4 Mart 2023 Cumartesi

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

 

İHRÂM:

 

Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kimseye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı sarılan kısmına îzâr, omuzlara atılan kısmına da ridâ denir. Kadınlar ihrâm elbisesi giymeyip, mestûre (örtülü) olarak hac ve umre ibâdetini yapar.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Hac ayları bilinen, Şevval, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür. İşte kim o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tam olanlar, benden korkun! (Bekara sûresi: 197)

 

İhrâma girerken temizlenmek ve gusül (boy abdesti) almak ve iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (M. Zihni Efendi)

 

Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin, mîkât denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Hareme yâni Mekke-i mükerremeye girmeleri, haramdır (günahtır). Geçenin tekrar mîkâta gelip ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girmezse kurban kesmek lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İhrâm giyen kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikişli elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, cimâ etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, koku sürünmesi, tırnak kesmesi, erkeğin mest ayakkabı giymesi, başını örtmesi, hatmî çiçeği ile başını yıkaması, eldiven çorap giymesi, kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları koparması v.s. Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara kurban ve sadaka cezâları lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İHSÂN:

 

1. İyilik etmek.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

İhsân edenlere elbette rahmetim çok yakındır. (A'râf sûresi: 55)

 

İnsanlara, analarına - babalarına ihsân etmelerini söyledik. (Ahkâf sûresi: 15)

 

İhsânın karşılığı ancak ihsândır. (Rahmân sûresi: 60)

 

Ananıza-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özrünü kabûl etmeyen, Kevser havzından içmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Resûl-i ekremin o kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardır ki, Rum imparatorları, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İhsân her yerde övülmeye değer. Bilhassa akrabâya ve komşulara olunca daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hamd olsun, nîmetleri bol Allah'a,

Önce, varlık nîmeti verdi bana!

İhsânlarını saymaya güç yetmez,

Güç de, her üstünlük de lâyık O'na!

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

2. Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.

 

İhsân, Allahü teâlâya O'nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyor isen de, O seni hep görmektedir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

İHTİDÂ:

 

Doğru yola girme, müslüman olma, din olarak İslâmiyet'i seçme; hidâyete erme. (Hidâyet)

 

İHTİKÂN:

 

Lavman yapmak.

 

İhtikan yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de keffâret lâzım olmaz. (Abdullah Mûsulî)

 

İHTİKÂR:

 

İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.

Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün ihtikâr ederse, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü teâlâyı saymamış olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Çalışıp kazanan rızıklanmıştır. İhtikâr yapan ise lânetlenmiştir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

İhtikâr haram olup, yapan mel'ûndûr. İhtikârın haramlığı müslümanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddesini istediği zaman satabilir. Acele satması vâcib değildir. Fakat acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca satmayı düşünmesi çirkindir. İlâçlarda ve gıdâ maddesi dışında herkese lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram değildir. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)

 

İHTİLÂF:

 

Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.

 

Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)

 

Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerine; "Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim" deyince; "Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her müslüman dilediği âlime uyar" buyurdu. (Tahtâvî)

 

Bir kişi bir kişiye bedduâ ederek, Allahü teâlâ senin canını küfürle alsın dese, âlimler böyle söyleyen kimsenin kâfir olmasında ihtilâf ettiler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, usûl-i dinde (inanılacak bilgilerde) ittifâk, ahkâm-ı ictihâdiyyede (iş ve ibâdetle ilgili hükümlerde) ihtilâf ettiler. (Şehristânî)

 

İHTİLÂM:

 

Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.

 

Bir kimse gece uykuda ihtilâm olup sabahlasa veya gündüz uyuyup ihtilâm olsa orucu bozulmaz. (İbrâhim Halebî)

 

İHTİRÂ':

 

Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.

 

Allahü teâlâ her şeyi yaratırken kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbir şeye bağlı olmadığından, O'nun işlerine ihtirâ' denir. İnsan ise, böyle olmayıp, kudret ve irâdesi kendi elinde olmayan başka sebeplere bağlı olduğundan ve işleri Allahü teâlânın işlerine benzemediğinden insanın işlerine yaratma ve ihtirâ' denmez. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İHTİRÂS:

 

Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması. (Hırs)

 

Âdemoğlu yaşlanır. Fakat onda iki haslet gençleşir: Mala ve ömre (yaşamaya) ihtirâs. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

 

Bu zamanda kendisinde şu beş sıfat bulunmayan kimsede mal toplanmaz. Tûl-i emel (sonu gelmeyen istek), ihtirâs, şiddetli cimrilik, korku azlığı, âhireti unutmak. (Süfyân-ı Sevrî)

 

Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına (dünyâya düşkün olmamasına) mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine ihtirâsı olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. İnsan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. (Süfyân-ı Sevrî)

 

Âhirete îmânı olanın, dünyâya ihtirâsı olmaz. Âhirette cezâ göreceğini kesin olarak bilen kimse, dünyâyı âhirete tercîh etmez. (İmâm-ı Mâverdî)

 

İHTİSÂB:

 

Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi. (Hisbet)

 

İHTİYÂÇ:

 

Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Yerde olan her şeyi sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yarattım. (Bekara sûresi: 28)

 

Ümmetimden bir kardeşinin ihtiyâcını giderip, onu sevindiren kimse, beni sevindirmiş olur. Kim beni sevindirirse, Allahü teâlâyı sevindirmiş olur. Kim Allahü teâlâyı sevindirirse, Allahü teâlâ onu Cennet'e koyar. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)

 

Bir hastanın ihtiyâcını giderinceye kadar gayret sarfeden kimsenin günâhlarını Allahü teâlâ affeder. Anasından doğduğu gibi temiz olur. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)

 

Allahü teâlânın emir ve yasaklarının faydaları insanlar içindir. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı da yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Din kardeşinin ihtiyâcını gidermek, hac sevâbından daha hayırlıdır. (Hazret-i Hasen)

 

İhtiyâç Eşyâsı:

 

Yiyecek, giyecek ve barınmada asgarî lâzım olan miktar.

 

İHTİYÂR:

 

1. İstediğini seçme. (İrâde)

 

Kulun ihtiyârı zayıftır, demeleri, Allahü teâlânın ihtiyârına göre zayıftır mânâsında ise doğrudur. Yok, eğer emr ve yasak olunan işleri yapmaya kâfi değildir demek istiyorlarsa bu doğru değildir. Zîrâ kula, gücü yetmeyecek şey ve iş teklif edilmedi. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Yaşlı.

 

İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım edene, ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasib eder. (Hadîs-i şerîf)

 

İhtiyârî Fiiller:

 

İstek ile yapılan işler. (İrâde)

 

Ehl-i sünnet âlimleri, insanın yaptığı işte kendi kuvveti de te'sir (etki) ediyor dediler ve bu te'sire kesb ismini verdiler. Çünkü elin titremesi ile istekle kaldırılması arasında fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî fiillere ise karışıyor. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî fiilleri incelemek güçtür. Bu fiilleri insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fakat insanın istemesi için o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ yapıp yapmamağı bir zaman düşünüp iyi olduğunu bildikten sonra irâde, istek hâsıl oluyor ve uzuvlar (organlar) hareket ediyor. Kul irâde edince Allahü teâlâ o fiili yaratıyor. Böylece ihtiyârî fiiller meydana geliyor. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İHTİYÂT:

 

Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.

 

Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre (sabahleyin) ufkun bir yerinde beyazlık başlayınca, (imsak vakti) olup, oruca başlanır. Bundan (6-10 dakika) sonra beyazlık ufk üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti başlar. Ancak oruca imsâk vaktinde başlamak ihtiyatlı olur. Bu taktirde, namaz da oruc da bütün âlimlere göre sahîh, doğru olur. Fakat oruca birinci vakitten yâni imsâk vaktinden sonra başlanırsa, oruc şüpheli olur. Astronomik hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. İkinci vakitte, hattâ bundan sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zaman oruca başlayanların orucları şüpheli olmaktadır. Yemeyi-içmeyi bırakmayı, şüpheli zamâna tehir etmek, geciktirmek ise, mekruhtur. Hele ikinci vakitten sonra başlayan kızıllığın sonunda başlanılan oruclar, sahîh olmaz. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için ihtiyatlı davranmalı, iftârı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce iftâr eden de iftârda acele etmiş olur. (Şernblâlî)

 

Zevcin (kocanın), zevcesi (hanımı) için kendi mülkünden onun izni olmadan fıtrasını vermesi câizdir, verebilir. Yine zevcesinin ve evinde olanların fıtralarını, izinleri olmadan karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı ve değeri olan altını bir defâda ölçüp bir veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması veya ayrı ayrı vermesi, ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İHTİZÂR HÂLİ:

 

Ölüm sırasında can çekişme hâli.

 

İHVÂN-ÜS-SAFÂ:

 

On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.

 

Bâtıniyye (İsmâiliyye)ye âit fikirlerin te'sirinde kalan ve zamanlarındaki bütün ilimleri içine alan 52 risâleden (küçük kitabdan) bir ansiklopedi meydana getiren bu ekolün mensûbları birbirlerine "saf kardeşler" mânâsına "İhvân-üs-Safâ" dedikleri için bu ad ile meşhûr oldular. (Corci Zeydân)

 

İhvân-üs-Safâ cemiyeti metafizik (gözle görülmeyen ve akıl ötesi) konularda Eflâtun'un, ahlâkta Sokrat'ın, matematikte Pisagor'un, mantıkta Aristo'nun, felsefî konularda Fârâbî'nin fikirlerinden etkilenmişlerdir. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kendi felsefî görüşlerini gerçekleştirmek olduğunu söyleyen İhvân-üs-Safâ cemiyetinin önde gelen isimleri; Makdîsî lakabıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin Ma'şer el Bustî, Ebü'l-Hasen Ali bin Hârûn ez-Zencânî, Muhammed bin Ahmed en-Nehrecûrî, el-Avfî gibi felsefecilerdir. (Corci Zeydân)

 

İHYÂ:

 

1. Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek.

 

Receb'in ilk Cumâ (Regâib) gecesini ihyâ edene, Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)

 

Cebrâil aleyhisselâm bana geldi: "Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesidir" dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasîsleri (cimrileri), alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)

 

Mübârek geceler İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır... Bu geceleri ihyâ etmeli, kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermek, günâh işlememekle olur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)

 

2. Ölüleri diriltmek.

 

Allahü teâlânın izniyle, ölüleri ihyâ bana zor gelmedi. Fakat ahmağa doğru sözü anlatamadım. (Hazret-i Îsâ)

 

İhyâ-ı Mevât:

 

Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek. (Mevât Arâzî)

 

İKÂB:

 

Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek çetindir. Allahü teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide sûresi: 98)

 

Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görür. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının, arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda iken tövbe etmiş olduğu günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) sevâb verilir. Kâfirlerin ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red olunup (geri çevrilip), kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı Birgivî)

 

Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp, gökler seyrettirilir. Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni buraya neden getirdiniz?" der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin havzının başında durup, nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsiniz ve onları tutup salı vermeyesiniz ki, Cehennem yoluna gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî)

 

Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden veyâ haram (Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen, tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad)

 

İKÂLE:

 

Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.

 

Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman olursa, ikâle etmek, alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İKÂMET:

 

1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.

 

İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan efdaldir (üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn)

 

Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur.

 

Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur. (İbn-i Âbidîn)

2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Vatan-ı İkâmet)

 

ÎKÂZ:

 

Uyarma. Tenbih etme.

 

Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola teşvîk ederek îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi peygamberlerle berâber haşreder (toplar). (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

 

Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar vermemeleri, yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

İKBÂL:

 

1. Yönelme.

 

Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an Allahü teâlâya ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.

 

Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı , ihsânı (iyiliği), eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu) et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster, haklarını gözet) ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî)

 

3. Baht açıklığı.

 

Gerçek bana oldu hayâl

Korkutuyor beni bu hâl

Kararmakta her gün ikbâl

Nefs elinden kurtar Rabbim

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

İKİNDİ NAMAZI:

 

İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz. (Asr)

 

Gökten yere iner kamû (bütün) melekler,

Meleklere müştâk olur (can atar) felekler,

Kabûl olur anda bütün dilekler,

İkindi namâzın kıldığın zaman.

 

(Yûnus Emre)

 

İKRÂH:

 

Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm dînine girmek için ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... (Bekara sûresi: 256)

Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan vatandaşı) ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn)

 

Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları, haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde)

 

İkrâh-ı Mülcî:

 

Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.

 

Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip ölmesi günâh olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik, başka çıkar yol bulamamak) olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali Haydar Efendi)

 

İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:

 

Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.

 

İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın malı telef edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi)

 

İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak), yemîn, ric'at yâni boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar Efendi)

 

İKRÂM:

 

Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma.

 

Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)

 

Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet) etmesin; kim

 

Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)

 

Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse gelince, kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah rızâsı için kesmiş, faydası misâfire olmuş olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al. Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân bin Cezâ)

 

Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona da ikrâm ederler. (Ahmed Rıfâî)

Mardin

 


3 Mart 2023 Cuma

ALPASLAN 1064 - 1072

 


Tahta Çıkışı:


  İç Oğuz'dan Türkmen beyleri küheylan atlar üzerinde bir kara bulut gibi Horasan iline aktılar. Merv şehri dolayları binlerce koç yiğitle dolup taştı. Her yöne tuğlar ve oymakların bayrakları dikildi. Meydanın tam ortasına bir otağ kuruldu. Önüne dokuz tuğ ile, Kınık boyunun ongunu olan üç kuşlu bayrağı ile, üzerinde ok ve yay bulunan kırmızı renkli Selçuk bayrağı da dikildi. Otağa yirmi dört boyun iç ve dış Oğuz beyleri gelerek, dernek kurdular. Salur, Bayındır, Kayı boyu beyleri, Selçuk Han'ın soyu olan Kınık boyuna oylarını verdiler. Bu soydan Alpaslan'ın hakan olmasına karar verdiler. Öğleye doğru Kınık boy beyi askerlere:


Ulu hakanımız Tuğrul Bey oğulsuz öldü. Onun yerine Çağrı Bey'in oğlu Alpaslan'ı saltanata layık gördük. Ehildir, yiğittir. Sizler ne dersiniz?


Meydanı dolduran koç yiğitler hep bir ağızdan:


- Başımız üstünde yeri var. Hakan eyledik!


Dediler. Başbuğlardan dört kişi, Horasan Valiliği yapmakta olan Alpaslan'a giderek, Türkmenlerin kararını bildirdiler. Alpaslan'ın yanında öğretmeni Nizam-ül- Mülk bulunuyordu. Alpaslan:


 Yirmi dört Oğuz beylerine teşekkür ederim. Sağ olsunlar.


Biata hazır mısınız? dedi. Başbuğlar:


Ordu sizi bekliyor!


Dediler. Alpaslan başında miğferi, üzerinde ince zırhlı elbisesi ve sağ elinde kılıncı olduğu halde, yanında Nizam-ül-Mülk ile konağından inerek, meydana kurulmuş olan otağın önüne gelip durdu. Başına Çetir denilen güneşlik tutuldu. Dokuz beyin tutmakta olduğu bir kalkana Alpaslan bindirilip, karargah dolaştırıldıktan sonra, dokuz defa havaya kaldırıldı ve dokuz kılıç altından geçirildi. Sonra huzurunda kımız içilip, and içildi. Dokuz tuğ açıldı, otağın tepesindeki altın güneş kursu da açıldı. Bu egemenliğin, cömertliğin sembolü idi.

Askerler:


- Hakanlığın Budunumuza kutlu olsun! diye bağırdılar. Alpaslan Selçuk ve Tuğrul Bey'lerden sonra Selçuklu Devletinin  üçüncü hükümdarı olmuştu. (27 Nisan 1064).


Derhal, dokuz kat mehter takımı güzel havalar çalmağa başladı. Yeni Hakan Darül - memleke sarayında beylere ve askere şölen verdi. Pilavlı et ve pekmezli un helvası yenildi. Ozanlar gelip, kopuzlariyle Oğuznameden parçalar okudular. Gün batarken biat töreni sona erdi. Nizam-ül-Mülk'ü başvezir tayin etti.

Alpaslan 1030 yılında Cend şehrinde doğmuştur. Dedesi Mikail Bey, Babası Çağrı Davud Bey'dir. Tahta geçtiği zaman 34 yaşında idi. Uzun boylu, iri vücutlu ve kıvrık bıyıklı, sert bakışlı idi.


Ordu Alpaslan'ı hakan seçti. Fakat Tuğrul'un üvey oğlu (Süleyman) hükümdarlığını ilan etti. Tuğrul'un veziri (Amid-ül-mülk Küntüri) de Süleyman'ı destekliyordu. Ordunun Alpaslan'ı hükümdar tanıdığını görünce, Alpaslan tarafını tuttu. Süleyman da tahtta kalamadı. Bunun üzerine Alpaslan kuvvetleriyle Kazvin şehrine gelerek adına hutbe okuttu, para basılmasını da emretti. Yengesini de Bağdat sarayında oturan Halifeye gönderdi. Halife de ona (Ada-üt-devle Ebu Şüca) ünvanını vererek hakanlığını tamamladı.



Alpaslan ilk günlerinde, Tuğrul'un amcasının oğlu Kutalmış'ın isyaniyle karşılaştı Kutalmış Selçukoğullarının en büyüğü idi. Tuğrul ölünce:


Hakanlık bize düşer, çünkü babamız bu yolda öldürülmüştür, diyerek, 50.000 atlı Türkmenle Selçukluların başkenti Rey şehrini kuşattı. Alpaslan Kutalmış'ın isyanını duyunca o da ordusu ile Rey'e hareket etti. Bunun üzerine Kutalmış, kuşatmayı bırakıp Alpaslan kuvvetlerinin karşısına çıktı. İsferyan denilen bir ovada iki ordu karşılaştı. Saltanat kavgası başladı. Kutalmış, birçok savaşlarda bulunmuş usta bir komutandı. Fakat karşısına çıkan Alpaslan ise tarihe ün salacak, yüce yiğitlerdendi. Kutalmış bir türlü Alpaslan'ı ele geçiremiyordu. Akşama doğru Kutalmış'ın kuvvetleri eridi, bozgun başladı. Kutalmış kaçarken yaralandı ve atının ayağı sürçtü. Yere yuvarlanan Kutalmış çok kan zayi ettiğinden öldü. Akşamın koyu lacivertliği içinde sararmış bir gül gibi yere serilmişti (25 Kasım 1064). Cesedi Rey şehrine getirildi. Eski Veziriazam Küntüri, Kutalmış'ın cesedini, hükümet konağının önüne koydurdu.


Alpaslan muzaffer olarak Rey'e girdi. Talih onun yüzüne gülmüştü. Selçuk sarayına geldi. Sonra Kutalmış'ın cesedini görmeğe gitti. Esirler arasında Kutalmış'ın oğulları da bulunmakta idi.


Alpaslan, Kutalmış'ın oğullarının öldürülmesini emretti. Fakat Veziri Nizam-ül Mülk dedi ki:

Hakanın akrabalarının kanına girmek doğru değildir. Uğursuzluk getirir. Devletiniz çabuk söner.


Alpaslan vezirinin bu öğüdünü doğru bularak onları affetti. Kutalmış'ın kardeşi Resultekin ile büyük oğlu Mansur ve küçük oğlu Süleyman ölümden kurtuldular. Kutalmış, Selçuk Han'ın oğlu Aslan Bey'in oğlu idi. Oğlu Süleyman sonradan Anadolu Selçuklu Devletini kurdu. Alpaslan bunları Emir unvaniyle Anadolu sınırlarında savaşlara memur etti. Kendisine kardeşi (Kavurd) isyan ettiyse de başarıya ulaşamadı. Alpaslan, bu isyanı bastırdıktan sonra Cend şehrine giderek dedesi Selçuk Han'ın mezarını ziyaret etti. Horasan'a giderek, oradaki İmam Ali Rıza'nın türbesini de ziyaret etti. Burada büyük bir kurultay toplayıp, oğlu Melikşah'ı veliaht tayin ettirdi. Alpaslan, büyük bir ordu ile Horasan'dan hareket ederek, Kafkasya'ya girdi. Hazer boylarında yaşayan Türkmen boyları Selçukluların egemenliğine girdiler.



ALPASLAN İŞ BAŞINDA


Alpaslan, Türk tarihinde gelip geçenlerin en büyüklerindendir. Uzun boylu, heybetli bir yiğitti. İyi bir devlet adamı olduğu kadar komutanlıkta da o derece yüksekti. Hele ahlakı pek üstündü.


Alpaslan, islamlarla iyi geçinmek için Bağdat Halifesine elli bin altın ve elli köle yolladı. Bu büyük hükümdar herkesin dikkat nazarını çekmeğe başladı. Onun kudretine ve büyüklüğüne hep inandılar.


Alpaslan alimleri çok severdi. Her zaman huzurunda tarih kitapları okuttururdu. İlim adamlarına iltifat ve ihsanlarda bulunurdu. Selçuk Devletinin en büyük şairi (Ömer Hayyam)ı sarayına aldırıp, onu huzur içinde yaşattı. Ömer Hayyam Selçuk sarayında meşhur (Rubaiyat) ını yazdı. Bu edebi esere dünya milletleri hayrandır.


Alpaslan, bir gün veziri Nizam-ül-Mülk ile Nişaburda gezerken bir caminin kapısı önünde toplanmış, perişan kıyafetli gençlere rastgeldi. Vezirine:


- Bu perişan kıyafetli gençler kimlerdir? diye sordu.


Vezir de :


Bunlar insanların en şereflileri olup, dünya zevkine kapılmayan ilim talibi öğrencilerdir dedi.


Bunun üzerine Alpaslan:


- Bu öğrencilere medrese yaptırın ve onlara maaş bağlayın diye emir verdi.


Hazineden bu işe binlerce altın hazırlandı. Nizam-ül-Mülk faaliyete geçti. Nişabur, Herat, İsfahan ve Bağdat şehirlerinde (Nizamiye medrese) si adiyle, üniversiteler açtı. Binaların en büyüğü Bağdat'da açıldı (1067). Bu medrese için 60.000 dinar sarfedildi. Medresenin yüzüne Nizam-ül-Mülk'ün adı yazıldı.


Medresenin etrafına çarşılar yaptırılıp, geliri bunlara bağlandı. Ayrıca hanlar, hamamlar ve çiftlikler vakfedildi. Devrin en büyük alimleri bu medresede ders verdiler. Öğrencilere yiyecek ve yatacak sağlandı.



Türk elinde yeryüzünün en büyük filozofu (Farabi) yetişti. Aristoya dünyanın birinci öğretmeni, Farabi'ye de ikinci öğretmeni unvanı verildi. Büyük dahilerden (İbni Sina) da yetişti. Bu iki Türk filozofu yüksek eserler meydana getirdiler.


Alpaslan Türk gençlerini askerlik alanında da yetiştirdi. Onlara ok atmak, kargı kullanmak öğretildi. Türk askerlerinden bütün milletler korkarlardı. Türkler talim yaparlarken, hiç kimse onlarla konuşmağa veya yanlarına yanaşmağa cesaret edemezdi. Alpaslan ordusunu yirmi dört oğuz boyu sayısınca yirmi dört tümen yaptı. Bunların sayısı iki yüz kırk bin idi, hepsi tımarlı sipahi idi. Diğer eyaletlerdeki askerleri ile ordusunun sayısı 500.000 er idi. Selçuklu ülkesinin yüz ölçümü 10 milyon kilometre kare olup, 150 milyon insan Selçuk sınırları içinde yaşıyordu. Yirmi dört devlet egemenliğine girmişti.


Nizamül -Mülk, bir gün Alpaslana, devleti tehlikelerden korumak için şu tedbiri söyledi:


- Hakanım Arap devletlerinde olduğu gibi, biz de gizli bir hafiye teşkilatı kuralım, tehlikeleri önlemiş oluruz.  


Ben böyle bir memur tayin etsem, bana içten sadık olanlar ona hiç önem vermezler. Çünkü doğruluklarına ve bana güvenirler. Düşmanlarım ise onu para ile satın alabilirler. Bu adam bana dostlarımdan fena, düşmanlarımdan iyi haberler getirebilir. İyi ve fena sözler ok gibidir. Hepsi isabet etmezse bile, biri isabet edebilir. Bu suretle elde olmadan dostlarım gözümden düşebilir. Buna karşılık düşmanlarıma sevgi besleyebilirim. Bunun sonucu olarak dostlarımdan mahrum ve düşmanlarıma sarılmış olurum. Bu sebeplerden dolayı ben hafiyelik teşkilatı istemem! dedi.


Bu işlere karşı nefretini belirtmişti. Alpaslanın zamanında Selçuklu imparatorluğu kültür, teşkilat bakımından pek ileri gitti. Türkler, İslam alemi içinde yüksek bir varlık gösterdiler.


GÜRCİSTAN SAVAŞI


Alpaslan, iç düzeni sağladıktan sonra fetihlere başladı. İlk savaş Kafkasya üzerine oldu. Gürcüler hiç rahat durmuyorlardı. Alpaslan bunlara bir ders vermek üzere, ordularını hazırladı. Öncü olarak oğlu Melikşah ile Nizamül-Mülk'ü bir ordu ile Gürcistana gönderdi. Alpaslan da bir ordu ile yola çıktı. Büyük bir kuvvetle (Ani) kalesini kuşattı. Bu kale çok kuvvetli surlarla kaplı, içi binlerce askerle dolu idi.


Alpaslan askerlerini kale önünde toplayarak, onlara şu sözleri söyledi:


Askerlerim! Sizin gibi cesur askerlerin hükümdarı bulunduğumdan dolayı iftihar ediyorum. Tahta çıktığım ilk günlerde, isyan bulutlarını, bir yıldırım gibi defettiniz.

Şu anda Türk Milleti düşmanları yok etmenizi beklemektedir. Düşman çokluk ise de, hücumlarınıza dayanamıyacaktır. Çünkü onlar vatanlarını değil, canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen bir takım korkak adamlardır .. Sizler ise, canını düşünen değil, asıl şerefin vatan uğrunda can vermek olduğuna inanan arslanlarsınız.




Şu kılıncı tutmakta olan elimde derman kalmayıncaya kadar çarpışacağım. Vatanını seven arkamdan gelsin! diyerek, atını kaleye doğru sürdü. Kahraman Selçuk ordusu bir sel gibi, Ani kalesine hücum etti. Hücumlar çok kanlı oldu. Kale müdafileri bir türlü kaleyi teslim etmiyorlardı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. Nihayet bir deprem sonrasında surlar yıkıldı. Türk askerleri ilerlemeğe başladılar. Önlerindeki cesetleri zor aşarak şehre girebildiler. Gürcü Kıralı Kafkaslara doğru kaçarken yakalandı. Bütün Gürcistan Selçuk mülküne katıldı. Alpaslanın ilk zaferi Gürcistanı fethetmek oldu. Bu zafer üzerine ona (Fetih Babası) ünvanı verildi. Bu zaferden sonra Rey şehrine döndü. Alpaslanın şanı her yöne yayıldı. Türk ellerindeki hakanlar Alpaslan ile dostluklar sağladılar. Türkistan Hakanı kızını Melikşaha, Gazne Hakanı da kızını Alpaslanın diğer oğlu Aslanşaha verdi. Bu suretle iki Türk devleti Selçuklularla siyasi bir dostluk sağladılar.


Alpaslan Kafkas memleketlerini idaresine aldıktan sonra Cend üzerine yürüdü, buranın hakanı Alpaslana teslim oldu. Buradan Harzem tilkesine giderek buraları da aldı.

Bu geniş ülkenin idaresini değerli valilere verdi. Mazenderan tilkesini amcası İnanç Beyguya, Belh'i Süleymana, Harzemi oğlu Aslan Anğuna, Tuharistanı ise diğer bir oğluna verdi.


Alpaslanın hakimiyetini Kirman Hükümdarı (Karaaslan) tanımamıştı. Bunun üzerine bir kuvvetle giderek, bu mülkü de Selçuk sınırları içine aldı.


Alpaslanın şöhreti Arap alemine de yayıldı. Böyle büyük bir İslam komutanının bulunması Mekke Şerifinin iftiharını mucip olduğundan, Hilafet hutbesini Alpaslan adına okuttu.

Horasan ve İrana Selçuklu Türklerinin hakim olmaları, cihan tarihinde önemli oldu. Araplar müslümanlığı müdafaa edemiyorlardı. Bilhassa aralarındaki mezhep ayrılığı, Arap birliğini bozmuş, küçük küçük devletlere ayrılmışlardı. Şiilik ve Sünnilik kavgası sürüp gidiyordu. Buna mukabil Türkler, birliklerini kurup, muazzam bir imparatorluk haline gelmişlerdi. Büyük Selçuklu devletinin kuruluşunda Tuğrul ve bilhassa Alpaslanın rolü büyük olmuştur. Selçuklular yenilmez bir kuvvet haline geldiler.




ANADOLU'NUN ESKi KAVİMLERİ


İran'da Selçuklu devletini kuran Türkmenler, Anadolu ile komşu olmuşlardı. Bu kıta Doğu Roma İmparatorluğunun egemenliğinde bulunuyordu.


Anadolu Önasyaya dahil Küçük Asya kıtasıdır. Avrupa ile Asyanın bir köprüsü olan Anadoluyu Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz çevirmektedir. Üzerinde yedi iklimin hüküm sürdüğü bu kıta yeryüzünün bir cennetidir. Türkler Orta Asya'da Çinlilerin ve Moğolların tesirile ana yurtlarında yerleşip medeniyetlerini devam ettiremediklerinden, Avrupa ve Asya içlerinde at koşturduktan sonra Anadoluyu beğendiler. Bu kıtayı devamlı bir öz vatan olarak seçmeleri tarihi bir tesadüf değil, şuurlu bir şekilde seçmek oldu. Çünkü Anadolu, Türklerin ilk anayurdu olan Tanrı Dağına benziyordu. Türkler tabiat güzelliklerine aşık bir ulustur. Yaz ve kış güneş gören ve güzelliği bol olan Anadoluyu arayıp buldular. İran'a yerleşince gözlerini bu yurda diktiler. Bu ülkeyi Doğu Romalılar istila etmişler, fakat Anadolunun birliğini kuramamışlardı. Anadoluyu onsekize bölmüşlerdi. Bunlar Paflagonya, Pisidya, Likonya, Karya, Klikya, Kapadokya, Pamfilya gibi bölgelerdi.


Anadolunun tarihi ise pek eski idi. Anadolunun en eski halkı, Milattan önce 40 ıncı yüz yılda Orta Asya'dan Anadoluya gelen (Proto-Hitit)lerdir. Milattan önce 25 inci yüzyılda Ari kavimler gelerek, Hitit medeniyetine varis oldular. Tarihi eserlere göre Anadolu'da ilk medeni insanın Türk olduğu anlaşılmaktadır. Bunun en belli delili dillerinde Türkçe kelimeler bulunmasıdır. Anadolunun doğusuna yerleşen (Hurri)ler de Orta Asyalı Türklerdi. Hititler 15 asır Anadoluda şehirler kurarak bir medeniyet yarattılar. Milattan önce 1200 yılında boğazlar yolu ile (Trak) kavimleri gelerek Hititlerin yerine Anadoluya yerleştiler. Bu kavimler Tönler, Mizler, Bitinler, Lötler, Frikler, Muşkiler, Komagenlerdir. Anadolunun ikinci devre insanları bu kavimlerdir. Her tarafa yayılıp şehirler kurdular. Bu zamandan itibaren bu kıtaya (Anadolu) denildi. Anadolu, (Ana) adlı mabutlarla (dolu) memleket demektir. Sonradan Yunanlılar Anadolu kelimesinin (Doğu memleketi) anlamına geldiğini belirttilerse de, Anadolu - Ana ilahesile dolu (Tanrılar Ülkesi) manasına gelmektedir.

Daha sonra Anadolunun kıyılarına Yunanlılar yerleştiler. Sömürgeler kurdular, bunlar iç Anadoluya giremediler. Irki bir etkileri olmayıp kültür bakımından tesir edebildiler. Bunları takiben Anadoluyu İran'lılar istila ettiler. Bunların tesiri de yalnız siyasi kalmıştır. Romalıların istilası da siyasi bir mahiyet taşımaktadır. Bazı şehirlerde medeni eserler yapmışlardır. Üçüncü yüz yıldan itibaren Anadoluya Hıristiyanlık girmiştir. Bu zaman Anadoluyu Doğu Romalılar, yani Ortodoks mezhebine girmiş Bizanslılar istila etmişlerdir. Bizanslılar zamanında Anadoluya Şaman dininde olan Oğuzlar gelerek yerleştiler. Bunlara (Güneş Oğulları) denildi: Fakat bir kısmı hıristiyanlığa girdiler.


Miladi yedinci yüzyılda İran - Bizans, bundan sonra Bizans - Arap mücadelesi Anadoluyu perişan etti. İnsanların öldürülmesi, şehirlerin ve köylerin yıkılması, Anadolu medeniyetini yıktı. Arapların Anadolu Hıristiyanlarını öldürmeleri üç buçuk yüz yıl sürüp köy ve şehirleri harap bir hale getirdi, nüfusunu pek azalttı.


Bizanslılar da halktan ağır vergiler almaya başlayınca, Anadolu halkı bir kurtarıcı bekledi. Bu kurtarıcı, Anadoluya akınlara başlayan Türkler olmuştur. Anadolu halkı yüksek ahlaklı, adil olan Türklere mukavemet etmediler.


Türkmenlerin Anadoluyu istilalarına karşı koyan, Bizanslıların ileri karakolluk ödevini yapan Gürcüler ve Ermenilerdi. 1046 yılından 1071 yılına kadar Anadoluya Türkmen akını sürekli olarak devam etti.


Bizanslılar altıncı yüzyılın ortalarında boş kalmış Anadolu topraklarına müslüman olmamış Türkleri yerleştirdiler. 530 tarihinde Bulgar Türklerinden bir kısmını Trabzon ve yöresine yerleştirdiler. 577 tarihinde de Avar Türkleri Doğu Anadoluya iskan edildi. Sivas taraflarında da Hazar ve Ferganeli Türkleri bulunmakta idi. 1048 tarihinde de Peçenek Türkleri Doğu Anadoluya yerleştirilmişti. Peçenekler Bizans ordusuna alındılar. Bir kısmı da Anadoluya iskan edildi. Kayseri ve Ankara'ya yerleştirilmiş Oğuzları papazlar hıristiyan yapmışlardır. Bir kısmı ortodoks kilisesine, bir kısmı da Ermeni kilisesine bağlandılar. Hepsinin adları Aslan, Kılıç, Demirtaş, Sinan gibi Türk adı iken, Yorgi, Artin gibi Hıristiyan adı aldılar. Bunların pek çoğu Karakeçili Türk boyuna mensup idiler. Bir kısmı da Peçenek Türkleridir. Onuncu yüz yıldan itibaren Horasandan Anadoluya göçler olmuş, bunlar Bizans ordusunda hizmet etmişlerdir.

Anadolu, Türk yurdu olmağa namzetti. Birinci devir Hititleri, ikinci devir Trak kavimleri, üçüncü devir istilacılar İran ve Romalılar ile Bizanslılar Anadoludan çekilmiş ve erimişti Kıyı Anadoluda Rumlar, Orta ve Doğu Anadoluda Ermeniler ve Kürtler, azınlık olarak bulunuyorlardı. Dördüncü devreyi de Hıristiyan Türkler teşkil etmekte idi. Müslüman Türkler bu durumdaki Anadoluya akına başladılar.




TÜRKMENLERiN ANADOLU'YA AKINLARI


Horasan ve iranda Selçuklu imparatorluğunu kurmuş olan Oğuz Türklerinin önüne Anadolu serilmişti. Oğuzlar müslüman olunca (Türkmen) adıyla yadedildiler. İşte bu Türkler gözlerini Anadoluya diktiler. Burayı muhakkak öz yurd yapmaya karar verdiler.

Anadoluya ilk Türkmen akınını Selçuk Hanın torunu ve Mikailin oğlu (Çağrı Bey) yapmıştır. Çağrı Bey Türkmen akıncıları ile Bizans sınırına gelerek savaşa başladı. İlk savaşta Van Gölü civarında bulunan Ermenileri yendi. Bundan sonra küçük bir müslüman devleti olan (Şeddad Oğulları) arazisine girip Aras nehri dolaylarını ellerine geçirdiler. Çağrı Bey birçok ganimetlerle Horasana döndü: Bundan sonra da Musul taraflarına akınlarda bulundular. Murad suyu dolaylarında da Bizans kuvvetleri ile çarpıştılar.


Çağrı Beyden sonra Anadoluya Tuğrul beyin akınları olmuştur. Tuğrul Bay ilk defa Bizanslıların üzerine amcasının oğlu Kutalmış'ı göndermişti. O da birçok muvaffakiyetler kazanmıştı. Bundan sonra Türkmenler Diyarbakır ve Musul ülkelerine akınlara başladılar. Bura hükümdarları bu akınların durdurulması için Bizans imparatoru Tuğrul'a bir elçi gönderdi. Liparit'in teslimi için para teklifinde bulundu. Tuğrul'un buna cevabı şu oldu:


- Ben tüccar değilim paraya da ihtiyacım yok! Onu affediyorum!..

Tuğrul Beyden ricada bulundular. Akıncı komutanlarından Göktaş, Mansur, Buka, kuvvetlerini Diyarbakır bölgesinden çektiler.


Tuğrul Bey Selçuklu prenslerinden İbrahim Yinalı, Aslanın oğulları Kutalmış ve Resul Tekini, Maliki, Çağrı Bey'in oğlu Yakutiyi her yöne fetihlere gönderdi. Bunlar Türkmen Boy ve Oymaklariyle bir çok zaferler kazandılar.


Komutanlardan Hasan Alp, Aras nehri kenarında bir Bizans ordusuyla karşılaştı. Düşmanı yendiler. Fakat düşman ikinci defa taarruza geçince kanlı bir savaş oldu. Bu sırada Hasan Alp şehit düştü. Tuğrul Bey Hasan Alp'ın ölümünden acı duyarak, İbrahim Yinal ile Kutalmış'ı Anadolu seferine memur etti. İki Şehzade birleşerek Bizans ülkelerine yürüdüler. Yüz bin kişilik Türkmen akıncıları Anadoluya daldılar. Bizans imparatoru bir ordu hazırladı. Türkmen akıncılar Erzurum üzerine akın ederek bu şehre girdiler. Düşmanın geldiğini duyan Türk kuvvetleri akşama doğru Pasin ovasında kanlı bir savaşa tutuştular. Bu ilk büyük savaştı. Çarpışma bütün gece devam ederek düşmanlar bozguna uğradılar. Komutanları Liparit de esir düştü.

İbrahim Yinal, Lipariti Rey şehrinde bulunan Tuğrul Bey'e gönderdi.

Bizans imparatoru bu yenilgiden fena halde korkarak Tuğrul Beyle dostluğa karar verdi. Ona bir elçi ile para gönderdi. Fakat Tuğrul Bey elçiye:

İmparatorunuza selam söyleyin, ben tüccar değilim, paraya ihtiyacım yok! dedi.


Esir olan Lipariti İstanbul'a gönderdi. İmparator İstanbul'da yapılmış olan camiin tamirine söz verdi, aynı zamanda Tuğrul adına hutbe okutmağa da razı oldu. Bu camiin bir yerine de Selçuk arması yapıldı. Bu arma yay ile ok idi.


Tuğrul Bey Türkmen kuvvetlerinin başına geçerek 1054 tarihinde Anadolu içine daldı. Van Gölü havzasında ilerleyerek Malazgirt Kalesini kuşattı. Şehir mukavemet etti. Komutanlardan (Akhan) şehit düştü. Kışın bastırması üzerine kuşatmadan vaz geçildi. Bir kısım akıncılar da Bayburd ve Trabzon'a doğru akınlar yaptılar. Yakuti Bey de Anadolu içlerine müthiş akınlarda bulundu. Bunlar Malatya'yı aldılar. Bu savaşta (Emir Dinar) şehit düştü. Buradan Sivas'a kadar ilerlediler.

Selçuk Sultanı Tuğrul Bey zamanında Türkler Anadolu'ya bu akınları yapmışlardı. Bu akınlar Karsdan itibaren Anadolu ortalarına doğru olmuştu. Nihayet Kızılırmak kıyılarına kadar gelmişlerdi.


Tuğrul Bey zamanında Anadoluya yapılan akınların gayesi, şehirleri ve müstahkem kaleleri tahrip edip, Anadolunun kapılarını açmaktı. İlerde yapılacak akınlara başarı sağlamaktı. Bu suretle Türkmenleri Anadolu'ya yerleştirmekti. Tuğrul Bey ·eğer amcazadelerinin isyanları ile uğraşmamış olsaydı; Anadolunun fethi ona nasip olacaktı. Fakat o, yalnız akınlar yapmakla kaldı. Anadolunun mukavemet gücünü kırdı. Zafer yollarını açtı. Ölümünden sonra tahta geçen Alpaslana Anadolu fatihliği şerefini kazandırdı.



AFŞİN


Alpaslan, amcası Sultan Tuğrul Bey zamanında başlanmış olan Anadolu akınlarına hız verdi. Alpaslan büyük bir ordu hazırlıyarak, Bizans sınırına geldi. Anadoluya sık, sık akınlarda bulunmuş ve bütün yolları bilen, Türkmen başbuğlarından (Tuğtekin) le karşılaştı. Bu komutan kuvvetleri ile sultanın ordusuna katıldı. Tuğtekin Alpaslana:

Sultanım Anadolu kapıları Türklere açılmıştır. Muharebe alanlarına giden bütün yolları biliyorum, bu ödevi üzerime alıyorum. Anadolu üzerine akalım! dedi.


Bunun üzerine Alpaslan ordusunu iki kola ayırdı. Kendisi Gürcistanın fethine gitti. Oğlu Melikşah ile Vezir Nizamül-Mülk'ü Anadolu üzerine yolladı. Tuğtekin öncü oldu.


Ordu ilk defa önlerine çıkan bir şehri kuşattı. Melikşah, bir kale komutanını öldürerek şehri fethe muvaffak oldu. Selçuk ordusu ilerliyerek hıristiyanların kutlu bir şehri olan Marmarisi kuşattı. Burası müstahkem surlarla çevrili idi. Yanından büyük bir su akıyordu. Bu suyu geçmek için gemiler yaptılar. Fakat bir türlü kale alınamıyordu. Melikşah, bu kaleye tırmanırken suya düştü. Askerler kazmalarla kale duvarlarını yıkamadılar Bütün gece atlar üzerinde kaldılar. Fakat gece yarısı şiddetli bir deprem oldu, kalenin bir burcu yıkıldı. Güneş doğarken Türk askerleri kaleden içeri girdiler. Birçok papazlar esir düştüler. Alpaslan bu zaferden dolayı oğlunu tebrik etti.


Alpaslanın komutanlarından ( Gümüştekin), (Afşin) ve (Ahmet şah) Anadoluya akınlara devam ettiler. Gümüştekin Adıyaman ve Fırat bölgelerini zaptetti. On bin kişilik bir Bizans ordusunu perişan etti. Komutanlarını esir etti.

Gümüştekin aldığı ganimetlerle geri döndü. Fakat Afşin ile arası bozuldu. Aralarında çıkan kavgada Gümüştekin öldü. Bundan korkan Afşin kuvvetlerini alarak Suriye'ye indi. Afşin çok cesur ve çok kuvvetli bir komutandı. Onun önünde durmanın imkanı yoktu. Akıncı kuvvetleriyle Gaziantep yöresini fethetti. Buradan içeri dalarak Kayseriyi ele geçirdi (1067) . Kayseri Sümer Türklerinin kurduğu pek eski bir şehirdi. Buradan Adana'ya indi. Halebe gitti. Afşin buralardan aldığı paraları ve 70 bin esiri Alpaslana gönderdi. Artık Iraktan Kayseriye kadar Türk ülkesi olmuştu. Alpaslan Afşini affetti.

Alpaslan bu defa Anadoluya akınlar yapmak üzere Amcası oğlu (Kurtcu) ile kahramanlığıyla tanınmış (Sanduk) u gönderdi. Bu komutanlar Van civarındaki Ahlat şehrini üs yaparak akınlara başladılar. Türklerin bu akınları karşısında Bizans imparatorları Anadolu seferine çıkmıyorlar, İstanbuldaki Bizans sarayında zevklerine bakıyorlardı. Halktan ağır vergiler alıyorlar. Anadolu ise bakımsız, kendi kaderine bırakılmıştı. Bu kıta insanları ahlaklı, adil bir idareye susamıştı. Bizanslılar tüm olarak Anadolunun birliğini kuramamışlardı.

Bizanslılar Türk akınlarının devamını görünce Bizans tahtına geçirdikleri (Romanos Diojenes) i büyük bir ordu ile Anadolu seferine gönderdiler (1067). Geç de olsa Bizanslılar tehlikeyi anlamışlardı. Türkler Doğu Roma İmparatorluğunun varisi olmağa namzet olmuş bir durumda idiler. Bu kaderi değiştirmenin imkanı yoktu. Bir devlet sönecek, yerine yenisi gelecekti.

Romanos Diojenes 13 Mart 1068 tarihinde Anadolu seferine çıktı. Bu imparator Bizansı kurtaracaktı. Ordusuyla Güney Anadoluya yürüdüğü bir sırada, bir kuvveti Niksarı zabtetti. İmparator Sivasa doğru yollandı, burada bir Türk kuvvetini yendi. Buradan Suriye'ye giderek orayı da zaptetti.

Bu zaman Türk kahramanlarından Afşin, bir yıldırım gibi akına başlayıp Sakarya nehri dolaylarına kadar geldi. Amuriyeyi zaptetti. İmparator, kışın başlaması üzerine İstanbul'a döndü.


Ertesi yıl Afşin, Sanduk tekrar akınlara başladılar. Romanos Diojenes bu akınların merkezi olan Ahlat'ı almaya karar verdi. Bu suretle Türkleri Bizans sınırları dışına atmayı hedef tuttu. Bu maksatla Romanos Diojenes ordusuyla Harput'a geldi. Fakat Türk akıncı gazileri Malatya'ya akın ederek, bir Bizans kuvvetini yendiler. Türkler buradan Konya'ya giderek şehri vurdular. Komutan Sanduk da Halebe girdi (1070). Romanos Diojenes de İstanbul'a dönmeye mecbur oldu.

Bu sıralarda komutanlardan (Kurtçu) isyan etti. Bunu takibe Afşin memur edildi. Kurtçu Bizanslılar tarafına geçti. Afşin Kurtçuyu ele geçirmek üzere kuvvetleriyle Marmara kıyılarına kadar ilerledi. Alpaslan da bir ordu ile Anadoluya dalarak Malazgirt şehrini zabtetti (1070). Alpaslan buradan Halep üzerine yürüyüp, bu şehri de aldı (1071).


MALAZGİRT SAVAŞI


Türkmenlerin bir sel gibi Anadoluya akınlarından korkan Bizans imparatoru (Romanos Diojenes) bu işe bir son vermek azminde idi. Romanos Diojenes, İmparator (Konstantin Dükas) ın ölümü üzerine yerine eşi (Ödekia) Kraliçe olmuştu. Kraliçe Türklerle savaşacak bir komutan aradı. Nihayet Bizans asilzadelerinden Romanos Diojenes ile evlenerek, onu imparator ilan ettirmişti. Cesur ve kudretli bir asker olan Romanos, Anadolu seferi için bu defa büyük bir ordu hazırladı. Makedonya, Trakya ve Yunanistan'dan asker topladı. Bundan başka Rumelindeki Hıristiyan Oğuz ve Peçenek Türklerinden de erler topladığı gibi, Frikya, Kapadokya ve bütün orta ve batı Anadolu halkını da silah altına aldı. Ayrıca Almanlardan, Franklardan, İskandinavyanın Varnak denilen ahalisinden, İtalya Normanlarından paralı asker topladı. Bu haçlı ordusu 100.000 yaya bir o kadar da süvari olmak üzere 200.000 i bulmuştu. Büyük bir Avrupa haçlı ordusu Türkler'in üzerine gelmeye hazırlandı. Romanos, bu ordusuyla pek gururlanmıştı. Türkleri Anadoludan atmak değil, onların devletini yıkıp İrandan da atmaktı. Genç imparator bunda çok yanılıyordu. Selçuklular, kuvvetli bir devlet kurmuşlar, o nisbette de orduları talimli ve çok intizamlı idi. Bir de sönmeyen idealleri vardı. O da «Behemahal Anadoluya sahip olmak, bu kıtayı Türk'ün öz yurdu yapmaktı » Bu ideallerinden onları çevirecek bir kuvvet tanımıyorlardı.

Selçuk ordusunda, Türkmen oymaklarının başbuğu olan en kuvvetli akıncı komutanlar bulunuyordu. Bununla beraber Türkler, yaşadıkları devrin ahlakca en üstün insanları idiler. Hun ve Gök Türklerden tevarüs ettikleri medeniyet ise Romalılardan hiç te aşağı değildi. Önlerine denizin açıldığı bir kıt'aya yerleşirlerse, eşsiz bir Türk medeniyeti yaratmağa namzet idiler. Buna mukabil Bizans, içinden çürümüş, taht ve mezhep kavgaları yüzünden tarihlerini kapamak üzere bulunuyorlardı. Romanos da, ücretli ve çeşitli uluslardan müteşekkil ordusuna güveniyordu.


Alpaslan, ordusuyla Suriyede bulunurken Bizans ordusu İstanbuldan hareket etti. Romanos'un hedefi doğrudan doğruya Büyük Selçuk İmparatorluğunun hükümet merkezi olan (Rey) şehrini zapdedip, davayı bir anda halletmekti. Alpaslan'ı kandırmak maksadıyla ona bir elçi gönderdi. Alpaslan'a evvelce aldığı kaleleri geri verirse bir barış yapacağını bildirdi. Elçi Alpaslan ile görüşürken Romanos ordusuyla harekete geçti. Sivasa kadar ilerledi.

Buradan da Rey'e girmek üzere planını açıkladı. Fakat Rumeli komutanlarından (Nikefor) ve bazı generaller ileri gitmenin tehlikeli olduğunu söylediler. Savaşın Pasin ovasında kabul edilmesini doğru buldular. Fakat Romanos, Selçuk topraklarına gireceğini bildirdi. Komutanlarından Normandiyalı general (Ursel) i bir kuvvetle Ahlata doğru gönderdi. Kendisi de ordusu ile ilerleyip Malazgirt'i kuşattı. Kaledeki Türkler teslim oldukları halde, esirlerin hepsini öldürttü.


Alpaslan Mısırdaki karışıklığı bastırmak üzere Suriyeye gitmişti. Bizans ordusunun Malazgirt'i aldığını duyunca Halep'ten süratle harekete geçti. 27 - Nisan - 1071 de Fırat nehrini geçerken birçok hayvanları boğuldu. Musula geldiği zaman Malazgirtten kurtulanlar, düşmanın yaptıkları fenalıkları anlattılar. Alpaslan Horasana gelerek Hoy şehrini merkez yaptı. Süratle ordusunun hazırlığına başladı. Hatununu ve hazinesini Veziri Nizam-ül-Mülk'le Tebrize gönderdi.

Alpaslanın maiyetinde, ikişer yedek ata sahip, silahları mükemmel 40.000 Türk atlı kuvveti bulunuyordu. Kısa zamanda 10.000 Türkmen gönüllüsü de orduya katıldı. Bir miktar asker daha gelerek Türk ordusunun sayısı 60.000 i buldu. Düşman ise 200.000 kişilik muazzam bir Haçlı ordusu idi. Türk askerlerinin silahları mükemmel ve kendileri talimli idi. Manevi kuvvet bakımından ise pek kuvvetli idiler. Her Türk'ün kalbinde «Anadolu bizimdir.» ideali vardı.

Alpaslan ise Anadolunun fatihi olmak azim ve kararında idi. O bu büyük şerefe layık olmak istiyordu. Anadolunun fethine Türkler şuurlu bir idealle bağlanmışlardı. Anadolu Türk'ün istikbali hayatı ve mutluluğu idi.

Selçuk ordusunda dünya çapında büyük komutanlar vardı. Bunlar at koştururken attıkları naralarla yıldırımların sesini susturur, atlarının nallarından kıvılcımlar çıkarırdı. Hepsi sipahi idi. At, Türklerin kanadı idi. Türk süvarileri öyle çevik insanlardı ki, önlerinde durmanın imkanı yoktu. Bunlar serdengeçtiler, dalkılıçlardı.


Alpaslan'ın ordusunda Anadolu'da gaza ve cihad eden komutanlar şunlardı. Afşin, Sanduk, Savtekin, Ahmetşah, Atsız, Aksungur, Altıntah idi. Bunlarla beraber Alpaslan'ın kardeşi Yakuti Kutalmışın oğulları Süleyman ve Mansur bulunuyordu. Ayrıca Emir payesinde bulunan Emir Danişmend Gazi, Emir Artuk, Emir Saltuk, Emir Mengücük, Emir Çavlı, Emir Çavuldur bulunduğu gibi. Meşhur komutanlardan Aytekin cesareti ile ün almış olan Emir Porsuk ile Cevher Ayin de vardı: Bunların önünde kim durabilirdi. İşte güzel Anadolumuzu bize kanları ve canları pahasına armağan eden bu eşsiz kahramanlardı. Başta Alpaslan olmak üzere herbirinin adları mermer kitabelere yazılarak şehir meydanlarına asılması lazım gelmez mi?

Alpaslan vakit kazanmak, hem de düşmanın düşüncesini anlamak üzere Emir Savtekin ve Suvartekin'i elçi olarak Romanos Diojenes'e barış yapmak için gönderdi. Bizans ordusu bu zaman Erzurum'da bulunuyordu. Kuvvetine mağrur olan imparator müzakere etmeden barışı reddetti. Elçilere «Barış ancak Rey şehrinde olabilir.» dedi. Elçilerin canlarını korumak için ellerine birer haç vererek iade etti. Artık her iki taraf için kan dökmek mukadder oldu. Bu topraklar için nice canlara kıyılacak, seller gibi kanlar akacaktı. Fakat Türkler ölümü hiçe sayarak «Ya Anadolu, ya ölüm!» andını içmişlerdi. Biz torunlarına bu cennet vatanı bağışlamak için .. Onlar öldüler, lakin bizi yaşattılar. Bu ölüm ve dirim savaşı için Bağdat Halifesi, bütün camilerde Müslüman Türklerin muzafferiyeti için dua etmelerini emretti.

Alpaslan bir danışma kurulu topladı. Birisi dedi ki, «Yarın Cumadır. Bu kutlu günde bütün müslümanlar camidedirler. Onlar zaferimize dua ederlerken, bizler de dal kılınclı Muhammedi olalım.» Bunun üzerine Alpaslan taarruz kararını verdi. Kim bilir bu savaş ne kadar dehşetli olacak, ne derece kan dökülecekti.

 



 

ŞANLI ZAFER


Tarihin onbirinci yüzyılındayız. 26 - Ağustos - 1071 Cuma sabahı, güneş Van Gölünün ardından ışıklarını önce Süphan ve Nemrut Dağlarının doruklarına vurduktan sonra, gölü aydınlattı. Bu sabah Malazgirt'in önüne serilen Zaho veya (Rahva) ovasında, gökteki yıldızlar kadar çok Türk atlıları yerlerini alıyorlardı. Türk ordusu güneşin doğduğu yönden batıya gözlerini dikmiş. Türk'ün kaderine doğacak mutlu saatleri beklemekte idi. Tarihte vukua gelen meydan savaşları, çok kerre ulusların hayatında yeni bir çığır açmıştır. Bugünden itibaren Türkler Roma medeniyetine varis olma savaşına hazırlanmışlardı. Komutanlarından hücum emrini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Düşmanın kuvveti 200.000 Türklerin ise 60.000 kişi idi. Düşman mağrur, Türk ise imanlı ve manevi kuvvette üstündü. Bu savaşa katılan her Türk'ün ruhunda ve vicdanında, Anadolu ya bizim olacak, ya Zaho ovası kan deryasına dönecekti. Alpaslan Anadolunun Fatihi olmağa and içmişti. O bir şehrin, bir ülkenin değil bir kıtanın Fatihi olmağa karar vermiş bulunuyordu. O küçük bir devleti değil, muazzam Doğu Roma imparatorluğunu yenmek azim ve kararında idi. Bu savaş tarihde benzeri az bulunan bir savaş olacaktı. Asyalı bir ulus, batı medeniyetinin varisi olacak, Anadoludan sonra İstanbulu, oradan da Avrupa ortalarına kadar ülkeleri egemenliği altına alacaktı. Bu savaş Asya ile Avrupanın bir çarpışması idi. Malazgirt Savaşının önemi bundan ileri geliyordu.


Tan yeri iyice ağarmıştı. Çadırlı ordugahı güzel sesli bir müezzinin ezanı uyandırdı. Çadırlarından çıkan erler abdest alıp saflar teşkil ettiler. Cemaatin arasında Sultan Alpaslan da bulunuyordu. Ordu saf saf olup imama uydular.


Ordu eratı sanki bir buğday tarlasına dönmüştü. Rüzgar eserken nasıl başaklar boyun eğerse, erler de böyle yatıyor ve kalkıyordu. Diz çöküp ellerini göğe kaldırıp Türk ulusunun muzaffer olmasını ulu tanrıdan niyaz ettiler. Duadan sonra bütün erler birer çelik yay gibi atlarına atladılar.


Alpaslan beyazlar giymişti. Kılıncını kuşandı. Atının kuyruğunu kendi bağladı. Yanındakilere:

Şayet bu savaşta şehit düşersem, beni öldüğüm yere gömünüz. Bu beyaz elbisem de kefenim olsun. Yerime oğlumu getirin!


Dedikten sonra askerlerine hitaben:

Kimin gönlü geri gitmek istiyorsa gitsin. Sizi zorlamıyorum. Kararınızda serbestsiniz. Ben şu dakikada emir vermeği değil, şehit olmağı düşünüyorum. İşte şehitlik kefenimi giydim. Bu toprak da bana mezar olsun! Bugün burada sultan yoktur. Ben de ancak sizlerden biriyim. Tanrı önümüze bir kapı açtı. İleri! ...

Dedikten sonra askerler:


Ey Sultan! Biz senin kullarınızız, hepimiz canlarımızı yoluna koyduk!


Dediği sırada, arka saflardan bir ses geldi. O tarafa baktı. Gönüllü olarak gelmiş olan bir çocuğu geri göndermek istiyorlardı. Alpaslan meseleyi anlayınca;


- Bırakın bu yavruyu belki Rum Kayserini o esir alabilir! dedi.


Öğle vakti olmuştu. Askerler sabırsızlıkla hücum emrini beklemekte idiler. Düşman da hazırlanmıştı. Bizans ordusunun sağ kanadında Anadolu kıtalarının komutanı Alyates, sol kanadın başında da Rumeli askerlerinin komutanı, Nikefor bulunuyordu. İmparator Romanos Diojenes Hassa askerlerile merkezlerde yer almıştı. İtalyanların başında ise general Andronik Dukas bulunuyordu. Sağ kanatta hıristiyan Türk Oğuzlar, Sol kanatta ise yine Türk soyundan olan Peçenekler bulunuyordu.



Alpaslan ise ordusunu iki büyük guruba ayırmıştı. Sağ kanat kuvvetlerinin komutasını Alpaslan aldı. Sol kanad grubunu da (Tırnak oğlu) adında Akıncı kuvvetlerine komutanlık etmiş tecrübeli bir komutana verdi. Diğer birliklerde ise Danişmend Gazi, Emir Mengüçük, Emir Çavlı, Emir Porsuk, Afşin, Savtekin ve Kutalmış oğulları, Adsız, Ahmetşah, Sanduk, Altıntekin bulunuyordu. Bunların maiyetlerinde Türkmen oymaklarının koç yiğitleri toplanmıştı. Düşmanı bir ay içine almak için akıncı kuvvetlerden önemli bir kısmını dörde böldü. Bunların her birisini bir tepenin arkasına gizledi. Ayrıca da keşif kolları teşkil edildi.


Artık kanlı savaş başlamak üzere idi. Ağustos sıcağı Zaho ovasını yakıyordu. Dağların kayaları, ovaları yanıyor, güneş de bu ovanın üzerinde bir ateş dairesi olarak ışık saçıyordu.


26 - Ağustos - 1071 Cuma, tam öğleüstü. Alpaslan, o, şahin gözlerini ordusuna dikti.


Aslanlarım, ileri! diye hücum emrini verdi Bütün asker oklarını çekerek düşmanı ok yağmuruna tuttu. Kartal kanatlarının yardımıyla uçan oklar her tarafa dehşet saçıyordu. Alpaslan da okunu çekmiş, atını ileri sürmüştü. Türk ordusu bir karabulut gibi aktı. Hep bir ağızdan:


Vurha! diye naralar atarak, gökteki yıldırımların sesini susturdular. Romanos, Türklerin akınlarını görünce, o da Türk yaya kıtalarını bulmak üzere ileri atıldı. Kanlı bir boğuşma başladı. Başlar uçuyor, kollar kopuyor, kanlı cesetler ovayı dolduruyordu. Bizans askerleri vuruşa vuruşa ilerliyordu. Düşmanın bir ay içine alındığını gören Alpaslan,  akıncılara kaçma gösterisi emrini verdi. Bu Türklerin bir harp tabyası idi. Ok ata ata geriye kaçmağa başladılar. Bu hali gören düşman, harbe iştahlanarak ilerlemeğe başladı.



Türk askerleri taarruzlarında usta olduğu gibi kaçarken de geriye isabetli ok atmasını biliyor, düşmanı kanlar içinde yere seriyordu. Düşmanın artık talihi kararmıştı. 


Akşam olmak üzere idi. dağlar karardı, ova morardı. Türkler geri çekiliyor, Bizans ordusu takip ediyordu. Bizans ordusundaki Türk Peçenekler ile Oğuzlar, soydaşlarıyla savaşmamak kararını vererek, sol kanattan ve topdan olmak üzere Selçuk ordusuna katılıverdiler. Komutanları «Tamış» adlı birisi idi. Bu olay düşman ordusunda bir karışıklık doğurdu. Düşmanın zafer sevdası yerine, can kaygusu, gözyaşları yer aldı. İmparator bir tereddüt geçirdi, geri çekilmek emrini verdiği sırada Alpaslan, düşman kuvvetlerinin tam kıvama girdiğini ve pusulara yaklaştığını görünce, ordusuna genel hücum emrini verdi. Akıncı Komutanı (Taranla) hücuma kalktı. Asıl savaş bu zaman başladı. Düşman ne olduğunu bilemedi. Bu usta ve talimli askerler karşısında şaşırdılar, pusulardan bir sel gibi akan askerler, Bizans ordusunu ikiye böldü. Alaylarında da muhtelif gedikler açıldı. Bizans ordusu birbirine girerek paniğe uğradı. Önce Ermeniler sonra Franklar, diğer Avrupa askerleri de dehşete düşerek kaçmağa başladılar. Güneş batarken düşman tarafında genel panik başladı. İmparatorun karargahına girildi. Romanos elinde kılıcı, savaşın sonuna kadar çarpıştı. Nihayet yaralandı. Gecenin karanlığından faydalanarak harp meydanından kaçtı. Etrafta «İmparator öldü!» sesleri duyuluyordu.


Türk askerleri kaçanları kovalıyor, onlara:


Ver elini! diye bağırıyorlardı. Düşman askeri elini uzatırsa, onu öldürmüyor, bir misafir gibi ona iyi muamele ediyordu. Bu iyi ruhluluk hiç bir milletin askerinde görülmemiştir. Yaralıları topluyorlar, onları kendi eşlerine göndererek yaralarını tedavi ettiriyorlardı. Evleri bir nevi Kızılay olmuş oluyordu. Türklerde esirlik müessesesi de yoktu. Esirler evde çalıştırılmazdı. Harp bitince geri gönderilir, hiç biri de dinimize girmeğe zorlanmazdı. Gecenin morluğu içinde yüzlerce ölü sarı güller gibi yerlere serilmişlerdi. Bizans ordusu Malazgirt'de perişan olmuş, Türk ulusu da tarihin en şanlı bir zaferini kazanmıştı. Türkün talihinde bir güneş parlamış, Anadolu bizim olmuştu. Alpaslan da «Anadolu Fatihi» ünvanını hakkile kazanmıştı.




ROMANOS DİOJENİN ESİRLİĞİ


  Malazgirt savaşı bitmiş Ruhlar dünyası bu harp alanında bir birinden ayrı düşmüş, cesedler yere serilmiş, ruhlar ise göğün boşluğuna yükselmişti. Dağların üstünden yükselen ay ise bu feci manzarayı görmemek için bulutlar içine gizleniyordu. Ölenler hep gençlerdi. Bunların gönülleri perişan aşıklar gibi, göğüsleri açık yerlere serilmişlerdi. Her iki taraf da çok zayiat vermiş, Zaho ovası kanlı cesedlerle dolmuştu. Harp meydanından kaçanların çıkardıkları toz bulutu, sabaha karşı gündüzün ak çehresini karanlık geceye döndürüyor, bu duman içinde ancak, kayan yıldızları andıran oklar ve kılıçlar parlıyordu. Kaçanlar da yıldırım saçan kılıçlarla yere serildiler. Nihayet, akan kanlardan bir derya haline gelen cenk meydanı düşmandan temizlendi. Ertesi gün kudretin ressamları güneşin altın renkli çehresini, mavi göğe işlerken, Alpaslan atından inerek güneşe döndü:


Yüce tanrım, bu büyük zaferi bize nasip ettiğinden dolayı huzurunda eğiliyorum. Senin ismi zülcelalini ta uzaklara kadar götürmeme müsaadeni niyaz ederim!


Tanrının mavi bostanında erguvani bir gonca açar gibi Sultan Alpaslanın otağı kuruldu. Her taraftan toplanan ganimetler otağın önüne dağlar gibi yığıldı. Komutanlar, gaziler saf saf dizilip Alpaslana zafer tebrikine geldiler. Saltanat çadırının içine taht kuruldu. Tahtın sağına Emirler, soluna Başbuğlar dizildiler.


Alpaslan bütün azametile tahtında oturuyordu. Türkün o büyük bakanı, zekası karanlık geceleri aydınlatan zühre yıldızı gibi parlak, ırmak kenarındaki servisleri imrendirecek boyu, ilk bahar güzelliğini süsleyen yüzü, can alıcı gözleri, ayı andıran keman kaşları, aslan gibi kuvvetli vücudu ile tahtına yakışan bir Alp ve bir, Aslandı. O Adıyla müsemma idi.


Hele yüksek ahlakı değme insanda yoktu. Cömertliği yağmur taneleri gibi sayısız, hele bütün alem üzerine rahmet saçan bulutların gölgesine benzeyen adaleti eşsizdi. İşte tarihin bu büyük adamını gaziler teker, teker gelerek tebrik ettiler. Bundan sonra çayırlara öbek öbek sofralar kuruldu. Gazilere kuzu eti, pilav ve gaziler helvası verildi. Bundan sonra ezanlar kopuzlarıyla Oğuznameden parçalar okudular. Yemekten sonra bir haber geldi.


«Rum Kayseri esir edilmiş ..» Gaziler bu haberden çok memnun oldular. Romanos akşama kadar savaştı. Fakat ordusundaki bütün yabancı erler savaş meydanını terk edip kaçmışlardı. Pek az bir kuvvetle kalan imparator da İstanbulun yolunu tutmuştu. Hem de yaralı idi. Geceyi bir vadide geçirdi. Fakat gün ışıyınca, gizlendiği yerden geçen Tosun adındaki gönüllü bir çocuk imparatoru görüp yanına yaklaştı:



Haydi bakalım karargaha! dediği sırada orada bulunan askerler, Tosun'un yanına geldiler. Tosun'un yakasına yapıştığı adamın imparator olduğunu anladılar. Alpaslanın, «Bu çocuk da savaşa karışsın, belki Rum Kayserini o esir eder!» demesini hatırladılar. Yaralı imparatoru alıp elleri bağlı olarak, ileri karakol çadırlarında yatırdılar. Ertesi gün de otağın bulunduğu yere getirdiler. imparator tanınmayacak bir halde idi. Esirler arasında bulunan general Basilasa imparator gösterildi. Basilas imparatorun ayaklarına kapanarak.



Bu zat, imparator Romanos Diojenes deyince inanıldı. Ayrıca Adi adlı bir subay da tanıdı. Romanos, Alpaslanın huzuruna getirildi. Alpaslan tahtı üzerinde oturuyordu. O kadar heybetli idi, yüzüne bakılamıyordu. İmparator elleri bağlı olarak ulu çadırdan içeri bir adım attığı sırada, orada bulunan Alay imamı imparatora ağır sözler söyledi. Bunu duyan Alpaslan kızdı ve dedi ki:


Bu adam, bugün elli bin atlıya komuta etmiş olan Rum Kayseridir. Ona bu türlü hakaret yapılamaz!


Deyince imam:


Amansızlığı kötülemek için söyledim! Alpaslan:



Zillete düşen kuvvetin büyüklerine merhamet etmek gerekir, dedi. Bu husus için bir ayet okudu. İmparatoru Alpaslanın huzuruna getirdiler. Alpaslan: Ellerini çırptı, sonra:


Ellerini çözünüz! diye emir verdi ve yanına oturttu. İmparatora:


Sizinle barış yapmağa talib olduğum halde niçin razı olmayıp, kendini bu felakete ve bunca insanın da kanının dökülmesine sebebiyet verdiniz?


İmparator:


Beni suçlandıracak sözleri bırakınız da, hakkımda yapacağınız muameleyi bir an önce tatbik ediniz. Her dakika ölüp dirilmiyeyim. Dediği zaman, Alpaslan hafif bir sesle:


Acayip, hakkınızda korkunç bir düşüncem mi var zannediyorsunuz. Hem bunu nasıl bilebiliyorsunuz? dedi. İmparator sustu. Sonra Alpaslan;


Demek siz beni esir etmiş olsanız kim bilir hakkımda neler yapacaktınız?


Deyince,


İmparator:


Şüphe yok ki, çok şey yapardım. Ya başını kestirirdim yahut idam ederdim!


O halde, şimdi ben size ne gibi bir muamelede bulunacağım.


Ya öldürteceksiniz, ya esir olarak bütün ülkende dolaştıracaksınız.


Alpaslan ayağa kalkarak;


Yalnız seni Affedeceğim! diyerek Türk ulusunun asil ruhunu tarihin huzurunda isbat etti. Bu söz üzerine imparator ağlayarak, 

Ey Türk hükümdarı, sen beni ordularınla değil, yüksek ahlakınla yendin, diyerek ayaklarına kapandı. İmparatoru otağdan çıkarttılar. Alpaslanın esir bir imparatora bu şekilde iyi muamelesinden bütün komutanlar hayrete düştüler, hem de memnun oldular. Pazar günü Romanos tekrar huzura davet edildi. Alpaslanın tahtının yanına ikinci bir taht kurulmuştu. Bu taht, imparatorun beraberinde getirdiği kendi tahtı idi. Çadırında bulunup getirilmişti. Romanos kendi tahtını Sultanın tahtı yanında kurulu görünce hayretler içinde kaldı. Alpaslan esir imparatorun elinden tutarak onu, Bizans tahtına oturttu. Sonra da kendi elile kürkünü giydirdi ve başına imparatorluk tacını koydu. İki hükümdar yanyana oturuyorlardı. Bu, tarihte görülmemiş bir sahne idi. Barbar, kan dökücü dedikleri Türk milleti bu derece asil ruhlu idi. 


Onu tanımıyanlar, her türlü iftiralarda bulunuyorlardı. Tarihi büyük olan bir milletten ancak bu asalet beklenirdi.


Alpaslan, yanındaki tahta oturan imparatora:


Seni dost edindim. Çünkü kahramansın, doğru sözlü ve itimada layıksın. Seni memleketine gönderip, tahtına iade ediyorum.


Bu sözlerinden ziyadesiyle memnun olan imparator tahtından inerek, yeri öptü. İki devlet arasında bir andlaşma yapıldı. Bu andlaşmanın esasları:


1- Roma İmparatorluğu, Abbasi Halifeleri zamanında İslamlara verilmekte olan vergiyi, bundan sonra Türkler'e verecektir.


2 - Anadolu'da vaktiyle Müslümanlar elinde bulunurken Bizanslılar tarafından zaptedilmiş ve şimdi tekrar fetholunmuş olan şehirler ve bölgeler Türk Sultanına terkedilecektir.


3 - Selçuk İmparatorluğuna her yıl 360.000 dinar vergi verilecektir.


-  Türklere askeri yardımda bulunulacaktır.


-  Kurtuluş akçesi olarak 1 500.000 dinar verilecektir.


Bu andlaşma 28 · Ağustos - 1071 de imza edildi. Ayrıca aralarında kızlarından birisini de, Alpaslan'ın oğullarından birisine vermeyi de sözleştiler. Bundan sonra kurulmuş olan sofraya oturup yemek yediler.


Alpaslan, İmparatorun memleketine dönmesine izin verdi. İkiyüz kişilik bir muhafızla yola çıkardı. Kendisi de imparatoru uğurladı. Bu zaman İmparator yaya yürümek istediyse de Alpaslan razı olmadı. Muhafızlar onu Sivasa kadar götürdüler. Esaretden bu şekilde kurtulan Romanos, hür olduğuna bir türlü inanamıyordu. Sevinç içinde idi. Fakat yolda iken, yerine (Yedinci Mihal)ın geçtiğini öğrendi. Sevinci yese döndü. İstanbul'a gelince taht kavgasına girişti ise de yakalanıp, gözlerine mil çekilerek kör edildi. Zindana atıldı. Ve bir yıl sonra öldü.


Alpaslan Romanos Diojenes'in öldürülmesinden dolayı fena halde canı sıkıldı. Çünkü andlaşma yerine getirilemedi. Bizanslılardan intikam almağa yemin etti. Derhal akıncı kollarını toplıyarak; 


Artık Anadolunun kapısı açılmıştır. Hedefimiz İstanbuldur ileri! emrini verdi. Kutalmışın oğulları dahil, bir çok komutan kuvvetlerile Marmaraya doğru ileri harekata devam ettiler. Artık karşılarına bir kuvvet çıkmadı Türkler iki yıl sonra Marmara Denizine ve Üsküdara kadar dayandılar.


  Malazgirt Zaferi cihan tarihinin önemli bir savaşı oldu. Asyada Hun, Göktürk imparatorluklarını kurmuş olan Oğuz Türkmenler, bu zaferle Anadoluda büyük bir imparatorluk kuracaklar, tarihin akışını değiştireceklerdi. Nitekim kısa bir devir içinde Avrupa ortalarına, Arabistana ve Kuzey Afrikaya sahip oldular. Selçukluların bir devamı olan Osmanlı İmparatorluğu Romadan sonra dünyanın en büyük ve ömrü en uzun bir imparatorluğu oldu. Türkün de öz yurdu Anadolu oldu. Türkmen oymakları oba, oba Anadoluya yerleşmeğe başladılar. Alpaslan İslam aleminin (Büyük Gazi) si ünvanını kazandı. İslam devletlerinden ona tebrikler geldi. Türk milleti de ona sonsuz bağlılık ve minnetle (Anadolu Fatihi) ünvanını verdi. O şehirler, kaleler, bölgeler değil bir kıtanın fatihi şerefini kazandı. Anadoluda onun hatırasını yadetmek üzere büyük bir heykelini dikmek, Türk gençliğine düşen bir ödevdir. Bu zaferin 900 üncü yılı da kutlanmalıdır. Avrupa hıristiyanlık alemi de telaşa düştü. Bu zaferden üç yıl sonra papa (Yedinci Gregoir) bütün hıristiyanları mukaddes cihada · davet etti. Haçlı seferi hazırlamağa çalıştı.


Alpaslan Malazgirt Savaşından sonra komutanlarını, Anadoluyu düşmanlardan temizlemeğe, fethedilmeyen yerlerin fethine memur etti. Emir Danişment Kayseri, Sivas, Tokat, Amasyayı, Emir Mengücük Erzincan, Kemah, Şarki Karahisar, Emir Artuk Bey Mardin, Malatya, Diyarbakır, Harputu, Emir Saltuk Erzurum ve Yöresini, Emir Çavuldur Maraşı aldılar. Kutalmış oğullarından Mansur ve Süleyman'a ileri harekata devam etmelerini emretti. Bizanslılar, bu akınlar karşısında kadere boyun eğdiler. Anadoluyu işgallerinde bulundurmuş olan Doğu Romalılar, Anadoluyu sahiplerine teslim etmişlerdir. Çünkü Anadolunun ilk medeni insanları Türklerdi. Şimdi Ata yurdunu yeniden feth etmişlerdi.



ALPASLAN'IN ÖLÜMÜ


Alpaslan Malazgirt Zaferini kazandıktan sonra hükümet merkezi olan (Rey)' şehrine döndü. Memleketin her yerinde zafer şenlikleri yapıldı. Veziri Nizam-ül-Mülk de Sultanı tebrik etti. İsfahan sarayında memleketin ıslahile meşgül oldu. Bir gün bir şahıs Nizam-ül-Mülk hakkında bir jurnal verdi. Alpaslan jurnalı aldıktan sonra, vezirini huzuruna, çağırıp:


Şu kağıdı okuyunuz, yazılan şeyler doğru ise tekrar yapmaktan çekininiz. Eğer iftira ise, bu jurnalı verenin kabahatini affederek, bu gibi adamlara bir iş bulunuz da kazancıyla meşgül olup fintecilik etmeğe vakit bulamasın dedi. Bu derece akıllı ve adil bir insandı. Bu nedenle ona (Adil sultan) ünvanı da verilmişti. Memleket işleriyle meşgul olduğu sıralarda Maveraünnehir hükümdarı (Şemsül-Melik Tekinhan) ın isyan ettiğini ve kalelerini aldığını duydu. Doğu illerinin asayişini sağlamak üzere maiyetine 200.000 kişilik bir ordu alarak batı Türk eline hareket etti (1072). Alpaslan ordusuyla Ceyhun nehrine bir köprü kurdurttu. Ordusu bu köprüyü yirmi günde durmadan geçti. Alpaslan da bu manzarayı bir gururla seyretti. Alpaslan bu nehrin karşı kıyısındaki (Berzem) kalesini kuşattı. Bu kaleyi Tekinhanın,  sadık adamlarından olan (Yusuf) adında birisi müdafaa ediyordu. Kaleyi bir türlü teslim etmiyor, her iki tarafın kanlarının dökülmesine sebebiyet veriyordu. Nihayet kale düştü. Yusuf da esir edildi. Pek hain ruhlu olan Yusuf, Alpaslanı öldürmeğe karar verdi. Yusufu Alpaslanın huzuruna getirdiler. Alpaslan:


Niçin kaleyi teslim etmedin? dediği zaman:


Velinimetim Tekinhan uğruna ölmeğe karar verdiğimden, teslim etmedim dedi. Sonra küstahca sözler de sarf etmeğe başlayınca Alpaslan hiddetlenerek :


Öldürün şu haini! dedi.


Bu zaman Yusuf, Benim gibi bir kahramanı öldürtmek korkaklıktır diye bağırdı.


Askerler üzerine yürüyünce Alpaslan:


Bırakın melunu, ben öldüreyim! diye okunu çekip attı. Fakat Yusuf eğilerek, birden bire ileri atılıp, Alpaslanın eteğinden çekerek düşürdü. Bu anda, kolunun yenine saklamış olduğu hançerini çekerek, Alpaslanın böğrüne sapladı. Alpaslan kanlar içinde Qtağın içine yığılıverdi; Askerlerden biri köşede duran altın bir havanın ·elini Yusufun başına vurarak onu cansız yere serdi. Fakat Alpaslanın yay ve oku feleğin kaza ve kader okunun amacını değiştiremedi.


Alpaslanın yarası pek derindi. Onu yatırdılar Gözyaşlı başlar, gözlerini bu eşsiz kahramana diktiler. Alpaslan.

- Gurur ne fena bir şeymiş! dedi,

Bir komutan:

Neden Sultanım? deyince:


Hayatım müddetince gurur ve kibir nedir bilmezken, şu seferde maiyetimdeki 200.000 askerime mağrur oldum. İşte bir kaç gün sonra o gururun neticesi olarak aciz bir adamın hançeriyle bu hale geldim.


Eyvah ki! Zaman küçük bir gurura karşı bile en dehşetli bir şekilde mukabele ediyormuş!


Bir müddet gözlerini kapadıktan sonra:


Çok akıllı bir ihtiyarın bana verdiği iki öğüdü hatırladım. Bu öğüdün birincisi (Kimseyi hakir görme! ) ikincisi ( Nefsine pek güvenme!) idi. Ben bu öğütleri hiçe saydım. Ben nişancılığıma güvendim, düşmanımın kollarını da bağlatmadım. Şimdi anlıyorum ki hükümdarların kuvvet ve meharetleri Tanrının takdirine karşı pek acizmiş!. Gururum yüzünden ölüyorum. Oğlum Melikşahı yerime getirin!


Alpaslan bir daha gözlerini açmamak üzere kapadı. Böylece bir güneş söndü (1072) . Yerine oğlu Melikşah hükümdar oldu.


Askerler gözyaşlarıyla, önünde el bağlayıp ağlaştılar. Büyük bir törenle cenazesini kaldırıp (Merv) şehrine getirip gömdüler. Mezar taşına da şunları yazdılar:


«Göklere kadar yükselen Alpaslan'ın azametini görmüş olanlar ... Geliniz, şimdi onun Mervde bir avuç toprak altında gömülü olduğunu görünüz!.»


Alpaslan 9 yıl 6 ay hükümdarlık ederek Türkün şan ve şerefini yükseltmişti. O, onbeş İslam ve Hiristiyan devletlerini egemenliğine almıştı. Çinliler bile onun adından ürkmüşlerdi. Dokuz yıllık saltanatında gördüğü işler akıllara durgunluk verir. Ülkesini Batı Türklerinden Şam’a ve Marmaraya kadar uzatmıştı.

Halktan gayet az vergi alır. Adalette biricik idi. Alimleri çok severdi. Her gece huzurunda Tarih kitapları okunurdu. Ahlak itibariyle pek yüksekti. Tarihimizin en şanlı bir hükümdarı ve Anadolu fatihidir.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO

TÜRK TARİHİNİN KARAKTERİ

 


Türkler dört bin yılı bulan mazileri boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılmış büyük bir millettir. Bununla birlikte dünya tarihinin en eski ve devamlı kavimlerinden biridir.


Türkler Orta Asya’daki ana yurtlarından başlayarak sürekli göç hareketleri yapmışlardır. Bu da, nüfusça kalabalık olduklarını gösterir. Nüfuslarının çokluğu ve gayet hareketli bir hayat sürmeleri, Türklerin dünya tarihinde çok önemli roller oynamalarını mümkün kılmıştır.


Türk tarihi diğer toplulukların tarihinden farklıklar gösterir:


1- Bütün diğer milletlerin fertleri toplu olarak bir arada bulunurlar. Bu bakımdan tarihin herhangi bir devresindeki durumlarını incelemek daha kolaydır.


Türk kitleleri ise dağınık şekilde yaşamışlardır. Bu da birbirlerinden farklı gelişme yolları takip etmeleri sonucunu vermiştir. Böyle bir gelişme, Türk tarihinin belirli bir zaman kesiminde bütün olarak değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır.


2- Diğer milletlerin yayılmaları ise, ısının belli ve değişmeyen bölgeler içinde olmuştur. Buna karşılık, çeşitli Türk kitleleri yüzyıllar boyunca yeni yurtlar, yeni iklimler arayarak, tarihlerini çeşitli bölgelerde yapmışlardır.


Bu bakımdan tarihin herhangi bir döneminde, farklı coğrafi bölgelerde, farklı Türk topluluklarını, idarelerini ve devletlerini görmemiz mümkündür. Bunun için Türk tarihi, tek bir topluluğun belirli bir bölgedeki tarihi değildir.


Türk Tarihi çeşitli Türk topluluklarının ayrı bölgelerde ortaya koydukları tarihlerin bütünüdür.


Bu topluluklar bazen Türk adı ile anılmış bazen de başka bir özel ad taşımışlardır. Çok kere de ayrı hükümdar ailelerinin idaresinde görünmüşlerdir. Bu coğrafi genişliğe ve dağınıklığa rağmen bu toplulukların ortak bir milli kültürün sahibi bulunmaları, yani dil, töre ve gelenek birliği göstermeleri çok önemlidir. Bir milleti meydana getiren başlıca unsurlar da bunlardır. Bu coğrafi ve siyasi bölünmelerin sonucu olarak bir kısım Türkler “Bozkır hayatı” yaşarken diğer bir kısmı yerleşik hayata geçmiştir. Türk topluluklarından biri bir bölgede siyasi üstünlüğünü kaybederken, diğer biri aynı anda iktidarın zirvesine ulaşabilmiştir.

 


Bütün bu değişme ve yayılmalar sırasında Türk tarihi eski, yeni birçok milletlerin tarihi ile bir arada, hatta iç içe gelişmiştir.


Bu durum büyük Türk tarihinin ilmi yollardan araştırılmasını son derece güçleştirmektedir. Fakat bir bakıma da Türk milletinin dünya tarihinde derin iz bırakan kudretine ve faaliyetine işaret sayılmaktadır.


Türk Adı


Türk dili ve tarihi üzerinde inceleme yapan ilim adamları “Türk” adının nereden geldiğini uzun zaman araştırmışlardır. Herodot’tan ve Tevrat’tan başlayarak Hint, Çin kayıtlarında, eski İran rivayetlerinde eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde geçen benzer kelimelerin “Türk” adını belirttiği sanılmıştır. Fakat bu yöndeki faraziyelerin doğru olmadığı arkeolojik araştırmalar ve kültür tarihi incelemeleri sonucunda ortaya çıkmıştır.


“Türk” adı tek heceli bir kelimedir. Bu duruma M.S. VI.-VIII. yüzyıllar arasında yani Gök-Türk çağında geçtiği anlaşılmıştır. Orhun kitabelerinde daha çok “Türük” bazen de “Türk” şeklinde yazıldığı görülmüştür.


Bu durumda “Türk” kelimesinin eskiden “Törük” şeklinde söylendiği, zamanla “Türük” ve nihayet “Türk” şeklini almış olduğu anlaşılmaktadır.


Türk Adının Manası


Türk adının manası üzerinde de çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Önceleri miğfer, terk edilmiş, olgunluk çağı, deniz kenarında duran adam manaları verilmiştir. XX. yüzyılda Ziya Gökalp “kanun ve nizam sahibi anlamına gelen “töreli” kelimesinden geldiğini yazmıştır.


Türk kelimesinin asıl manası eski bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır. “Türk” sözü cins isim olarak “güç-kuvvet’' sıfat hali ile güçlü-kuvvetli" manasına gelmektedir.


Türk Adının İlk Kullanılışı


''Türk'’ kelimesine ilk önce V. yüzyıla ait (M.S. 420) Pers metinlerinde rastlanmıştır. Burada "Turanlı'' manasındadır. VI. yüzyıla ait (M.S. 515) bir Bizans kaydında "Türk-Hun " (kudretli Hun) şeklinde kullanılmıştır.


"'Türk” kelimesini Türk devletinin resmi adı olarak ilk kullanan teşekkül Gök-Türk imparatorluğudur. Daha sonra ilk imparatorluğa bağlı, kendi özel adları ile anılan diğer Türklerin ortak adı olmuştur. Zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade eden “milli ad” haline gelmiştir.


“Türk'' adı, millet ve devlet adı olarak, VI. yüzyılda Çin yıllıklarında, Bizans kaynaklarında, Arapça bir divanda geçmektedir.


Türkiye


Coğrafi ad olarak “Türkiye” deyimine ilk defa Bizans kaynaklarında rastlanmaktadır. VI. yüzyılda Bizanslılar Orta Asya’ya Türkiye diyorlardı. Türk topluluklarının yayılışı ile “Türkiye” kelimesinin belirttiği coğrafi bölgelerin sınırlarında da değişiklikler olmuştur. IX.-X. yüzyıllarda İtil (Volga) ırmağından Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmiştir. '‘Doğu Türkiye” denilen bölgede Hazarlar, “Batı Türkiye” denilen bölgede de Maearlar yaşamaktaydı. XIIL yüzyılda Mısır’da “Türk devleti” kurulduğu zaman Mısır ve Suriye de “Türkiye” olarak adlandırılmıştır.


Türkler, yeryüzündeki dört büyük beyaz ırk grubundan “Europid” adı verilen grubun “Turanid” tipindedir. Kafa yapılan “brakisefal”. Buna karşılık Moğollar, ''dolikosefal" yapıya sahiptir ve sarıdır. Tevrat’ta nakledilen efsanelerde de Türk soyu beyaz ırktan gösterilmiştir.


Türkler beyaz tenli, düz burunlu değirmi yüzlü, endamlı ve sağlam yapılıdır. Hafif dalgalı saçları vardır. Erkeklerin sakalı orta gürlüktedir. Orta çağ kaynaklarında Türkler güzelliğe örnek olarak gösterilmektedir. Hatta İran edebiyatında “Türk” sözü bazen “güzel insan” manasında kullanılmıştır.


Türklerin Anayurdu


Bu konuda ilim adamları değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Daha ziyade


90. boylamın doğusundan Ural dağlarına ve Balkaş gölünün güneyine kadar uzanan değişik bölgeler tarif edilmiştir.


Diller üzerinde yapılan son incelemelere göre M.Ö. iki bin ortalarında Türkler, Ural-Altay dağları arasındaki (Hazar denizinin kuzey doğusundaki bozkırlar) bölgede yaşamışlardır.

M.Ö. iki binden daha eski çağlarda ise Türklerin Anayurdu Altay-Sayan dağlarının kuzey-batı bölgesiydi. Burada, taş devrinin ilk çağlarından beri “brakisefal savaşçı beyaz ırk” yani Türklerin ilk ataları yaşamaktaydı.


Türklerin Göçleri


Türklerin göçebe bir kavim olduğu düşüncesi ilim dünyasında yaygındır.


Türk ilim adamları arasında da bu fikre katılmayan azdır.


Alman asıllı Rus türkolog W. Radloffun Moğol ve Rusların idaresinde kalmış, kültür kaybına uğramış Türk toplulukları arasında yaptığı incelemelere dayanarak Genel Türk Tarihi hakkında ileri sürdüğü fikirler bugüne kadar batılı araştırmacıları çok etkilemiştir.


Radloffa göre, Türk milletinin sosyal ve devlet yapısı şöyle idi: “Geniş aile - ortak mülkiyet-seçimsiz iş başına gelen bey-zorba iktidar-imtiyazlı sınıf idaresi - hukuki ilkelerden yoksun yönetim.”

Türk milli kültürünün özelliklerini iyi bilenler bu fikirlerin temelsiz olduğunu görebilmektedirler.


Göçebelik konusunda ilk fikir yürütenlerden biri olan eski Yunan filozofu Eflatun göçebelerin ilkel topluluklar olduğunu medeniyete ancak tarımla geçildiğini söylemektedir.


Herhangi bir hayat tarzının doğuşuna yaşanan bölgenin şartları yön vermektedir. Nehir vadilerinde tarıma elverişli yerlerde oturanların ziraî hayata kolayca uyum sağladıkları görülürken, geniş otlakları bulunan bölge insanlarının da hayvancılık yaptığı görülmektedir.


Meşhur İslâm tarihçisi ve filozof İbn Haldun da benzer düşüncelere sahiptir. Ona göre de insanlar göçebe ve şehirli olarak iki cemiyet tipinde yaşarlar. Çöllerle bozkırların birbirine benzediğini sanarak bozkırda yaşayan Türk topluluklarının da medenî olamayacağını söylemektedir.


Bu düşüncelerin 20. asır düşünürü İngiliz tarihçi A. Toynbee’yi dahi etkilediği görülmektedir. Ona göre de; “Çöl bedevileri ile bozkır topluluklarının yaşantıları birbirine benzer. Göçebelerin tarihleri yoktur, tesadüfi yaşarlar. Kanun, düzen yoktur.”


Ziya Gökalp de göçebelik-medeniyet konusunda konuşurken; “Medeniyet (şehirli olmak) sadece yerleşik olmak değildir. Dağınık kabilelerin düzgün bir devlet teşkilatı kurmalarıdır” demektedir.


Merhum Hocam Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’na göre ise “Türk milleti tarihsiz değil, aksine parlak uzun mazisi ile tarihi zenginliği ortada olan bir kitledir. Ve kanunsuz değil kültürün ayrılmaz bir parçası olan teşkilatçılığı sayesinde birçok devlet kurarak yürürlükte tuttuğu hukuki mevzuatla seçkinleşen bir millettir; buna göre de, Türklerin tamamen zıt mânâ ve mahiyette olan nomad (göçebe) cemiyet sayılması mümkün değildir.”


Türklerin Yayılması


Türk toplulukları için karakteristik olan büyük göç hareketleri, eski ve orta çağ dünya tarihinde önemli bir yer tutar.


Türklerin anayurdunun, eski çağlarda Altay-Sayan dağlarının kuzey batısı olduğu görülmüştür. Türklerin ilk ataları “savaşçı” kitleler olarak M.Ö. 1700’den itibaren, etrafa hakim olmağa başlamışlardı. Bu yayılma iki yüzyıl sonunda Altayları ve Tanrı dağlarını içine almış bulunuyordu. Aynı soydan gelen topluluklar Kazakistan üzerinden Maveraünnehir’e gelerek burada Akdeniz ırkları ile temas kurarken batıya doğru açılan guruplar da Fin-Ugor kavimleriyle bağlantı sağlamışlardı.


M.Ö. iki bin ortalarında Türkler doğuda Baykal gölü, batıda Sibirya üzerinden Yayık (Ural) ırmağına kadar uzanan bölgede; güneyde Tanrı dağları, güney-batıda Kazakistan ve Güney Harezm’le sınırlı geniş sahada yaşıyorlardı.


Türklerden kalabalık kitleler (yaklaşık M.Ö. 700 yıllarından itibaren) Çin’in kuzey batısındaki Kansu ve Ordos bozkırlarına doğru yayılıyordu. Çin kayıtlarında “Hsiung-nu’' adı ile gösterilen topluluğun çekirdeği bu Türk kitlesidir.


M.Ö. 1300-1000 yılları arasında bir kısım Türklerin Türkistan sahasında bulundukları anlaşılmaktadır. Kuzey-batı Çin’de görülen boyalı seramiklerin daha ziyade Ön-Asya kaynaklı oluşu, bu iki ayrı bölge arasındaki bağlantıyı Türklerin sağladığını göstermektedir.


M.Ö. 700’e kadar Altaylara yerleşen Türkler, asıl anayurtlarını artık tamamen boşaltmışlardı. Üç ayrı göçle, Ordos’a, Volga’ya ve Kuzey Batı Asya’ya yayılmıştı.


Türklerin Yakut kolunun bu devirde Sibirya’ya göç ettikleri sanılmaktadır. Bir müddet onlarla birlikte yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural dağlarının güneyine gelmişlerdir.


M.Ö. IV.-IIL yüzyıllarda iki büyük Türk kitlesinden biri İrtiş nehrinden batıda Hazar çevresine kadar olan bölgede yaşıyordu (Batı Türkleri). İkinci kitle ise İç-Asya’nın çeşitli yerlerinde ve Kuzey batı Çin’deydiler (Doğu Türkleri).


Hindistan’ın İndus-Pencab havalisine doğru ilk Türk hareketinin de M.Ö. birinci binin başlarında olduğu tahmin edilmektedir.


Milattan Sonra Türk Göçleri


Milattan sonraki yüzyıllarda meydana gelen Türk göçleri hakkında kesin sayılabilecek tarihi bilgiler vardır. Bu göçler sırası ile şöyle olmuştur.


I. yüzyıl sonları ile II. yüzyıl ortalarında Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a;

350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a;

375’i takip eden yıllarda yine Hunlar Avrupa’ya;

461-465 arasında Ogurlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya;

V. yüzyılın ikinci yarısında Sabarlar, Aral’ın kuzeyinden Kafkaslara;

VI. yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya;

669’u takip eden yıllarda Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Volga nehri kıyılarına;

830’dan sonra Macarlarla birlikte bazı Türk boyları Kafkasların kuzeyinden Orta Avrupa’ya;

840’ı takip eden yıllarda Uygurlar, Orhun bölgesinden İç Asya’ya;

IX.-XI. yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Oğuzların bir kolu olan Uzlar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara;

X. yüzyılda Oğuzlar, Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına;

XI. yüzyılda aynı Oğuz kitlesi Maveraünnehr üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.


Göçlerin Yapılışı


Türklerin binlerce yıl boyunca hareket halinde bulunmaları, anayurtlarından çıkarak dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmaları büyük bir tarihi oluşumdur. Özellikle Hun ve Oğuz göçleri hem uzun mesafeler aşılarak yapılmış, hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir.


Türk göçlerinin karakteri başlıca iki noktada özetlenebilir.


1- Göçlerin birinci karakteri, vatan kurma maksadını güden büyük çapta “fütuhat”tır. Bu göçler belirli gayelerden yoksun ve sonu bilinmez birer macera hareketi değildir. Bütün göçler Türk hükümdar aileleri tarafından büyük bir disiplin içinde idare edilmiştir. Onları başarılı şekilde hedeflerine ulaştıran başlıca sebep de budur.

Eski Türk hükümranlık anlayışına göre hanedan üyeleri kutsal sayılmaktaydı. Onlara karşı derin bir saygı ve bağlılık duyulmaktaydı. Hanedan üyelerinin başta bulunması geniş Türk kitlelerinin uzun yıllara ve çetin şartlara rağmen, birbirlerini korumalarını sağlamıştır.


2- Türk yayılmalarının diğer bir şekli de “sızma” yoluyla olanıdır. Bu şekil, kalabalık bazı boy parçalarının, ailelerinin veya sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları ile meydana gelmiştir. Türkler böylece yeni katıldıkları topluluklar içinde de çok kere üstün başarılar gösterecek askeri kuvvetlere veya siyasi hayata hakim olmuşlardır. Hatta Mısır’da ve Hindistan’da olduğu gibi, bazen devlet dahi kurmuşlardır.


Türklerin, fütuhat veya sızma, hangi şekilde olursa olsun, etrafa yayılmaları her zaman kolay olmuyordu. Bazen şiddetli çatışmalara yol açıyordu. Bu durum ağır darbelere maruz kalan yabancılar tarafından Türklerin sevimsiz karşılanmasına sebep oluyordu. Bozkırlarda yetişmiş olan Türkler, coğrafi şartlar gereği, haşin, sert, iradeli ve mücadeleci bir ruh yapısına sahip olmakla beraber haksever, iyi ve adil insanlardı. Büyük yayılışları sırasındaki bu çetin mücadeleler, Türkler hakkındaki uydurma ithamların gerçek sebebi olmalıdır.


Türk Göçlerinin Sebepleri


En ilkel kavimler dahi, sadece keyif için ve kendiliğinden yer değiştirmezler. Oturulan topraktan ebediyen ayrılmak insanlar için çok zordur. Bu bakımdan göçler, bir takım zaruretler yüzünden meydana gelmiştir.


Dünyanın üç büyük kıtasında görülen geniş Türk yayılmaları da ciddi sebeplere dayanmaktaydı.


1- Tarihi kayıtlara göre, Türk göçlerinin ilk sebebi Anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalmasıdır. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus artışı ve otlak darlığı iktisadi sıkıntılar yaratmıştır.


Bozkırlarda tabiat verimsizdi. Tarım yapma imkanı kısıtlıydı. Türkler geçimini daha çok hayvan yetiştirerek sağlıyorlardı. Çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası ve başka ihtiyaçların karşılanması için iklimi, tabiatı elverişli zengin topraklar gerekiyordu. Bunlar da, o çağlarda nüfusu çok az olan komşu ülkelerde bulunmaktaydı.


Türkler bu bakımdan yalnız başka memleketlere değil, iktisadi ve ticari yönden daha fazla imkanlara sahip diğer Türk topluluklarının topraklarına da yöneliyorlardı. Böylece Türklerden bir kitle başka bir Türk topluluğunu yerinden çıkararak göçe mecbur ediyordu. XI. yüzyıl göçleri bu şekilde olmuştur.


2- Bazen Türklerin ağır dış baskıları da oluyordu. Türkler yabancı bir devletin idaresine girip, bağımsızlıklarını kaybetmektense, yurtlarını terk etmeyi tercih ediyorlardı. Yerleşik kavimler için bu çok zordu. Fakat bozkırlı için bu mümkündü. V. ve XL yüzyıllardaki Moğol hücumları sonunda yapılan göçler de bu şekilde olmuştur.


3- Türklerin birbiri arkasına farklı yönlerde yayılmalarını sağlayan sebeplerden biri de Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Bilinmeyen ufuklara doğru akmak, her an karşılaşılacak tehlikeleri göğüslemeğe hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım mücadelesi içinde yaşamak, her millet için tabii sayılacak bir davranış değildir. Bu ruhi zindelik Türklerde açık şekilde görülmektedir. Onların tarih boyunca, hareketli bir topluluk halinde yaşamalarını sağlayan bu zindelik, başarılarla birlikte daha da artmıştır. Her askeri zafer yeni bir siyasi hedefe yol açmıştır.



İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİ VE KÜLTÜRÜ

Gülçin ÇANDARLIOĞLU

Çara Karşı Bolşevik Devrimi 1917, Moskova

 


"Yüzlerin ve hatta hükümet sisteminin bir bütün olarak değişmesi zorunludur... Ekselansları, sonuçlarım göremeyeceğimiz olayların arifesindeyiz... Her şey öyle gösteriyor ki, en tehlikeli yolu seçtiniz: Duma'yı dağıtmak... Şuna eminim ki, üç haftadan daha kısa bir süre içinde bir devrim gerçekleşecek ve her şey yerle bir olacak. Siz de yönetimi kaybedeceksiniz."


Rusya'da devrim zamanı geldiğinde ülke savaş ve ekonomik zorluklar yüzünden oldukça umutsuzdu. Çar II. Nikola'nın danışmanlarına göre yönetimi Duma'ya bırakmalıydı. Eğer "Diktatör Çar" (Bolşevikler böyle görüyordu) yönetimden alınırsa, halk meclisi Duma yönetimi ele alıp Bolşeviklerin isyan için öne sürdükleri nedenleri ortadan kaldırabilecekti.


Ancak Nikola kendini hiç de demir yumruklu bir diktatör gibi görmüyordu. 1905'de Batı'dan gelen liberal seslere kulak verdi ve halkın seçtiği bir parlamento olan Duma'yı kurdu. Böylece kendi yetkileri azalmıştı. Muhalif politik partiler ve sendikaların kurulması da yasallaştı. Böylece Rusya'nın bu dönemi rahat atlatacağını düşünmüştü.


1917 Şubatına gelindiğinde ekmek kıtlığı, grevler, lokavtlar ve gösteriler herkesin Rusya'nın anarşi uçurumunun kenarında olduğunu düşünmesine yol açıyordu. Ordunun başındakiler iki seçenekleri olduğunu gördü; ya halkın üzerine asker gönderilecek ve ayaklananlar bastırılacaktı ya da Duma ile işbirliği içinde politik bir çözüm bulunacaktı. İkinci alternatifi kullandılar ve Duma da kendine göre bir çözüm önerdi.


Çarın tahttan inmesini ve tüm yetkinin Duma'ya verilmesini teklif ettiler.


Bunun isyanı engelleyeceğini söylüyorlardı.


Teklif Nikola'ya ulaştırıldı. Nikola önce buna karşı çıkıp, Duma'yı dağıtmakla tehdit ettiyse de, olayı onların açısından görmesi sağlandı. Kendinde ve oğlunda olan yönetim hakkından feragat ettiğini açıkladı. Böylece Rusya'da Romanov hanedanı son bulmuş oluyordu.


Nikola tüm aile üyeleriyle buluştu ve ev hapsine alındı. Duma yönetimi Çarın güvenliği konusunda garanti vermişti. Rusya artık bir monarşi değildi, ayrıca Duma dağılmış ve yerine, orduyla işbirliği içinde bir ihtilal planı hazırlamış eski Duma üyelerinden oluşan bir meclis gelmişti. Karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı... Bolşeviklerden başka. Ancak onlar da lidersiz ve Örgütsüzdü.


Duma birkaç kritik hata yaptı. Kısa bir süre sonra da bu hatalarının cezasını çekmeye başladılar.


İlk olarak, kendi güdümlerindeki basının yazdıklarına gerçekten de inanmaya başladılar. Kendilerinin halkın meclisi olduğuna inandılar, dahası halkın da böyle düşündüğünü sandılar.

 


İkinci olarak, gerçekten de Rusya'nın öteki Avrupa devletleri gibi bir anayasa devleti olması gerektiğine inanıyorlardı. Gerçekte Çarın yönetimindeki Rusya acı çekiyordu. I. Nikola ve Büyük Petro gibi geçmişteki Çarlar büyük adamlardı ancak Çarın yönetiminde köylülerin şikayetleri büyüktü. Başka seçenekleri olmadığından katlanıyorlardı. Yıllarca süren monarşi döneminde insanların toplumsal statüleri olduğu gibi kalmıştı. Çar olmadan her şey havada kalacak gibiydi. İnsanlar boyun eğecek bir otoriteye alışmıştı.


Üçüncüsü ve en önemlisi ise, Duma üyelerinin belirli bir planı olmamasıydı. İktidara sahiptiler ama bununla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sonuç olarak Bolşevikler de bu durumdan yararlanmaya hazırdı. Aynı yılın Nisan ayında Lenin Rusya'ya döndü, Ekim ayında da içeride hükümetin toplantı yapmakta olduğu Kışlık Saray'ın etrafı sarılarak yönetim Bolşeviklere devredildi. Duma'nın bulduğu çözüm geçici olarak iyi bir çözümdü, ancak altı aydan kısa bir süre içinde, bu fikrin uzun vadede ölümcül sonuçları ortaya çıktı.


II. Nikola yetkilerini bırakmış, Rusya'daki Romanov hanedanı son bulmuş, kendilerine güvenliklerinin sağlanacağı sözü verilmişti. Ancak Rusya, sosyalist bir devlet olacak Sovyetler Birliği haline gelme yolunda ilerliyordu. Tahtı bırakarak engellemeye çalıştığı ihtilal tüm gücüyle geliyordu ve daha önce verilen hiçbir garanti de işe yaramayacaktı.


Nikola ve ailesi önce Sibirya'ya sonra da Ural dağları bölgesine gönderildi. Sürekli ev hapsinde tutuluyorlardı. Tahtı bırakmasından sonra Çar hep baskı altındaydı.


Ailesinin güvenliği de tehlikedeydi. 1918 Temmuzunda bir emir geldi ve Nikola ailesi ile birlikte idam edildi.


Alıntıdır.


Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


2 Mart 2023 Perşembe

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-3

 


Hamburger


Hamburg işçilerinin yemeği dilimlenmiş sığır eti 1880’lerde Alman göçmenlerle Amerika’ya taşındı ve burada Hamburger adını aldı. Ne zaman sandviç biçiminde satılmaya başlandığı bilinmemekteyse de, 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda bugünkü biçimiyle satışa sunuldu, McDonald’s dünya zinciriyle yayıldı. Türkiye’de tost ve sandviç diye iki tür bilinirken, yavaş yavaş yaygınlaşan hamburger, fast-food zincirlerinin ülkeye girmesiyle aktüel oldu. 1998’de Moskova’da gösterilere konu olan McDonald’s açılışı o yıl ODTU’de de protesto edilmişti. Pekinde ise her şey Parti’nin kontrolünde gerçekleştiğinden sorun oluşturmadı. Sonra Burger King, Wendy’s, vb. geldi.

Hamburger rekabetinin artmasıyla çocuklara yönelik ‘promosyon’lar kadar, ayran satışı ve Türk tipi köfteyle hamburger yapımı da dikkat çekici bir konu.



Patlamış Mısır


Mısır Amerika’dan Eski Dünyaya gelmiş bir bitki. Anadolu’da mısır, yakın döneme kadar buğdayın yerine geçtiği Doğu Karadeniz’den başlayarak Doğu Anadolu’da lazut, Osmanlıcada Doğu Avrupa ve Balkanlardaki gibi kokoroz adını almıştı. Halk ağızlarında sorgum dansına ve mısıra, mısır buğdayı, kalembek, kalambuk da denilmektedir. Standartlaşan mısır adının Mısır ülkesinden gelmesi ne kadar tuhafsa, Fransızcada ble de Turquie (Türk buğdayı), Italyancada granturco (Türk tahılı) olarak bilinmesi de o kadar tuhaftır. Ispanya, güney Fransa, İtalya’dan mısır Doğu Akdeniz’e yayıldı; 1520-30’larda Suriye, Lübnan ve Mısır’da mısır ekimi başlamıştı. 1540’da ansiklopedist Ruellus, “Mısır Fransa’ya atalarımız tarafından İran’dan getirildi,” diye yazıyordu. Bir Alman seyyaha göre de Fırat ovaları mısır tarlalarıyla kaplıydı. Sonraki yüzyılda Balkanlara yayıldı ve Romanya’ya 1650’de Şerban Kantakuzen tarafından getirildi. Ispanya’dan Toulouse’a girmesi de 1639’u bulmuştu. Fransa’da yaygınlaşması 1700’lerde, Avrupa’da tanınması 1800’lerde oldu.


Kızılderililer patlamış mısır yiyor ve amulet olarak boyunlarına takıyorlardı. Amerika’nın keşfinden itibaren patlamış mısır beyazlarca, da yenildi. Efsaneye göre, 1621’de Şükran Günü’nde hacılar da patlamış mısır yemişler, Vampanagların reisi Massasoit geyik derisi torbalarda patlatılmış mısır getirmişti. ABD’de mısır çok ucuzdu. Fakat mısırın patlaması için nem oranının % 12’inin altına düşmemesi gerekir ve her mısır cinsi patlamaz.


İlk mısır patlatma makineleri 1880’lerde yapıldı. 1907’de elektriklisi üretildi. Patlamış mısır önce sinemalarda, 1950’lerden sonra televizyonun yaygınlaşmasıyla evlerde çok popüler bir çerez oldu. 1952’de tarım mühendisleri patlama oranı yüksek ve patlayınca daha çok açılan melez bir tür geliştirince patlamış mısır sektöründe bu tür egemen oldu.


Türkiye’de patlamış mısıra halk ağızlarında birçok ad verilmektedir. Yalnız Trabzon örnekleri aktarılırsa, Beşikdüzü’nde paspanika, Iskenderli’de kastanbura, Maçka’da tavuk ve çadu, Arsin’de çırçıt mısır, Of da sparıukas, Of-Kellai’de fişka denir. Gıda sektörünün gelişimiyle patlamış mısır bir dönem sinemalarda torbalanmış biçimde satılmış, son beş-altı yıldır patlatma makineleriyle taze satılması yeğlenir olmuştur. Evlerde televizyon izleyicisi halen cipsi mısıra tercih etmektedir. Pazardan darı biçiminde mısır alıp evde kendiniz de patlatabilirsiniz. Türkçede bu mısıra cin mısırı deniliyor.



Domates


Aztekler tamatl adını verdikleri bitkiyi yetiştiriyorlardı. Domates, patlıcan ve patatesin de dahil olduğu ve zehirli bitkilerin de bulunduğu Solanaceae ailesindendir. İspanyolların kıtaya getirdikleri domatese bu nedenle İtalya’da önce mala insana adını verdiler.


Amerika’da domatesin tanınıp benimsenmesinde Thomas Jefferson’un çiftçiliği de etkili oldu. Domates Amerika’nın yerli bitkisi olmasına karşın ABD ’de yemek kitaplarına ilk kez 1792’de girdi. İtalyan mutfağında yüzyıldan itibaren yerini sağlamlaştıran domatesin Fransa’da tanınması devrim yıllarında gerçekleşti. Kendi ülkesi Amerika’da bu kadar geç kalan domatesin Türkiye’ye girişi 20. yüzyılın başlarında oldu ve sözcük çoğul ekiyle birlikte alındı. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’de (1876, 1890) domates’i “frenk patlıcanı, kavata”dır diye açıklar. Kavata ise Paşa’ya göre “patlıcan, acı domates gibi maruf kırmızı meyve”dir!


Hormonlu domateslerden sonra sera domatesçiliğinin artışı ile her mevsim domates yemeye başlayan Türklerin şikâyeti eski tadı ve hele kokuyu bulamamaları. İsrail’in verimli ve dayanıklı tohumları üreticiye çekici gelirken, tüketici domatesi artık soyarak yiyor.



Salça


Salçasız yemek düşünülmeyen Türk mutfağında domatesin tarihinin ne kadar yeni olduğu bilinince, eski damak zevki ve tarihi yemeklerin tadı üstünde tekrar düşünmek gerekir. Sözcük, örneğin lakerdaya yer veren Ahmet Vefik Paşa’da yoktur. Salça sözcüğü Yunanca sahsa aracılığıyla İtalyanca tuzlu anlamında salsa’dan gelir.


Domates ve biber salçaları uzun dönem ev yapımıyken, 1955’de Bursa’da Tamek Gıda A .Ş. kuruldu. Tokat’ta Dimes, Turgutlu’da Tukaş’tan sonra, Tat ve Vatanla konservecilik sektörü gelişti. 1984’de ithali yasaklar listesinden çıkarılan salçada 1989’da gümrük % 40’dan % 5’e düşürüldü.


Ketçap


Çinlilerin balık ve tavuk yemekleri için geliştirdikleri sos olan ketsiap 1690’larda yaygınlaştı ve İngiliz denizciler tarafından Singapur ve Malezya’da ketçap adıyla bilinen püre İngiltere’ye götürüldü. 1740’larda İngiltere'de yemek kitaplarına giren ketçabın yapısı, Çin baharatları bilinmediğinden, değiştirildi, mantar, ceviz, salatalık eklendi. Domatesin ketçaba katılması herhalde 1790’larda oldu. Ketçabın şişelenmiş kitlesel üretimi 1876’da başladı.


Türkiye’de ketçap, tost, hamburger kültürünün gelişimiyle talep edilmeye başlandı ve gıda sanayiinin gelişiminden sonra özellikle makarna ve patateste kullanılır oldu.



Patates, Cips


Amerika’dan gelen ve Eski Dünya’nın en önemli gıdalarından biri haline gelen patates 1520’lerde Ispanya’ya getirildi. Patatesin yayılması oldukça yavaş oldu. Ispanya’da tutma de tierra, papa, patata, İtalya’da patata, tartuffola, Fransa’da önceleri cartuffle, turffle sonra patate, pomme de tene, Ingiltere’de potato, Almanya’da ilk dönemde Trüffel, sonra Kartoffel adını aldı. Türkiye’ye patates adıyla Batı’dan, kartof adıyla Almanya kanalıyla Rusya’dan girdi. Ahmet Vefik Paşa ‘patata’ sözcüğünü “Sehven yer elması derler, Amerikan kökü. Tatlı nevine badata derler, Afrika’dan gelir,” diye açıklar. Patates önce hayvan yemeği olarak yetiştirildi; 1781’de Elbe bölgesinde, “patates yemektense ağamı değiştiririm” sözü yaygınlaşmıştı. .Fakat Veraset Savaşları, Yedi Yıl Savaşları gibi uzun süreli ve çok taraflı savaşlar patatesin benimsenmesini hızlandırdı; patates yerin altında yetiştiğinden, orduların geçiş ve çatışmalarından zarar görmüyordu. Sonuçta Bavyera Veraset Savaşları’na (1778-79), iki tarafın birbirinin iaşesine el koyma çabasına dönüştüğünden Patates Savaşları denildi. Kıtlık dönemleri ve yeni üründen alınacak vergilerin tartışmalı olması da benimsenme sürecini hızlandırdı. Patates tek ürün haline geldiği ve yaşanan kıtlık yıllarında nüfusun yarısının öldüğü ve ülkeyi terk ettiği İrlanda’nın felaket dönemine adını verdi. Avrupa’da patatesin herkes tarafından yenilir bir yiyecek haline gelmesi 18. hatta 19. yüzyılı buldu.


Kızarmış patates Anglosakson dünyasında Fransız kızarmış patatesi olarak bilinir. 1806 yılında Londra’dan söz eden bir Fransız, evin bahçesinde yetiştirilen sebzelerin çokluğundan söz ederken, “Fakat bunları ata saman verir gibi, doğal halleriyle, hiç işlemden geçirmeden yiyorlar,” diyordu. Amerika’ya kızarmış patatesin girişi, Fransa’da elçilik yapan Thomas Jefferson’un konuklarına ikram etmesiyle başladı.


İngiltere’de kızarmış patates, aşağı tabakanın yediği, İstanbul’un balık ekmek tarzı kızarmış balıkla yan yana gelince yaygınlaştı. Balık 1850’lerden beri önünde kuyruklar oluşan, dedikodu ve kavgaların eksik olmadığı büfe-dükkânlarda satılıyordu. İsviçre’den gelen Gatti kardeşler Londra’da kızarmış patates sattıkları bir lokanta açmış ve iyi kazanç sağlamışlardı. Fakat balıkla birlikte tüketilen ve sanayi kesimlerinde yaygınlaşan kızarmış patates 1870’lerde Fransa’dan geldi.


Amerikan usûlü kızarmış patates ise bir müşteri ile aşçıbaşının çekişmesi sonucu doğmuştur. 1853’de New York’ta lüks bir lokantada çalışan George Crum, müşterilerden biri, kızarmış patatesler çok kalın diye iki defa geri çevirince, patatesleri kâğıt inceliğinde kesmiş ve müşteriler bu tarz patates istemeye başlayınca, lokantanın ‘spesiyalite’si olarak menüye dahil edilmiştir.


Patates cipsinin torbalanarak satılması 1920’lerde patates kesme makinesinin icadıyla yaygınlaşmış, fakat kuzeyli çerezi olarak kalmıştır. 1920’lerde Herman Lay cipsi güneye tanıtmış, 1961’de mısır gevreği üreten bir firmayla birleştikten sonra çeşitli biçim ve tatlardaki ürünlerle dünyaya yayılan çerez sanayii doğmuştur.


Türkiye’de yemek dışında, patlıcan, biber, domates kızartması yanına giren patates, birayla tercih edilmesi, çocukların çok sevmesi, lokanta-tostçu arası yerlerin çoğalması nedeniyle kızartma olarak da gittikçe yaygınlaştı. 1980’den sonra bakkallara giren torbalanmış patates kızartmaları rekabet konusu olmakla kalmadı, yeni çıkan bir gazetenin promosyon kampanyasının da parçası oldu.



Çikolata


Misafire kahve ve çaydan önce kolonya ve çikolata tutulduğu, şeker bayramlarının ikramı ve ziyaretlerin hediyesi çikolata 1974 krizinde büyük darbe yedi, pahalılığı nedeniyle yerini, bir ara rakip olmaya başladığı baklavaya veya şekerlemeye bıraktı.


Azteklerin acı su anlamına gelen xocoatl adını verdikleri kakao tozundan yaptıkları törensel bir içecekleri vardı. Meksika’nın Nahuatl diyalektlerinde chocolatl adını alan içeceği Ispanyollar Avrupa’ya taşıdılar. Afrodizyak niteliklerine inanıldığından veya şarap bulunmadığından içilen ilk Kızılderili çikolataları biber, amber ve misk doluydu. Misyonerler bu ‘şeytani’ karışımı değiştirip vanilya, şeker ve krema kattılar. Ispanya’ya 1520’de giren çikolata Fransa’ya 1653, İngiltere’ye 1657’de ulaştı. Çikolata Anjelik filmlerinden hatırlanacağı şekliyle, 1847’ye kadar içecek olarak kaldı ve en çok da İspanya’da sevildi. 1693’de İzmir’de Gemelli Careri bir Türke çikolata verdiğinde başı dönen ağa, içki verip onu sarhoş etmek, aklını başından mı almak istediğini söyleyerek kendisine fena çıkışmıştı.


Katolik Kilisesi’nde 1594’de başlayan çikolatanın oruç bozup bozmayacağı tartışması 1636’lara kadar sürdü, ama ayinlerde bile çikolata içen aristokrat kadınlarla, kendileri de çikolata bağımlısı olan papazlar, çikolata ticaretini baltalamak niyetinde değillerdi. Vergiler ve imtiyazlar nedeniyle uzun süre pahalı bir içecek olan çikolata, yüzyıl kadar Ispanya’nın tekelinde kaldı.


Çikolata ticareti 1700’lerin başında serbest bırakıldı, 1770’de ilk çikolata imalat firması kuruldu. Fakat aristokrat içeceği çikolata yaygınlaşana kadar, Avrupa’da aristokrasi güçten düşmüş, yeniçağın yeni alışkanlıkları çay ve kahve halka mal olmuştu. Çikolata Hollanda’da dönüşüme uğratılarak benimsendi; kakao yağından arındırılıp toz haline getirilerek yeni bir içecek üretildi. Kuzey ülkelerinde özellikle çocuklara yönelik kakao tüketimi benimsenirken, Hollanda’da tablet çikolata üretimi başladı. Çikolatanın bu yeni tüketim biçimine İsviçre süt karışımı ile katkıda bulundu. İsviçre’de ilk fabrika 1819’da açıldı. 1828’de kakaonun kreması keşfedildikten sonra 1848’de ilk çikolata kalıbı üretildi. Çikolatalı pasta yapabilmek için çikolata kalıplarını doğramak gerekiyordu, hatta Nestle firması 1920’lerde pastaya doğranması için özel çikolata üretmeye başladı. 1939’da piyasaya çikolata tozunun sunulmasıyla çikolatalı pasta yapmak herkes için kolaylaştı. 1929’da üç firmanın Nestle ile birleşmesinden sonra İsviçre dünyanın çikolata merkezi haline geldi.

Nestle 1909’da çocuk maması, çikolata, yoğunlaştırılmış süt ithal eden şubesiyle Türkiye’ye girdi, 1927’de bira fabrikasını çikolata fabrikasına dönüştürerek üretime başladı. Ordu’da 1936’da fındıkçılık yapmak üzere kurulan Sağra’nın ilk çikolata fabrikası ise 1946’da açıldı. 11 Ağustos 1992’de TSE sütlü, bitter, beyaz ve sade, çeşitli dolgulu olmak üzere çikolata standartlarını belirledi.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak