3 Aralık 2022 Cumartesi

II. GÖK TÜRK DEVLETİ - BİLGE KAĞAN DEVRİ

 


Kağan Olmadan Önce Bilge'nin Faaliyetleri


Bilge, 716 yılından sonra amcası Kapgan'ın ölümü üzerine yerine geçen İnelin başarı gösterememesi neticesinde Kül Tegin tarafından yapılan bir ihtilal sayesinde kağan olabilmişti. Ancak, Orhun Yazıtlarında kendi adına ve kardeşi adına dikilen kitabelerde de anlattığı gibi devlete hizmeti daha on dört yaşında iken başlamıştı.


683 yılında doğan Bilge, kendisinden önceki diğer devlet adamları gibi Çin esareti görmediği için şanslı idi. Ancak, henüz sekiz yaşında iken babasını kaybetmişti. Kendisinden bir yaş küçük kardeşi ile yetim kalırken töre uyarınca kağanlığı amcası almıştı.

Babası ölüp amcasının kağan olduğu sırada Bilge, prens yani Tegin (Tigin) unvanını taşıyordu. 14 yaşına geldiğinde yani 697 yılında Tarduş halkı üzerine Şad olarak tayin edilmişti. Tarduşlar 647'den sonra iyice zayıflamışlardı. Her halde Altay Dağlarının güney eteklerinin batısında İrtiş Irmağı dolaylarında yaşıyorlardı. Bu göreve tayininden sonra 716 yılında Kapgan'ın ölümüne kadar geçen 19 yıllık süre içerisinde doğuda Sarı Irmağa ve Shan-tung ovasına, batıda Demir Kapıya, Kögmen dağlarının kuzeyindeki Kırgız ülkesine toplam yirmibeş sefer etmişler, onlarla üç kez savaşmışlardı. Neticede devletliler devletsiz, kaganlılar kagansızlar kalmışlardı. Tonyukukün yüksek idaresinde Bilge, amcası kağanın oğlu İnel ile birlikte batı ordularını idare edeceklerdi. 699 yılında Türgişlerin liderliğindeki bütün On - Ok halkı yaniden devlete bağlandı. Halta hükümdarları Wu-chih-le ve yabgusu yakalanıp öldürülmüşlerdi. Bilge, Türgişlerin, Batı Gök-Türklerin devamı olması sebebiyle buna çok üzülmekte ve "Türgiş kağanı kendi Türküm bodunum idi. Bilgisizliği yüzünden bize karşı hatalı hareket ettiğinden Kağanları öldü, kumandanları, bakanları da beyleri de öldü. On Ok halkı ızdırap gördü" demektedir. Bundan sonra Az'lar Kırgızlar yeniden düzene sokulmuşlardı.


Bilge, 700 yılında Tangut'lara doğru sefer etmiş, onları mağlubiyete uğratıp çocuklarını, kadınlarını, at sürülerini ve bütün mal varlıklarını ele geçirmiştir. 701 yılında Kapgan Kağan, Ordos bölgesine büyük bir akına kalktığında Kül Tegin'le beraber Bilge'de söz konusu sefere katılmıştır. Tang hanedanı imparatorunun gönderdiği elli bin kişilik ordunun kumandanı Ong - Tutuk (Wei Yüan-chung) on altı yaşındaki Kül Tegin tarafından yakalanarak, Kapgan'a sunulmuştur. Bilge, o orduyu orada yok ettiğini söylemektedir.


703 yılında ise Bilge kendine akraba gördüğü Basmılların Iduk Kut unvanlı İdarecisini kendine vergi vermediği için üzerine yürümüş ve yeniden vergisini toplamaya devam etmiştir.


705 yılında ise daha büyük bir düşmanla Çinli Sha-t'o Chung-i (Saça Sengün) ile savaşıp, askerlerini orada öldürmüştü. Ölen askerlerin sayısı on binlerce idi. 26 yaşma geldiğinde yani 709 yılında daha evvel Tonyukuk tarafından isyanları bastırılıp devlete bağlanan Kırgızlar ve Çik'ler üzerine yürümek durumunda kaldı. Önce Yenisey'in kaynaklarından Kem Irmağını geçerek, onlarla Örpen adlı mevkide savaştı. Arkasından Az halkını tekrar itaat ettirdi. Bir yıl sonra ise (710'da) Kırgız'lara doğru Kögmen Dağlarını mızrak batımı yerleri sökerek açmak suretiyle aniden Kırgızları uykuda baskına uğrattı. Songa dağlarında yapılan savaşta Kırgızların kağanı öldürüldü ve bölge tamamen zaptedildi. Aynı yıl Altay Dağlarını aşarak ve İrtiş Irmağını geçerek Türgişler üzerine yürüdü . Onları da uykuda bastı. Daha sonra Türgişlerin ordusu ateş ve bora gibi Bilge'nin üzerine gelmişti. Bolçu'da yapılan savaşta Türgişlerin kağanını, yabgusunu ve şadını öldürdü.


Bundan sonra 713 yılında Beşbalık'a doğru sefer eden Bilge, altı kez savaştıktan sonra düşmanlarını (belki Basmıl hükümdarını) öldürdü ve onların zulmünden inlediği için kendini davet eden şehir halkını kurtardı.

714 yılında bu defa isyan eden Kartuklar üzerine yüründü ve Tamıg (Tamag) Iduk Baş'la (Tamir ırmağının kaynağı) mağlup edildiler. Ancak. Karluklar toparlanarak yeniden geldiğinde, Basımllar da harekete geçmişti. Dokuz Oğuzlar dahi düşman olmuşlardı. Bir yılda dört kez de onlarla çarpışmak zorunda kaldı. İlk önce Togu Balık'ta Tola Irmağı askerler yüzdürülmek suretiyle geçilmiş ve savaşılmış; ikincisi Antargu'da yine yenmiş, üçüncü olarak Çuş Irmağı başında vuruşmuştu. Üçüncü çarpışmada düşmanları önce Bilge'nin ordusunun salları dağıtılmış, ancak sonra geri püskürtülmüştü. Orada Tongra, Dokuz Oğuz boylarının alplerinden bir grubu da yendiği vurgulanmıştır. Dördüncü savaş Ezgenti Kadız'da meydana geldi ve hepsi mağlup edildi. Bu arada 715 yılında Amgı kalesinde kışlandığı sırada kıtlık olmuştu. Bu yılın ilk baharında Oğuzlara doğru sefer etti. Sefer esnasında birinci ordu yola çıkmış iken ikinci ordu daha merkezde idi. İşte bu sırada üç Oğuz ordusu baskın yaptı. Oğuzların bir grubu, Bilge ve Kül Tegin'in evini barkını yağmalamaya giderken, diğer askerlerin üzerine saldırdı. Bilge ve Kül Tegin çok zor durumda kalmışlardı. Karargahın başındaki Kül Tegin cansiperane bir savunma ile üzerlerine gelenleri püskürttü. Başlarında böyle sıkıntılı hadiseler geçen Bilge 'Tanrı güç verdiği için orada mızraklarını, dağıttım. Tanrı buyurduğu için ben çalışıp kazandığım için Türk Milleti de öylece kazanmış şüphesiz. Ben erkek kardeşimle beraber, bu kadar önderlik edip çalışmasa ve muvaffak olmasa idim, Türk halkı ölecek idi" demektedir. Bundan sonra Oğuzlar, Dokuz Tatarlarla beraber gelmelerine rağmen Ağu'da yapılan iki savaş neticesinde Bilge ye yenildiler, devletleri zaptedildi.

716 yılında Dokuz Oğuzlar yerlerini, yurtlarını terk ederek gidip Çin'e sığındılar.

Son yıllardaki boy isyanlarından, II. Gök - Türk devletinde merkezi kontrolün tamamen ortadan kalktığı görülmektedir. Bütün ayaklanmaların bastırılmasında Bilge ve Kül Tegin kardeşler ön plândadır ve cansiperane bir şekilde devletlerini savunmaktadırlar.


Kül Tegin'in Faaliyetleri


684 yılında doğduğu anlaşılan Kül Tegin'in savaş alanlarındaki bilinen ilk başarısı 700 yılındaki Kansu seferi sırasında Çin ordusunun kumandanı Wei Yüan - chungün yeğenini canlı yakalayıp eliyle Kapgan'a sunmasıdır. Ancak, bundan önce Kül Tegin'in katıldığı diğer askeri faaliyetler olabilir düşüncesindeyiz. Belki göze çarpan belirgin bir hareketi olmadığı için kaynaklarca zikredilmemiş olabilir. Ayrıca Bilge kendi yazıtında bu hadiseyi 701 ile tarihlemektedir. Dolayısıyla söz konusu başarının Kül Tegin tarafından 700- 701 yıllarında gerçekleştirildiği sonucuna varmamız mümkündür. Altı Çub Soğdaklarına yapılan Kapgan idaresindeki Kül Tegin ve Bilge'nin de katıldığı hücumda önce onlar bozguna uğratılmıştı. Arkasından Çinli Ong Tutuk yani Weİ Yüan - chung elli bin kişilik bir ordu ile üzerine geldi. Her halde atı çarpışmalar esnasında öldü ki; yaya olarak atılıp, hücum etti ve yakaladığı kumandanın yeğenini kağanına götürdü. Neticede Çin ordusu orada imha edildi.


Kül Tegin 705 yılında Çinli general Sha-l'o Chung-i ile yapılan savaşa katıldı. Çarpışmalar sırasında, önce Tadık Çor ün boz atına, arkasından Işbara Yamtar'ın boz atına, sonra Yiğen Siliğ Bey'in giyimli don atlarına binerek hücum etmiş, ancak atların hepsi ölmüştü. Hatta Kül Tegin'i zırhından ve kaftanından yüzden fazla okla vurmuşlar, ama yüzüne ve başına değmemişti . Neticede adı geçen Çinli kumandanın 80 bin kişilik ordusu da mağlub edildi. Bu hadiseden sonra 710 yılından önce Türgi Yargım Gölünün kenarında Yir Bayırkuların Uluğ Erkini ile yapılan savaşta Kül Tegin büyük yararlıklar göstermiş, mağlup Uluğ Erkin az sayıdaki askeriyle kaçıp gitmişti. Bilge'nin 710 yılındaki Kırgız seferinin arkasından Türgişler üzerine yapılan hücumlara Kül Tegin bizzat katılarak çok sayıda muvaffakiyet elde etmişti.

Hatta, Az'ların valisini eliyle yakalamak gibi üstün bir başarı daha gösterdi. Mağlup Türgişlerin arta kalanları öldürüldü, Tabar'da yerleştirildiler. Bundan sonra Demir Kapıya yapılan seferin akabinde Türgişler yine düşman olmuşlar ve Maveraünnehr'e doğru gitmişlerdi. Kül Tegin az sayıda askerle onların peşinden gönderildi. Gücünün azlığına rağmen Kül Tegin büyük bir savaş yapmış, Alp Salçı Kır atına binerek çarpışmalara katılmış, neticede Türgişler yine bozguna uğramışlardı.


Bundan sonra Koşu Tolok (Tutuk) la savaşan ve onun çok sayıda askerini öldüren Kül Tegin, 711 yılında patlak veren Karluk isyanlarının bastırılması işlerinde de baş rol oynadı. Karluklarla Tanlag Iduk Baş'ta savaştı (714). Onlar yenildikten sonra Az'lar üzerine yüründü; çünkü onlar da düşman olmuştu. Kara Göl'de Azlarla savaşılmış; Alp Salçı Kır atına binen, Kül Tegin, Az'ların reisi İlteberi canlı yakalamış, boy halkları da ağır bir bozguna uğratmıştı. Boyların isyanları neticesinde II. Gök Türk ülkesi tamamen karıştığında Dokuz Oğuz boyları da baş kaldırmışlardı. İzgiller mağlup edilmiş, ancak Alp Salçı Kır atı çarpışmalar esnasında ölmüştü. Dokuz Oğuzlarla bir yılda tam beş kez önce Togu Balık'ta, ikinci Koşulgak'ta Ediz'lerle üçüncü Bolçu'da Oğuzlarla, dördüncü Çuş Başın'da savaşılmış». Bilge bahsinde açıkladığımız gibi Gök- Türkler devlet yöneticileri ve orduları çok zor dunımlara düşmüşlerdi. Tongra'lardan bir grup bizzat Kül Tegin tarafından dağıtılmıştı. Beşinci savaş yine Oğuzlarla Ezgenti Kadız'da yapılmış bu da galibiyetle sonuçlanmıştı. Ancak, Oğuzlarla yapılan savaşlar daha uzun süre devam etmişti. Yine Bilge bahsinde belirtiğimiz gibi Oğuzların, karargahı basmaları sırasında onun olağanüstü gayreti neticesinde düşmanın geri püskürtülmesine yol açmıştı. Neticede onun öksüz kır atına binip hücum etmesi, dokuz eri mızraklaması sayesinde karargah (ordug) kurtarılmış, annelerin, ablaların, prenseslerin diğer hayatta kalanların cariye olması önlenmişti. Bilge'ye göre eğer Kül Tegin olmasa onların hepsi ölecek idi.


Bütün bunlar bize Kül Tegin hakkında Çin kaynaklarının verdiği "olağanüstü asker, savaşmayı iyi bilir, böyle işlerde mükemmeldir" şeklindeki karakter tahliliyle tamamen uyuşmaktadır.


Bilge'nin Kağan  Olması


Kapgan Kagan'ın aşırı sert ve zalimce idaresine Çinlilerin tahrikleri de katılınca, 708'i takib eden yıllarda II. Gök - Türk devletine karşı boy isyanları bir biri ardına patlamıştı. Özellikle 711'den sonra Türgiş, Karluk, Dokuz Oğuz ve Oğuz isyanları devleti temelinden sarsmış adeta yok olma noktasına getirmişti. Yukarıda da görüldüğü üzere biri bastırılırken bir başkası başlıyordu. Nihayet bu isyanların birinde Kapgan Kağan, Bayırkuları ağır bir mağlubiyete uğratmış, ancak, dönerken tedbirsiz davranarak yanına az asker almış ve arta kalan Bayırkuların saldırısı sonucu Söğüt Ormanında hayatını kaybetmişti. Sonuçta o sırada Bayırkuların yanında olan Çinli casus Iio Liııg-ch'üan, Kapgan'ın kesik başını alıp Çin'e götürmüştü (716 yılı 6. ay).


Kapgan'ın ölümü üzerine boşalan II. Gök - Türk devleti tahtına oğlu İnel (İ-nie) tahta geçti ki; o 699 yılından beri "Küçük Kağan" (Hsiao-k'o-han) lık mevkinde bulunuyordu. Ancak uzun zamandan beri süre gelen isyanlar ve iç savaşlar devleti temelinden sarsmıştı Zaten İnel Kagan'ın tayin edildiği görevde her hangi bir başarısına rastlanmamaktadır. Sadece 714 yılının bahar aylarında Tongra Tegin ve Huo-pa ilteber İle süvarilerle Beşbalık (Pei-t'iııg )'in kuzeyine saldırmışlar ve Tongra Tegin öldürülmüş; İlteber ise söz konusu başarısızlık üzerine geri dönmeye korkup, Çin'e sığınmıştı, İnel'in ise akıbeti daha doğrusu merkeze döndükten sonraki durumu (yani cezalandırılıp, cezalandırılmadığı) belli değildir. Halbuki, 699 yılında İnel, çok Önemli bir göreve gelmişti. O vakit Kapgan, kardeşi Tu-hsi-fu-yu Sol kanat (doğu) Şad'ı, ağabeyi Kutluğun oğlu Bilge'yi Sağ (Batı ) Kanat Şad'ı tayin etmiş, her ikisinin üzerine de, kendi oğlu İneli Küçük Kağan (bir diğer adı Fu-chü/Bögü), olarak vazifelendirmişti. On - Ok'lann idarecisi olan İnel, ayrıca To - hsi (Geniş Batı) anlamlı bir unvana da sahipti. Dolayısıyla İnel'e geleceğin büyük kağanı gözüyle bakılmasını isteyen Kapgan, şimdiden onu hazırlıyordu. Ama, kaynaklardan anladığımıza göre onun savaş meydanlarında belirgin bir başarısı yoktu.

Devletin her tarafını isyanların sardığı dönemde İnel başarılı olmadı. Bunun üzerine Kül Tegin, bütün boyunu toparladı. Kapgan'ın oğlu Küçük Kagan'ı ve ona bağlı olanları saf dışı etti. Sonra ağabeyi Sol Bilge prensi (Tsou-Hsien-wang) Mo-chü-Iien'i yani Bilgeyi tahta geçirdi. Mo-chü-lien'in hükümdar olduktan sonra unvanı Bilge Kağan oldu.


Bilge Kagan'ın Çin kaynaklarındaki adı Mo-chi-lien'dir. Ancak, o kağan olmadan Önce daha çok Hsiao-sha (Küçük Şad) adıyla anılmıştı. Kaynaklarda karakteri insancıl arkadaşça diye nitelendirilmiştir. Yine bütün Çin kaynakları onun kendi başarısı ile tahta çıkmadığını kardeşinin sayesinde bunu gerçekleştirdiğini bildirmektedir. Kül Tegin ağabeyinin kağan olmasını sağladıktan sonra kendisi Sol Bilge Prensi (Tsuo Hsien-wang) olup askeri işlerin idaresiyle meşgul olmuştur. Kapgan öldükten sonra ortaya çıkan taht mücadelelerinde "Kül Tegin, Kapgan'ın idari işlerdeki bütün vezirlerini öldürdü . Kaynaklarda sadece Tonyukukü Bilge'nin kayın pederi olması sebebiyle sağ bıraktı ve tekrar devletle görev verdiği" şeklinde bir ifade vardır. O sırada 70 yaşından fazla olan Tonyukuk'a, halk tarafından saygı duyuluyordu. II. Gök - Türk Devletinin hızla büyümesinde büyük rol oynayan Tonyukuk, Kapgan döneminde yukarıda bahsettiğimiz boy isyanlarının bastırılmasında da önemli vazifeler üstlenmişti. Dolayısıyla onun sırf Bilge'nin kayın pederi olması sebebiyle değil, II. Gök-Türk Devleti için gerçekten eşsiz bir şahsiyet olması, halk tarafından çok sevilip saygı duyulması neticesinde hayatına kasdedilmeyip sağ bırakıldığı sonucuna varmak mümkündür . Zaten daha sonra gelişecek olaylarda Tonyukukün oynadığı rol ve onun görüşlerine verilen diğer söylediklerimizi desteklemektedir.


Boy İsyanlarının Devam Etmesi ve Tonyukukün Devlet İşlerini Planlama Görevine Getirilmesi


II. Gök - Türk devletinde taht değişikliği olmasına rağmen, boyların isyanları durmadı . Ülkenin batı tarafında çok önemli bir alanı kaplayan ve kalabalık bir nüfusa sahip olan Türgişler (Kara Türgiş), 717 yılında Su-lu liderliğinde bağımsızlıkların ilan elliler. Kağanlığını ilan etmeden önce Su-lu, çor unvanını taşıyordu. Bağımsızlığını ilan ettikten sonra başkentini Talas ırmağının kuzey batısındaki Kuz-uluş (Balasagun)'a taşıdı ve uzun bir süre Maveraünnehir'den doğruya doğru ilerlemek isleyen Arap kuvvetlerini durdurdu.

Bilge, kağan olduktan sonra devleti yeniden güçlü duruma gelirmiş ve töreleri yeniden uygulanmaya başlamıştır. Devlete hakim olur olmaz mücadeleye devam eden Bilge, Selenga Irmağı boyuna ilerleyip Karagan geçidinde Uygurları ağır bir bozguna uğrattı. Mağlup Uygur İlteberi doğuya doğru kaçıp gitmişti. Uygurların hayvanları özellikle at sürüleri Gök - Türklerin eline geçti (716). Bilge kıtlık sebebiyle uzun süredir açlık çeken halkını bu at süıüsüyle doyurmuştu . 717 yılında da uzun zamandan beri Gök - Türklere isyan bayrağını açmış olan Oğuzlardan bir grup kaçıp Çin'e gitti. Bilge onların kaçışına çok üzülmüş ve geride kalan mallarını yağmalayıp, kadınlarını, çocuklarını ele geçirmişti. Zaten Çin kaynakları da onun tahta geçtikten sonra Türgişlerin bağımsızlığını ilân ettiğini, Kıtan (Ch'i-tan) ve Tatabıların (Hsi) gidip Tang hanedanına bağlandıklarını Gök -Türk boylarının çoğunun devlete güvenlerini kaybedip ayrıldıklarını bildirmektedir.


Boyların çoğu yukarıda belirtildiği gibi yaklaşık on yıldan beri II. Gök - Türk Devleti ile savaş halinde idiler savaşların uzun sürmesi, sıkıntıların devanı etmesi ortak devlete bağlı olan boyların da güvenlerini kaybedip ayrılmalarına sebeb oluyordu. Ayrılanlar bundan sonra kendilerine güvenilir bir hükümdar arayacaklardı. İşte böyle bir anda Bilge, çareyi Tonyukuk'u işbaşına getirmekte buldu. Yetmiş yaşından fazla olan ve herkes tarafından hürmet edilen Tonyukuk engin devlet tecrübesine sahipti. O bundan sonra planlayıcı (Mou-chu) yani stratejist olacaktı. Daha önce boyuna dönmüş olan Tonyukuk geri çağırılmıştı.


Tatabı halkının kendisiyle ilişkisini kesmesi ve Çin imparatoruna bağlanması üzerine 717 yılının yazında sefer düzenleyen Bilge, onları bozguna uğrattı. At sürülerini ve bütün mallarını ele geçirdi. Bundan sonra toparlanıp giden Tatabılar, Kadırkan Dağlarına yerleştiler.



Bilge'nin Ülkeye Hakim  Olması


Daha önce Tang hanedanına bağlanmış olan A-hsi-lan ve Chia-chie-ssu-t'ai ve diğerleri isyan edip Gök - Türk ülkesine geri döndüler . Önceden Çin'e teslim olan aileler, güneye Ch'an-yü askeri valiliğine getiriliyordu. Ch'an-yü Büyük Genel askeri valisinin yardımcısı Chiang Chih-lien, onları kontrol altında tutup, teftiş ediyordu. Adı geçen vali yardımcısı onların silahlarını topladı ve silahsız bir şekilde nehri geçerek güneye gitmelerine izin veriyordu. Bunun üzerine yabancılar (teslim olan Gök-Türkler) kızdılar. Daha doğrusu onların hayat tarzlarını değiştirmek için yay, oklarını vesair silahlarını yaktı. Böylece kısa zaman içinde kültürleri değişecekti. Daha sonra yabancıların ok ve yayla avlanmalarını yasakladı. Chiang Huei sınırları teftişe gittiğinde ellerinden silahları alınanlar durumu ona şikayet ettiler. Bunun üzerine silahları kendilerine geri verildi. Bu faaliyetleri icra eden Chiang Huei, başkente dönünce Çin tabiyetine girmiş olanların hepsi isyan ederek, Chang Chih-lien'i yakaladılar. Adı geçen Çinli kumandan hazırlık yapmamış; Ch'ing-kang-ling'de yapılan savaşı kaybetmişti. İsyan edenler onu Gök-Türklere, yani Bilge Kagan'a sunacaklardı.

Shuo-fang harekat ordusu kumandanı Hsüe Na ve General Kuo Chih-lien, onları takip etti. Ta-p'in ilçesine (hsien) varıldığında Kuo Chih-lien onları dağıttı. Chang Chin-lien'i kaçıran grup dağıldığı gibi Chang Chih-lien serbest kaldı.

Mağlup olanlar Hei-shan'da Hu-yen-ku (Karadağ'da Hu-yen vadisine)'ya sığınmışlardı. Chang Chih-lien, her ne kadar hayatını kurtarabilmiş ise de başarısızlığından dolayı affedilmeyip, idam edilerek, herkese gösterildi. Fakat, Çin'e "teslim olan aileler" Bilge Kagan'a bağlanınca onun gücü arttı.


718 yılında Tatabılar dağıtıldıktan sonra Bilge, Karluklara yöneldi. Onların üzerine kendi gitmeyip, Tudun Yamtarı göndermişti. Yapılan çarpışmalarda Kartukların idarecisi İlteber unvanlı kişi ölmüş, kardeşi de kaçıp bir kaleye gitmişti.

Bundan sonra muhtemelen yine Karluklar üzerine sefer düzenleyen Bilge, kaleye sığınan muhafızın korkup İki, üç kişi ile kaçması dolayısıyla Karluk halkını teslim almıştı. Onun kendi İfadesine göre söz konusu " halk kağanım geldi" diye sevinmiştir. Bilge, onların bu davranışlarına karşı kayıtsız kalmamış, küçük unvanlılara, büyük unvanlar vermişti. Böylece 717 yılının sonlarında Karluk problemi II. Gök-Türk devleti için hallolmuştu (çözülmüştü). Oğuzların bir kısmı ise yukarıda bahsettiğimiz gibi kaçıp, Çin'e sığınmışlardı.


Bilge, tarihi kesin olmayan bir doğuya doğru Kök Öng Irmağı boyu seferiyle devletin içinde hakimiyetini tamamen sağlıyordu. Kök Öng Irmağının yatağı (zahmetli bir şekilde) geçilmiş, geceli gündüzlü yedi vakitte susuz araziyi aşmış, çorak araziye varıp, öncü askerlerini önden yollamış Keçen'e kadar ilerlemişti. Yazıttaki silinmeler dolayısıyla seferin tam mahiyeti anlaşılamamaktadır.


Bilge Kağanın Çin ile  Mücadelesi


Ülkesi içinde huzur sağlayan Bilge, gözünü artık Çin'e dikti. Çin'i baskı altına almanın gerekliliğine inanıyor, Tang imparatoruna akınlar ve yağmalar yapmanın planlarını hazırlıyordu. Üstelik yıllar önce Çin'e gidip teslim olan ailelerin geri dönmesi üzerine gücü artmıştı. Fakat, tecrübeli devlet adamı Tonyukuk buna engel oldu. Uzun ömrüne , yaşadığı olaylara dayanarak, Bilge'yi etkilemeye çalıştı. Tonyukuk'a göre İnsanlar savaşla değil, barışla zenginleşirdi. Ayrıca Çin'e hücum etmenin fırsatı doğmamıştı. Hareket edebilecek durumda değillerdi. Bunun yanında Gök - Türk askerleri yeni bir araya toplanmıştı. Henüz zayıftı ve yorgunlardı. Kuvvetlenmeleri için en az üç yıldan fazla zaman lazımdı. Bu süre zarfında askerler beslenip, eski hallerini alabilirlerdi. Ancak, ondan sonra harekete geçebilirlerdi. Bunun akabinde Bilge Kağan, şehirlerin etrafını duvar ve surlarla çevirttirmek istedi. Ayrıca tapınaklar da (Budist) inşa ettirecekti. Yani ülkede Bııdizmin gelişmesini destelemek istiyordu. Yine Tonyukuk devreye girdi ve mümkün olamayacağını söyledi. Çünkü, Türklerin insan ve hane sayıları çok azdı. Daha doğrusu Çinlilerin yüzde biri bile değildi. Buna rağmen Çinlilerle savaş meydanlarında savaşılıyor ve galip geliniyordu. Sular ve otlaklar takip ediliyor, bir yerde sürekli oturulmuyordu. Avcılık önemli bir meslek idi. Dolayısıyla savaş pratiği yapılıyordu. Eğer kuvvetli iseler saldırıp yağmalıyorlar, zayıf oldukları takdirde kaçıp, ormanların dağların arasına saklanıyorlardı. Çinlilerin askerleri her ne kadar çok ise kullanışsız, faydasız idiler. Yani eğitimsiz, pratiksiz oldukları için savaş meydanlarında bir üstünlük gösteremiyorlardı. Gök - Türklerin askerinin gücü ise büyük ölçüde hayat tarzına dayanmakta idi . Şayet surlu şehirler inşa edip içinde otururlarsa eski gelenekleri değişirdi. Neticede bir kere yüz yüze gelince mağlup olunur, Tang hanedanı tarafından ele geçirilirlerdi. Diğer taraftan ülkede Budizm propangadasına izin verilmesi ve bu dinin metodlarının uygulanmasına gelince, söz konusu dinin insanları zayıflatması söz konusu idi. Savaş halinde kuvvetli olmak gerekirdi ve Budizm Türklerin savaşçı karaktere sahip olmalarını önlerdi. Dolayısıyla Gök - Türk ülkesinde tatbik edilemezdi. Bilge Kağan, onun tavsiyelerini dinledikten sonra derinden etkilendi ve onun stratejilerinin hepsini kabul etti. Böylece Çin'e akın yapmaktan da vazgeçti. Üstelik elçi göndererek barış yapmayı teklif etti. Fakat Tang hanedanının İmparatoru Hsüan Tsung bunu kabul etmedi.


Gök - Türklerin eski gücüne kavuştuğunu gören imparator Hsüan Tsung, onları ortadan kaldırmak için büyük bir plan yaptı (720 yılının kışı). İmparatorun kesin kararı savaşmak idi. Shuo-fang Bölgesi kumandanı Wang Chün hazırlanacak bütün orduların idaresini üstlenecekti. Batıdan Basmıllar, doğudan Tatabılar ve Kıtanlar hücum ederek, güneyden de Çin orduları harekete geçince Gök - Türk orduları tamamen sıkıştırılacaktı. Chi-lo Suyunun yukarısında bulunan Gök - Türk merkezine baskın yapıp yakalayacaklardı. Çinliler bununla da kalmamış. Kırgızların reisi Kutlug Bilge Kağan ve diğer Gök - Türk muhalifleri Kapgan'ın oğlu Sol Bilge prensi Mo Tegin, Sağ Bilge prensi A-shih-na Bilge Tegin, Yen-shan bölgesi prensi Huo-pa-shih-shih-pi ve bir çok boy ve kişi ile gizli ittifak yapmışlardı. Bunların hepsi Çinlilerle birlikte harekele geçmeyi kabul etmişti. Kıtanlann tutuğu (askeri valisi) Li Shih-huo, Tatabıların idarecisi Li Ta-pü , Basmılların idarecisi ise Altay Dağı bölgesi idarecisi Chü - mu - k'un Chih - mi çor idi.


Çinliler ve müttefiklerinin ordusu 300 bine ulaşmıştı. Söz konusu ordu Chi - luo suyunun yukarılarında toplandı. Çeşidi kollara bölünüp Gök-Türklerin üzerine doğru ilerlenildi. Bu esnada Tatabılar ve Kıtanlar doğudan, Basmıllar ise batıdan farklı yollardan ayrı ayrı Gök - Türk merkezini basmak üzere hareket etmekle görevlendirilmişlerdi. Bütün bu olaylar karşısında Bilge Kağan korkup endişelenmeye başlamıştı. Ancak, tecrübeli devlet adamı Tonyukuk hemen devreye girdi ve ona dedi ki: "Basmıllar şu an Pei-t'ing'(Beşbalık)de bulunuyorlar. Tatabı ve Kıtanlar ise doğudalar, aralarındaki mesafe çok uzak. Güçlerini birleştirip birlikte hareket edemezler. Huei ve Chang Chia-Chen arasında anlaşmazlık var. Birlikte hareket edemezler. Eğer gelirlerse üç gün Önceden kuzeye doğu çekiliriz. Yiyecek vesair levazımatları biter, geri giderler. Basmılların gücü az (hafif) dır. İlk önce onlar varırlarsa savaşırız. Tonyukukün düşündükleri doğru çıktı. Basmıllar, 721 yılının sonbaharında tek başlarına diğerlerinden ayrı olarak Gök-Türklerin merkezine hücuma kalkıştılar. Çinliler, Tatabı ve Kıtanlar henüz varmamıştı. Bunun üzerine korktular ve geri çekildiler.


Dolayısıyla Tang İmparatoru Hsüan Tsungün planı daha başta bozulmuştu. Geri çekilenleri Bilge takip etmek istediğinde Tonyukuk, Gök-Türklerin ordusunun hızlı gitmesini engelledi. Çünkü, halkın bin li (567 km) gittikten sonra savaşta öleceğini, henüz savaşılmadığını dolayısıyla en iyi yolun piyade olarak gitmek gerektiğini belirtti. Beşbalık'a doğru hareket eden ve iki yüz li ilerleyen orduyu yollara bölerek gizledi. Önce Beşbalık'ı ele geçirdi. Arkasından Basmıllara ani bir baskın yaptı. Beklenmedik bir şekilde hücuma maruz kalan Basmılların halkı kaçıp, Beşbalık kalesine sığındı. Kalede hepsini yakalayıp, merkeze geri döndü . Böylece Çin planının bir ayağına darbe indirilmiş oluyordu. Bilge Kağan bu zafer üzerine rahatlamıştı. Artık hedef Çin idi. Ordunun yönünü güneye doğru çevirdi ve hızla Kansu'daki Ch'ih-t'ing ve Liang-chou'yu ele geçirdiği gibi at ve koyunlar yağmalandı; fakat kalelere-şehirlere girilmedi. Neticesinde de hücum yerine kendi topraklarını savunmak zorunda kalan Çin İmparatoru adı geçen bölgeye askeri vali olarak Yang Ching - shu'yu tayin etti ve yardımcı general Lu Kung-li ile Yüan Teng'ı savaşmak üzere onların üzerine gönderdi . Tonyukuk, bilgi ve tecrübesini yine kullandı. Askeri vali olarak tayin edilen Yang Ching-shu'nun kaleyi iyi savunacağını bu yüzden önce barış teklif etmelerini eğer kabul etmezlerse yani asker çıkarırlarsa savaşarak zafer kazanacaklarını beyan etti. Dolayısıyla Gök-Türkleri kaleye hücumdan vazgeçirtip, Çinlilerin savaş meydanına çıkmasını bekleyecekti.

Çinli kumandanlardan Yüan Ch'eng ordusuna "Yabancı reisi kollarında tutarken dikkatli olun" diye tavsiyede bulunuyordu. Sonuçta yine Tonyukukün beklediği oldu. Li Kung-li ordusuyla Shan-tan'a vardığında Gök-Türklerin askerleriyle karşılaştı. Yüan Ch'eng da meydan savaşı yapmak üzere harekete geçti. Soğuk rüzgar, kar ve bozuk havalar sebebiyle Çinli askerleri yaylarını ve oklarını kullanamadılar. Derileri çatlamıştı. Çin orduları ağır bir bozguna uğradı. Yüan Ch'eng'ın kendisi savaş meydanından tek başına zor kaçabildi. Askeri valilik görevinden alınan Yang Ching-shu'nun yerine ise sivil memurlar (Beyaz elbiseli) Liang eyaletine işleri teftiş etme makamına tayin edildiler. Bu savaşların kazanılması II. Gök - Türk Devletinin gücünün hızla artmasına yol açıyordu. Artık Bilge'nin gücü selefi Kapgan Kagan'dan daha fazla bir duruma gelmişti. Fakat, o daha öncekinin aksine Çin ile savaşmak istemiyordu. Kendisinin hedefi yazıtından anlaşıldığı gibi ülkesi içinde huzur ve refah temin etmek idi.


 Bilge'nin Çin'deki Tang Hanedanıyla Dostluk Kurması


Yukarıda bahsettiğimiz hedeflerini gerçekleştirmek için Çin'e bir elçilik heyeti gönderip, barış teklifinde bulundu.


Bilge Kağan, bu savaşlardan kendi yazıtının güney yüzünde bahsetmektedir. Bazı yerleri silik olmasına rağmen savaşların 720 yılında meydana geldiğini ve onun birinci gün on yedi bin, ikinci gün piyade orduların tamamını imha ettiğini anlıyoruz. O Çin kaynaklarının taraflı olarak kısaca kaydettiği zaferinin arkasından defalarca düşmanlarını bozguna uğratmıştı. Tang imparatorluğu orduları hiç yerlerinden kımıldayamamışlardı.


Kıtan ve Tatabıların da, II. Gök - Türk devleti hakimiyetini bırakıp, Çin'le anlaşmaları cezasız kalmadı. Ertesi yıl yani 721 kış mevsiminde Kıtanlara sefer düzenledi. Bir yıl sonra da 722 ilk baharında Tatabıların üzerinde idi. Neticede Kıtan ve Tatabı reisleri mal varlıkları sürüleri ve kadın ile çocukları Gök-Türklerin eline geçmişti. Yine malesef bu seferlerin detayları yazılardaki silinmeler dolayısıyla okunamadığı için fazla bilgi sahibi olamıyoruz.


Tang imparatoru Hsüan Tsung, artık II. Gök - Türk Devletinin ve Bilge Kagan'ın gücünü kabullenmeye başlamıştı. Onun barış teklifini bu sefer kabul etmek zorunda kaldı. Üstelik bir Çin prensesi ile evlenme teklifine red cevabı vermedi. Gök - Türk elçisine olağanüstü hürmet gösterdiği gibi hediyeler sunarak geri gönderdi.


725 yılında gelindiğinde Çin imparatoru doğuda Budistlerin kutsal bir dağı olan Tai-shan'a ziyarete gidecekti. Devlet sekreteri (chang-shu-ling) unvanlı Chang Yüe'ye Gök - Türklere karşı savunma hazırlıklarının artırmasını planlaması emredildi. Çünkü imparator doğuya vardığında kuzeyden ve kuzey­ batıdan Gök - Türkler saldırabilirdi. Bu arada devlet adamlarından P'ei Kuang-t'ing devreye girerek dağdaki Budist töreninin başarısının önemli bir başarının göstergesi olduğunu, eğer hazırlıklar yapılırsa anlamının kalmayacağını söyledi. Cevaben Chang Yüe, Gök -Türklerin her ne kadar barış teklif ettilerse de kendileri ile yapılan bir anlaşmaya güvenmenin zor olduğunu belirtti. Ayrıca Bilge Kağan dostça insanları seven bir yapıya sahipti. Maiyetindekileri iyi yönetiyordu. Fakat, Kül Tegin mükemmel bir savaşçı, iyi bir komutan idi. Tonyukuk ise çok cesur, yaşlı bilgili, tecrübeli olup, varlığı Çin için önemli bir tehlikeydi. Bu üç kişi bir biriyle yakın dost idi ve daima ortak hareket ediyorlardı. İmparatorun doğuya gittiğini duyarlarsa sınırlara tecavüz ederlerdi. Böyle bir durumda sınırlar nasıl korunacaktı. P'ei Kuang-t'ing, hemen Gök-Türklere bir elçi gönderilip, onların büyük vezirinin çağırılmasını teklif etti. Söz konusu vezir rehine olarak imparatorun seferine katılacak dolayısıyla Gök-Türklerin fırsattan istifade edip saldıramayacaklardı. Chang Yüe onun teklifini kabul etti ve Yüan Cheu'ı Bilge Kagan'a göndererek, imparatorun bu konudaki fikrini beyan etti.

Bilge Kağan, resmi bir ziyaret düzenlemiş, hatunu Tonyukuk ve Kül Tegin ile birlikle diğer devlet adamları ile çadırın içinde daire biçiminde oturuyordu; Çinli elçi Yüan Chen'ı karşıladığında derhal evlilik meselelerini gündeme getirdi. Bu konuda oyalandığını düşünüyordu . Çinli elçi Yüan Chen'a " Tibetliler köpek neslinden gelmeler, Tang onlarla evlilik münasebetliği kurdu. Kıtanlar bizim kölemiz gibilerdi. Onlar da prenses aldı. Sadece biz kenara atıldık, prensesle evlenme konusunda sadece Gok-Türkler eskiden beri (en önce) teklifte bulundular, ama kabul edilmedi, nasıl iş?" Çinli elçi diplomatik bir tavır alarak Kagan'ın Göğün oğlunun oğlu olduğunu ifade etti. Çünkü Bilge daha önce oğlu gibi kabul edilmesini istemişti. Bir oğulun babasından nasıl evlilik teklifinde bulunabileceğini ifade etti. Böylece Bilge'nİn atağını savuşturmayı düşünmüştü . Ancak, Bilge Kağan karşı atakla cevap verdi: “olamaz, iki yabancıya (Kıtan ve Tatabı) da prenses verilerek evlilik ittifakı kuruldu. Onlar daha önce oğul gibi muamele görmüşlerdi . Ayrıca prenses imparatonın kızı değil, buna tahammül edemem; eğer teklif reddedilirse, bütün ülkem benimle alay eder, bana güler " dedi. Onun bu sözleri diplomasi konusunda ne kadar bilgili olduğunu göstermektedir. Üstelik Çin'in iç yapısını iyi takip etmiş prensesin imparatorun öz kızı olmadığını öğrenmişti. Ülkesi içinde huzur tesis eden Bilge, bir Çinli prensesle de evlenerek bütün Orta Asya nazarında prestijini yükseltmek istiyordu. Aksi takdirde bu onun için bir utanç vesilesi olacaktı. Bilge Kagan'ın ısrarlı olduğunu iyice anlayan Çinli elçi Yüan Chen, evlilik teklifinin kabulünü sağlayacağına dair garanti verdi. Bunun üzerine Bilge de büyük vezir A-shih-te İl teberi hediyelerle Çin imparatorunun dini törenine katılmak üzere göndermeyi kabul etti. Neticede Çinliler Gök - Türklerin söz konusu tören dolayısıyla kendilerine her hangi bir zarar vermelerini garanti altına alıyorlardı. 

A-shih-te İlteberle birlikte gelen yabancı reislerin hepsi silahlarını kuşanmışlar, yaylı ve oklu idiler. Bazıları imparatorun konvoyunun önünde hırsızlıklık yaptı. Bunun üzerine imparator, nişan aldı ve bir atışta birini vurdu. İlteber A-shih-te atından aşağı inerek, hırsızlığa kalkışanın kesik başını imparatora sundu ve dedi ki:" Majesteleri maiyetindeki kutsal savaşçılar gibi değil (onlarla mukayese edilemez). Gök - Türkleri Tanrı gibi vezirler bilemez, insanların arasında yok. " Gök - Türk devlet adamı hırsızlığa kalkışanın başını imparatora sunup, böyle konuşarak prestijini kurtarmaya çalışıyordu. Diğer taraftan imparator ise mükemmel savaşçı olan silahlı şeflerin ve diğerlerinin her hangi bir yağma hareketine girişmemeleri için onlara göz dağı veriyordu. Karşılığında imparator "aç olup olmadıklarını yiyecek isteyip istemediklerini" sordu. Gök-Türk ilteberi Çin imparatorunu görmeye yay ve ok ile geldiklerini, on gündür yiyecek bulamadıklarını, Gök-Türk reislerinin doymalarının gerekliğini ifade etti. Bundan sonra Gök - Türklerin hızla avlanmaları için izin verildi. Ancak, bu arada Çinli devlet adamlarında Lü Hsiang'ın devreye girip, Gök-Türklerin avlanmalarının Çin'e zarar vereceğini söylemesi üzerine avlanmalarından vazgeçildi ve Gök - Türkler konvoyun en önünde yer aldılar. Doğudaki Tai-shan'a yapılan ziyaret ve törenden dönüldükten sonra Gök - Türkler için büyük bir ziyafet ve eğlence tertip edildi. Arkasından çok sayıda hediye ile taltif edildikten sonra ülkelerine geri gönderildiler.

Bilge Kağanın, gösterdiği bütün bu iyi niyete ve güvene rağmen Çin'deki Tang hanedanının imparatoru Hsüan Tsung sözünde durmamış ve nihayetinde Gök - Türkler ile evlilik yolu ile akrabalık kurmayı kabul etmemişti. Yani o, Bilge Kağan'ın bütün barış teşebbüslerinde rağmen bir türlü olumlu cevap vermemişti.

Bilge Kağan, 697 yılından beri çok sayıda iç ve dış savaşta bulunmuştu . Nihayet 720'ye gelindiğinde ülkesi içinde boy isyanlarını bastırıp huzuru sağlamıştı. Tecrübeli devlet adamı Tonyukukün da tavsiyeleri ile Çin'e saldırmanın uzun vadede bir fayda getirmeyeceğini de biliyordu. Çünkü Çin aşırı kalabalık ve iklimi farklı, Türklerin yapısına uymayan bir ülke idi. Çin'i tamamen fethetse dahi orada tutunamayacağını bunun milletine bir yarar sağlamayacağını biliyordu.

727 yılında Bilge Kağan, büyük veziri Mei-lu-ch'o (Buyruk Çor)'yu Çin sarayına gönderip, en güzel meşhur atlardan otuz baş sundu. Bu şekilde Çinle iyi komşuluk münasebetlerini devam ettiriyordu ve uzun süreden beri Çin sınırlarında Gök - Türk askeri faaliyeti yoktu.

Tibetliler, Tang imparatorluğuna saldırmak arzusunda idiler. Ancak, tek başlarına hareket etmeye cesaret edememiş olmalılar ki; Gök - Türkiere ittifak yapıp, birlikte hücuma kalkmak düşüncesinde idiler. Bu maksadla Bilge Kagan'a bir mektup yazarak aynı zamanda Çin'e sefer yapmayı teklif ettiler. Bilge, onların teklifini olumlu karşılamadı. Çünkü, Tang hanedanı ile dostluk İlişkilerini bozmak istemiyordu. Kabul etmediği gibi Tibet hükümdarının mektubunu Tang imparatoruna sundu. Hsüan Tsung, onun bu hareketinden çok memnun oldu ve gönderdiği Buyruk Çor adlı elçiye Tsu-chen sarayında büyük bir ziyafet verdi, Olağanüstü hürmet gösterilip çok sayıda hediye bağışlandı. Başka önemli bir gelişme daha meydana geldi. Shuo-fang'daki Batı Shuo-chiang- eh'eng adlı yerde karşılıklı pazar kurulacak ve ticaret yapılacaktı. Üstelik her yıl ipekli kumaşlardan yüzbinlere top Gök-Türklere gönderilecekti.


Kül Tegin'in Ölümü ve Cenaze Töreni


731 yılına geldiğinde II. Gök - Türk devleti büyük bir kahramanını kaybetti. Bilgenin kardeşi Kül Tegin vefat etmişti. Onun ölümü ağabeyi Bilge'yi derinden etkilemişti. Bu yüzden onun adına diktirdiği kitabesinde "Kardeşim Kül Tegin vefat etti. Kendim yas tuttum. Gören gözlerim görmez gibi, esen aklım esmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım . Zaman Tanrısı buyurunca insan oğlu hep ölümü yaratılmış. Öyle düşündüm gözlerimden yaş gelse engel olarak, gönülden feryat gelse geri çevirerek yas tuttum. Çok yas tuttum. İki şad başta olmak üzere kardeşlerimin, oğullarımın, beylerimin ve halkımın gözleri kaşları berbat olacak, deyip düşündüm. diyerek üzüntüsünü belirtmektedir.

Kül Tegin'in cenaze törenine Gök-Türklerin komşularının hepsinden katılımlar olmuştur. Doğuda Kıtan ve Tatabılar temsilciler göndermişlerdi . Başlarında Uder vardı. Çin imparatoru ise binlerce ipekli kumaş altın ve gümüş eşya ile birlikte İşiyi Likeng yollamıştı. Tatabılar ise hükümdarlarının temsilcisi Bökün ile katıldılar. Batı taraftaki uzak komşulardan Soğdlar, İranlılar ve Buhara şehri halkından General Nek ve Oğul Tarkan gelmişlerdi. Bilgenin damadı da olan Türgiş (On-ok) Kağanından Tamgacı (mühürdar) Makaraç ve Oğuz Bilge, onları temsilen katılırken Kırgız Kagan'ını Tarduş İnançu Çor temsil etmişti. 572 yılında Mukan Kagan'a yapıldığı gibi Kül Tegin'e de büyük bir cenaze töreni düzenlendiği anlaşılmaktadır (1 kasım 731).


Kül Tegin için bir abide dikilecekti. Bilge'nin sözleri yazıta Yollug Tegin tarafından oyma suretiyle yazıldı. Çinden en iyi sanatçılar ve ustalar getirilmiş; olağanüstü güzel bir türbe inşa ettirilmişti. Ressam ve heykeltraşlara içi süslettirildiği gibi heykeller de konmuştu.


Bilge yazdırttığı kitabeyi Gök-Türklerin merkezine yakın bir mevki ve kolay erişilebilir bir yer olduğundan bulundukları merkezde bir yere dikmişti.


Çin imparatoru yazıta kendi sözlerinin ayrılarak yazılması türbenin dikilmesi vesair işlerde için çok kabiliyetli altı usta göndermişti. Yazılan yazıları ve türbe ile heykelleri ipek gibi temiz, zarif olmuştu. Daha önce Gök-Türk ülkesinde böyle güzel yazılar ve eserler olmadığı için Bilge'nin bunları gördüğünde hayran kaldığı kardeşinin savaş tasvirlerine bakarken üzüldüğü bildirilmektedir.


Bilge'nin Zehirlenmesi ve Ölümü


Bilge Kağan artık yalnızdı. 697 yılından beri devlet yönetiminde ve savaş meydanlarında omuz omuza çarpıştığı Kül Tegin ve Tonyukuk artık yoktu. Zaten Orta Asya'da ona karşı duracak her hangi bir güç de kalmamıştı. Sadece 733 yılında Tatabı halkı, Kıtanlardan ayrılmıştı, her halde baş kaldıracaklardı. Onların General Ku kumandasındaki kırk bin kişilik ordularını Töngker Dağında mağlup eden Bilge Kağan, otuz bin askerlerini öldürdü . Bu arada büyük oğlu hastalanıp ölünce General Küyu balbal olarak dikti.


II.Gök - Türk Devleti uzun süreden beri Çinle karşı barış içinde yazıyordu. Bilge, yeniden bir Çin prensesiyle evlenmek istediğini yineledi. İmparator Hsüan Tsung, kabul edebileceğini bildirince Ko-chie-Ii-pi'yi gönderip teşekkür elti ve evlilik işini sürecinin başlanmasını teklif etti.


Bundan sonra beklemedik bir şekilde Bilge, Buyruk Çor tarafından zehirlendi. Onun Bilgeyi zehirleyiş sebebi hakkında kaynaklarda hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak, Buyruk Çor bir kaç defa Çin'e elçi alarak gitmişti. Orada Çinlilerden etkilenmiş olabilirdi. Diğer taraftan Bilge yukarıda da söylediğimiz gibi devlet idaresinde ve hayatta Tonyukuk ve Kül Tegin olmadığı için artık yalnızdı. Zehirlenmesi için kesinlikle her hangi bir kesin sebep gösteremiyoruz. Bilge zehirlendikten sonra hemen ölmedi ve Buyruk Çor tarafından zehirlendiğini anladı. Bunun üzerine onu ve bütün ailesi ile işbirlikçilerini öldürdü. Kendisi de 25 kasını 734 talihinde vefat etti. Cenaze töreni ise 735 yılının 22 haziranında yapıldı. Oğlu (İ-jan Kağan) onun için büyük bir cenaze töreni düzenlemişti. Çinden Lisün Tay Sengün kumandasında beş yüz kişi gelmişti. Altın ve gümüşten bol mikdarda getirmişti. Sandal ağacı da getirmişlerdi. Bütün millet cenaze töreninde saçlarını, kulaklarını kestiği gibi en iyi cins atlarını, kara samurlarını, gök sincaplarını (kürklerini) hediye olarak sunmuşlardı. Bu kitabe de Yollug Tegin tarafından bir ay dört günde yazılmıştır. Süsleme İşlemleri de onun tarafından meydana getirildi. Çin imparatoru, Bilge'nin cenaze törenine katılmak üzere ferman ile Li Ch'üan'i göndermişti. Yine onun da türbesi inşa edildi. Li Jung ise Bilge'nin yazıtına Çince yazmak için görevlendirildi.

Bilge'nin ölümü üzerine devlet adamları toplandılar ve onun oğlu Kağan olarak II. Gök - Türk Devleti tahtına oturttular. Yeni Kagan'ın unvanı İ-jan idi.


Ahmet Taşağıl’ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

2 Aralık 2022 Cuma

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Kaşgar ve Balasagun

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 10

 


Kravat, Papyon


Kravat erkeklerin 350 yıllık, hatta kimi iddialara göre 3500 yıllık rakipsiz aksesuarı. Üstelik kadınların bütün saldırılarına rağmen. Feministler, kravatın erkek dünyasındaki yerini yüzyıl önceden fark etmişlerdi. 19. yüzyılın meşhur Fransız yazarı George Sand feministlerin bayraktarlarından biri olmuş; bazı kadınlar da yakalı gömlekler ve kravatlarla dolaşmaya başlamışlardı; ama olmadı. Kravat yine de erkeklerin aksesuarı olarak kaldı. Nasıl ki erkeklerde moda olsa da küpe hâlâ kadınların takısıysa; kravat da erkeklerin aksesuarı. Lâkin yine de kravatı küpeyle kıyaslamak yakışık almaz, o kadar da harcıalem değil. Kravatın karşı cinsi, olsa olsa jartiyerdir.


İnsanlar, çok uzun zamanlardan beri, soğuktan, kirden, terden korunmak için boyunlarını kumaş parçalarıyla sarmışlardı. Ava çıkan, tarlada çalışan, ovalarda ve yükseklerde savaşan erkeklerin kıyafetinin hiç ayrılmayan bir parçası olmuştur boyunbağı. Boyunbağı bir giysidir; erkek giysilerinden biri. İşlevseldir. Soğuktan ve sıcaktan, terden kirden korur. Ama kravat bir giysi değil, bir gösteriştir. Doğanın belki de en renksiz canlısı olan insan soyunun erkeğinin kendini süsleme aracı.

Erkekler boyunbağını bir giysi olarak kullandıkları zamanlarda da süsleniyorlardı elbette; parlak taşlarla süslenmiş, egemenliklerinin simgesi yüzükler takıyorlardı. Birçok ilkel toplulukta yüzlerini, bedenlerini boyuyorlar, doğal çevrelerinin en parlak hayvanlarını taklit ediyorlardı. Boyunbağının işlevselliğinden çıkıp erkeklerin aksesuarı olması için modern dünyanın kuruluşunu beklemek gerekti. Avrupa’nın, iz bırakan, yaşamın bir parçası olan her modası gibi, bir bunalım döneminden çıkmasını, rahatlamasını beklemek gerekti.


Avrupa tarihinde Otuz Yıl Savaşları diye bilinen dönemin bitişi, insanlar için bir karabasandan uyanmak, yaşamın zevklerini yeniden tadabilmek, yeni modalar yaratmak, sokağa çıkmak, eğlenmek, süslenmek demekti. İşte Avrupa, yani Frenk diyarı, o yıllarda, boyunbağlarını neredeyse bir süs haline getirmiş olan Hırvat askerleriyle tanıştı. Rütbesiz askerlerin kaba kumaşlardan yapılmış boyunbağları, subaylarda neredeyse bir rütbe göstergesine dönüşüyor, ipek ve muslin gibi gösterişli, pahalı kumaşlardan yapılıyordu.


Hırvat askerlerinin kravatı, askerî bir giysinin güzelleştirilmeye çalışılmış halinden başka bir şey değildi. Bir asker için yaşamsal zorunluluk olan kılıcın, meçin, parlak taşlarla, püsküllerle süslenerek taşınması gibiydi. Ama Hırvat subayların boyunbağları çok gösterişliydi. Şimdi kravat dediğimiz o vazgeçilmez aksesuarın bir moda, bir toplumsal statü göstergesi, bir egemenlik simgesi olarak Avrupa’ya yayılmaya başlaması, işte paralı Hırvat askerlerinden oluşan bir alayın taktığı bu boyunbağından doğup gelişmiştir. 1635’te, Otuz Yıl Savaşları’na paralı asker olarak katılan Hırvat Alayı Fransa’ya gelir. Hırvat Alayı’nın askerleri, bütün boynu çepeçevre doladıktan sonra püsküller halinde aşağı salınan ya da uçları bir rozetle birleştirilmiş boyunbağları takıyorlardı. Zamanın kralı XIV. Louis’nin, giyim kuşamını süslemeye, kuyruğunu açmış bir tavus kuşu gibi dolaşmaya pek meraklı olduğu söyleniyor. Bu tutkusunun, hem Hırvat Alayı’nı hem de Hırvat askerlerinin boyunbağlarını Fransız Monarşisi’nin simgesi haline getirmesine neden olduğu söyleniyor. Zamanın saygın erkekleri, yani soylular ve askerler, daha o zamandan aslında bugün taktığımız kravatların atalarından olan Hırvat boyunbağını boyunlarına dolar olmuşlardı. Fransızcada Hırvat, “Croater” olarak söyleniyor ve iddia ediliyor ki kravat kelimesi, yani Fransızcasıyla cravate, Hırvat’ın yanlış söylenmesinden çıkmış. Yani kravat Hırvat demek. Ama şüpheli tabii; çünkü itiraz edenler de var. Bugün Sırp-Hırvatça’da kravatın iki karşılığı bulunuyor: kravata ve masrıa.


Kimi araştırmacılar, “cravate” kelimesinin Fransa’ya giden Hırvat alayından önce de kullanıldığını iddia ediyorlar. Fransa’da daha 14. Yüzyılda, yani Hırvat askerleri boyunbağlarıyla Paris sokaklarında arz-ı endam etmeden 300 yıl kadar önce “cravate” kelimesinin parşömenden yapılmış şerit ve bez parçası anlamına geldiğini söylüyorlar. Bu araştırmacılara göre “cravate” yani kravat, şerit halinde bez parçası demek; yani boyna dolamaya çok uygun. Belki de boyunbağının Fransızcası. Yoksa İtalyancası mı? Yine söylenenlere bakılırsa, daha 1590’da, yani Hırvatların boyun-bağından önce, İtalyancada, “cravata” diye bir kelime var. Fular, atkı ve boyunbağı anlamında kullanılıyor. Ama Romalılar boyunbağına, atkıya, fulara focale diyorlar; kravata hiç benzemiyor.


Hırvatlar, kültürel olarak önce Roma’ya, sonra Batı Roma’ya yakın olmuşlar. Roma’nın resmi dini Katolikliği kabul etmişler, Italyanlar, Fransızlar kadar Roma kültürünün taşıyıcısı olmuşlar. İster İtalyancadaki “cravata”dan ya da Fransızcadaki “cravate”den veya “Croater”, yani Hırvat’tan, kravat sanki Roma’nın boyunbağı gibi. Ama değil; iş boyundaki bağın nasıl bağlandığına gelince hiç de öyle değil. 1974’de, İO 2. yüzyılda yaşamış olan ilk Çin imparatoru Ch’in Şih Huang-Ti’nin mezarını açan arkeologlar, bu dev mezarda, atlarıyla beraber, hepsi de gerçek insan boyutlarında, 7500 asker heykeli buldular. Pişirilmiş topraktan yapılmış bu heykel askerlerin hepsinin boynunda özenle bağlanmış boyunbağları vardı. Romalı askerlerin boyunbağından tek farkı biraz daha sıkı bağlanmış olmalarıydı.


Romalı askerlerin boyunbağı daha çok, geniş çiftlikler kurabilmek, altın aramak için Amerika’nın batısına doğru arabalarını sürenlerin yanında silahşörlük de yapan kovboyların, yani inek çobanlarının boyunbağını andırırken, Çinli askerlerin boyunbağı, Boston’daki büyük evlerde oturanların özenle bağlanmış kravatlarını hatırlatıyor; yani biçim olarak, ortaokul yıllarından beri adâbına uygun, düzgün bağlamaya çalıştığımız kravatı. Ama yine de kravat Avrupa’nın boyunbağı olarak çıktı ortaya; Çin’in Maçin’in değil. Kral XIV. Louis, İmparator Ch’in Şih Huang-T i’ye değil, Hırvat Alayının parlak bir subayı görünümündeki Romalı savaşçıya özendi.


Hadi diyelim ki XIV. Louis boynuna bu Roma boyunbağını takarken savaşçı Roma İmparatoru’na özeniyordu; ama Birleşmiş Milletler Salonu’nda boynunda özenle bağlanmış kravatıyla konuşan herhangi bir temsilciyi dinleyenler ne kadar benziyor bir Romalı komutana. Devlerin Aşkı’nda ortada utangaç bir edayla dolaşan James Dean’in boynundaki ince, siyah, örgü kravat ne kadar benziyor Roma’daki Traianus Anıtı’nın üzerine işlenmiş Roma savaşçılarının boyunbağlarına? Hem benziyor hem benzemiyor.

Hiçbir süs gökten zembille inmez. Önce işlevseldir. Sonra işlevselliği süsler insanoğlu. Bazen de sonunda, tıpkı kravatta olduğu gibi bütün işlevselliğinden sıyrılıp sadece bir süs, sadece bir simge olur. Bunun için işte kravatı bir boyunbağı olmaktan, bir gruba ait bir boyunbağı olmaktan çıkarıp erkek modası yapmış olma ayrıcalığını XIV. Louis’ye veriyorlar.


Peki XIV. Louis niye bu kadar etkilendi Hırvat alayının gösterişli boyunbağından da tutup bunu önce Paris Kontluğu’nun, sonra Fransa Krallığı’nın simgesi yaptı? Kravatın bir erkek aksesuarı olmasını XIV. Louis’ye atfetmekle belki de çok aceleci davranıyoruz, öyle değil mi; Paris Kontluğu’nun, bilemediniz Fransa Krallığı’nın simgesi. Çok ulusal; tam da uluslar yeni yeni filizlenirken. Öyleyse biraz daha iz sürmek gerekiyor.


XIV. Louis’nin Hırvat askerlerinin süslü boyunbağını gördüğü 1635’te, Osmanlı padişahı IV. Murad, Iran Seferi’nden dönmüş, İstanbul’a, gücünün ve erkinin simgesi beyaz sarık ve siyah sorguç takılı miğferiyle giriyordu. Kendilerine Batı Roma imparatoru unvanı alanları peş peşe yenilgiye uğratan, Kayzar-ı Diyar-ı Rum’un, yani Roma imparatoru Kanuni Sultan Süleyman’ın torunuydu. Yakasız gömleği ve kaftanı süslüydü; ama boynunda bir boyunbağı yoktu. IV. Murad’ın kaftanı, sarığı, sorguçu, yakasız gömleği birçok erki kendinde simgeliyordu. O, kendini Roma imparatoru, Müslümanların halifesi, Ortodoksların ve Yahudilerin koruyucusu olarak görüyordu; ama Batı’da erk parçalanıyordu. Daha doğrusu prensler kilisenin egemenliğinden bağımsızlaşıyorlar; laik bir iktidarın temellerini atmaya çalışıyorlardı. Otuz Yıl Savaşları da boşuna çıkmamıştı. Muhtemelen XIV. Louis, kardinallerin omuzlarından aşağı sarkan beyaz atkılarından hoşlanmıyordu. Bu durumda kravatın önce Hırvat askerlerinin, sonra Fransız soylularının ve nihayet burjuvaların kiliseye karşı iktidar simgesi olması için her şey hazırdı.


Ama, ister “cravate”den ister “Croater”den gelmiş olsun; Katolik olsa da, Latin harfleriyle yazıyor olsa da, ister hâlâ biraz doğulu olan sert bakışlı bir Hırvat subayının Musul’un ince dokunmuş muslininden yapılmış püsküllü boyunbağına, ister imparator Ch’in Şih Huang-Ti’nin askerlerinin özenle bağladığı ipek boyunbağlarına benzesin, kravat biraz da Ingilizdir. Kravat epeyce İngiliz'dir.


‘Royal Cravate’ın, yani Fransa Kraliyet Alayının askerlerinin göz alıcı boyunbağının kravat olup ya da kravatı tekrar hatırlatıp sivillerin de boynuna geçmesi uzun sürmedi. Hatta, denizi aşıp Ingiltere kıyılarına ulaştı. İngilizler bu yeni aksesuarı modern erkek giysisiyle öylesine bir araya getirdiler ki, bugün ütülü pantolonu, parlatılmış ayakkabıları, kolalı beyaz yakayı kavuşturan, özenle bağlanmış bir kravatıyla bir erkeğin fotoğrafı bize hâlâ “İngiliz beyefendisi”ni hatırlatır. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yakın zamanlara kadar en azından erkek modasını hep belirlemişler. Modern dünyanın erkeklerinin modasını.


Ama, kravatta en azından ilk moda akımlarını Fransızlar yaratmıştır. Kravattan bahsederken, köşe bucak kaçmaya çalışsak da, karşımıza hep XIV. Louis çıkıyor, ilk yaygınlaştığı dönemde kravat, boyun etrafından iki kez geçirildikten sonra önde bir düğüm atılıyor ve kumaşın iki ucu serbest bir şekilde aşağı sarkıtılıyordu. XIV Louis kendi kravatını daha etkileyici kılmak için olsa gerek, bu düğüm yerine ipek bantlar eklemeye başladı. Kral takar da moda olmaz mı?


Yine savaş. Savaş ve savaşçıların boyunbağları. 1692 Steinkirk Savaşı. Voltaire bu savaşta savaşçı soyluların boyunbağlarını nasıl ihmal ettiğini anlatıyor: “Erkekler dantel kravat takarken çok zaman harcıyorlardı. Savaş esnasında aceleyle giyinen prensler, kravatlarım baştan savma bağlamaya başladılar. Bu baştan savma bağlanan kravatlara Steinkirk adı verildi.” Steinkirk, kadınların ilk defa erkek simgelerine heves etmelerini de beraberinde getirdi; savaşçıların soğuk savarını İngiliz ve Amerikalı deniz subaylarından sonra kadınlar benimsediler. Bir küçük farkla; erkekler Steinkirklerinin uçlarını bir kez büküp ceketlerinin düğme deliklerine takarlarken, kadınlar korsalarının içine sıkıştırıyordu.


Bayrağı XIV. Louis’den bir başka kral, II. Charles devraldı. 1660’da sürgünden ülkesine dönen II. Charles, Fransa’nın bu yeni modasını İngiltere’ye tanıttı. İngiltere tarihinde adı pek hoş anılmasa da, yanında getirdiği kravat önce İngiltere'ye, ardından Amerika’ya yayıldı. Öyle ya, kral takar da moda olmaz mı?


1805’te, ünlü İngiliz askeri Amiral Nelson’ın ölümü üzerine İngilizler yas kravatları taktılar. İngilizlerin Amiral Nelson’ı anmak için taktıkları siyah kravat, modern toplumun erkek aksesuarının yavaş yavaş toplumsal grupların simgesine dönüşmesinin de yolunu açtı. Ama, iş politikaya gelince Akdeniz güneşi Fransızları daha ateşli yapıyordu. İngilizlerin kravatın politik bir simgeye de dönüşmesine açtıkları yolda Fransızlar neredeyse koşarak ilerlediler. Yıllar da politikanın her yere işlediği yıllar. “Avrupa’nın üzerinde bir hayaletin dolaştığı” yıllar. 1840’lara gelindiğinde Fransa’daki bir erkeğin boynundaki beyaz kravat muhafazakârlığını, siyah liberalliğini gösteriyordu, Almanya’nın hem de Fransa'nın devrimci erkeklerinin boynundan kırmızı kravat eksik olmuyordu. Bu durum Llllustradon gazetesi tarafından alaylı bir dille anlatılıyor: “Günün en önemli olaylarından biri beyaz ve siyah kravatlılar arasındaki savaş. Mükemmel bir düellonun tüm özellikleri var. Şimdi biri toplum içinde siyah kravat takabilir mi? Yerleşik değerler bunu yasaklıyor, yeni moda ise bunu söylüyor. Bu çelişkinin en şaşırtıcı tarafı, gençlik siyah kravatı benimserken, yaşlılar beyazı savunuyor. Bu bizi nereye götürecek? Hükümet ne yapacak? Kadınlar bu yeniliğe karşı. Eğer erkekler siyah kravatta ısrar ederse, biz de ortalık yerde göğsümüzü açarız diyorlar.” Kadınlar gerçekten böyle tehditler savurdu mu, bilmiyoruz; ama doğruysa, erkeklerin bu tehdidi bir hoşluk olarak düşündükleri kesin. Çünkü siyah kravat hızla yayıldı. Soylu kadınlarla yaşlıların da tek tesellisi, kırmızı kravatın yenilmiş olması oldu.


Avrupa’nın siyasal çalkantıları durulmadı; bir rengin yerine bir başka renk geçti, bir desenin, bir düğümün yerine başka bir desen, başka bir düğüm. Ama siyasal görüşü her ne olursa olsun modern erkek kravattan vazgeçemiyordu. Hatta her geçen gün yayılıyordu moda. Öyle ki, artık kravat, sanki moda uğruna takılan bir aksesuar değil, erkek giysisinin bir parçası, hatta bedeninin bir parçası oluyordu.


Kravatın en tutulduğu ülke gene de İngiltere oldu. Kıta Avrupası İskandinav ülkeleri, Rusya ve Macaristan dışında kravat sözcüğü ve türevlerini benimserken İngilizler neck-tie (boyunbağı) adını verdikleri kravatı (Japoncası da nekutai) her türlü kurumun üstte taşınan flamasına dönüştürmüşler. Ava kravatla gidilen ülkede, kuruluşlar, okullar, takımlar, kulüplerin özel biçim, renk ve desenlerde kendi kravatları var. Örneğin Cambridge Üniversitesi’ne bağlı 35 kolejde 140 çeşit aidiyet ifade eden kravat bulunuyor (Uygur Kocabaşoğlu, İngiliz Sicimi, 1995).


19.yüzyıl kravatın saltanat yılları oldu. 1827’de Paris’te yayınlanan bir kravat risalesinin başında, “Yemek sanatı politikacılar için neyse, kravat sanatı da gerçek erkekler için odur” deniyordu. 14 değişik kravat düğümünü biraz da mizahi bir havayla veren bu risale kısa sürede 11 baskı yaptı. Risale Honore de Balzac’ın matbaasında basılmıştı; kimilerine göre yazarı da Balzac’tı. Sonradan sadece önsözün onun kaleminden çıktığı anlaşıldı. Kendi dehasına hayran olan derbeder görünüşlü Balzac “Dahi erkeğin kravatı, vasat bir erkeğinkinden farklıdır” diyordu. Balzac’a göre her erkeğin bir kravatı var: Bilim adamlarına “cravate matematique”, şair ruhlu erkeklere “cravate Byron”, âşıklara “cravate sentimentale”.


Kravatı İstanbul’da da bir padişah moda yaptı. 1839 ile 1861 yılları arasında hüküm süren yenilikçi padişah Sultan Abdülmecid Avrupa’nın artık tartışılmayan üstünlüğünün farkındaydı ve Avrupa’yı giderek dünyaya egemen kılmaya başlayan modernizmin hayranlarından biriydi. Hukuktan eğitime, askerlikten mâliyeye her alanda reformlar yapmaya çalıştı. Batı’nın hemen her şeyine hayran olan ve resimlerinde, tıraşı, kıyafetleri ve ifadesiyle Avrupalı bir subay görünümünde olan Abdülmecid kravat takan ilk Osmanlı erkeklerinden biri oldu. Padişah takar da moda olmaz mı?


Önceleri bazı aydınların takmaya başlamış olduğu kravat, Abdülmecid de takınca ileri gelen devlet adamlarınca da kullanılmaya başlandı. Yine de Avrupa’daki kadar hızlı yayılmıyordu. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, artık memurların çoğunluğu kravat kullanır olmuştu. Setre, yani pantolon-ceket, kolalı gömlek, parlatılmış pabuçlar, kravat ve fes. Büyük şehir Osmanlı erkeğinin okumuş-yazmışının vazgeçilmez giysisi olmuştu. Batının armağanı bu yeni aksesuara ince bir Doğu zevki katmayı da ihmal etmedi Osmanlı: Takanın kesesine göre taşlarla süslenmiş “kravat maşası” ya da “kravat iğnesi”. Cumhuriyet’ten sonra kravat diğer şehirlerde, kasabalarda da yaygınlaşmaya başladı. Kravat hemen her bölgede bir ayrıcalık simgesiydi. Sözlüklere yeni bir kelime daha girdi: Kravatlı. Kravat takmayanların dünyasından çok uzaklarda yaşayan memurları anlatan bir kelime. Sözlükler bize Türkiye’de kravatın yayılmasının pek de kolay olmadığını gösteriyor. Şemseddin Sami (1886) ve Ali Hazima (1911) Fransızca sözlüklerinde cravate karşılığı olarak yalnızca boyunbağı karşılığını verirler. Özellikle mutaassıp çevreler ve esnaf kravatı sevmedi. Memurluk ve kalem efendiliğinin simgesi sayıldı ve ‘medeniyet yuları’ olarak adlandırıldı. Halkın bir bölümü bu yeni modayı sevmedi; hâlâ da sevmiyor. Güreşte yasak olan bir oyun, kolu rakibin boynuna dolayarak boynu koltuk altına kıstırmak “kravat takmak” olarak adlandırılıyor. Sanki, “tek dişi kalmış canavarın” boyunduruğu.


Türkiye’de, öyle anlaşılıyor ki, giysilerin ve aksesuarların renk ve desenlerinden çok kendileri birer simge oluyor kolaylıkla. Sadece ne giyinildiği değil, nasıl giyinildiği de insanların düşüncelerini gösteriyor. Kendisini biraz derbeder olmakla suçlayanlara karşı, 193l’de yazdığı meşhur şiiri “Gömlek, Pantolon, Kasket ve Fötre Dair”de Nazım Hikmet, modem giysileri ne denli önemsediğini kendi dünya görüşünün ustalarının giysileriyle anlatıyordu. Marx'ın “kocaman sakalını üzerine saldığı tertemiz, kolalı gömleği”, Engels’in 1848 barikatlarında “halis İngiliz kumaşından/ halis Ingiliz modasıyla/ ütülü mum gibi..” pantolonu.. .ve, “Vladimir İliç Ulyanof Lenin/ ateşten bir dev gibi çıktığı zaman/ harikada,/ yakalığı da vardı/ kravatı da ... ”


1848 Avrupası’nın devrimcilerinin taktığı kırmızı kravat, 1917 Rusya’sında da görülür; ama, Lenin’in, Petrograd’da kalabalık bir grubun karşısında barikatlar üzerinde yaptığı meşhur konuşması sırasında da, çatışmalar içindeki Moskova’da da, kolalı yakasına takılmış özenli kravatı, artık siyahtır. Avrupa’nın modem erkeği, ister bir iç savaşın barikatında, ister sessiz ve temiz bir kütüphanede, üniversite koridorlarında, şu ya da bu siyâsal partinin toplantılarında olsun, kravatını boynundan eksik etmemektedir.


Medeniyetin yuları mıdır kravat? Boynu sıkan kravat mıdır yoksa yakası kolalı gömlekler mi? Bunun cevabını bulmak bu kitabın işi değil; ama rivayet muhtelif. Biz yine kravat modasının liberalinden muhafazakârına, sanatçısından politikacısına herkesi sardığı 19. yüzyıla dönelim. 1848 ayaklanmasının biraz öncesine.


1840’larda İngiltere maceracı bir şairiyle yeni bir moda başlatıyordu: Papyon. Moda tarihçilerinin papyonun kravattan türediğine ilişkin görüşleri yanında gene Hırvatistan’da papyonun yüzyıllardır erkek giyiminin parçası olduğu da ileri sürülmektedir. Fransızlar papyona biçim benzerliği görerek kelebek (papillon) dediler, Türkçeye buradan girdi. Sırp-Hırvatçası leptirmasna yani çevirisiyle kelebek-kravat iken, kravatlarını bağlamak için özel ders almaktan bile kaçınmayan Ingilizler hemen benimsedikleri bu yeni modaya kendi adlarını verdiler: bow tie. Papyon gömleğin de tarzını biraz değiştirdi. Antik uygarlıkların hayranı, bağımsızlık savaşlarının gönüllü savaşçısı Lord Byron’ın kolasız ve iliklenmemiş gömlek yakasına bağladığı papyon, boyundan aşağı sarkan kravatın yerini aldı. Kravatın yerini papyon aldı; ama dışarıdan gelen bir moda papyonu da kravatı da geriletti bir süre. 1860 ile 1880 arasında yaygınlaşan yeni bir ceket modası kravat takmayı neredeyse anlamsızlaştırdı. Gömlek yakasını da kapatan, boğaza kadar sımsıkı iliklenmiş erkek ceketleri bir süre kravatı dolapların derininde sürgüne gönderdi.


Sonra gömlek yakaları küçüldü, kola modası geçti ve kravatta dörtlü düğüm fırtınası esmeye başladı. Fransa’da, “regate” olarak bilinen ve ünlü diplomatlardan kravat mecburiyeti zamanlarındaki öğrencilere kadar bütün erkeklerin kullandığı bu bağlama şeklinin mucidi İngiliz soylularıyla arabacıları. Dört atlı arabalarını sürerken kravatları rüzgârdan uçuşmasın diye bu düğümü geliştirmişler. Amerikalılar dörtlü düğümlerini sağa doğru, İtalyanlar da sola doğru kaydırırlar ve ulusal kimliklerini belli ederlermiş. Cecile Beaton “Kravat seçmek yaratıcılık ve cesaret işidir” diyor; anlaşılan kravat takmak da öyle.


Giysilerin ve aksesuarların çizgilerini “kadınsı” ve “erkeksi” olarak ayırabilenler, 19. yüzyılda liberal erkeklerin taktığı “lavaliere” denen krayatın kadınsı çizgiler taşıdığını söylerler. Büyük fiyonklu bu kravatın mucidinin de Lavaliere Düşesi olduğu söylenir. Yine de, “lavaliere” modası kravatın mı kadınsı olduğu yoksa feminist kadın sanatçılardan daha önce erkek aksesuarına heves etmiş olan bu Düşes’in mi biraz erkeksi olduğu şüpheli.


19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın hemen başlarında esen “özgür düşünce” rüzgârları yerini kısa zamanda yeni bir karabasana bıraktı; ama kimse kravatını çıkarmadı. Dünyaya 1930’ların kravat modasını hediye eden yine İngiliz soyluları oldu. Madam Simpson’a olan büyük aşkı yüzünden tahttan çekilmek zorunda kalana kadar Kral VIII. Edward olan Windsor Dükünün, kimilerine göre babasından çaldığı kravat bağlama tekniği, kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı.


Karabasan, Avrupa’nın, hatta dünyanın üzerine, erkeklerin Windsor düğümlü kravatıyla çöktü. Savaş sonrası da bir süre devam eden bu modanın yerini 1950’lerin ince kravatları aldı. Rock and Roll’un kravatları bazı erkeklerin gönlünde öylesine yer etti ki, 1980’ler, hatta 1990’larda bile, artık giderek tükenen terzilere, biçki-dikişten anlayan yakınlarına, kravatlarını daraltmalarını rica ettiler.


İkiz kardeşi frenk gömleği, kol düğmeleri, kravat iğnelerinden söz etmeden kravat bahsi tamamlanmaz. Çin'den yüklenmiş ipek topları, Musul’un muslini de öyle, hepsi kravatın, kiminin nefret ettiği kiminin boynuna bağlamadan güne başlayamadığı kravatın yakın akrabası.


Son olarak Cahit Sıtkı Tarancı’ya kulak verelim:


“El sırtında böyle zarif duramaz

Ismarlamadır elbisem pardesüm

Her ayağa göre değil kunduram

Bu kravat ben bağladıkça güzeldir.”



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

İslam Fetihlerini Kolaylaştıran Sebepler

 


Müslümanlara bu fetihlerde yardım eden etkenlerden biri, Arapların içten gelen ciddi çaba ve gayret sahibi olmaları ve yanlarında taşıyamayacakları kadar ağır yük bulundurmamalarıdır. Araplar çölde oldukça sade ve basit bir yaşama alışmış olduklarından, açlığa ve susuzluğa çok önem vermezlerdi. içlerinden biri savaşa çıktığında, sırtını yoracak veya devesine ağır gelecek hiçbir şey götürmezdi. Her ne kadar kimi kez yanlarında yiyecek, içecek götürmüşlerse de asıl geçimlerini yolda elde ettikleri ganimet malları oluştururdu.


Bundan başka develerin de, Arapların bu başarılarında büyük hizmetleri olmuştur. Arap yaşamında develer, Rumların atlarının vs. hayvanların gördüğü görevin aynısını görürdü. Bir Arap devesine hem kendi biner hem yükünü taşıtır hem sütüyle beslenir, gölgesinde barınırdı. Deve çöllerde kuru da olsa bulabildiği otlarla geçinir, açlığa, susuzluğa günlerce dayanabilirdi. Oysa bir Rum veya İranlı savaşa ancak zahire ve erzaktan oluşan yükleriyle, ağırlıklarıyla gidebilirdi. Öyle yükler, ağırlıklar ki bunları taşımak için arabalara, arabayı çekmek için de hayvanlara, hayvanlar için ise yem ve suya ihtiyaçları olurdu.


Bu durum bize Gordon Paşa'yı Hartum'dan kurtarmak için 1884 yılında Sudan'a gönderilen askeri kuvvet sırasında şahit olduğumuz durumları hatırlatıyor: Bir İngiliz askeri beraberinde peksimet, pişmiş et, şeker, çay, kahve, mum, su kapları, çadırlar vs. mallar ve birçok hayvanın yeminden oluşan yükler, ağırlıklar olmaksızın bir yerden diğer bir yere gidemiyordu. Bu askeri kuvvet bin beş yüz askerden ibaretken bunların erzak ve levazımını dört bin deve ile deveciler vs. taşıyordu. Bu durum askeri kuvvet için gerçekten büyük bir yüktü. Oysa bir Sudanlı bunların hiçbirine ihtiyaç duymuyordu. içinde azıcık kuru darı bulunan ve koltuğu altında taşıdığı bir torba onun gereksinimleri için yeterliydi.



Müslümanların kaza ve kadere, bir insanın eceli gelmeden ölmeyeceğine, eceli gelirse nerede olursa olsun -yatağında bile bulunsa- yine öleceğine ve eceli gelmemişse en keskin kılıçlar altında olsa bile hayatının kurtulacağına inanmalarıdır. Bu kader ve teslimiyet inancının fetihlerdeki başarılarda büyük yararı olmuştur. Bu inanç Müslümanlarda çok kuvvetliydi. Savaşlar sırasında gösterdikleri kahramanlık ve olağanüstü cesaret ve yiğitliklerinin en önemli sebebi buydu.

Ata binme ve ok atmadaki ustalıkları başarılarının bir başka büyük nedenidir. Araplar bu konuda Rum ve Acemlerden çok daha ustaydılar. Arap atları da diğerlerinin atlarından daha iyiydi. Bundan başka savaşların çoğunda çarpışmalar o zamana göre geçerli olan geleneklere göre, bireyler arasında teke tek çarpışma şeklinde oluyordu. Savaşan iki taraf askerleri arasından iki süvari seçilirdi. Hangisi galip gelirse, bağlı olduğu taraf galip, karşı taraf mağlup kabul olunurdu. Araplar çoğunlukla mübarezede (teke tek savaş) galip gelirlerdi. Üstelik çoğunlukla galibiyetleri öyle bir mübarezede galip gelmek veya bir ok ile düşman komutanını öldürerek bu şekilde düşman ordusunun moral gücünü kırmakla ortaya çıkıyordu. 


İslam’ın ilk yıllarında, zafer ve başarıları getirecek özellikler ve meziyetlere sahip karizmatik komutan ve liderler de İslam zaferlerinin bir başka önemli nedenidir. Örneğin, Napolyon devri, nasıl ki, Fransa'nın daha önce çıkaramadığı büyük komutanlarla sivrildiyse, İslam’ın ilk yılları da büyük ve karizmatik adamların sivrildiği bir devirdi. Büyük Fransız ihtilalinin Napolyon'unun komutanlarını yetiştirdiği gibi, İslam’ın başlarında ortaya çıkan büyük İslam şahsiyetlerini de Habeşlilerin Mekke'ye yaptıkları saldırı ve tecavüzleri yetiştirmiştir. Arap kültüründe çok önemli olan bu yıla "Fil yılı" adı verilmiştir. Zira söz konusu saldırı Arapları hareket ve gayrete getirmiş, bu olay Arapların yaratılışlarında bulunan güç ve yeteneğin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu gibi büyük olayları çoğunlukla bir uyanış ve hamle takip eder ki, o uyanış devrinde yaratılışta bulunan kuvvetlerle kişinin fıtratında bulunan özellikler ortaya çıkar. Tarih buna en büyük şahittir. Sanki Cenab-ı Hak Araplara yardım ve başarıyı takdir buyurmuş da kendilerini savaşlarda, siyasetle, ilim, zeka ve dehada dünyanın en büyük ve güzide adamlarına mazhar eylemiştir. Halit b. Velid, Halit b. Sait, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'd b. Ehi-Vak­ kas, Yezid b. Ehi Süfyan, Hamza b. Abdulmüttalib, Ali b. Ebi Talib yiğitlik, cesaret ve gayrette ve ordulara komuta etmekte yetenek ve ustalıkları açısından cihanın en büyük adamlarından sayılırlar. Amr b. el-As, Muaviye b. Ebi-Süfyan, Mugire b. Şube, Ziyad b. Ebih, zeka ve dehada, siyaset ve idarede en büyük devlet adamlarındandılar. Ebu Bekir es-Sıddık, Ömer b. el-Hattab sağlam ve kesin karar vermekte, doğru görüşte, dindarlık ve salahla zamanın eşsiz iki şahsiyetidir.


İslam’ın ilk yıllarında bu gibi büyük adamların yetişmesi, İslam’ın süratle yayılmasına hizmet eden en büyük etkenlerdendi. Müslümanlar da bunun farkındaydılar. Öyle ki, bizzat Hz. Peygamber dine davetin ilk yıllarında "Ey Allah'ım! İslamiyet’i Ebu Cehil b. Hişam ile güçlendir" demişti. Hz. Hamza ve daha sonra Ömer b. el-Hattab İslamiyet dairesine girince "İslam, Hamza ve Ömer ile destek bulup güçlendi" buyurmuştur. Ebu Bekir, Ömer, Ali, lbnü'l-as, Muaviye, Halit gibi büyük şahsiyetler, bu yüzyılda bile yetişmiş olsalardı günümüz uygarlığının da en büyük temsilci ve destekçileri olurlardı.


Emeviler ve Abbasiler devrinde yetişen İslam büyüklerini burada hatırlamamak insafsızlık olur.


Arapların savaşlar sırasında gösterdikleri sabır, sebat, dayanıklılık ve düşmana karşı uyguladıkları "mütavele"(işi uzatma) yani vakit kaybettirerek düşmanı zayıf düşürme yöntemi de savaşlardaki başarıların bir başka önemli etkeni olmuştur. İslam orduları, H. 8. yılda Suriye vilayeti içinde yer alan Belka'ya bağlı Mute mevkiinde Rum ordusuyla savaştıktan sonra Rumlarla savaşmanın çöl halkıyla savaşmak gibi olmadığını, Rumların savaş meydanına ne kadar asker çıkarabildiklerini, ne şekilde savaştıklarını anlayınca, galip gelmenin ancak sabır ve sebat ile ve onlara vakit kaybettirerek zayıf düşürmekle mümkün olabileceğini kavramışlardı. 

Bu gibi sabır ve işi uzatarak karşı tarafı yıpratma taktiği Araplar için kolaydı. Daha önce, başka bir yerde de belirttiğimiz gibi, onlar çok az bir yiyecek ve giyecekle yetinen sabırlı ve dayanıklı bir toplumdu. Yiyecekleri azalınca etrafa akın yaparak bu şekilde ele geçirdikleri koyun ve deve sürüleri, buğday vs. ile açlıklarına çare bulabiliyorlardı. Arap ordularının Şam ve Irak üzerine ilk seferleri sırasında yaptıkları muharebeler, savaştan çok yağmaya benziyordu. Daha doğrusu o fetihlerin çoğunda yağma üzerine dayalı bir metot uygulamışlardı. Örneğin, ele geçirmek istedikleri şehre yağmalamak üzere -kimi kez asıl amaçları fetih de olmazdı- önce aralarından bir grup gönderirlerdi. Bu giden adamlar o şehrin çevresinde dolaşırlar, şehrin fethine fırsat düşünceye kadar yağmayla meşgul olurlardı. Daha sonra fırsat ele geçince şehri fethederlerdi. Gerek ilk dönemlerde gerekse sonra yapılan fetihlerin çoğu böyle olmuştu. Nitekim Musa b. Nusayr, Tarık b. Ziyad'ı (H. 92/711) yılında İspanya kıyılarına, fetih amacı için değil yağma için göndermişti. Tarık, orada da Şam'ın fethedilmesini kolaylaştıran sebep ve durumlara, benzer nedenlere rastlayınca Endülüs'e girmiştir. Musa b. Nusayr daha sonra bu fetihten haberdar olunca şaşırmış ve onu kıskanarak daha ileri gitmemesi için emir göndermiştir. ikisi arasında o sıralarda cereyan eden olaylar kaynaklarda kaydedilmiştir. Ondan daha önce Afrika'nın ve çevresinde bulunan yerlerin fethinde de benzer olaylar olmuştu.


İslam fetihlerini kolaylaştıran sebeplerden biri de Arapların birbirlerine necdet, yani yardım ve destek olmalarıdır. İslamiyet işin başında bir Arap devrimi ve uyanışından ibaretti. Çünkü İslam’ı seçenler Araptılar. Üstelik onun için İslam ve Arap kelimeleri çoğu yerde eşit anlamlı kelimeler gibi kullanılmıştı. İslam denilince Arap ve Arap denilince İslam anlaşılıyordu. Zaten İslam dini bu din ile övünmeyi ayrı bir surette Araplara özgü tuttuğundan bu dini ilk önce kabul edenler kendileri oldular. Bu durum, özellikle Hz. Ömer'in gayri Müslim olanların Arap Yarımadası'ndan çıkarılmasına dair emir verdiği zaman herkesin zihninde yerleşmiş bir düşünceydi. Ömer'in buyruğu üzerine, Müslüman olmayanlar Arap Yarımadası'ndan çıkmışlar, bölgede Müslümanlardan başka kimse kalmamıştır. Nitekim bugün de söz konusu bölgede yaşayan halkların tümü Müslümandırlar.


Müslümanlar Şam ve Irak yönünde bulunan kentlere İslam’ın ilk yıllarında, doğrudan doğruya saldırıda bulunmamışlar, söz konusu bölgelerin çöle yakın yerlerinde akın ve yağmayla uzun bir dönem geçirmişlerdir. Söz konusu yerlerin sakinleri de kendileri gibi Arap ırkındandı. Şam bölgesi sınırı üzerinde bulunan Basra ve Havran yönlerinde Gassan kabilesi ve Irak sınırı üzerindeki Hire bölgesinde de Münzir kabilesi yaşıyordu. Bunlardan Gassanlılar, Rumlara ve Münzir kabilesi de İranlılara bağlıydılar. Ancak bu Araplar ne Rumları ne de İranlıları seviyorlar, ancak baskılarından dolayı onlara boyun eğiyorlardı. Özellikle bunlardan Münzir kabilesi "Ebu Kabus" lakabıyla çağırılan Numan b. Münzir'in öldürülmesinden dolayı Acemlere karşı büyük bir nefret ve düşmanlık besliyordu. Hüsrev Perviz, Numan'ı öldürtmüştü. Bu yüzden Araplar ile İranlılar arasında "Zukar" adındaki yerde büyük bir savaş olmuş ve buna "zukar olayı" adı verilmiştir. Arapların, İranlılara hadlerini bildirdikleri en büyük olay olan bu savaşta, İranlılar pek fena ve şiddetli bir hezimete uğramışlardı. Garip bir tesadüftür ki, söz konusu olay büyük Bedir Savaşı'nın olduğu yılda olmuş ve Araplar ikisinde de muzaffer olmuşlardır. Halid b. Velid'in kumandası altında Irak'ın fethine giden İslam askerleri oralara ulaşıncaya kadar Münzir ailesiyle İranlılar arasında kin ve düşmanlık devam etmişti. Halid, Münziroğulları'na ya İslamiyet’i kabul ya cizye vermelerini ya da savaşmalarını teklif elti. Münziroğulları cizye vermeyi kabul ettiler ve yıllık belli bir oranda vergi vermek üzere Halid ile barış yaptılar. Halid b. Velid'in Irak'tan Şam bölgesine geçtiği sırada ve bu aralarda Basra, Ayn Temir vs. bölgesinde yaşayan ve o dönemde çoğunlukla Hıristiyan olan Araplara karşı da aynı uygulamalar yapılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Araplar yukarıda arz ettiğimiz sebeplerden ve her kabileye ait özel nedenlerden dolayı genellikle İslam’ın en yakın ve en önde gelen destekçi ve yardımcıları olmuşlardır. Ayrıca, Acemlerin İslam’dan önce Yemen'i ele geçirmeleri, söz konusu bölge halkında Acemler yani İranlılara karşı nefret ve düşmanlık duygularını uyandırmıştı. Sözü edilen devirde, Irana bağlı el-Cezire bölgesinde yaşayan Rebia kabileleri de, Acemleri sevmediklerinden fetihler sırasında, Acemlerden intikam almak düşüncesiyle Müslümanlara yardım etmişlerdi.


Bu etkenler dışında, çoğunlukla -gerek bunlar Araplar gerek Şam bölgesi halkından olan diğer kabileler, Antakya yakınında Payas ile Luka arasında yaşamış olan Ceracime'nin Likam dağında yaptıkları gibi- cizye vermemek için Rumların aleyhine Araplara yardım ve destekte bulunuyorlardı. Habib b. Mesleme el-Fihri, Ceracime üzerine yürüdüğü zaman, bunlar barış isteğinde bulundular. Cebel-i Likam'da, Müslümanlara yardımcı olmak ve Rumların hareketlerini gözetlemek ve topraklarını İslam ordularına üs olarak kullandırmaları karşılığında, kendilerinden cizye alınmaması koşuluyla barış anlaşması imzaladılar. Arap Yarımadası ile Irak ve Şam arasında, özellikle de Fırat vadisinin aşağı taraflarında oturan Nebatlılar ve bu bölgede bulunan tüccar, hizmetkar ve köylüler de bu barış kapsamı içine girdiler. Bunlara "tabiler" denilen veya "yardımcı kuvvetler" olarak çevrilebilecek "revadip' adı verilmişti.

"Hatt-ı ric'at" (geri çekilme hattı) uygulaması da bu zaferlerin elde edilmesine yardımcı olan sebeplerden biriydi. İslam orduları, savaş stratejileri arasında "geri çekilme sınır veya çizgisi"ni korumayı bir taktik haline getirmişlerdi. Bu hazırlığı yapmadan düşmanla, diğer deyişle İranlılar veya Rumlarla savaşmazlardı. Bu çekilme hattını korumak onlar için kolaydı. Sığındıkları çölü arkalarına alarak savaşa başlıyorlardı. Mağlup olacaklarını kestirdiklerinde geri çekilerek, çöle sığınırlardı. Rumlar veya İranlılar savaşta galip de gelseler, arkalarından takip de etseler çöllerde onlara yetişemezlerdi. Veya onların peşine düşmeye kalkışmazlardı. Ancak Rumlar kendi savunma yerlerine dönünce, Araplar bu kez çölden geri döner ve tekrar Rumların üzerine hücum ederlerdi. Bu yüzden Müslümanlar, sayıları az da olsa bu geri çekilme ve ardından saldırma taktiğiyle Rumları taciz ederek, zayıf ve güçsüz hale düşürürlerdi.


Çeşitli biçimlerde sürekli yapılan çarpışmalar şeklinde sürdürülen bu saldırılar, Müslümanların birbirlerine önerdikleri alışılmış bir yöntemdi. Ünlü İslam komutanlarından Müsenna b. Harise'nin aşağıdaki sözleri bu kuralı güzel bir şekilde açıklamaktadır. Kendisi Müslümanların Irak'ta İranlılarla savaşmak üzere geldiklerini haber aldığı vakit, Müslümanlara aşağıdaki açıklamaları göndermiştir: "İranlılarla kendi ülkelerinin en son sınırları üzerinde ve Arap toprağına en yakın noktada savaşınız. Onlarla kendi yurtları içinde savaşmayınız. Müslümanlar galip geldiklerinde arkaları güvenilir ve önleri açık olmalıdır. Mağlup olurlarsa kendi topraklarında sığınacak yer bulmalıdırlar. Ta ki orada kuvvetlerini bir kez daha toplayıp tekrar hücum edebilsinler."


Hilafet merkezi olan Medine ile İslam ülkesinin diğer bölgeleri arasında, sürekli bir ulaşım hattı ve yolunun her durumda muhafaza olunması için kendisi ile Müslümanlar arasında su engelinin bulunmamasını arzulayan Hz. Ömer'in istek ve emri de bizim bu tesbitimizi güçlendirmektedir. Hz. Ömer, Iran ve Mısır'ın fethinden sonra çevresinde bulunan komutanlarına - Sa'd b. Ebi Vakkas Medain'de ve Amr b. el-As İskenderiye’de ikamet ediyorlardı- şu yolda bir emir yazmıştı: "Benimle sizin aranızda engel olacak bir su bulunmamasına gayret ediniz; ne zaman deveme binip yanınıza kadar gelmek istesem gelebileyim." Bu emir üzerine Sa'd Kofe'ye ve Amr Füstat'a dönüp yerleşmişler, askerlerini de çadırlarda oturtmuşlardır. Bu çadır bölgeleri daha sonra birer kent haline getirilmiştir.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

MOĞOL İMPARATORLUĞU (1206-1259)

 


Moğol İstilası Zamanında Türkistan




COĞRAFÎ MEKÂN OLARAK TÜRKİSTAN


Türkistan, Türklerin yaşadığı yer anlamında olup Batı Türkistan ve Doğu Türkistan olarak iki kısımdan oluşur. Türklerin en eski yaşam alanlarından biri olan Batı Türkistan, Hazar Denizi’nin doğusundan başlayıp bugünkü Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan ile kuzey Afganistan (burası Afgan Türkistan olarak da bilinir) topraklarını içine alır. Batı Türkistan’da iki önemli yerleşim bölgesi dikkat çeker. Bunlar Harezm ve Mâverâünnehr’dir.

Harezm, Aral Gölü’nün güneyinde, bu göle dökülen Amu-Derya (Ceyhun) Nehri’nin aşağı mecrası boyunca uzanır. Pitnak şehrinden başlayan bölgenin batısında Kara-Kum Çölü, doğusunda ise Kızıl-Kum Çölü vardır. Bu iki çölün varlığı Harezm için doğal engel vazifesi görmüş ve onu dış istilalara karşı korumuştur. En önemli şehirleri Gürgenç (Ürgenç), Hive, Kat, Vezir ve Hezaresb’dir. Mâverâün-nehr “nehrin ötesi” anlamına gelir. Burada nehirden kasıt Amu-Derya Nehri’dir. Bölge bu nehrin orta ve yukarı mecrasının doğusundaki topraklardır. En önemli şehirleri Buhara ve Semerkand’dır.

Yine Türklerin en eski yurtlarından biri olan Doğu Türkistan, bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin batısında yer alır ve burada büyük oranda Uygur Türkleri yaşar. Çinlilerin yeni topraklar anlamına gelen Sinkiang (Sincan) ismini verdiği bölge, tarih içinde Kaşgarya veya Altışehr olarak da anılmıştır. En önemli şehirleri Yarkend, Kaşgar, Aksu ve Urumçi’dir.


MOĞOL İMPARATORLUĞU (1206-1259)


Bugünkü Moğolistan, Orta Asya, Tibet, Afganistan, İran, Irak, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Ukrayna’nın tamamıyla; Sibirya, Rusya’nın Avrupa’da kalan toprakları, Türkiye ve Çin’in bir kısmı bu imparatorluğun hâkimiyeti altına girmiştir. Böyle büyük bir imparatorluğun kurucusu, sıradan bir kabile liderinin oğlu olarak dünyaya gelen Temuçin’dir. Çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı olağanüstü zorluklara rağmen kendisinden yüzyıllarca söz ettirecek bir imparatorluğu ve bunun yanı sıra yönetim anlayışını oluşturmayı başarabilmiştir. Bundan başka onun zamanına kadar tarihî kayıtlarda pek de önemli bir yer işgal etmeyen Moğolları kendinden en çok sözü edilen halklardan biri durumuna getirmiştir.


Bir Lider Doğuyor


Borcigin boyundan Yesügey Bahadır’ın oğlu olan Temuçin, bugünkü kuzey Moğolistan topraklarında bulunan Onon Nehri kıyısında doğmuştur. Doğum tarihi net olmamakla birlikte, kaynaklarda 1155, 1162 ve 1167 yıllarına işaret edilmektedir.


Dokuz yaşına geldiğinde babası Yesügey Bahadır, onu Ongirat (Kongrat) kabilesinin lideri Dey-Seçen’in kızı Börte ile nişanlamıştır. Kız istemeden dönerken, babası Tatarlar tarafından zehirlenince Temuçin ailesiyle yalnız kalmış, kabilesi onu terk etmiştir. Bundan sonra, başta Merkitler olmak üzere çevre kabilelerin saldırıları nedeniyle zor günler geçiren Temuçin, özellikle andası (kan kardeş) Camuka (Camuha)’nın yardımıyla ayakta kalmayı başarabilmiştir.


O dönemde orta Moğolistan topraklarında hüküm süren Kerayit kabilesi lideri Tuğrul (Ong) Han’ın himayesine giren Temuçin’in bir müddet sonra Camuka ile arası bozulmuştur. Her ikisi de Moğolların tek hükümdarı olmak isteyince birbirilerinden ayrılmışlar; Temuçin de kendisini destekleyenler tarafından 1196 yılında lider seçilmiştir.


1206 yılına kadar Temuçin çevresindeki kabileleri idaresine almıştır. Tayciutlar, Tatarlar, Naymanlar, Merkitler ve Kerayitleri kendisine tabi kılıp andası Camuka’yı ortadan kaldıran Temuçin, bu yılda Onon Nehri kıyısında düzenlenen bir kurultayla bütün Türk ve Moğol kabileleri tarafından kağan seçilmiş ve “Cengiz” adını almıştır.


Kağan Cengiz


Cengiz, kağan seçilince kendisine tâbi kabileler arasında bir düzenlemeye gitmiş, onları onlu sisteme göre bölerek aslında İç Asya’nın daha önce yabancı olmadığı bir sistemi yeniden uygulamaya koymuştur. Kariyerinin ilk yıllarından itibaren yanından ayrılmayan ve ona hep destek olanlara nöker (Moğol hükümdarlarının yoldaşı, en yakın görevlileri) unvanını vermiş ve onları ödüllendirmiştir. Uygur kâtipler tayin ederek çocuklarına okuma-yazma öğretilmesini emretmiş, bu gelişme Uygur-Moğol alfabesinin başlangıcı olmuştur.

Günümüzde meritrokrasi olarak tanımlanan bu anlayışta Cengiz Kağan devlet seçkinlerini (yöneticilerini, ileri gelenlerini) soylu oluşlarına göre değil, sahip oldukları temel niteliklere ve değerlere bakarak yaratmıştır. Zaten andası Camuka ile anlaşamadıkları en önemli mesele bu olmuştur. Camuka, soylu olmayan birinin üst yönetim organlarında görev almasına karşı çıkarken Cengiz soya hiç dikkat etmemiştir.


Seferler


Kurultaydan sonra Cengiz Kağan’ın ülke sınırlarını genişletme siyasetini izlemesi kaçınılmazdı. Yeni imparatorluğun varlığını sürdürebilmesi için ganimete ihtiyacı vardı. Eğer kendisine destek verenler ve tâbi olanların beklentilerini karşılamazsa bu durum yönetiminin sonunu getirebilir, en azından konumunun zayıflamasına neden olabilirdi.


Moğolların kağanı için genişleme zengin tarım ülkeleri olan üç ana merkezden oluşuyordu. Bunlardan ilki Çin olup burada Tangut (kuzeybatı Çin), Kin (kuzey Çin) ve Song (güney Çin) hanedanları hüküm sürmekteydi. İkinci merkez Karahitayların hüküm sürdüğü Doğu Türkistan, üçüncü önemli merkez ise batı tarafındaki Harezmşahlar İmparatorluğuydu. Bu bölgeler yeni kağan için üç önemli düşman ve aynı zamanda hedefti.


Çin Seferi


Önce Tangutlar üzerine yönelen Cengiz Kağan onları sorun olmaktan çıkarınca (Tangutlar kesin olarak Moğol hâkimiyetine ancak 1227 yılında alınabilmiştir), artık onun için kuzey Çin yolu açılmıştı. Düzenlediği akınlarla Kin İmparatorluğu’nun başkenti Pekin’i işgal etti. Pekin’in fethi Cengiz Kağan’a önceki zaferlerin­den elde ettiği itibardan daha fazlasını kazandırdı. Kin İmparatorluğu’na son bir darbe vurup tamamen ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, Cengiz Kağan böyle yapmadı ve 1217 yılının Eylül ayında Çin işlerini generallerinden Mukali’ye devrederek ona bir ordu bıraktı ve Moğolistan’a döndü. Mukali, Kin topraklarına seferler düzenlemeye devam etti.


Doğu Türkistan Seferi


Cengiz’in Kin İmparatorluğu’nu tamamen çökertmeden yönünü batıya çevirmesini temelde üç sebebe bağlayabiliriz. Bunlar, Moğolların himayesine girmiş kabileler ile Doğu Türkistan’da hüküm süren Nayman Kabilesi’ne mensup Küçlüg’ün de içinde yer aldığı bazı sorunlar, Moğolların batı yönünde sefer düzenleyebilecek güç ve kudrete ulaşması ile batı ülke ve bölgelerinin zenginliğidir.


Küçlüg, Doğu Türkistan’a gelerek burada hüküm sürmekte olan Budist Kara-Hitay Devleti’ne sığınmış, bu devletin hükümdarı tarafından iyi muamele görmüş, hatta onun kızlarından biriyle evlenmişti. Ancak kısa sürede güçlenip çevresine Nayman ve Merkit kabilelerini alan, ayrıca Muhammed Harezmşah’ın desteğini de elde eden Küçlüg bir darbeyle tahtı ele geçirdi. Ülkede sert bir yönetim sergilediği gibi çevre bölgelere seferler düzenleyip bu bölgeleri baskı altına aldı. Seferlerinden biri de Almalık bölgesine olmuş, buranın yöneticisi Cengiz Kağan’ın himayesinde olduğu halde onu öldürtmüştü. Bu gelişme Moğol imparatorunun müdahalesini gündeme getirdi. En büyük komutanlarından Cebe Noyan’ı Doğu Türkistan seferine memur eden Cengiz Kağan, onun emrine 20.000 kişilik bir ordu verdi. Cebe Noyan, Küçlüg’ü yenilgiye uğrattığı gibi ele geçirdiği pek çok şehirde eski hükümdarlarından eziyet gören Müslüman halk tarafından kurtarıcı gibi karşılandı. 1218 yılında tamamlanan bu fetih hareketiyle, Kaşgar, Isık-Göl çevresi, Çu ve İli vadileri Moğol idaresine girmiş oldu.



Harezm Seferî


1097 yılında kurulan Harezmşahlar İmparatorluğu, 1218 yılında en parlak dönemini yaşıyordu. Merkezî toprakları Amu-Derya’mn mecrası boyunca Aral Gölü’nün güneyinde yer alan Harezm’de kurulan imparatorluğun başkenti Gürgenç’ti. 1218 yılına kadar, Kara-Hitay Devleti, Harezmşah Muhammed ile Cengiz arasında paylaşılmış, böylece komşu olunmuştu. İki imparatorluk arasında elçiler gidip gelmiş, dostluk ilişkileri kurulup ticaretin geliştirilmesi kararı alınmıştı.

Her Türk imparatorunun hedefi olan Çin’i fethetmeyi Cengiz Kağan’ın başarması ve onun çok da kuvvetli olmadığına dair yanlış istihbarat raporları, Muhammed Harezmşahîn Moğollara karşı tavır almasında başat etkenler olmuştur. 1218­ 1219 kışında Cengiz Kağan’a ait 450 kişiden oluşan bir ticaret kervanı Harezmşahlara bağlı Otrar valisi İnalcık tarafından yağmalanmıştı. Bazı kaynaklara göre valinin açgözlülüğü, bazı kaynaklara göre ise kervanda casuslar olduğunu ileri sürmesi valiyi böyle bir harekete sevk etmiştir. Casusluk meselesinde vali muhtemelen haklıydı. Çünkü Moğol kağanı komşusunun gücünü öğrenmek istiyordu. Neden her ne olursa olsun kervandaki mallara el konulmuş ve Cengiz Kağan’a haberi ulaştıran biri dışında herkes öldürülmüştü. Durumu öğrenen Moğol imparatoru, soğukkanlılığını koruyarak Muhammed Harezmşah’a bir elçilik heyeti göndermiş ve valinin kendisine teslimi ile yağmalanan malların iadesini istemişti. Ne var ki, kağanın isteği yerine getirilmediği gibi gönderdiği elçilerden biri de öldürülmüştü.


Harezmşahlar imparatorunun bu hareketi geri dönülmez gelişmelere sebep olmuştur. Cengiz’in sefer düzenlemesi artık kaçınılmazdı. Üstelik Muhammed Harezmşah’ın uluslararası hukukta dokunulmaz olan tacir ve elçileri öldürmesi onu haksız konuma düşürmüştü. Sonunda Cengiz, büyük bir ordu hazırlayıp Harezmşahlar seferine çıktı.


Anayurdundan çok uzakta ve olduğundan daha güçlü zannettiği Harezmşahlara düzenleyeceği sefere çok iyi hazırlanan Cengiz Kağan, fetih hareketinde Çin seferi tecrübelerini kullandığı gibi, sefer sonunda elde ettiği Çinli uzman ve savaş tekniklerinden de yararlanmıştır. Buna karşılık Muhammed Harezmşah büyük bir imparatorluğa sahip olmasına rağmen onun egemenliği ülkenin pek çok yerinde daha yeni sağlanmış, ancak tam anlamıyla pekişmemişti. Ayrıca, Cengiz Kağan’ı bir meydan savaşı ile karşılamak yerine ordusunu imparatorluk şehirlerine dağıtıp bölge savunması şeklinde strateji geliştirmişti. Çünkü ordusunun Moğollar ile bir meydan savaşında başarı kazanacağına inanmıyordu. Nedeni, ordusunun büyük oranda ücretli askerlerden oluşmasıydı. Orduyu oluşturan Türk ve Tacik gruplar birbirine rakiplerdi ve aralarında çekişme vardı.

Ordusunu üçe ayırıp üç koldan Harezmşahlar İmparatorluğu’nun üzerine yürüyen Cengiz Kağan, Otrar şehrinden başlamak üzere imparatorluk şehirlerini birer birer ele geçirdi. Mesela, bu şehirlerden Buhara Şubat 1220, Semerkand Mart 1220, başkent Gürgenç ise Nisan 1221’de teslim oldu. Moğol fetih hareketi o kadar ani ve şiddetli olmuştu ki, Muhammed Harezmşah’ın kuşatmaya uzun süre dayanacağını tahmin ettiği şehirlerin birbiri ardına kısa sürede düşmesi onun direncini kırmış ve kaçmasına neden olmuştur. Sonunda, Hazar Denizi’nde sığındığı bir adada kederinden ölmüştür. Oğlu Celâleddin Harezmşah, Moğollara karşı kısmî başarılar kazansa da, o da tutunamamış ve Ağustos 1231’de öldürülmüştür.

Türkistan’ın istilasından sonra Cengiz Kağan, daha batıdaki bölgeler hakkında bilgi edinmek amacıyla bir keşif seferi tertip ettirmiştir. I. Deşt-i Kıpçak Seferi olarak da anılan bu seferin komutanlığına iki ünlü generali, Cebe ve Sübütey, atanmıştır. Kuzey Iran üzerinden, Hazar’ın çevresi boyunca kuzeye ilerleyen ordu 1223 yılında bugünkü Ukrayna topraklarında, Kalka Nehri kenarında müttefik Kıpçak-Rus ordusuyla savaşmış ve onları yenilgiye uğratmıştır. Bu zaferle Doğu Avrupa’nın fethi gündeme gelmiştir.


Cengiz Kağan’dan Sonra Moğol İmparatorluğu



Cengiz Kağan, Harezmşahlardan sonra Tangutlar üzerine düzenlediği sefer sırasında 1227’de ölmüştür. Onun ölümü üzerine en küçük oğlu Tuluy imparatorluğun naibi olmuş, 1229 yılında tamamlanan kurultayda ise kağanlığa Cengiz’in üçüncü oğlu Ögedey (1229-1241) seçilmiştir.

Ögedey çok hassas bir dönemde kağan seçilmişti. Çünkü başkent Karakurum’a uzak yerlerin fetihleri çok yeniydi ve savaşılan devletler kaybettikleri toprakları geri almak için harekete geçtikleri gibi iç karışıklıklar da ortaya çıkmıştı. Güçlü bir yönetim ortaya koyan Ögedey, bu sorunların üstesinden geldiği gibi idare düzenini de sağlamlaştırmıştır. Onun döneminin en önemli gelişmesi Doğu Avrupa’da imparatorluğun genişlemesine imkân sağlayan II. Deşt-i Kıpçak Seferi (1229-1242)’dir. Yeni kağan döneminde batı yönünde genişlemenin yanı sıra, güney Çin ve Ortadoğu yönünde de seferler düzenlenmiştir.


Ögedey’in ölümünden sonra imparatorlukta yeni kağanın seçimi uzun sürdü. Ara dönemde naipliği, ölen kağanın hanımı Törekene Hatun yaptı. Ögedey zamanında oldukça güçlenen merkezî idare, belirsizliğin olduğu ara dönemde büyük yara aldı. Hanedanın en büyüğü olan Altın Orda hanı Batu da, II. Deşt-i Kıpçak Seferi sırasında anlaşmazlığa düştüğü Ögedey’in oğlu Güyük’ün yeni kağan seçilmesine engel olmaya çalıştı. Böylece hanedan üyeleri arasında ilk çatlak ortaya çıkmış oldu. Ancak, sonuçta Güyük (1246-1248) yeni kağan seçildi.


Sadece on sekiz ay kağanlık yapabilen Güyük, kaynaklarda sert ve zeki, bunun yanı sıra da aksi ve hasta biri olarak tasvir edilir. Kağan seçiminde çıkan sıkıntılar nedeniyle güvenliğini garanti altına almak amacıyla Güyük idare merkezini Kara-kurum’dan babasının hissesi olan Imil Nehri kıyısına taşımıştır. Babası döneminde güney Çin’de hüküm süren Song Devleti (960-1279), Irak’ta bulunan Abbasî Halifeliği (750-1258) ve İran’daki Ismailîler (1090-1271) üzerine düzenlenen seferleri devam ettirdi. Batu Han üzerine tahmin edilen bir sefer hazırlığı sırasında hastalanarak Nisan 1248’de öldü.



Yeni kağan seçilinceye kadar imparatorluğa Güyük’ün hanımı Oğul Kaymış naiplik yaptı. Ara dönemde Batu Han’ın desteğini kazanan Tuluy’un oğlu Möngke (1251-1259)’nin kağanlığı kesinleşince Çağatay ve Ögedey hanedanlarına mensup oğlanlar (şehzadeler) buna şiddetle itiraz ettiler. İmparatorluğun üst düzey yetkililerinin de Möngke’ye karşı tavır alması imparatorlukta merkezî yönetime büyük güç kaybettirdi. Möngke kendisini istemeyenleri ortadan kaldırarak sorunu çözmek zorunda kaldı. Kağanlığına karşı çıkan devlet ileri gelenlerinden çoğunu öldürttü. Cengiz hanedanına mensup oğlanların bir kısmı öldürüldü, bir kısmı sürgüne gönderildi, bir kısmı ise kağanlık merkezinde gözetim altında tutuldu. Sonunda Möngke 1251 yılında kağan seçildi.

 


Onun döneminde Kore, güney Çin, Tibet, Irak ve İran başlıca sefer güzergâhları olmuştur. Kağanın kardeşi Kubilay güney Çin; diğer kardeşi Hülagu Iran ve Irak’a başarılı seferler gerçekleştirmişlerdir. Ne var ki, imparatorluğun son kağanı olan Möngke 1259 yılında Çin seferi esnasında ölmüştür.

Ondan sonra Tuluy’un dört oğlundan ikisi olan Kubilay ve Arık-Buka arasında kağanlık için çatışma yaşanmış, Arık-Buka başkent Karakurum’da kağan ilan edilirken Moğol ordusunun desteğini arkasına alan Kubilay ise Pekin (Hanbalık)’de kağan olmuştur. Böylece Moğol Imparatorluğu’nda aynı anda iki kağan ortaya çıkmıştır. iki kardeş arasındaki mücadele dört yıl sürmüş, sonunda Kubilay kazanan taraf olmuştur. Ne var ki, onun kağanlığı başta Altın Orda olmak üzere diğer hanlıklar tarafından kabul görmemiştir. Bu nedenden ötürü Moğol Imparatorluğu’nun sona erdiğini söylemek mümkündür. Artık Deşt-i Kıpçak’ta Altın Orda, Mâverâün-nehr ve Doğu Türkistan’da Çağatay Hanlığı, İran’da Ilhanlılar ve Çin’de de Yüan Hanedanı Moğol Imparatorluğu’nun ardılları olarak hüküm sürmüşlerdir.


Moğollarda Devlet Yönetimi



Cengiz Kağan’a kadar bir orman kavmi olan ve tarihî kayıtlarda pek de bahsedilmeyen Moğollar, onunla birlikte en çok sözü edilen halklardan biri olmuşlardır. Cengiz Kağan’ın neredeyse sadece kendisine ait olan bu başarısı bir halkı dönüştürmüş ve Asya tarihinin gördüğü ilk en büyük kara imparatorluğunun kurulması ile neticelenmiştir. Peki, böyle bir imparatorluğun teşkilatı nasıldı?

Cengiz Kağan Borcigin Boyu (obok)’nun bir parçası olan Kiyat Klanı (yasun)’na mensuptu. O ve nesli imparatorlukta tek yönetici aile olarak kabul edilmiş, XIX. yüzyılın başlarına kadar onun soyundan olmayan biri Orta Asya’da kurulan devletlerde iktidara gelememiştir. Timur gibi güçlü liderler dahi kendilerini kağan ilan etmekten çekinmişler, yanlarında kukla da olsa Cengiz Kağan soyundan birini bulundurmak zorunda hissetmişlerdir. Kaynaklarda bu durum hanbazî (han oyunculuğu) olarak ifade edilmiştir.



Cengiz, 1206 kurultayında “kağan" unvanı almış ve ondan sonra bütün ardılları bu unvanı kullanmışlardır, imparatorluk hanedanın ortak malı kabul edilmiştir. Yönetici aile “ak kemik", hanedan dışından olan en üst devlet görevlileri de dâhil olmak üzere bütün halk (tebaa) ise “kara kemik" olarak ifadelendirilmiştir. Yeni kağan, Cengiz evladı olmak kaydıyla kurultayca seçilmiştir.

Nöker terimi başlangıçta, Cengiz’in daha küçüklüğünden itibaren yanında bulunmuş, ona koşulsuz destek vermiş ve kariyerini elde etmede etkin rol üstlenen kişiler için kullanılmıştır. Bu kişiler Cengiz’in kağan seçilmesinden sonra devletin siyasî-askerî bürokrasisinde önemli görevlere getirilmişlerdir. Ne var ki, bu terim daha sonraki yüzyıllarda anlam kayması yaşamış ve sıradan askerleri ifade etmek için kullanılmıştır.


Kağan birden fazla eş alabilirdi; ama içlerinden biri baş hanımı olurdu. Kağanlar eşlerini genellikle kendi klanlarının dışından almışlardır. En çok tercih edilen ise Cengiz’in de eşinin bağlı olduğu Kongrat kabilesidir.


Hanımlar kağanların, hem hayatta iken, hem de öldükten sonra otağlarının bekçisiydiler. Kurultaylara katılırlar; hatta zaman zaman yeni imparator seçilinceye kadar naiplik vazifesini üstlendikleri de olurdu. Aynı zamanda ülüş (tımar) sahibi de olup bu ülüşten elde edilen kazancın kullanım hakkına sahiplerdi.

 

 




Cengiz Kağan, kendisine tâbi kabileleri yeniden organize ederek hem tebaası içinde tek ortak paydanın kendisi olmasını sağlamış, hem de bu sistemi ordusunun da temeli haline getirmiştir. Onluk sistem (10, 100, 1.000, 10.000) adı verilen bu uygulama ile güçlü bir idari ve askerî düzen oluşturmuştur.


Moğolların başka ülke veya topluluğa sefer düzenlemelerini temelde üç nedene bağlayabiliriz: 1) Cengiz’in atalarına yapılan saldırıların intikamını almak; 2) Moğolların düşmanlarını himaye edenleri cezalandırmak; 3) Moğol elçilerini öldürenlerden hesap sormak.


Tâbi olan yöneticinin Moğollara yedi şartı yerine getirmesi gerekirdi: 1) saraya gelip bağlılık bildirmesi, 2) kardeş veya oğlunu rehin olarak göndermesi, 3) nüfus sayımı yapması, 4) savaş zamanında asker göndermesi, 5) vergi ödemesi, 6) Moğol darugaci atanmasını kabul etmesi, 7) Yam (posta) teşkilatının kendi topraklarındaki gereksinimlerini karşılaması.


Yerel (eyalet) yönetimler için darugaci atanırdı. Onların vazifesi vergi toplamak, asker sağlamak ve yerel memurlar ile soylular arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmekti. Darugacılar genelde Moğol taraftarı Türk yöneticiler arasından seçiliyordu. Türkistan şehirlerinin idaresi ise Cengiz Kağan’dan itibaren doğrudan merkeze bağlı olmak üzere Yalavaç ailesi aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Mahmud Yalavaç ve ondan sonra bu göreve gelenler genel vali sıfatıyla kağana karşı sorumlu olmuşlar ve buranın vergilerini de doğrudan başkent Karakurum’a göndermişlerdir.

 



Moğol İmparatorluğu’nda nüfus sayımı ilk kez Cengiz Kağan tarafından 1206 yılında yapılmış ve bütün nüfus hane halkı çerçevesinde Köke Debtefâe kayıt altına alınmıştır. Cengiz Kağan 1225 yılında yeniden nüfus sayımı yaptırmıştır. İmparatorluk toprakları genişledikçe nüfus sayımının yenilenmesi gerekmiştir. Bu amaçla, mesela, 1233 yılında kuzey Çin’de, 1240’larda Rusya’da nüfus sayımı yapılmıştır. Bütün imparatorluğu kapsayan nüfus sayımı ise ilk kez Möngke Kağan zamanında 1252 yılında yapılmaya başlanmış, 1258 yılına kadar ancak tamamlanabilmiştir.


Gündelik Yaşam


Moğol İmparatorluğu’nun merkezî konumundaki İç Asya (bugünkü Moğolistan toprakları) bölgesinde iklim şartlarının elverişsizliği nedeniyle tarımla neredeyse hiç uğraşılmamış, savaş veya yağma sonucu elde edilen ganimet haricinde halkın ana geçim kaynağı hayvancılık olmuştur. Dolayısıyla, hayvanlar için otu bol olan yerler keşfetmek ve oralara göç etmek en önemli meselelerden biri olmuştur. Bu yüzden hayat tarzı kaçınılmaz olarak göçebeliktir. Hayvanlarını yaylak ve kışlak olmak üzere iki merkez arasında yıl içinde sürekli hareket ettirmişlerdir. Koyun ve at, beslenen en önemli hayvanlar olup göçebeler onların etinin yanı sıra, süt (içecek), yün ve deri (elbise) ile dışkısından (ısınma) da yararlanmışlardır. Ayrıca hayvanları ulaşım amaçlı değerlendirdikleri gibi değişim aracı olarak da kullanarak yerleşik topluluklar ile ticaret yapmışlardır. Para kullanımı ise Cengiz Kağan’ın ölümünden çok kısa süre önce uygulanmaya başlamıştır.

 


Yasa



Cengiz Kağan ve nispeten ardıllarının yayımladıkları yarlıklar, kurallar ve uygulamalar zaman içerisinde Moğol İmparatorluğu’nun bir çeşit anayasası olmuştur. 1206 kurultayında Türk ve Moğol kabileleri tarafından kağan seçilince Cengiz başta ordu ve İdarî işler olmak üzere çeşitli alanlarda emirler verip uygulama biçimlerini göstermiştir. Bu kararlar ve uygulanmadığında verilecek cezalar yasa (yasak, jasak, zasak) olarak anılmıştır.



Yasaya Cengiz’den sonraki kağanlar döneminde bazı eklemeler yapılarak kayda geçirilmiş, ancak o tamamen yazılı hale gelmemiştir. Moğol İmparatorluğu’nun ardılları devrinde yasa ile İslam dininin uygulamaları olan şeriat çatışmış, Cengiz soyundan gelen bazı hükümdarlar yasa taraftarı olurken bazıları şeriat taraftarı olmuşlardır. Bazıları ise ikisinin birbirinin tersi olmadığını ispat etmeye ve uzlaştırmaya çalışmışlardır.


Yam (Posta) Sistemi



Ögedey Kağan (1229-1241) döneminde profesyonelleşen posta teşkilatı her 45 km’de bir posta istasyonu (menzil) oluşturulmasına ve yolların bu iş için uygun hale getirilmesine dayanır. Bu istasyonlardan yabancı elçiler ile tüccarlar yararlandığı gibi asıl amaç imparatorluğun iletişimini hızlı bir şekilde gerçekleştirmektir. Kağandan gönderilen emirler ile ona ulaştırılması gereken bilgileri taşıyan habercilere kimin emriyle yolculuk yaptıklarını belirten kimlik belgesi payza verilir, bu kimliği gösterdiklerinde ise onlar burada yedek at, yiyecek ve dinlenme imkânı elde ederlerdi.


Bu istasyonların iaşesi yamçı denilen çevredeki halk tarafından karşılanırdı. Ayrıca onlar kendi bölgelerindeki köprü, geçit ve kuyuların bakımından da sorumlu tutulabilirlerdi. Kubçiri isimli bir vergi ödeyerek bu görevlerini finanse ederlerdi. Yamçıları denetleyen resmî görevliler vardı.


Pax-Mongolica



Moğol Barışı olarak tercüme edebileceğimiz bu terim meşhur İpek Yolu üzerindeki Moğol egemenliğini ve bu egemenlik sayesinde tacirlerin rahat ve huzur içinde, bir kere vergi ödeyerek Çin’den Doğu Avrupa’ya kadar ulaşmalarını ifade eder. O güne kadar Çin’den hareket eden kervanlar Doğu Türkistan üzerinden Mâverâün-nehr bölgesine, oradan da ya Hazar Denizi’nin kuzeyinden Karadeniz’in kuzeyinden, ya da Hazar Denizi’nin güneyinden Iran üzerinden en önemlisi ipek olan ticaret emtiasını batıya naklederlerdi. Elbette her devlet ve sınır yeni vergi demekti. Tacirler ya yeniden vergi vererek yollarına devam ederler, ya da mallarını ulaştıkları ülkenin tüccarlarına satarak geri dönerlerdi. Ayrıca güvenlik de önemli bir sıkıntıydı. Kervanlar sıklıkla yağmaya maruz kalır, durumu şikâyet edebilecek bir merci de pek bulunamazdı. Ancak Moğol hâkimiyeti ile birlikte İpek Yolu’ndaki çok uzun bir mesafe artık hem güven içinde aşılabilmiş, hem de tacirler pek çok kere vergi ödemek külfetinden kurtulmuşlardır.


Tüccarlar, Moğollar için çok önemliydi. Onlar imparatorluğun ihtiyaç duyduğu malları temin ettikleri gibi, Moğol idareciler için komşu ülkeler hakkında bilgi ulaştıran ve diplomat vazifesi üstlenen kişilerdi. Bu nedenle tüccarlar Yam sisteminden yararlanabildikleri gibi, güvenlikleri de en üst düzeyde sağlanıyor, hatta nakit ihtiyaçları dahi karşılanıyordu. Kağanlık tüccarlarla ortaklık (ortok) anlaşması yaparak onlara ticari açıdan destek oluyordu.


Moğol İmparatorluğu’nda Türkler



Moğol İmparatorluğu'nun kuruluş aşamasında esas unsur Moğollardı. Ama devletin kısa sürede genişlemesiyle birlikte pek çok Türk boyu Moğollara tabi oldu. Çünkü Çin haricinde Moğol İmparatorluğu'nun yayılma alanı, özellikle Türkistan ve Deşt-i Kıpçak sahası, hep Türk topraklarıydı. Dolayısıyla başta Uygur, Karluk, Kanglı ve Kıpçaklar olmak üzere pek çok Türk boyu Moğol egemenliğine girmiştir. Onlar imparatorluğun nüfusunu artırıp hâkim unsurun büyük oranda Türk olmasına neden oldukları gibi askerî ve idarî üst kademelerde de görev almışlardır. Böylece Türk etkisi Moğol İmparatorluğu'nda kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır. Zaten pek çok araştırmacı, bu Türk nüfuzundan dolayı siyasi teşekküle “Türk-Moğol İmparatorluğu” adını vermiştir.


Kağan olmasından sonra Cengiz’e tabi olan ilk Türk boyu Uygurlardır. Ne var ki, bu tabiiyet işgal veya fetih yoluyla değil, daha çok Uygurların 1209 yılından itibaren Moğol hükümdarına itaatlerini sunma şeklinde gerçekleşmiştir. Önce Beşbalık Uygurları kağana bağlılık bildirmişlerdir. O dönemde Cengiz daha çok kuvvetlenmediğinden Uygurların tabiiyetine çok sevinmiş ve kızlarından birini onların idikutu (lideri, hükümdarı) ile evlendirmiştir.


Moğol hâkimiyeti altındaki Uygurların çoğu Budist olup Müslüman olanlarının sayısı çok azdır. Uygurlar Cengiz Kağan’ın seferlerine katıldıkları gibi darugacılık ve başdarugacılık gibi idari görevler de üstlenmişlerdir. Ayrıca kağanın çocuklarına öğretmenlik yapıp Uygur-Moğol yazısının imparatorlukta geliştirilmesinde ve kullanılmasında etkin olmuşlardır. Zaten pek çok kaynakta Moğolların alfabelerini XIII. yüzyılda Uygurlardan aldıkları belirtilmiştir. Bundan başka Yükseköğretim hocaları ile doktorların da büyük kısmı Uygurlardandı. Aynı şekilde Karluklar, Kanglılar, Kıpçaklar ve diğer Türk boylarından insanlar da Moğol İmparatorluğu’nda askerî ve idarî kademelere getirilmişlerdir.

 

 


Moğol İmparatorluğu’nun ardıllarından Yüan Hanedanı zamanında Çin’de Uygur etkisi belirgindi. Kubilay Han’ın sarayında Uygurlar üst düzey görevler üstlenmişlerdi. Çin’deki Uygur asıllı Budist din adamları Türk dili ile dinî metinler üzerinde çalışmalar yapıyorlardı. Ayrıca Budizm metinlerini Uygurcaya da çeviriyorlardı. Kısacası, Çin’deki Moğol sarayının kültür dili Türkçeydi.


Altın Orda’da Türk nüfus o kadar yoğundu ki, yüz yıl geçmeden hanlık, her ne kadar hükümdar ailesi Moğol olsa da, artık bir Türk devleti niteliği kazanmıştı. Zaten Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsu’ndaki on altı büyük Türk devletine izafeten konulmuş on altı tane yıldızdan biri de Altın Orda Devleti’ni işaret eder. Yine, Türkistan merkezli kurulan Çağatay Hanlığı’nda da Moğol olan aristokrat tabaka haricinde neredeyse nüfusun tamamı Türk’tü. Moğol hükümdarlar yerel yöneticilerini kendilerine sadık Türklerden seçmişler, çok önemli bir olay meydana gelmedikçe onların yönetimlerine karışmamışlardır. Çağatay Hanlığı içinde Türk nüfusun yoğunluğu nedeniyle, ilerleyen yıllar içinde Çağatay ismi ile Türk ismi o kadar özdeşleşmiştir ki, Timurlular döneminde (1370-1507) Çağataylı terimi, Türkler için kullanılmıştır. Ayrıca bu devirde gelişen Türk dili ve edebiyatı da Çağatay dili ve edebiyatı olarak adlandırılmıştır.


Alıntıdır.

Mardin

 


1 Aralık 2022 Perşembe

PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCE HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

 


Peygamberimizin babasının adı Abdullah olup yukarıya doğru dedelerini şöyle sıralayabiliriz:


Abdulmuttalib, Haşim, Abd-i Menaf, Kusay, Kilab, Mürre, Ka'b, Lüey, Galib ve Fihr. Fihr, Hz. Peygamber'in onuncu dedesidir. Kendisine «Kureyş» denildiği için neslinden gelenler bu isimle anılmıştır. Hz. Peygamber'in soy kütüğü yirminci dedesi olan Adnan'a kadar bilinmektedir. Adnan ise İsmail Peygamber'in neslindendir.


Kureyş kabilesi on iki kola ayrılır:


- Abd-i Menaf Oğulları: Haşim'in babası ve Hz. Peygamber'in üçüncü dedesi olan Abd-i Menaf'ın dört oğlu vardı. Haşim, Nevfel, Muttalib ve Abd-i Şems. Abd-i Şems'in çocuklarının en meşhuru ise, Emevi ailesinin atası olan Umeyye'dir.



Kureyş'in diğer kolları ise şöyle sıralanır:


2-  Hz. Ebu Bekr'in soyu olan Temimoğulları,


3 -  Hz. ömer'in soyu olan Adiyoğulları,


4 -  Hz. Hatice'nin soyu olan Esedoğulları,


5 - Peygamberimizin anneleri Amine'nin soyu olan Zühreoğulları,

6 -  Halid b. Velid'in mensup olduğu Mahzumoğulları,


 7  Amr b. As'ın soyu olan Sehmoğulları,


8 -  Abdu'd-Dar Oğulları,


9 -  Ainiroğulları,


10 -  Harisoğulları,


11 -  Cumahoğulları,


12 -  Muhariboğulları.


Haşim :


Hz. Muhammed'in ikinci dedesi Haşim, yabancı devletler nezdinde Kureyş'in elçisi idi.


Kureyş, ticaret kervanının güvenlik içinde Şam'a gidip gelmesi için Bizans'la ticaret antlaşması yapmıştı. Kureyş'in, Şam'a giden ticaret kervanına çoğu kere Haşim başkan olurdu. Haşim, bu ticari seferlerden birinde Gazze'de öldü.



Haşim, Yesrib (Medine) 'den bir kadınla evlenmişti. Orada bir çocuğu oldu. İsmini Şeybe koydu. Daha sonra Haşim ölünce kardeşi Muttalib, yeğenini devesinin terkisine alıp Medine'den Mekke'ye götürdü. Şeybe'yi bu halde gören Mekkeliler, onu Muttalib'in kölesi zannettikleri için bu anlama gelen «Abdulmuttalib» ismini verdiler. Şeybe, artık bundan böyle Abdulmuttalib ismiyle anılacaktır.



Abdullah b. Abdulmuttalib :


Rivayete göre bir adam, Hz. Peygamber'e gelip: “Ey iki kurbanlığın oğlu” diye hitap etmiş, Peygamber Efendimiz de ona herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Sözü edilen iki kurbanın birincisinin Hz. İbrahim'in oğlu İsmail, ikincisinin ise Hz. Peygamber'in babası Abdullah olduğu söylenir.


Kur'an-ı Kerim'de ilk kurban olayı şöyle anlatılır:


«Biz de onu, halim selim bir evlat ile müjdeledik.»


«Çocuk, babası İbrahim'in yanında yürüyüp koşacak çağa girince, İbrahim ona: «Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum ·ne dersin?» dedi. Çocuk da: «Babacığım! Emrolunduğunu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın» dedi.»



«Her ikisi de Allah'ın emrine boyun eğip, İbrahim, çocuğu alnı üzerine yatırınca, Biz ona: «Ey İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin. İyilikte bulunanları işte biz böyle mükafatlandırırız» diye nida ettik.»


«Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı.»

«Biz ona, büyük bir kurbanlığı çocuğun yerine fidye olarak verdik.»


«İbrâhim’e selam olsun» dedirtmek suretiyle, sonradan gelen nesillerde Biz, İbrâhim’e güzel bir nam bıraktık.»


İkinci kurban olayına gelince, bunu bize tarih kitapları, özellikle de İbnü'l-Kelbi ile Taberi bildirmektedir. Bu hadise bize daha önce sözünü ettiğimiz Cahiliye Devri Arap adetlerinden birini daha göstermektedir. Araplar arasında önemli işlerde fal okları çekip bunlarda ne yazılı ise ona uyma adeti yaygındı. Aynı şekilde putlara kurban sunma adetleri de vardı. Bazan bu kurbanlar insanlar arasından seçilir, insan kanı akıtılırdı.



Abdullah'ın kurban edilmesi olayı kısaca şöyledir:


Mekke ve Kabe İslam öncesinde de bir ziyaret yeriydi. Arabistan'ın her yanından Araplar buraya gelirdi. Onlara «hacı» denirdi. İşte bu ziyaretçilerin su ·ihtiyaçlarını Abdulmuttalib karşılardı. Daha önce geçtiği gibi, Mekke içerisinde yeterli su olmadığı için hacıların içeceği su uzak kuyulardan getirilir, havuzlara doldurulurdu. Bu iş oldukça zordu. Bir çok insana ihtiyaç vardı. Büyük gayret gerektiriyordu. Bu sebeple Abdulmuttalib, «Zemzem» kuyusunun tekrar kazılmasını düşünüyordu. Mekkeliler ise buna şiddetle karşı koyuyordu. Abdulmuttalib bir gün bir adakta bulundu. On oğlu olur ve yetişip kendisini Mekkelilere karşı himaye edecek çağa gelirlerse, onlardan birini Kabe'nin yanında putlara kurban ·keseceğini söyledi. Allah dileğini gerçekleştirdi ve ona on evlat verdi. Abdulmuttalib de adağını yerine getirmek üzere çocuklarını Kureyş'in taptığı putların en büyüğü olan Hubel'in yanında topladı. Bu putların bekçisinden on oğlu arasında kura çekmesini istedi. Kura en küçük oğlu olan Abdullah'a isabet etti. Abdulmuttalib, çocukları içinde en çok Abdullah'ı severdi. Buna rağmen Abdullah'ın elinden tutup bıçağı alarak Kureyş kurbanlarının sunulduğu İsaf ve Naile putlarının önüne geldi.




Diğer çocukları ve Kureyş'in ileri gelenleri Abdulmuttalib'e engel oldular: «Buna bir çare bulunur, şimdilik onu kesme» dediler ve akıl danışmak üzere tanınmış bir kahin kadına gitmesini tavsiye ettiler. Abdulmuttalib o kahin kadına gitti. Kadın, Abdulmuttalib'e Abdullah'la bir kişinin diyeti (kan bedeli) olan on deve arasında kura çekilmesini, kura develere çıkarsa bunun Abdullah'ın diyeti olacağını, şayet Abdullah'a çıkarsa, putları razı edinceye kadar develerin sayısının onar onar artırılmasını söyledi. Abdulmuttalib, kahin kadının tavsiyesine uyarak Abdullah'la develer arasında kura çekmeye başladı.


İlk kuralar hep Abdullah'a çıkıyor, Abdulmuttalib de develerin sayısını onar onar artırıyordu. Nihayet sayı yüze ulaşınca kura develere çıktı. Abdulmuttalib, yüz deveyi kurban edip etlerini insanlar, hayvanlar ve kuşların yemesi için orada bıraktı.



Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu. Bu hadise Abdullah'a büyük şöhret kazandırdı. Daha sonra babası Abdullah'ı Amine binti Vehb ile evlendirdi. Bu evlilikten kısa süre sonra bir ticaret kervanı ile Şam'a gitti. Ancak, çok sevdiği eşinin yanına dönemedi. Yolda vefat etti. bu kısa beraberlikten Amine, insanlık tarihinin en yüce şahsiyeti olan bir bebeğe hamile kalmıştır. Sanki Abdullah, kurban olmaktan bu gaye için kurtulmuştu. Bu yavrunun dünyaya gelmesi için Amine ile evlenmek. Gerçekten de Abdullah, bu müstesna görevi yerine getirdikten biraz sonra ölmüştür.




Amine  Binti Vehb :


Abdullah görevini tamamlayıp ahirete göçmüş, fakat Amine'nin görevi henüz bitmemişti. Kendi bünyesine intikal eden yavruyu karnında taşımak, dünyaya getirmek, ona annelik etmek, büyütmek Amine'nin birkaç sene daha sürecek hayatının gayesi gibi görünür.


İşin psikolojik yönüne bakıldığında, Amine'nin genç ve şöhret sahibi Abdullah'la evlenmekten büyük mutluluk duyduğu, çok kısa süren bu beraberliğin kocasının ölümüyle sona ermesinden ise eleme garkolduğu düşünülebilir. Fakat tarih bize, onun hüzünle sükûneti, kederle rızayı bir arada yaşadığını bildiriyor. Teselliyi önce karnında taşıdığı çocukta, sonra da onun dünyaya gelmesinde bulan Amine altı yıl küçük Muhammed'e annelik şefkatini, sevgisini verir. Ve Muhammed altı yaşında iken sevgili annesi de Mekke ile Medine arasında «Ebva» denilen yerde fani dünyadan göçer.



Allah'ın, Muhammed'i ileride cihanşümul bir aileye reis olması için, ailesinden koparıp terbiyesini bizzat üzerine almak istemiş olduğu düşünülebilir. Kur'an-ı Kerim bunu: «0, bir yetim olduğunu bilip, seni barındırmadı mı?» şeklinde ifade eder. Hz. Peygamber de: «Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti» diye buyurarak aynı gerçeği dile getirir.



 





 


Hz. Muhammed'in Doğumu., Çocukluğu Gençliği ve Evliliği :



 

Hz. Muhammed, Abdullah'la Amine'nin kısa beraberliklerinin kutlu  bir meyvesidir. 20 Nisan 571'de Rebiulevvel ayının 12'sinde Mekke' de, Kabe yakınlarında bir evde dünyaya geldi. Doğduğu yerde bugün bir kütüphane bulunmaktadır. Bugün hacılardan bir çoğu Rasülullah'ın doğumuna şahit olan bu yeri ziyaret ederler.


Hz. Muhammed babasını görmedi. Annesi de küçük yaşta vefat ettiği için dedesi Abdulmuttalib'in himayesinde büyüdü. Süt annesinin yanında süt kardeşi Şeyma. ile birlikte koyun otlattı. Süt annesi Sa'd kabilesinden Halime'dir. Sekiz yaşında iken dedesini de kaybeden Hz. Muhammed'in bakım ve himayesini amcası Ebu Talib üzerine aldı. Ebu Talib ticaretle uğraşırdı. Hz. Peygamber, daha küçük yaşta ticaret işlerinde amcasına yardım etti. Bir seferinde de onunla beraber Şam'a kadar gitti.



Ebu Talib, Abdullah'ın öz kardeşi idi. Bu sebeple Hz. Peygamber'i amcaları içerisinde en çok seven ve O'na en iyi şekilde bakıp himaye eden de o oldu.



Hz. Muhammed, on dört yaşında iken ( 585) Dördüncü Ficar savaşı oldu. Bu savaş, Kureyş kabilesi ile Hevazin kabileleri arasında cereyan etti. Hz. Muhammed bu savaşta bizzat bulundu. Nitekim: «Ficar savaşında amcalarıma ok yapıp verdim. O zaman on dört yaşındaydım» şeklindeki sözleri rivayet edilmiştir. Bu savaş, haram aylar diye kabul edilen Muharrem, Receb, Zilkade, Zilhicce aylarında vuku bulduğu için, «Ficar (mukaddesata tecavüz)» savaşı denilmiştir. Ficar savaşı, Kinane, Hevazin ve Kureyş kabileleri arasında beş defa meydana gelmiştir.


Hz. Muhammed'in Peygamber olmadan önce yapmış olduğu en önemli işlerden birisi de Hatice binti Huveylid'in kervanı ile ticaret yapmasıdır. Hz. Muhammed, Hatice'nin kölesi Meysere ile Şam'a gider, çok kar elde ederdi. Bu ticari münasebetler sırasında birbirini daha yakından tanıyan Hz. Muhammed ile Hatice arasında hissi bir bağ kuruldu. Bu bağ iki yüce insanı evlilikle birleştirdi.


Evlilik sırasında Hz. Muhammed'in yirmi beş, Hz. Hatice'nin ise kırk yaşında olduğu bilinir. Hatice, dul bir kadındı. Daha önce iki defa evlilik yapmıştı. Hz. Hatice'nin yaşı üzerinde kaynaklarda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu farklılık, hepsi de güvenilirliği ile tanınmış tarihçiler arasındaki ihtilattan doğmaktadır. İki ayrı görüşü kısaca vermekte yarar görüyoruz:


Taberi dahil bir çok tarihçi, Hz. Hatice'nin, Hz. Peygamber'le evlendiği zaman kırk yaşında olduğu görüşündedirler. Muhammed Hüseyin Heykel, Aişe Abdurrahman vb. gibi çağdaş araştırıcıların bir çoğu, bu rivayeti kabul ederler. Bunlar görüşlerini şöyle açıklıyorlar: Hz. Hatice, Hz. Peygamber'le evlenmeden önce iki defa evlenmiş ve bu evliliklerinden çocuklar dünyaya getirmiştir. ikinci evliliğinden sonra Hz. Peygamber'le izdivacına kadar da bir süre geçmiştir. Bu süre içinde kendisine Kureyş eşrafından evlilik teklifleri olmuş, ancak onları geri çevirmiştir. Bu arada ticarete başlamıştır. Nitekim Hz. Peygamber de onunla ortak ticaret yapmıştır. Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'le yakınlığı bu sırada teessüs etmiş, dürüstlüğüne, hassasiyet ve ahlakına hayran olduğu Hz. Muhammed'le evlenme kararına varmıştır. Bir bakıma aradığı vasıflar onun şahsında bulunuyordu. Bütün bu gelişmeler onun kırk yaşında olduğunu ortaya koyar.




Burada şöyle bir soru akla gelmektedir. Hz. Hatice hicretten üç sene önce altmış beş yaşında iken vefat etti. O zaman Rasülullah elli yaşında idi. Hz. Peygamber'in İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz. Hatice'dendir. Hz. Hatice'nin bu yaşlılık döneminde doğum yapması mümkün müdür?



Tarihçiler bu soruyu şöyle cevaplandırır: «Bazı kadınlar değil kırk, elli yaşından sonra bile doğum yapabilir. Bu, kadının sosyal seviyesine bağlıdır. Hz. Hatice, müreffeh bir hayat yaşadığından bedenen yıpranmamıştır. Dolayısıyla, kırkından sonra doğum yapması gayet  normaldir.»



Bununla birlikte İbn Kesir'de de yer alan başka rivayetler vardır. Buna göre, Hz. Hatice, Peygamber Efendimiz'le evlendiği zaman yirmi beş veya yirmi sekiz yaşında idi. Abbas Mahmud el-Akkad, bu görüşü kabul eder. Akkad'a göre, Arap yarımadası gibi sıcak memleketlerde kadınların gelişmesi ve ihtiyarlaması çok erken olur. Öyle ki bir kadın kırkından sonra evlenmek istemez. Hz. Hatice gibi refah içerisinde yaşayan bazı kadınlar müstesna olsa bile bu genel bir hükümdür.




Hz. Hatice'nin yaşı konusundaki rivayetler bunlardır. Her rivayetin kuvvetli ve zayıf tarafları vardır. Ancak bunları daha fazla tartışmakta bir yarar görmüyoruz.


Şahsiyeti :


Biz yine, Rasülullah'ın hayatından bahsetmeye dönelim. Hz. Muhammed, hayatının bütün safhalarında güzel ahlak sahibi idi. ·İçki, kumar, eğlence meclisleri gibi o dönem Arap gençlerinin düşkün olduğu alışkanlıklardan uzak dururdu. Herkes, onun şahsiyetine saygı duyardı. Bu mümtaz özelliklerinden dolayı O'na «güvenilir anlamına gelen «el-Emin» unvanı verilmişti. Siyer kitapları, Hz. Peygamber'e duyulan bu itimadı anlatmak üzere bir olayı naklederler:



Rasulullah otuz beş yaşlarındaydı. Kureyş, Kabe'yi tamir ediyordu. Zaman zaman Hz. Muhammed de çalışıyor, onlarla birlikte taş taşıyordu. Kabe'nin yapımı bitip sıra Hacerü'l-Esved'i yerine koymaya gelince kabileler arasında tartışma çıktı. Taşı yerine koyma şerefi kime ait olacaktı? Tartışma büyüdü, nerede ise aileler birbirine girecekti. Sonra birisi bir teklifte bulundu: Kabe'ye Şeybe kapısından ilk gelen hakem olacak ve o ne derse herkes onu kabul edecekti. İlk gelen Hz. Muhammed oldu. Bütün kabileler buna sevindiler: «Muhammed emin bir kimsedir, O'nun hakemliğine razıyız» dediler. Durumu kendisine arzederek hakemliğini istediler. Hz. Muhammed, kabul etti. Harmanisini yere yaydı, Hacerü'l-Esved'i üzerine koydu ve: “Her aileden birer kişi harmaninin birer ucundan tutsun” dedi. Hep beraber taşı kaldırıp konulacağı yere getirdiler. Hz. Muhammed de taşı bizzat kendi eliyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Hz. Muhammed'in güven verici kişiliği bir kere daha sulh vesilesi oluyordu.



Hz. Muhammed, inanç noktasında da Kureyş'ten farklıydı. Tarihçiler, Hz. Muhammed'in hiç bir zaman puta tapmadığı görüşünde birleşirler. Putlardan da, Kureyş'in dini inançlarından da nefret ederdi. Yalnızlığı severdi. Zaman zaman uzlete çekilir, kainat ve onun yaratıcısını tefekküre dalardı. Bu amaçla senenin bir ayını Mekke yakınlarındaki Hira mağarasında geçirirdi. İbadetlerini Hz. İbrahim dini üzre yapıyordu. O sırada Mekke'de Kuss b. saide, Eksem b. Sayfi ve Umeyye b. Ebi's-Salt gibi bazı kişiler vardı ki, onlar da putlara tapmayıp Hz. İbrahim'in dinine inanıyorlardı. Bunlara «Hanif» deniyordu.


İslam'dan önce Hz. Muhammed sadece kendisi puta tapmamakla kalmamış, mümkün olduğu kadar başkalarını da puta tapmaktan alıkoymaya gayret etmiştir. Bu konuda Zeyd b. Harise şunları söyler:


«Bir defasında Hz. Muhammed'le Kabe'yi tavaf etmeye gitmiştik. Orada iki put vardı. Kureyşliler onlara dokunarak saygılarını belirtmiş olurlardı. Hz. Muhammed Kabe'yi tavaf etti, fakat putların yanına gitmedi. Ben diğerlerinin yaptığı gibi putlara dokundum. Hz. Muhammed bana: «Ey Zeyd! Onları mesh etme» dedi. Hz. Muhammed'in bu sözüne şaşırdım. O'nun bu konudaki tutumunu iyice öğrenmek için putlara bir defa daha dokunmaya karar verdim ve onları elimle mesh ettim. Bunun üzerine Hz. Muhammed bana kızıp: «Daha bırakmadın mı?» dedi. Ben de: «Şimdi bıraktım» dedim.»



Hz. Muhammed'in putlardan ve çirkin Cahiliye adetlerinden uzak kalışı, O'nu Allah'ın elçiliğini üstlenmeye hazırlaması için olmalıydı.




Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ’ın BÜYÜK  İSLAM TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak