19 Ocak 2023 Perşembe

DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

HIRS:

 

Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.

 

İki aç kurt bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Âdemoğlu helâk olsa, ihtiyârlasa bile, onda hırs ve emel (istek) yine kalır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)

 

Hırslı insan, helâl haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalb hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan (bir şeyler) beklemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Hırsı bırak da yorulma

Geçimde tamaha kapılma

Niçin malı cem' edersin

Kime topladın bilemezsin

Rızk vaktiyle ayrıldı

Sû-i zan faydasız kaldı

Her hırs sâhibi fakirdir

Her kanâatkârsa zengin.

(Behlül Dânâ)

 

HIRZ ÂYETLERİ:

 

Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler. (Âyât-ı Hırz)

 

HIYÂNET:

 

Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.

 

Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennet'tir. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

 

Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım. Açlık ne kadar acıdır. Hıyânetten sana sığınırım. Hâinlik ne kötü şeydir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)

 

Ticârete hıyânet karışırsa bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Hıyânet haramdır. Münâfıklık (iki yüzlülük) alâmetidir. Hıyânetin zıddı emânettir, emin olmaktır. Mü'min, herkesin malını, canını emniyet ettiği kimsedir. Emânet ve hıyânet, malda olduğu gibi, sözde de olur. (Muhammed Hâdimî)

 

HIYÂR:

 

Serbest olma. Yapılan bir akdden yâni sözleşmeden vazgeçebilmek hakkı. (Muhayyerlik)

 

HIZIR ALEYHİSSELÂM:

 

İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî.

 

Hızır aleyhisselâm Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. Mûsâ aleyhisselâm ile görüşüp yolculuk etti. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değildir. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp garîblere, kimsesizlere yardım etmektedir. Mûsâ aleyhisselâm ile karşılaşmaları ve birlikte yolculuk yapmaları Kur'ân-ı kerîmin Kehf sûresi 60-82. âyetlerinde bildirilmiştir. (Râzî, İbn-i Hacer, Süyûtî, İmâm-ı Rabbânî)

 

Ebü'd-Derdâ radıyallahü anh bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Yanına giderek "Bana nasîhat et" dedi. O da; "Nasîhat olarak ölüm sana kâfidir" dedi. Ebü'd-Derdâ; "Daha fazla nasîhat et" deyince, o da; "Gam, tasa bakımından kabri düşünmek kâfidir" dedi. Bunun üzerine Ebü'd-Derdâ, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna gelerek bu hâli haber verdi. Peygamber efendimiz; "O zât, kardeşim Hızır'dır" buyurdu. (Mevlânâ Abdurrahmân Câmi)

 

Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı , Peygamber efendimize gelir, birlikte Cumâ namazı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine, lâ ilâhe illallah, zikrini Hızır aleyhisselâm öğretti. (Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)

 

Bir gün sabah vakti toplanmıştık. İlyas aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm ruhânî şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselâm rûhânî olarak dedi ki; "Biz ruhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ bizim ruhlarımıza öyle bir kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri bizim ruhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz". (İmâm-ı Rabbânî)

 

Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil. (Hakîm Süleymân Atâ)

 

HİBE:

 

Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir. (Hediye)

Malı verenin, hibe ettim gibi âdet olan sözü söylemesi, alanın da kabûl ettim demesi veya kabz etmesi (eline alması) lâzımdır. Alacağını borçluya hibe eden, artık bunu geri isteyemez. (İbn-i Âbidîn)

 

Hibe sevab kazanmak maksadiyle yapılır. Hibe eden dünyada hayırla anılır, hibesini sırf Allah için yaptıysa ahirette karşılığını görür. (İbn-i Âbidîn)

 

Yeşilay, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çeşitli isimler altında kurulmuş olan yardım teşkîlâtları, dînin hibe ahkâmına (hükümlerine) tâbidirler. Yâni bunlar, yardım yerleridir. Vakf değildirler. Vakf malı, vakfeden kimsenin koyduğu şartlara göre idâre edilir. Yardım müesseseleri ise, başkanlarının emrine göre iş görür. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

HİCÂB:

 

Örtü, perde, avret yerlerini örtme, örtünme. ( Setr-i Avret)

 

Setr-i avret denilince, her ne kadar kadınların hicâbı anlaşılıyorsa da, kelime, mânâ ve mefhum olarak erkek ve kadınların örtmeleri gereken yerlerini örtünmelerini içine almaktadır. (Muhammed Mensûr ez-Zemân)

 

HİCR:

 

1. Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş , kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.

 

Sefîh yâni nafaka te'min ederken malını isrâf edip dînin ve aklın uygun görmediği lüzumsuz yere harcayan ve haramlara sarf eden, hâkim tarafından hicr edilir. Dîn-i İslâm'dan ayrılmak için hîle-i bâtıla öğreten hocalar, câhil tabib ve eczâcılar ve hîleli iflâs yapan tüccarlar, câhil hâkimler, hîle yapan satıcılar, ihtikâr yapanlar (karaborsacılar) da hicr edilir. (İbn-i Âbidîn)

 

2. Dostluğu bırakmak, dargın olmak.

 

Mü'minin mü'mine üç günden fazla hicr etmesi helâl olmaz. Üç geceden sonra ona gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevâb verirse, sevâbda ortak olurlar. Vermezse günâh, ona olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Erkek olsun, kadın olsun, dünyâ işleri için mü'minin mü'mine hicr etmesi câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

 

Hicr Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin on beşinci sûresi.

 

Hicr sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan dokuz âyet-i kerîmedir. Îtikâd bilgilerine, ahlâka, insanların ve cinnîlerin yaratılışına, târihî ve bilhassa İbrâhim, Lût, Şuayb, Sâlih ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Cezîret-ül-arab'ın kuzeybatı tarafında Medîne-i münevvere ile Berr-üş-şâm arasında eski bir şehir olan Hicr ülkesi halkının, inanmadıkları için ilâhî gazaba uğramaları anlatıldığından, Sûret-ül-hicr denilmiştir. (Senâullah Dehlevî)

 

Hicr sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

 

Kur'ân-ı kerîmi sana biz indirdik. Biz onu elbette koruyucuyuz. (Âyet: 9)

 

HİCRET:

 

Bir yerden başka bir yere göç etmek.

 

1. Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.

 

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elli üç yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının yirmi yedinci Perşembe günü sabah erken evinden çıkarak, öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk'in evine geldi. Birlikte Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Bu dağın yolu çok bozuk idi. Peygamber efendimizin mübârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, Pazartesi gecesi yola çıktılar. Bir hafta yolculuktan sonra Eylül ayının yirminci ve Rebî-ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne'de Kubâ köyüne geldiler. Rebî-ul-evvelin on ikinci Cumâ günü Medîne'yi şereflendirdiler. (Ahmed Cevdet Paşa, Kastalânî)

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'ye hicret edince; "Mü'minlere saldıran zâlimlerle cihâd yapmaya izin verildi" meâlindeki Hac sûresi 139. âyet-i kerîmesi geldi. (Kâdı Beydâvî)

 

2.  Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.

 

İşte ben de dînimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın. (Hazret-i Ömer)

 

Dâr-ül-harbde (müslüman olmayan memlekette) îmâna gelenin, Dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)

 

3. İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere göç etmek.

 

Herc (karışıklık), fitne zamânında yapılan ibâdet, benim yanıma (Mekke'den Medîne'ye)

 

hicret etmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Dînini muhâfaza için hicret eden, Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, bozukluk ve bid'at, dinde olmayan şeylerin yapılması artınca, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek vâcib olur. (İsmâil Hakkı Bursevî)

 

HİCRÎ:

 

Resûlullah efendimizin hicreti ile başlayan hicrî kamerî veya hicrî şemsî takvime göre olan târih.

 

Hicrî Kamerî Sene:

 

Resûlullah efendimizin hicret ettiği senenin 1 Muharrem gününü (Mîlâdî 16 Temmuz 622 Cumâ gününü) başlangıç olarak alan ve ayın dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesini (354-367 güneş günü) bir yıl kabûl eden takvim senesi. Muharremin birinci günü, hicrî kamerî yılbaşıdır.

 

Hicrî Kamerî Takvim:

 

Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiği senenin Muharrem ayının birinci gününü başlangıç olarak alan ve gökteki ayın, dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesiyle bir yılı tamamlayan takvim.

 

Hicrî Sene:

 

Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği seneyi başlangıç olarak alan takvim senesi.

 

Hicrî Şemsî Sene:

 

Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan takvim senesi.

 

Hicrî Şemsî Takvim:

 

Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.

 

HİCV:

 

Birini şiirle yerme, kötüleme.

 

Hassân bin Sâbit, bir defâsında kâfirlerin yüz karasını ortaya koyan bir hicvini okuduktan sonra, Peygamber efendimiz; "Ey Hassân! Müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrâil seninledir. Eshâbım silâhla harb ettikleri gibi sen de dil ile harb et" buyurdular. (İbn-i Hişâm)

 

Bir kimsenin; kötü, çirkin, fâhiş ve hicvedici sözlerle, Allah'a, Resûlüne ve Eshâbına karşı yalan sözler söylemesi haramdır. Dinleyen de söyleyen gibi günahkârdır. Kâfirleri ve bid'atleri yermek câizdir. Nitekim Hassân bin Sâbit, şiirleri ile Resûl-i ekremi över, kâfirleri yererdi. Resûl-i ekrem de bunu ona emretmişti. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Başkalarını hicveden ve fuhuş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri tegannî ile makam ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de haram olur. (Âlim bin Alâ)

 

HİDÂYET:

 

1. Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Hidâyeti vererek, dalâleti satın aldılar. Bu alışverişlerinde birşey kazanmadılar. Doğru yolu bulamadılar. (Bekara sûresi:16)

 

Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, peygambere uymayıp mü'minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehennem'e sokarız. (Nisâ sûresi: 114)

İbâdetlerini ihlâs ile (Allahü teâlânın rızâsı için) yapanlara müjdeler olsun.  Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

İnsan yaratılışta; hidâyet ve dalâlet olmak üzere iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için bir hoca, bir üstâd lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

 

2.  Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylemesi.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûre: 106)

 

HİDDET:

 

Öfke, kızgınlık. (Gadab)

 

Bütün kötülüklerin anahtarı hiddettir. (Ca'fer bin Muhammed Firyâbî)

 

Kibir; hiddet ve cehâletten doğar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

İslâmiyet'ten, kitaptan olmayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli vâz vereni dinlemek de, vâizin gadabına sebeb olur. (Hâdimî)

 

HİKMET:

 

1. Nübüvvet (peygamberlik).

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ ona (Dâvûd aleyhisselâma) saltanat ve hikmet verdi. (Bekara sûresi: 251)

 

2. Faydalı ilim.

 

Hikmetin başı Allah korkusudur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî ve Deylemî)

 

Hikmet, mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın. (Hadîs-i şerîf-Kunûz-ül-Hakâyık)

 

3.Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.

 

Şiirin bâzısı hikmettir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)

 

Hikmet ve nasîhat bildiren şiirler yazmak ve sesle okumak helâldir. Şehvete âit ahlâksız şiirler okumak haramdır. Bunları okumak kalbde nifak, bozukluk yapar. (Süleymân bin Cezâ)

 

Denildi ki, fazla yemekte beş zarar vardır: 1) Allah korkusu kalbden gider. 2) Mahlûkâta (yaratılmışlara) karşı merhamet duygusu kalbden çıkar. 3) Ağırlık verir, tâat ve ibâdete mâni olur. 4) Hikmetli sözleri konuşsa da başkalarına te'sir etmez. 5) Mühim hastalıklara sebeb olur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

4.Gizli sebep, fâide.

 

Gökyüzüne, yıldızlara, bunların hareketlerine, doğup-batışlarına, ay ve güneşe, doğuş ve batış yerlerinin her gün değişmesine... mevsimlerin ayırımı için güneşin yüksek ve alçak olarak seyrine, gitmesine bir bak. İyi bil ki, her yıldızın yaratılmasında, şeklinde, renginde, bulunduğu yere konmasında binbir hikmet vardır. Bedenindeki organların durumunu da buna göre düşün. Onun da her parçasında ve her uzvun (organın) o yere konmasında pekçok hikmetler vardır. Gökler ise bundan daha önemlidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Müntezamdır cümle ef'âlin senin

Aklı ermez, hikmetine kimsenin.

(S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

5.  Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. Hikmet verilen kimseye muhakkak çok hayır verilmiştir. (Bekara sûresi: 269)

 

6.  İlm-i Ledünnî, mânevî ilim. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Biz, âl-i İbrâhim'e kitab ve (ondan ayrı olarak) hikmet verdik. (Nisâ sûresi: 54)

 

Kırk gün ihlâs ile İslâmiyet'e uyan kimsenin kalbini Allahü teâlâ hikmet ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

 

7.  Peygamber efendimizin sünneti. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, Allahü teâlâ içlerinden, onlara, âyetlerini okur, (îtikâd, amel ve ahlâk bakımından) onları tertemiz yapar, onlara Kitabı (Kur'ân-ı kerîmi) ve hikmeti öğretir bir peygamber gönderdiği gibi mü'minlere büyük bir lütûfta bulunmuştur. (Âl-i İmrân sûresi: 164)

 

Hikmet-i Amelî:

 

İslâm ahlâkı.

 

Hikmet-i amelî; iyi huyları ve yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. (Ali bin Emrullah)

 

Hikmet-i Nazarî:

 

Fen bilgileri.

 

Hikmet-i nazarî, maddenin hakîkatini anlamağı sağlar. (Ali bin Emrullah)

 

HİLÂF:

 

Karşı, muhâlif, âdet ve kâidenin aksine.

 

Mucizelerin hepsi âdetin hilâfına olarak cereyân eder. (Hindli Rahmetullah Efendi)

 

Hilâf-ı Evlâ:

 

Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket. Müstehâbı terk etmek mekrûh değil, hilâf-ı evlâdır. (İbn-i Âbidîn)

 

HİLÂFET:

 

Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).

 

1. Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi. (Halîfe)

 

Benden sonra hilâfet otuz senedir. Sonra melik-i adûd olur (ısırıcı sultanlar gelir). (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Biz bu işe, Peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra melik-i adûd olur. Ondan sonra da ümmetimde zulüm, işkence ve karışıklık olur. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

 

Dört büyük halîfenin birbirinden yükseklikleri hilâfetleri sırası iledir. Çünkü İslâm âlimlerinin sözbirliğine göre; peygamberlerden sonra insanların en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk hazretleri sonra hazret-i Osman, sonra hazret-i Ali'dir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2.    İnsanları doğru yola sevk eden bir velînin, bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştireceğine dâir izin vermesi.

 

Kendisine hilâfet verilecek zâtın bâtınının (yâni kalbi ve diğer âzâlarının) nisbete ve hallere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr, tevekkül, kanâat, rızâ, teslim sâhibi olması dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

Ahmed-i Yekdest hazretleri Serhend'de Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin hizmeti ile şereflendi. On bir sene kahvesini pişirdi. Sonra hilâfet verilip Mekke-i mükerremede irşâda, insanları doğru yola dâvete memur oldu. Otuz dokuz sene bu vazîfeyi yaptıktan sonra 1707'de Mekke'de vefât etti. (Seyyid Yahya Efendi)

 

Hilâfet-i Mutlaka:

 

Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.

 

Ahmed Sa'îd-i Serhendî, babası ile birlikte Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetinde bulunup Nakşibendî yoluna girdi. On beş yaşında bu sohbetlerle kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri evlenmemiş idi. Bunu oğulluğa kabûl buyurdu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendirdi. Çok velî yetiştirdi. 1861'de Medîne-i münevverede vefât etti. (Ebû Zeyd Fârûkî)

 

HİLÂLLEMEK:

Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak parmaklarını sokarak hareket ettirmek.

 

Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki, Allahü teâlâ da onları kıyâmet gününde ateşle hilâllemesin. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Câmi-üs-Sagîr)

 

Abdest alırken ayak parmaklarını hilâllemeye ehemmiyet vermeli, müstehab deyip geçmemelidir. Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği şeylerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-9

 ZAFER (1146 - 1187)



Allah'ım, zaferi Mahmut’a değil, İslam'a ver. Mahmut kopuğu zafere lâyık adam mıdır?


NUREDDİN MAHMUT 

Arap Doğu aleminin birleştiricisi

(1117-1174)

 



AZİZ HÜKÜMDAR NUREDDİN





Zengi cephesinde karışıklık hüküm sürerken, bundan tek bir kişi etkilenmemiştir. Yirmi dokuz yaşında, uzun boylu, esmer tenli, çenesi hariç yüzü traşlı, geniş alınlı, tatlı ve sakin bakışlı biridir. Atabeyin daha soğumamış bedenine yaklaşır, elini titreyerek tutar, egemenlik simgesi olan yüzüğünü alarak kendi parmağına geçirir. Adı Nureddin’dir. Zengi’nin ikinci oğludur.

Geçmiş zaman hükümdarlarının hayat hikâyelerini okudum ve bunların arasında, ilk halifeler hariç, Nureddin kadar erdemli ve adil olanına rastlamadım. İbn el-Esir, haklı olarak bu hükümdara tapacak kadar bağlanacaktır. Zengi’nin oğlu, babasının bütün iyi yanlarını -sadelik, cesaret, devlet duygusu- almakla birlikte, atabeyi çağdaşlarının bazılarının gözünde son derece iğrenç hale getirmiş olan kötü yanlarından hiçbirini almamıştır.


Zengi, yabaniliği ve utanmazlığıyla korku yaratırken, Nureddin daha sahneye çıktığı andan itibaren, kendine dindar, ciddi, adil, verdiği sözü tutan ve islamın düşmanlarına karşı olan cihada tamamen bağlı bir adam görüntüsü vermeyi başarmıştır.


Bundan da önemlisi -çünkü onun dehası burada ortaya çıkmaktadır-, erdemlerini korkutucu siyasal silahlar haline dönüştürmeyi başaracaktır Daha XII. yüzyılın ortasında psikolojik seferberliğin oynayabileceği emsalsiz rolü anlayarak, gerçek bir propaganda mekanizması kurmuştur. Çoğu din adamı olan yüzlerce okumuş kişiye, halkın sempatisini kendine yöneltme ve böylece Arap dünyasının yöneticilerini sancağının altında toplanmaya zorlama görevi vermiştir. İbn el-Esir, Zengi’nin oğlu tarafından bir gün Frenklere karşı bir sefere davet edilen Cezire emirlerinden birinin yakınmalarını anlatacaktır.



Eğer Nureddin’e yardıma gitmezsem, toprağımı elimden alır, çünkü sofulara ve çilekeşlere daha önceden yazıp, onların kendine dua etmelerini ve Müslümanları cihada teşvik etmelerini istedi. Bu adamların herbiri şimdi müritleri ve arkadaşlarıyla birlikte Nureddin’in mektubunu okuyup, ağlıyor ve bana beddua ediyor. Eğer aforoz edilmek istemiyorsam, isteğini yerine getirmeliyim.


Zaten Nureddin propaganda makinesini bizzat yönetmektedir. Şiirler, mektuplar ve kitaplar yazdırtır ve bunların istenilen etkiyi yaratmak üzere tam zamanında dağıtılmalarını gözetir. İlkeleri basittir: Tek din, o da sünni İslam olacaktır ve bu durum bütün “sapkınlıklar”a karşı mücadeleyi gerektirir; Frenkleri her bir yandan kuşatmak için tek bir devlet; işgâl altındaki toprakları geri almak ve özellikle Kudüs’ü kurtarmak için tek bir hedef: Cihad. Nureddin, yirmi sekiz yıllık saltanatı boyunca, birçok ulemayı Kutsal Kudüs kentinin niteliklerini öven incelemeler yazması için teşvik edecek ve camiler ile okullarda bunların halka okunmalarını öğütleyecektir.

Bu fırsatlar vesilesiyle, hiç kimse yüce mücahid, kusursuz Müslüman Nureddin’i methetmeyi unutmamaktadır. Fakat bu kişi tapıncı, Zengi’nin oğlunun alçakgönüllülüğüne ve sadeliğine dayandırılmasından dolayı daha da becerikli ve etkili olmaktadır.


İbn el-Esir’e göre:

Nureddin’in karısı, bir keresinde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar parası olmadığından yakınıyordu. (Nureddin), Hıms’ta sahip olduğu ve yılda yaklaşık yirmi dinar getiren üç dükkânını ona bıraktı. Fakat kadın bunu da yeterli bulmayınca, ona şöyle karşılık verdi: “Başka hiçbir şeyim yok. Elimdeki bütün paralar, benim Müslümanların hazinedarı olmamdandır ve senin yüzünden onlara ihanet etmeye ve kendimi cehennem ateşine atmaya niyetim yok”.

Geniş ölçekte yayılan bu cins sözler, bölgenin lüks içinde yaşayan ve en ufak tasarruflarını bile çekip alabilmek için uyruklarına baskı yapan hükümdarları için öncelikle rahatsız edici olmaktadırlar. Üstelik Nureddin’in propagandası, onun otoritesine bağlı ülkelerde kaldırılan vergileri sürekli olarak vurgulamaktadır.


Hasımlarının canını sıkan Zengi’nin oğlu, çoğu zaman kendi emirlerini de rahatsız etmektedir. Zaman geçtikçe, dinsel hükümlere uyulması konusunda daha da katılaşacaktır. Alkolü sadece kendine değil, tüm ordusuna yasaklayacaktır. Halepli vakanüvis Kemaleddin “Tambur, flüt ve tanrının hoşuna gitmeyen diğer şeyleri” de yasakladığını bildirdikten sonra, “Nureddin bütün parlak kıyafetleri bırakarak pürtüklü kumaşlara büründü” diye eklemektedir. İçkiye ve muhteşem süslere alışkın olan Türk subaylar, nadiren gülümseyen ve sarıklı ulemayla arkadaşlık etmeyi diğerlerine tercih eden bu efendiyle birlikte kendilerini çok rahat hissetmeyeceklerdir.


Emirler için daha da cansıkıcı olan şey, Zengi’nin oğlunun Nureddin ünvanından (dinin ışığı) vazgeçerek, kişisel adı olan Mahmut’la yetinme eğilimidir. Çarpışmalardan önce, “Allahım zaferi İslama ver, Mahmut köpeği zafere lâyık adam mıdır?” diye dua etmektedir. Bu cins tevazu gösterileri, zayıf ve dindar kişilerin sempatisini ona yöneltecek, ama güçlüler ona hemen ikiyüzlü damgasını vuracaklardır. Dış görünüşü biraz karışık olsa da kanaatlerinde samimiymişe benzemektedir. Sonuç her halükârda ortadadır: Arap dünyasını, Frenkler’i ezebilecek bir güç haline Nureddin getirecektir ve zaferin meyvalarını da yardımcısı Selahaddin toplayacaktır.


Nureddin, babası ölünce Halep’e egemen olmayı başarmıştır. Atabey tarafından fethedilmiş muazzam topraklarla kıyaslandığında bu az birşeydir, ama bizatihi bu başlangıç alanının mütevazi olması, onun saltanatının şanını sağlayacaktır. Zengi, hayatının büyük bölümünü halifeler, sultanlar ve Irak ile Cezire’nin çeşitli emirlikleriyle mücadele etmekle geçirmiştir. Oğlu, bu tüketici ve hayırsız işten kurtulacaktır. Musul’u ve civarındaki bölgeyi ağabeyi Seyfeddin’e bırakan ve onunla iyi ilişkiler içinde kalarak, doğusunda güvenebileceği güçlü bir dostu olan Nureddin, kendini tamamen Suriye sorunlarına adamıştır.


Ancak, 1146 Eylülünde güvenilir adamı Kürt emiri ve Selahaddin’in amcası Şirkuh’la birlikte Halep’e geldiğinde rahat bir konumda değildir. Bunun nedeni, yalnızca yeniden Antakya şövalyelerinden kaygı duymaya başlanılması değil, aynı zamanda Nureddin’in egemenliğini henüz başkentinin surlarının dışında oturtmayı başaramamış olmasıdır. Tam bu sırada, Ekim sonunda ona, Jocelin’in kentin Ermeni halkının bir bölümünün yardımıyla Edessa’yı geri almayı başardığı bildirilir. Edessa, Zengi’nin ölümünden beri kaybedilenlere benzeyen herhangi bir kent değildir: bu şehir, bizatihi atabeyin şanının simgesidir, düşmesi hanedanının bütün geleceğini tehlikeye sokmaktadır. Nureddin çabucak tepki verir. Gece gündüz at koşturur, çatlayan atları yol kenarında bırakır. Jocelin’in savunmayı düzenlemesine fırsat bırakmadan Edessa önüne varır. Geçmiş deneylerin daha cesur hale getirmediği kont, gece olur olmaz kaçmaya karar verir. Onu izlemeye çalışan yandaşları, Halepli süvariler tarafından yakalanır ve öldürülür.


Ayaklanmanın bastırılmasındaki hız, Zengi’nin oğluna doğmakta olan iktidarının çok ihtiyaç duyduğu bir saygınlık sağlar. Dersini anlayan Antakya hükümdarı Raymond, daha az girişimci olur. Unar’a gelince, Halep’in efendisine kızını eş olarak almasını teklif eder.


İbn el-Kalanissi bunu şöyle belirginleştirmektedir:

Evlenme sözleşmesi Şam’da, Nureddin’in temsilcilerinin önünde kaleme alındı. Bundan sonra hemen çeyiz düzmeye girişildi ve bu hazırlıklar bittikten sonra, temsilciler Halep’e dönmek üzere yola koyuldular.


Nureddin’in Suriye’deki konumu artık sağlam temellere dayanmaktadır. Fakat ufukta beliren tehlikelerle kıyaslandığında, Jocelin’in komploları, Raymond’un yağma harekâtları ve Şamlı yaşlı tilkinin entrikaları bir süre sonra önemsiz gözükeceklerdir.


Konstantinopolis’ten, Frenkler’in topraklarından ve bunlara komşu ülkelerden ardı ardına haberler geldi; bunlara göre Frenkler’in kralları İslam topraklarına saldırmak üzere ülkelerinden buralara geliyorlardı. Bunlar ülkelerini, boş, savunmasız bırakmışlardı ve beraberlerinde servetler, hazineler ve ölçülemez miktarda malzeme getiriyorlardı. Sayılarının bir milyon, hatta daha fazla piyade ve şövalyeye ulaştığı söyleniyordu.


İbn el-Kalanissi bu satırları yazdığında yetmiş beş yaşındadır ve bundan elli yıl önce, aynı türden bir olayı, bizzat ve değişik terimlerle anlatmak zorunda kaldığını herhalde hatırlamaktadır.


Nitekim, Edessa’nın düşmesinin harekete geçirdiği ikinci Frenk istilası başlangıçta birincisinin bir kopyasına benzemiştir. 1147 sonbaharında sırtlarına haç biçiminde kumaşlar dikmiş olan sayılamayacak kadar çok savaşçı Küçük Asya’ya akmıştır. Kılıçarslan’ın tarihsel yenilgisinin meydana geldiği Dorylaion’da, onları bu kez onun oğlu Mesut beklemekte ve elli yıllık bir aradan sonra intikamını almak istemektedir. Onlara bir dizi pusu kurarak, çok öldürücü darbeler indirir. Mevcutlarının azaldığına ilişkin haberlerin ardı arkası kesilmiyordu, böylece insanlar biraz huzura kavuştular. Ama İbn el-Kalanissi gene de Frenkler’in, uğradıkları kayıplara rağmen, yaklaşık yüz bin kişi oldukları(nın) söylendiğini eklemektedir. Fakat bu rakamları gene tamamen geçerli saymamak gerekir. Bütün çağdaşları gibi, Şamlı vakanüvis de kesinliğe çok meraklı değildir ve ne olursa olsun bu tahminleri doğrulama olanağına sahip değildir. Fakat rakamı kuşkulu gördüğü her seferinde “deniliyor” ibaresini ekleyen İbn el-Kalanissi’nin bu bölümlerdeki temkinliliğini gene de kutlamak gerekir. İbn el-Esir’in böyle dertleri olmamasına rağmen, bir olaya kişisel yorum getirdiği her seferinde, “Allahü aalam” (yalnızca Tanrı bilir) sözüyle bitirmeye gayret göstermektedir.


Yeni Frenk istilacılarının tam sayılarının ne olduğu bilinmemekle birlikte, bunların gücü Kudüs, Antakya ve Trablus’takilere eklendiğinde, hareketlerini dehşet içinde izleyen Arap âlemini kaygılandıracak bir durum ortaya çıkmaktadır. Akla hep aynı soru gelmektedir: İlk saldıracakları kent hangisi olacak? Mantık Edessa’dan başlamalarını gerektirmektedir. Onun düşmesinin intikamını almak için gelmemişler midir? Halep’e de saldırabilirler ve böylece Nureddin’in yükselen gücüne daha baştan darbe indirirler ve bunun sonucunda Edessa kendiliğinden düşer. Fiili durumda ne biri, ne de diğeri olacaktır. İbn el-Kalanissi, Kralların arasındaki uzun tartışmalardan sonra, Şam’a saldırma konusunda anlaştılar ve şehri ele geçireceklerinden o kadar eminler ki, buraya bağlı toprakları nasıl paylaşacakları konusunda daha şimdiden anlaştılar, demektir.


Şam’a saldırmak? Kudüs’le ittifak antlaşması olan yegâne Müslüman yönetici Muyiniddin Unar’ın kentine saldırmak? Frenkler Arap direnmesine bundan daha iyi bir hizmette bulunamazlardı. Geriye dönüp baktığımızda, bu Frenk ordularına komuta eden güçlü krallar, Şam gibi saygın bir kentin fethinin, onların Doğu’ya kadar gitmelerini tek başına meşru kılacağını düşünmüşe benzemektedirler. Arap vakanüvisler, esas olarak Almanlar kralı Conrad’dan söz etmekte, aslında çok çaplı bir kişi olmayan Fransa kralı VII. Louis’nin varlığından hiç söz etmemektedirler.


İbn el-Kalanissi bu konuda şunları yazmaktadır:

Frenklerin niyetlerinden haberdar olmaya başlar başlamaz, emir Muyiniddin onların kötülüğünü başarısız çıkartmak için hazırlıklara girişti. Bir saldırının yapılabileceğinden kuşkulanılan bütün yerleri tahkim etti, yollara asker çıkardı, kuyuları doldurdu ve kent civarındaki su kaynaklarını tahrip etti.


Frenk birlikleri 24 Temmuz 1148’de Şam önlerine varırlar, arkalarında eşyalarını taşıyan devasa deve kafileleri bulunmaktadır. Şamlıların yüzlercesi, istilacılarla çarpışmak için kentten çıkar. Aralarında, Magrep kökenli çok yaşlı bir ilahiyatçı olan el-Findelevi de bulunmaktadır.


İbn el-Esir şöyle anlatacaktır:


Muyiniddin onun yayan yürüdüğünü görünce, onu selâmladı ve şöyle dedi: “Ey saygıdeğer ihtiyar, ilerlemiş yaşın seni çarpışmaktan muaf kılar. Müslümanları savunmak bize düşer”. Ondan geri dönmesini istedi, ama el-Findelevi bunu reddederek şöyle dedi: “Ben satıldım ve beni Allah satın aldı”. Bu şekilde yüce tanrının şu sözlerine atıfta bulunuyordu: “Tanrı, müminlerin kişilerini ve mallarını satın almış, karşılığında da onlara cenneti vermiştir”. El-Findelevi önde yürüdü ve onların darbeleri altında düşene kadar Frenkler’le çarpıştı.


Bu şehadetin arkasından, Filistinli bir mülteci olan el-Halkuli adındaki bir dervişinki gelmiştir. Fakat bu kahramanca hareketlere rağmen, Frenk ilerlemesi durdurulamamıştır. Bunlar Guta ovasına yayılmışlar ve çadırlarını kurmuşlar, hatta surların birçok noktasına yaklaşmışlardır. Bu ilk çarpışma gününün akşamında daha beterinden korkan Şamlılar, caddelere barikat kurmaya başlamışlardır.


Ertesi gün, 25 Temmuz bir pazardı diye aktarmaktadır. İbn el-Kalanissi ve şehir halkı şafaktan itibaren birkaç huruç yaptı. Çarpışma ancak gün bitiminde, herkes bitkin düşünce kesildi. Bunun üzerine herkes konumuna geri döndü. Şam ordusu, geceyi Frenkler’in karşısında geçirdi ve şehirliler nöbet tutmak ve gözcülük yapmak için surların üstünde kaldılar, çünkü düşmanı hemen yanıbaşlarında görüyorlardı.


Pazartesi sabahı, Şamlılar yeniden umutlanırlar, çünkü kuzeyden ard arda dalgalar halinde Türk, Kürt ve Arap atlılarının geldiğini görürler. Unar bölgenin bütün hükümdarlarına takviye talep eden mektuplar yazmış olduğu için, bunlar kuşatma altındaki şehre ulaşmaya başlamışlardır. Nureddin’in ertesi gün Halep ordusunun başında geleceği, ayrıca kardeşi Seyfeddin’in de Musul ordusuyla geleceği haber verilmektedir. Onlar yaklaşırlarken, İbn el-Esir’e göre, Muyiniddin bir tane yabancı Frenkler’e, bir tane de Suriyeli Frenkler’e mesaj gönderir. Birincilere karşı basit bir dil kullanmıştır: Doğu’nun kralı geliyor, kenti ona teslim ederim ve buna pişman olursunuz. Diğerlerine, “yerleşikler”e karşı farklı bir dil kullanmaktadır. Bize karşı bu adamlara yardım edecek kadar delirdiniz mi? Eğer Şam’ı ele geçirirlerse, size ait topraklara göz dikeceklerini anlamadınız mı? Bana gelince, eğer kenti savunmayı başaramazsam, onu Seyfeddin’e teslim ederim ve eğer Şam’ı alırsa sizin Suriye’de tutunamayacağınızı çok iyi biliyorsunuz.


Unar’ın manevrası hemen başarılı olmuştur. Takviye güçleri gelmeden önce Şam’dan uzaklaşması için Almanlar kralını ikna etmeyi üstlenen yerli Frenkler’le gizli bir anlaşma yapan Unar, diplomatik manevralarının başarısını garantiye almak için büyük rüşvetler dağıtmış, bu arada Frenkler’i pusuya düşüren ve hırpalayan yüzlerce gönüllüyü başkent çevresindeki meyva bahçelerine dağıtmıştır. Yaşlı Türk’ün attığı nifak tohumları pazartesi akşamından itibaren meyva vermeye başlamışlardır. Moralleri aniden bozulan kuşatmacılar, güçlerini yeniden bir araya getirmek için taktik bir geri çekilme kararı vermişler, Şamlılar tarafından hırpalanarak kendilerini her bir yanı açık ve hiçbir su kaynağı olmayan bir ovada bulmuşlardır. Konumları birkaç saat içinde o kadar tehlikeli hale gelmiştir ki, krallar artık Şam’ı alma fikrini tamamen bırakıp, birliklerini ve kendilerini yokedilmekten kurtarmaktan başka bir şey düşünemez hale gelmişlerdir. Salı sabahı, Frenk orduları çoktan Kudüs’e çekilmeye başlamışlardır ve peşlerinde de Muyiniddin’in adamları vardır.


Açıkçası, bu Frenkler artık eskileri gibi değillerdir. Yöneticilerinin beceriksizliği ve komutanların birlik olamaması, artık Arapların ayrıcalığı olmaktan çıkmışa benzemektedir. Şamlılar buna çok şaşırmışlardır. Doğu’yu aylardan beri titreten güçlü Frenk ordusunun dört günden daha az süren bir çarpışma esnasında dağılmış olması mümkün müdür? İbn el-Kalanissi, Bir tuzak hazırladıkları düşünüldü demektedir. Ama öyle birşey yoktu. Yeni Frenk istilası bal gibi bitmişti. İbn el-Esir, Alman Frenkler, Konstantinopolis’in ötelerinde bulunan ülkelerine döndüler ve tanrı inananları bu afetten kurtardı, diyecektir.


Unar’ın şaşırtıcı zaferi, saygınlığını artıracak ve istilacılarla yaptığı anlaşmaları unutturacaktır. Fakat Muyiniddin kariyerinin son günlerini yaşamaktadır. Çarpışmadan bir yıl sonra ölür. Adeti olduğu üzere gene çok yemişti, fenalaştı. Dizanteriye yakalandığı öğrenildi. İbn el-Kalanissi kesinleme yapmaktadır. Bu, ancak nadiren kurtulunabilinen korkunç bir hastalıktır. Ve onun ölümüyle, iktidar kentin itibarî hükümdarı Abak’a geçer. Tuğtekin soyundan gelen on altı yaşındaki genç, çok akıllı değildir ve kendi kanatlarıyla uçmayı hiç başaramayacaktır.


Şam çarpışmasının esas kazançlısı, hiç kuşkusuz Nureddin’dir. 1149 Haziranında Antakya prensi Raymond’un ordusunu ezmeyi başarır. Selahaddin’in amcası Şirkuh, Raymond’u kendi elleriyle öldürür. Onun kafasını kesip efendisine götürür, o da adet olduğu üzere, bunu gümüş bir sanduka içinde Bağdat halifesine gönderir. Böylece kuzey Suriye’deki bütün Frenk tehditlerini defeden Zengi’nin oğlunun, babadan kalma eski düşünü gerçekleştirmesi için elleri serbest kalmıştır: Şam’ın fethi. Kent 1140’ta, Zengi’nin kaba boyunduruğuna girmektense Frenkler’le ittifak yapmayı tercih etmişti. Fakat artık işler değişmiştir. Muyiniddin artık yoktur. Batılıların tutumu en sıkı yandaşlarını bile şaşırtmıştır ve özellikle de Nureddin’in ünü babasınınkine hiç benzememektedir. Kendiyle iftihar eden Emevi kentine tecavüz etmek değil, onu cezbetmek istemektedir.


Birliklerinin başında kenti çevreleyen meyva bahçelerine vardığında, bir saldırıya hazırlanmaktan çok kent halkının sempatisini kazanmaya uğraşmıştır. İbn el-Kalanissi şöyle anlatmaktadır: Nureddin, köylülere iyi davrandı ve varlığının onlara yük olmamasına uğraştı, Şam ve civarındaki her yerde onun için tanrıya dua edildi. Gelişinden kısa bir süre sonra, uzun bir kuraklığın arkasından bol yağmurlar başlayınca, insanlar bunu ona atfettiler. “Bu, onun sayesinde, örnek alınacak adaleti ve davranışının sayesinde oldu” dediler.

Tutkularının niteliğinin açıkça ortada olmasına rağmen, Halep’in efendisi bir fatih gibi gözükmeyi reddetmektedir.


Şamlı yöneticilere hitaben yazdığı bir mektupta şöyle der:

Buraya sizinle savaşmak veya sizi kuşatmak amacıyla kamp kurmaya gelmedim. Sadece Müslümanların çok sayıda yakınması beni böyle davranmaya yöneltti. Çünkü Frenkler köylülerin bütün mallarını ellerinden almışlar, çocuklarını onlardan kopartmışlar ve bu insanları savunacak kimse yok. Mademki tanrı bana Müslümanlara yardım edeyim ve kâfirlerle savaşayım diye güç verdi, madem ki komutam altında çok miktarda zenginlik ve insan var, o halde benim Müslümanları ihmal etmem ve savunmalarını üstlenmemem mümkün değildir. Üstelik sizin topraklarınızı savunmadaki yeteneksizliğinizi ve Frenkler’den yardım isteyecek kadar alçaldığınızı ve en fakir uyruklarınızın mallarını onlara teslim ettiğinizi, uyruklarınıza cinayet derecesinde zarar verdiğinizi biliyorum. Buna ne tanrı, ne de bir Müslüman razı olur.


Bu mektup, kendini Şamlıların savunucusu konumuna yerleştiren yeni Halep efendisinin stratejisinin bütün inceliğini ortaya koymaktadır. Özellikle en zor durumda bulunan Şamlıların koruyuculuğuna soyunan Nureddin, onları açıkça efendilerine karşı ayaklanmaya teşvik etmektedir. Şamlı yöneticilerin cevabı, sırf aniliğinden ötürü, kent halkını Zengi’nin oğluna yaklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Cevap şöyledir: “Seninle bizim aramızda artık yalnızca kılıç vardır. Frenkler kendimizi savunmamız için bize yardıma geleceklerdir”.


Nureddin, halk arasında sempati yaratmış olmasına rağmen, Kudüs ile Şam’ın birleşik ordularıyla çarpışmamayı tercih ederek, kuzeye çekilmeyi kabul etmiştir; ama camilerdeki hutbelerde adının halifenin ve sultanınkinden sonra okunmasını ve paranın kendi adına basılmasını da sağlamıştır. Bu cins yöntemler, Müslüman kentler tarafından fatihleri yatıştırmak üzere sıklıkla kullanılmaktadırlar.


Nureddin, bu yarı başarıyı umut verici bulmuştur. Bir yıl sonra Şam civarına askerleriyle birlikte geri dönmüş ve Abak ile kentin diğer yöneticilerine şu mektubu ulaştırmıştır: Müslümanların refahından, kâfirlere karşı cihad yapılmasından ve onların elindeki esirleri kurtarmaktan başka birşey istemiyorum. Eğer Şam ordusuyla birlikte saflarıma katılırsanız, eğer cihadı yürütmek için yardımlaşırsak dileğim yerine gelecek. Abak, cevap olarak gene Frenkler’i çağırmış, onlar da Foulque’un oğlu genç kral III. Baudouin’in yönetiminde çağrıya karşılık vererek, birkaç hafta süreyle Şam kapılarına yerleşmişlerdir. Frenk şövalyelerine çarşılarda dolaşma izni bile verilmiştir ki, bu da bir yıl önce ölmüş olan çocuklarını henüz unutamayan kent halkıyla bazı gerilimlerin yaşanmasına yol açmıştır.


Nureddin temkinli davranarak, müttefiklerle her tür çarpışmadan kaçınmaktadır. Askerlerini Şam’dan uzaklaştırarak, Frenkler’in Kudüs’e dönmelerini beklemektedir. Kentlilerin memnuniyetsizliğinden olabildiğince yararlanmak üzere, Şam’ın önde gelenlerine ve din adamlarına Abak’ın ihanetine ilişkin çok miktarda mesaj ulaştırmaktadır. Hatta Frenkler’le açıkça işbirliği yapılmasına öfkelenen çok sayıda askerle de temas kurmaktadır. Zengi’nin oğluna göre, yalnızca Abak’ı rahatsız ederek itirazları harekete geçirmek değil, aynı zamanda ele geçirmek istediği kentin içinde, Şam’ı teslim olmaya zorlayacak bir işbirliği şebekesi kurmak söz konusudur. Bu nazik iş için Selahaddin’in babasını görevlendirmiştir. Eyüp, başarılı bir örgütleme faaliyetinden sonra, 1153’te komutasını İbn el-Kalanissi’nin küçük kardeşlerinden birinin yürüttüğü kent milisinin Nureddin yanlısı tarafsızlığını sağlamıştır. Ordudan birçok kişi de aynı tutumu benimsemiştir. Bunlar Abak’ın tecrit edilmesini giderek artırmaktadırlar. Onun yanında artık, onu kafa tutmaya teşvik eden küçük bir emir grubundan başkası kalmamıştır. Bu boyun eğmeyen kişilerden kurtulmaya karar veren Nureddin, Şam’ın efendisine çevresindekilerin bir komplo hazırladıklarına ilişkin sahte haberler ulaştırmıştır. Abak, bunun doğruluğunu fazla araştırmadan, yardımcılarının çoğunu hemen idam ettirmiş veya hapse attırmıştır. Artık tamamen tecrit olmuş durumdadır.


Sonuncu işlem: Nureddin, Şam’a giden bütün yiyecek kervanlarına birden el koyar. Bir çuval buğdayın fiyatı, iki günde yarım dinardan yirmi beş dinara çıkar ve halk açlıktan korkmaya başlar. Artık ajanların halkı, eğer Abak Halepli dindaşları yerine Frenkler’i seçmeseydi kıtlık olmayacağına ikna etmelerinden başka bir iş kalmamıştır.


18 Nisan 1154’te, Nureddin askerleriyle birlikte Şam önüne gelir. Abak, Baudouin’e bir kez daha acil bir mesaj gönderir. Fakat Kudüs kralı zamanında yetişemeyecektir.


25 Nisan pazar günü, kentin doğusundan nihai saldırı emri verilir. Şamlı vakanüvis şöyle anlatmaktadır:

Surların üstünde ne asker, ne kent halkından kimse vardı, yalnızca bir kuleyi savunmakla görevlendirilen bir avuç Türk vardı. Nureddin’in askerlerinden biri, Yahudi bir kadının kendisine ip sarkıttığı bir burca doğru ilerledi. Bu ipten yararlanarak tırmandı, kimse farketmeden surun tepesine ulaştı ve arkasından gelen birkaç arkadaşı bir sancak açıp sura diktiler ve “ya mansur” (ey zafer kazanan) diye bağırmaya başladılar. Şam’daki birlikler ve halk, Nureddin’e, adaletine ve iyi ününe duydukları sempatiden ötürü direnmekten vazgeçtiler. Bir kazmacı, kazmasıyla Doğu kapısına (Bab-ı Şarki) koştu ve kilidi kırdı. Askerler buradan içeri girdiler ve hiç direnmeyle karşılaşmadan ana caddelere dağıldılar. Thomas kapısı da (bab-Tuma) askerlere açıldı. Nihayet Melik Nureddin, maiyetiyle birlikte, hepsi de açlık ve kâfir Frenkler tarafından kuşatılma kaygısını takıntı haline getirmiş olan halkın ve askerlerin büyük sevinç gösterileri içinde şehre girdi.


Zaferinin verdiği duyguyla cömert davranan Nureddin, Abak ve yakınlarına Hıms bölgesinde iktalar vermiş ve tüm mallarını alarak gitmelerine izin vermiştir.


Nureddin, silah kullanma yerine ikna etmeyi başararak, Şam’ı kan dökmeden fethetmiştir. İster haşhaşiyun, ister Frenkler, isterse Zengi olsun, onu boyunduruk altına almaya niyet eden herkese karşı çeyrek yüzyıldır inatla direnen Şam, hem onun güvenliğini sağlama, hem de bağımsızlığına saygı gösterme güvencesi veren bir hükümdarın yumuşak kararlılığının etkisi altında kalmıştır. Kent yaptığına pişman olmayacak, Nureddin ve ardıllarının sayesinde tarihinin en şanlı dönemlerinden birini yaşayacaktır.


Nureddin, zaferinden hemen sonra ulemayı, kadıları ve tüccarları toplayarak, onlara rahatlatıcı sözler etmiş, ayrıca büyük miktarda yiyecek stokları getirtmiş ve meyva pazarının üzerine binen vergileri iptal etmiştir. Bu yönde bir ferman hazırlamış ve bu, ertesi cuma, namazdan sonra mimberden okunmuştur. Seksen bir yaşındaki İbn el-Kalanissi, hemşehrilerinin sevincini paylaşmak üzere gene buradadır. Halk alkışladı, diye aktarmaktadır. Kentliler, köylüler, kadınlar, dar gelirliler, herkes Nureddin daha uzun yaşasın ve sancakları hep zafer kazansın diye açıkça dua etti.


Suriye’nin iki büyük kenti Halep ve Şam, Frenk savaşlarının başından beri ilk kez aynı devletin içinde, otuz yedi yaşında olan ve kendini istilacıya karşı mücadeleye adamaya kesin kararlı bir hükümdarın yönetimi altında birleşmiştir. Fiili durumda, Munkidi hanedanının özerkliğini hâlâ koruyabildiği küçük Şeyzer emirliğinin dışında, Müslüman Suriye’nin tamamı artık birleşmiş olmaktadır. Fakat Şeyzer’in bağımsızlığı uzun sürmeyecektir, çünkü bu küçük devletin tarihi, çok ani ve ve beklenmedik bir şekilde sona erecektir.


Şam’da, Nureddin’in Kudüs’e karşı bir sefer açacağı söylentilerinin dolaştığı 1157 ağustosunda, çok şiddetli bir deprem hem Araplar’ın hem de Frenkler’in arasında ölümlere yol açarak, Suriye’nin tamamını tahrip etmiştir. Halep surlarındaki birçok kule yıkılmış ve dehşete kapılan halk civar kırlara kaçmıştır. Harran’da toprak yarılmış ve böylece açılan devasa yarık boyunca eski bir kentin kalıntıları yüzeye çıkmıştır. Trablusşam, Beyrut, Sûr, Hıms ve Maara’daki ölüleri ve yıkılan binaları saymak mümkün değildir.


Fakat Hama ve Şeyzer, hepsinden daha fazla zarar görmüşlerdir. Hama’da, acil bir ihtiyacını gidermek için boş bir alana giden bir sübyan mektebi öğretmeninin, geri döndüğünde okulunu yerle bir olmuş ve bütün öğrencilerinin de ölmüş olduklarını gördüğü anlatılmaktadır. Perişan bir vaziyette yıkıntıların üzerine oturan öğretmen, velilere bu ölümleri nasıl haber vereceğini düşünmektedir, ama hiçbiri hayatta kalmadığı için çocuğunu aramaya gelen olmamıştır.


Aynı gün Şeyzer’de, Usama’nın kuzeni olan kent emiri Muhammed İbn Sultan, Hisar’da oğlunun sünnet düğününü yapmaktadır. Kentin bütün önde gelenleri ve hükümdar ailesinin bütün üyeleri buradadır, birden bire yer sallanmaya, duvarlar çökmeye başlamış ve oradakilerin hepsini ezmiştir. Munkidi emirliği böylece yokoluvermiştir. O sırada Şam’da bulunan Usama, ailesinin kurtulabilen nadir birkaç üyesinden biridir. Olayın heyecanıyla şöyle yazacaktır: Ölüm, soyumdan insanları öldürmek, onları ikişer ikişer veya her birini teker teker öldürmek için adım adım gelmedi. Hepsi birden göz açıp kapayana kadar öldü ve sarayları onların mezarı oldu. Ve gözü açılmış olarak şunu eklemektedir: Depremler, bu kayıtsızlıklar ülkesini yalnızca uyuşukluğundan çıkartmak için vardır.


Nitekim Munkidilerin dramı, o çağın insanlarına insani şeylerin beyhudeliği konusunda birçok düşünce malzemesi sunacaktır, ama daha da basit olarak deprem aynı zamanda bazıları için, yıkılmış bazı kent veya kaleleri zahmetsizce fethetme veya yağmalama fırsatı yaratacaktır. Özellikle Şeyzer’e hemen hem haşhaşiyun, hem de Frenkler saldırmış, kenti sonunda Halep ordusu almıştır.


Nureddin, 1157 yılında surların onarımını denetlemek üzere kentten kente gezerken hasta düşer. Ona bütün yolculuklarında eşlik eden Şamlı hekim İbn el-Vakkar kötümserdir. Hükümdar, bir buçuk yıl boyunca hayatla ölüm arasında kalır. Frenkler de bu durumdan bazı kaleleri işgâl etmek ve Şam civarlarını yağmalamak için yararlanırlar. Fakat Nureddin, bu eylemsizlik süresinden kaderi üzerinde düşünmek için yararlanır. Saltanatının ilk bölümünde, Müslüman Suriye’yi kendi yönetiminde birleştirmeyi ve ülkeyi zayıf düşüren iç çatışmaları sona erdirmeyi başarmıştır. Artık Frenkler’in işgali altındaki büyük kentleri geri almak için cihada girişmek gerekmektedir. Başta Halepliler olmak üzere, yakınlarından bazıları ona Antakya’dan başlamasını önerirler, ama Nureddin onları çok şaşırtarak buna karşı çıkar. Bu kentin tarihsel olarak Rumlara ait olduğunu onlara açıklar. Burayı ele geçirmeye yönelik her girişim, imparatorluğu Suriye olaylarıyla doğrudan uğraşmaya tahrik edecektir; bu da Müslüman ordularının iki cephede savaşmalarına yol açacaktır. Hayır, Rumları tahrik etmek değil de, büyük sahil şehirlerinden birini ve hatta tanrı izin verirse Kudüs’ü geri almak gerekir diye ısrar eder.


Heyhat! Olaylar onun kaygılarını çabucak doğrulayacaklardır. 1159’da hafif bir iyileşme gösterirken, Ioannes Komnenos’un oğlu ve ardılı imparator Manuel’in komutasında güçlü bir Bizans ordusunun Suriye’nin kuzeyinde toplandığını öğrenir. Nureddin, imparatora kibarca hoşgeldiniz demek üzere hemen elçiler yollar. İhtişamlı, bilge, tıp tutkunu bir adam olan vasilevs, bu elçileri kabul eder ve onlara efendileriyle olabilecek en dostane ilişkileri sürdürme niyetini bildirir. Suriye’ye geliş nedeninin yalnızca Antakya’nın efendilerine bir ders vermek olduğu konusunda güvence verir. Manuel’in babasının da yirmi iki yıl önce aynı nedenleri ileri sürerek geldiği ve bunun onun Müslümanlara karşı Batılılarla ittifak kurmasını engellemediği hatırlanmaktadır. Ama Nureddin’in elçileri vasilevsin sözlerinden kuşku duymazlar. Rumların, 1153’ten beri Antakya prensliğinin kaderine hükmeden şu kaba, küstah, sinsi ve küçümseyici şövalyenin, Renaud de Châtillon’un adının geçtiği her seferinde nasıl kudurduklarını bilmektedirler. Bu şövalye, bir gün bütün Arapların gözünde Frenkler’in bütün kötülüğünü simgeleyecek ve Selahaddin onu kendi elleriyle öldürmeye yemin edecektir. Prens Renaud, vakanüvislerin “Brens Arnat”ı, Doğu’ya 1147’de geldiğinde, kafasında ilk istilacıların çoktan çağdışı olmuş zihniyetini taşımaktadır: Altına, kana ve fethe susamışlık. Antakya prensi Raymond’nun ölümünden kısa bir süre sonra, onun dul karısını baştan çıkartmayı, sonra da onunla evlenmeyi başarmış, böylece kentin efendisi haline gelmiştir. Aşırılıkları, onu kısa sürede yalnızca komşusu Haleplilerin değil, aynı zamanda Rumların ve kendi uyruklarının gözünde de iğrençleştirmiştir. 1156 yılında, Manuel’in ona söz verdiği bir para miktarının ödenmemesini bahane ederek, Bizans’a ait Kıbrıs adasına bir ceza akını düzenleyerek intikamını almaya karar vermiş ve Antakya patriğinden seferin masraflarını karşılamasını istemiştir. Buna rıza göstermeyen patriği hapse attırmış, işkence yaptırtmış, sonra da yaralarına bal sürdürtüp, zincirletip, tam bir gün boyunca güneşin altında bırakmış, böylece binlerce böceğin onun bedenini kemirmesine yol açmıştır.


Tabii ki patrik sonunda kasalarını açmış ve bir filo kuran prens, küçük Bizans garnizonunu kolayca ezerek Akdeniz adasının kıyılarına çıkmış ve adamlarını etrafa salmıştır. Kıbrıs, bu 1156 ilkbaharında başına gelenlerden sonra bir daha toparlanamayacaktır. Bütün ekili tarlalar, kuzeyden güneye doğru düzenli bir şekilde tahrip edilmiş, bütün hayvan sürüleri boğazlanmış; saraylar, kiliseler ve manastırlar yağmalanmış, götürülemeyecek herşey yakılmış ve yıkılmıştır. Kadınların ırzına geçilmiş, ihtiyar ve çocukların boğazı kesilmiş, zenginler rehine olarak götürülürlerken, fakirlerin kafası kesilmiştir. Renaud, ganimet yüklü olarak geri dönmeden önce, bütün Rum papaz ve keşişlerin toplanmasını emretmiş, onların burunlarını kestikten sonra Konstantinopolis’e göndermiştir.


Manuel buna bir karşılık vermelidir. Fakat Roma imparatorlarının varisi olarak adi bir darbe indiremez. Yapmak istediği, Antakya’daki şövalye-haydut Renaud’yu herkesin gözünün önünde rezil ederek saygınlığını yeniden kazanmaktır. Renaud, imparatorluk ordusunun Suriye yolunda olduğunu öğrenince, direnmenin yararsız olduğunu bildiğinden özür dilemiştir. Küstahlık kadar kölelik alanında da yetenekli olan Renaud, Manuel’in kampına yalın ayak, dilenci gibi giyinmiş olarak gitmiş, imparatorun tahtı önünde yerlere kapanmıştır.


Nureddin’in elçileri de bu sahneye tanık olmuşlardır: “Brens Arnat”ın, onu farketmemiş gibi yaparak konuklarıyla sakin sakin konuşmaya devam eden vasilevsin ayaklarının dibinde toz toprak içinde yatmış olarak uzun süre beklediğini, sonra imparatorun hasmına bakmaya rıza gösterip, küçümseyici bir şekilde kalkmasını işaret ettiğini görmüşlerdir.


Renaud affedilecek ve böylece prensliğini muhafaza edecektir, ama Kuzey Suriye’deki saygınlığı ebediyen sönmüştür. Zaten ertesi yıl, kentin kuzeyinde giriştiği bir yağma hareketi sırasında Halepli askerler tarafından yakalanacaktır; bu ona on altı yıllık bir esarete mal olacak ve sahnenin önüne tekrar çıktığında, kader ona rollerin en iğrençlerinden birini biçmiş olacaktır.


Manuel’e gelince, otoritesi bu seferin sonunda sürekli artmıştır. Antakya’daki Frenk prensliğine olduğu kadar, Küçük Asya’daki Türk devletlerine de egemen olmuş, böylece devletini Suriye işlerinde belirleyici bir rol oynar hale getirmiştir. Bizans askeri gücünün tarihteki bu sonuncu canlanması, başlangıçta Araplarla Frenkler arasındaki çatışmanın verilerini alt üst etmiştir. Rumların sınırlarında meydana getirdikleri sürekli tehdid, Nureddin’in geniş çaplı yeniden fetih harekâtına girişmesini engellemiştir. Bu arada Zengi’nin oğlunun gücünün Frenklerin genişleme yolunu tıkamasından ötürü, Suriye’deki durum bir bakıma kilitlenmiş gibidir.


Fakat bu arada Arapların ve Frenklerin zaptedilen enerjileri bir anda serbest kalmışçasına, savaşın ağırlığı yeni bir harekât alanına, Mısır’a kayacaktır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Mevlana Celaleddin-i Rumi / Belgesel - TRT Avaz

Karmati Hareketine Mazdek ve Mazdekizm'in Etkileri

 


M.S. V yüzyılda İran'da içtimai, ekonomik ve dini reform Mazdek tarafından gerçekleştirilmiştir. Mazdek'in öncülük ettiği dinsel bir komünizm hareketi VI. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Mazdekizm, Sasani İran'ında Kavad (488-531) krallığında gelişti. Mazdek, Nuşirevan'ın babası Kubad b. Firuz döneminde ortaya çıktı. Kubad, Mazdek'in doktrini benimsemiş ve dinini kabul etmiştir. Kurucusunun adına izafeten dine bu ad verilmiştir. Muganlar, Maniheistler'in öldürülmesi ve sürülmesi için harcadıkları gayretler, zındıklar hakkında sarf edilmedi. Bir süre sonra ise Mazdek yeni fikirlerle ortaya çıktı. Mazdek, kaynakların belirttiğine göre Zedüşt dininin bir din adamı idi. Onun getirdigi görüşler Zerdüşt'ün fikirlerinin bir yorumu olarak kabul edildi. Bir süre sonra ise Mazdek yeni fikirlerin ilavesiyle apayrı bir anlayışı yaymaya çalıştı. Mazdekizm ile ilgili bilgiler genelde Bizans, Süryani, Pehlevi, Arap, Fars ve Türk kaynaklarında geçmektedir. İbn Mukaffa tarafından Arapça'ya çevrilen bazı kaynaklar, Taberi, Ebu Rehyan el-Biruni, Nizam el-Mülk, İbn el-Bakli, Şehristani ve İbnü'l Esir'in eserlerinde Mazdek ile bilgiler bulmak mümkündür. Mazdek'in sosyal vurguları özellikle Hürremiyye, İsma'ilik, Karmatilik, Sosyalizm ve Komünizm formları açısından önemlidir.



Mazdekizm, Maniheist heretikler ve Zerdüştilik gibi dini bir hareket olarak değerlendirilir. Mazdek öğretisinde, Zerdüştlükten ve Maniheist anlayışlardan bir takım unsurlar vardır. Mazdek anlayışının arka planında iki kişi bulunmaktadır.


Biri imparator Diokletian (245-313) idaresinde olan Bundos, diğeri V. Yüzyılda Fars 'da bir Zerdüşt papazı olan Khurragan'ın oğlu Zeredüşt'tür. Bu iki kişi muhtemelen Bamdad oğlu Mazdek'in selefleridir. Mazdek dini ve sosyal doktrinini V. yüzyılının sonlarına doğru vazetti. Bu dönemi, 484 yılında Eftalitler tarafından fethedilen Sasani devleti için kriz dönemi ve aristokratik dengesinin, feodal ve idari yapısının sarsıldığı dönem olarak kabul edilir. Sosyal yenilikler, gnostik yapıya aykırı da değildi. Sadece Eflatun, Pisagor, Zerdüştilerin taraftarları ve loncalar tarafından vurgulanan sosyal adalet ve siyasi­ sosyal eşiklik içerikli idi.


Kainatın oluşumunu sağlayan elementlerin içerdiği mahiyet bir çok hareketi etkilemiştir. Bunlar üç element: su, hava, yer; dört güç; anlayış, anlama, koruma, neşe'den ibaret olan unsurlardır. Mazdek insan, yeryüzü ve evren arasında benzerlik olduğunu düşünmektedir. Ayrıca Ona göre kişinin özgür bilgiye ulaşmasıyla dinin harici zorunluluklarına ihtiyacı yoktur. Artık O, dört, yedi ve on iki gibi sayıların sembolik güçlerin, kelimelerin farkına varır. Mazdekizm'in dini felsefesi eşitlik, birlik, dayanışma ve barışseverlikten esinlenmiştir. Mülkiyet, bütün ruhsal-ahlaki ve sosyal kötülüklerin kaynağı olduğu için hem mal-mülkün hem de kadının paylaşılmasını temel prensip olarak aldı. Ayrıca bu inancın ateş ibadeti bu dinin gereklerinden sayılmıştır. Ölü yakma adeti de Mazdekizm'de önemli bir yer tutar. Bu inanışı ile Mazdekizm, Maniheizm'den etkilendiği gibi Hint dinlerinden de ölü gömme adetini aldığı kabul edilmektedir. Aynı şekilde Bahaddin Ögel, Türklerdeki ölü gömme adetinin de Mazdekizm'den alındığını belirtmektedir.



Mazdek, İranlıların dini inançlarını istismar etmiş olup havanın, suyun, ateşin, bütün insanlarca eşit olarak paylaşıldığı, malların ve mal sayılan kadınlarında bütün insanlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğini ileri sürdü. Mazdekizm'in İran'da geçici bir şekilde de olsa destek görmesinden sonra aristokratik ve bürokratik reaksiyon sayesinde hakimiyetini kaybetti. Daha sonra Mazdek'in çok sayıdaki destekçileri ve en büyük oğlu Kaus'u da kaderlerine terk etti. Hüsrev I (53 1 -579), Mazdekçileri kılıçtan geçirdi ve eski sosyal düzeni tekrar kurdu. Bundan sonraki süreçte Madekizm'in fikirleri illegal bir şekilde yayıldı. Değişik İslam grupları üzerinde etkili bir güç olarak kendisini hissettirdi. Mazdekizm'in yayıldığı bölgeler başta Orta Asya olmak üzere birçok bölgede etkisini göstermiştir. İran'da görmüş olduğu baskıdan Orta Asya'da başta Sogd, Baktriyan, Semerkand, Şaş şehirlerine ve Sirderya boylarına kadar yayılmıştı. Özellikle İran devletinin eski dininin gerçek taraftarları ve yönetici sınıfın mensupları, yeni idare sınıfı ile bir süre için bütünleşmişlerdir. Ancak Me'mun'un hilafete geçişinden (813-833) sonra İranlı prensler doğu eyaletlerinde bağımsız beylikler teşkil ederek istiklal hususunda kendi hareketlerini başlattılar. Bu isyancıların dini ilhamı, Sasani monarşisine karşı aşağı ve orta tabakalann birleştiği İslam öncesi eski İran sapık düşüncelerinden geliyordu.


Bunların en önemli mürşitleri IV. yüzyılda Sasani İmparatorluğu'nu yıkacak olan Mazdek idi. Her ne kadar Hüsrev Anuşirvan isyanı kanlı bir şekilde bastırdı ise de onun hatırası köylü halk arasında canlı olarak kaldığı gibi, doktrini de Emeviler devrinin sonunda başlayan ve Abbasi hilafetinin başlangıcında da devam eden dini hareketlerin oluşumunda önemli bir rol oynadı. Ebu Müslim'e ihanet halifelere karşı onun intikamcıları ve mirasçıları olarak ortaya çıkan İranlı asiler de onun hatırasını canlı tuttular. Bu hareketler ilk dönemlerde İran kökenli inanca bağlı kaldılar. Daha sonra Mazdek ve müfrit Şii prensiplerinin birleştirildiği bir görüş olarak ortaya çıktılar. Samimi Zerdüştiler ya bir kenarda sessiz kaldılar, ya da açıkça bir düşmanlık göstermediler. Mazdekiyye ile eş anlamlı kullanılan başka bir akımda Hürremiyye'dir. Kırmızı renkli elbiseler, işaretler ve bayraklar kullandıkları için Hürremiyye'den Muhammire diye bahsedenler de vardır. Bu isimle mezhebin bir bölümü değil genel olarak Mazdek hareketi kastedilmiştir. Bağdadi ise Hürremiyye'yi iki gruba ayırmaktadır. Birinci grubun İslam'dan önceki Mazdekiler, diğerinin de onların devamı olan Babekiyye ve Mazyariyye fırkaları olduğunu söylemekte ve bu ikincileri Hürremdiniyye adıyla zikretmektedir. Abbasi zulmüne uğrayan horasanlı Ebu Müslim Mazdeki Hürremiler'i en çok etkileyen kişi olmuş, daha sonra da Hürremiyye ile Ebu Müslim taraftarlığı özdeşleşmiştir. Mes'udi, bu grup ile ilgili; Horasan Hürremiyyesi Ebu Müslim'in 137/755 yılında Halife Mansur tarafından idam edilmesinden sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkmış olduğunu belirtir. Ayrıca bunların Müslimiyye diye anılan bölümü Ebu Müslim'in ölmeyeceğini ve dünyada adaleti hakim kılacağını iddia ederken diğerleri onun ölümünü kabul ederek yerine kızı Fatıma'nın imam olduğu düşüncesini benimsemişlerdir. Fatımiyye ismini alan bu fırkanın mensupları, Fatıma'nın neslinden gelecek bir kişinin yeryüzüne hakim olacağına ve Abbasi idaresini yıkıp kendi saltanatını kuracağına inandıklarını kaydederler. Ebu Müslim'in eski dostlarından olan Sinbad adlı bir kişi isyan ederek Mazdeki, Şii ve Zerdüştilerden oluşturduğu bir ordu ile Nişabur'dan Rey'e hareket etti. Sinbad, Arap hakimiyetini sona erdirip Kabe'yi yıkacağını, Ebu Müslim'in ölmeyip kısa bir süre sonra mehdi olarak ortaya çıkacağını ileri sürdü. Abbasi Halifesi Mansur'un kumandanlarından Cevher b. Merre el-İcli kumandasındaki ordu Rey ve Hemedan arasındaki Mefaze'de karşılaşıp savaşa tutuşan Sinbad yetmiş gün sonra mağlup edilerek öldürüldü. Böylece Hürremiyye'nin ilk isyanı bastırıldı. Akabinde aynı çizgide kabul edilen Rizamiyye fırkasına mensup olduğu bilinen ve Maveraünnehir'de bir ihtilal hareketinin liderliğini yapan Mukanna el-Horasani'nin faaliyetleri de İslam kaynaklarınca genel olarak Hürremiyye hareketinin bir uzantısı olarak kabul edildi. Hürremiyye'nin Arap ve İslam aleyhtarı hareketi, Babek el-Hürremi'nin 201/223/ 816-836 yılları arasında Azerbaycan'da başlatıp sürdürdüğü isyanla zirveye ulaştı. Yukarıda vermiş olduğumuz grupların fikirleri hakkında sağlıklı bilgiler veren Mutahhar b. Tahir el-Makdisi, Hürremiyye'nin nur ve zulmet esasını kabul eden, tenasühe inanan düalist bir fırka olduğunu söyler. Bu hareketin mensupları, ruhun amellerine göre bedenden bedene intikal ederek ceza veya mükafat gördüğünü ileri sürerler. Ayrıca bütün ruhların yeniden dünyaya döneceğini ifade eden tenasühe de inanmakta idiler. Gusül, namaz, oruç, hac ve zekat gibi temel ibadet konularıyla ilgisi bulunmayan bu gruba göre mükafat ümit edip cezadan korkan herkes doğru yoldadır. Ayrıca nefsin arzu ettiği her şeyin mubah olduğuna inandıklarını belirtmektedir.


Hürremiyye grupların yayıldığı bölgeler Kannati grupların yayıldığı bölgelerle paralellikler arz eder. Ayrıca Hürremiyye grupları içinde sayılan Fatımiyye adı verilen grubun Karmatilere katılmış olması da bu yakınlığı gösteren bir faktördür. Hürremiyye ve onun paralelinde olan gruplarla Kannatiler, Mazdek düşüncesini yaşatmayı sürdüren gruplar arasında saymak mümkündür.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ


Mardin

 


TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİNİN KURULUŞU VE ANADOLU FETHİNİN TAMAMLANMASI


Kutalmışoğulları Anadolu'da


Sultan  Melikşah  devrinin  en önemli  tarihi olayı, hiç şüphesiz, üzerinde yaşamakta olduğumuz bu yurtta ilk  Türk devletinin kurulmasıdır. Sultan Melikşah'ın Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkmasından biraz sonra, ülke içinde başgösteren birtakım karışıklıklar sırasında, Türkiye Selçuklu Devleti'nin ilk hükümdarı olacak olan Kutalmış oğlu Süleyman, kardeşleri Mansur, Alpilek ve Devlet ile birlikte diğer muhtelif Selçuklu emir ve kumandanlarının fetihlere devam ettikleri Anadolu'ya gelip Fırat ırmağı boylarında ve Urfa yörelerinde fetihlerde bulunmakta idi, tarih sahnesinde de ilk kez burada göründü. Bu sıralarda emir Atsız, Büyük Selçuklu Devleti'ne tabi olarak Filistin'de bir Türkmen Beyliği kurup, bu ülkede ve Suriye'de fetihler yapmakta idi. Atsız'ın maiyyeti emirlerinden Şöklü, Mısır Fatımileri'nden Akka'yı alarak burada ayrı bir beylik kurma faaliyetlerinde bulunuyordu. Bu cümleden olarak Şöklü, Süleyman'ın kardeşlerinden hangisi olduğu belirlenemeyen birisine bir mektup yazarak "Sen Selçuklu sultanları ailesine mensupsun, sana tabi olup, hizmetinde bulunursak bununla şeref duyarız. Halbuki biz, sultan sülalesinden olmayan Atsız'a tabi olmak istemiyoruz; onu bertaraf ile Suriye'ye hakim olmak güç bir iş değildir. Eğer Atsız'ı hu ülkeden uzaklaştıracak olursak Mısır Fatımi Devleti de bizi yardımla destekleyecektir" diyerek ona Filistin'e gelip birlikte fetihler yapmasını önerdi. Emir Şöklü'nün bu önerisini olumlu bulan Kutalmış oğlu, bir kardeşi ve amcasıoğlu ile birlikte derhal Tabariye'ye gelerek Şöklü ile birleştiler ve "Şii - Mısır Fatımi Devleti'ni resmen tanıdıklarını" ilan ettiler. Böylece, Suriye ve Filistin'de emir Atsız'ın tabi olduğu Büyük Selçuklu Devleti'ne karşı, Mısır Fatımi Devleti'ni tanıyan ve içinde, Selçuklu hanedanına mensup kimselerin (Prens)de yer aldığı bir ittifak kurulmuş oldu. Bütün bu gelişmeleri yakından izlediği anlaşılan Atsız, Şöklü ve müttefiklerine karşı harekete geçerek onları, Taberiye' de 1074/75 yılında, yenilgiye uğrattı. Tutsak aldığı Şöklü ve oğlunu derhal öldürttü, fakat yine tutsaklar arasında bulunan Kutalmış oğullarını koruması altına alıp, durumu, derhal özel bir elçi aracılığıyla tabi olduğu sultan Melikşah'a arzetti. Öte yandan kardeşleri ve amcaoğlunun tutsak olduklarını haber alan Süleyman, süratle Kuzey Suriye'ye inip Selçuklu vasalı Niirdasoğlu Nasr'ın yönetimindeki Haleb'i kuşatarak bir miktar vergi aldıktan sonra kuşatmayı kaldırdı; daha güneye inip emir Atsız'a bir ulak göndererek "tutsak kardeşlerinin ve amcaoğlunun kendisine teslimini" istedi. Fakat isteğinin yerine getirilmemesi üzerine Süleyman, buradan ayrılarak Bizans yönetiminde bulunan Antakya'ya yürüyüp kuşattı. Şehir valisi Isaakios Komnenos, Süleyman ile giriştiği savaşta yenilgiye uğradı ve "yıllık 20 bin altın vergi ödeme" karşılığında yapılan antlaşma sonucunda, kuşatma kaldırıldı. Daha sonra Süleyman yeniden Halep yörelerine gelerek sultan Melikşah'ın emriyle emir Atsız'ı takviye için gönderilen üç bin Türkmen atlısına saldırarak yağmaladı ve yeniden Antakya yörelerine döndü (1074).


Türkiye Selçuklu Devleti kuruluyor


Süleymanşah giriştiği bu Kuzey- Suriye seferinden sonra tekrar Anadolu'ya dönerek fetihlere başladı. Kısa zamanda, Orta Anadolu üzerinden daha önceleri Selçuklu akıncılarının harekatta bulundukları Marmara Denizi'ne kadar ilerledi. O, 1075 yılında Bizans başkenti lstanbul'un hemen yanıbaşında, büyük ve tarihi bir Bizans kenti olup sağlam surlara sahip bulunan lznik'i fethetti ve burasını, temellerini atmakta olduğu Türkiye Selçuklu Devleti'nin başkenti yapmak suretiyle, devletini kurdu. Böylece Süleymanşah'ın Selçuklu akıncılarının Marmara Denizi kapılarına kadar harekata bulundukları bütün Anadolu'yu fethetme planlarını uygulama safhasına koymaya başladığını görüyoruz. Hatta onun, Hz. Peygamber'in "İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan, ne iyi bir kumandan, onu fetheden ordu, ne iyi bir ordudur" dediği Bizans başkenti İstanbul'u da fethedip Rumeli yakasına geçerek fetihlerini orada da sürdürmeyi planlamış olması mümkündür. Bu sıralarda Bizans ülkesinde isyanlar haşladı. Şöyleki; Rumeli ve Anadolu orduları komutanları olan Nikephoros Bryennios ve Nikephoros Botaniates, imparator Mihael Dukas'a karşı isyan ile imparatorluklarını ilan ettiler. Kütahya'dan İstanbul'a yürüyen Botaniates, yanında tuttuğu, daha önceleri Bizans'a sığındığını gördüğümüz Erbasgan'ı lznik'te bulunan Süleymanşah'a gönderip ittifak önerisinde bulundu. Devletinin sınırlarını genişletmek isteyen Süleymanşah bu öneriyi kabul ile ona iki bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Böylece Türk kuvvetleriyle daha da güçlenen Botaniates, 1078 yılında, Bizans tahtını elegeçirip imparator oldu. Onun bu başarısında büyük rol oynayan Türk askerleri Üsküdar'da kurdukları çadırlarda konaklamakta idiler. Çok geçmeden yeni imparator bu Türk kuvvetlerini Rumeli'de hala taht iddiasında bulunan Bryennios'a karşı da gönderdi. Öte yandan Bizans'ın bu karışık durumdan faydalanan Süleymanşah, devletinin sınırlarını Marmara Karadeniz ve Akdeniz yönlerinde genişleterek kısa zamanda, Bursa ve yörelerinden başka, Kocaeli Yarımadasını elegeçirerek Üsküdar ve Kadıköy'e doğru ilerledi; hatta Anadolu kıyılarında gümrük daireleri kurup boğazdan gelip geçen gemilerden vergi almaya başladı. Süleymanşah'ın Türkiye Selçuklu Devleti'ni kurması ve başarılı fetihler yapması sonucunda, özellikle 1080 yılında, Azerbaycan'dan kalabalık Türk kitleleri, Anadolu'ya adeta akmaya başladı ve dolayısıyla hu ülkede, Türk nüfusu süratle çoğaldı. Ayrıca Bizans'ta bitip tükenmeyen buhranların yarattığı huzursuzluklar sebebiyle, çeşitli ırklardan oluşan yerli halklar (Ermeni, Süryani, Gürcü vb. gibi) Süleymanşah'ın yönetimini benimsedikleri gibi, büyük arazi sahiplerinin hizmetinde çalışan ve tutsak muamelesi gören köylü sınıfı da uyguladığı miri toprak rejimi dolayısıyla, Selçuklu yönetiminde hürriyetlerini elde ettiler ve toprak sahihi oldular.


Bizans'ın buhranlar içinde çalkanmakta olduğu bu sıralarda, takriben 1074 yılından başlayarak Artuk Bey, Kelkit ve Yeşilırmak havzalarını, Mengücek Bey, Divriği, Erzincan ve Şebinkarahisar taraflarını, emir Ebulkasım Saltuk da Erzurum ve Çoruh ırmağı yörelerini fethetmekte idiler. Bunlardan başka Süleymanşah'ın dayısı emir Danişmend oğlu Gümüştekin Ahmed Gazi, Kızılırmak ve Yeşilırmak havzalarının fethini tamamlayarak Sivas, Amasya, Niksar, Tokat, Çorum, Kayseri, Elbistan ve Malatya kent ve yörelerinde hakimiyet kurmayı başardı. Ayrıca sultan Melikşah'ın kumandanlarından Gümüştekin Candar olması mümkün olan Gümüştekin adlı bir Selçuklu emiri, Diyarbakır, Nizip ve Urfa taraflarında fetihlerde bulunarak buralardaki Bizans kuvvetlerini darmadağın etmişti (1077). Bundan başka Süleymanşah'ın valisi olan ve mezarı bugün hala Çankırı'da bulunan emir Karatekin de Sinop, Kastamonu ve Çankırı'yı fethedip Selçuklu sınırlarına almayı başardı. Fakat Karadeniz kıyıları, buradaki Türklerin, devletin kurulduğu bölge olması bakımından Marmara bölgesine göç etmeleri sebebiyle, yeniden Bizans'ın eline geçti. Bununla beraber çok geçmeden, buralara hakim olan Theodor Gabras, Trabzon'da bağımsız bir devlet kurarak Türklerin yardımıyla Bizans'a karşı hakimiyetini sürdürmeyi başardı. Fırat ırmağı boylarında ise birtakım küçük Ermeni prenslikleri bulunuyordu. Bizanslılar, XI. yüzyılın başlarından itibaren (imparator II. Basil'den başlayarak) mezhep ayrılıklarından başka, birçok kanlı isyanlara kalkışan Doğu Anadolu'daki Ermeni siyasi teşekküllerini ortadan kaldırdıktan sonra halkını da Orta Anadolu ve Çukurova bölgelerine sürdüler. Böylece siyasi birlik ve yönetimden yoksun bir durumda yaşayan Ermeniler, bir millet halinde Anadolu'ya gelip yurt tutan ve kendilerinin dini inanç ve faaliyetlerine herhangi bir müdahalede bulunmayan Selçuklu Türklerini bir kurtarıcı olarak karşılamakta idiler. Özellikle Malazgirt savaşından sonra genişleyen Türk istila ve fetihleri karşısında, Anadolu'daki Bizans hakimiyetinin süratle çökmesinden istifade eden Ermeni asıllı Bizans generali Philaretos Brachamios, Bizans'a tabi olmayarak, önce Maraş'ta, daha sonra da Malatya, Harput, Palu, Elbistan, Tarsus ve Urfa'ya hakim oldu; böylece o, sınırları Çukurova'dan Güney- doğu Anadolu bölgesine kadar uzanan bir Ermeni prensliği kurdu. Bununla birlikte Philaret os, bir taraftan Bizans'a tabi görünmekte, öte yandan da Büyük Selçuklu Devletine yıllık vergi ödemek ve dolayısıyla tahiyet arzetmek suretiyle, prensliğinin devamını sağlamakta idi. Böylece hu Ermeni prensliği, Doğu ve Güney - doğu Anadolu bölgelerinde, Türkiye Selçuklu Devleti'nin diğer Türk ülkeleriyle olan ilişkilerini keser bir durum yaratmakta idi.

Mansur  Süleymanşah anlaşmazlığı

Büyük Selçuklu imparatorluğuna tabi olarak başlangıçta, devlet yönetimini  ağabeyi  Mansur ile birlikte yürütmekte idi. Fakat devlete tek başına hakim olmak isteyen Mansur'un bu sıradaki Bizans imparatoru Nikephoros  Botaniates'le kardeşi  aleyhine işbirliği ve ittifak yapması üzerine, Süleymanşah, durumu tabi olduğu sultan Melikşah'a bildirdi. Bunun üzerine Melikşah, imparatorluğun değerli ve işbilir emirlerinden, adı bugünkü Porsuk Çayı ile hala devam etmekte olan Porsuk'u bir Selçuklu kuvvetiyle İznik'e sevketti. Neticede Mansur bertaraf edilmek suretiyle, Türkiye Selçuklu Devleti'nin yönetiminin Süleymanşah'ın üzerinde kalması sağlanmış oldu. Böylece emir Porsuk'un bu seferinden sonra daha da güçlenen Süleymanşah, Bizans'taki taht mücadelelerinden faydalanarak devletinin sınırlarını sürekli olarak genişletme fırsatları buluyordu. Bu cümleden olarak Nikephoros Melissenos, imparator Botaniates'e karşı Süleymanşah'la anlaşarak Denizli ve Ankara taraflarındaki kent ve kaleleri, Türkiye Selçuklu Devletine verdi. Öte yandan müttefiki Süleymanşah'ın kendisine karşı bu tutum ve davranışı üzerine Botaniates, gönderdiği kuvvetlerle Selçuklu başkenti İznik'i kuşattı ise de Eskişehir taraflarında Melissenos'la birlikte olan Süleyleymanşah'ın derhal harekete geçmesi sonucunda, kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Çok geçmeden Nikephoros Melissenos, beraberinde Selçuklu kuvvetleri de olduğu halde, Kadıköy'e kadar ilerlediyse de kendisinden daha önce ve süratle harekete geçmiş bulunan Aleksios Komnenos, Bizans tahtını elegeçirerek imparatorluğunu ilan etti (1081).


Dragos Suyu antlaşması.

Yeni imparator, Süleymanşah'ın başarılar kazanıp devletinin sınırlarını Bizans aleyhine genişletmesi sonucunda, çaresiz kalarak çok miktarda vergi vermek suretiyle, Süleymanşah'la bir antlaşma yaptı. Böylece Selçukluların İstanbul Boğazını terk ile Dragos Suyu'na kadar çekilmelerini sağlamış oldu (1081). Esasen bu antlaşma sonucunda Süleymanşah, Marmara Denizi kıyılarına kadar hemen hemen bütün Anadolu'ya fiilen hakim olduğunu, Bizanslılarla kabul ve tasdik ettirmek suretiyle, büyük bir başarı elde etti. Bununla birlikte Bizans imparatoru, Anadolu'daki Selçuklu fetihlerinin sultan Melikşah'ın buyruğuyla yürütüldüğünü biliyordu. Bu itibarla bu fetihleri durdurmak veya hiç olmazsa hafifletmek amacıyla, Kuzey- Çin hükümdarına bir elçi heyeti göndererek "doğudan Selçuklulara karşı askeri harekata girişmesini" bildirmişse de (1081) olumlu bir sonuç alamamıştır.


Doğu Anadolu ve Erran'da fetihler.


Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurulması ve dolayısıyla Batı- Anadolu'da Türk fetihlerinin süratle sürdürülmesi sırasında, Doğu- Anadolu ve Erran bölgelerinde de Selçuklu fetihleri yapılmakta idi. Şöyleki: Büyük Selçuklu Devleti'nin vasalı durumunda olan Gürcü kralı II. Giorgi devrinde (1072-1089) Liparit'in oğlu Iuvane (Yuvane) isyan ile Gag kalesini alıp Şeddadoğulları emirlerinden Gence hakimi Fadlun'a satmış idi; çok geçmeden kendisi ve oğlu Liparit, sultan Melikşah'ın huzuruna çıkıp hizmet ve tabiiyetlerini arzettiler. Daha sonra sultan, beraberinde luvane ve oğlu olduğu halde, Gürcistan'a yürüyüp burada birtakım fetihler yaptıktan (Kart'li, Gence vs. yerleri) sonra Şirvan ve Erran yörelerinin yönetimini serhenk Savtekin'e verdi; o bu bölgelere çok sayıda Türkmen yerleştirdi (1076 başları). Bununla birlikte Savtekin, Giorgi ile yaptığı savaşta yenilgiye uğradı ve bazı yerleri (Kars, Anapa, Vanand v.s.) terketmek zorunda kaldı. Bu yenilgi üzerine sultan Melikşah, yeniden Gürcistan'a bir sefer düzenledi (1078-79); Iuvane'yi yenilgiye uğratıp tutsak aldıktan sonra tekrar buradan ayrıldı. Fakat çok geçmeden Savtekin, Giorgi karşısında ikinci kez yenilgiye uğradı; bunun sonucunda, Erzurum, Oltu, Kars ve yöreleri Bizans sınır komutanı Griogor Bakuryan'ın eline geçti. Bunun üzerine sultan Melikşah, değerli Selçuklu kumandanlarından emir Ahmed'i Gürcistan seferine gönderdi (1080). Emir Ahmed, Gürcüleri ağır bir bozguna uğratarak kısa zamanda, kaybedilen kent ve kaleleri yeniden elegeçirdi. Fetihlerine devam eden emir Ahmed, Gürcüleri ikinci kez yenilgiye uğrattıktan sonra Erran'a döndü. O, bu sıralarda, bu yörelerde fetihler yapan İsa ve Yakup adlarındaki iki Selçuklu emirini, Gürcistan'a sefere teşvik etti. Harekete geçen Selçuklu emirleri, Şavşat, K'art'li, Acara, Ardanuc, Kiltayis v.s. kent ve yörelerini fethedip Karadeniz'de Trabzon'a kadar ileri hareketlerini sürdürdüler; böylece Türkmenler bu bölgede yurt edindiler (1080). Bu iki Selçuklu emiri, daha sonraları yeniden Gürcistan'a seferler düzenlediler. Nihayet sultan Melikşah, 1084 yılında, Erran bölgesinin yönetimini Azerbaycan Selçuklu Genel Valisi amcası Yakuti'nin oğlu Kutbeddin İsmail'e verdi. Sultan, 1086 yılı başlarında, Gürcistan'a yeni bir sefer daha yaparak bütün bu bölgeleri, kesin bir şekilde Selçuklu hakimiyeti altına aldı. Girişilen bu askeri hareketler sırasında, adları geçen bölgeler, direniş dolayısıyla tahribata uğratıldı, ayrıca bölge halkına ağır vergiler yüklendi. Bu sebeple Anı Ermeni başpiskoposu Barseğ, bazı prens ve din adamlarından oluşan bir heyetle birlikte "vergileri azaltmak, Philaretos Brachamious'un çabalarıyla sayıları dörde çıkarılan Ermeni Patrikliğinin durumunu arzetmek üzere" lsfahan'a sultan Melikşah'a gitti. Sultan, huzuruna kabul ettiği bu Ermeni heyetini çok iyi bir şekilde karşıladı ve "Ermeni Katolikosluğunun tek bir makamda temsil edilmesi, bütün kilise, manastır ve ruhanilerin vergi dışı bırakılması" hususunda bir ferman hazırlatıp Barseğ'e verdi. Sultan, içinde ilerigelen Selçuklu askeri ve mülki erkanın da yer aldığı bir askeri birliğin korunması altında onları, memleketlerine uğurladı ve ayrıca Azerbaycan Genel Valisi Kutbeddin İsmail'e "ferman hükümlerinin aynen yerine getirilmesi" hususunda talimat gönderdi.


Türkiye Selçuklu hükümdarı Süleymanşah, Bizans'la Dragos Suyu antlaşmasını yaptıktan sonra, özellikle Güney- doğu Anadolu bölgesinde, vasal durumunda da olsa, bir Ermeni prensliğinin kurulmasını nazarı dikkate alarak 1083 /84 yılında, bu bölgeye bir sefer düzenledi. Ordusuyla Çukurova'ya inen Süleymanşah, Tarsus, Adana, Misis, Anazarba ve yörelerini fethetti, hatta Malatya'yı da yıllık vergiye bağladı. Süleymanşah, bu sıralarda Mısır- Fatımi devletine isyan ile Trablusşam'da bağımsız bir yönetim kuran şii inançlı Ebu Talip İbn Ammar'a bir elçiyle başvurup, "fethetmiş olduğu memleketler için kadı ve hatipler göndermesini" istedi; çok geçmeden adıgeçen kent ve kalelere Selçuklu vali ve kumandanları atadıktan sonra başkent lznik'e döndü. Böylece Ermeni prensliği kontrol altına alındıktan başka, bu bölge de Türkiye Selçuklu Devleti'nin sınırları içine alınmış oldu.

 


SÜLEYMANŞAH'IN KUZEY- SURİYE SEFERİ VE SONU


Yukarıda faaliyetlerden bahsettiğimiz Selçuklu vasalı Ermeni Philaretos Brachamios, başta Antakya olmak üzere, yönetimi altında tuttuğu şehirlerdeki halka ve askerlere çok kötü davranmakta ve onlara şiddetli baskı ve zulümler yapmakta idi, hatta oğlu Barsama'yı bile hapse atmaktan geri kalmamıştı. Philaretos'un Urfa'ya gitmesinden faydalanan Antakya askeri valisi (Şıhne) Türk asıllı olması muhtemel olan İsmail, derhal harekete geçerek Barsama'yı hapisten çıkartıp, onunla babası aleyhine işbirliği yaparak şehri, Süleymanşah'a teslim etmek üzere, onu özel bir mektupla Antakya'ya davet ettiler.


Antakya'nın Fethi


Bunun üzerine Süleymanşah, yerine emir Ebulkasım'ı bırakıp 300 atlı ile derhal İznik'ten Antakya yönüne hareket etti. O, şehre hakim olmak isteyen Suriye Selçuklu hükümdarı Tacüddevle Tutuş ile, kentten her yıl Büyük Selçuklu devleti adına vergi almakta olan vasal Musul emiri Şerefüddevle Müslim'in, kendisinin gelmekte olduğu haberini alabilecekleri ve şehre karşı herhangi bir askeri harekata girişebilecekleri ihtimalini düşünerek, geceleri sürekli hareket, gündüzleri de vadilerde konaklamak suretiyle, kuzey- batıdan güney- doğuya bütün Anadolu'yu oniki gecede geçip Antakya yörelerine geldi. Çok geçmeden Antakya önlerine erişen Süleymanşah, vali İsmail ve Barsama ile işbirliği sonucunda, bu sırada atlı kuvvetleriyle kendisine katılan Mencekoğlu adlı bir Türkmen beyi ile birlikte Faris Kapısı'ndan girmek suretiyle, 12 Aralık 1084'de şehri, 12 Ocak 1085'de de bir süre direnen kaleyi elegeçirdi. Böylece şehre ve kaleye hakim olan Süleymanşah, halka hiç dokunmayarak aman verdi ve alınan bütün tutsakları karşılıksız salıverdi. O, Türk askerlerine "Hıristiyan halka iyi davranmaları, onlardan hiçbir şey almamaları, evlerine girmemeleri ve kızlarıyla evlenmemeleri" hususlarında bir emirname çıkardı ve halka sonderecede iyi muamelelerde bulundu. Daha sonra Süleymanşah, şehirde Kawasyana kilisesini camiye çevirtti; 17 Aralık 1084 Cuma günü, bu camide, 110 müezzin tarafından okunan ezandan sonra çok kalabalık bir cemaatla Cuma namazı kılındı. Süleymanşah, elegeçirilen bütün ganimetleri dışarı çıkartmayıp, ucuz fiyatla da olsa, şehir içinde satılmasını emretti. Ayrıca Hıristiyan halkın dileği üzerine şehirde, Meryenwna ve Azizcercis adlarında iki kilise inşasına izin verdi. Şehir içinde birtakım imar faaliyetlerinde de bulunan Süleymanşah ortaçağlar Hıristiyan aleminin en kutsal kentlerinden sayılan Antakya'nın fethini, özel bir elçi heyetiyle tabi olduğu sultan Melik şah'a arzetti. Buna sonderecede sevinen sultan, başkent lsfahan'da fethi kutlama töreni yaptırdı ve müjde davulları vurdurdu. Ayrıca devrin ünlü şairi Ebul- Muzaffer  Muhammed Ebiverdi (Ölümü 1113), bu fetih dolayısıyla bir kaside kaleme aldı.Süleymanşah, Antakya'nın fethinden  sonra buraya bağlı Bagras, Süveydiye, lskenderun, Derbesak, Artah, Harim, Tellbiişir, Gaziantep v .s.  kent  ve kaleleri birer- birer fethetti. Yine 1085 yılı içinde, kendisine bağlı emirlerden Buldacı, Elbistan, Göksun, Maraş, Behisni, Ruban v.s. gibi şehir  ve kaleleri  fethile, Türkiye Selçuklu devleti sınırları içine aldı. Böylece devletin sınırları, Fırat ırmağı ve Halep yörelerine kadar uzatılmış oldu.


Süleymanşah Müslim çatışması



Süleymanşah'ın Antakya'yı fethile Halep kapılarına dayanması, özellikle, bütün Mezopotamya'dan başka Haleb'i de yönetimi altına almak suretiyle, Kuzey- Irak ve Kuzey- Suriye' de tek başına hakimiyet kurma plan ve uygulama çabaları içinde bulunan ve şehre sahip olma emelleri besleyen Selçuklu vasalı Musul emiri Müslim'i harekete geçirdi. Süleymanşah, Daha önceki şehir hakimi Philaretos'tan almakta olduğu yıllık vergiyi, bu kez, şehre hakim olduğu için kendisinden talep ile, aksi takdirde sultana isyan etmiş olacağını bildiren Müslim'e “Sultana itaat etmek ve dolayısıyla hakim olduğum memleketlerde adına hutbe okutup para bastırmak, benim biricik şiarımdır. Ben, Antakya ve diğer küffar memleketlerini, ancak onun varlığı yüzünden, Tanrı'nın benim elimle fethettirmiş olduğunu, kendisine bildirdim. Benden istediğin vergiye gelince, daha önceki Antakya hakimi kafir idi, bu sebeple kendisi ve adamları için başvergisi (cizye) veriyor ve böylece kendilerini İslam cihadından koruyorlardı. Halbuki şimdi şehir hakimi olan ben, çok şükür Müslümanım ve Tanrı'nın cihad buyruğunu yerine getirmekteyim. Antakya artık Müslümanların eline geçmiştir. Ben, bir Müslüman olarak sana nasıl başvergisi öderim" şeklinde bir cevap gönderdi. Böylece Süleymanşah ile Müslim arasında şiddetli bir gerginlik havası esmeye başladı. Esasen Müslim'in sert tutumu ve davranışları sebebiyle, ona ait bir kısım askerler, bazı Kilapoğulları kabilesi kuvvetleri ve eski Halep Mirdasoğulları emir Şebib ve Mansur, Süleymanşah'a katılmışlardı. Böylece Müslim, askeri bakımdan oldukça zayıf bir duruma düştü.

Yeni bir ittifak teşebbüsü  

Bu sebeple o, Anadolu ve Suriye'yi birbirine bağlayan önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan ve her yıl 30 bin altın vergi almakta olduğu Antakya'yı sessiz sedasız fethediveren, dolayısıyla yönetimi altına geçen Halep Kapılarına dayanmak suretiyle, hükümranlık alanlarını tehdit eder duruma gelen Süleymanşah ile tek başına mücadeleye girişemeyeceğini anlayan Müslim, bu sıralarda, sultan Melikşah ve Süleymanşah ile arasının açılması sebebiyle, Suriye Selçuklu hükümdarı Tutuş'un hizmetine giren (1085 başları) ünlü Selçuklu emiri Artuk Bey'e başvurdu. Aralarında yapılan antlaşmaya göre, 


1 - Müslim, Artuk Bey gibi, sultan Melikşah'ın hizmetinden ayrılacak,

2 - Suriye Selçuklu hükümdarı Tutuş, Büyük Sultan olarak tanınacak,

3 - Manen bağlı bulundukları Bağdad Abbasi halifeliğinden ilişki kesilip şii Mısır - Fatımi halifeliğine bağlanılacak.



Böylece Büyük Selçuklu Devletine karşı bir ittifak teşebbüsüne geçilmiş olunuyordu. Bu arada durum Tutuş'a açıklanırken, Mısır Fatımi halifeliği ile de bir elçi aracılığıyla, müzakereler başlatıldı. Müslim, bir yandan, böyle büyük bir siyasal teşebbüste bulunurken, öbür yandan da Süleymanşah'a karşı Haleb'i savunma amacıyla, süratle hazırlıklara girişti. O, Antakya'yı kuşatmak üzere, beraberinde Türkmen atlılarıyla birlikte kendisine katılan Çubuk Bey olduğu halde, altı bin kişilik ordusuyla Haleb'den çıkıp Antakya yönüne hareket etti. Öte yandan Müslim'in bütün bu hareket ve teşebbüslerini yakından izleyen Süleymanşah, derhal dört bin kişilik ordusuyla onu karşılamaya çıktı. Çok geçmeden her iki taraf arasında, Amik ovasındaki Kurzahil yörelerinde yapılan savaşta (20 Haziran 1085), özellikle Çubuk Bey'in kuvvetleriyle birlikte Süleymanşah tarafına geçmesi sonucunda Müslim, yenilgiye uğradı ve hatta çarpışmalar sırasında hayatını da kaybetti. Bu zafer sonunda Süleymanşah, Selçuklu vasalı olmasına rağmen Mezopotamya ve Kuzey-Sure'yi İçine alıp bütün Irak, Suriye ve Filistin'e kadar yayılma planlarıyla genişlemekte olan Müslim'in Arap hakimiyetine son verdi ve özellikle Antakya ve yörelerinde Türk hakimiyetinin sağlanmasında önemli bir başarı kazandı. Fakat Bununla birlikte Selçuklu vasalı Müslim'in bertaraf edilmesi, Süleymanşah- sultan Melikşah ilişkilerini nazik bir safhaya sokmuş oldu.



Süleymanşah, Şerefüddevle Müslim'in ölümüyle sona eren Kurzahil savaşından sonra bu sıralarda şerif Hasan İbnülhuteyti'nin elinde bulunan Haleb'i kuşattı (Haziran 1085) . Ayrıca gönderdiği kuvvetlerle bölgedeki Maarretünnuman, Kefertab, Kınnesrin, Latmin kent ve kalelerini fethile buralara vali ve kumandanlar atadı. Fakat Süleymanşah, İbnülhuteyti ile yaptığı anlaşmada "şehrin sultan Melikşah'ın onayını aldıktan sonra kendisine teslimi" hususu kararlaştırılınca kuşatmayı kaldırdı. Tutuş'un yönetim bölgesine girmemek amacıyla, daha güneye inmeyen Süleymanşah, Antakya gibi Kuzey Suriye'nin en önemli kenti olan ve kuzeyden güneye uzanan ticaret yolu üzerinde bulunan Haleb'e de kesinlikle hakim olma emelinden asla vazgeçmemişti. Bu amaçla o, Melikşah'ın onayını beklemeden şehre karşı harekete geçerek kuşatmaya başladı (Nisan/Mayıs 1086) ve şerif Hasan İbnülhuteyti'den Haleb'in derhal teslimini istedi. Esasen kenti Süleymanşah'a vermek istemeyen İbnülhuteyti, şehrin teslimi konusunda daha önce başvurduğu sultan Melikşah'tan herhangi bir cevap alamamıştı. Bu sebeple o, bu sıralarda Dımaşk'ta bulunan Suriye Selçuklu hükümdarı Tutuş'a haber gönderip "Haleb'i gelip teslim almasını" bildirdi. Esasen eskiden heri şehre hakim olmak için birçok başarısız teşebbüslerde bulunmuş olan Tutuş, beraberinde Süleymanşah'la arası açık olan Artuk Bey olduğu halde, ordusuyla Haleb'e hareket etti. Öte yandan İbnülhuteyti'nin şehri teslim etmek üzere Tutuş'u davet ettiğini haber alan Süleymanşah, onu karşılamak üzere, kuvvetleriyle birlikte süratle harekete geçti. Savaşın kaçınılmaz bir duruma geldiğini gören Tutuş, Süleymanşah'ın beraberinde bulunan bazı Türkmen beylerinin kendisine katılmaları hususunda büyük çaba gösterdi. Nihayet birbirlerine karşı hareket halinde bulunan iki Türk ordusu, Halep yakınlarındaki Aynu Seylem yöresinde karşılaştı. İlgili kaynaklarda belirtildiği üzere, "Her iki tarafın Türk askerleri, birbirlerini amansızca kırıp yok ettikleri" çarpışmalar sırasında, bazı Türkmen beylerinin Süleymanş ah'ın saflarını terkedip Tutuş'un saflarına geçmeleri yüzünden ve özellikle, savaş tekniğini son derecede iyi bilen Artuk Bey'in Tutuş'un ordusunu mahirane yönetmesi, cesurane çarpışması sebebiyle Süleymanşah, hayatında ilk kez olarak yenilgiye uğradı. Bir Bizans kaynağına göre (Anna Komnena: Alexiade), "Süleymanşah, dağılan ordusunu toparlamak için büyük çaba gösterdi ise de başarılı olamadı ve savaş meydanından ayrılıp ıssız bir yere çekildi. Çok geçmeden Tutuş, adamlarını göndererek 'Onu yanına getirmelerini, kendisiyle öpüşüp barışacağını ve kendisinin yanında, şerefine yakışır bir muamele göreceğini' bildirdi. Fakat Süleymanşah, Tutuş'un bu içten önerisi karşısında, içine düştüğü bu elim son'un yarattığı ruh haletinin etkisiyle, yanında taşıdığı bıçağı kalbine saplamak suretiyle, hayatına son verdi" (Haziran 1086). Halep bölgesi olayları hakkında güvenilir bilgiler veren bir İslam kaynağında ise (İbnü'l - Adim: Bugyetü't-taleb) "Süleymanşah'ın, kendisine rastlayan Tutuş'un atlılarından birisinin attığı okla öldürüldüğü" belirtilmekle birlikte aynı kaynakta bu konuda şöyle ilginç bir rivayet daha yer almıştır :


"Tutuş'un askerleri, savaş sona erdikten sonra, savaş alanında dolaşırlarken, ölüler arasında, üzerinde yakut ve zarif som altınlarla işlenmiş zırhlı bir giysi bulunan bir ceset gördüler ve onu, derhal Tutuşa haber verdiler. Tutuş bu işlemeli giysiyi yanına getirtti ve 'Bu hükümdarların giysisine benziyor' dedi. Daha sonra Tutuş, bizzat maiyyeti erkanıyla cesedin bulunduğu yere gitti ve onlara 'Ölüler arasında, ben, onu size göstermeden siz bana göstermeyiniz' dedi; çok geçmeden Tutuş, orada kanlara bulamış bir cesedi göstererek 'Bu, Süleymanşah'a benziyor' dedi. Bunun üzerine onlar 'Bunu nasıl tanıdınız?' diye sorunca Tutuş: 'Onun ayağı benim ayağıma, yani Selçukoğullarının ayaklarına benziyor' dedi. Daha sonra bu cesedin Süleymanşah'a ait olduğu kesin olarak tespit edildi. Tutuş, cesedin başında üzgün bir şekilde Türkçe olarak: 'Biz, sizlere zulmettik, sizleri bizden uzaklaştırıp, işte böylece de öldürüyoruz' diyerek kendisinin ve Süleymanşah'ın ait oldukları Mikail ve İsrail (Arslan Yabgu) oğulları aileleri arasındaki eski kırgınlığı belirtmiştir. Süleymanşah'ın ölümüne son derecede üzülen Tutuş, onu en iyi kefenlerle kefenlettikten sonra Haleb'e gönderip Müslim'in mezarının bulunduğu Halep Kapısı'nda bir yere defnettirdi.



Bu olaydan çok geçmeden sultan Melikşah, Kuzey- Suriye hakimiyeti için, imparatorluğun vasalları arasında ortaya çıkan bu kanlı buhran sebebiyle, 1086 yılı sonbaharında, Kuzey- Suriye'ye bir sefer düzenleyerek buhrana sebep olan Kuzey- Suriye bölgesinin yönetimini, buradaki Antakya, Halep ve Urfa'ya valiler atamak suretiyle, doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.


Ebulkasım'ın yönetimi ve sonu


Süleymanşah'ın ölümünden sonra, Kuzey- Suriye seferine çıkarken yerine, İznik'te vekil olarak bıraktığı emir Ebul kasım, devlet işlerini tekelinde topladı. Çok geçmeden o, kardeşi Ebulgazi' Hasan'ı Kayseri, ve yörelerine vali atadığı gibi, daha önce, Bizans'la yapılan Dragon suyu antlaşmasını bozarak Marmara denizi kıyıları ile İstanbul Boğazı'na kuvvetler gönderip akınlarda bulundu; fethettiği Kios kıyı kentindeki limanda, Bizans'la denizlerde de mücadele etmek amacıyla, gemi yapımına başlattı. Bunlardan başka onun Bizans'a karşı, lzmir Türk beyi Çaka ve Balkanlardaki Peçenek Türkleriyle de ilişkiler kurduğu kaynaklarda rivayet edilmştir. Ebulkasım'ın bu teşebbüsleri üzerine Bizans imparatoru Aleksios Komnenos, Türk asıllı Tadik ile Butumites kumandasında, iki ayrı kuvvet göndererek Türkiye Selçuklu devleti başkenti İznik'i kuşattırdı. Fakat çok geçmeden Selçuklu devleti sultanı Melikşah'ın emir Porsuk'u kalabalık bir Selçuklu atlı kuvvetiyle lznik'e yardıma gönderdiği haberi üzerine, Bizans kuvvetleri kuşatmayı bırakıp geri çekilmek zorunda kaldı. Ebulkasım, çekilmekte olan bu Bizans kuvvetlerine yetişip onlarla savaşmış, hatta bu arada, lzmit'i de fethetmiştir. Fakat bununla birlikte Ebulkasım, Porsuk'un lznik'e yaklaşmasından korku ve endişeye kapılarak bu kez, Bizans'la anlaştı ve hatta davet edildiği lstanbul'a gitti. Bir süre sonra gelip İznik'i kuşatan Porsuk, Bizans'ın müdahalesi üzerine çekilmek zorunda kaldı (1086 /87). Öte yandan sultan Melikşah, Porsuk'tan sonra, yine ilerigelen Selçuklu emirlerinden Bozan'ı da lznik seferine gönderdi. Bozan Bizans'tan yardım alan Ebulkasım'ı İznik'te şiddetle kuşattı ise de şehri ele geçiremedi ve Ulubat gölü taraflarına çekildi. Bütün bu olaylardan sonra Ebulkasım, İznik yönetiminin kendisine verilmesini sağlamak amacıyla, değerli armağanlarla lsfahan'a kadar giderek sultan Melikşah'ın huzuruna çıkmak istemişse de kabul edilmedi ve lznik yönetimi hususundaki istediği de reddedildi. Böylece İsfahan'dan geri dönmek zorunda kalan Ebulkasım, yolda, emir Bozan tarafından yakalanıp öldürüldü.

Bu sıralarda İznik'te kardeşi Ebulgazi Hasan bulunuyordu.


Aşağı- yukarı yarım yüzyıl süren bir mücadele devresi sonucunda, Anadolu'daki ilk Türk devletini, yani Türkiye Selçuklu Devletini kurma şerefine sahip olan Kutalmışoğlu Nasırüddevle Ehulfevaris Rükneddin Süleymanşah, ilgili bütün kaynakların belirttikleri üzere, Anadolu Fatihi ve Gazi unvanlarını almıştır. Onun, Doğu- Roma ve dolayısıyla Bizans imparatorlarının Pers ve İslam istilalarına karşı yaptırıp takviye ettikleri çok sayıdaki kale ve müstahkem yerlerin savundukları Anadolu'nun fethedilip bir Türk yurdu haline getirilmesinde, çok şerefli ve eşsiz bir yeri vardır. Ayrıca onun bu fetihleri, Adalar Denizi ve Akdeniz'e ulaşan Türklere, Avrupa milletleriyle ilişki kurma imkanı verdiği gibi, daha sonraki yıllarda Avrupa ortalarına kadar fetihlerini sürdürecek olan Osmanlı İmparatorluğunıın fetih planlarına da öncülük yapmış olması bakımından da önemli sayılmalıdır.




İZMİR VE BÖLGESİNİN FETHİ ÇAKA VE TANRIBERMİŞ'İN KURDUGU BEYLİKLER


Anadolu'da Türk fetih ve yerleşmesi devam ettiği ve ayrıca Bizans'ın Balkanlardaki Peçenek Türkleriyle uğraşmak zorunda kaldığı sıralarda, lzmir ve çevresinde, Çaka ve Tanrıbermiş beyler tarafından Selçuklu devletine tabi olmayarak bağımsız iki Türk beyliği kurulmuştur. Selçuklu- Bizans mücadeleleri sırasında (Takriben 1078-1081), Bizanslılar tarafından tutsak alınan ve yeteneği sayesinde, asalet unvanı kazanan Çaka Bey, Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un tahta geçmesi (1081) üzerine, lstanbul'dan ayrılarak lzmir'e gelip, Batı- Anadolu içlerinden topladığı Türk kuvvetleriyle şehri Bizanslılardan almayı başardı. Aşağı- yukarı bu sıralarda, Tanrıbermiş adlı başka bir Türk beyi de Hıristiyan alemince kutsal bir şehir sayılan Efes (Epheos)'i ele geçirip burada Çaka'dan ayrı bağımsız bir Türk beyliği kurmuş idi. Çaka Bey, Adalar Denizi kıyılarında ve iç Ege'de bulunan Türkleri bir araya getirdikten başka Bizans'ta kazandığı tecrübeleri sayesinde, kuvvetli bir donanma meydana getirdi. Çok geçmeden o, harekete geçerek Urla ve Foça kıyı kentlerini elegeçirdikten başka Midilli, Sakız, Sisam, lstanköy, Rodos ve diğer adaları fethedip hakimiyeti altına aldı. Ayrıca o, Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un Niketas Kastamoniates kumandasında gönderdiği donanmayı ağır bir yenilgiye uğratarak bir kısmını batırdı, bir kısmını da ele geçirdi. Bu başarı üzerine Çaka Bey, bir yandan, İstanbul yakınlarına kadar gelen Balkanlardaki Peçenekler, öbür yandan da bu sıralarda, Süleymanşah'ın ölümünden sonra lznik Selçuklu yönetimini eline alan Ehulkasım ile ilişkiler kurmak suretiyle, Bizans'a karşı bir ittifak cephesi oluşturma girişimlerinde bulunmakta idi. Onun bütün bu teşebbüslerini gözden uzak tutmayan imparator Aleksios Komnenos, Dalassenos ve Opos komutasında, yeni bir donanma sevkedip Çaka Bey'in lzmir'de bulunduğu sıralarda, Sakız adasına bir çıkarma yaptırdı. Bunun üzerine Sakız'a gelip donanmasının başına geçen Çaka ile Bizans kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar başladı. Neticede Dalassenos ile Çaka arasında yapılan anlaşmadan çok geçmeden sonra Çaka'nın adadan ayrılmasını fırsat bilen Dalassenos, Sakız'ı kolayca elegeçirdi, fakat diğer adaları alma teşebbüsü başarılı olamadı. Bununla birlikte donanmasını gittikçe çoğaltıp kuvvetlendiren Çaka Bey, Çanakkale Boğazı ve Gelibolu yarımadasını ele geçirmek suretiyle, lstanbul üzerine yürüme ve Bizans'a hakim olma planları yapmakta idi. Böylece Bizans, Trakya'da Peçenekler, Marmara yönünde Türkiye Selçukluları, İzmir ve çevresinde de Çaka Bey'in baskı ve tehdidi altına girmiş bulunuyordu. Bu ciddi durumdan kurtulmak isteyen Aleksios Komnenos, Volga ırmağı yörelerinden Balkanlara sarkmış olan Kumanlarla işbirliği yaparak Peçenekleri ağır ve kanlı bir şekilde yenilgiye uğrattı (29 Nisan 1091), böylece Peçenek tehlikesini ortadan kaldırdı. Müttefiki Peçeneklerin kalabalık Bizans- Kuman orduları tarafından adeta imha edilmelerine rağmen Çaka Bey, İzmir'de devamlı olarak donanmasını kuvvetlendirme faaliyetlerinde bulunmakta idi. Öte yandan, lzmir'i elegeçirerek ikinci düşmanı Çaka'yı bertaraf etmek isteyen Bizans imparatoru, Ioannes Dukas'ı karadan, Dalassenos'u da denizden lzmir'e Çaka üzerine sevketti. Çaka, kardeşi Yalvaç'la birlikte Midilli adasına çıkarma yapan Bizans kuvvetleriyle başarılı savaşlar yaptı ise de bu sırada, ortaya çıkan şiddetli bir fırtına sebebiyle, Dalassenos'la barış yapıp İzmir'e çekilmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Girit ve Kıbrıs adalarında Bizans'a karşı çıkan isyanlardan faydalanan Çaka Bey, bu kez, karadan harekete geçerek Çanakkale Boğazına kadar ilerledi; Edremit'i fethettikten başka Boğazın Asya tarafında bulunan gümrük kenti Abidos'u kuşatmış idi; o, ayrıca İzmir'den bir donanmayı da Çanakkale Boğazına sevketme hazırlıklarına başlamıştı. Çaka'nın Bizans'a yönettiği bu geniş askeri harekatı, Çanakkale ve yörelerini kendi yönetim sahasında gören Türkiye Selçuklu sultanı olan damadı I. Kılıçarslan ile Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un dikkatlerinden uzak kalmıyordu. İmparator, bir yandan, Dalassenos'u yeni bir donanmayla İzmir'e sevk ederken, öbür yandan da sultan Kılıçarslan'a bir elçi göndererek onu, Çaka'ya karşı kışkırtmak suretiyle, ittifakını sağlamayı başardı. Bu antlaşma ve ittifakın böylece gerçekleşmesinden hemen sonra, bir yandan Kılıçarslan'ın karadan, öbür yandan da Bizans'ın denizden tehdit ve saldırıları karşısında ciddi bir tehlikeye düşen Çaka Bey, rivayete göre, Abidos yakınlarında bulunan sultanı ziyarete gittiği zaman, bir şölen sırasında öldürüldü (1093). Öte yandan Aleksios Komnenos, Ioannes Dukas kumandasında yeniden sevkettiği bir donanma, başta lzmir ve Efes olmak üzere, Çaka ve Tanrıbermiş Beylerin yönetiminde bulunan bütün bölge ve adaları, birer birer ve kolayca elegeçirdi; bu bölgedeki Türkler de uç Türkmenlerinin Bizans'la devamlı mücadele halinde bulundukları Ege içlerine çekilmek zorunda kaldılar. Böylece aşağı- yukarı 15 yıl Türk yönetim ve hakimiyetinde kalan Adalar Denizi kıyıları, yeniden Bizanslıların eline geçmiş oldu.



GÜNEY- DOĞU ANADOLU BÖLGESİNİN SELÇUKLU YÖNETİMİNE ALINMASI


Büyük Selçuklu devleti sultanı Melikşah devrinin Türkiye tarihiyle ilgili önemli olaylardan birisi de Güney- doğu Anadolu bölgesinin Selçuklu yönetimine alınması olayıdır. Tarihte Mervanoğulları adıyla anılan ve sultan Tuğrul devrinden beri Selçuklu devletine tabi olan Müslüman bir emirliğin yönetimi altında bulunan bu bölge, XI. yüzyılda, Diyarbekir ve Ahlat olmak üzere, iki bölüme ayrılmış idi. Diyarbekir bölümü, Amid (Eski Diyarbakır), Silvan (Meyyafarikin), Erzen ve Mardin kentleriyle Siirt, Dumeysir (Koçhisar = Koçar köyü = Kızıltepe), Hasankeyf (Hısnı Keyja), Maden, Gölcük, Atak, Ergani, Çermik, Cizre, Savur, Hısnı Ziükarneyn, Behmut v.s. gibi ilçe ve kaleleri içine alıyordu. Ahlat bölümü ise Ahlat ve Bitlis kentleriyle bunlara bağlı ilçe ve kaleleri kapsamakta idi.


Mervanlı emiri Nizamüddin Nasr'ın ölümünden ( 1080) sonra, emirliğin yönetimini üzerine alan Nasruddevle Mansur'un Ebu Tahir Enbari'yi azledip yerine Hıristiyan tabib Ebu Salim'i vezirlik makamına getirmesi, daha önce de görüldüğü üzere, Selçuklu vasalı olmasına rağmen, Kuzey - Irak ve Elcezire'de bağımsız bir Arap devleti kurmak isteyen Musul emiri Şerefüddevle Müslim ile sıkı ilişkilerde bulunması ve ayrıca şii eğilimli olması, Mervanlı ülkesindeki özellikle Müslüman halk arasında birtakım huzursuzluk ve şikayetlere yol açtı. Devlete tabi olan bu Mervanlı emirinin vasallık statülerine aykırı bu tutum ve teşebbüslerini dikkatle izleyen sultan Melikşah, vasallar arasında ortaya çıkması muhtemel bir buhranı önlemek amacıyla, bu önemli bölge yönetiminin doğrudan doğruya Büyük Selçuklu devletine bağlanmasına karar verdi. Ayrıca, bu sıralarda, hilafet merkezi Bağdad'da çıkan birtakım olaylar sebebiyle, vezaretten azil ile ailesiyle birlikte buradan ayrılmak zorunda kalan ve Selçuklu başkenti İsfahan'a gelip sultanın huzuruna çıkan Cüheyroğlu Fahruddevle, daha önce vezirlik yaptığı için çok iyi bildiği bu emirlik hakkında, sultana geniş bilgi verdi ve bölgenin Selçuklu devleti sınırlarına alınmasının yerinde olacağını arzetti. Esasen gerek Türkiye gerek Suriye Selçuklu devletlerinin imparatorluğa tabi olmalarına rağmen, daimi bir kontol altında bulundurul­ masında önemli ve merkezi bir konumda olmasını dikkat nazarına olan, bu sebeple de Diyarbekir bölgesinin imparatorluk sınırları içine alınmasını, bu bölge siyasetlerine uygun bulan sultan, Fahruddevle'nin bu önerisini olumlu karşıladı. Çok geçmeden Haziran/Temmuz 1083 tarihinde onu, meliklik (yarı bağımsız, muhtar) alametlerinden olan hil'at, kus (günde üç kez çalınmak üzere) ve sancak Yererek "halife ve sultan adına hutbe okutmak, para bastırmak ve devlet hazinesine her yıl muntazaman vergi vermek" şartıyla, Diyarbekir bölgesi hakimliğine atadı; ayrıca emir Saduddevle Gevherayin, hacip Altuntak, Humartaş, Türşek, Türkmen emirlerinden Artuk Bey, Çökürmüş, Malazgirt ve Muş emiri Sunduk (Sandak) Bey, Demleçoğlu Mehmet, Çubuk Bey, Ayaz, vasal Hille emiri Bahaüddin Mansur, oğlu Sadaka gibi değerli Selçuklu emir ve kumandanları kendisine yardımla görevlendirildiler. Fahruddevle ve adları geçen kumandanların yönetimindeki Selçuklu askeri birliklerinin Diyarbekir ve Ahlat bölgesi kent ve kalelerini kuşatmaya başlamaları üzerine, harekete geçen Mervanlı emiri Mansur, savunma işleriyle yakından ilgilendikten başka, bu sıralarda Musul, Elcezire ve Halep hakimi bulunan Şerefüddevle Müslim'e ulaklar göndererek Amid, Cizre ve birtakım kale ve kentleri kendisine vermek şartiyle yardım teklifinde bulundu. Kaynaklardaki ifadelere göre, aralarında eskiden beri sürüp gelen güvensizliğe rağmen, kendi ülkesinin de bir gün Selçuklu sınırlarına katılması ihtimalini düşünen Müslim, Diyarbekir harekatının durdurulması hususunda, sultan katında teşebbüste bulundu ise de başarı sağlıyamadı. Bunun üzerine Mervanoğluna yardıma karar vererek ileride kendisinin olacak olan Amid'e gelip sur dışında karargahını kurdu. Çok geçmeden Fahruddevle, Artuk ve Çubuk Beyler de kuvvetleriyle birlikte Amid ovasına geldiler.


Fahruddevle-Artuk anlaşmazlığı



Selçuklu ordusunun azametini ve özellikle Büyük Sultan Melikşah'ın sancağının dalgalandığını gören Müslim, işi siyasal yolla çözmek ve herhangi bir tehlikeye düşmemek amacıyla, harekete geçerek '"Ben ve Mervanoğlu sultanın bendeleri (yani vasalları) olduğumuza göre, bu savaş neden yapılıyor?" şeklinde başkumandan Fahruddevle'ye bir mesaj gönderdi. Esasen ırktaşı, hatta akrabası bulunan Musullu Arapların kendi yüzünden kanlarının dökülmesine, içindeki milli duyguları kesin bir şekilde engel olan Fahruddevle, Müslim ile derhal ve çekinmeden yaptığı barış antlaşması gereğince, Selçuklu ordusu biraz geri çekilecek ve kuşatılmış olan Müslim ve kuvvetleri herhangi bir kayba uğramadan sağ salim memleketine geri dönebileceklerdi. Fakat Müslim'in askerlerinin önemli bir kısmını kuşatan Artuk Bey, Selçuklu ordusunun geri çekilmesine razı olmadı ve "Sultanın sancağını asla geri çekemeyeceğini" ifade ile başkumandan Fahruddevle'ye karşı geldi.


Türkmen Baskını



Öte yandan barış görüşmelerinin yapılmakta olduğunu öğrenen Türkmen askerleri, "Biz uzak ülkelerden buraya ganimet elde etmek için geldik, halbuki görüyoruz ki, şimdi barış yapılıyor; biz buradan böyle elleri boş mu döneceğiz?" diyerek 31 Temmuz gece yarısı, atlanıp Amid surları dışında konaklayan Müslim'in askerlerine ani bir baskın yaptılar. Arap kuvvetleri at, deve, koyun ve silahlardan oluşan ağırlıklarını bırakıp oraya buraya dağıldılar, kumandanları Müslim ise son derecede hızlı koşan atı sayesinde Amid surları içine güçlükle sığınabildi. Arap ordugahını tamamen yağma eden Türkmenler, elegeçirdikleri çeşitli ganimetleri Amid surları önünde sattılar. Kaynakların anlattıklarına göre, Türkmenler ellerine geçen 1O bin kadar mızrağın tahta kısımlarını kazanlarının altına atarak yemeklerini pişirmişlerdir. Yine ilgili kaynaklardaki bilgilerden anlaşıldığına göre, Türkmenlerin bu baskını Artuk Bey'in izniyle emir Çubuk'un yönetiminde yapılmıştır. Sabah olunca durumu öğrenen Fahruddevle, bu Türkmen baskınının Artuk Bey'in gizli bir emri veya göz yumması sonunda yapıldığını anlamış, onu sultan katında güç bir duruma düşürmek amacıyla, "Türkmenlerin elegeçirdikleri bütün ganimetlerin toplatılıp sultana lsfahan'a gönderilmesini" Artuk Bey'den istemiştir. Türkmen törelerine aykırı olan Fahruddevle'nin bu teklifinin nasıl bir kurnazlıkla yapıldığını anlayan Artuk Bey, "'Biz savaş adamıyız, tutsakları hapsetmek ve elegeçirdiğimiz ganimetleri geri vermek, bizim törelerimize uymaz, biz onları ya satar ya da azad ederiz" diyerek onun bu önerisini reddetti. Fahtuddevle, Artuk Bey'e yaptığı bu öneriden başka, Müslim ile kararlaştırdığı barış antlaşmasını örtbas etmek ve ileride sultan katında herhangi bir sorumluluk altına düşmemek amacıyla, bu kez, Artuk Bey'e, "Amid surları içinde kuşatmakta olduğu Müslim'i yakalayıp getirmesini ve böylece sultanın takdirine mazhar olacağını" bildirmişse de onun bu siyasal oyununu da anlamakta güçlük çekmeyen Artuk Bey, tam bu sıralarda kendisine bir ulakla başvurarak "para ve mal karşılığında, sağ - salim memleketine dönme" teklifinde bulunan Müslim'in bu isteğini yerine getirmekten çekinmedi (Ağustos 1084), bundan hemen sonra da savaş alanını terk etti. Selçuklu ordu komutanları arasındaki bu anlaşmazlığı haber alan sultan Melikşah, imparatorluğun vasalları arasında bulunan, ayrıca şii Mısır Fatımi halifeleriyle birtakım ilişkiler kuran Müslim'in Musul, Halep ve Elcezire'deki bütün topraklarının yönetimini elinden aldığı gibi, Fahruddevle'nin aleyhdeki şikayeti üzerine, Artuk Bey'e de şüpheli nazarlarla bakmaya başladı. Esasen Artuk Bey gerek sultan Alparslan, gerekse kendi zamanında imparatorluğa büyük yararlılıkları dokunmuş olan çok değerli bir kumandan idi. Gerçekten İslam kaynaklarında onun "katıldığı hiçbir savaşta yenilmediği" açık ve kesin bir şekilde ifade edilmiştir.



Harekat sürüyor 


 

Artuk Bey'in kuşatma savaşını terk etmesi üzerine Fahruddevle, oğlu zaimuddevle'yi bir kısım emirlerle birlikte Amid kuşatma harekatını sürdürmekle görevlendirdikten sonra kendisi de Altuntak, emir Ayaz, Türşek ve Humartaş'ı yanına alarak bölgenin ikinci önemli kenti ve kalesi olan Silvan'a (Meyyafarikin) gidip kuşatmaya başladı. Hatta bu sırada, Mervanoğlu Mansur da Amid'den buraya gelip savunma işleriyle bizzat ilgileniyordu. Bizans kalelerinin en dayanıklısı olan ünlü Amid ve Silvan kalelerinin alınması, gerçekten çok güç idi ve uzun süreli bir kuşatma savaşına ihtiyaç gösteriyordu. Bu iki kaledeki çarpışmalar devam ederken başkumandan Fahruddevle'nin bölgenin öteki kent ve kalelerine yolladığı kuvvetler, Mardin, Siirt, Erzen ve Hasankeyf'deki savunmayı kolaylıkla kırmayı başardılar. Memleketinin istilası ve kaybı karşısında ümitsizliğe düşen Mervanoğlu, veziri Ebu Salim'i Silvan'da kendi yerine vekil bırakıp halka ve askerlere, "Ona, kesin olarak itaat etmelerini" bildirdikten ve özellikle ülkesinin savunmasını yakınlarına bıraktıktan sonra, şehir ileri gelenleri, emirler, kabile reisleri ve birçok değerli armağanlarla birlikte bizzat lsfahan'da sultan Melikşah'ın katına çıkıp, "ülkesine karşı girişilen Selçuklu askeri harekatını duıdurması" hususunda rica ve istirhamda bulunmak üzere, Silvan'dan gizlice ayrıldı. lsfahan'da birçok Selçuklu emirleri, hatta vezir Nizamülmülk ile de görüşüp aracı olmaları için, getirdiği armağanların bir kısmını onlara vermesine rağmen sultan tarafından kabul edilmedi. Bunun üzerine son bir girişimde bulunarak sultanın karısı Terken Hatun'u da ziyaret edip, "huzura çıkabilmesi için onun aracılık etmesi" hususunda büyük çaba gösterdi, fakat başarı sağlayamadı. Sonunda sultanın "yalnız Silvan'ın kendisine bırakılabileceği ülkesinin öteki bütün kent ve kalelerinin doğrudan doğruya Selçuklu yönetimine geçmesi gerektiği ve bu takdirde harekatın derhal durdurulacağı" hususundaki teklif ve kararı, kendisine bildirildi. Bunun üzerine Mervanoğlu sultanın hu teklifini, kalelerin sağlam, savunmalarının iyi yapılmakta olması ve ayrıca yaklaşmakta olan kış yüzünden harekatın gevşeyeceği sebepleriyle, diişmeyeceğine inanan veziri Ebu Salim ile mektuplaştıktan sonra, kabule yanaşmadı.

Öte yandan Amid kuşatması şiddetle sürdürülüyordu.


Şehir içinde, Hıristiyan halkın yiyecek maddelerini depo edip saklamaları ve Müslüman halka satmamaları sebebiyle karışıklıklar çıkıyor, yiyecek elde etmek için Müslümanlar, Hıristiyanlar mahallelerine baskınlar yapıyorlardı. Amid Mervanlı askeri valisinin sert tutumu, özellikle Müslüman halka karşı giriştiği zulme varan hareketleri sonunda, karışıklıklar yatıştırıldı, fakat şimdiye kadar Mervanoğlu'na bağlı kalmış olan Amid Müslüman halkı, gerek valinin sert hareketleri, gerekse açlık tehlikesi sebebiyle savunmadan vazgeçip teslim olmaya karar verdiler.  Çok geçmeden Ebulhasan adlı bir Müslüman köylünün yönettiği kalabalık bir halk kitlesi, surlara çıkıp Fahruddevle lehine gösterilerde bulunduktan sonra derhal sur kapılarından birisini açıp, Selçuklu kuvvetlerinin kolayca şehre girmelerini sağladılar (Mayıs 1085). Öte yandan Amid'in düştüğünü haber alan Fahruddevle, Silvan'dan süratle gelerek şehirde genel af ilan etti, onların eski veziri olması dolayısıyla Amidlilere çok iyi muamelelerde bulundu; uzun bir süre yiyecek sıkıntısı çeken halka dışardan yiyecek maddeleri getirtip dağırttırdı. Şehir yönetimini oğlu Zaimüddevle'ye, askeri valiliğini de emir Çubuk'a verdikten sonra yeniden Silvan kuşatmasını yakından yönetmek üzere, oraya gitti.


Hala lsfahan'da bulunan ve ülkesinin yönetimini elinde tutma ümidini kaybetmeyen Mervanoğlu Mansur, Horasan'da isyan eden kardeşi Tekiş'in teslim olma harekatını bizzat yöneten sultan Melikşah'ın karargahına kadar giderek "huzura kabulünü" istemişse de başarı sağlayamamış, sultanın eski teklifi, yani "sadece Silvan'a razı olması" yeniden kendisine bildirilmiştir. İşte tam bu sırada, başkumandan Fahruddevle, sultana bir ulak göndererek "Amid, Siirt, Erzen, Bitlis, Ahlat ve Hasankeyf kentleriyle birlikte birçok kalelerin düştüğünü" bildirdi. Bu haberin karargahta yayılması üzerine, tam bir ümitsizliğe düşen Mervanoğlu, bu kez "sultanın teklifini kabul ettiğini" bildirdi ise de "artık vaktin geçmiş olduğu" söylenerek kabul edilmedi. Fakat kendi aleyhine cereyan eden bütün bu olumsuz durum ve sonuçlara rağmen o, ülkesine yeniden hakim olma yolundaki ümidini hala yitirmeyerek, karargahtan ayrılmadı ve sultanla birlikte lsfahan'a döndü.


Öte yandan Silvan kuşatması bir yıldan beri sürüp gidiyor, kale bir türlü alınamıyordu. Harekatı yöneten hacip Altuntak'ın aniden ölümü üzerine, Fahruddevle'nin isteği üzerine, Hasankeyf'de bulunan Gevherayin büyük bir kuvvetle gelip kuşatmayı şiddetlendirdi. Şehrin dışarı ile ilişkisi tamamen kesildi ve özellikle büyük mancılıklarla surlar dövülmeye başlandı, suru savunan askerler de şiddetli ok yağmuru karşısında aciz kaldılar. Harekat böylece bir süre devam ettirildikten sonra bütün kuşatma aletlerinin kullanılması sonucunda, surlardan bir kısmı yıkıldı; Selçuklu kuvvetleri, bu yıkılan yerlerden saldırıya geçerek şehre girdiler (Ağustos 1085). Üç gün süren bir çarpışma sonunda, şehrin bütün burçları elegeçirildi. Savunmasız halkın aman dilemesi üzerine Gevherayin, çarpışmaların derhal durdurulmasını emretti. Başkumandan Fahruddevle, daha sonra şehre gelip Amid'de olduğu gibi, burada da genel af ilan etti ve içkaleye çıkarak burasını da teslim aldı (Eylül 1085). Daha sonra Mervanoğlu'nun hapisten çıkarılan eski Müslüman veziri Ebu Tahir'in yardımlarıyla, Mervanlı ailesinin değerli hazinesi elegeçirildi. Bu hazine ve değerli eşya, bizzat Zaimüddevle tarafından başkent lsfahan'a götürülerek Sultan'a takdim edildi.


Mervanlı beyliği'nin başkenti Silvan'ın düşmesinden sonra, Selçuklu kuvvetlerine karşı hala direnmeye devam eden öteki kaleler de birer birer teslim olmak zorunda bırakıldılar. Bölgenin müstahkem kalelerinden birine sahip bulunan Mardin kenti, emir Moncuk (Boncuk) Böri tarafından alındığı gibi, Gevherayin'in beraberindeki emirlerden Çökürmüş de kuşatmakta olduğu Cizre'yi şehir ileri gelenlerinin sayesinde ele geçirdi. Böylece bir buçuk yıla yakın devam eden bir askeri harekat sonunda, Diyarbekir ve Ahlat bölgeleri, doğrudan doğruya Büyük Selçuklu İmparatorluğu sınırları içine alınmış oldu. Çok geçmeden bu bölgelerin kent ve kalelerine, bu harekata katılan emir ve kumandanlar, vali veya muhafız olarak atandılar. Bu emir ve kumandanların mensup oldukları muhtelif Türkmen boy ve oymaklara ait kalabalık kitleler, bu bölgenin çeşitli yörelerine yerleşerek yaylak ve kışlaklar kurdular. Bu geniş iskan faaliyetinden sonradır ki, genellikle yazın Diyarbekir bölgesindeki yaylaklara gelmekte olan Arap göçebeleri, artık Habur Suyu'nun kaynaklarından yukarılara çıkamaz oldular.



Böylece Mervanlı ailesinin yönetiminden alınan Diyarbekir ve Ahlat bölgeleri, başkenti Silvan olmak üzere, doğrudan doğruya Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi eyaletlerden birisi haline getirildi. Genel Valiliğine de harekat başkumandanı Fahruddevle atandı. Fahruddevle, Gevherayin ile birlikte önce Bağdad'a halifeye, daha sonra da İsfahan'a sultan Melikşah'a giderek huzura çıktı, fethedilmesi bölgeler ve kurulan eyalet, buna bağlı Türk beylikleri ve emirleri hakkında ona geniş bilgi arz ettikten sonra Eyalet Genel Valiliği Menşurunu alarak Silvan'a döndü.


Sultan Melikşah'ın 1092 yılında ölümü üzerine, imparatorluk içinde saltanat çatışmaları başladı. Bu arada Suriye Selçuklu Meliki bulunan Tacüddevle Tutuş, Diyarbekir bölgesi gibi, doğrudan doğruya imparatorluğa bağlanan Kuzey Suriye'ye de hakim olduktan sonra Doğu- Anadolu ile birlikte Diyarbekir bölgesine de hakim olmakta gecikmedi. Gerek Tutuş'un hakimiyet devresinde gerekse ondan sonra Diyarbekir ve Ahlat bölgelerinde birçok Türk beylikleri kurulmuştur. Onlar sırasıyla şunlardır:



1 - Mardin, Silvan ve Hasankeyf'de Artukoğulları.

2 - Amid'de  Yınaloğulları.

3 - Bitlis'te Demleçoğulları.

4 - Siirt ve Erzen'de Toganarslan ailesi.

5 - Ahlat - Van bölgesinde Sundukoğulları, daha sonra Ahlatşahlar.


Sözkonusu bu beyliklerin kurulması sonunda, bu bölgede kesif bir Türk yerleşmesi ve dolayısıyla buranın Türkleşmesi sağlanmış oldu. Ayrıca bu bölge, ilerde, Haçlılarla mücadele edecek zinde Türk kuvvetlerinin büyük bir yığınağı haline geldi. XII. yüzyılın sonlarına kadar devam edecek olan bu Türk beylikleri, XIII. Yüzyılın başlarından itibaren, özellikle, Anadolu birliğini kurmaya çalışan Türkiye Selçuklu Devleti'nin geniş merkeziyetçi faaliyetleri sonunda, birer birer kaybolup gideceklerdir.



ANADOLU'NUN FETHİ

SELÇUKLULAR DÖNEMİ

(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM


Kastamonu

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak