30 Kasım 2022 Çarşamba

II. GÖK TÜRK DEVLETİ - KAPGAN KAĞAN DEVRİ

 Kapgan'ın Tahta  Geçmesi


692 yılında Gök - Türk devleti tahtına oturan Kapgan Kağan, II. Gök - Türk devletinin kurucusu Kutlug (Îlteriş)'un ölümünden sonra hükümdar olmuştur. Üzerine devraldığı hızla büyümekte olan devleti ağabeyi gibi, onun bıraktığı yerden başlayarak, her yönden geliştirmeye devam etmiştir.


552 yılında kurulan I. Gök - Türk Devleti 582'de Doğu ve Batı olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. 630 yılında her iki devlet de Çin hakimiyetine girdi. Yaklaşık elli yıl Çin nüfuzunda yaşadıktan sonra Kutlug ve yardımcısı Tonyukuk liderliğinde başlayan istiklal hareketi, kısa bir süre içerisinde yeni tesis edilen devleti güçlendirmeye, Çin esaretindeki Türk boylarını kurtarmaya dağınık Türk boylarını bir araya getirmeye çalıştı. Zaferlerle dolu olan kağanlığı 692'de ölümüyle son buldu. Kendi oğullarının yaşı küçük olduğu için yerine Çin kaynaklarında adından korkuyla bahsedilecek olan kardeşi Kapgan geçti.


Kapgan Kagan'ın hükümdarlığı iki yüz yıl süren Gök-Türk Devleti tarihi içinde 24 yıl gibi uzun sayılabilecek bir kağanlık süresinin teşkil etmektedir. Faaliyetlerinin ölümünden 18-20 yıl sonra dikilecek olan Orhun Yazıtlarında gayet açık şekilde anlatılmış olması, onun döneminin şöhretini Türk tarihi açısından daha da artırmaktadır . Bu devre ait bütün tarihi kaynaklara bakıldığında ortaya çıkan gerçek şudur: Kapgan en çok zafer kazanan, Çin'i en fazla korkutan, o devirde yaşayan bütün Türk topluluklarını hemen hemen idaresi altına alan, devletini çağının en kuvvetlisi yapan kağandır. Bu da incelemeye çalıştığımız Kapgan devrinde Gök - Türk devletinin önemini göstermektedir.


692 yılında Kutluğun ölümüyle boşalan Gök-Türk kağanlık tahtına Kapgan geçti. Onun Çin kaynaklarında mevcut biyografilerinde kağanlığı zorla ele geçirdiği kaydedilmiştir. Orhun Yazıtlarına göre ise durum farklıdır. Yaşı küçük olan Bilge ve Kül Tegin'in yerine töreye uygun olarak tahta geçtiği bildirilmektedir. Aynca diğer Çin kaynağı Kapgan'ın zorla değil, sadece kendisini kağan ilan ettiği bildirilmiştir. Gök- Türk tarihi boyunca birkaç defa hükümdar öldüğünde yerine mutlaka oğullarından birinin değil, siyasi iktidar gücüne sahip olanın bir başka ifade ile kuta malik olanın kağan olduğu görülmektedir. Yaşları küçük olan Bilge ve Kül Tegin'in yerine Kapgan'ın kağan olması son derece tabii karşılanmalıdır. Ayrıca KTD,16'da ve BKD,14'ıe töre gereğine amcam tahta oturdu denmektedir. Kapgan tahta oturur oturmaz yaptığı ilk iş ağabeyi adına  Kağanın balbalını dikmek oldu.




Kapgan'ın Politikasının  Esasları


Kapgan tahta oturduktan sonra, yukarıda belirttiğimiz gibi devleti her yönden geliştirme politikası izlemeye başladı. 693 yılının 12. ayında Çin'in Ling eyaletine saldırıp, yağmalar yaptı. Kendisine karşı koymaya çalışan Çinli general Li To-tsu'yu yendi. Bu arada eline geçirdiği Çinli asker ve memurların çoğunu öldürdü. Gök - Türk ülkesinin doğu bölümünde bu olaylar cereyan ederken, batı tarafında Tibetliler ile müttefik olarak Çin'e saldıran Gök - Türk A - shih-na Suei-tsu, Çin kumandanı Wang Hsiao-chie tarafından 694 yılının 2. ayında mağlup edildi. Diğer taraftan Suei-ye (Tokmak) şehri kumandanı Han Ssu-chung, on bin kişilik ordusuyla Çin'e akın yapan Ni-shu Erkin'i yendi.



Kapgan idaresindeki Gök - Türk kuvvetlerinin Ling eyaletini ele geçirip yağma etmeleri üzerine, Çin'deki Tang hanedanının imparatoriçesi Wu, aslen Pai-ma manastırı rahibi olan Hsie Huai-i'yi 18 generalin üzerine başkumandan tayin ederek, Gök - Türklere karşı birlikle savaşmalarım emretti. Bu generalin tayin olduğu bölge konusunda Çin kaynaklannda ihtilaf vardır. Ling eyaletinin Shuo-fang yakınında olması sebebiyle HTS 215A (s. 6045)'deki açıklamayı daha doğru buluyoruz. Diğer kaynaklarda verilen isimleri ise, bölgenin değişik garnizon adları şeklinde izah etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. 694 yılının 2. ayında vuku bulan bu tayinden sonra, aynı yılın üçüncü ayında harekete geçen Hsie Huai-i, çıktığı seferde Gök-Türk süvarilerinin sadece bir kısımıyla karşılaştı. Her halde savaşmaya cesaret edememiş olmalıdır ki; esas kuvvetlere rastlayamadığı bahanesiyle geri döndü. Öte taraftan HTS 215A'daki Kapgan'ın biyografisinden Çinlilerin bu sırada Gök - Türklere karşı çok uzun bir savunma hattı meydana getirdikleri anlaşılmaktadır.




Bu harekattan bir netice alamayan Tang hanedanının imparatoriçesi, aynı yıl Wang Hsiao-chie'yi "Shuo-fang bölgesi harekat ordusu baş kumandanı" tayin etti. Bu kumandanın görevi Gök-Türklere karşı savunma hazırlıkları yaptırtmaktı. Böylece az önce bahsettiğimiz Çinli general Hsie Huai-i'nin çekingenliği sebebiyle yerine adı geçen general tayin ediliyordu.



695 yılında meydana gelen bir diğer olay da, Kapgan'ın Çin'e elçi göndererek, dostluk münasebetleri tesis etmek istemesidir. Söz konusu olay Gök-Türk-Çin münasebetlerine yepyeni bir boyut kazandıracaktır. Kesin tarihini sadece TCTC 205'ten öğrenebildiğimiz Gök-Türk kağanının, bu ani barış teklifinden memnun olan Çin imparatoriçesi, bunu ifade edebilmek için ona "Sol Muhafızları Büyük Generalliği" ve "Ülkeye Dönen Dük" gibi bazı Çin unvanlarını takdim etti. Ayrıca 5 bin top ipek sundu.



Çin'in Baskı Altına  Alınması


Bu tarihten sonra hadiseler Kapgan'ın, Çin'deki Tang hanedanı karşısında durumunu daha da kuvvetlendirecek şekilde gelişti. Çin'in kuzey-doğusundaki Moğol asıllı Ch'i-tan'lar, tabi oldukları Tang hanedanına karşı isyan ettiler. 696 yılında (5. ay) aslen Ch'i-tan'ların reisi olup, Çin adına Sung-mo bölgesinde askeri valilik yapan Li Chin-chung ile Kui-ch'eng bölgesi askeri valiliği yapan Sun wan-lao, Ying ilçesine saldırdılar. Askeri barakaları yakıp, yıktılar. Vali Chao Wen-kuei'i öldürdüler. Bu isyanı bastırmakta güçlük çeken Çin ordusu aciz kalınca vaziyeti çok yakından takip eden Kapgan devreye girdi. Çin için fedakarlık yaparak, Ch'i-tan'ları sindireceğini, ancak karşılığında bazı isteklerinin olduğunu İmparatoriçeye bildirdi.


Onun Çin'den istekleri gerçekten bir hükümdarın gütmesi gereken devlet politikası açısından çok mühimdir . Gök - Türk devletinin bağımsızlığının olmadığı ve devletin Çin hakimiyeti altına düşmüş olduğu devrede (630-680) Çin'e göç etmiş olan kendi milletine mensup Türk boylarını geri almak istiyordu. Sıkışık durumda olan Çin imparatoriçesi, Sol İhtişamlı Muhafız Alayları Generali Yen Chih-wei'i Kapgan Kagan'a göndererek, onu "İyi Reform Yapan Kağan" unvanını verip, isteklerini kabul ettiğini bildirdi. Gök - Türk kağanının isteğinin Çinliler tarafından kabul edilmesi ve bunun kaynaklara yansıması Çin'in ne kadar zor durumda olduğunu göstermekledir. Bu aynı zamanda Orta Asya'da Kapgan Kagan'ın prestijinin artmasına sebep oldu.




696 yılı eylülünde Liang eyaletine saldıran Gök - Türklerden bir grup, önce buranın askeri valisi Hsü Ch'in-ming'i esir aldılar. Bu vali ordusunu teftiş ettiği sırada şehrin (kale) yakınına aniden pusu kuran Gök-Türkler tarafından yakalanmıştı.



Bu arada Kapgan Kağan, Çin ile anlaşıp, Yenisey bölgesini işgal etmekte olan Kırgızların üzerine yürüdü. Çin kaynaklarında bulunmayan bu bilgiyi sadece Tonyukukün yazıtında görmekleyiz. Kapgan ve Tonyukuk idaresi altındaki Gök - Türk ordusu kar sökerek, ağaç dallarına tutunarak, bazan atları yedeğe alarak yolsuz vadilerden Kögmen dağını aşıp, Yenisey kaynaklarında Anı Irmağı kıyısında Kırgızları bastırdı. Han'ı öldürülen Kırgız ülkesi teslim alındı8 5 Sıra üçlü ittifakın son halkası olan On Oklara (Sarı Türgİş) gelmişti.

Fakat, tam bu sırada Kapgan'ın hatununu ölümü, onun geri dönmesine yol açtı. Çünkü hatunu için yas törenine katılması gerekiyordu.


Yukarıda da söylediğimiz gibi, Ch'i-tan isyanının bastırılmasından ve Çin'deki Türk boylarının geri dönmesinden sonra, Kapgan Kagan'ın şöhreti ve gücü daha da artmıştı. Bu arada İmparatoriçe Wu, kağana özel İlteriş Büyük Ch'an-yü ve Milli Davasında Başarılı Kağan unvanlarını takdim ettiğini bildirmek için elçi gönderildi. Bu unvanın Kapgan'a verildiği haberi daha Kapgan'a bildirilmeden ve elçilik heyeti onun yanına ulaşmadan, 697 senesinin ilk aylarında Kapgan, Çin'in Ling ve Sheng gibi eyaletlerine saldırdı.


Bu mevkileri muhafaza etmekle görevli Çin sınır generallerinin hepsi yenildi. Ahali yağmalanmış, bir çoğu öldürülmüş, üstelik P'ing ordusu kumandan yardımcısı An Tao-mai mağlup olmuştu.


Tang hanedanının imparatoriçesi tahtı ele geçirişinden sonra devletin önemli mevkilerine kendi aile fertlerini getirmeye çalışıyor, asıl imparatorluk ailesi olan Li'leri uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Bunda da epey başarılı olmuştu ki; gerçek hanedandan sadece iki çocuk kalmıştı. Bu durum Kapgan Kağan tarafından dikkatle takip edildiğinden kısa zaman içinde Türkler ile Çin arasında büyük mücadelelere yol açacaktı. Tabii ki, Kapgan kendi ülkesi ve milleti menfaatine bir şeyler kazanmayı tasarlıyordu.


Söz konusu fırsatı değerlendirmek için Türk hükümdarı 698 yılında (5. ay) Çin'e elçi göndererek, kızının bir Tang prensiyle evlendirilmesi yolu ile akrabalık kurmayı ve müteffik olmayı teklif etti. Kapgan evlilik teklifinin yanında çok önemli isteklerde bulunmuştu . Onun asıl arzusu Cök - Türk devletinin fetret devrinden sonra Çin'in eline geçen ve onlar tarafından valilik haline getirilen (Ch'an-yü-tou-hu-fu) topraklan tekrar devletine bağlamaktı. Üstelik Gök-Türk devletinin sınırları içinde yüz elli yıldan fazla yaşayan Soğdları da geri istiyordu. Diğer taraftan Feng, Sheng, Hsia, Shuo, Ling ve Tai gibi altı eyalette yaşayan Türk boylarını da talep ediyordu. Hatta ekin tarlaları için 100 bin ölçek darı, 3 bin takım tarım aleti ve birkaç on bin chin demir de istemişti.


Kapgan Kaganın Çin'den istekleri ve Çinlilerin, buna karşı aldıkları tavrı, Çinli elçi Tien Kuei-tao'nun biyografisinde bulabilmekteyiz. Yen Chih-wei'in biyografisinde de epey malumat vardır; ancak Tien Kuei-tao'nun raporları daha zengin ve önemlidir . Kapgan'ın istekleri Çin sarayında uzun uzun müzakere edildi. Neticede İmparatoriçe Wu ve baş vezir Li Ch'iao söz konusu isteklerin yerine getirilmesinin Çin açısından mümkün olamayacağına karar verdiler. Bunu kağana bildirmek için Harem Ziyaretleri Müdürü unvanlı Tien Kuei-tao elçi olarak Gök - Türk ülkesine gönderildi. İsteklerinin reddedildiğini öğrenen kağan çok kızarak, elçiye ağır hareketlerde bulundu ve arkasından öldürmek için onu tutukladı. Fakat, bu sırada Gök - Türk devlet adamlarından Tonyukuk (A-shih-te Yüan - chen) elçiyi öldürmenin Gök - Türk - Çin münasebeüeri açısından iyi olmayacağını söylelerek, onu bu fikrinden vazgeçirdi. Hadisenin bu şekilde neticelenmesinden telaşa kapılan Çinli devlet adamları Yao Shou ve Yang Tsai-ssu evliliğin yerine getirilmesini, tohumluk darı, demir ve tarım aletlerinin gönderilmesini imparatoriçeye tavsiye ettiler.




Kapgan'ın istediği Gök - Türk ve Soğdlu aileler kuzeye geri gönderildi. Öte yandan tarım aletleri, demir ve tohumluk darı da yollanması üzerine Çin elçisi Tien Kuei-tao geri dönmek üzere serbest bırakıldı. Sadece bu elçinin biyografisinde olan bir kayda göre dönüşü sırasında ona merasim yapılmıştı. Kapgan'ın kızıyla evlenecek kişi olarak da İmparatoriçenin ailesinden bîri olan Wu Yen-hsiou seçildi. Daha önce Gök-Türk ülkesine giden, tercübeli Yen Chih - wei de adı geçen prense yardım etmek için vazifelendirildi. Bu vazifeye tayin edilmesinden dolayı Yen Chih-wei'e "Ayin Bakan Yardımcılığı" rütbesi tevcih edilmişti (698 yılı 7. ay). Heyete askeri vazifeli olarak P'ei Huai-ku da ilave edildi.




Kapgan'ın kızını gelin almak için yola çıkan Çinli heyet, Karakum (Hei-sha)'da bulunan güney Gök - Türk merkezine vardı. Çinli heyet Kapgan'ın huzuruna çıktığında, kağan onlara "Benim kızımın Göğün oğlu Li sülalesinden birisi ile evleneceği şüpheli, şimdi sen buraya Wu ailesinden birisi ile geldin. Göğün oğlu olup olmadığı belli değildir. Biz eskiden beri Li ailesiyle müttefikiz, şimdi duyuyorum ki; Göğün oğlunun (esas Çin imparatorunun) soyu yok olmak üzere, sadece iki oğlu var, Ben şimdi askerlerimle üzerinize yürüyerek genç olanı tahta geçireceğim" dedi.


Sonra prens Wu Yen-hsio ve yanına gelmiş olanları tutukladı. Refakat gayesi ile gelmiş olan Ayinler Bakan Yardımcısı Yen Chih-wei'i Çin Kagan'ı ilan etti.


Çin'e Karşı Düzenlenen Yeni Akınlar


Daha sonra ilan ettiği Çin kaganıyla beraber, maiyyetine yüz bin kişi alan Kapgan, Çin kaynaklarının tabiri ile aniden Çin'e saldırdı (698 yılı 7. ay). İlk önce hücum ettiği yerler Ching-nan, P'ing-ti ve Ch'ing vs. ordularının mevzilenmiş olduğu bölgelerdi. Bu arada Ching-nan ordusu kumandanı Mu - jung Hsüan-tse yanındaki beş bin askerle Gök-Türklere teslim olmak zorunda kalmıştı. Bunu takiben Kapgan, Kuei ve Tan eyaletlerini de yağma etti.


Bu Gök - Türk hücumlarına karşı, Çİn İmparatoriçesi yeni önemler almak zorunda kaldı; imparatorluk ailesi işlerine bakan memur Wu Chung-kuei, "Tien-ping orta ordusu kumandanı", sağ ihtişamlı muhafız alayları generali Sha-t'o Chung-i'yi Tien - ping doğu ordusu kumandanı olarak tayin edip, 300 bin askerle Gök - Türk ordusuyla savaşmak üzere yola çıkardı. Sağ muhafızları büyük generali Yen Ching-jung, Tien - ping batı ordusunu 150 bin kişi ile idare etmekle görevlendirilmişti. Fakat, yine de neticede 100 bin kişilik Gök - Türk ordusuna, 450 bin kişi ile karşı koymaya çalışan Çin ordusu başarılı olmadı. Çünkü Kapgan, ordusuyla beraber tekrar Heng-you bölgesinden girip, Wei eyaletine saldırdı. Fei-hu ilçesini yerle bir ettikten sonra Ting eyaletine girdi. Bu eyaletin valisi Sun Yen-kao'yu öldürdü . Evleri barakları yakıp, yıktılar. Neticede bölgedeki köyler bomboş kalmıştı.




İlerleyen Gök - Türk ordusu karşısında hiçbir şey yapamayan İmparatoriçe Wu, Kapgan'ı yok etmek için başka yollara baş vurmaya başladı. Bundan dolayı Kapgan'ı Öldürene prens unvanı vereceğini ilan edip, onun unvanını da Başı Kesik Çor (Chan-ch'o) olarak değiştirdiğini bir fermanla açıkladı. Bilindiği gibi daha önce Kapgan, Çinliler tarafından Mo-ch'o (Beg Çor) diye anılıyordu. Hücumlarına bütün hızıyla devam eden Kapgan, Chao eyaletini kuşatarak, baskı altına aldı. Buranın vali yardımcısı Tang Po-jo, kalenin etrafını çevirerek müdafaa etmeye çalıştı ise de Gök - Türkler kalenin içine girerek vali yardımcısı Kao Juei'i öldürdüler. Tang Po-jo, Gök - Türklere teslim olmak zorunda kaldı. Arkasından Hsiang eyaletine giren Kapgan, burayı da yağma etti.



Çin içlerine doğru Gök - Türk akınları bütün şiddetiyle devam ederken artık imparatoriçeyi Tang hükümdarı olarak tanımayan Kapgan, Yen Chih-wei ile beraber Gök - Türk ülkesine gelmiş bulunan Çinli memurlara rütbelerine göre üçüncü ve beşinci derecelere ait Çin unvanları ile bu derecelerdeki Çinli memurların giydiği elbiseleri verip, Çin'e geri gönderdi . Gayesi, Çin'e hakim olduğunu göstermekti. Ancak, İmparatoriçe bu elbiselere el koyup, memuriyet derecelerini de geçerli saymadı. Bu arada Kapgan, Çin imparatoriçesine bir mektup göndererek, şu sebepleri ileri sürerek onu: Tohumluk olarak gönderilen darılar aslında pişmişti; hediye olarak verilen altının ve gümüşün ayarı çok düşük idi; yukarıda da söylediğimiz gibi Çinli elçilere verilen elbiselere el konulmuştu, nihayet kızı bir hanedan prensi ile değil de İmparatoriçenin ailesinden biri ile evlendirilmeye kalkışılmıştı şeklindeki ifadelerle suçladı. İşte, bu sebeplerden dolayı yeniden Çin'e saldıracağını ve Ho - pei bölgesini ele geçireceğini ilan etti. Bu arada Yen Chih-wei'in Gök - Türk ülkesine gelişi sırasında ona askerleriyle refakat etmiş olan Çinli general P'ei Huai-ku'ya vezirlik teklif etli ise kabul ettiremedi. Bunun üzerine onu hapse attırarak öldürmeye karar verdi. Fakat, adı geçen general gizlice kaçarak, Çin'e geri döndü.








Çin'de Veliaht Değişikliği


Gittikçe artan Gök - Türk baskı ve akınları neticesinde şaşkına dönen İmparatoriçe Wu, daha evvel pasif vazifeye tayin ettiği Tang hanedanına mensup şehzade Chung Tsungü merkeze çağırarak, ona aktif bir vazife tevcih etti. Bu vazife Sarı Irmağın kuzeyinin baş kumandanlığı idi . Bir bakıma Kapgan Kağan, bu vesile ile Tang hanedanlığının bir başka ifade ile Çin tarihinin en parlak hanedanının yok olmasını Önlemiş oluyordu. Daha sonra iş başına geçecek olan Tang şehzadeleri yaklaşık iki yüz yıl daha imparatorluğu  yöneteceklerdir.

 



 


Her yönüyle çok hızlı gelişen Gök - Türk akınlarını, sözde veliaht da durduramadı. Çin'de gelişen bu olayı çok yakından takip eden Kapgan, daha yeni Çin ordusu daha hareket etmeden Chao ve Ting eyaletlerinin her tarafını yağma edip kadın-erkek 80-90 bin kişiyi ele geçirdi. Sonra Wu-huei-tao denilen askeri bölgeyi de geçerek geri döndü . Çin kaynakları bu olayı anlatırken Kapgan'ın "neticede başarılı olmadığını ifade etmektedir". Fakat, yukarıda da açıkça görüldüğü gibi asıl hedefine ulaşan Kapgan, hemen hemen bütün kuzey Çin'i istila etmişti. Üstelik generaller Sha-t'o Chung-i ve takviye orduları kumandanı Li To-su, Gök - Türklere karşı savaşmak üzere görevlendirildilerse de gerekli cesarete sahip olmadıklarından Kapgan'ın karşısına çıkmaktan çekinmişlerdi.




Sadece Ti Jen-chie, bu sırada geri dönmekte olan Gök - Türk ordularını 100 bin askerle takibe çıkmış, yine kaynakların ifadesine göre hiçbir netice elde edemeden geri dönmüştü .


Yukarıda görüldüğü gibi Tang hanedanlığına bağlı ardı ardına büyük darbeler indiren Kapgan, kuvvetini ve şöhretini çok fazla artırmıştı. HTS , Kapgan'ın gücünü tarif ederken, artık I. Gök - Türk devletininki kadar olduğunu bildirmektedir. Devletin toprakları doğudan batıya 10 bin ti (5670 km.) emrindeki askerin mevcudu 400 bin idi. Bu arada Gök - Türklere sığınmış olan Yen Chilı-wei, Kapgan'ın serbest bırakmasıyla Çin'e geri döndü. Fakat, kendisini affetmeyen İmparatoiçe Wu, onu ve bütün ailesini Öldürerek cezalandırdı (689 yılı 10. Ay).

 



Kapgan'ın Yeni Bir İdarî Teşkilatlanma Yapması


Artık, Orta Asya'nın en kuvvetli hükümdarı seviyesine yükselen Kapgan, Gök - Türk ülkesi içinde bazı idari değişikliler yapma yoluna gitti. Bu devletin hızla gelişip, büyümesinin ortaya çıkardığı bir netice idi. 16 yıl önce İlteriş Kutlug liderliğinde, Çin esaretinden kurtulan Gök-Türk devleti kısa zaman içerisinde bir cihan devletine dönüşmüştü . İşte, ortaya çıkan bu yeni durum karşısında Kapgan Kağan, kardeşi Tu-hsi-fu'yıı Sol Kanat (doğu) Şad'ı, ağabeyi Kütlüğün oğlu Bilge (Mo-chü)'yi de Sağ Kanat Şad'ı tayin etti. Ayrıca kendi oğlunu her iki taraftaki şadın üzerine "Küçük Kağan" unvanıyla vazifelendirdi. (Diğer adı Bögü, Çince Fu-chü). Böylece kendisi kağanlar kağanı pozisyonuna yükselmiş oluyordu. Küçük Kağan, aynı zanamda Chü - mi - k'un gibi 10 kabile (On Ok) lerin reisi de olmuştu. Öte taraftan Çincesi To - hsi (Geniş Batı) olan bir başka unvana da sahip idi (699 yılı).




Batı Yönünde Askerî  Harekât


Gök - Türk Devleti'nin en büyük düşmanı olan Çine karşı doğuda zaferleri devam ederken, batıda isyan eden Türgişlere karşı da seferlere girişildi. Küçük Kağan (İnel, Bögü), Bilge Şad ve Tonyukuk idaresi altındaki Gök - Türk ordusu Altay Dağlarının aştı, Cungarya (Yarış ovası)'ya vardıktan sonra Bolçu (Urungu gölünün güney-batı kıyısında Türgişleri ağır bir bozguna uğrattı. Bolçu zaferi neticesinde Türgişlerin bütün Nu-shih-pi ve To-lu kabileleri yani Balkaş, İli, Isık Göl ve Talaş bölgelerindeki Türkler, Kapgan'ın hakimiyetini tekrar tanıdılar. Daha sonra Gök - Türkler akınları Maveraünnehir (Kengü Tarban), Otrar şehri, Arış Irmağı civarlarına ulaştı.


Bu arada Bilge, 700 yılında Tangut'lar üzerine sefer düzenlemiş ve çocuklarını, kadınlarını at sürülerini, bütün mallarını ele geçirmişti.


 Yeniden Çin'e  Yöneliş


Lung-you bölgesine akın yapıp, 10 binden fazla at ele geçiren Kapgan Kağan ülkesine geri döndü. Bu saldırılar karşısında Çinliler yeni tedbirlere baş vurmak zorunda kaldılar. İleri gelen devlet adamlarından Wei Yüan - chung (Orhun Yazıtlarında Ong Tutuk ), Ling-wu bölgesi harekat ordusu kumandanı ve An-pei bölgesi büyük genel askeri valisi Hsiang Wan-tan da, Tien - ping bölgesi birinci komutanı olarak bütün Çin ordularını idare etme vazifesini üstlendiler. Çin ordusu Bilge ve Kül Tegin'in de katıldığı bu seferde Kül Tegin, Çinli kumandan Ong Tııtukü esir alıp Kapgan'a sunmuştur. Fakat, başarılı olmayan bu generaller geri dönünce akınlarını tamamlamış olan Gök - Türk ordusu kendi topraklarına ulaştı (701).



Tonyukuk Batıda


Bu sıralarda batıdaki Gök - Türk akınları devam ediyordu. Yaklaşık 25 yıldır Türkler tarafından idare edilen Batı Türkistan'daki şehir krallıkları buralara ulaşan Arap saldırılarına karşı koyabilmişti. Yine Tonyukuk, İnel ve Bilge tarafından idare edilen Gök -Türklerin batı orduları Seyhun (Yincü Ögüz) kıyılarına vardı, nehri geçerek, Maveraünnehr'in Kızılkum çölüne daldı. İnel Kağan kumandasındaki bir kısım kuvvet burada kalırken, Tonyukuk güneye ilerleyip, Türgiş başbuğu So-ke'nın idaresindeki Soğd halkını ele geçirdi. Ek-Tağ'ı da geçen Gök-Türk ordusu Demir Kapı'ya ulaştı (701 yılı).


702 yılının ilkbaharında Yen ve Hsia eyaletlerine akın yapan Kapgan, 100 bin at ve koyun ele geçirdi. Arkasından Shih-ling'e saldırdıktan soma Ping eyaletini muhasara etti. İmparatoriçe Wu, bir sürü yeni önlemler daha almaya çalıştı ise de hazırlanan Çin orduları Türk kuvvetlerine karşı çıkamaya cesaret edemediler. Tai ve Hsin bölgelerine giren Gök - Türk ordusu buralarda da yağmalar yaptı.


703 yılına gelindiğinde Gök-Türk kağanı politikasında değişiklik yaptı. Saldırılarını durdurarak, Çin'e Baga Tarkan'ı elçi olarak gönderip, yeni bir evlilik ittifakı teklifinde bulundu. Ancak, bu sefer damat olarak istenilenin sadece Tang hanedanına mensup değil, ayrıca veliahtın oğlu olması da gerekiyordu. Kapgan'ın gayesi tabii ki Tang hanedanlığı içerisinde çok daha fazla söz sahibi olmak İdi. Geçen defa kötü tecrübelerden dolayı İmparatoriçe, bu sefer daha temkinli davranmaya çalıştı. Hemen veliahtları yanına çağırıp, sarayda bir görüşme yaptı. Neticede Kapgan Kagan'ın teklifi kabul edildi. Kapgan teklifinin kabulünden duyduğu memnuniyeti göstermek için ileri gelen devlet adamlarından İ-li-t'an-kan'ı bin baş at ile birlikte Çin sarayına gönderdi . Elçi, imparatoriçeye teklifin kabulünden dolayı Kapgan'ın teşekkürlerini iletti. Su-yü-t'İng (imparatorluk sarayının bahçesinde bir köşk'de Gök - Türk elçisinin şerefine eğlence tertip edildi. Veliaht, baş vezir ve bütün saray erkanı üç sıra halinde bu eğlencede hazır bulundular. Gök-Türk elçisine bu denli itibar edilmesi Kapgan'ın ve Gök-Türk devletinin Çin nazarındaki üstün yerini açıkça göstermektedir . Bununla birlikte Gök - Türk elçisine bir çok hediyeler sunularak geri uğurlandı . Kapgan da karşı jest yapmakta gecikmedi. 689'da sahte prens olarak Karakum'daki Gök - Türk merkezine gelen Wu Yen - hsiou'yu serbest bıraktı.

Bu arada Gök - Türk devletine karşı isyan eden Basmıllar tekrar hakimiyet altına alındı.



Çin'de Taht Değişikliği ve Bunun Gök - Türkleri  Etkilemesi


Çin'i yaklaşık yirmi yıldan beri idare eden İmparatoriçe Wu, tahtı Chung Tsııng'a terketti (705). Bu suretle Gök-Türk-Çin münasebederinde yeni bir devir açıldı. Çünkü tahta yeni geçen Çin imparatoru farklı tutum içindeydi. Bunun üzerine tekrar hücuma geçen Kapgan, Ling eyaletinin Wu-sha kasabasına saldırdı (706 yılı 2. Ay). Bu sırada Ling-wu bölgesi ordusu başkumandanı Sha-t'o Chung-i, Gök - Türk ordusuna karşı koymaya çalıştı ise de Çin generallerinin hepsi yenilip, geri çekildiler. Söz konusu savaşlarda Bilge'de önemli rol oynadı. Bu savaşlar sırasında ölen insanların sayısı hakkında Çin yıllıkları CTS ile HTS farklı bilgiler vermektedir. Aynı sırada Çin'de büyük kuraklık oldu. CTS 194A, 6 binden fazla insan'ın öldüğünü kaydederken, HTS 215A, bu rakamı birkaç 10 bine çıkarmaktadır. Aynı ay içerisinde başka bir koldan Yüan ve Huei gibi eyaletlere giren Gök - Türk kuvvetleri Lung-you bölgesini yağma ettiler. 10 binden fazla at, 10 binden fazla koyun ele geçiren Kapgan, geri döndü . Bunun üzerine Gök - Türk saldırılarına karşı bir şey yapamayan Çinli general Sha-ı'o Chung - i görevinden alındı.


Gök - Türk saldırılarından iyice yılan Çin'in yeni imparatoru, daha Önce kabul edilmiş olan evlilik teklifini reddetti. Üstelik Kapgan'ı öldürene prens ve büyük generallik rütbelerinden birini tevcih edeceğini ilan etti. İmparatorun bu sırada aldığı karşı tedbirlerden biri de CTS'de belirtilip, HTS'de işaret edilmeyen imparatorun bütün memurlara Gök-Türkleri yıkıp ele geçirmek için planlar yapmalarını emretmesidir. Bu emir bundan sonra gelişen Gök - Türk tarihi içinde çok Önemli rol oynayacaktır. Çünkü birbiri ardına planlar hazırlayan Çinli devlet adamları; Gök - Türklerin güneye akın yollarını kesmek için üç tane Shou-chiang-ch'eng (teslim alma kalesi) kurulmasını, General Sha-t'o Chung-i'nin korkak olduğu için görevden alınmasını, diğer kumandanlara mükafat verilmesini, sınır boylarındaki valilerin çok dikkatli seçilmesini, askerlerin çoğaltılıp, gerekli levazımatın yığılmasını imparatora tavsiye ederek, Gök-Türklere karşı, sefer yapılmasını, ancak daha önce Gök - Türk ülkesi içinde müsait durumun yaratılmasını, öte taraftan kazanılacak süre içerisinde onlara karşı savaşacak ordunun eğitimi fırsatının elde edilebileceğini, diğer taraftan çok geniş çapta bir sefer açılabilmesinin mümkün olacağını bildirdiler.






Evlilik teklifinin reddedilmesine çok kızan Kapgan, Gök-Türk Devleti içerisinde yakaladığı resmi memur sıfatlı Çinli Ts'ang Ssu-yen'i öldürttü . Bu şahıs her ne kadar Liu Mau-tsai tarafından elçi olarak gösterilmekte ise de yıllıklar söz konusu hadiseyi anlatırken genelde kullanılan elçi kelimesinden farklı olarak seyahat eden resmi görevli kişi anlamına gelen kelimelerle yazmışlardır. Bu da bizi ister istemez adı geçen kişinin casus olduğu konusunda bazı düşüncelere sevk etmektedir. Bahis konusu tarihten sonra (705) Gök-Türk ülkesinde sık sık isyanların çıkmış olması, az önce söylediğimiz gibi CTS'de uzun uzun anlatılan bir raporun imparatora sunulması ve adı geçen şahsın casus olduğu konusundaki tahminimizi kuvvetlendirmektedir.

 



707 yılının 5. Ayında "Sınır Muhafızları Generali" rütbeli Chang Jen-tan, Shuo-fang bölgesi baş kumandanı oldu. Kendisine kuzey sınırlarının savunması vazifesi verilmişti. Ertesi yıl Çinliler, Sarı nehrin kuzeyinde daha evvel yabancıların gelip, Çin ile münasebet tesis ettiği veya teslim olduğu üç kale-Şehrin inşasına, eski olanların da tamirine başladılar. Gök - Türk hücumlarının gelmesi muhtemel yollara yığınaklar yapılıp barikatlar kuruldu. Çinliler bu şekilde Kapgan'ın güneye saldırı yollarını tıkamayı tasarlamışlardı. Bundan sonra Tang Hsiou-ching, sınırları koruma kumandanı olarak, söz konusu mevzilere yerleşti.




708 yılının 11. Ayında batıdan da bazı Gök - Türk birliklerinin Çin'e girdiğini görmekteyiz. Bu esnada batıdaki Gök - Türklere gönderilen Feng Chia-ping adlı kişi de Öldürüldü. Aslında Türgişlere gönderilmiş adı geçen şahsın da casus olma ihtimali kuvvetlidir. Diğer taraftan An-hsi askeri valisi Çinli kumandanı Niou Shih-chiang ile Türgişler, Hou-shao kalesinde savaştılar, mağlup olan Çinli vali öldürüldü.



Boyların  İsyanı


Gök - Türk devletine karşı isyan hareketine kalkışan boylardan Çiklerin Kem-İrtiş arasında, Azların Isık Gölünün batısında 709 yılında itaat altına alındığı Bilge Kağan kitabesinden anlaşılmaktadır. Bu sırada Gök - Türk ordusunu Bilge Şad idare etmişti.


Aynı sıralarda Çin'in imparator değişikliğine sahne olduğunu görüyoruz. Chung Tsung ölünce, Juei Tsung onun yerine tahta geçti. Bu imparatorun tahta geçişinin ilk yılında Kapgan, tekrar Çin'e elçi göndererek evlilik yoluyla müttefik olmak istedi (711 başları). Fakat, bu defa bir Çin prensesini hatun olarak almak istiyordu. Kapgan'ın teklifi Çin sarayında müzakere edildi. Neticede Sung bölgesi prensi Ch'eng-ch'i'nin kızına Chin-shan (Altın dağı-Altay dağları) prensesi unvanı verilerek Gök-Türklere gönderilmesine karar verildi. Evlilik teklifinin kabul edilmesinden memnun olan Kapgan, oğullarından Yang-wo-chih Tegin'i ikamet etmek üzere Çin sarayına gönderdi . Bu Tegin, Çin sarayına vardığında kendisine yüksek generallik rütbelerinden biri tevcih edildi. Artık Çin'e karşı yumuşak bir politika izlemeye başladığını gördüğümüz Kapgan'ın Çin'e karşı tavır değişikliğinin sebebi hiç şüphesiz aşağıda bahsedeceğimiz üzere ülkesinde sık sık isyanların çıkması idi.


"Altay Dağı (Chin-shan)" prensesinin Gök-Türk ülkesine gönderilme işinde refakatçi olarak Ho Feng-yao tayin edildi. Gelini götüren heyet, Gök - Türk topraklarına girdiğinde Kağan da onları karşılamak için bir elçilik heyeti göndermişti. İki heyet yolda karşılaştıklarından, Gök-Türk heyetinin başkanı, Ho Feng-yao'ya prensesin Tang hanedanına mensup olmayışından dolayı kızdı. Daha sonra Ho Feng-yao ve yanındakiler, Kapgan'ın bulunduğu yere ulaştılar. Hediyelerin çok sayıda oluşu, elçilerin iyi reverans yapışlarını gören Kapgan, prensesin gerçek olmayışına aldırmadı. Üstelik Çin ile iyi münasebet tesis etmeyi de kabul etti. Aslında Kapgan'ın yumuşamasının en büyük sebebi hiç şüphesiz o sıralarda Bayırku ve Türgiş isyanlarının çıkması dolayısıyla devletin içerde çok zor kalması idi.




Bu sıralarda Suııg Ch'üan, Tang Hsiou-ching gibi birkaç Çinli general aslen Moğol boylarından olup, Gök-Türklere tabi Hsi'ler ile Ling-hsing'de savaşırken esir düştüler (710 sonları). Daha sonraları Hsi'ler tarafından Gök-Türklere teslim edilen bu generaller öldürüldü . Bundan sonra bölgeninin Sınır Muhafızlığı kumandanlığı görevi Kuo Yüan-chen'a verildi. Kısa süre sonra Juei Tsungün tahttan uzaklaştırılıp, yerine Hsüan Tsungün geçmesiyle yine Çin'de imparatorluk değişikliği olmuştu. Bu imparator tahta geçer geçmez daha evvel Gök-Türklere yapılmış olan evlilik ittifakını reddetti. Çin'e karşı eski atak ve üstün durumu devam etmeyen Kapgan, ülke içindeki isyanlarla meşgul oluyordu. Bu isyanlardan Orhun Abidelerinde açıkça bahsedilmektedir. 710 yılında isyan eden Kırgızlar, Bilge ve Kül Tegin kumandasındaki ordu tarafından Kögmen Dağlarının kuzeyinde Songa ormanında ikinci defa mağlup edildiler. Aynı yıl Tola Irmağı civarında yaşayan Bayırku'lar, Türgi-yargın Gölü yakınında yapılan savaşta bozguna uğratıldı. 711 yılında Türgişler isyan edince, Orhun Yazıtlarının ifadesiyle üzerlerine yüründü ve yenildiler, reisleri So-ke öldürüldü. Arkasından Bars Beg, Türgiş Kağanı tayin edilerek, Bilge'nin kız kardeşiyle evlendirildi, sonra Semerkand'a sefer tertip edildi. 703'te Beşbalık halkının daveti üzerine bu şehir üzerine yürüyen Bilge düşmanları (muhtemelen Basmıl) yenip, şehir halkını kurtardı. 713 yılında Karluklar, Kapgan, Bilge ve Kül Tegin'in ortak hareketi neticesinde Tamug Iduk-baş (Tamir ırmağının doğduğu yer)ta mağlup edildiler. Muharebede yenilen Karluklar kaçarak Çin'e sığındılar.



714 yılı 2. Ayda İnel (İ-nie) Kağan, Tung - e (Tonra) Tegin ile Huo - pa İlteber unvanlı Kapgan'ın kız kardeşinin kocası Shih-shih-pi, süvarileriyle beraber Pei-t'ing (Beşbalık'ın kuzeyi)'e saldırdılar. Kuşatma sırasında kalenin yakınına sokulan Tung - e Tegin öldürüldü. Bu başarısız hadise üzerine Huo-pa İlteber geri dönmeye cesaret edemedi. Yanına karısı ve oğullarını alıp, Çin'e gitti ve teslim oldu. Bundan çok memnun olan Çin imparatoru, İltebere "bol Muhafızları Büyük Generallığı" ile Yen-shan bölgesi prensliği, karısına da Altay dağı Chin-shan prensesi unvanı verildi. Diğer taraftan kendilerine 10 tane kadın köle, 10 at ve 5 bin top ipek vb. hediyeler sunulmuştu. Aynı yılın üçüncü ayında Chi-hsi bölgesi vergi memuru A-shih-na Hsien, Türgişlere saldırıp, reisleri Tou-tan'ı ele geçirdi.




Kapgan tarafından Tang hanedanının merkezine ikamet etmek için gönderilmiş olan Yang-wo-chih Tegin, Çin'de öldü. Çin imparatoru bir ferman yayınlayarak, hanedana akraba ailelerden en az üç kişinin Ölen Tegin'in ailesini ziyaret edip, taziyetlerini sunmalarını emretti, ölümünden sonra ailesinin iyi davranışlara mazhar olması, aslında onun Çin'de bulunduğu sırada bir rehine gibi değil, aksine gayet itibarlı şekilde yaşadığını göstermektedir.



Gök - Türk Kağanı Kapgan, tekrar Çin'e elçi gönderip evlilik yolu ile akrabalık teklifinde bulunduğu ise de imparator kabul edilip, etmediğini bildirmedi. Diğer taraftan Çin kaynaklarının ifadesi ile onun olağanüstü başarılarından korkan Moğol kabileleri Ch'i-tan ve Hsi'ler de Gök - Türk yüksek hakimiyetini tanıyıp, Kapgan'a bağlandılar. Kaynakların ifadesine göre Gök-Türk ordusunun sayısı dışarıda bütün gailelere rağmen 400 bin kişiyi bulmuştu. Bir başka deyişle bu kadar yay çekene sahipti. Fakat, Kapgan'ın halkını çok sert idare etmek gibi büyük bir hatası vardı. Zaten çok yaşlanmıştı. İşte bu sert tutumu devletin başına büyük dertler açıyordu. Boylar arasındaki huzursuzluk gittikçe arttı. On kabile (on-ok)nin Sol Tu - lu boylarının Beş Çorü , Sağ Kanat Beş Nu-shih-pi'lerin Beş Erkini hep beraber Çin'e müttefik olmak için teklifte bulundular. Karluklar gibi diğer birkaç Türk boyu da Çin'e vassal olmak için başvurdular (715 yılı 4. Ay). Çinliler bu tekliflerin hepsini kabul etti. Ancak, kendileri için çok önemli stratejik mevkilerde Gök - Türk ülkesi sınırları İçerisinde oturmalarını istedi. Tang imparatoru böylece Gök - Türk devletini içerden daha iyi yıpratabilme fırsatını elde edecekti. Ortaya çıkan yeni durum karşısında İmparator Hsüan Tsung, bazı yeni tedbirler de aldı; Çin'e yeni bağlanan kabileleri daha iyi pasifize edebilmek için teşkilatlarını yeniden düzenledi.




Bu hadiseler üzerine Kapgan, Karluk ve diğer boylara defalarca saldırdı. Çin imparatoru da buna karşı bütün vali ve kumandanlarına iki koldan isyancı Türk boylarını desteklemelerini emretti. Diğer taraftan tedip edilen boylar arasına Azlar ve İzgiller de katıldı (715). Aynı yılın baharında Kapgan'ın Dokuz Oğuz seferi sırasında yenilen Oğuzların bir kısmı da Çin'e sığındı.


Ardı arkası kesilmeyen isyanlar neticesinde Gök - Türk devletinin gücü oldukça zayıfladı. Bu durum Gök - Türk tabiyetinde olan yabancı kavimlere de tesir etti. Tu-yü - hun'lar, Kao-li (Kore)'lerin bir kolu olup aynı zamanda Kapgan'ın damadı Kao Wen-chien vb. bir çok Gök - Türk vassalı gidip, Çin'e bağlandı. Çin'e sığınanların hepsine özel yüksek Çin unvanları tevcih edilip, generallikler ve düklükler verildi. Gök - Türklerden kopmalar bununla da kalmadı Kapgan'ın damadı A-shih-te-hu-lu aniden Çin'e gitti ve Tang hanedanına tabi oldu. Gök - Türk hükümdarı ise ülkesinde çıkan isyanları bastırmaya devam ediyordu. Reisleri A-pu-ssu olan Dokuz Kabile'ye (Oğuzlar) saldıran Kapgan, onlarla Chi-pci'de savaştı. Dokuz Kabile yenildi, insanlarım çoğu öldü Dokuz kabile grubuna dahil mağlup, Ssu-chieh (İzgil) ve diğer bazı boylar da Çin'e bağlandılar. Çin imparatoru bunların reislerinin hepsine idari unvanlar verdi. Bunun gayesi Kapgan'ın himayesinde bağımsız olmayan Türk boylarına, bu şekilde artık bağımsız olduklarını hissettirmek idi . Ancak, yine de kuzey sınırlarında bir sürü yeni önemler alarak, herhangi bir Gök - Türk saldırısına karşı teyakkuz halinde olmalarını emretti.






Kapgan'ın Pusuya Düşürülmesi ve Ölümü


Çin İmparatoru Hsüan Tsung, Kapgan Kagan'ı tamamen ortadan kaldırmak, ya da eline geçirmek istiyordu. Bu maksatla Gök - Türk ülkesinde üç ayrı bölgede bulunan ve yukarıda bahsettiğimiz gibi Çin ile daha önce müttefik olan, üstelik çeşitli Çin unvanları da alan Türk boylarının reislerine yeniden unvan ve hediyeler sunuldu. Bu suretle yeniden taltif edilerek, Kapgan'a saldırmak için tahrik ediliyorlardı. Böylece Kapgan'a karşı ihanet cephesi tekrar harekete geçmişti. Çin müttefiki Bayırku'lar isyan edince, Kapgan üzerlerine yürüdü . Tola Irmağı kenarında yapılan savaşla Bayırkular çok ağır bir bozguna uğradılar. Ancak, Kapgan zafer kazanmanın verdiği mağruriyet İçerisinde çok az sayıda askerle geri dönerken Söğüt Ormanında savaş artığı Bayırkuların reisi Chie-chih-lüe'nin ani hücumuna uğrayarak öldürüldü . Her iki yıllıktaki ifadeden anlaşıldığına göre casus olan Çinli Ho Ling-ch'üan, o sırada Bayırkuların yanında bulunuyordu. Bu şahıs Kapgan'ın kesik başını alıp, Çin başkentine götürdü (716 yılı 6. Ay).




24 yıl süren parlak zaferlerde dolu bir kağanlık dönemini çok hazin bir sonla kapayan Kapgan'ın yerine kendisinin daha evvel Küçük Kağan tayin ettiği oğlu İnel geçti ise de Kutlugün oğlu Kül Tegin bir ihtilal yaparak, onu ve bütün ailesini ortadan kaldırdı; sonra ağabeyi Bilge Şad'ı kağan olarak tahta geçirdi.



Ahmet Taşağıl’ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Doğu Avrupa'daki Türk Devletleri ve Boyları-5

 


PEÇENEKLER (860-1091)


Batı Gök-Türk boylarından olan Peçenekler, Hazarların ve Uzların (Oğuzların) baskısına dayanamayarak 860-880 yıllarında kalabalık kitleler hâlinde îtil’i geçerek Don-Kuban bölgesine göç ettiler. Buralarda yaşayan Macarları yerlerinden çıkardılar. Peçenekler, Karluk ve Oğuzların baskısı ile VIII. yüzyılın ikinci yarısında Batı Sibirya’ya çekilmek zorunda kaldılar. Daha sonra Don-Kuban mevkiine geldiler. 889-893 yıllarında ise, Don nehrinden Dinyeper’in batısına kadar uzanan sahaya hâkim oldular. Peçeneklerin buralarda sekiz boy hâlinde yaşadıkları bilinmektedir. Bu boylar şunlardır: Ertim, Yula, Çor, Külbey, Karabey, Tolmaç, Kapan ve Çoban. Bu adlardan bazıları eski Türk unvanlarıdır (Yula, Çor, külbey, Kapan, Kargan). Ertim, Çor ve Yula boyları birlikte hareket edildiğinde idareci durumundaydılar ve bunlara Kenger (Kangar) denilmekte idi. XII. yüzyıla gelindiğinde boy sayısı on üçe yükseldi. Hazarlar, Uzlar, Macarlar, Fin kabileleri ve Slavlar, Peçeneklerin komşuları idi.


Don nehrinden Tuna’ya kadar uzanan bozkırları ellerinde bulunduran Peçenekler, özellikle Kiev Rus devleti üzerinde büyük tesirler bırakmışlardır. Peçenekler ilki 915 yılında olmak üzere Ruslar üzerine 1036 yılına kadar on bir büyük akın yaptılar. 968 yılında Kiev’i kuşattılar ve Knez Svyatoslav’ı mağlûp ederek Rusların Karadeniz’e inmelerini engellediler. Bu durum, Bizans’ın menfaatlerine de uygun düşüyordu. 915’te başlayan Peçenek-Bizans dostluğu, İstanbul’dan gönderilen elçiler ve hediyelerle bir müddet devam ettirildi. Peçenekler, ayrıca Bizans’tan kumaş, baharat, boya, süs eşyası ve mücevherat alıyor, karşılığında bal mumu, tutkal ve kıymetli deri satıyorlardı.


Uzların (Oğuzlar) sürekli baskısı Peçenekleri batıya göçe sevk ediyordu. Bu yüzden Peçeneklerin bir kısmı 942-970 yılları arasında Macaristan’a yerleştiler. Peçenekler, XI. yüzyılın başlarında Dnyester boyuna inince Don bölgesindeki güçleri zayıfladı. Bundan istifade eden Ruslar, Peçeneklere 1036 yılında ağır bir darbe vurunca, Tuna boylarına geldiler. Tuna nehri onlarla ile Bizans arasında sınır oldu. Uz baskısının şiddetlenmesi üzerine Peçenekler Balkanlara doğru kaymaya başladılar. Bazı Peçenek boyları Bizans’ın sınır bekçiliği yapıyordu. 1048’den sonra Bizans hizmetine girenlerin sayısı arttı. Bunlar arasından Anadolu’ya da gönderilenler oldu. Anadolu’da Peçeneklerle ilgili birçok yer adı, Bizans tarafından yerleştirilen bu Peçeneklere aittir. Bunlardan bir kısmı Malazgirt savaşında Alparslan tarafına geçerek Bizans’ın yenilmesinde rol oynamışlardır.


1050 yılından itibaren Peçenekler, Balkanlarda Bizans ile şiddetli mücadelelere giriştiler. İzmir Beyi Çakan, İstanbul’u zapt etmek üzere Peçenek başbuğlarıyla anlaştı. Ege’deki donanması ile Çakan, Marmara sahillerinde Selçuklular, Edirne’de Peçenekler İstanbul’u kıskaç altına almak üzere anlaştılar (1091). Çok zor durumda kalan Bizans’ın imdadına doğudan gelen Kumanlar yetişti. 1060 yılından itibaren Peçeneklere ait Karadeniz’in kuzeyindeki sahayı işgal eden Kumanlar, 1080’lere doğru Tuna boylarına kadar ilerlediler. Bizanslılar bu durumdan faydalanmanın yollarını buldular. Meriç nehri kenarında Bizans’a kesin bir darbe indirmeye hazırlanan Peçenekler, Bizans’ın tahriki ile çok kalabalık olan Kumanların saldırısına uğradılar (1091) ve tarih sahnesinden çekildiler.


Hayatta kalmayı başarabilen Peçeneklerin bir kısmı Macaristan’a gittiler ve Peşte çevresi ile Fertö vilâyetinde yerleştirildiler. Bir kısmı da Uzlar ve Kumanlar arasına karıştılar. Balkanlarda kalanların çoğu ise, Vardar nehri boyunca yerleştiler. Makedonya’daki Meglano-Ulah’ları ile Sofya etrafındaki Şop-Bulgarlarının Peçenek neslinden oldukları söylenmektedir. Anadolu, Sırbistan, Rusya, Macaristan ve Kafkaslarda bazı yer adları ile halk efsanelerinde Peçeneklerin hatıraları yaşamaktadır. Orta Macaristan’da ele geçen meşhur, Nagy-Szent Miklos hâzinesinin altın kapları üzerindeki Gök-Türk alfabeli yazıların Peçeneklere ait olduğu ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca Güney Rusya’da Poltava’da bulunan Perescepine hâzinesi de onlara aittir.


Yüz elli yıldan fazla Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Peçenekler, her biri kendi başbuğunun idaresinde olarak boy teşkilâtı çevresinde kalmışlar ve bir devlet kuramamışlardır. XI. yüzyıl ortalarında Turak adında bir başbuğ on bir Peçenek boyunun başına geçmişse de bütün boyları hâkimiyeti altına alamamıştır.


UZLAR (860-1068)


Oğuzların bir kolu olan bu kavim Rus yıllıklarında Tork (Türk), Bizans kaynaklarında ise Uz diye geçmektedir. Uzlar, 860’lı yıllarda Peçenekleri İtil ötesindeki yurtlarından çıkararak o sahaya yerleşmişler ve sonradan batıya doğru ilerlemişlerdir. Kiev knezi Vladimir’in müttefiki olarak 985 yılında İtil Bulgarlarına karşı yapılan sefere bazı Uz grupları da katılmıştı. Uzların Kiev bölgesine göçleri, 1036 yılında Peçenekleri mağlûp etmelerinden sonra olmuştur. Uzları Peçenek yurduna sevk eden sebep ise, 1030 yılından itibaren Don nehri boylarında faaliyet göstermeye başlayan Kumanlardır. Nitekim Uzlar, Kumanların ileri harekâtı neticesi Dinyeper havalisine doğru kaymışlardır (1048).


Kiev Rusyası’nın güney bölgelerine kadar yayılan Uzlar, 1060 yılında ani bir Rus hücumuyla mağlûp oldular ve kalabalık Uz kitleleri batıya doğru çekilmek mecburiyetinde kaldılar. Uzlardan bir kısmı Kiev dolaylarında Rus knezlerinin hizmetine girerek Ros nehri boyunca yerleştiler. Batıya giden Uzlar ise 1065 yılında Bizans ve Bulgar direnişini kırarak Tuna boylarına geldiler. Bu bölgede, daha önce yurtlarından ettikleri Peçeneklerle komşu oldular. Bu sırada, Kuman baskısı yüzünden Tuna’yı geçerek Balkanlar ve Trakya’ya kadar ilerlediler.


Uzların yayıldıkları geniş coğrafyayı tam manasıyla idareleri altında tutmaya güçleri yoktu. Bu sırada bastıran şiddetli kış ve Uzlar arasında baş gösteren salgın hastalıklar çok sayıda insan kaybına sebep oldu. Ayrıca Bizans entrikası, intikam alma duygusuyla harekete geçen Peçenekler ve bölge halkının hücumları da Uzların güçlerini yitirmelerine sebep oldu. Baskınlardan kurtulan az sayıda Uz, Macaristan’a akın tertip etmişlerse de başarılı olamadılar (1068).

Bir miktar Uz kalıntısı Bizans ordusuna alınarak başta Makedonya olmak üzere çeşitli bölgelere gönderilmişlerdir. Bu Uzlardan bir grubun Selçuklulara karşı Anadolu’da Bizans saflarında bulunduğu bilinmektedir. Güney Rusya’ya dönen bazı Uzlar ise, Kiev şehrinin varoşlarına yerleştirilmiştir. Doğu Avrupa sahasında kısa bir dönem faaliyet gösteren ve diğer Türk boylarına kıyasla kendileri hakkında çok az bilgi sahibi olabildiğimiz Uzların günümüze kadar gelen bakiyeleri bugünkü Moldavya’da yaşayan, dil ve kültürlerini büyük ölçüde muhafaza eden Gagauz Türkleridir.


KUMAN-KIPÇAKLAR (1000-1303)


Kıpçaklar X. yüzyılda İrtiş nehri boylarında bulunan ve aynı soydan gelen Kimeklerin İşim-Tobol vadilerinde oturan bir koludur. Kıpçakların yaşadıkları bölgeye göre daha güneyde kalan ve diğer bir kollarını teşkil eden Kumanların da kendilerine katılmalarıyla kuvvetlenen Kıpçaklar, yer darlığı yüzünden Volga üzerinden Güney Rusya’ya kadar ilerlemişlerdir.


1055 yılında Rus-Kuman mücadeleleri başladığında Kumanların başında Boluş vardı. O önce Pereyaslavl knezi ile anlaştıysa da 1061’de Ruslarla yapılan savaşta Kumanlar galip geldiler. Alta Irmağı savaşında bir kez daha mağlup ettiler (1068). Akınlarına devam eden Kumanlar, 1080’lerde Balkaş Gölü-Talas havalisinden Tuna ağzına kadar yayılmışlardı. Kafkaslarda da Kuban bölgesine, kuzeyde Oka Nehri boyuna yani Idil Bulgarları hududuna kadar genişlediler. Onların yaşadıkları bölge Islâm kaynaklarında Deşt-i Kıpçak, Batı da ise Comania diye tanınmaktadır.


Bu devirde Kuman-Kıpçak ülkesi 5 kısım hâlinde idi; Orta Asya, Yayık-Volga, Don-Donets, Aşağı Dnyeper ve Tuna. Kumanlar, buralarda ayrı gruplar hâlinde, kendi başbuğları idaresinde yaşıyorlardı. 1091’de Lebunium Savaşı’nda Bizans kuvvetlerine yardımcı olarak katılan Kumanlar, Tuna bölgesinde yaşayanlardı. Rus knezlerinin kendi aralarındaki taht mücadeleleri esnasında kendilerine yakın knez adayını desteklemek maksadıyla da onların topraklarına girdikleri oluyordu. 1096’da Kiev’e gönderilen iki elçi grubunun öldürülmelerini savaş sebebi sayılarak Kiev ve civarını yağmaladılar. Fakat knezlerin birleşik hareket etmeleri karşısında mağlubiyete uğrayan, 1103’teki birleşik knez kuvvetleri karşısında tutunamayan Kumanlar, 1105-1111 tarihleri arasında Rus kuvvetleri üzerine dört defa akın yapmaktan da geri durmadılar. Tuna Kumanlarından bir grup Macaristan’a giderek orada ücretli askerlik yaptılar. XII. yüzyılın ortalarında Dnyeper Kumanlarının Pereyaslavl knezliğine karşı 1177 ve 1179’da akınlar yaparak küçük galibiyetler elde etmelerine rağmen 1184’te birleşik Rus ordusuna mağlup olmaktan da kurtulamadılar. Bu savaş esnasında yedi bin esir arasında dört yüz on yedi bey ve beyzâdenin bulunduğu da söylenmektedir. Bu hadiseden bir yıl sonra Novgorod knezi Igor kumandasındaki Rus ordusunu Don nehri boyunda Kayalı Irmağı kıyısında kuşatarak imha ettiler. Savaş esnasında Prens Igor ve diğer knezler Kuman başbuğu Könçek’e esir düştüler. Bu sefer, Rus edebiyatının tanınmış eseri olan Igor Destam’na konu olmuştur.


Gürcülerle münasebete giren Don ve Kuban civarındaki Kumanlar, Kafkasların güneyine kadar geçmişler, Selçuklu akınlarını durdurabilmek için Gürcülere yardım etmişlerdir (1110). Gürcülerle aralarında siyasi evlilikler de yapılmıştır. Bazı Kuman kitleleri Çoruh ve Kür dolaylarına kadar ilerlemişler, Şirvan ve Azerbaycan’a seferler tertip etmişlerdir. Gürcülere yapılan yardım neticesinde Tiflis, Gürcü krallığının başkenti olmuştur. Selçuklular devrinde Azerbaycan Atabeyliği’nin kurucusu Îl-Deniz de soy olarak Kafkaslardan gelmiş bir Kuman Türkü idi. Kırım yarımadasına giden Kumanlar ticaretle meşgul olmuş, küçük kasabalar kurmuşlardır.


XIII. yüzyılda Kumanlarm Deşt-i Kıpçak’taki nüfuzları zayıflamış, doğu bölgesindekiler Harezmşahlarla irtibata geçmiş, onların ordusunda vazife almışlardır. Yine bu dönemde Moğollar karşısında tutunamayan Kumanlar Ruslarla birlikte hareket etmişler, Kırım yarımadasındaki ticaret liman şehirlerini de Anadolu Selçuklularına terk edince iktisadî yönden çok zayıflamışlardı. 1223’de Kalka Savaşı’nda Ruslarla birlikte Moğollar karşısında mağlup olan Kumanlar iyice dağıldılar. Bir kısmı Macaristan’a, bir kısmı da itil Bulgarları sahasına çekilmek suretiyle Kıpçak bozkırlarındaki hâkimiyetleri son bulmuştur. 


XIII. yüzyılın başlarından itibaren, İktisadî sıkıntıları, hayvan hastalıkları ve ölümler yüzünden, sıhhatli gürbüz çocuklarını para karşılığında başka ülkelere göndermişlerdir. Mısır’da kurulan Eyyûbî Devleti’nin asker ihtiyacı Deşt-i Kıpçak’tan ve Kafkaslardan getirilen bu insan gücü ile karşılanmağa başlanmıştı. Bu yolla Mısır’a gidenler arasında îzzeddin Ay-beg’in 1250’de Sultan yapılması ile Mısır’daki Eyyubiler Devleti kısa zamanda Kuman-Kıpçaklarının eline geçti. Yine aynı soydan olan Sultan Beybars (1260-1277) Moğolları Suriye’den çıkarmakla şöhret bulmuştu. İktidar Çerkez Kölemenleri’ne geçinceye kadar bu sülâle Mısır’da hüküm sürmüştür.


Hindistan Delhi Türk Sultanlığı’nın ikinci hükümdar sülâlesinin kurucusu Uluğ Han da Kıpçak büyüklerindendir. Kuman-Kıpçaklar, Karadeniz’in kuzeyinde Rusların güneye inmesini önledikten başka, bölgenin Türkleşmesini de sağlamışlardı. Bugün Romanya’da yaşayan açık sarı saçları ve mavi gözleri ile diğer topluluklardan ayrılan Çangoların Kumanlardan geldiği ileri sürülmektedir. Bir grup da Macaristan’a yerleşmiştir. Buradaki bazı yer isimleri onların hatıralarıdır. Ayrıca Macar dilinde mevcut bazı Türkçe sözler Kuman-Kıpçaklara aittir.


Orta Asya içlerinden Macaristan ovalarına kadar yayılmış olan Kuman-Kıpçakların dili Türkçe içinde mühim yer tutar; Kuman-Kıpçakların konuştuğu dil Orta Türkçesi oluşturur. Kuman-Kıpçakların en mühim hatırası, 1303 yılında Kırım’da bir Italyan tüccar ve misyoneri tarafından yazılan Lâtince, Farsça, Kuman-Kıpçakça Codex Cumanicus adlı sözlüktür. Bu eser 2500 Kuman-Kıpçakça kelime ile Incil’den tercümeler ve bazı Katolik ilâhileri içermektedir.



Alıntıdır. 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Çin Seddinden Han Çinlilerinin başkenti...

29 Kasım 2022 Salı

İslam'ın ilk Yıllarında Yapılan Fetihler

 Yazarlar, tarihçiler ve eleştirmenler Arapların Rum ve İran ülkesini fethedip kontrolleri altına almalarına yardım eden durum ve sebeplerle ilgili uzun ve tartışmalı değerlendirmeler yapmışlardır. Gerçekte Araplar o dönemin iki büyük devletini fethedip Kayser ve Kisraları kahrettikleri sıralarda sayıları o iki devletten birinin yalnız bir kentinde bulundurabildiği muhafız askerlerin sayısından bile azdı. Ayrıca, Araplar o zamanlar oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlardı. Savaş bilgisi ve sanatı konusunda çok az tecrübeleri vardı. Mali durumları zayıf, savaş aletleri ve silahları açısından oldukça eksiklerdi. Rumlarla İranlılara gelince onlar bu sıralarda dünyanın en büyük iki devletiydi. Mükemmel savaş araç ve gereçlerine, üstün silahlara sahiptiler. Ayrıca sayısız askere ve her yerde muntazam kale ve korunaklara maliktiler. Buna ek olarak, Müslümanlar sayı olarak az, durumları zayıf ve basit olmanın yanında., fethetmeye gittikleri ülkelere, söz konusu yerleri bilmeden ve halkından destek ve yardım almadan "hücum edenler" sıfatıyla gidiyorlardı. Hepsinden daha garip ve şaşılacak olan nokta şudur; o iki büyük devleti, aynı dönemde, 10 seneyi geçmeyen kısa bir zaman içinde ele geçirmeyi başarmış olmalarıdır. Bu büyük başarıların sebepleri nelerdi?


Eleştirmenler ve tarihçilerin bu konudaki en bilinen yargı ve yorumları; Müslümanların bu büyük başarılarını, İslamiyet’in ortaya çıktığı dönemde Rum ile İran devletleri arasında devam eden savaşlar sonucu olarak bu iki devletin içine düştüğü zaaf, perişanlık ve gerilemeden kaynaklandığı şeklindedir. Bizim kanaatimize göre, sadece bu zayıflık ve perişanlık, sözü edilen başarıların tek sebebi değildir. Eğer tarihçilerin bu yorumu doğru olsaydı, Arap çöllerinden gelerek iki devleti birden mağlup eden böyle küçük ve zayıf bir ulus yerine, bu iki büyük devletten birinin diğerini yenmesi ve topraklarını istila etmesi daha kolay ve mantıklı olurdu. 

Evet gerek Rum gerek İranlıların o sıralarda içinde bulundukları zayıf ve güçsüz durumun İslam fetihlerini kolaylaştırmada çok etkili olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak o hal söz konusu fetihlerin tek ve asıl sebebi değildi. Göstereceğimiz gibi başka gerçek sebepler de vardı.


Arapları o fetihlere yönlendiren, kendilerine bu konuda cesaret ve cüret veren etken veya etkenler nelerdi?


Gerçekten, eskiden beri çölde yaşayan Arapların, yüzyıllardan beri Rumlara ve Acemlere saygı ve heybetle bakarak, üstelik onların geniş ülkelerini atasözleri ve deyimleri arasına sokup, isimlerinden korku duydukları halde, vücutları kaba ve basit elbiseyle örtülü, yiyecekleri darı ve arpadan ibaret, silahları iple bağlanmış mızraklardan, bele bez parçalarıyla asılmış kılıçlardan oluşan bir küçük grupla, o iki geniş ülkeyi fethetmeye nasıl cüret ettiklerini ve İslamiyet’ten önce öyle bir teşebbüse neden cüret etmediklerini inceleyip araştırmak bir tarihçi veya tarih meraklısı için başta gelen görevlerden biri kabul olunur.


Bunun cevabı şudur: Araplar İslam’ı kabul ettikten sonra, İslam’dan önceki tavır ve davranışları değişmiş ve başka bir hale girmişlerdir. Müslüman olmadan önce, darmadağınık birtakım kabilelerden oluşuyorlardı. Ancak İslamiyet’ten sonra hepsi bir kalıpta, tek bir millet haline geldiler. Bununla birlikte, sadece bu özellik o ülkeleri fethetmek gibi oldukça büyük ve zor bir teşebbüste bulunmalarına cüret verecek yeterli bir sebep değildir. Onlara asıl kuvvet ve cesaret veren etken, kabul ettikleri İslam dininin doğruluk ve sağlamlığına samimi olarak inanmak ve hükümlerine tam boyun eğmekti. Müslümanlar, sadece Allah'ın adını ve kelimesini yükseltmek ve yüceltmek uğrunda ülkeleri ele geçirdiklerine, Allah'ın yeryüzünde İslam’ı yayma görevini kendilerine verdiğine, bu uğurda öleceklerin şehit olacağına, ahirette bu dünyadakinden daha değerli ve kalıcı nimetler bulunduğuna, sağlam ve sarsılmaz bir inançla bağlıydılar. Arapların o büyük ve zahmetli mücadeleleri göze almaları konusunda, kendilerine kuvvet ve cesaret veren şey bu sağlam İslam inancı ve Muhammed'in dininin feyz ve bereketiydi. Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşlarla, sevk olunan birliklerle, elde edilen zaferlerin mutluluk ve tadı da kendilerini bu yolda teşvik edici ve cesaretlendirici bir başka etken olmuştur. Doğal olarak, insan bir işte başarı elde ettikçe, tehlikeyi görmemeye başlar. Müslümanlar da yeni yeni zaferler kazandıkça, tehlikeleri artık önemsiz görmeye başlamışlardı.


İslam dininin Müslümanlar arasında birleştirici bir unsur olduğu o zamanki Müslümanların tavır ve davranışlarından da anlaşılmaktadır. Hicri birinci yılda, Hicret'ten hemen sonra Medine'de, aralarında imzaladıkları kardeşlik anlaşmasıyla kurdukları uhuvvet (kardeşlik) bu iddiamızın şahididir. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerifler incelenirse, İslam’ın birlik veya birleşme (ittihad) esası üzerine kurulmuş olduğu ortaya çıkar. İslam’ın ilk yıllarında, gerek halifeler gerekse valiler tarafından yapılan konuşmaların içinde, hiçbir nutuk yoktur ki, Arapların Cahiliye dönemindeki ayrılık ve parçalanmışlığından ve İslam’ın hükümleri sayesinde zararlı kabilecilik anlayışını bırakarak, birleşmek için çaba harcanması gereğinden söz edilmemiş olsun. Halifenin, veya onun vekili olan bir zatın arkasında Müslümanların günde beş defa namaz için toplanmaları, aralarındaki birlik kuvvetini bir kat daha güçlendiriyordu. Namaz, Müslümanlarda birlik anlayışının oluşmasında, halifeye itaat eylemelerini sağlama konusunda çok büyük hizmet etmiştir. Belazuri diyor ki: "Ebu Süfyan Mekke henüz fethedilmeden ve kendisi Müslüman olmadan önce Müslümanların yanına gelip kendilerini namazda bulunca ve Peygamber rüküa vardıkça onların da rüküa vardıklarını, Hz. Peygamber secde ettikçe, onların da peşinden secde ettiklerini görünce, 'vallahi hayret edilecek bir şey görüyorum. Şurdan burdan toplanan birtakım halk, o koca Rum ve Acemleri gölgede bırakacak şekilde gayet düzenli ve itaatli olmuşlardır' diyerek şaşkınlığını belirtmiştir."


Arapların yaydıkları dinin hak olduğuna tam inandıklarına ve dünya için değil, ancak ahiret için çalıştıklarına gelince; bu durum, fetihler sırasında onların söz ve eylemlerinden açıkça gözükmektedir.

Kadisiye Savaşı'nda Iran orduları komutanı Rüstem'in, İslam komutanı Mugire'ye hitaben "Sizler amacınız uğrunda ölümü hiçe sayıyorsunuz" demesine karşılık Mugire "bizden ölenler cennete, sizden öldürülenler ise cehenneme, yani ateşe giderler. Bizden sağ kalanlar da sizden sağ kalanlara galip gelecektir" cevabını vermiştir. Aynı şekilde Mısır valisi Mukavkıs, Ubade b. Samit'i Rum askerinin çokluğu ile korkuttuğu ve onlara galebe etmek mümkün olmadığını kendisine söylediği zaman Ubade, Mukavkıs'a cevaben "Bu sözlerle kendini ve arkadaşlarını aldatma. Rumların kuvvet ve çokluğuyla bizi korkutmak ve onlara karşı gelemeyeceğimizi söylemek bizi korkutamaz ve azmimizden çeviremez. Eğer şu dediğin doğruysa yani onlar öyle kuvvetli ve çok iseler bu durum bizi savaşmaya daha çok yönlendirir. Ve şevkimizi artırır. Çünkü onlarla savaşta bir ferdimiz kalmayıncaya kadar hepimiz şehit olursak Allah'ın huzuruna daha çok mazeretli bir halde çıkarız ve onun nimet ve rızasına daha layık oluruz. Bu ise arzu ettiğimiz en büyük ve en son saadettir. Bizim için bundan daha kıymetli ve değerli bir şey olamaz. Sizinle savaşırken iki nimetten birini bekleriz: Ya size galip gelerek dünya nimetine kavuşuruz veya mağlup olarak ahiret nimetine kavuşuruz. Elimizden gelen çaba ve gayreti sarf ettikten sonra bu ikinci nimet bizce öbüründen daha çok arzu edilir. Allah Kuran-ı Kerim'de, sayı olarak az nice topluluğun, sayıca çok nice toplumlara galip geldiklerini, Allah'ın sabredenlerin yardımcısı olduğunu bildirmiştir. İçimizde hiçbir kimse yoktur ki saadetle şereflenmiş olarak kendi ülkesine, kendi yurduna dönmemeyi, çoluk çocuğuna kavuşmamayı, her gün sabah akşam Cenab-ı Hakk'tan temenni etmesin. Bizden hiç kimse arkasında bıraktığı şeyleri düşünmez. Herkes çoluk çocuğunu, ailesini ve yakınlarını Allah'a bırakmıştır. Biz ardımıza değil, hep önümüze bakarız. Yaşam için gerekli gıda vs. malzemeler açısından sıkıntı içinde olduğumuz şeklindeki sözlerine gelince; biz kendimizi bu durumda bile cihanda en rahat ve refah içinde bulunan, en şanslı ve mutlu insanlardan sayıyoruz. Eğer dünyanın hepsi bizim olsa, şu geçici dünyada, kendi nefsimiz için şu an sahip olduğumuz miktardan daha fazla bir şeye heves etmeyiz" demişti.


Bu gibi olayların İslam tarihinde örneği çoktur. Üstelik bir Müslüman kardeşini, babasını müşrik görse onunla hiç duraksamaksızın ve yaptığı şeyin en mukaddes bir vazife olduğuna tam bir vicdani kanaatle emin olarak karşı dururdu. Diğer dinlerin tarihlerinde de yer alan bu olaylara benzeyen örnekler de yukarıda anlattığımız gerçekleri desteklemektedir. Bir insanın, bir dava için kendi hayatını tehlikeye atması için, o şeye din derecesinde inanması gerekir. Diğer dinlerde de, şehitlerin hayat hikayelerinde buna benzer yeterli örnek rahatlıkla bulunabilir.

Vurguladığımız bu noktalar dışında, Şam ve Irak bölgesinin oldukça verimli ve zengin olması da Arapların bu bölgeleri ele geçirmelerinde etkili bir neden olmuştur. Çünkü Arapların yaşadıkları yerler kurak ve verimsiz topraklardı. Ve bu kurak yerler bu dini uyanış ve değişimden sonra kendilerini besleyemezdi. Ayrıca Müslümanların ileri gelenleri yalnızca ahiret için mücadele edip savaştıkları halde, bazı kabileler ganimet malları için savaşıyorlardı. Huneyn ve Taif savaşlarından sonra çıkan anlaşmazlık ve gerginlikler bunu gösterir. lbn Hişam diyor ki: "Bu savaşlarda elde edilen ganimet malları pek çoktu. Savaş sona erdikten ve esirler iade olunduktan sonra, Peygamber giderken, halk; 'Ey Allah'ın elçisi! deve ve koyunlardan paylarımızı bize dağıt!' diyerek Hz. Peygamber'in arkasına düşmüşlerdi. Hz. Peygamber'i o kadar sıkıştırdılar ki, bir ağacın altında durmaya mecbur oldu. Hz. Peygamber'in başındaki örtü ağaca takılmıştı. Hz. Peygamber halka dönerek: 'Ey ahali! örtümü bana geri veriniz. Vallahi Tihame'deki ağaçlar sayısınca koyun ve deveniz olsa hepsini size pay ederdim. Hiçbir vakit beni cimri, korkak, yalancı bulamazsınız' buyurmuştu.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

1700'Lerdeki Savaşlar ve Prusya'nın Ortaya Çıkışı

 18. yuzyılın başlarında ispanya'nın ve ispanya imparatorluğu'nun kontrolü ile ilgili sorunlar Avrupa'nın gündemine taşındı. Fransa Prensi Anjoulu Philip ispanyol tahtına varis olunca ispanya Taht Savaşları (1702-1713) başlamış oldu. ispanya ile Fransa'nın birleşme ihtimali Avrupa'da bir şok dalgasına neden oldu. 1701 yılında ingiltere, Flemenkler ve pek çok Alman prensliği bir ittifak kurdular. Avusturyalıların Fransız tahtı üzerinde hak iddia etmesini desteklediler. Savaş esas olarak Avrupa'da  yaşanmakla beraber, Kuzey Amerika'da "Kraliçe Anne" Savaşı'nda (1702-1713) ingilizler Fransızlarla karşı karşıya geldiler. 1713 yılında yapılan Utrecht Antlşması savaşa son verdi. Anjou'lu Philip, ispanyol V. Philip olarak tanındı. Öte yandan Philip Fransız kralının halefi olmaktan çıkarıldı. Kuzey Amerika'da ingiltere oldukça önemli bir toprak parçasına sahip oldu.

Bu   arada   Prusya,   büyük   ve   süreklilik   sağlayan   ordusuyla, Almanya'nın üzerindeki egemenlik mücadelesinde Avusturya'nın karşısında önemli bir rakip olarak ortaya çıktı. 1740 yılında Büyük Frederick Avusturya' nın zengin bölgesi Silezya ' yı ele geçirdi . Sekiz yıllık savaş boyunca bu bölgeyi elinde tuttu (Avusturya Taht Savaşı). Yedi Yıl Savaşı'nda (1756-1763) mücadele yeniden başladı. Müttefiki ingiltere Kuzey Amerika'da, Hindistan'da ve Afrika'da Fransızlarla savaşırken Prusya Rusya, Fransa, Avusturya ve isveç'le mücadele etti. Savaş Avrupa haritasında önemli bir değişikliğe neden olmadı. Buna rağmen Silezya Prusya'nın elinde kaldı ve Prusya büyük güçler arasındaki yerini aldı. ingiltere Yeni Fransa'nın büyük bölümünü, ispanyol Floridası'nı, Senegal'i ve Hindistan'daki Fransız ticaret merkezleri üzerindeki üstünlüğü ele geçirdi (Kanada ve Mississippi'nin doğusu). ingiltere en önde gelen sömürgeci güç haline gelmişti. 1707 yılında iskoçya ile birleşerek içeride de gücünü pekiştirmiş oldu.


Alıntıdır.

Türk Soylu Halklarda Yaradılış Mitleri -4

 İnsanın Felâketine Sebep Olan “Yasak Meyve”


Şeytanın, insana hayat verilmeden önce ona zarar verdiği ve değiştirdiği efsanelerin yanında, insana Tanrı ona hayat verdikten sonra da zarar vermeye devam ettiği efsaneler içinde yeralır.


Bir grup efsaneye göre, insan bedeni ilk başlarda onu soğuk, nem ve sağlığını tehdit eden diğer tehlikelerden koruyan bir deriye sahiptir. Bu gruptaki efsanelerin bazılarında bu deri, kürk örneği vücut tüyleri, bazılarında ise nasır gibi koruyucu bir kabuktur. İnsan bu koruyucu kıyafetini yasak ağacın meyvesini yediğinde kaybedecektir.


Bir Altay efsanesinde şöyle anlatılır: Tanrı, tek başına büyüyen ve hiçbir dalı olmayan bir ağaç gördüğünde; “Tek başına, dalları olmayan bir ağaç görmek beni üzüyor, bu ağaçtan dokuz tane dal çıksın” diye emretmesi üzerine, ağaçtan dokuz tane dal çıkar. “Bu dokuz daldan, dokuz insan çıksın ve bu dokuz insandan dokuz halk oluşsun” diye devam eder. Ancak efsanenin devamında, sadece iki insandan, bir erkek ve kadından bahsedilmektedir. Erkeğin adı Torogay, kadının adı da Edyi’dir ve başlangıçta her ikisinin derileri de tüylüdür. Tanrı onlara ağacı gösterip; “güneşin battığı taraftaki şu dört dalın meyvelerini yemeyeceksiniz, güneşin doğduğu tarafta çıkan diğer beş daldaki meyveleri yiyebilirisiniz” dedikten sonra köpeği ağacın başına muhafız olarak diker ve; “şeytan yaklaşırsa ona engel ol” diye emreder. Tanrı bunun dışında yılanı da ağacı korumakla görevlendirmiş ve; “eğer şeytan gelirse, onu ısırmasını” tembih etmiştir. Sonra her ikisine de; “insan gelip güneşin doğduğu taraftaki dalların meyvelerinden yemek isterse izin verin, ama güneşin battığı taraftaki dalların meyvelerine almaya çalışırsa engelleyin” talimatını verdikten, sonra göğe çıkar.


Daha sonra şeytan ağacın yanına gelir ve yılanın uyuduğunu görerek kurnazca onun bedenine girip, böylelikle ağaca tırmanarak, önce kadını, sonra da kadın vasıtasıyla erkeği kandırıp, onları yasak dalların meyvelerinden yemeye ikna eder. İnsanlar, ağacın meyvesini tattıklarında, vücutlarındaki tüylerin döküldüğünü fark ederek, korku içinde ağaçların arkasına saklanırlar.


Tanrı dünyaya geri gelip, yokluğunda olanları gördüğünde; insanı çağırıp; “sana böyle ne oldu, ey insanoğlu” diye sorduğunda adam; “karım dudaklarıma yasak meyve ile dokundu” diye cevap verir. Tanrı kadına dönüp; “Bunu neden yaptığını” sorduğunda, kadın; “Yılanın kendini kandırıp, yasak meyveyi yemeyi sağladığını” söylemesiyle, bu defa Tanrı yılana; “ne yaptığını” sorduğunda, yılan; “Kadını kandıran ben değilim, şeytan benim içime girip, kadını kandırdı” der. Tanrı; “şeytan nasıl girdi senin içine” dediğinde; “içim geçmiş ve uykuya dalmıştım, o sırada gelip içime sızmış” der. Tanrı sonra köpeğe dönerek; “Peki sen neden şeytanı kovalamadın” dediğinde, Köpek; ”gözlerim onu görmedi ki” diye cevap verir.


Bu efsanede hem yılan, hem de köpek yasak meyvelerin muhafızı olarak yer almaktadır. İncil’deki meselleri bilenlerin hatırlayacağı gibi köpek, İncil’de yer almaz. Dolayısıyla, “yasak meyve” Altay efsanelerine daha önce nakletmiş olduğumuz başka efsanelerden birinden girmiş olması muhtemeldir.


Her ne kadar bu efsane hristiyanî efsaneleri hatırlatırsa da, aralarında bazı ciddi farklılıklar vardır. İncil’deki anlatımda cennetin ortasında iki tane ağaç yetişir, bir tanesi “Hayat Ağacı” diğeri de “iyiyi kötüden ayırma” ağacıdır ve bunlardan ikincisinin meyvesi insana yasaktır. Bizim efsanemizde ise, tek bir ağacın değişik meyveler veren iki tarafı söz konusudur. Bu ağaç, bir anlamda hem “Hayat Ağacı” hem de “iyiyi kötüden ayırma ağacıdır”. Efsanemizin İncildeki hikâyattan bir başka farkı, İncildeki efsane ölümün kökenini bir itaatsizlik veya günah ile açıklarken, Altay efsanesinde bu itaatsizliğin cezası meyvenin yendiği anda gerçekleşerek, insan kürkünü kaybedecektir. İncil efsanesinin ilk hâli, muhtemelen aslında ölümsüz olarak yaratılmış olan insanın ölümlülüğünü açıklama amacıyla doğmuştur. Bu durumda ölüm, yasak meyveyi yemenin doğrudan cezası değil, meyvenin yenmesiyle, koruyucu vücut örtüsünün kaybedilmesi, insanın savunma ve direncini azaltmış ve hastalıklara ve diğer dış tesirlere, dolayısıyla ölüme karşı korunmasız bırakmıştır. Bir çok halk efsanelerinde, yaradılışın başlangıcında hastalık ve ölümün olmadığı, ancak daha sonra yeryüzüne gelerek, insanların başına belâ oldukları anlatılır.


İnsanların vücutlarının tüy ile kaplı olması tasavvuru, bildiğimiz kadarıyla Doğu Avrupa efsanelerinde yer almamasına karşılık, Orta ve Kuzey Asya’da yaygın olarak görülmektedir. Fin kökenli halklardan Vogul efsanelerinde insanların ilk başta çok tüylü olarak yaratılmış olduğu ve onlara istedikleri her yerde dolaşma ve meyvelerden bir tanesi hariç istedikleri her şeyi yeme izni verildiği anlatılır. Bu yasak meyve, “orman ruhunun meyveleri” olan yaban mersinidir. Ne var ki, insanlar bu yasağa uymayacaklar ve Tanrı bir gün, yaratmış olduğu insanları görmeye geldiğinde onları çalıların arkasına gizlendiklerini ve dışarı çıkmalarını emrettiğinde, insanlar sürünerek çalılardan dışarıya çıktıklarında, Tanrı onların tüylerini kaybetmiş olduklarını ve karşısında dururken soğuktan titrediklerini görecektir. Tüylerini yitirmelerinin sebebi de Tanrının emrine karşı gelip, uğursuzluk getiren yasak meyveyi yemiş olmalarıdır. Bundan sonra insanoğlu, soğuğa ve neme karşı çıplak vücutlarıyla yaşamak zorunda kalacaklardır.


Sami halklarının ihtişamlı ve güzel cennet ağacı, Kuzeyin verimsiz ve kıt topraklarında yaşayan Vogul efsanelerindeki yerini ormanda yetişen yaban mersinine bırakmıştır.


Daha önce görmüş olduğumuz yaradılış efsanelerinde bir başka tarz koruyucu örtü olarak, bir nevi kabuğa da rastlanmaktadır ki, bu kabuktan geriye sadece el ve ayak tırnakları kalmıştır. Efsanenin bu anlatımı Doğu Avrupa’da oldukça yaygın ve muhtemelen Kuzey Sibirya’ya da Ruslar ve Estonyalılar vasıtasıyla yayılmıştır. Aynı şekilde Arap ve geç dönem Yahudi efsanelerinde cennette Adem ve Havva’nın vücutlarının bir kabuk ile kaplı olduğu ve bu sebeple giyinmeye ihtiyaç duymadıkları anlatılır. Bu vücut örtüsünü “ilk günah” tan sonra kaybetmişlerdir.


  İnsanın tüylü olarak yaratılmış olduğu tasavvuru Ön Asya’dan doğmuş olması muhtemeldir. Bazı Arap efsanelerinde Adem ve Havva cennetteki elmas dağında yaşarken, yerlere kadar uzanan ve vücutlarını kaplayan tüyleri olduğundan bahsedilir. Yasak meyveyi yediklerinde bu tüyler dökülür ve güneşin yakıcı ışığında çıplak bedenlerinin derileri koyulaşır. İlk günah işlenene kadar bir nevi tabii vücut örtüsü olduğu fikri, İncildeki hikâyatta da rastlanır, zira Tanrının emrine karşı geldikten sonra insan çıplaklıklarının farkına varırlar.


Astrahan Kalmuklarının anlatımına göre ise insanlar, cennetten çıkana kadar nurdan yaratılmış varlıklardı ve etraflarını aydınlatıyorlardı. O zamanlar ne ay, ne de güneş vardı, insan vücudunun ışıltısı onu terk edince gökyüzündeki ışıklar yaratıldılar. Bu tasavvurun kökeni de Ön Asya efsanelerine dayanmakta, Suriye’de derlenen bazı efsanelere göre Adem ve Havva, cennetteyken kafaları güneş gibi, bedenlerinin geri kalanı da kristal gibi parlamaktaydı. Habeşistan’da (Etiyopya) benzeri şekilde yaradılış efsanelerinde, cennetten kovuluş sonrasında insanların nurlarını (ışıltılarını) kaybettikleri anlatılır.


Budist Kalmuk efsanelerinde ilk günah ve cennetten kovuluşun sonucu olarak, insanın hayat süresi azalmış, boyu da kısalmıştır. Onların inanışlarına göre, ilk başlarda insanın ömrü 80.000 yıldır, her yüzyılda insan hayatından bir yıl eksilmiş ve şimdi de ortalama altmış yıla inmiştir. Günahın kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla, insan hayatı on yıla inene kadar bu azalma devam edecektir. Diğer yandan, ilk başlarda bir dev boyutunda olan insan bedeninin ufalması da o zaman kadar devam edecek ve insanlar sonunda parmak boyuna kadar ineceklerdir. Bunlar olduktan sonra Berde-Gabat dünyaya gelip (Maidere’nin elçisi), insanları iyileştirecek ve yeniden insan ırkının boyu ve hayat süresi artmaya başlayarak, ilk hâline geri dönecektir.


İnsan hayatının kısalmasına karşılık gelen bazı öğelere İncil’de de rastlarız, aynı şekilde Yahudi efsanelerinde insanın boyunun kısalmasına ilişkin anlatımlar görülür, meselâ, “Adem yaratıldığında dünya kadar büyüktü, ama günaha düştüğü için küçüldü” diye geçer.

Tanrının yaratmış olduğu insanlar, yasak meyveden yiyip değişip, bozulduklarına, Tanrı öfkelenir ve; “Bir daha asla insan yaratmayacağım, bundan sonra kendi kendilerine çoğalsınlar” der. Tanrının buradaki kararı daha çok kadını işaret etmektedir, çünkü doğurma işi onun görevidir. Hâtta Kalmuklara göre üreme organları ve güdüleri, bu ilk günah sonrası ortaya çıkmıştır. Ölümün ve ölümlülüğün sebebini açıklamaya matuf bu efsane, aynı zamanda doğumu da açıklamaya çalışır. Ölümün sebep olduğu kayıpların ve neslin azalışının gözlenmesi, bu kayıpların doğum yoluyla telafi edileceği düşüncesine de kaynaklık etmektedir.


Moğol ve Buryatların yukarıda nakledilen efsanelerinde ayrıca, Burkhan Bakschi’nin ilk insanı yarattığında onu ölümsüz kılmak istediği ve bunun için gökten “Hayat suyu” getirmesi için bir kargayı gönderdiği anlatılır. Karga “Hayat suyu”nu gagasına alıp geri dönerken, yolda bir çam ağacının tepesinde dinlenmek ister. Ama ağaçta yaşayan bir Baykuş Kargayı görüp tehditkar çığlıklar atmasıyla, karga korkup ağzını açmasıyla, “Hayat suyu” ağacın üzerine dökülür. O zamandan beri çam ağacı yaz kış yeşildir, ama insanlara ölümsüzlük kısmet olmamıştır. Bu efsanenin benzer bir varyantı da Altay Tatarları arasında mevcuttur.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak