" olan ve iskan edilen bu unsurlar, daha sonraki yıllarda "İslamlara karşı hudutları korumak maksadıyla Karaman, Kayseri bölgelerine yerleştirilmiş" bulunuyorlardı. Zeki Velidi Togan, "Bizans ordusuna intisap edip, Toros, Kapadokya ve saire taraflarda yerleştikleri görülen Bulgar, Peçenek ve Uz gibi Hıristiyanlığı kabul eden Türkleri bile, din birliğine dayanarak", Rumlaştırıp, Ermenileştiremediklerini söylüyorsa da, biz bu kanaatte değiliz. Ermeni cemaati içinde kalan Türkler, kendilerini iyiden iyiye kaybetmiş ve Ermenilik duygusuna saplanmışlardır. Rum cemaati içinde kalan Hıristiyan Türkler ise, kararsızdır; kendilerine "Rum" adını veriyorlarsa da, bunu yürekten benimsemedikleri anlaşılıyor. Daha doğrusu, dini mahiyetteki eserlerden ve nasihatlerden öteye bir bilgi sahibi olamadıklarından ötürü, karanlıktadırlar. Bu hususu, vesikaların ışığında, daha belirgin hale getirmeğe çalışacağız.


Selçuklular, Anadolu'ya girdiklerinde buralarını, Hıristiyan olmuş Türklerle meskun bulmuşlardı.

 

Bulgar Türklerinin izlerini, yer adlarında, oymak ve insan adlarında bulmak mümkündür. Bunu ayrıca vesikalardan takip de kabildir. Bu Türk uruğunun, Ankara ile Kayseri arasına, Bursa çevresine, Antalya ve Milas taraflarına yerleştiği anlaşılıyorsa da, en büyük yerleşmenin, Trabzon ve çevresine ve Tarsus (Kanman'a kadar) çevresine vaki olduğu görülüyor. Tarsus ve Trabzon yakınında "Sulgar Dağı"nın olması tarihi iskan hadisesinin, coğrafi delilleridir. Bugün, Toros dağlarından olan ve haritalarda "Bolkar" diye yazılı olan dağın asıl adı, "Bulgar"dır. Biz bu dağa çıktık ve Yörük çadırlarında kaldık. Bütün Yörükler ona, "Bulgar Dağı" diyor. Karacaoğlan ve Dadaloğlu'nun dilinde de böyledir. Trabzon'daki dağın adı, bugün unutulmuş olsa gerektir. Halbuki,  Fatih'in Trabzon'u zaptettiği zaman bu dağ mevcuttu ve Fatih' Sultan Mehmet, anası babası kadar sevip saydığı, Uzun Hasan Beyin anası (Sara Hatun) ve babası (Şeyh Hasan) ile birlikte, çok zaman yaya olarak bu dağı aşıp, Trabzon'a inmişti.


Of ile Bayburd arasındaki sarp, dağlık yere "Çengelistan" adı veriliyordu. Karadeniz'in kuzeyindeki bir ırmağın adı da, "Çengel ırmağı" idi. Balkanlarda bazı Bulgar cemaatlerina, "Çenge" adının kalmış olması, bu yer adları arasında münasebet aramak, pek yersiz olmasa gerektir.  

Tarsus ile Karaman arasındaki bölge, lbn Bibi'de, "Havali-i Bulgar ve Gülnar'' adiyle anılıyor". Şikiri, bu bölgedeki ve Bulgar Dağındaki Bulgar Türklerinden, "Bulgar kavmi", "Bulgar taifesi" diye söz ediyor. Tarsus'taki Bulgar beyi, "Yahşi Han"dır; oğlu Aydın Bey'dir. Bulgar Türkleri, sapan taşı atmakta çok ustadır. Şikiri, "Bulgar'ın sapan endazı, senk endazı" diyor. Yirmi bin süvari, on bin piyade ",Bulgar askeri" ile, Kokez Bey, Karamanoğlu Alaeddin Beyin emrinde, birçok savaşlara katılmıştır.


H. 980 tarihli Adana Mufassalı'ında "Cemiat-ı Ordu Bulgarlu, Cemiat-ı Halil Beylü tibi-i Bulgarlu, Cemiat-ı Kıpçak tibi-i Bulgarlu, Cemiat-ı Balcı tibi-i Bulgarlu" kayıtları, Şikiri'nin haberlerini desteklemektedir. Gene bu kayıtlardan, Bulgar Türklerinin çok eski tarihlerde Müslüman olduğunu ve Karamanoğulları ordusu içinde Müslüman Türk askeri olarak bulunduklarını anlıyoruz. Gerçi, Bulgar Türklerinin boylarından olması muhtemel olan "Varsak"lar hakkında Neşri'nin, "Kefere-i Varsak" deyimini kullanmış olması, çok eski tarihlerin şifahi bilgilerinin bu yönde olduğu ihtimalini akla getiriyor. Nitekim, Antalya'nın Korkuteli  Kazasındaki "Farsak Yaylası"nda, yaşlı "Farsaklar" (Varsaklar), bize, "Bey, biz karışmışız" demişlerdi .

Bu, "Karışmış" manasına gelen "Bulgar'' kelimesinin ifadesinden başka bir şey değildir.


Bulgar Türklerinin, büyük ekseriyeti ile Müslüman olmuş bulunduğunu gösteren birçok vesika mevcuttur. Mesela bir kayıtta, "Mustafa oğlu Bulgar''dan bahsedilişi de bunu gösterir. 1588-1590'larda, Ankara'da bir şahsın adı, "Bulgar oğlu Derviş" idi.


Osmanlı kayıtlarında, Adana, Maraş, Kusun (Tarsus), Balıkesir, Bursa, Ankara'da yaylayıp kışlayan , “Bulgar", "Bulgarlu", "Bulgar Şeyhli" ve "Bularlu" cemaatleri, "Yörükan taifesinden", "Türkmen Yörükan" taifesinden" gösteriliyor. Fakat, Anadolu'nun her tarafında, Bulgar Türk'lerinin Müslüman olması hadisesi vuku bulmamıştır. Bursa ve Silivri'deki Bulgar Türk'leri, Hıristiyan olarak kalmışlardır. Bu hal, eriyip gitmelerine yol açmıştır. H. 913 tarihinde, Bursa'da bir mahallenin adının "Bulgarlu" olduğunu biliyoruz. Bu mahalle halkının, aynı adı taşıyan, Müslüman olmuş ve Yörüklüğe devam etmekte bulunan "Bulgarlu Cemaati"nin bir parçası olduğu görülüyor. 1923 lere kadar mevcut bulunan ve Bursa halkı tarafından "Rum" olarak kabul edilen bu Hıristiyan Türklerin, mübadelede, Yunanistan'a mı, Bulgaristan'a mı gittiklerini bilmiyoruz.


Silivri'nin "Kurfallı" Köyü halkı da Bulgar Türkü idi. Mübadelede. Bulgaristan'a (Kedi Ören'e) gönderilmişlerdir. Osmanlı resmi kayıtlarında bu köy halkı, "Türkmen Ekrid” Taifesinden" (Türkmen Kürtleri taifesinden) sayılmakta ve köyün adı "Kurfallı" olarak geçmektedir. Silivri halkı da bu köyü, "Kurfallı" olarak bilir. Aynı adı taşıyan bir Yörük oymağının, Mersin ve Konya illerinde konup göçtüğü biliniıyor. "Kulfallı” Yörüklerinin bir adı da 'Köserelli'dir. Bulgar Dağında yaşayan aşiretler içinde bu aşiretin ayrılığı, çadırlarının biçimindedir. Adetlerinde de az çok seçilir ayrılıklar vardır... Çadırları keçelerden yapılır. Biçimleri de toparlak ve uzundur. Tıpkı bir tanele benzer . .. Bu çadırların adı Alaçıktır. Bu oymağın bir kolunu, Ermenek yaylalarında (Yelibel'de) gördük. Mut'ta kışlıyorlardı. Alaçuk adı verilen çadırları, aynen bu kayıttaki gibidir.


Bu Yörüklerden başka, 'Bergama (İzmir) ve Şile'de (İstanbul) aynı adı taşıyan birer köyün bulunuşu, Bulgar Türklerinin oymaklarından olan "Kulfallı"nın, Müslüman olmayan bölümlerinin, Bulgaristan'a gönderilip, tamamen Slavlaşması ile neticelendiği gerçeğini, ibretle ortaya koyuyor.

 

Bulgar ve Varsak'ların oymaklarına, yer ve şahıs adlarına ait kayıtlar ve izler, meseleyi biraz daha aydınlığa kavuşturucu mahiyettedir. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Ataları, Oğuzlara, Ogurlara, Hunlara ve Göktürklere çıkan iki Türk uruğu, ayrı zamanlarda, Kandeniz'in kuzeyinden ve güneyinden gelerek, Anadolu'nun dört yanında bir araya gelmiş ve bu vatanı, Tarık yapmışlardır. Onların iyice kaynaşmalarında, Müslümanlık büyük rol oynamıştır. Bu, Tarık uruklarından olduğu halde, Hristiyan olan ve Hıristiyan kalanlar, ya Ermeniler içinde Ermenileşmiş, ya da sonunda Yunanistan ve Bulgaristan'a gönderilerek, Rumlaşmış ve Slavlaşmıştır.


 

2).Avar, Uz, Peçenek ve Kuman (Kıpçak) ların Anadolu'ya iskanı:



Bizans Devleti, Anadolu'nun çeşitli yerlerine, muhtelif tarihlerde, Avar'ları iskan etmiştir. 577'de "imparator Justinanus, İranlılar ile harbetmek üzere Avarlardan bir kısım halkı maiyetine almış Ve Anadolu' ya geçirerek şark bölgelerine yerleştirmiştir. Yine 620 senesinde imparator Heraclius, İranlılar ile harbetmek üzere Avarlardan bir kısmını yanına celbetmeğe muvaffak olmuş ve bunları İran hududuna göndermiştir".


Bu yerleşmenin izlerini, bugünkü Türkiye'de bile görmek mümkündür. Şu köylerin, Avar'lardan kalmış olması muhtemeldir: Avadan (Tarsus), Avadan (Eskişehir), Avaduri (Midyat), Avakent (Kulp­ Diyarbakır), Aval, (Eruh-Siirt), Avalama (Konya), Avan (Şirvan-Siirt), Avana (Borçka) , Avanoğlu (Kırşehir), Avanuşağı (Pazarcık­ Kahramanmaraş), Avara (Niksar-Tokat), Avarek (Van), Avarik (Eğin), Avas (Bakırköy-İstanbul), Avasarik (Erciş-Van), Avason (Manavgat), Avasor (Muradiye-Van),. Kırşehir'in "Avanos" ilçesi de buna dahildir. Karaman Eyaleti'ndeki "Ekrad (Kürtler) Taifesinden" "Avanik"ler ve Paşa Sancağındaki Türkmen Taifesinden "Avanlı" (Avanlu) oymakları da adı geçen Avar iskanı ile ilgili olmalıdır.


Uz'ların, Peçeneklerin, Kuman-Kıpçak'ların Anadolu'ya yerleştirilmeleri hakkında, Bizans tarihlerinin verdiği bilgileri, yer yer aktardık. Şimdi bu konu üzerinde, biraz daha duracağız.


Peçenek'ler, 1048'den itibaren Anadolu'ya gönderilmeğe ve orada iskan edilmeğe başlamışlardır. Bizanslılar, savaşta yendikleri Peçenek'leri, zora dayanan bir yerleşmeye tabi tutuyor ve Müslüman Türklere karşı onlardan faydalanmağa çalışıyordu. Bu iskanlar bazan gönüllü de olmuştur. Bizans ordusunda ücretli asker olan Peçenekler, aileleri ile birlikte iskan edildiler. Bu nüfus ve göç hareketi, Onikinci Yüzyıla kadar devam etti. "XI. asrın nihayetinde ve Xll. asrın başında imparator Alexis Komnenos, hizmetine almış olduğu Peçeneklerden bir kısmını, Müslüman Türklere karşı mücadele etmek ve müdafaada bulunmak üzere Anadolu'nun" batı bölgesine yerleştirdiği gibi, bir kısmını da Haçlılara karşı koymak için Kilikyada iskan etmişti.


1071 'de Malazgirt Meydan Muharebesinde, Türklük şuuru üstün gelen, Hıristiyan Uz ve Peçenek'lerin, Müslüman Oğuz Türk'lerinin saflarına katılmalarından sonra Müslüman oldukları ve bu suretle Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yerleştikleri kabul edilebilir. Yerleşik ve yarı göçebe Peçeneklerin bir kısmı Hıristiyan olarak kalmış ve zamanla Peçenek adını unutarak, kavim adı olarak "Rum" ve "Ermeni'' adını benimsemiştir. Batı Anadolu'dan başlayıp, iç Anadolu' ya doğru uzanan "Zeybeklik" te, Peçenek'lerin büyük tesiri olsa gerektir.


Kuman Kıpçak"ların Anadolu'ya gelişleri iki yoldan olmuştur: 1. Gürcistan üzerinden (Hıristiyan Kuman'lar, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'e yerleşmiştir), 2. Bizans'ın Balkanlardan getirip yerleştirdiği Hıristiyan Kuman'lar. Birinci şekildeki yerleşmenin izleri, Doğu'da görülüyor. Bizans'ın yerleştirdiği Kumanlar ise, daha Batıdadır. Bizans devleti, daha önce olduğu gibi, 1252 yılında da, büyük bir Kuman kitlesini, "Menderes Vadisine", ve Ankara çevresine yerleştirmişti. Theodoros Il. Laskaris, babasına ('İmparator loannes Vatataes'e) bir medhiyesinde: "Sen, İskit'i batı bölgelerinden buraya getirmek suretiyle onun cinsinden doğuda hizmet eden bir kavim yarattın ve onu Pers''in (Türklerin) oğulları yerine ikame etmekle, Türklerin batıya doğru durmadan ilerlemelerini önledin" derken, Kumanların bu iskanını gözönünde tutuyordu. 1260'da 'Moğolları, büyük bir bozguna uğratan Mısır Memlukları, Kumanlardan ve belki de bir Kısım Peçeneklerden ibaretti.


Hıristiyan Türkler arasında, daha başka Türk urukları da bulunabilir. Mesela: Hazarlar, Çiğiller, Halaç'lar ve Oğuzların bazı oymakları, Şer'iye sicillerinden anlaşılıyor ki, İran'dan gelen bir Karakeçili grubu, "Ermeni" diye anılıyor. Ayrıca, İzmir'in Şirince'si, Aydın'ın Mursallı'sı, Tekirdağ'ın "Araplı'sı, Hıristiyan olan Türkmen köyleridir.


Anadolu Hıristiyanları, esas itibariyle iki ana gruba ayrılıyordu: Rum ve Ermeni cemaatleri. Rum cemaatinin içinde, Rumca konuşan Hıristiyanlar ve Türkçe konuşan Hıristiyanlar vardı. Ermeni cemaatinde de, Ermenice konuşanlardan başka, Türkçe konuşan Hıristiyanlar vardı. Türkçe konuşan bu Hıristiyanları, Türkçenin tesiri altında kalmış Rum ve Ermeniler olarak göstermek, bugüne kadar Adet olmuştur. Niçin bu toplulukların bir bölümü Türkçe konuşuyor da, diğer bölümü Rumca veya Ermenice konuşuyor? Eğer Türklere hayranlık ve sevgi söz konusu ise, bu Hıristiyan cemaatlerinin tamamı üzerinde bir kültür değişmesi yaratması gerekirdi. Üstelik, Bizans ve Ermeni kiliselerinin, Türklere karşı duydukları tarihi kin, böyle bir kültür değişmesine fırsat vermeyecek bir engel teşkil ediyordu. Bu bakımdan, Rum ve Ermeni cemaatleri içindeki, Türkçe konuşan Hıristiyanların, Türk asıllı olduklarını kabul etmek gerekiyor. 



HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER

Prof. Dr. Mehmet EROZ

6 Mayıs 2023 Cumartesi

İSLAM TARİHİ-5

 RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN) HZ. ALİ DÖNEMİ (656-660)



HALİFE SEÇİLİŞİ


Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine Emevi ailesine mensup olanlar Medineden süratle uzaklaşmış ve şehir tamamıyla isyancıların hakimiyetine girmişti. İslam devletinin yönetimi bu kargaşa içerisinde bir hafta kadar boş kalmıştı. Medine halkı ve isyancılar, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr bin Avvam'a İslam devletinin başı olarak halife olmaları için ayrı ayrı müracaat etmişlerdi. Ancak ileri gelen sahabenin hiçbiri büyük bir karmaşanın yaşandığı siyasi belirsizlik ortamında bu zor görevi üstlenmek istememişlerdi. Çünkü vilayetlerden gelen zorba isyancılar hala hakimiyetlerini sürdürmekte, karışıklıklardan medet uman bir takım çıkar çevreleri de çıkabilecek imkanlar için pusuda beklemekteydi.


Bu keşmekeş ortamından çıkabilmek için önde gelen sahabiler Medine mescidinde bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Bu mecliste Hz. Ali kendisine ısrarla teklif edilen halifelik görevini reddetmiş;


"Beni halife değil, kendinizden biri yaparsanız daha rahat edersiniz:' diyerek bu görevi orada bulunan Hz. Talha ve Hz. Zübeyre yöneltmişti. Ancak gerek ileri gelen sahabenin, gerekse isyancıların ağır baskıları sonucunda hilafet görevini kabul etmek zorunda kalmıştı. (Haziran 656)


Hz. Peygamber'in vefatında 34 yaşında olan Hz. Ali, halife seçildiğinde 58  yaşlarında bulunuyordu. Ali bin Ebi Talibe ilk biat edenler Hz. Talha ve Hz Zübeyr olmuş, ardından Medine halkı da ona bağlılığını bildirmişti.


Hz. Ali, seçilişinin ardından halka kendi yönetim anlayışının ayırıcı özelliklerini ve takip edeceği yöntemi anlattığı bir hutbe okudu. Rasulullah dönemindeki ekonomik ve siyasi anlayışların bazı köklü değişimlere uğradığını, mü'minlerin kainata, hayata ve eşyaya bakış açılarında önemli kırılmalar olduğunu, temel değerlerin sarsıldığını dile getiren Hz. Ali, topluma; yeniden Peygamber çizgisi istikametinde bir siyaset takip edeceği işaretlerini verdiği hutbesinde şunları söylemişti:


"Hiç şüphe yok ki, şanı yüce Allah, insanları kurtuluşa götüren bir kitap indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri açıkladı. Öyleyse hayra sarılın, şerri terk edin. Farzları Allah için yerine getirin, sizi cennete götürsün. Allah aşikar olan bir haram koydu ve müslümanın hürmetini bütün haramlardan daha ileride tuttu. İhlasa ve müslümanların birliğine önem verdi. Müslüman, hak edilen durumlar dışında, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Müslümana eziyet vermek, ancak eziyetin vacib olması halinde helal olur. Umumun işini görmek için koşuşun. Özellikle ölenlerinize son hizmeti yerine getirin. Zira insanlar önünüzden, kıyamet ise arkanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkarmayınız ki, ayıplarınız gizli tutulsun. Zira insanlar başkalarına bakarlar. Allah'ın kullarına kötü davranmaktan kaçının. O'ndan korkun. Üzerinde bulunduğunuz topraklardan ve hayvanlardan sorumlusunuz. Yüce Allah'a itaat edin ve O'na isyanda bulunmayın. Hayır gördüğünüzde onu alın, şer gördüğünüzde ise terk edin.


Hatırlayın, bir zamanlar siz yeryüzünde az ve güçsüz idiniz.


CEMEL VAK'ASI (656)


Hz. Ali'nin halifeliği, Emevi ailesi tarafından kabul edilmemişti. Özellikle Şam Valisi Muaviye bin Ebu Süfyan, Medine'den kaçıp yanına sığınan Emevi ailesiyle birlikte meşru halifeye muhalefetin başını çekiyordu. O, Hz. Osman'ın katillerinin yakalanıp cezalandırılmamış olmasını en önemli gerekçe göstererek Hz. Ali'nin hilafetini tanımayacağını ilan etmişti.


Hz. Ali hilafet dizginlerini eline alır almaz, kendinden önceki dönemde halkın şikayetlerinin yoğun olduğu yöneticileri değiştirmeye başladı. Tayin ettiği yeni valilerin bazıları yeni görevlerinin başına geçerken Şam valisi Muaviye, halifenin gönderdiği yeni valiyi Şam'a sokmadı.


Muaviye, Hz. Osman'ın şehadetinin doğurduğu hüzünlü ortamda, muhalefetini kendince meşru ve masum bir temele dayandırıyor, Hz. Osman'ın kanını dava ediyordu. Hz. Osman'ın kanlı gömleği ve eşi Naile'nin kesik parmakları Şam mescidinin minberine asılmıştı. Bu keşmekeş içinde siyasi ağırlığı olan bazı ashab ile Hz. Peygamber'in eşi ve mü'minlerin annesi Hz. Aişe de Hz. Ali hilafetine ters düşmeye başlamıştı. Halife Hz. Ali katilleri korumak ve saklamakla itham olunuyordu.


Bu arada Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de Hz. Ali'ye gelerek Hz. Osman'ı öldürenlerin kısasla cezalandırılmasını istemişlerdi. Oysa ne Hz. Osman'ın eşi Naile, ne de Hz. Ebubekir' in oğlu Muhammed, Osman'ın kim tarafından öldürüldüğüne şahitlik edemiyordu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık; «Osman'ı hepimiz öldürdük!» diyordu. Daha da önemlisi, ayaklanmayı gerçekleştirenler hala Medine'de hakim durumdaydılar ve bu işi hep birlikte yaptıklarını söylemekten kaçınmıyorlardı. Bu tavırları, onların kesinlikle kendi aralarındaki gerçek katilleri teslim etmeye razı olmayacaklarını göstermekteydi. Üstelik halifenin şehre tamamen hakim durumda olmayışı, asilerle hemen başa çıkamayacağı çok açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını beklemek en doğru yol olarak gözüküyordu. Nitekim Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e;


"Kardeşlerim, yapılması gerekenleri ben de biliyorum; fakat isyancılar şehre hakimdir, durum müdahale için uygun değildir. Bana yardımcı olunuz, işleri hal yoluna koyalım, sonra gereğini yaparız!" demişti. Yeni halifeyi bu karara sevk eden bir diğer etken de kendisine yalnız Medine'de biat edilmiş olması ve diğer vilayetlerdeki durumun henüz netleşmemiş olmasıydı.


Emevi ailesinin oyunlarının da tetiklediği Cemel Vak'ası bu nazik ortam içerisinde gerçekleşti. Çok geçmeden Hz. Osman'ın kanlı gömleğiyle sembolleşen duygu sömürüsü ilk meyvesini verdi ve Hz. Aişe halifeye bayrak açtı. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de Hz. Aişe'nin yanında hareket ettiler. Bu üç sahabinin daha önce Hz. Osman'ın bazı uygulamalarına karşı çıktıkları, muhalefet ettikleri Medine halkınca da biliniyordu.


Hz. Aişe önderliğindeki hareket giderek büyümüş, Yemen valisi de elindeki beytülmalle onlara iştirak etmişti. Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Basra'ya giderek Hz. Ali'ye karşı kuvvet toplamaya başladılar. Hz. Ali bunlara önce nasihatlerde bulundu. Boş yere müslüman kanı dökülmemesini istiyor ve fitneyi önlemeye çalışıyordu. Denediği birçok barış teşebbüsünden de sonuç alamayınca Medine'den ayrılarak Kufe'ye geldi. Aslında Muaviye üzerine gitmeye hazırlanırken mecburi olarak Basra üzerine yürümek zorunda kalmıştı.


İkiye bölünen Basra halkını birleştirmek ve fitne alevini söndürmek amacıyla oğlu Hz. Hasan ve Ammar bin Yasir'i şehre elçi gönderdi. Kendisi de içinde yetmiş Bedir savaşçısının bulunduğu ordusuyla Basra önlerine geldi. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ile görüşüp bu anlamsız sürtüşmenin önüne geçmek istediyse de sonuç alamadı. İki ordu arasında meydana gelen savaşın ağırlık merkezi Hz. Aişe'nin bindiği devenin çevresiydi. Bundan dolayı bu savaşa «Cemel Vak'ası» denmiştir. Hz. Zübeyr, Hz. Ali'nin kendisine:


"Rasul-i Ekrem'in: «Sen Ali'yle haksız olarak savaşacaksın!» dediğini hatırlıyor musun?" diye sorması üzerine, bu sözü hatırladı ve savaş alanından çekildi. Ancak Medine'ye dönerken yolda kendi ordusundan Amr bin Cermus tarafından öldürüldü. Diğer sahabi Hz. Talha da kendi ordusunda bulunan Mervan bin Hakem tarafından;


"Osman'ı öldürenlerden biri kaçtı, biri de ayrılmak üzere." diyerek okla öldürüldü. Geçmişte Hz. Osman'ın katibi olan Mervan, Hz. Osman'ın öldürülmesine yol açan olayların da baş aktörlerinden biriydi. Bu şahıs Emeviler döneminde 684 yılında halife olacaktır.


Savaş sonucunda Hz. Aişe ve taraftarları yenildi. Ancak bu savaşta çoğunluğu yenilen taraftan olmak üzere iki taraftan yaklaşık 15 bin kayıp verildi. Hz. Ali, Hz. Aişe'ye hürmet ve saygı göstererek onu kendi yanında çarpışan kardeşi Muhammed bin Ebubekir ve hanımlardan oluşan bir heyetle Medine'ye yolcu etti.


Şüphesiz, bir hiç uğruna ve küçük kırgınlıklarla başlayan bu kavganın en önemli kazananı Şamda siyasi ve ekonomik palazlanmasını tamamlamakta olan Emevi ailesinin siyasi hırsıdır. Bunun doğru olarak tespiti, ilerideki olayların açıklanmasına da yardımcı olacaktır. Asr-ı saadetin şerefli sayfalarına kara leke düşüren bu hadise, İslam dünyasını sarsan iç savaşların da başlangıcını teşkil etmiştir. Hz. Ali savaş sonrası Medine'ye dönmeyerek hilafet merkezini Kufe'ye taşıdı.


Hz. Aişe'nin daha sonraki dönemde bu savaşa katıldığına pişman olduğu, ömrünün sonlarına doğru ağlamaktan gözlerini kaybettiği rivayet edilmiştir.


SIFFİN SAVAŞI (657)


Hz. Ali, Cemel Vak'ası sonrasında içte birliğin sağlanması yolunda adımlar atmaya devam etti. Bilindiği gibi, Hz. Ali'nin hilafetinin önündeki en önemli engel Şam valisi Muaviye idi. Muaviye uzun süre valilik yaptığı Suriye bölgesinde kendine has bir yönetim kurmuş ve gücünü her geçen yıl biraz daha artırmıştı. Dünyevi siyaset ölçeklerinde Arap tarihinin önemli dört dahisinden biri kabul edilen Muaviye sabırlı, temkinli ve hedefi yolunda gözü pek birisi olarak tarif edilmektedir. Şüphesiz onun hedefi hilafetten başka bir şey değildi. Esasen bu yolda önemli mesafeler de kat etmişti. Babası ve o, İslam'ın hakimiyetini ancak geç bir dönemde kabul ederek müslüman olmuşlardı. Tabiidir ki, erken bir dönemde İslam yönetimine talip olmaları hem eşyanın tabiatına, hem de kendisinin ve ailesinin siciline uygun düşmüyordu. Ancak geçen zaman içerisinde gerek Şamdaki valiliği sırasında gerekse Hz. Osman döneminde iktidar alanını tüm Suriye'ye yayarak siyasi ve askeri güç toplamayı başarmıştı. Verimli Suriye topraklarından sağlanan ekonomik güçle etrafını nimetlendirmiş ve mevkiini güçlendirmişti. Suriye halkını kendi taraftarı yaptığı gibi, önceki halifeler döneminden başlayarak önemli bir ordu da hazırlamıştı. Hem halka hem de akrabalarına cömertliğiyle ünlü Hz. Osman'ın tüm ihlas, samimiyet ve ağırbaşlılığına rağmen onun dönemi Muaviye'yi hilafete taşıyacak önemli birikimlerin hazırlandığı bir devir olmuştur. Hz. Osman'ın feci bir biçimde katledilerek şehid edilmesi, Muaviye için bir dönüm noktası oldu.


Nitekim Muaviye Hz. Osman'ın ölümü sonrası ashabın ileri gelenlerine yazdığı mektuplarda Hz. Ali'nin, katilleri sakladığını, katilleri vermezse kendisiyle savaşacağını, Hz. Osman'ı sevenlerin yanına gelmesini istiyordu. Medineli sahabiler mektuba son derece içerleyerek çok sert cevap vermişlerdi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, cevabi mektubunda şu satırların altını çiziyordu:


"Beni kendine uymaya, ensar ve muhacirine karşı savaşa kışkırtıyorsun. İyice anlaşılmıştır ki, Hz. Osman'ın kanını istemekteki amacın, şahsi rütbe ve mevki sağlamaktan başka bir şey değildir. Hz. Ali'den ayrılıp da senin emrine gireceğimi sanman büyük yanlıştır. Allah etmesin, ben Hz. Ali'ye karşı olur da ona direnir miyim?


Ey Muaviye! Bilmiş ol ki, ben müslümanlarla savaşmaktan geri duruyorum ama içimden Hz. Ali'nin yanındayım; ikinizden birini seçecek olsam Hz. Ali'yi seçerim çünkü onun İslam'da değeri büyük, Allah katında mertebesi yücedir. Emirlik onun hakkıdır. Rasul'ün ashabının en faziletlisi ve Peygambere en yakınıdır:'


Seçilmiş meşru halife Hz. Ali'nin devletin birliğini ve ümmetin vahdetini sağlama yolunda Cemel Vak'ası gibi acı bir hadiseyle karşılaşması onun gücünü zayıflatmıştı. Siyasetini takva ve fazilet temeli üzerine bina eden Hz. Ali, bu acı olaydan sonra Muaviye'yi tekrar biata davet etti, ancak yine bir sonuç alamadı. Muaviye bununla da yetinmeyerek Hz. Osman'ın kanını dava ederek Hz. Ali'ye karşı bir ordu hazırladı. Hz. Ali'ye karşı güç birliği yapmak üzere Hz. Osman döneminde Mısır valiliği görevinden alınan Amr bin As'ı da Şam'a çağırdı. Amr bin As, tarihçilerin Arap dahileri arasında kabul ettiği bir şahıstır.


Muaviye ve Amr bin As, birlikte hazırladıkları güçlü bir orduyu Rekke yakınlarında Sıffin'e getirdiler. Yaklaşık dört ay süren barış arayışlarından ve savaş hazırlıklarından sonra savaş başladı. Uzun süren savaşın üçüncü ayına gelindiğinde, Hz. Ali, ünlü kumandanı Malik bin Eşter'in de üstün gayretiyle Muaviye ordusuna son darbeyi indirme aşamasına geldi. Bunu gören Muaviye ümidini kaybederek savaş alanını terk edip kaçmaya karar verdi. Tam bu sırada Amr bin As devreye girerek Muaviye'ye onu ağır bir yenilgiyle yok olmaktan kurtaracak bir hile teklif etti. Kur'an yapraklarını mızraklar üzerine asarak:


"Siz ve biz birbirimizi yok ettikten sonra sınırlarımızı kim koruyacak? Allah'ın kitabı aramızda hakem olsun!" diye nida eden çağırıcılar çıkardı. Bunun üzerine Hz. Ali'nin ordusunda dalgalanmalar meydana geldi. Büyük bir çoğunluk:


"Allah'ın kitabı hakem olsun, bu durumda savaşamayız." dedi.


Hz. Ali ordusuna uyarıda bulunarak bu durumun bir hile olduğunu, savaşın mutlaka neticelendirilmesi gerektiğini belirtti. Fakat bütün uyarıları sonuçsuz kaldı. İleri gelenlerin ayak diremesi üzerine hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı.


HAKEM OLAYI


Hz. Ali, gelişen bu olayların ardından tahkim kurulunda kendisini temsil etmek üzere Abdullah bin Abbas'ı seçmek istediyse de, savaşı durduranların ağır baskısı yüzünden Ebu Musa el-Eş'ari'yi istemeyerek seçmek zorunda kaldı. Oysa Muaviye'nin tayin ettiği hakem Amr bin As'tı.


Muaviye'nin hakemi Amr bin As ile Ebu Musa bir araya gelerek anlaşmazlığa bir çözüm bulmakla görevlendirilmişti. Ancak kendilerinden ilk yapmaları istenen şey, haklı ve haksız olanı tespit etmekti. Fakat Amr'ın bir hilesiyle hakemler Abdullah bin Ömer'i halife seçip Hz. Ali ve Muaviye'yi azletme kararı aldılar. Ebu Musa aldıkları kararı açıklamak üzere kürsüye çıktı ve;


"Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkarıyorsam Ali'yi de halifelikten öyle çıkarıyorum ve Abdullah bin Ömer'i seçiyorum:' dedi. Onun ardından kürsüye çıkan Amr bin As ise;


"Bu yüzüğü parmağıma nasıl geçiriyorsam Muaviye'yi de hilafete öyle geçiriyorum:' dedi. Böylece hakem olayı krizi çözmek bir tarafa daha da derinleştirmiş oldu.


Hz. Ali cephesinde zaten var olan görüş ayrılıkları büsbütün artarak önceleri Kur'an'ın hakem olması ve savaşın durdurulması yönünde halifeye baskı yapanlar bu kez tutum değiştirerek hakeme gidilmesini kabul ettiği için Hz. Ali'yi küfre girmekle suçladılar. Böylece Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı'ndan sonra İslam dünyası yeni bir problemle karşı karşıya gelmiş oldu.


İslam tarihinin daha sonraki yıllarında zaman zaman önemli faaliyetleri görülecek olan Hariciler ilk bu olaylar sırasında ortaya çıkmış, Hz. Ali, önemli bir yekun teşkil eden bu toplulukla da uğraşmak zorunda kalmıştır.


NEHREVAN SAVAŞI


Hz. Ali, Muaviye engelini bertaraf etmede Sıffın Savaşı ve Hakem Olayı gibi türlü engellerle karşılaşmıştır. Muaviye ile mücadele ederken bu defa karşısına Hariciler çıkmıştı. Ayrılıkçı Haricileri ikna etmek ve kendi askeri gücünü tekrar güçlendirmek için Nehrevan'a hareket etti. Üstün hitabetiyle pek çoklarını ikna ederek kendi tarafına çekmeyi başardı. Ancak hala bozgunculuğunu sürdüren, fitne ateşini körükleyen müfrit Haricilerden binlercesini de bertaraf etmek zorunda kaldı. Bu sathi düşünceli mutaassıp topluluk sayıca az olsa da savaşçı ve etkiliydi. Ashabdan Abdullah bin Habbab ve hamile eşini sırf kendi görüşlerini paylaşmadıkları için öldürmüşlerdi. Daha sonraki dönemde de hemen her şeye karşı çıkan, muhalif bir grup olarak tesirlerini devam ettirdiler. Hatta kendi dönemlerini de aşarak bir düşünce ve mantık yürütme yöntemi olarak etkilerini günümüzde de hissettirmeye devam ettiler.


Mü'minlerin Emiri Hz. Ali, Muaviye ile yürüttüğü mücadelede bu olaydan dolayı da güç kaybına uğramıştı. Bu yüzden asiler üzerine ordu hazırlayıp göndermekte zorlanıyordu. Ortam ve insanlar değişmişti. Saadet devrindeki İslami kaygıların yerini dünyevi tasalar almaya başlamıştı. Taşların tevhid ve adalet temeli üzerine yeniden oturtulması anlamına gelen bu fazilet mücadelesinde Hz. Ali bu harici şartlar yüzünden sürekli güç ve irtifa kaybediyordu. Nitekim çok geçmeden Mısır da Hz. Ali'nin kontrolünden çıktı. Amr bin As komutasındaki birlikler Mısır'a girerek Hz. Ali'nin valisi ve Hz. Ebubekir'in oğlu Muhammed'i öldürüp cesedine türlü eziyetler yaptılar. Bu acı olayı öğrenen Hz. Aişe'nin bir daha et yemediği rivayet edilmiştir.


HZ. ALİ'NİN ŞEHİD EDİLMESİ


Hz. Ali, Hakem Olayı'ndan sonra Kufe'ye çekilip Muaviye'ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başladı. Fakat sebatsız, savaşmaktan bıkmış Iraklı askerlerden yeterli desteği göremedi. Nihayet büyük gayret ve zorluklardan sonra 40 bin kişilik bir ordu teşkil etti. O, tasarladığı son sefere çıkmak üzereyken Hariciler de Mekkede hazırladıkları eylem planına son şeklini vermekteydiler. Hariciler Hz. Ali, Muaviye ve Amr bin As'ı öldürerek kendilerince halife meselesine bir çözüm getirmeyi planlamışlardı. Bu amaçla her üç şahıs için birer suikastçı görevlendirmişlerdi. Hz. Ali'nin öldürülmesiyle görevlendirilen kişi Abdurrahman bin Mülcem'di. Bu şahıs, yardımcılarıyla birlikte Kufe'ye gelerek Kufe Camii'nde mevzilendi. Sabah namazını kıldırmakta olan halifenin arkasına sokularak onu başından yaraladı. Bu yara ağır ve öldürücüydü. Doğdu doğalı Allah'tan başkasının önünde eğilmeyen başı, yüzü ve sakalı kanlar içerisinde kalan Hz. Ali'den:


"Kabe'nin Rabbine and olsun, kazandım!" sözleri duyuldu. Çok geçmeden -iki gün sonra- şehadet mertebesine ulaştı. Bugünkü Irak'ın Necef kentine defnedildi. (Ocak 661)



HZ. ALİ'NİN HAYATI ve ŞAHSİYETİ


Gerçekten o İslam okulunun ilk öğrencisiydi. Hz. Rasul'un elinde ve evinde yetişmişti. İslamın Mekke ve Medine dönemleri de dahil bütün önemli anlarda Hz. Peygamber'in yanı başında, O'nun vefatından sonra da çizgisinin en sadık ve dikkatli izleyicisiydi.


Hz. Peygamber tarafından Ebu. Türab olarak isimlendirilen Hz. Ali'nin el­ Murtaza ve Esedullahi'l-Galib gibi lakapları da vardır. Onun; İslam'ın ilk günlerinden itibaren ilim, takva, ihlas, fedakarlık. şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflara sahip olarak yaşadığı, bütün kaynaklarda yer alır. Gerek pürüzsüz ve ideal İslami şahsiyeti, gerekse Kur'an ve sünnete derinliğine vukufiyeti herkes tarafından takdirle karşılanan nadir şahsiyetlerdendi. Hz. Ali İslam kültüründe ve özellikle İslam irfanının oluşmasında adı geçen sembol isimler arasında yer almıştır. lslam okulunun ilk kayıtlı öğrencisi olma şerefini taşımakla kalmamış, Hz. Peygamber'in;


"Ben ilim şehriyim, Ali ise kapısıdır." iltifatlarına mazhar olmuştur.


Kur'an ve sünnete yürekten bağlılığı ve dünyevi hırslardan alabildiğine uzak kalışı onu seçkin bir şahsiyet yapan en temel özellikleriydi. Cemel, Sıffın, Nehrevan gibi talihsiz olaylar sırasında gözyaşı döküp muarızlarının basiret, iman ve hidayetleri için dua edecek kadar hassas, takva sahibi bir mü'mindi. O, mücadelelerle geçen ömründe siyasi çizgisi ve tercihleriyle eleştirilmiş ve hasımlarına üstünlük sağlayan türlü desiselere ve taktiklere başvurmadığı için beceriksizlikle de itham edilmiştir. Ancak Hz. Rasulden gördüğü uygulamaları tavizsiz sürdürmeyi siyasetinin mihverine yerleştirmiş ve sonuçları ne olursa olsun bu ilkeli ve ahlaki çizgiyi ısrarla sürdürmüştür. İktidarını Hz. Rasul döneminde olduğu gibi adalete öncelik veren bir konuma oturtma kararlılığından asla taviz vermemiştir.


Süratli yayılışın sağladığı güven ve refah, kitlelerin yavaş yavaş yüzlerini daha çok dünyaya çevirmesine yol açmıştı. Bu durum İslam hükümetinin yönettiği coğrafyada halkın ekonomik, hukuki ve sosyal münasebetlerinde bazı problemlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştu. Bu problemler giderek derinleşmiş, sosyal karışıklara ve yer yer isyanlara dönüşmüştü. Bu vahim olayların Hz. Osman'ın Medine'de şehid edilmesi noktasına kadar ilerlemesi, Hz. Ali'yi hiç istemediği halde halifeliği kabul etmek zorunda bırakmıştı. Nitekim duruma hakim olur olmaz, özellikle İslam'a yeni girenlerin eğitilmesi için Medinede bir merkez oluşturmuştu. Bununla da kalmamış, geçmişte halkla yönetim arasında oluşan kopukluğu giderecek önemli tedbirler almıştı.


Hz. Ali yöneticileri ve halkı sade yaşamaya davet eder, bilhassa yöneticilerin bu konuda dikkatli olmaları yönünde titizlik gösterirdi. Nitekim Basra valisi Osman bin Hunayf'ın yoksulları bırakıp zenginlerin davetlerine katıldığını duyunca onu bir mektupla uyarmış ve onun yoksul kitlelere daha ihtimamlı davranmasını tembih etmişti. Kendisi de yoksul ve sade bir hayat sürer, bunu takvalı bir öndere yakışacak davranışlarla hayatın her alanında örneklerdi. Bu özelliğiyle Hz. Ali, sonraki dönemlerde müslüman toplumları derinden etkileyen irfan okullarının en önemli sembol kişiliğini oluşturmuştur. Nitekim;


"Çevremde aç karınlar ve susuz ciğerler varken doymuş bir karınla mı yatayım? Dünyanın güçlüklerini halkla paylaşmadıktan sonra kendime «Mü'minlerin Emiri» denmesine razı mı olayım? Hayatın zorlukları karşısında onlara bir örnek olmalı değil miyim?" derdi.

Onun siyasetinin ana çizgileri, vali ve devlet görevlilerine gönderdiği emirnamede açıkça görülür:

"Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket duyguları besleyin, onlara bir canavar gibi davranmayın ve başarınızın onları azarlayıp sert davranmakta yattığı fikrine kapılmayın!"


O, bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Güçlükler sıkıntılar ve savaşlarla geçen beş yıllık hilafet süresi boyunca sonraki dönemlere örnek teşkil edecek kalıcı izler bıraktı. Yonetimi boyunca iç karışıklarla uğraştı. Cemel, Sıffin, Hakem Olayı ve Haricilerle mücadelesi döneminin en önemli siyasi olaylarıdır. Bu trajik olayları önleme yolunda yoğun çabalar göstermişse de, dünyaya iltifat edenlerin hilafeti saltanata dönüştürmesinin önüne geçememişti. Ancak gerçek liderler dünyevi bir başarı elde etmiş olma ölçüsüyle değerlendirilmezler. Bazen yaşadığı çağda yeterince anlaşılamayan liderler yüzyıllar ötesine gönderdikleri işaretlerle cemiyet çapında değişim ve dönüşümlere ilham verirler, adalet ve özgürlük arayışlarının tutuşturucu meş'alesi olurlar.


Hz. Ali de bu özellikleriyle şanlı Peygamber'in yolunun ve bu yolun yolcularının ışığı olmuştur. Gerçek başarı budur. Zaten kendisi de şehadet şerbetini içerken:


"Kabe'nin Rabbine and olsun, kazandım!" derken bu gerçeğe işaret etmiştir.


Hz. Ali'nin şehid edilmesinin ardından taraftarlarından 40 bin kişi, oğlu Hz. Hasan'a bağlılıklarını bildirmişti. Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen halkı da halife olarak Hz. Hasan'a biat ettiler. Ancak öteden beri planlı bir şekilde Suriye'de gücünü artırmakla meşgul olan Şam valisi Muaviye ve onun etkisindeki Mısır, Hz. Hasan'a biat etmedi. Bir süre sonra Muaviye Şamda halifeliğini ilan etti. Bununla da kalmadı, 60 bin kişilik bir kuvvetle Irak üzerine yürüdü. Hz. Hasan kendisine destek veren topluluklarla birlikte Muaviye'ye karşı tedbirler almışsa da bu toplulukların çelişkili tavır ve davranışları, samimiyetten uzak tutumları yüzünden onurlu bir anlaşmayla iktidarı Muaviye bin Ebu Süfyan'a bırakmak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre Muaviye Hz. Ali'ye hakaret edilmeyeceğine ve ehlibeyte iyi davranacağına dair teminat veriyor, kendisinden sonra oğlu Yezid'i halife tayin etmeyeceğini kabul ediyordu. Ayrıca Hz. Hasandan önce ölürse halifelik Hz. Hasan'a geçecek veya Hz. Hasan'a sorulmadan yeni bir halife seçilmeyecekti.


Böylece İslam tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Dört Halife döneminin aksine, bu yeni dönemde hilafet saltanata dönüştürüldü ve cumhuriyete benzer nitelikteki istişari yönetim biçimi bütünüyle sona erdi. Yaklaşık 90 yıl boyunca Emevi ailesinden kişiler art arda hilafet görevine getirildiler.


Beni Ümeyye ailesinin Hz. Ali ve ehlibeyte karşı mücadele ederek kurdukları Emevi Devleti, işe yönetim merkezini Kufeden Şam'a taşımakla başladı. Yaptıkları kökten değişikliklerle yönetme biçimini değiştirdikleri gibi, yöneten ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi de önceki dönemden tamamen farklı bir eksene oturttular. Zamanla Emevi yönetimi baskıcı ve etnik üstünlük iddiası güden bir anlayışa kapıldığı gibi, hilafet de tamamen dünyevi bir makam haline geldi. Bazı sahabiler Muaviyeyi hilafeti saltanata dönüştürmekle itham etmekle birlikte, toplumu iç savaşlara götürecek isyanlardan kaçınarak mevcut durumu kabullenmeyi tercih etmişlerdir. Bir kısım sahabe ise Emevi zulmüne karşı girişilen bazı isyan hareketlerine açık veya gizli destek vermişlerdir.


Fetihlerle artan zenginliğin bir sonucu olarak sadece Emevi ailesi değil, başta büyük eyaletlerin valileri olmak üzere, toplumun ileri gelenleri de refah ve konfor içerisinde saraylar ve evler yaptırmışlardı. Nitekim Emevi Devleti'nin kurucusu Muaviye de Şamda Bizans yönetim kültürünün etkilerini yansıtan el-Hadra adında bir saray yaptırmıştı. Unvanı halife kalmakla beraber, artık fiilen melikti ve iktidarını ilk melik olarak tamamladı. Zaten Suriye valiliği sırasında topladığı askeri ve ekonomik güçle kendi iktidarını tahkim etmiş, melikliğe giden yolda güçlü bir altyapı oluşturmuştu. Selefi Hz. Ali'den farklı olarak siyasetin menfaate dayalı tüm kurallarını uygulamış, bu sayede yönetim çarklarının kendi istediği istikamette dönmesini ustaca sağlamıştı.


Muaviye, iktidarını pekiştirir pekiştirmez, devletin siyasi bütünlüğü ve istikrarını yeniden tesis etmek amacıyla yoğun bir çalışma içerisine girdi. Bu amaçla Muğire bin Şu'be'yi Kufe valiliğine atamış, onun kabiliyetleri sayesinde Hz. Ali taraftarlarını ve Haricileri kontrol altına almayı başarmıştı. Öte yandan Amr bin As'ı Mısır valiliğine atayarak ülkenin batı sınırlarını güvenceye almayı da ihmal etmemişti. Mervan bin Hakemi Medine valiliğine getirerek ensar ve muhacirinin kendi iktidarına karşı muhtemel tepkisini önlemişti. Güçlü komutan ve muktedir yönetici Ziyad bin Ebih'i Basra valisi yaptı. Onun sadece yetkilerini artırmakla kalmadı, bazı kimselerin Ebu Süfyan'ın oğlu olduğu yolundaki şahadetini esas alarak onu kardeşi ilan etti.


Muaviye'nin Emevi Devleti'ni kurma yolundaki yöntemlerinden birisi de, sağladığı maddi çıkarlarla rakiplerinden önemli kişileri kendi saflarına katmasıdır. İnsanların mala ve mevkie olan zaaflarını çok iyi değerlendirmiştir. Nitekim Hz. Hasan'ın ordusunu askeri bakımdan zaafa düşürmek için öncü kuvvetlerinin komutanı Ubeydullah bin Abbas'a yarısı peşin yarısı Kufede ödenmek üzere bir milyon dirhem gibi yüksek bir meblağ teklif etmiş ve onu kendi saflarına katmayı başarmıştır Genel olarak Emevi yönetimi, Arap kabile dengeleri üzerine oturmaktaydı. Yönetim, çoğu zalim ve siyasi hileleri kullanan valilerin etkisiyle afakta kalmış, baskı ve zorbalıkla da olsa içte birliği sağlamıştır. Emeviler bazen müslüman halktan bile cizye almaktan kaçınmamış, geçmiş uygulamaların aksine, devletin gelir politikasını zengin veya yoksul tüm halktan ağır vergiler almak üzerine kurmuşlardır.


Ziyad bin Ebih, Haccac bin Yusuf, Halid bin Abdullah Kasri gibi her biri zorba vali ve bürokratlar Emevi tarihinin şekillenmesinde önemli roller oynamışlardır. Yaptıkları zalimce uygulamalarla sadece bir medeniyet havzasını değil bütün insanlık tarihini kirletmişlerdir. Büyük alim Ebubekir bin Cessas, o günün valisi Haccac için; "Bu adamın Kur'anda bahsi geçen günahlardan işlemediği yoktur." diyerek onun zulüm ve haksızlıklarına işaret etmiştir.


Muaviye bir yandan güçlü ve muktedir valileri yoluyla içte otoritesini sağlamlaştırırken, diğer taraftan da uzun süredir iç karışıklar yüzünden durmuş olan fetih hareketlerine devam etti. Kartaca'ya kadar seferler düzenleyerek Kuzey Afrika'da kontrolü sağladı. Öte yandan İslam donanmasını güçlendirerek hakimiyet alanını Sicilya'ya kadar genişletti. Rodos Adası alındığı gibi, Bizanslılara karşı kara ve deniz savaşlarını kendinden öncekilerin hepsinden daha ısrarlı ve aralıksız olarak devam ettirdi. Bu amaçla bizzat elini iki defa düşman başkentine uzattı. İstanbul kuşatmaları gerçekleştirildi.'


669 yılında yapılan İstanbul Seferi'ne Peygamberimiz'in yakın arkadaşlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensari de katılmış ve Bizans surlarının dibinde şehid olmuştur.


Bu dönemde müslüman Araplar, idareci olarak Türkistandan Pirene Dağları'na, Toroslardan Hint Okyanusu'na uzanan geniş sınırlar içerisinde ülkenin her tarafına yayıldılar.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ 1077 – 1308

 GIYASEDDİN KEYHÜSREV II.


Birinci Alaeddin Keykubad, tahtını ecel otağına kurup, ruhu sonsuzluk alemine göç ettikten sonra yerine oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Annesi (Mahperi Hatun) du. Bu kız Alanya tefkuru (Kirfard) ın kızı idi. Alaeddin Keykubad bununla evlendi.. Keyhüsrev 1223 yılında dünyaya geldi. Bu tarihe gelinceye kadar Selçuk hakanları Oğuz töresine göre Türkmen kızı alırlardı. Baba ve ana soyu Türk olmıyanlar hakan olamazlardı. Türk anadan olan hakan kızlarına (İnal) denilirdi. Hakan eşlerine de (Hatun) denilirdi. Hatun (Katan) kelimesinden gelmektedir. (Prenses) anlamına ... Hakan oğullarına önceleri (Tekin) sonradan (Bey) daha sonra (Çelebi) denilmiştir. İkinci Keyhüsrev'in anası Rum olduğundan Saltanat hırsına kapılarak, Selçuk tahtında valide sultan olmak istedi. Mahperi Hatun, Birinci Alaeddin Keykubat'ın devlet büyüklerinden (Sadeddin Köpek) ile anlaştı. Bu adam ikinci Keyhüsrev'in annesiyle gizli temaslarda bulunuyor, Keyhüsrev'i tahta çıkartmak için planlar hazırlıyordu. Sadeddin Köpek'i Selçuk Sarayına sokan (Baba İshak) adında Babai tarikatının şeyhi idi. Bir ziyafette zehirli bir pilici Alaeddin Keykubad'a yedirten, Sadeddin Köpekti. Türk tarihinin en büyük hükümdarı bir suikasta kurban gitmişti. Yükselmesine devam eden Selçuk saltanatı onun ölümüyle (Yıkılma Devri) ne girdi.


Sultan Alaeddin sağlığında yerine oğlu ( İzeddin Kılıçaslan) ı seçmişti. Buna rağmen Sadeddin Köpek İkinci Keyhüsrev'i tahta davet etti. Fakat Alaeddin taraftarı büyükler Kılıçaslan'ı tahta çıkarmaya çalıştılar. Fakat Sadeddin Köpek ve adamları İkinci Keyhüsrev'i Konya'ya getirmişler iş işten geçmişti. Bunu gören Emir Kemaleddin:


Tanrı mülkü dilediğine verir diyerek, boyun eğdi. Bütün vezirler biata katılıp and içtiler.

İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev onuncu Selçuk Hükümdarı olarak 30 Mayıs 1237 de tahta çıktı. 23 yaşında ve tecrübesizdi.. Sadeddin Köpeği emir ünvanıyla başvezir tayin etti. İkinci Keyhüsrev şahsiyet itibariyle zayıftı. İçkiye düşkündü. Devlet idaresi annesi Mahperi Hatun ile Babailerin adamı olan Sadeddin Köpeğin elinde kaldı. Oysa İkinci Keyhüsrev, Selçuk Devletinin en zengin ve parlak bir devrinde tahta çıkmıştı. Babası ona zengin bir hazine, güçlü bir kara ordusu, zengin bir donanma bırakmıştı. Anadolu'nun birliği sağlanmış, siyasal anlaşmalarla komşu devletlerle dost olmuştu. Trabzon Rum İmparatorluğu, Kilikya Ermeni Krallığı, Mısır Eyyubi Devleti, Artuk Oğulları Selçuklulara tabi olmuşlardı. Fakat başa geçirilen İkinci Keyhüsrev bu durumu muhafaza edebilecek yaradılışta değildi.




SADEDDİN KÖPEK


Sadeddin Köpek, Başvezir olduktan sonra, genç hükümdarı avucu içine aldı. Memleketi dilediği gibi idare etti. Kısa bir zamanda soysuzluğunu, mayasının bozukluğunu ortaya attı. Fesatlığa başlamıştı. Selçuk tarihinde bundan kötü adam gelmemişti. Devleti içinden çökertti.


Selçuk ülkesine sığınmış birçok beyler vardı. Bunlar devlete bağlı olarak hizmet ediyorlardı. Harzemlilerin ileri gelenleri (Kırhan) idi. Alaeddin Keykubadın da sevdiği bir zattı. Şehzade Kılıçaslan'ı da tutmakta idi. Sadeddin Başbuğ Kırhan'ı ortadan kaldırmağa karar verdi. Bir gün İkinci Keyhüsrev'e dedi ki :


Sultanım Kırhan sizden yüz çevirdi. Memleketten kaçarak, Rum Diyarına gidip, düşmanları üzerimize saldırtacaktır. Kırhan'ı hapsetmek lazımdır. Bu diğer beylere de gözdağı olacaktır.


  İkinci Keyhüsrev gençlik ve tecrübesizliği yüzünden, bu sözlere hemen kandı. Vezirine de :


Savaşa davet edin, derhal onu tutup (Zemento) kalesine hapsediniz, diye emir verdi. Kırhan yakalanarak hapsedildi. Fakat kalede hastalanarak öldü. Bunu haber alan Harzem Beyleri oymaklarını alıp kaçmağa başladılar. Geçtikleri yerleri yağma ederek, yurdun iç düzenini sarstılar. Bütün bunlara sebep Sadeddin Köpek oldu. Anadoludan binlerce insanın göç ettiğini görünce bunların sınır dışı çıkmalarına rnani olmağa çalıştı Kemalettin Kamyari'yi onları geri çevirmeğe memur etti. Harzemler Fırat nehrini geçerlerken önledi. Fakat beyleri dediki:


Biz felakete uğramış Harzemliler merhum Sultan Alaeddin'in gölgesi altında rahata ermiştik. Fakat yeni Sultan Başbuğumuz Kırhan'ın ölümüne sebep oldu. Biz de bu hanedana hizmet etmemeğe karar verdik. Başka diyarda rızkımızı aramaya çıktık.


Beyler bunları yola getirmeğe çalıştılarsa da Harzemliler dinlemediler. Nihayet Harzemlilerle savaş başladı. Birçok beyler öldü. Ertakuş Bey de esir düştü. Harzemliler yollarına devamla Urfa tarafına giderek mevzi tuttular. Selçuklular yenildiler. Bu yenilgeyi duyan Sadeddin Köpek yenilen Kemalettin Kamyarı da yok etmeği fırsat bildi. Onu da (Kavele) kalesi zindanında öldürttü. Çünkü bu bey de Alaeddin'in adamı idi. Aynı zamanda şairdi.


Bu hallerden canı sıkılan Çaşnigir (Altubey) bir gün;


Bu Köpeği saraydan uzaklaştırmazsak, ısırmadık kimse bırakmıyacaktır dedi.


Bu sözler Sadeddin Köpeğin kulağına gitti. Bir gün Sultan İkinci Keyhüsrev'in huzurunda divan toplanmıştı. Görüşürken, Köpek sultanın yüzüğü parmağında olduğu halde ilerliyerek Altubey'in ak sakalından tutarak onu yere çaldı ve sürükleyerek saray ağasına teslim etti. Derhal dışarda başı vuruldu. Köpek bu derece korkunç bir hal almıştı.


Sadeddin Köpek bu defa Şehzadeler meselesini ele aldı. Şehzadelerle üvey annesi Melike Adileyi birbirlerinden ayırıp hapis edilmesini Gıyaseddin İkinci Keyküsrevden istedi ve ondan ferman aldı. Melike Adileyi Ankara kalesine hapsettirdi. Melike Adile Mısır Eyyubi hükümdarı Melih Muazzam'ın kızı, Alaeddin Keykubad'ın ilk eşi idi. Melike Adile 1238 yılında Ankara kalesinde keman kirişiyle boğduruldu. İkinci Keyhüsrev'in ölümünden sonra Melike Adilenin kızları annelerinin cesedini Kayseri'de yaptırdıkları bir türbeye gömdüler. Melike Adile'nin oğulları Süleyman ile Kılıçaslan'ı da Borgulu'ya gönderip hapsettirdi. Sonra da bunları öldürtmek için (Armagan Şah) a emir verdi. Fakat bu iyi kalbli adam bu iki masum şehzadeleri öldüremedi. Fakat bir müddet sonra celladlara boğdurttu.


Kana susamış olan Sadeddin Köpek bu defa da Alaeddin Keykubad devrinin büyüklerinden Pervane (Taceddin) in vücudunu ortadan kaldırmağa karar verdi. Taceddin Sadeddin'in elinden kurtulmak için Ankara'ya çekilmişti. Fakat Köpek onun peşini bırakmadı. Nihayet ona da bir çamur attı. Güya Taceddin Ankara'da Harput Melikinin sarayında bulunmuş güzel sesli bir çalgıcı kızıyla nikahsız olarak yaşadığını ileri sürdü. Bu uygunsuz hali din adamlarına müracaat ederek:


Nikahsız bir kadınla yaşıyan bir adamın cezası nedir? diye sordu. Kadılar da (Recm) edilmesi, yani yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesi lazımdır, dediler. Bir de fetva verdiler. Köpek bu fetvayı İkinci Keyhüsrev'e gösterip öldürülmesi için emir aldı. Mührünü Sultana uzatarak fermanı yazdırttı. Sadeddin Köpek bu fermanı alınca Ankara'ya gitti. Derhal Taceddin'i tevkif ettirerek Ankara'nın bir meydanında beline kadar toprağa gömdürttü. Devlete büyük hizmetler etmiş, ince ruhlu bu adamı feci bir şekilde ölüme hazırladı. Meydanı dolduran halk onu taşlaya taşlaya öldürdüler. Bu tarihte görülmemiş bir olay olmuştu. Bütün mallarını da Sadeddin Köpek alarak Konya'ya döndü. Artık bütün vezirler, beyler onun dehşetinden titriyorlardı.



Sadeddin Köpek bundan sonra bir kuvvetin başında Suriye'ye doğru hareket ederek 1238 tarihinde (Samsad) kalesini aldı. Askerlerine pek çok mal armağan etti.


Sadeddin Köpek öyle bir hal almıştı ki İkinci Keyhüsrev bile ikinci planda kalmıştı. Köpek Samsad Kalesini aldıktan sonra buraya bağlı (Kefersud) köyünde gizlice (Babai) tarikatını kurmuş olan (Baba İshak) ile temasa gelmeğe başladı. Bababileri isyan ettirip Selçuk Devletini yıkıp, kendisi baş olmak sevdasında idi. Sadeddin Köpek İkinci Keyhüsrev'in huzuruna, boynundan asılı bir kılıç ile girip çıkmağa başladı. Keyhüsrev bu adamdan yavaş yavaş şüphelenmeğe başladı. Nihayet Babailerle babası zamanından beri gizli temaslarda bulunduğunu öğrendi. Köpeğin maksadının devleti yıkmak olduğunu pek geç anlayabildi. Sadeddin Köpeği yok etmeğe karar verdi. Fakat bu işi kim başarabilirdi. Bunu Candar (Karaca) nın yapabileceğini öğrendi. Hassa kölelerinden birini Sıvas'a gönderip Karaca'yı davet etti. O da acele geldi. Köpek bu adamdan nedense fena halde ürkerdi. Karaca gece yarısı Köpeğin evine gitti. Köpek ona sordu:


Sultanla görüşmek için mi geldiniz?


Karaca :


- Ben veziri azamın izni olmadan hiç sultanın huzuruna çıkabilir miyim? dedi.


Köpek onu o gece evinde misafir etti. Sabahleyin de Keyhüsrev'in huzuruna çıkardı. Karaca hükümdarla gizlice konuştu. Ona:



Artık bu adam gemi azıya aldı. Bütün vezirleri yok etti.


Şimdi de huzura kılıçla giriyor. Babailerle temastadır. Bu adam devlet için bir tehlike oldu. Bunun vücudunu kaldırmak lazımdır .. Bu işi de size bırakıyorum dedi. Sadeddin Köpeği bir ziyafete davet edip kararını orada tamam etmeği kararlaştırdılar. Ertesi gün İkinci Keyhüsrev Köpeği davet etti. Sofra kuruldu. Biraz sonra Sadeddin'in geldiğini haber verdiler. Karaca bir kaç adamıyla onu karşıladı. İlerlerken elindeki bir çomağı Köpeğin başına salladı. Fakat başına gelmeyip omuzuna geldi. Köpek Karaca'nın üzerine saldırdı. Bu esnada Doğan Bey kılıcını çekerek vurdu. Köpek başından kanlar akarak sarayın Şaraphanesine kaçtı. Buradaki adamlar üzerine üşüşerek onu kanlar içerisinde yere serdiler. Bir caniyi yok ettiler. Cesedini de parçaladılar. İkinci Keyhüsrev herkese ibret olsun diye cesedinin yüksek bir yere asılmasını istedi. Köpeğin parça parça cesedi demirden bir kafes içersinde astırıldı. Sonra onun cesedi Konya - Aksaray yolu üzerinde bulunan (Zazadin) kervansarayı civarına gömüldü. Memleket bu hain adamdan kurtuldu.



Sadeddin Köpek, Köprü kazasında bulunan Köpek köyünde doğmuştu. Adı sadece Köpektir. Babasının adı Mehmet'tir. Annesi Konya zenginlerinden birinin kızı olan (Şehnaz) olup, bu güzel ve aynak kadın Keyhüsrev'in sevgilisi kötü bir kadındı. İşte bu anadan doğan Köpek, Selçuk saltanatını alt üst etti. Devleti zayıf düşürerek yıkılmasına sebep oldu.


DİYARBAKIR'IN FETHİ


Selçuk komutanları uzun zamandan beri fethedilemiyen Diyarbakır'ın alınmasına karar verdiler. Bu kararlarını Sultan İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev'e bildirdiler. O da bu sefere razı oldu. Derhal komutanlardan (Çavlı) Bey ile (Yutaş) ın emrine bir ordu verdi. Ordu harekete geçti ve Diyarbakır'a gelerek kaleyi kuşattı. Bir türlü bu büyük ve kuvvetli kale alınamıyordu. Bir gün bir burcun komutanlarından (Dinari Oğlu Fahrettin) bakıyordu. Bu burç komutanıyla (Kaymaz Oğlu Aslan Bey) görüştüler. Aslan Bey dedi ki:


Sultana karşı daha ne zamana kadar savaşa devam edeceksiniz?. Fahrettin de :


Size öğle üzeri şehrin su yolu kapısına bir adam göndereceğim. Onu komutanınıza götürün dedi. Öğle üzeri su yolu kapısından dilenci kılığında bir adam göründü. Aslan Bey onu alıp komutanın yanına götürdü. Ona dedi ki:

Selçuk ordusu dünya ordularının en üstünüdür. Onun ordusu bu kaleyi de kuşatmıştır. Maksadına erişmeden geri dönmiyecektir. Kaleyi teslim ederseniz nimetlere nail olacaksınız dedi. Bu elçiye de elli altın verdi. Elçi ertesi gün tekrar geldi. Dedi ki:


Gece kalenin demir kapısı önünde ateş yakınız. Biz o zaman mancınık iplerini burçlardan sarkıtacağız. Askerleriniz de kaleye çıksınlar dedi. Kale karşılığı dört yüz bin akçe sandıklara konuldu. Gece askerler demir kapının önünde ateş yaktılar. Bunu gören Dinari Oğlu Fahrettin kendi burcundan ipleri sarkıttı. Askerler burca tırmanırlarken diğer burçlardaki nöbetçiler gördüler. Meşaleler yakarak etrafı aydınlattılar. Ve hücuma başladılar. Selçuk askerleri de kaleye çıkamadılar. Fahrettin'in hiyanetini anladılar. Fakat ertesi gün şehrin büyükleri toplanarak şehri teslime karar verdiler. Diyarbakır büyükleri Aslan Bey'le görüşerek şehri teslim edeceklerini bildirdiler. Ertesi gün beyler birliklerinin başında şehre girip, Sancaklarını kale burçlarına çektiler. Anadolunun büyük ve tarihi şehri Diyarbakır (Amid) Selçuklu mülküne katıldı 1240. Bu zafer ikinci Kayhüsrev'e bildirildi. Candar Mübarizeddin İsa Bey Subaşı tayin olundu. Bu devrin tek zaferi bu oldu. Şenlikler yapıldı. Her tarafa fetihnameler gönderildi.


İkinci Keyhüsrev, Sadeddin Köpeğin darıltmış olduğu Harzemşahlara geri dönmeleri için elçi gönderdi. Fakat gelmediler. Bunlarla savaş başladı. Harzemşahlar yenilerek Bağdat'a sığındılar. Bu sıralarda Gıyaseddin Keyhüsrev gürcü kızı (Tamar) ile evlendi. Keyhüsrev Tamar Hatunu o derece sevdiki, bastırdığı paralarda güneş şeklinde Tamarı, kendisini de aslan şeklinde göstermiştir. Bu gürcü kızdan İkinci Alaeddin dünyaya gelmiştir. İkinci Keyhüsrev Diyarbakır'ı aldıktan sonra, Suriye Eyyübi melikliği Selçuklulara bağlandı. Bundan sonra Anadolu Selçukluları için tehlike çanı çaldı. Babai isyanı, arkasından Moğol istilası devleti kökünden sarstı. Yıkılışa sürükledi.




BABAİ İSYANI


Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev zamanının en önemli olayı (Babai isyanı) olmuştur. Bu isyan Türkmenlerin Selçuklu idaresine karşı düşmanlığıdır. Türkmenler zaman zaman Selçuk idaresine karşı isyanlar çıkarmışlardı. Kınık hanedanının devamını istemiyorlar, diğer Oğuz boylarının devlet idaresini ele almasını istiyorlardı. Babai isyanının üç sebebi vardı. Birincisi Kınık hanedanını çekememek, ikincisi sünni idareye karşı Alevi Türkmenlerin düşmanlığı, Arap ve Acem kültürüne karşı tepki, üçüncü sebep ise sosyal ve ekonomik idi. Halk bakımsız ve yoksuldu. Bu sosyal sefalet, sultanların safahatına karşı kin beslemesi olmuştur. Bu isyanı da Horasan erenleri denilen, tasavvuf ehli şeyhler idare ettiler. Babailik adı altında bir tarikat isyanı Anadolu'yu ateşe verdi. Dolayısıyla devletin birliği sarsıldı. Babai isyanını hazırlayan İkinci Keyhüsrev'in veziri Sadeddin Köpek olmuştu. Hükümdara nüfuz ederek Babaileri teşvik etmişti.


Babailik Tarikatını kuran (Horasanlı Baba İlyas) adında birisi idi. Bu şeyh Horasan'dan kalkarak Amasya'ya geldi. Kendisini tanıtarak Kayseriye kadı tayin olundu. Sonra (Mesudiye) dergahı şeyhliğine getirildi. Burada Babai tarikatını yaydı. Babailik kısa bir zamanda Türkmenler arasına yayıldı. Bunlar Selçuk idaresine düşmandılar. Bu esnada Baba İlyas'ın dergahına (Baba İshak) adında birisi devama başladı. Bu adam kısa bir zamanda kendisini şeyhine sevdirdi. Onun halifesi oldu. Baba İshak (Samsad) kalesine bağlı (Kefersud) köyüne yerleşerek Babailiği yaymaya başladı. Burada bir çok müridlere sahip olduktan sonra Amasya'ya gitti. Dindar görünerek halka kendini sevdirdi. Çok muhteris bir adamdı. Anadolu'da büyük bir isyan hazırlığını kafasına koydu. Bu maksadına erişmek için Sadeddin Köpeği Konya sarayına gönderdi. Köpek koyu bir Babai idi. Birinci Alaeddin'i zehirleyen o oldu. İkinci Keyhüsrev'i tahta çıkarttı. İşte bu zaman Köpek vasıtasıyla Baba İshak teşkilatını genişletti. Tokat, Çorum, Sivas ve Canik vilayetlerinde binlerce Türkmeni tarikatına soktu. Her iş tamam olunca Baba İshak isyana hazırlandı.


Halka İkinci Keyhüsrev'in kötülüklerini, onun şarap içtiğini söylüyordu. Harzemlilere de adam göndererek onları da teşvik ediyordu. İki adamını Türkmenlere göndererek hazır olmalarını bildirdi. Bunun üzerine Şimşat, Kefersut, Antep ve Suriye'deki Türkmenler (20.000 kişi) toplandı. Ayrıca Amasya, Tokat, Sivas ve Çorum Türkmenlerinden de 30.000 kişi isyan bayrağını açtılar.


3.Ağustos.1239 tarihinde 50.000 Türkmen Şimşat bucağından hareket ederek ortalığı gürültüye verdiler. Kimi atlı, kimi yaya ellerinde koca palalar, baltalar, teberler bir sel gibi önce Baba İshak'ın doğduğu (Kefersut) bucağını ateşe verdiler. Siyah dumanlar etrafı yalamağa başladı. Babailiğe boyun eğenlere aman verdiler. Karşı koyanları insafsızca öldürdüler, mallarını yağma ettiler. Her tarafı kana boyadılar.

İsyan eden Babailerin üzerine (Alişir oğlu Muzafferüddin) bir kuvvetle yürüdü. Her iki taraf saflar tutarak kanlı bir kavgaya tutuştular. Babailerin çılgınca hücumlarına dayanamıyan Selçuk ordusu bozguna uğradı. Bayrağı, davulu asilerin eline geçti. Alişir oğlu Malatya'ya döndü. Bu defa Babailerin üzerine Kirman oymaklarından kalabalık bir kuvvet gönderildi. Yine savaş başladı. Bu kuvveti de perişan ettiler. Asiler büsbütün şımardılar. Sıvas üzerine yürüyerek köyleri bastılar. Sıvas halkı bunlara karşı koymağa çabaladı. Baba İshak müridleri onları da bozguna uğrattı. Kendilerine karşı gelenleri öldürdüler. Bu çarpışmada ellerine çok mal geçti. Bundan sonra Tokat ve Amasya üzerine bir çekirge sürüsü gibi akmaya başladılar. Tokatlıları da yendiler. Burada bulunan Türkmenler de bunlara katıldı. Amasya'ya geldikleri zaman büyük bir kuvvet haline gelmişlerdi.


Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev Anadolu'nun bu büyük ayaklanmasını haber alınca Kayseri'deki (Kubad Abad) kalesine çekildi. Bir ordu hazırlayarak Amasya serdan (Hacı Armağan Şah) ı Babailerin üzerine gönderdi. Anadolu bu şekilde yağmaya uğrayınca Zenginler ve ulema Mısır'a kaçtılar.


Orta Anadolu'nun yerinden oynadığını gören uç beyi (Ertuğrul Gazi) Kayıhanlılardan topladığı bir kuvvetle Babailerin üzerine yürüdü. Babailerle Amasyanın Çat mevkiinde çarpıştı. Önlerine gelenleri kılıçtan geçirdiler. Babailer neye uğradıklarını bilemediler. Kayıların bu kahramanlığını gören Anadolu Beyleri ve zenginleri Söğüt'e gittiler. Bu olay Selçuklu Kınık hanedanı yerine ilerde Kayı hanedanın yerini alacağını haber vermişti.


İkinci Keyhüsrev'in Hacı Armağan Şah'la gönderdiği ordu asilerle çarpışarak onları bozguna uğrattı. Babailer Amasya kalesine sığındı. Baba İshak da dergahına sindi. Kale kuşatıldı. Sonra da askerler içeri girdiler. Armağan Şah Baba İshak'ı tekkesinden çıkarıp derhal başını vurdurdu. Kanlı cesedini de kaleye astırdı. 23 Temmuz 1240.


Baba İshak öldürüldü. Fakat asiler teslim olmuyorlardı. Armağan Şah bunları takibe koyuldu. Nihayet bir vuruşmada yaralanarak öldü. Bunun üzerine ikinci Keyhüsrev Erzurum'da bulunan orduya haber gönderdi. Bu ordu süratle Sivas'a geldi. Babailer Kırşehir'in (Malya) ovasında toplanmışlardı. Bunların üzerine öncü olarak Candar (Behram Şah) gönderildi. Büyük ordu da arkadan yürüdü. Babailer ani olarak hücuma kalktılar. Her iki taraf şiddetli bir kavgaya tutuştular. Babailer beraberlerinde çoluk çocuklarını da taşıyorlardı. Babailerden dört yüz kişi öldürüldü. Bunu gören Babailer yüklerini siper yaparak Selçuk ordusunu ok yağmuruna tuttular. Büyük ordu da yetişti. Babailerin etrafını sardılar. Nihayet teslim oldular. Bunlar çoluk çocuğuyla kılıçtan geçirildi. Son Babai kuvvetleri de yok edilmiş oldu. Derhal İkinci Keyhüsrev'e bir ulak gönderilerek Babai isyanının bastırıldığı haber verildi 1241. Fakat Babailiği Anadolu'da (Süleyman Türkmani), (Burak Baba), (Baba Aybey) uzun zaman yaşattılar. Bunlara (Işık Tayfası) adı verildi.


Babai isyanı Selçuk devletinin zayıfladığını, halkın devlet idaresinden memnun olmadığını, Anadolu'nun birliğinin bozulduğunu belirtti. Bundan da İran'a yerleşmiş olan Moğollar faydalandılar. Sadeddin Köpek gibi soysuz bir hain, Baba İshak gibi bir şeyh devleti kökünden sarsmağa kafi geldi.



KÖSEDAĞ SAVAŞI


Anadolu Selçuklu Devletinin başında zayıf bir hükümdar olan Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev bulunuyordu. Her bakımdan acizdi. Babası Birinci Alaeddin Keykübad siyasi dehasiyle doğu komşusu olan Moğol'larla dost olmuştu. Moğol'lar Anadolu için en büyük tehlike idi. İkinci Keyhüsrev bunu düşünemedi. Moğol'ların dostu olan babasını da zehirletti. Babası ağrılar çekerek can çekişirken Moğol Beylerinin biri bu feci sahneyi görmüş, bunu da Moğol Hanına anlatmıştı. Bu yüzden Moğol'ların da nefretini kazanmıştı. Esasen onlar fırsat bekliyorlardı.


Birinci Alaeddin devrinde Moğol'ların Hanı (Cengiz Han) Orta Asya'yı kavuruyordu. Cengiz Moğol'du. Moğol ve Türk kabilelerini başına toplayıp, büyük bir ordu hazırlamıştı. Ordulariyle Çin'e akın ederek idaresi altına aldı. Bundan sonra Harzemşah'lıların üzerine yürüyerek Maveraünnehri, Semerkant'ı, Buhara'yı, Horasan'ı işgal etti; İran'ı da idaresi altına alarak, Selçuklularla komşu olmuştu. Cengiz her tarafı yakıyor yıkıyordu. Asya Cengiz zamanında kana boyandı.


Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev 1240 tarihinde Babai isyanını bastırdığı sıralarda İran ordusu komutanlığına (Bayçu Kurçi) tayin olundu. Bayçu itibarını yükseltmek ve askeri kudretini tanıtmak istediğinden, Anadolu'ya sefer açarak Selçuklu Devletini ortadan kaldırmak için bir ordu hazırlattı. 30.000 kişilik Moğol ordusu ile Erzurum üzerine yürüdü. Erzurum surlarının etrafına mancınıklar yerleştirdikten sonra şehri kuşattı. Durmadan şehrin içine taş yağdırdılar. Erzurum serdarı (Sinanüddin Yakud) bir kaç defa kaleden çıkış yaptı. Fakat, Moğollar bir türlü şehri alamıyorlardı.

Esasen kış da bastırmıştı. Çekilip gideceklerdi. Lakin (Müşerref Duyni) adında şehir beyi şehri teslim etmek için Bayçu'ya gizlice haber saldı. Bu alçak ruhlu adam Sinanüddin Yakud'a düşman olduğundan bu hiyaneti işlemişti. Duyni kendi kale burcuna geceleyin iki yüz Moğol askerini çıkardı. Bunlar kale kapılarının kilitlerini parçalayıp kapıları açtılar. Moğol askerleri karınca sürüsü gibi şehre daldılar. Komutan Yakud, üzerlerine vardı. Güneş doğana kadar Erzurum'un içine kan döküldü. Moğol'lar mahallelere dalarak çocuk, kadın, genç, ihtiyar demeyip kılıçtan geçirdiler. Bir taraftan da yağmaya koyuldular. Kale serdarı Sinanüddin Yakud ile oğlunu başları açık elleri bağlı olduğu halde Bayçu'nun karşısına getirdiler. Altın ve gümüş nesi varsa önüne yığdılar. Bayçu da mücevherlere bakarak dedi ki:



Sende mademki bu kadar servet vardı da, bunları vatanın için niçin sarfetmedin, asker toplamadın? Ak akçe kara gün için değil midir?


Sinanüddin de :


- Bir gün sana kalacak bu malları sarf etmek elde değildi, çünkü sana nasipmiş dedi. Bayçu:


- Başını vurun!


Diye bir emir verdi. Oğlu ile beraber başını kestiler. Moğol'lar Erzurum'u yağmaladıktan sonra geri döndüler 1241. Sultan İkinci Keyhüsrev Erzurum'u Moğollar'ın kuşattığını duyunca bir ordu gönderdi. Bu ordu Erzincan'a geldiği zaman iş işten geçmişti. Ordu geri döndü.


Erzurum felaketi üzerine İkinci Keyhüsrev bir divan kurdu. Moğol tehlikesini önlemek üzere ne gibi tedbirler alınmasını görüştüler. Komşu devletlerle dostluk sağlamak, onlara para yardımı yaparak asker toplamağa karar verdiler. Bu yardım Şam Melikinden, Ahlat Bey'i ile Sis Tekfurundan istenildi. Bunlar da askeri yardımda bulundular.


İlkbahar'da 80.000 kişilik bir odu toplandı. Bu hazırlık iki yıl sürdü. Moğol ordusu ise 40.000 kişilik idi. Ordu Sivas'a gelip bekledi. Bayçu, Selçukluların bu hazırlığını duyunca o da ordusunu hazırladı. Tecrübeli komutanlar İkinci Keyhüsrev'e düşmanı Sivas'ta beklemesini söylediler. Fakat genç komutanlar hiddetlendiler, ileri gidilmesini istediler ve:


Bu can kaygusu, ölüm korkusu ne zamana kadar devam edecek. Erzurum halkı kılıçtan geçirilirken bize ileri gitmek, düşmanı Tebriz'de karşılamak gerekir dediler. Bunun üzerine İkinci Keyhüsrev bir gün sonra yola çıkılmasını emretti. Sipahilerden 80 kişi öncü olarak gitti. Bunlar Kösedağ'a gidip konakladılar. Fakat hükümdarın huzurunda kumandanlar birbirlerine girdiler. Ne sultanı sayıyorlar ne de yararlı bir fikir ortaya atıyorlardı. Bunların içinde sarhoş olanlar bile vardı. Bunların hiç birisi düşmanı yenecek kudrette değillerdi. Eski değerli komutanlar kalmamıştı. Derhal taarruz edilmesini bildirdi. Bayçu da 40.000 süvarisiyle Erzincan'ın Akşehir ovasına gelmişdi. Selçuk ordusu ilerleyip 3 Temmuz 1243 tarihinde (Kösedağ) a vardı. Kösedağ Sivas'ın 60 km. doğusunda, Zara kasabasının kuzeyindedir. Moğol ordusu buraya gelmiş konmuştu. Selçuk askerlerinin dağ geçitlerinden süzülerek indiklerini gören Bayçu dedi ki:


Bunların karşısında kaçmaktan başka çare yoktur. Başımı kılıçların altında görüyorum.


Öncü kuvetler ovaya indiler. Bunların indiklerini gören Bayçu derhal bunların etrafını çevirdi. Bir anda birbirlerine girdiler. Ovada kanlı bir boğuşma başladı. Bayçu askerlerini çekti. Selçuklular sevindiler. Fakat tekrar bir hücumla hepsini öldürdüler. Büyük kuvvetler dağ üzerinde dağınık bir halde idi. Bütün bu kuvvetlere komuta edecek bir baş komutan yoktu. Ordunun baş komutanı hayatında harp görmemiş olan Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev idi. Kösedağ ovasına askerlerini sevk edemedi. Öncü kuvvetlerin kılıç altında can verdiklerini gören komutanlar taarruz edeceklerine kaçmağı tercih ettiler. Seksen bin kişilik bir ordu kırk bin Moğol'a yenildi. Selve oğlu adlı bir komutan bayrağını indirip kaçmağa başladı. Nasuhiddin adlı bir komutan da düşmanla çarpıştıktan sonra geri dönerek, İkinci Keyhüsrev'in karargahına geldi. Sert bir şekilde:


Değersiz komutanların tedbirsizliğine uyup ta, düşman karşısına çıktık. Memleketi, milleti felakete sürüklediniz.


Dedikten sonra atına atlayıp Halep'e doğru atını sürdü. İkinci Keyhüsrev Kösedağ Savaşının kaybedildiğini anlayınca, mendilini yüzüne kapayıp ağladı. Güneş batmak üzere iken atına binip savaş meydanından ters yüz etti. Öncülerin bozulmasını yenilgi zanneden İkinci Keyhüsrev, Selçuk devletini büyük bir felakete sürükledi. İyi bir savaş adamı olsa idi büyük kuvvetlere emir verir, meydan savaşı yapardı. Bu tecrübesiz, iktidarsız hükümdar, ordusunu mukadderatiyle baş başa bırakıp Tokat yolunu tuttu. Hazine ve Çadırını da Tokat'a gönderdi. Yolda karşısına çıkan Çavlı Bey'e sordu:


Durum ne halde? Çavlı Bey:


Alınacak bir tedbir kalmadı.


İdare dizginini sana bırakıyorum. Nasıl yapabilirsen öylece hareket et! Deyip Tokat yolunu tuttu. İkinci Keyhüsrev kılığını değiştirerek Tokat'a girdi.


Kösedağ tepelerinde dağınık bir halde bulunan askerler Sultanın kaçtığını haber alınca dağıldılar. Moğol komutanı sessizliğe bir mana verememiş, olan bitenden haberi yoktu. O, büyük bir savaş bekliyordu. Ertesi sabah Selçuk çadırlarının yerinde olduğunu görerek askerlerini pusuya yatırmış olduğunu zannetti. İki gün daha geçince çadırları yokladılar. Askerlerin kaçtıklarını görünce hayret etti. Sayısı belirsiz mallara sahip oldular. Derhal kaçanları takibe koyulup Sivas'a kadar geldiler. Sivas kadısı Bayçu'ya karşı çıkıp aman diledi. O da üç gün yağmaya razı oldu. Cana kıymadılar, mal yağma ettiler. Bu yüz kızartıcı Kösedağ bozgunu, Moğollara Anadolu'yu istilaya yol açtı.


Gıyaseddin Keyhüsrev'in annesi Mahperi Hatun Kayseri'de idi. Onu Kayseri'den kaçırdılar. Çünkü Moğol'lar buraya doğru hareket ettiler. Kayseri'yi kuşatıp, nihayet aldılar. Burası zengin bir ticaret şehri idi. Günlerce yağma ettiler. Sonra da ateşe verdiler. Aldıkları esirleri de Meşhed ovasında kestiler. Sonra da Erzincan'ı yağma ettiler. Memleket büyük bir felakete uğradı. Bu hale bir son vermek lazım geliyordu.


Selçuk baş veziri Mühezzibüddin Ali Amasya'da idi. Amasya kadısıyla görüşüp Moğollar'la barış yapmasına karar verdi. Kadıya dedi ki :


Memleket Sultanın bilgisiz ve gençliği yüzünden bu hale düştü. Bunlara kılıçla mukabele etmektense, bunu barış yolu ile halledelim.


Kadı bu teklifi doğru buldu. Her ikisi yola çıktılar Erzurum sınırında Bayçu'ya yetiştiler. Onunla barış şartlarını görüştüler. Bayçu'ya dedi ki:

Bu savaşta üç bin er'imiz öldü. Fakat Sultanın emrinde daha yüz bin kişilik ordu vardır. Anadolu halkı Selçuk Sultanlarına çok bağlıdır. Bu bozgun komutanlar arasındaki anlaşmazlıktan doğdu. Bunun için barış, her iki taraf için hayırlı olur. Barış şartlarını ikinci Keyhüsrev'de kabul etti. Şartlar pek ağırdı. Her yıl vergi vermek şartiyle barış yapıldı. Bu vergi her yıl 1.200.000 altın 500 parça sırma işlemeli ipek kumaş, 500 at, 500 deve, 5.000 koyun ve bunlardan başka hemen bu değerde hediyeler verilecekti. Kösedağ yenilgisinden sonra Orta ve Doğu Anadolu'ya hakim oldular. Barış yapmağa muvaffak olan Başvezir Mühezzibüddin'e İkinci Keyhüsrev altın işlemeli bir kılıç. ile tımarlar verdi. Fakat o tımarları devlete bağışlamak büyüklüğünü gösterdi. Bu vezir bir müddet sonra öldü. Onun yerine Başvezirlik (Şemseddin) e verildi. Vezir Şemseddin Anadolu'da bulunan (Sis) şehrini Ermenilerden almağa gitti. Fakat alınamadı. Ordu bu seferden döndüklerinin yedinci günü, İkinci Keyhüsrev'i Alanya'da vahşi bir hayvan ısırdı. 30 Mayıs 1246 üç; gün yas tutuldu. Gıyaseddin İkinci Keyhüsrev 9 yıl saltanattan sonra 23 yaşında genç olarak öldü. Babasını zehirletmek suretiyle tahta geçmişti. Fakat huzur bulmadı. Sefahat ve içkiye düştü. Memleketi idare edecek kudrette değildi. Kösedağ yenilgisi de, memleketi felakete sürükleyip yıkılmasına sebep oldu. Zamanı, cinayetler ve entrikalarla geçti. Annesi Rum Mahperi Hatun'un ihtirasları, Sadeddin Köpeğin hiyaneti, Babai isyanı, nihayet Moğol istilası, bu kuvvetli devleti kökünden sarstı. Bir daha kendini toparlayamadı yıkılma devrine girdi.




SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

OSMANLI MAGNA CARTASI

 


Ekim 1808, İstanbul


Tahtta III. Selim'le 19. yüzyıla giren Osmanlı İmparatorluğu 1789'da gerçekleşen Fransız Devrimi'nin tüm Avrupa'ya yaydığı rüzgarlardan etkileniyordu. Zaten oldukça uzun bir zamandır sürmekte olan "yenileşme" ve "modernleşme" çabaları III. Selim'le birlikte yeni boyutlar kazanıyordu. Uzun zamandır askeri bir örgütlenme olarak etkinliğini yitirmiş olan Yeniçeri Ocağı yerine kurulan Nizam-ı Cedid, yani "Yeni Düzen" adını taşıyan ordu sadece askeri açıdan değil bütün bir toplumsal düzen açısından da bir mesajı içeriyordu.


Yeniçeriler bu "Yeni Düzen" işinden memnun değildiler ve sonuçta ayaklandılar. Kabakçı Mustafa İsyanıyla III. Selim'i devirdiler ve 29 Mayıs 1807'de yerine IV. Mustafa'yı tahta çıkardılar. Nizam- ı Cedid yanlıları kılıçtan geçirilirken önde gelen bazıları kaçarak Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığındılar.


Rusları Silistre'de durdurmakla ünlü Alemdar Mustafa Paşa okuma yazma bilmeyen bir askerdi, ancak III. Selim'e bağlı ve onun yapmak istediği düzenlemeleri destekliyordu. Kendisine sığınanlar Alemdar Mustafa Paşa'yı ordusuyla İstanbul'a yürümeye ve III. Selim'i yeniden tahta çıkartmaya ikna ettiler. Nitekim 1808 yazında Rumeli askeriyle İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa, daha önce Kabakçı Mustafa'yı öldürttüğü için hızla duruma egemen oldu ve sarayın kapısına dayandı.


Ancak IV. Mustafa III. Selim'in ve şehzade Mahmud'un öldürülmelerini emretmişti. Saraya girdiğinde III. Selim'in cesediyle karşılaşan Alemdar Mustafa Paşa haremdeki kadınların kendisini saklamaları sayesinde kurtulan II. Mahmud'u 28 Temmuz 1808'de tahta çıkaracaktı.


Yeni padişah tarafından sadrazamlığa getirilen Alemdar Mustafa Paşa III. Selim'in başlattığı reformların sürdürülebilmesi için merkezi otorite (padişah ve İstanbul) ile yerel otoriteler (ayan ve taşra) arasında bir uzlaşmanın yapılmasının ve ilişkilerin yeniden düzenlenmesinin zorunlu olduğunu düşünüyordu. Kendisi de bir ayan, yani bir tür yerel derebeyi olduğu için bu zümreyi iyi tanıyordu.


Merkezi otorite zayıfladıkça doğal olarak yerel otoriteler güçlenip çoğalıyor, bunlar arasında karşılıklı olarak belirlenmiş ve kabullenilmiş bir ilişki olmayınca da ortaya bir kaos çıkıyordu. En ünlüleri Anadolu'da Çapanoğulları, Cabbarzadeler, Karaosmanoğulları, Trabzon'da Tuzcuoğulları, Musul'da Kotalhalilzadeler, Arnavutluk'ta İşkodralı Mustafa Paşa, Yunanistan'da Tepedelenli Ali Paşa olmak üzere Bulgaristan, Lübnan ve Arabistan da zaten yerel derebeylerin yönetimindeydi.


İstanbul'daki merkezi yönetimin yeni güçlü adamı Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa tüm ayanları İstanbul'da bir toplantıya, "Meşveret-i Amme"ye davet etti. Her biri kendi ordusuyla İstanbul'a çağrılan ayanların bu toplantıya fazla rağbet ettikleri söylenemez. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve Bulgaristan ayanları başta olmak üzere önemlice bir bölümü toplantıya katılmadı. Ama yine de ayanlardan bazıları kendisi geldiği gibi, bazıları da temsilci gönderdiler.


İstanbul'un çevresi bu ayanların askerlerinin rengarenk giysilerinden ve çadırlarından oluşan ordugahlarla ilginç bir görüntüye bürünürken Kağıthane'deki Çağlayan Köşkü'nde gerçekleştirilen toplantı sonucunda 7 Ekim 1808'de yerel otoritelerle merkezi otorite arasında bir tür konsensüs anlamına gelen yazılı bir sözleşme ortaya çıktı. Aslında yine çok fazla ayan tarafından onaylanmayan ve 'Sened-i İttifak' adı verilen bu belgeye göre, padişahın ve onun temsilcisi olan sadrazamın otoritesi yeniden sağlamlaştırılarak buyruklarına uyulacağına söz veriliyor, ama buna karşılık ayanların da meşruiyeti tanınmış oluyordu.


Padişaha karşı bir ayaklanma durumunda ayanların emir beklemeden İstanbul'a askeri yardıma gelmeleri de kabul edilen belgede, ayrıca vergi sisteminin her yerde aynı şekilde uygulanacağı ve padişahın gelirlerine el konmayacağı, ayanların bölgelerinde adil bir yönetim sağlayacağı ve birbirlerinin özerkliğine dokunmayacakları da benimseniyordu. Aslında merkezi otoriteyle yerel otoritenin karşılıklı olarak birbirlerini tanırken yetkilerinin de sınırlandırılmasını içeren bu sözleşmeden ne padişah, ne de mühür basmak zorunda kalan ayanlar memnun olmuştu, ama durumu kabullenmiş göründüler.


Sened-i İttifak'la konumunu güçlendirdiğine inanan Alemdar Mustafa Paşa, Nizam-ı Cedid yerine Sekban-ı Cedid'in kurulmasına karar verecek ve bu arada Yeniçerileri çok rahatsız eden önemli bir karar daha alacaktı; yeniçerilerin aylık cüzdanları olan esamelerin alınıp satılmasını yasaklayacak, böylece önemli bir gelir kaynağını ortadan kaldırmış olacaktı.


Tüm bu gelişmelerin sonucunda Yeniçerilerin Alemdar Mustafa Paşa'yı ortadan kaldırmak için örgütlenmeleri kadar doğal bir şey olamazdı. Nitekim bu doğrultuda hazırlıklara giriştikleri açıkça görülüyordu. Bu arada Alemdar Mustafa Paşa'nın Rumeli'den yanında getirdiği askerler de İstanbul'da yozlaşmış ve dağılmıştı. Alemdar Mustafa Paşa hem kendi elleriyle tahta oturttuğu padişaha, hem de ayanlarla yaptığı sözleşmeye fazla güvenmiş olacak ki, Yeniçerilerin hazırlıklarına karşı Rumeli'ye gidip tekrar asker toplayarak İstanbul'a gelmesi önerilerini reddedecekti.


Sonunda Yeniçeriler ayaklandılar. Sened-i İttifak'la yetkilerinin sınırlanmasından hoşnut olmayan padişah da parmağını oynatmadı, Yeniçerilerin ayaklanması durumunda İstanbul'a koşup gelmeye söz veren ayan da. Alemdar Mustafa Paşa, konağını saran Yeniçerilerle baş edemeyeceğini anlayınca 15 Kasım 1808'de mahzenine barut doldurup ateşleyerek kendisiyle birlikte yüzlerce yeniçeriyi de havaya uçurdu.


Osmanlı'da sivil toplum sözleşmesine ilk örnek, hatta İngiltere'de kral ile derebeyleri arasında yapılan Magna Carta Libertatum'a gönderme yapılarak "Osmanlı Magna Cartası" diye de anılan bu belgenin ömrü ancak beş hafta sürdü. İngiltere'de yerel otoriteler merkezi otoritenin yetkilerini sınırlamak üzere Magna Carta'yı kabul ettirmişti, oysa Osmanlı'da yerel otorite arasından sivrilerek merkeze gelmiş bir sadrazam, hem padişahı, hem de diğer ayanları hizaya getirmeye kalkışmıştı.

 


Yani Magna Carta'nın İngilizi ile Osmanlısının karşılaştırılması pek mümkün değildi. Birisi gerçekten anayasal bir düzen doğrultusunda sahici bir adımdı, diğeri ise daha baştan ölü doğmuştu ve tek sahibinin de ölümüyle birlikte tamamen tarihten silinecekti. "Tarihten silinmesi" sözcükleri bir mecaz değil gerçekti; çünkü daha sonra güçlenerek yerel derebeylerini yok etmeye girişen II. Mahmud, Sened-i İttifak'ın aslını da yakıp, yok edecekti.


Sonraki kuşaklar bu belgenin ancak Cevdet Tarihi'nde verilen kopyasını görüp, inceleyebileceklerdi...


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak