20 Mayıs 2023 Cumartesi

MEVLEVİLİKTE İNTİSAP VE GİZEM


Tarikata Girmek


Nasıl semazen olunur? Mevlevi hangi yoldan geçerek şeyh olur? Neden bu tarikata girilir? Dervişlerin yaşantısına ve tarihine yakınlaşan herkesin kafasında bu sorular doğar. Bu sorular başka soruları da doğurur. Tarikata girmek, bir ruhsallığı paylaşmak, o ruhsallığın kurallarını ve eğitimini izlemektir. Sufiliğin ruhu, daha önce de söylediğimiz gibi öğrencilik -müritlik- ilişkisinde gizlidir. Tarikat yoluna girmek isteyen adayın önünde bir intisap (seyr-i sülük) yolu vardır. Bu eğitim yolu boyunca Sufiliğin bütün öğretisi, Rumi'nin ve tarikat büyüklerinin eserleri ve Sufi uygulamalarının ve düşüncesinin bütün klasikleşmiş eserleri etüt edilir.

Tarikata girmek, ezoterik ve mistik bir içsel eğitim yoluna girmektir. İnsani tutkularla, nefisle savaşmak, adayların ve dervişlerin birincil işleridir. Eğitimin ilk yılları benlik arzularının hiç edilmesine ayrılmıştır. İnsanın kalbinde doğan anlık sevgilere yer yoktur. Rumi, Mesnevi'de şöyle der:

Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır. Nefis, demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner. Fakat taş ve demir, su ile söner mi? Ademoğlu'nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur? (Mesnevi, 1, 772-774)

Derviş, nefsine hakim olabilmesi için onu içsel eğitiminde izleyebilecek bir şeyhe dayanmak zorundadır. Bu şeyh, herhangi biri değildir, daha önce de söylendiği gibi şeyh, kusursuz bir rehber olmalıdır. Sufilik geleneğinde sıkça söylendiği gibi, şeyh hata yapmamalıdır. Rumi, beyitlerinde bu ruhsal rehberleri şöyle tanımlıyor:

Yol bilen Pirin ahvalini yaz; Piri seç, onu yolun ta kendisi bil. Pir, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı. Halk, gece'ye benzer. Pir ay'a ...

Genç ve terütaze talihe Pir adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pirdir ki iptidası yoktur, ezelidir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir. Hele "Min ledünn" şarabı olursa... Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. (Mesnevi, 1, 2937 -2944)

Tarikatın kurucusu, bütün Sufi öğretisi geleneğini alıp onu öğrencileri için mistik bir şiire dönüştürmüştür. Bu yolun başındaki derviş, tüm saf niyeti ile şeyhine itaat ve disiplinle bağlanmalıdır.

Farklı çağlarda yaşamış olan dervişlerin hikayelerine ve tarikat ile nasıl tanıştıklarına bakacak olursak istisnasız hepsinin tarikata aynı şekilde girdiklerini görürüz. Şeyhlik ve müritlik yapısının oluşup yayılmasının ilk kaynağı Rumi'nin kendisi ve Çelebilerdir. Kurucunun aile eşrafının Anadolu'nun her yerine yayılması ve sayıca çok tanıdıkları olması tarikatın yayılmasına katkıda bulunmuştur. Asırlar geçtikçe, tarikatın idaresine yeni bir sistem girmiş, özellikle İstanbul'daki bazı tekkelerin yönetimini ve yeni müritlerin kabulünü tekbir şeyhin halefleri sürdürür olmuştur. Birçok insan tekkelerin kapısını değişik amaçlarla çalmıştır; kimisi Rumi'ye ve yazdıklarına tutku ile bağlıdır, kimisi onun Konya'daki türbesini ziyaret etmiştir ve oradaki ruhsallık ruhuna işlemiştir, kimisi de İslam'a girip Mevlevi yolunu izlemeyi seçmiştir. Nitekim 20. yüzyılda bir Rum'un İslam'ı kabul ettikten sonra ailesini bırakıp Rumi'nin Sufilik yoluna girdiği, Arapça ve Farsça öğrenip Konyalı Hoca'nın dillerine hakim olduğu bilinmektedir. Bu dervişin adı Yaman Dede'dir ve artık tarikatın düzenli geleneğinin ortadan kalktığı 20. yüzyılda Mevlevi ruhsallığına dahil olmuştur. Sufiliği tanıyarak İslam'a giren bu gibi örneklerin yanı sıra tekkelerin kapısı çok daha materyalist ve banal nedenler için de çalınmıştır.

Ankaravi, 17. yüzyıla ilişkin yazılarında bazı müritlerin, o dönemin ekonomik zorlukları nedeni ile tarikata sığındıklarına, tek amaçlarının günlük ekmeklerini yemek olduğuna değinmiştir. Her kıtlık döneminde ruhsallığa ve Tanrı'ya doğru bir yönelme olur, çünkü insanlar sadece O'nun sayesinde istikrar kazanılacağını düşünürler. Tekkelerin yolculuk eden hacıların ve fakirlerin ağırlandığı bir yer olduğu, bazı dervişlerin tekkeden maaş aldıkları düşünülürse, bu gibi sebeplerden tekkeye girmek istenmesi çok da şaşırtıcı değildir. Derviş, Sufi ya da fakir aynı anlamda değil mi? Allah'ı arayan fakir ile maddi refah arayan kişi arasındaki ayrım tabii ki ciddi bir karışıklık yaratabilirdi, nitekim yarattı. Tabii ki şeyhler derviş adaylarının gerçek niyetlerini ve önceliklerini tarttılar. Bu adayların derviş olma niyetlerinin en kötüsü maddi olarak bu statüden faydalanmak olabilirdi. Derviş statüsü yaklaşık olarak üç yıllık bir eğitim döneminden sonra alınabilirdi. Dervişler hayatları boyunca dilencilik hayatı seçmiş oluyorlardı; ancak içinde yaşadıkları toplum onların dilenmesine fırsat tanımıyordu. Ancak tarikat tarihinde de yazılmış birkaç kişi olsa da, bütün dervişler bu kategoriye dahil değillerdi. Bazı derviş adayları da tekkenin kapısını zikir ve sema uygulamaları ile Allah'la bir olmak için, gerçek bir inisiyatik yola girmek için çalıyordu. Bazıları çok küçük yaşta tekkeye geliyordu, çünkü bu ruhsal yola girmelerini aileleri istemişti. Şeyh Ankaravi'nin de dediği gibi, maddesel rahatlık arzusu değil, ruhsal gelişim niyeti adayın bu seçimine etki etmeliydi. Galata Tekkesi şeyhi olan Ankaravi şöyle yazmıştır:

"Bazıları tarikata karınları doysun diye girdiler ve keyifleri yerinde. Ancak denenmenin ve ruhsal olarak gelişmenin keyfini hiç tatmadılar. Bazıları ile ilimden ve bilimden uzakta kaldılar ve meyvesiz birer ağaç gibiler, ne Tarikat ne de Şeriat konusunda hiçbir şey bilmiyorlar. Kimileri ise ritüellerimizin kurallarını bile anlamadılar." (Ankaravi, 1840, 3)

Ankaravi, ruhsallık yolunda ilerlemek yerine karınlarını doyurup maddesel zevklerle keyiflenen kişileri daha farklı yargılayamazdı. Mevlevi Tarikatı'na girme arzusu, içsel dünya ile neşeli bir uğraşı için doğmalıydı, maddesel olarak doyuma ulaşmak için değil. Ankaravi'nin bu yargısı, 17. yüzyılda yaşayan dervişleri birbirinden ayıran durumlar konusunda dolaylı yoldan bir itiraf ve şikayet gibi görünüyor.

Birkaç asır sonra tarikatın son büyük şeyhi olan İzbudak Veled Çelebi (ölm. 1919), anılarında Konya Dergahı'nın kapısını çalan genç bir köylünün heyecan verici hikayesini anlatır. Anlatıda bu gencin betimlenen hoş karakteri yanı sıra genç aday ile şeyhin karşılaşma ritüeli ve her adayın tarikata girmek için dergahın kapısına geldiğinde yapılan ritüel aktarılmaktadır: 

Mevlevi Tarikatı'nda derviş olmak isteyen köylü, heybesini omzuna aldı ve Konya'ya geldi. Mevlevi Dergahı'nı bulunca içeri girdi ve gördüğü ilk dedeye "Burada dede kimdir?" diye sordu. Dedelerden biri onu şeyhin vekili olan Tarikatçı Dede'ye götürdü. Tarikatçı Dede bu eğitimsiz gence şöyle sorardı:

"Ne arıyorsun evladım?"

"Derviş olmak istiyorum."

"Köyünde işin yok mu?"

"Tabii ki var."

"O halde neden işini bırakıp derviş olmak istiyorsun?"

"Dervişlerin hayatını seviyorum!"

"Ama derviş olmak çok zordur. Mevlevi Dergahı'ndaki 1001 günlük denemeyi geçmelisin."

'Tamam efendimi"

"Sen tamam diyorsun, ama eğer bu denemeleri bırakırsan ruhunda verem gibi derin bir iz kalır."

"Ben denemelerimi yarıda bırakmayacağım, gerçek bir derviş olacağım!"

"Ama köyünde topraklar ve bağlar boş kalacak. Burada bu kadar zaman kaybetmek günah değil mi?"

"Kesinlikle değil efendim. Bunu ben istiyorum. Her şeye razıyım."

O zaman Dede, gencin ısrarına istinaden diğer Dedelerden birini çağırır ve onu üç gün boyunca sessizce kalacağı yere götürmesini buyurur. (İzbudak, 2009, s. 135-6)

İzbudak, genç köylünün 1001 günlük çile süresini geçtiğini, cahilliği ile savaştığını, ruhsal ve kültürel tekamül yoluna girdiğini belirtir. Büyük şeyh ile derviş adayı arasındaki bu konuşmanın yapılmasının geleneksel bir ritüel halini aldığı anlaşılıyor. İzbudak zamanında Mevlevi Tarikatı kapatılmayı bekliyordu ve yukarıda aktarılan konuşma şeması, her adayın kabul edilmesinden önce yapılan mülakattır.

Mevlevi Tarikatı'na katılmak için 1925'ten sonra, yani Türkiye Cumhuriyeti devrinde izlenen yol değişmiştir. Tarikatların kapatılmasına ilişkin yasa çıktıktan sonra adaylar hiçbir tekkeye girememişler; ancak bazı şeyhler tamamen gizli bir şekilde mürit kabul etmeye devam etmişlerdir. 1950'den sonra ise Mevlevi ruhsallığından esinlenen bazı gruplar doğdu ve bu gruplar Rumi'nin eğitim yolunu araştırarak kendilerini diğer ilgililerin eğitimine adadılar. Bu bir çeşit kültür ve folklor yayma faaliyetinin ötesine gidemedi. Tarihçiler tarikatın tarihinin kapandığını öne sürüyorlar. Antropologlar ise bu yeni ruhsallık şekline ilgi gösteriyorlar. Burada ilginç olan, Mevlevi ruhsallığına "giriş şeklinin, orijinal formundan çok farklı olmasıdır. Özcan Ergiydiren, 2007 yılında yayımlanan bir makalesinde kişisel tanıklığını anlatmaktadır. Yazar, bir semazen olarak tecrübelerini birinci ağızdan anlatmaktadır. (s. 17-37) 

Özcan Ergiydiren, 1956 yılında bir sema "temsiline" katılmıştır ve sema yapan kişiler arasında Samiha Ayverdi de vardır. Birkaç hafta sonra, gelecekte derviş olacak olan Ergiydiren, Boğaz'da Sufilere ait bir mekanda, 20. yüzyılda önemli olan iki zatın, Kenan Rıfai ve Samiha Ayverdi'nin yanındadır. Samiha Hanım, dumanı tüten çay fincanını elinde tutarak genç Ergiydiren'e durduk yere kaç kilo olduğunu sorar. Cevabı "elli sekiz kilogram"dır. Samiha Ayverdi, gence altmış kilo olmasını emreder. Ergiydiren, Ayverdi'nin emrine uymak ister ve kilo almaya çalışır ve veremli olmasa dahi sanatoryuma girer. Ergiydiren sözünü yine de tutamaz ama Ayverdi ile karşılaşır. Ayverdi ona neden böyle garip bir emir verdiğini açıklar: "Sen semazen olmalısın!" Özcan, kilosuna rağmen İstanbul'da kalan son şeyhlerden olan Bahir Bey ile sema pratikleri yapar. Öğrencinin sema macerası böyle başlar. Ergiydiren semayı doğru ve bütün derinliği ile yapabilecek bir eğitim aldığını yazısında bildirir. İlk başta tek ayağı üzerinde (direk) pek fazla dönememektedir, yalnızca üç dönüş yapabilmektedir. Ancak ilk çabalamalarından sonra hocası ondan beş dakika dönmesini ve iki dakika dinlenmesini ister. Alıştırmalar yavaş yavaş uzar, önce onar dakikaya, sonra da on beşer dakikaya çıkar. Artık öğrenci tüm semayı Mevlevi müziğinin ritmi ile icra edebilmektedir. Makalesindeki tanıklığı ruhsal bir itiraf gibidir, yaşadığı tecrübeyi ifade etmek için uygun kelimeleri bulamadığını yazar:

"Sema yapıldığında hangi durumda olduğumu, ne hissettiğimi, ne duyduğumu anlatmam mümkün değil. Bunu anlatmaya gücüm yetmiyor, tarifi imkansız bir konu." (Ergiydiren, 2007, s, 35) Mevlevi Tarikatı'nın yaşamış olan en son mirasçılarını tanımış olan bu adamın anlatısı, bize ruhsal eğitimin mürit ile mürşit arasındaki ilişki üzerine kurulduğunu gösteriyor. Aday, fiziksel ve ruhsal tekniği kazanmak için yaptığı alıştırmalar sırasında sema hakkında dersler alırdı, rehberinin ona o sırada anlattığı dersi dinlerdi.

Şu anda yapılan eğitim de geçmiştekinden oldukça farklıdır. Aday, ailesi tarafından bu yola itilebilir (belki de anlamsız bir hayat sürdüğü için) ve Mevlevi Tarikatı'nın ruhsallığını temsil ettiğini söyleyen gruplardan biri ile yakınlaşabilir. 20. yüzyılın doksanlı yıllarından itibaren, 2000'li yıllardan sonra da kendini bu ruhsallığın bir parçası olarak gören ve dünyayı gezerek sema yapan gençlerin tanıklıkları duyulmaktadır. Bu kişilerin amaçlarının oldukça ruhsal ve içsel arasında ilgili olduğu görülmektedir. Bugün bu adaylar, kültürel faaliyetlerde de yer alacakları bir yola girmektedirler. Şiirler yazmak, hat sanatı ve Mevlevi metinleri ile uğraşmak hiç şüphesiz dini ve içsel olarak bu ideali yaşamaktan daha az değerli değildir. Mevlevi ruhsallığı bu yüzden de hala insanları tutku ile kendine çekmeye devam etmektedir.



Biatleşme


Derviş adayı er ya da geç, ruhsal rehberine ve tarikatına çözülmez bir bağ ile bağlanmak istediğini açıklamak zorundadır. Sufiliğin temel bir diğer beklentisi de doktrini ve uygulaması konusunda şeyh ile öğrenci, mürşit ile mürit arasında yapılan "biat" denilen anlaşmadır. Biatleşme, adayın kesin itaat etmesi ve -Allah'ın atadığı- mürşidine tam bir bağ ile bağlanmasıdır.

İslam'da da, Sufilikte de Allah'ın Vekili (halifesi) kavramı vardır. Halifenin anlamı, "Allah'ı yeryüzünde temsil eden kişi" demektir. İnsanoğlu, yani Adem zaten Allah'ın genel anlamda bir vekilidir. Politik ve dini olarak yetki sahibi olan kişiler, Allah'ın sıfatlarını taşımaları nedeni ile halifedirler. Sufilik öğretisinde şeyh, Allah'ın gölgesi olarak görülür. Ona itaat etmek derin bir ibadettir ve insanın bütün kişiliğini adamasını gerektirir. Bu doktrin pratiğe dönüşür ve Sufi tarikatlarında çeşitli ritüellerle gösterilir. Şeyh ve mürit arasındaki biatleşme çeşitli sembollerle ifşa edilir. Bu semboller kutsal hırkanın giyilmesi, tarikata bağlılığı simgeleyen kuşağın müride teslim edilmesi ya da sade bir şekilde el sıkışma olabilir. Her tarikat bu konuda kendi sembolünü yaratmıştır ve bu semboller temelini Sufilik geleneğinden ve İslam'dan alır. Muhammed, yalnızca politik değil, ruhsal anlaşmalarında da el sıkışıyordu. İslam'da anlaşmanın anlamı çok büyüktür ve Allah'a ve şeriata olan itaat anlamına gelir. Tarikatlarda da bu konuya çok önem verilir; ancak İslam'ın ilk zamanlarındaki anlamı yitirilmiştir. Ritüel halinde biatleşme, hem ruhsal olarak ebediyen sürecek olan bir bağlılığın simgesi hem de tarikat içindeki kardeşliği belirten bir mühürdür.

Mevlevi Tarikatı'nda da bu itaat ilişkisini belirten bir ritüel vardır. Mevcut olan kaynaklar analiz edilmiş ve karşılaştırılmış, yine de bu biatleşme ritüelinin ne şekilde ve ne zaman yapıldığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Ankaravi, 17. yüzyılda yazdığı kitabında tarikatın çok eski zamanlarında biatleşmenin simgesi olarak müritlerin sadece elinin sıkılmadığını, şeyhler tarafından bir hırka da giydirildiğini yazmıştır. Ancak bu bilgi; şeyhin bu hareketinin temelinin ne olduğu sorusunu da beraberinde getirir. Ankaravi, yıllar geçtikçe el sıkışma uygulamasının Mevlevi geleneği içinde hızla kabul gördüğünü de yazar. Ankaravi, tarikat geleneklerinin referans aldıkları büyük şeyhlere dayandığını da yazmıştır.

İtaat bağı, şeyhin önünde başın eğilmesi ile simgelenir ve bu tamamen emir altında olduğunun işaretidir. Bu işaretin el sıkışmanın yerine geçtiği görülmektedir. Ankaravinin de dediği gibi, bir tarikat şeyhi el sıkışma ile biatleşmeyi mühürlemek ister. El sıkışma çok samimi bir uygulama idi ve şeyhin hizmetine girmek gibi bir semboloji de içeriyordu. Galata Şeyhi olan Ankaravi'nin sözlerine göre bu uygulama, Rumi tarafından da benimsenmekteydi. Rumi'nin yazılarından bu sonuca ulaşmak mümkündür. Ankaravi, bu konuya ruhsal olarak değinmekten de geri durmamıştır. Ona göre önemli olan, ruhsal rehberin içindeki nurun müridin yüreğine akmasıdır. Bu mistik nur, dış dünyayı da aydınlatan bir inciye dönüşür. (Arpaguş, 2009, s. 200) Bu yazılardan alıyoruz ki, Mevlevi Tarikatı'nda bu ritüel değişikliklere uğramıştır ve ritüelin yapılış şekli, hiçbir zaman sema gibi değişmez bir yapıya kavuşmamıştır. Mevlevi biatleşmesinin nasıl uygulanacağı özgürce seçilmiştir. Mevleviler bu konuda değişik çağlarda değişik ritüeller edinmişlerdir ve hep aynı forma bağlı kalmamışlardır. Tarikatın ilk dönemlerinde biatleşmenin simgesi bir hırka iken, izleyen asırlarda el sıkışma bunun yerini almış ya da yanına eklenmiştir. Daha sonra bu eylem, başın eğilmesine dönüşmüştür, aynı dönemde sikke kullanımı yerleşmiştir. Çok eski devirlerde, dervişler dünyaya sırt çevirdiklerini göstermek için kaşlarını tamamen kazırlardı. Göçebe olan ve seyahat eden dervişler tarafından uygulanan bu adet, asırların geçmesi ile kaybolmuştur; ancak 19. yüzyıla kadar yaşamış olan Sufilerin kültür binasında bir anı olarak kalmıştır.

Mevlevi biatleşmesi konusu ile ilişkili olan başka bir tarihsel problem de bu ritüelin ne zaman yapıldığıdır. Analiz edilen tarikat metinleri biatleşme ritüelinin ne zaman yapıldığı konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Bu konuda iki varsayım vardır.

İlk varsayıma göre, tarikatın eski dönemlerinde biatleşme şeyh tarafından “hırka" verilerek ve el sıkışılarak yapılıyordu. Bu ritüel muhtemelen içsel eğitimin başlangıcında yapılıyordu ve bu başlangıç, 1001 günlük çile dönemine denk gelmek zorunda değildi. Bu uygulama asırlar geçtikçe daha çok yerine oturmuştur. 17. yüzyılda Ankaravi, eğitim sırasında yapılan halvetten bahseder; ancak halvetin kaç gün sürdüğünden ve nasıl yapıldığından bahsetmez. Bu bize gösteriyor ki 17. yüzyılda henüz 1001 günlük çile resmileşmemişti ya da biatleşme için bu çile önemli bir konu olarak kabul edilmemekteydi. Halvetin yapılması şarttı ama adayın bu uygulamayı nasıl yaptığı tetkik edilmemekteydi.

Diğer varsayıma göre, tarikata girişte ritüele uygun bir eğilme yapılır, sikke giydirilir ve "çile" başlardı. 19. yüzyılın sonuna dayanan yazılı kaynaklara göre, sikke giyme töreni (sikke-i şerif tekbirlenmek) 1001 günlük çile süresince üç kez yapılmakta ve bu tören itaati simgelemekteydi. Bu tören sırasında derviş adayı, şeyhi önünde dünyasal zevklerden, güçten ve övgülerden tövbe ederdi: Aşk zarar vermez. Aşk, Tek Mutlak Olan'dan beslenmektir. Ondan ayrı olmak, Tanrı olmayan her şeye bağlı olmaktır. Aşçı dedenin anılarında şu yazar: Bazı dervişler dünyasal mallara ve güce sırt çevirirler, bunlardan mahrum olmaya katlanırlar. Ancak önemli olan sırt çevirmek değil, insanın gerçekliğinden doğan sevgi ve tutkuyu silmektir. Dünyasal zevklere sırt dönmeyi içeren bu tövbe, eğilme töreni ve o anda yapılan dualarla

Amenarasul ve Allahu Ekber duası ile- sembolize edilir. Bu törenden sonra çile başlar. Çile sırasında yapılacak olan hizmetler çok ayrıntılıdır. Çile konusunda tarikatların "resmi olarak" kapatılmalarından sonra birçok tanık bu tecrübeleri yazmıştır.

Sonuç olarak derviş er ya da geç ruhsal rehberi ile yaptığı ruhsal anlaşmayı ve tarikatı ile kurduğu derin bağı resmileştirmelidir. Biatleşme Allah yolunda ilerlemek için temeldir ve kesinlikle gereklidir.


Mutfaktan Hücreye Eğitim


Bu yol seçildikten, duraksamadan izlenmesine karar verildikten sonra tekkenin kapısı çalınır, biatleşilir ve eğitime başlanır. Bu aşamalar konusunda en fazla ayrıntı içeren metinler tarikatın resmi olarak kapatılmasından önceki son dönemde yazılmıştır. Tarikatın son büyük şeyhi olan Veled Çelebi kaleme aldığı anılarında adayların çileye başlamadan önce bazı denenmelerden geçtiğini ve geldiği ailenin namuslu bilinen bir aile olup olmadığının araştırıldığını yazar. (Şafak, 2007, s. 1 09-14) Bu aşamalar boyunca adayın ve ailesinin ahlaki olarak uyumlu olup olmadığına ilişkin araştırmalar yapılır. Aday bekar olmalıdır ve Mevlevi yolunu durmaksızın izleyeceğine dair arzu duymalıdır. Mürşit, sadece bu haller mevcutsa ona çile çekmenin anlamını ve yapması gereken şeyleri anlatmaya başlar. Eğer aday karşılaşacağı şeyleri kabul ederse büyük çileye başlamasına müsaade verilir. Bu çile sırasında dervişlik eğitiminin temeli verilir. Mevlevi geleneğinde çile denen bu büyük inziva, diğer geleneklerde oldukça değişiktir; kırk günlük bir süreden 1001 güne kadar farklılık gösterir.

İslam ile yayılan Doğu kültüründe önemli bir sayı olan bin sayısı bir artırılmıştır ve bu mükemmellik düşüncesini destekler. Nasıl Batı kültüründe bin sayısı çoğunluğu simgeliyorsa, Doğu kültüründe de bin bir sayısı sonsuzluğu ve ebediliği simgeler. Mevlevi Tarikatı'nda bu sayı, tarikata girişle yapılan inziva günlerinin sayısıdır. Bunun anlamı çok açıktır: Aday kendi çağlarını aşacak kadar uzun bir süre ruhsal denemeleri aşmak zorunda olacaktır. Bu yüzden, Veled Çelebi'nin de yazdığı gibi adayın çile öncesinde gücü ve sabrı denenecektir. Eğer aday hala derviş olma arzusunda kalır ise, tekkeye kabul edilir ve tarikat giysisi giydirilir. Üç gün bir hücrede bekler. Aday, üç gün boyunca tek bir söz söylemez ve sessizce kendini adar. Eğer çok gerekli ise içeri salonun sorumlusuna (içeri meydancısı) isteğini söyler. O sorumlu da sessizce beklemektedir. İlk üç gün geçtikten sonra, tekkeye geldiği giysilerle kendisine verilen işleri on sekiz gün boyunca yerine getirmesi istenecektir. Öğrenci bu sırada Padişah da olsa, dervişlerin çocukları da olsa, fakirler de olsa, kim olursa olsun hizmet etmek zorundadır. O günler boyunda “şerefli” “Matbalı-ı şerif”  mutfağın en tevazu gerektiren işlerini de yapacaktır. Mutfak bir birlik merkezidir, çünkü herkes orada birleşir. Orada aynı zamanda yemek pişer ve yenir. Bu eylemler içsel değişimin özel sembolleridir. Mutfakta büyükler de küçükler de bir arada bulunur, maddesel ve ruhsal gereksinimlerini karşılarlar. Adayların da eğitimi burada verilir. Bu hizmet günlerinden sonra kendisine ihtiyaca ve dervişlerin sayısına bağlı olarak başka işler verilir. Adayın herkese saygı göstererek hizmet etmesi ve herkes için amade olması esastır. Hiçbir eleştiride bulunamaz, tam aksine ermişlerin yolunu izlemek istediğini göstermelidir.

Aday, aşçılardan biri olan kendisinden sorumlu olan kişiye (Kazancı dede, aynı zamanda şeyhin vekilidir) tam bir itaatle bağlanmalıdır. Mutfakta olan gerekli ihtiyaçlar dışında aday gezinemez, sessizlik içinde durması gerekir. Aynı zaman İslam'ın emrettiği ibadetlerden hiçbirini, hiçbir sebepten dolayı kaçırmaması gerekir. Tüm bu ibadetler kutsallık ve huşu duyguları içinde yapılmalıdır. Aday her sabah cemaatin dua ettiği yerde "Allah'ın Kutsal Adı" ile zikir yapar. Bu dua bittikten sonra aday, Şerefli Salon'da “Meydan-ı şerif” diğer dervişlerle birlikte tarikatın Sufi dualarına ve şeyhin toplantılarına katılır. Yine de kendisinden sorumlu olan derviş'in (Kazancı dedenin) özel izni olmadan tekkeden ayrılamaz ve pazara gidemez. Bu sürecin esas amacı tarikatın üyelerine mecbur kıldığı dini vecibe ve uygulamaların yardımıyla insanın ruhundaki tutkuları dizginleyebilmesidir.

Aday, boş zamanlarında Kur'an ve tarikatın dualarını (evird) okuyabilir ya da büyük salonda diğer dedelerle birlikte şeyhi dinleyebilir.

Diğer tarikatlarda ruhsal inziva geleneksel olarak kırk gün sürerken, Mevleviler için bu süre üç denenme yılıdır. Aday bu üç yıl içinde Allah'ın isimlerini etüt eder ve tarikat ruhunun kurallarına uygun olarak Allah'ın kendi ismini çalışır. Bu süreç Allah Aşkı ile dolu olmalıdır, bütün bu fiziksel ve ruhsal çabaların gösterilmesi için gereken iksir Allah Aşkıdır. Günümüz yazarlarından birinin dediği gibi:

"Herkese Allah'a hizmet eder gibi hizmet eden, karşılık beklemeyen, bütün yaradılışı sevgi ve şefkatle kucaklayan insan kutsaldır." (Ergiydiren, 2007, s. 30)

Dervişin tüm ruhsal hayatının yönlendiren bu etken aşk-tutkudur. Aday, işte bunu özümsemektedir. Kendisine yapılan denemelerin amacı onun Allah ile daha sıkı bir ilişkiye girmesidir. Yaklaşık üç yıl süren çile tamamen Şerefli Mutfak içinde tatbik edilir. Bu üç yıl boyunca içsel eğitim amaçlanır ve bu eğitim aslında dışa dönük bir hizmetten yola çıkılarak verilir. Adaya mutfakta sembolik işler yaptırılır ve ruhsal olarak gelişmesi sağlanır. Matbalı-ı şerif içerisinde yaptırılan değişik hizmetler yakın zaman önce yazılmaya başlanmıştır. Yaşamış son kazancı dede olan Nizameddin Dede, adayların yaptıkları on sekiz hizmeti açıklayan notlar bırakmıştır. (Şafak, 2007, s. 1 14-8)

Mutfaktan sorumlu olan derviş, herkese iş dağıtırdı ve mutfağın dışarıdaki işlerinden de sorumluydu. Bu dervişe temsili olarak, Mevleviler arasında kazancı denirdi. Mevlevi olmak isteyen kişiler (canlar) bu kutsal mekanda kazancıdan emir alabilirlerdi. Giydikleri beyaz dini kıyafet, yani tennure aslında bir mutfak kıyafetiydi. "Kalfa". mutfakta farklı hizmetleri saygı ve görgü dahilinde görmeleri için eğitim alan dervişlerdi. Bu kişilere dini eğitim verilmese de, İslam'ı tanımalarına yetecek bir Kur'an eğitimi verilirdi. Tarikatın son döneminde birer hücrede kalan kalfaların, artık görevleri mutfak sorumluları tarafından görülmeye başlanmıştır. Bu yüzden fonksiyonları azalmıştır.

Salonun dış işlerinden sorumlu olan derviş (dışarı meydancısı), tarikatın üst makamlarından, özellikle Konya Dergahı'ndan gelen emirlerin öğrenci dervişlere ulaştırılmasından mesuldür. Bu kişi tekkede oturan kişilere mukabele günlerini, yani sema töreni günlerini hatırlatmaktan da sorumludur. Dışarı meydancısı sabah duasından sonra dervişlerin hücrelerini gezer ve o gün sema töreni olacağını, hazır olmaları gerektiğini söylerdi. Bu hizmeti gören dışarı meydancısı, kazancı gibi maaş alırdı ve tennure dışında bir cübbe de giyerdi. Çilenin son haftasında adaylar “su sorumlusu" (abrizci) olurlardı. Şerbetçi içeceklerden sorumludur. Meyve sularını  ve kandilleri hazırlar, diğer dervişleri hamama götürür. "Bulaşıkçı" çatal, kaşık ve tabakların yıkanmasından sorumludur. Mutfak sorumlusu yokken bulaşıkçı onun işlerini yapar ve sofra duasını okur. Bu işin önemi mutfak genel sorumlusunun görevinden hemen sonra gelir.

İçeri meydancı, her yemekten önce, sabah duasından önce ve Cuma günü öğle yemeğinden önce "Hül Sala!" duasını okur. Hücrelerindeki dervişlerin yemek için acele etmeleri gerektiğini anladıkları duadır bu. Çeşitli sebeplerden ötürü yemeğe gelemeyecek olan dervişlerin hücrelerinin önüne o yemeklerini bırakır.  Dolapçı tabakların ve örtülerin yıkanıp kurutulmasından ve yerlerine yerleştirilmesinden sorumludur. Perşembe ve Cuma günleri sofra sorumlusu (somatçı) öğle yemeğini başlatır ve her şeyin düzenli ve temiz olup olmadığını kontrol eder. Pazarcı dervişlerin günlük ihtiyaçlarını temin etmekle görevlidir. Her dervişin ihtiyacı ne ise onu almakla görevlidir. Çoban, 19. yüzyıldan itibaren ortadan kalkmıştır. Görevi kurban bayramında kurban kesmekti. Kandilci aydınlatma ile ilgili her şeyden, kandillerin üretilmesinden ve tekkenin, özellikle de mezarlık kısmının aydınlatılmasından sorumluydu. Görüldüğü gibi her iş için bir sorumlu vardı. Süpürgeci mutfağın tekkenin ve kurban kesilen yerin temizliğinden sorumludur. Bulaşık refiki (kalfası) çamaşır günlerinde çamaşır yıkamaktan sorumludur. Yatakçı kilimlerden ve yorganlardan sorumludur. Dervişler bunların üzerinde uyur. Sufilik öğretisinde mütevazı yataklarda az uyumak gibi altın bir kanun olduğunu unutmamak gerek. Yamakların çok özel görevleri yoktur. Kimin yardıma ihtiyacı varsa ona yardım ederler. Ama mutfaktaki ve dua salonundaki perdelerle de ilgilenirler. On sekizinci görev olarak görevlerin en mütevazı olanı ayakçılık, on sekiz günlük kalfalık eğitimi zamanındaki ilk işlerdir.

Bu on sekiz günden sonra çile, mutfağın mütevazı işlerinin görülmesi ile doldurulurdu. Bu süreçte adaya içsel bir değişim yaşatılırdı. Mutfakta yapılan bu işlerin anlatıldığı metinler çok olmasa da, çile dönemine ilişkin yazılmış birçok yazı vardır ve bazı Mevlevilerin bu zor denemeler sırasında yazdıkları mektuplar korunmuştur. 18. yüzyılda yaşamış bir yazar olan Köseç Ahmed Dede şöyle yazmıştır:

Çile mutfak hizmetinden oluşur. Şeyhin izni ile mutfağa giren can, mürşidinin izni olmadan oradan ayrılamaz ve geceyi de başka yerde geçiremez. Eğer çilenin kutsallığına aykırı bir kabahat işlerse çile bozulmuş olur ve baştan başlamak gerekir. Bin bir gün geçtiği vakit, derviş mutfaktan başındaki sikke ile birlikte çıkar, tekbir getirerek hücresine gider. Ruhsal olarak olgunluğa ulaşan dervişler, kendi hocaları tarafından şeyh atanırlar ve artık onlar yeni müritler yetiştirirler. Mutfağa girmek Şeriat'a aykırı olan her şeyi terk etmek, niyetini temizlemek ve dünya ile bozuşmak demektir. Adayın bir şeyhe ve rehbere ihtiyacı vardır. Mutfaktaki kişilere hizmet etmeden duramaz, yapamayacağı iş de ona yaptırılmaz. Çünkü hizmet etmek içsel eğitim yolu, gelişimin nedeni ve muhabbetin kapısıdır. (Arpaguş, 2009, s. 170)

Tüm bu hizmetlerin hiçbir itiraz olmadan yapılması şarttır. Eğer aday verilen görevi yerine getirmezse on sekiz ya da otuz altı kırbaçla cezalandırılır. Eğer verilen görevlere itiraz etmeye devam edilirse başındaki sikke çıkarılır, aday tekkeyi ve Mevlevi yolunu sonsuza kadar terk eder. Tekkede oturan dervişlerden biri İslam'ın farzlarından olan namazı aksatırsa ve bu kötü davranışı huy edinirse cezalandırılır. Eğer bir derviş görevini aksatır ve uygunsuz davranışlar sergilerse otuz gün tekkenin mahzeninde tutulur. Çile dönemindeki derviş tekkenin iç kurallarına uymazsa başka cezalar da uygulanabilir. Kısacası eğer aday bu hayatı reddederse, başındaki sikkeyi çıkarır ve gider. Eğer sikke bir defa iade edilirse, o aday bu yola tekrar başlayamaz ve Rumi'nin gösterdiği yolu istikrarlı bir niyetle izlemediği için tekke de o adayı tekrar kabul edemez. Yine de son karar tekkenin şeyhine kalmıştır. Eğer geri dönen adayın pişmanlığı samimi ise, aday tekrar bu yola başlayabilir ve yeniden sikkeyi giyebilir. Semazenler hakkında düşünülenin tam aksine, Mevlevi Tarikatı'nda İslam Şeriat'ına olan bağlılık çok önemlidir ve ona karşı olan hiçbir tutum kabul edilemez, hiçbir şey ondan üstün olamaz. Padişahlar tarafından temsil edilen Osmanlı'nın siyasi gücü, tarikata bu tutuculuğundan dolayı "İslam'ın amentüsüne uymanın sembolü" yakıştırmasını yapmıştır. Dervişin bütün hayata dine bağlılıkla geçer. Bu hayatta inisiyatik yolculuk ve dini vecibelere uyulması ile ilgili birçok sembol de mevcuttur.

Bin bir günlük çile bittikten sonra mutfaktan hücreye geçilir. Dervişlik yolunda iki onam, iki hayat tarzı ve iki ruhaniyet iç içe geçer. Mutfaktan hücreye çıkmak önemli bir ritüeldir, çünkü, büyük çilenin bittiğini ve adaylıktan gerçek bir dervişliğe geçildiğini gösterir. Artık bu aday hücrede oturabilir. Nitekim "hücreye geçmek" deyimi artık denenmelerin bittiğini ve yetkililerin beklediği olgunluğa erişildiğini ifade eden bir terim olarak kullanılagelir. Mevlevi Tarikatı'nda eğer derviş doğru içsel yönelimi gösterdiyse kalfalıktan dedeliğe geçer. Mutfaktan hücreye geçme hareketi ritüelleşmiştir. Bin bir günün sonunda salon sorumlusu olan "meydancı, can" diye tabir edilen adayı hamama götürür ve can orada gusül abdesti alır. Derviş temizlenir ve manevi olarak içini de temizler. Hocası tarafından alınarak çileye başladığı, üç gün üç gece boyunca sessizce dua ettiği saha postunun olduğu yere götürülür. Burada derviş, bir günü büyük sessizlik ve içsel sakinlik içinde geçirir. Mevlevi artık hücreye geçmek için hazırdır. Ancak önce şeyhe gider ve sikke ritüeli ile ona olan itaatini gösterir, tekbir getirir ve dünyasal tutkulara tövbe eder. Bu tören bütün eğitim boyunca üç kez tekrarlanır; ilk üç sessiz günün başında, sema icra edebilmek için aldığı eğitimin sonunda ve son olarak büyük çilenin bitiminde. Geleneksel olarak bu ritüelin yapıldığı günler Cuma ya da Pazartesi günleridir.

Çilesini bitiren aday, öğle yemeğinden sonra Sereni Oda'ya gider ve bütün derviş kardeşleri ile -hem çileyi bitiren hem de bitirmeye hazırlananlar ile- tokalaşır. Yeni derviş, bu olayın şerefine bir akşam yemeği düzenleyebilir ve özel bir yemek hazırlanabilir. Bu yemeğin olduğu salona tarikatın eğitim sorumlusu da (Sercarik) derviş adaylarıyla birlikte gelir ama onlar yemeğe katılmazlar. Yemek yenilip kahve içildikten sonra yeni derviş, dedeleri selamlama ritüeline geçer. Sağında bulunan dedelerin elini sıktığı sırada, solundakinin önünde de başını eğer. Sonra ayakta iken çile çekmekte olan derviş adaylarının önünde rükua varır. O anda eğitimden sorumlu olan derviş "Gülbank" isimli ilahiyi okur ve tüm dervişler ona Allah'ın Özel Adı olan "Hü" ile yanıt verirler. Daha sonra en yetkiliden en gencine, sırayla bütün dervişler çıkar ve kendi hücresine döner. En son kalan meydancı bir kandil ile yeni dervişi hücresine götürür ve o sırada bir ilahi söyler. İlahi Allah'ın Özel Adı ile sonlanır. Artık dervişe "bitiren kişi" anlamına gelen "Müntehi" de denebilir. Yeni şeyh üç gün boyunca hücresinden çıkmadan sessizlik içinde kalır, yalnızca beş vakit namaz için çıkar. Salon sorumlusu ona her gün yiyecek getirir ama hiç konuşmaz. Her akşam sadece bir ziyaretçi ile konuşmasına izin verilir, hediyeler alabilir. Eğer kapalı kaldığı üçüncü gün mukabeleye denk geliyorsa, yeni derviş semaya katılabilir. Ne olursa olsun son gün, meydancı onun hücresine girer, perdeleri açarak "Hücren küşat olacak" der.

Artık yeni derviş dışarı çıkabilir ve tekke içinde hiçbir kısıtlama olmaksızın hareket edebilir.

Mevlevi Tarikatı'nın baş eğitim sorumlusu ile görüşüp yeni giysilerin giydirilmesi merasiminden sonra, yeni derviş Senarik'in önünde eğilir ve çilesinin bittiğini, izleyen on sekiz gün içinde dergahtan çıkmaması gerektiğini ancak diğer dervişlerle onların iyi tavsiyelerini almak için konuşabileceğini söyler. Yeni Mevlevi, bu dönemden sonra tarikatın uygulamalarını öğrenmeye devam eder, "dede" sıfatını alır ve derviş adaylarına Mesnevi'yi okumak ve sema yapmak konusunda hocalık yapabilir. Bu dedeye yaptığı hizmetler için bir maaş da verilir, öyle ki maddi olarak bir ihtiyacı bulunmasın.

Yeni dede bu andan itibaren dergahta kalmak konusunda serbesttir. Eğer isterse Anadoludaki ya da Osmanlı'nın yönettiği diğer topraklardaki tekkelere de gidebilir. Bir dergahtan başka bir dergaha yaptığı yolculuklar sırasında tarikat içerisinde belirlenmiş olan kesin misafirlik kurallarına uymak zorundadır. Akşam geç bir saatte gelmemelidir ve vardığında her zaman hediyeler getirmelidir. Ne olursa olsun her zaman tekkeyi yöneten şeyhe saygı duymalı, sevecen olmalı ver herkese karşı amade olmalıdır. Bazı durumlarda dede kendi isteği ile yer değiştirmez, tarikatın büyük şeyhinin arzusu ile Anadolu'daki bir tekkenin yönetimindeki boşluğu doldurmak için de yer değiştirebilir. Kişisel yetenekleri, inisiyatik ve mistik bilgileri ve politik pozisyonu bir dedeyi bir tekkenin yönetimine getirmek için geçerli sebeplerdir.

Dedelerin tekkede kalmayı seçmesi, yeni bir içsel, inisiyatik ve mistik yolculuğun başlangıcıdır. İlk eğitim dönemini bitiren dede, artık daha derin bir yolculuğa başlayacak ve bu ikinci inisiyatik yol onu günden güne daha yüksek ruhsal ve mistik noktalara getirecek. Bu yolculuk Allah'la bir olana kadar sürecek.



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

İHTİLAL EVLATLARINI YEMEDEN DURAMAZ!



14'lerin Tasfiyesi 13 Kasım 1960, Ankara



On yıldır, 14 Mayıs 1950'den beri iktidarda bulunan Demokrat Parti'yi 27 Mayıs 1960'da devirerek iktidara el koyan darbe ordu içinde daha çok alt kademe subaylarına dayanan bir cuntanın eseriydi.


Daha sonraki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980'de olduğu gibi "emir-komuta zinciri içinde" gerçekleşmeyen bu hareket, sadece iktidar partisine karşı değil ama aynı zamanda onunla işbirliği içinde olan ordunun yüksek komuta kademesine karşı da sert davranacak ve daha ilk adımdan itibaren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ve kimi generalleri de gözaltına alarak işe başlayacaktı.


27 Mayıs hareketinin ve daha sonra iktidarı kullanan Milli Birlik Komitesi (MBK)'nin başına getirilen eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, "başımızda yüksek rütbeli bir subay olsun" diye adeta zorla, arayarak bulunmuştu. Ama ihtilal yasasının kendine özgü bir diyalektiği vardı ve neredeyse rica minnet hareketin başına getirilen Cemal Gürsel ve arkadaşları 27 Mayıs'ın asıl aktörlerini ilk fırsatta tasfiye edeceklerdi.


14 kişiden meydana gelen MBK'ya birçoğu yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki genç subayların damgasını vurması bir siyasal ve toplumsal hareket olarak 27 Mayıs'ın sahip olduğu özellikleri de açığa vuruyordu ama bu unsurların iktidar mevkilerinde kalmalarına da beş buçuk aydan fazla tahammül edilemeyecekti.


Aslında 27 Mayıs'ın arka planında yer alan siyasal-toplumsal süreci belirleyen Türkiye'de gelişmekte olan kapitalizmin harekete geçirdiği dinamiklerdi. On yılı bulan DP iktidarı döneminde kapitalizmin hızla gelişmesi için önemli adımlar atılmış ve bir sermaye birikimi gerçekleştirilmişti.


İç pazarın gelişmesi ve sermayenin dolaşımı için gereken alt yapı yatırımlarının gerçekleştirildiği bu süreç aynı zamanda bir önceki dönemin nispeten içe kapalı toplum yapısında varolan değer yargılarını ve statüleri de hızla değişmeye zorlarken "orta sınıf tanımını ve bunun içinde yer alan toplumsal kesimleri de farklılaştırıyordu.


Tek parti döneminin anlayışı ve politikaları çerçevesinde şekillenen hemen ne varsa artık geride kalıyor, ülkede varolan kapitalist ilişkilerin yayılmasıyla egemenliğini ilan eden yeni dönem geçmişten farklı "yükselen değerler" ortaya çıkarıyordu. Bu bağlamda subayların, ordu mensuplarının da dahil olduğu memurlar artık eskisi gibi toplumsal yaşamın önemli aktörleri olamayacaklardı.


Yoğun iç göçün sayılarını artırdığı ve büyüttüğü kasaba irisi kentlerdeki yaşam, tüccarları, ithalatçıları, montaj sanayinin bir ucuna tutunmuş kalbur üstü işadamlarını, zengin çiftçileri öne çıkarıyordu.


Böylesi bir iktisadi-toplumsal sürecin ordunun alt kademelerinde tepkilere yol açması doğaldı. Bu sosyo-psikolojik tepkilerin yanı sıra, fonda her zaman bir tür


"Atatürkçülük" ideolojisi bulunmak kaydıyla ve bunun tarihsel ve ulusal meşruiyetinden yararlanarak, kendisini her zaman "memleketin asli sahibi" olarak gören ordunun içinden DP iktidarının temsil ettiği bir tür geç kalmış "vahşi kapitalizme" karşı şiddetli bir muhalefet patlak verecek ve sonuçta 27 Mayısa kadar gidilecekti.


Ancak bu hareketin içinde bulunanların, cuntalar örgütleyip, kelleyi koltuğa alanların ideolojik ve siyasal formasyonu ne pek ciddiye alınır düzeydedir, ne de belirli bir homojenlik ve netlik taşımaktadır. Bir önceki dönemde ağırlığı hissedilen "devletçi" politikaların esin kaynağı olduğu kimi görüşler veya düpedüz bu politikaların tekrarı niteliğindeki önerilerden ileri giden fazla bir şey yoktur.


Ama sonuçta 27 Mayıs, baskıcı bir rejime karşı bir tür "hürriyet mücadelesi" olarak da kendisini tanımlayacaktır. Asıl olarak alt kesimlerin damgasını vurduğu ve onların kimi özlemlerini yansıttığı ölçüde de ortaya çıkardığı Anayasa ve seçim yasası gibi kimi hukuki-siyasi düzenlemeler daha demokratik ve özgürlükçü bir eksende şekillenebilmiştir.


Tüm bunlardan sistem gereken dersleri alacak ve daha sonraki on yıl içinde geliştireceği önlemlerle ordu içinde bir daha böylesi bir hareketin gelişmesine olanak tanımayacaktır. OYAK başta olmak üzere, ordu mensuplarının sistemle daha iyi bütünleşen bir yapıya bürünmelerini sağlayan iktisadi ve kurumsal önlemler alınırken, subaylar da devletin diğer görevlilerine oranla görece daha ayrıcalıklı bir konuma zamanla kavuşacaklardır.


Nitekim 12 Mart 1971'deki müdahale öncesinde gerçekleştirilen 9 Mart tasfiyesi bu bağlamdaki son kalıntıların da temizlenmesidir. Daha sonraki dönemlerde artık ordu içinde gerçekleştirilen örgütlenmeler ideolojik çizgisi net olan sistem dışı örgütlenmelerdir ve bunlar da açığa çıktığı ölçüde kesin bir şekilde ayıklanıp, kazınacaklardır.


Ama bunlar daha sonrasının olgularıdır. 1950'li yıllar henüz bu adımların atılmadığı, bir anlamda "bakir" ve "masum" bir dönemdir ve darbeyi gerçekleştiren kadrolar da hem kendilerini örgütlemekte, hem de toplumsal karşılık bulmakta şanslı olacaklardır.


Ankara ve İstanbul radyolarının ele geçirilerek bir bildirinin okunmasıyla iktidara el konulabildiği bu dönemde 27 Mayıs öncesinde oluşan cuntalar hiç kan dökmeden amaçlarına ulaşacaklar ve ilk aşamada 38 kişiden oluşan bir iktidar organı ile ülkeyi yönetmeye başlayacaklardır. NATO'ya ve CENTO'ya bağlı olduklarını daha ilk andan ilan etmeleri kendileri açısından akıllıca olacak ve dış dünyadan büyük bir tepkiyi üzerlerine çekmeyeceklerdir.


Ancak esas önemlisi bundan sonrasında, iktidarı aldıktan sonra ne yapılacağıdır. Böylece kısa sürede MBK içinde ayrılıklar baş gösterir; devlet ve hükümet başkanı ve Milli Savunma Bakanı olarak neredeyse her türlü yetki kendisine tevdi edilen Cemal Gürsel ve arkadaşları DP iktidarının sorumlularının yargılanmasının yanı sıra yeni bir Anayasa ve seçim yasası yapılarak makul bir süre içinde çekilmeyi savunmaktadır.


Bütün bu siyasal sürecin en örgütlü gücü CHP'nin lideri İsmet İnönü de bu görüştedir ve tarihsel kişiliğiyle tüm ağırlığını bu doğrultuda kullanmaktadır. Ama MBK üyelerinin bazıları iktidarın kısa sürede sivillere bırakılmasına taraftar değildir.


Sivil siyaset alanına ve politikacılara derin bir güvensizlik duyarken, ne olduğu pek de belli olmayan militarist ve devletçi görüşlerinin ülkenin hızla kalkınması ve ilerlemesi için pek gerekli olduğuna inanan bir grup MBK üyesi subay, belirli bir tarih telaffuz etmemekte ama en azından uzunca bir süre ülke yönetimini ellerinde tutmak istemektedirler.


İçlerinde Alparslan Türkeş gibi faşist unsurlar olduğu gibi, bir tür "üçüncü dünya solculuğu" olarak tanımlanabilecek görüşlere sahip olanlar da vardır. Ve aslında bu kadar farklı görüşleri olanların birlikte ülkeyi yönetmeleri de mümkün değildir. Ama öne çıkan ayrım ve çatışma noktası askeri yönetimin devam edip etmemesi olunca, 13 Kasım 1960 günü sabaha karşı isimleri daha önceden belirlenen 14 MBK üyesi evlerinden toparlanarak ordudan emekli edileceklerdir. Ardından yurtdışında bir takım uyduruk görevlere atanma görüntüsü altında sürgüne gönderileceklerdir.


İhtilal evlatlarını yemeden duramazdı! İktidarın silahlı ayaklanmayla el değiştirdiği 27 Mayıs da bunun dışında kalmayacak ve ihtilal yasasının diyalektiği yine hükmünü icra edecekti. Düzenin yeniden geri gelmesini savunanlar çeşitli görüşlerdeki "aşırıları" tasfiye edip, duruma egemen olacaklardı.



Alıntıdır.

19 Mayıs 2023 Cuma

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-11

 



DERVİŞ VAHDETÎ (1909)


Sultan II. Abdülhamid Han'ın tahtından indirilmesine sebep olan 31 Mart Vakası içinde önemli rol oynayan Derviş Vahdeti, Kıbrıslıdır. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, Kıbrıs'ta memurluk yapmış, İngilizce öğrenmiş ve 1902 yılında İstanbul'a gelmiştir. Burada bazı uygunsuz hareketlere giriştiği için Diyarbakır'a sürülen Derviş Vahdetî, II. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul'a gelerek İttihat ve Terakki Fırkası'na girmek istemiş, kabul edilmeyince "Volkan" isimli bir gazete neşrederek müthiş yazılarla cemiyete saldırmaya başlamıştır. Bu arada "İttihad-ı Muhammediyye" adını verdiği bir cemiyet kuran ve kısa sürede gelişmesini sağlayan Derviş Vahdetî, Meclis-i Mebusan'ın ittihatçı vekillerini dinî duygulardan uzak, kozmopolit ve ahlaksız kişiler olarak tavsif etmektedir. Gerçekten o dönemde İttihat ve Terakki, hükümet üzerinde etkili durumdadır ve bir çok yanlış kararların alınmasını sağladığı gibi fail-i meçhul cinayetlere bulaşmış durumdadır. Asıl mesele ise iktidarı tamamen kontrol altına alarak meclisi ele geçirmek ve II. Abdülhamid'i tahttan indirmektir.  Cemiyet üyeleri beynelmilel Masonluğun her halde çok dikkatle çizdiği bir plan sayesinde bu emellerine kavuşmuş ve neticede imparatorluğun da yıkılmasına sebep olmuşlardır.

Bir ingiliz ajanı olduğu artık bilinen Derviş Vahdetî, 31 Mart Vakası'nı hazırlayarak İstanbul'da bir isyan başlatmış, "Şeriat isteriz!" çığlıklarıyla meclisi dağıtmak isteyenler bir süre sonra meclisi kurtarmaya geldiğini söyleyerek Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu marifetiyle katliama tabi tutulmuşlardır.  Bu orduyla İstanbul'u ele geçiren İttihatçılar Abdülhamid Hanı da tahttan indirmeyi başarmış, bu arada suçlu veya suçsuz yüzlerce insanın ölümüne sebep olmuşlardır.

Canından korkup İzmir'e kaçan Derviş Vahdetî ise artık görevi tamamlandığı için yakalanıp İstanbul'a getirilmiş ve göstermelik bir mahkemenin ardından Ayasofya meydanında asılmak suretiyle öldürülmüştür. Daha sonraki yıllarda İttihatçıların 31 Mart Vakasını bir gerici ayaklanması olarak gösterip Derviş Vahdetî'nin Abdülhamid'le birlikte hareket ettiği yalanını söyledikleri bilinmektedir.  Nitekim bu şeriat kalkışmasının (!) bahane edilerek İttihatçıların iktidara el koydukları, yani kalkışmanın sadece onlara yaradığı açıkça belli olmuştur. Abdülhamid gibi siyasî deha sahibi bir hükümdarın, bir İngiliz ajanı olan Derviş Vahdetî ile hiç bir ilişkisinin olmadığı ve aslında kendi menfaatına uygun düşen 31 Mart Vakasına müdahil olup ondan istifade cihetine gitmediği bilinmektedir.



RASPUTİN   (1916)



1917 yılında Rusya'da gerçekleştirilen Bolşevik ihtilali öncesinde son Rus çarı ve çariçesi üzerinde inanılmaz bir etki bırakmış olan cahil bir papazdır.

1871 yılında doğan ve 1904 yılında bir köy papazı olarak meslek hayatına atılan Rasputin büyük hırs, kibir, ahlak düşüklüğü ve korkunç bir yükselme arzusuyla,  kendini kerametler gösteren bir ermiş olarak takdim etmeye başlamıştır. Kısa bir süre içinde halkı, etrafına şifa dağıtan yüksek bir şahsiyet olduğuna inandırmayı başarmıştır.

Şöhreti saraya kadar ulaştığında, çariçe, hasta oğlunun tedavisi için Rasputin'i saraya davet etmiş, konuşmaları ve davranışlarından etkilenerek adeta onun kölesi haline gelmiştir. Çar da, oğlunu sağlığına kavuşturduğuna inandığı bu korkunç ve gizemli papazı el üstünde tutmaya başlayınca Rasputin, Rus sosyetesinin bir numaralı adamı haline gelmiştir.

O, bundan sonraki yıllarını sarayda, her türlü devlet işlerine müdahale ederek ve dilden dile dolaşan  fuhuş  ve  içki  partileriyle  geçirir. Söylentilere göre çariçe ve kızlarıyla da ilişkiye girmekte ve çarın yakınları tarafından nefretle takip edilmektedir.  Nitekim 1916 yılına ulaşıldığında artık Rusya'nın zirvesindeki  tek adammış gibi görünen ve "Tanrıya ulaşmanın tek yolunun günah işlemekten geçtiğini" söyleyen ahlaksız papaz, Çarın kuzeni Dimitri Pavloviç ve Prens Yusupov tarafından bir ziyafete davet edilir. Onuruna verilen yemekte Rasputin, daha önce içine zehir karıştırılmış pastaları bolca yediği halde ölmeyince, ev sahipleri üzerine atılıp kıyasıya dövmeye başlarlar. İri yarı bir adam olan korkunç papaz onlarla mücadeleye girişirse de sonunda kurşun yağmuruna tutulmak suretiyle kanlar içinde yere serilir. Bütün bunlara rağmen can çekişmeye devam ettiği görülünce bir halıya sarılarak Neva Nehri'nin soğuk sularına atılıp yok edilir.



MATA HARİ (1917)


Almanların I. Dünya Savaşı'nda öne çıkan ünlü casuslarından biridir.

Hollandalı bir işadamının kızı olarak 1876 yılında doğan Mata Hari, ailesi tarafından bir rahibe okuluna gönderilmişse de 18 yaşında iken Hollanda ordusunda görev yapan İskoçyalı bir subaya âşık olmuş ve onunla evlenerek Java Adası'na gitmiştir.  Burada gizemli Doğu Hint danslarını öğrenen genç ve güzel kadın Avrupa'ya döndükten sonra, kendisinden 20 yaş büyük olan kocasından boşanıp Paris'e yerleşmiştir.

Avrupa'nın değişik şehirlerinde dans ederek büyük bir  üne  kavuştuğu  sıralarda Almanlar tarafından  casusluk eğitimine  tabi  tutularak yetiştirildiği bilinmektedir. Asıl ismi Margaretha Zelle  olan ve  Mali  dilinde  "Şafağın  Gözü" anlamına gelen Mata Hari ismini kullanan genç kadın Fransız, ingiliz ve Rus subaylarının gözdesi olarak bir çok gizli belgeye ulaşmış ve bunları büyük ustalıkla Almanlara bildirmiştir.  Daha sonra kendisinden şüphelenen Fransızlar ona işbirliği teklif etmişler, Mata Hari bunu kabul etmiş göründüğü halde, ilişki kurduğu altı Fransız ajanı Almanlar tarafından 15 gün içinde öldürülmüştür. Bunun üzerine hemen mahkemeye sevkedilen  ve  yargılanan Mata Hari hakkında yeterli delil toplanamadığı halde idama mahkum edilmiştir.

Dünya casusluk tarihinin en önemli simalarından biri olarak büyük üne kavuşan Mata Hari,  15 ekim 1917 tarihinde, şafak vakti, infaz için bir ormana götürülürken bile, Fransızların kendisini öldürerek bir şey kazanamayacağını söylemiştir. Korkusuz bir tavır sergilediği,  hatta gözlerini bağlatmadığı bilinmektedir.  Onun, kendisini kurşuna dizen 15  Fransız askerinden sadece birinin kurşunuyla ölmüş olduğu da belgelenmiştir. Diğer 14 askerin kurşunlan Mata Hari'yi hedef almamış görünmektedir.




TALAT PAŞA (1921)



İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önde gelen liderlerindendir.  Bir süre sadrazamlık da yapmış, devletin felaketinde birinci derecede rol oynadıktan sonra yurdu terkedip kaçmış,  Berlin'de, genç bir  Ermeni tarafından  kurşunlanarak öldürülmüştür.




CEMAL PAŞA (1922)



İttihat Terakki yöneticilerindendir.  Payitahtı terk edip kaçtıktan bir süre sonra Tiflis'te, Ermeniler tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.



ENVER PAŞA  (1922)


Osmanlı tarihinin son zamanlarına damgasını vuran İttihatçı liderlerdendir. Osmanlı hanedanından Naciye Sultanla da evlenerek Damad olan Enver Paşa, uğranılan büyük hezimet sonrasında yurdu terkedip kaçmış, bir süre Moskova'da kaldıktan sonra, bir Turan Devleti kurmak üzere harekete geçmiş ve nihayet Buhara yakınlarında, Ruslarla giriştiği  bir  mücadele sırasında,  atı  üzerinde  saldırıya geçmişken, vücuduna  isabet  eden  kurşunlarla  hayatını kaybetmiştir.




ALİ ŞÜKRÜ BEY (1923)


Büyük Millet Meclisi'nin birinci döneminde Trabzon Mebusu olarak görev yapan Ali Şükrü Bey,  1884 yılında Vakfıkebir'in Şarlı Nahiyesinde doğmuştur.  Babası gibi Bahriye Zabiti olarak orduya katılmış, Osmanlı donanmasının güçlenmesi için kurulan Donanma Cemiyeti'nin ikinci başkanı  olarak  görev  yapmış, son  Osmanlı Meclisi'nde mebus iken, Anadolu'ya geçip milli mücadelede görev almıştır.

Son derece dindar, atak, bilgili ve hatip bir kimse olarak mecliste ün yapan Ali Şükrü Bey, hem meclis başkanı Mustafa Kemal'e, hem de birinci gurup denilen batı yanlısı mebuslara muhalefetle öne çıkmıştır. O daha çok Mehmet Akif ve diğer dindar mebuslarla beraber olmuş, içkinin yasaklanmasına dair kanunun çıkmasını sağlamış ve bu faaliyetleriyle bir çok kimseyi rahatsız etmiştir.

Memleketinde de çok sevilip sayılan ve her seçimde başarılı olacağı anlaşılan Ali Şükrü Bey, bir gün  Mustafa  Kemal'in  muhafız  alayında görevli olan Topal Osman isimli hemşehrisinin kahvesine çay içmek için davet edildiğinde, onun adamları tarafından, çadır ipiyle boğularak şehid edilmiştir. Cesedi bir kilime sarılıp Çankaya'daki boş bir tarlaya, üzerindeki elbiseler bile çıkarılmadan gizlice gömülen Ali Şükrü Bey'in ortadan kaybolması meclisi ayağa kaldırmış ve nihayet beş gün sonra ölüsü  gömülü  olduğu yerden çıkarılmış, katillerinin Topal Osman ve adamları olduğu anlaşılınca onlar da yakalanmak istenmiştir. Ne var ki Topal Osman, üzerine gönderilen kuvvetlerin, kendisine ateş etmeye başladığını görünce şaşkınlıkla karşılık vermeye başlamış, fakat hiç bir şey konuşmasına fırsat verilmeden öldürülmüştür. Daha sonra olayın üzeri kapatılarak Ali Şükrü Bey cinayeti unutturulmak istenmiştir.

Cenazesi Trabzon'a gönderilerek oraya defnedilen bu genç ve atak mebus, şehid edildiğinde, henüz 39 yaşında bulunuyordu.

Ölümünden sonra Trabzon'da çıkması muhtemel ayaklanma, Mustafa Kemal'in şehre gönderdiği bazı milletvekilleri aracılığıyla önlenmiştir.



ŞEYH SAİD  (1925)


Asıl adı Muhammed Said, babasının ismi Şeyh Mahmud'tur. Palu'da doğup büyümüş, sonra Erzurum'un kazası Hınıs'a yerleşmiştir. Medrese tahsilinden sonra kendini talebe yetiştirmeye vermiş, İslâmî ilimler sahasında yörenin öne çıkan isimlerinden biri olmuştur. Hem müderris, hem de Nakşibendî şeyhi olarak çevresinden hürmet ve itibar gören Şeyh Said; cumhuriyetin ilanı, hilâfetin kaldırılması ve bir takım yeni kanunlar çıkartılarak laik bir düzene doğru gidilmesi karşısında, doğu vilâyetlerinin çoğunu kapsayan bir isyan başlatmış, kurulan cumhuriyet hükümetine ve başında bulunan zata kıyam edilmesi gerektiğini belirterek harekete geçmiştir. 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan bu isyan hareketi kısa sürede büyüyüp genişlemiş, Şeyh Said'e bağlı kuvvetler Hani, Piran, Elazığ gibi yerleri ele geçirerek Diyarbakır'a doğru ilerlemeye başlamışlardır. Onların bu hareketleri karşısında hemen Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkartan ve 12 il ve 2 ilçede sıkıyönetim ilan ederek, askerî harekata başlayan İsmet İnönü hükümeti, isyanı bastırmak için bütün kuvvetiyle bölgeye yüklenmiştir. Sonunda Şeyh Said, en yakın adamlarından biri olan bacanağının ihbarıyla bulunduğu yerde yakalanmış ve diğer isyancılarla birlikte Diyarbakır'a getirilerek, bu iş için tesis edilmiş olan Şark İstiklal Mahkemesi önüne çıkarılmıştır. Bu sıralarda 60 yaşını biraz geçmiş bulunan Şeyh Said ve arkadaşları kısa süren bir sorgulamadan sonra idama mahkum edilmişler ve 29 Haziran 1925 gecesinde hüküm infaz edilmiştir. O gece Şeyh Said'le birlikte idam edilenlerin sayısı 48'dir.

Şeyh Said'in idam sehpasına yürürken "Zalim ve katillerle elbette Mahşer Günü'nde hesaplaşacağız!" dediği rivayet edilir. Zaten mahkeme zabıtlarından anlaşıldığına göre O, savunmasının tümünde pervasız bir tavır sergilemiş, davasının haklılığına olan inancından hiç vazgeçmediğini göstermiştir.



İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ (1926)


Son devrin büyük İslâm bilginlerinden İskilipli Atıf Efendi 1926 yılında Ankara'da,  asılmak suretiyle idam edilmiştir.

Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi tarafından idamına karar verilen İskilipli Atıf Efendi, kendisinin suçlandığı eserini, Şapka Kanunu'nun çıkmasından epeyce önce yazdığını ve "Frenk Mukallitliği ve İslâm" isimli bu risale ile şimdi suçlanamayacağını bildirmişse de mahkeme üyeleri esasen bu değerli alimi idam ederek onun gibi düşünenlere gözdağı vermeyi amaçladıklarından kitabın, hadiseleri kışkırtıcı bir unsur olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, şapka aleyhinde olanların dini siyasete alet ettiklerini ve bunun da gerekirse idamla cezalandırılması gerektiğini söylemişlerdir. Mahkeme üyeleri yaptıkları bu işlerle rejimi ve cumhuriyeti kurtardıkları zannına kapılmış, kendilerini destekleyen çevrelerin de itimat ve sevgisini kazanmışlardır. İskilipli Atıf Efendi'nin idamına karar veren İstiklal Mahkemesi üyelerinin reisi Kel Ali lakabıyla meşhur olan Ali Çetinkaya idi. Diğer mahkeme üyeleri ise Kılıç Ali, Rize Mebusu Ali (Zırh) ve yedek üye de Reşid Galib Bey idi. Savcı olarak görev yapan zâtın adı da Necip Ali olduğundan onlara Dört Aliler", mahkemeye de " Dört Aliler Mahkemesi" deniliyordu.

Türkiye'de gezici mahkemeler kurarak kısa zamanda bir çok karara imza atmış olan bu üyelerin kaç kişiyi idam ettiği halâ tam olarak bilinmemektedir. Sadece Rize'de şapka giymek istemeyen 143 kişi iki gün içinde yargılanmış, içlerinden sekiz kişi idama, 14 kişi 15 yıla, 22 kişi 10 yıla, 19 kişi de beş yıl hapse mahkum edilmiştir.

İskilipli Atıf Efendi'ye mahkeme reisinin; "Şapkaya niçin muhalefet ediyorsun? Nihayet bir bez parçasıdır!" dediği ve onun da reisin arkasında asılı bulunan bayrağı göstererek "O da bir bez parçasıdır, fakat anlamı vardır!" diye cevap verdiği hafızalardan silinmemiştir.


TROÇKİ (1940)


Bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak 1879 yılında Ukrayna'nın güneyinde bir köyde doğdu. Matematik ve hukuk alanında yüksek öğrenim gördü. Öğrenciliği sırasında devrimci görüşlere sahip olup Marksizmi benimsedi. Çarlık idaresince tutuklanıp Sibirya'ya sürüldü. İki yıl sonra buradan kaçıp Viyana ve Londra'ya gitti. Lenin'le arkadaşlık kurdu ve Bolşevik ihtilalinin hazırlayıcıları arasına girdi. İhtilalden sonra Kızıl Ordu'yu kurup başkomutan olarak görev yaptı. Lenin'in hayatta olduğu sürece mevki ve iktidarını korudu. Ancak Lenin'in 1924'de ölmesi ve Stalin'in başa geçmesi üzerine onunla anlaşamayıp iki yıllık süre içinde bütün yetkilerini kaybetti. 1929-33 yılları arasında İstanbul'da sürgün hayatı yaşadı. Burada, hatıra ve düşüncelerini kaleme alıp yayınladı. 1933 yılında Fransa'ya gitti. İki yıl sonra sınır dışı edildi ve Norveç'e geçti. İki yıl da burada kaldıktan sonra 1937 yılında Meksika'ya sığındı. Stalin hâlâ onun peşindeydi ve mutlaka öldürülmesini istiyordu.

20 ağustos 1940 yılında komünist bir İspanyalı ajan olan Roman Mercader, gazeteci kılığında onunla röportaj için geldi ve bulduğu ilk fırsatta başına buz baltasıyla vurmak suretiyle ağır şekilde yaraladı. Korumaları tarafından hemen hastaneye kaldırılan Troçki şuurunun açık olduğu bir sıra, "Siyasi bir katilin darbesi yüzünden ölüme yaklaşıyorum. Odamda bana vurdu. Onunla mücadele ettim" gibi sözler söyledikten sonra öldü.



MUSSOLINİ (1945)


Benito Mussolini 1883-1945 yılları arasında yaşamış İtalyan devlet adamı ve diktatördür. Faşizmin kurucusu olarak kabul edilir. Pek çok mücadeleden sonra, 1925 yılında İtalya'nın başına geçmiş; sert, acımasız ve zalim bir tiran olarak büyük katliam ve zulümlere imza atmıştır.

Hitler'in başarıları üzerine 1939 yılında Almanya ile birlikte Faşist ideolojiyi bütün dünyaya yaymaya çalıştı. Arnavutluğu işgal etti, Fransa ve Yunanistan'a saldırdı. 1940 yılında tamamen Almanya'ya tabi uydu bir devlet başkanı olarak göründü, italya, savaşın acıları ile boğuşmaya başlayınca Mussolini, parti liderleri tarafından yetkilerini devretmeye çağrıldı. 1943 yılında Kralın emriyle tutuklandı. Alman paraşütçü birlikleri tarafından hapisten kurtarılıp yeniden mücadeleye başladıysa da 1945 yılında Almanya'nın, II. Dünya Harbi'nden mağlup çıkması üzerine Mussolini de her şeyini kaybetti, isviçre'ye kaçmaya çalışırken, kendisine muhalif çeteler tarafından yakalandı ve metresi ile birlikte idam edildi. Cesedi Milano'ya götürülüp ayaklarından asılmak suretiyle günlerce teşhir edildi.



MAHATMA GANDHİ (1948)


Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesinde liderlik yapan ve bölgenin  ingiliz sömürgeciliğinden kurtulmasını sağlayan dînî ve siyasî önderdir.

O, 1869 yılında Hindistan'da zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, iyi bir eğitim görerek yetişmiş, ingiltere'de hukuk tahsili gördükten sonra Bombay'a dönüp bir kaç yıl avukatlık yapmış, daha sonra da Güney Afrika'ya taşınarak buradaki Hintli vatandaşlarının haklarını savunmak için etkin çalışmalara girişmiştir. 21 yıl kadar Güney Afrika'da kalan Gandhi artık iyice tanınan bir mücadele adamı olarak Hindistan'a dönüp ülkesinin bir ingiliz sömürgesi olmaktan kurtarılması için çalışmalarını hızlandırmıştır.

O, halkının kendine verdiği Mahatma, yani "Yüce Ruh"  ismiyle giriştiği mücadelelerinde şiddet karşıtlığını savunmuş,  sivil  itaatsizliği, pasifizmi ve uzlaşmacılığı öne çıkarmıştır. Eğer bu yöntem bütün halk tarafından kabul görür ve ingiliz malları ve idarecileri pasif bir direnişle etkisiz hâle getirilebilirse memleket kurtulacaktır.

Gerçekten gittiği her yerde bu barışçı yöntemi öğütleyen Gandhi başarılı olmuş ve bir süre sonra bu ağır ambargoya dayanamayan ingilizler Hindistan'ı terketmek zorunda kalmışlardır. Artık onların kaba kuvvetleri işe yaramamakta, halk hiç bir emirlerini dinlemeyerek bütün kararları boşa çıkarmaktadır.

Gandhi defalarca tutuklandığı halde açlık grevleriyle mücadelesini sürdürmüş ve Hintiler tarafından yüksek bir dînî ve siyasî lider olarak kabul edilmiştir. O, birlikte yaşadıkları Müslüman halklara da barışçı yaklaşımlar göstermiş, tek bir Hindistan hayaliyle yaşadığı halde Müslümanların kurduğu Pakistan Devleti'ne de karşı çıkmamıştır. "Şiddet göstermemek, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir" diyen Gandhi 30 Ocak 1948 tarihinde, Yeni Delhi'de, radikal bir Brahman tarafından vücuduna üç kurşun sıkılarak öldürülmüştür. Onun ölüm haberini  alan Hintliler büyük bir üzüntü yaşamış ve cenazesi görülmemiş bir kalabalık tarafından yakılarak külleri Ganj Nehri'ne dökülmüştür.



HASAN EL  BENNA (1950)


Mısır'da, dünyaca meşhur İhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) teşkilatının kurucusudur.

Şimşire Köyü'nde doğup büyümüş, öğretmen okulunu bitirip bir süre muallimlik yapmış, sonra Kahire'de yüksek tahsilini tamamlayarak İslâmî çalışmalara girişmiştir. Gittiği her yerde davasına taraftar toplayarak ve özellikle üniversite öğrencileri arasında teşkilatını yaygınlaştırıp, İngiliz misyonerlerinin çalışmalarını engellemeyi başarmıştır. Müslümanların kendi dinlerine ve kültürlerine dönerek, her türlü cehalet ve emperyalist rejimlerle mücadele etmesi gerektiğini söyleyen ve bu konuda el kitabı olarak büyük rağbet gören eserler neşreden Hasan el Benna, Filistinli Müslümanlara da maddî ve manevî yardımlarda bulunarak, hatta kendi teşkilatından bazı mücahidleri bizzat savaşmak üzere göndererek haklı bir üne kavuşmuştur.

Mısır siyasetinde etkin rol oynayan ingilizler ve onların uşakları, Hasan el Benna'nın çalışmalarından rahatsızlık duymaya başlayınca Kral Faruk, teşkilatın dağıtılmasını emretmiş ve Müslüman Kardeşler tutuklanmaya başlanmıştır.

Kendisi hapsedilmemekle beraber her türlü İslâmî faaliyetten men edilen Hasan el Benna, bir gençlik derneğinin toplantısına katılmak için izin alınca oraya gitmiş, fakat toplantı bitiminde bindiği taksiye yaklaşan, kimliği belirsiz üç-dört kişi  tarafından  kurşun yağmuruna  tutularak yaralanmıştır. Hastanede, kan kaybından öldüğü duyurulmuş; cenaze törenine kimsenin katılmaması istenmiştir. Sıkı güvenlik önlemleri altında defnedilen Hasan el Benna'nın kabri başında Fatiha okumak isteyenler bile tutuklanmışlardır.



ADNAN MENDERES (1961)



1899 yılında, Aydın'da, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

İzmir Amerikan Koleji'nden mezun oldu. Ankara Hukuk Fakültesi'ne girdi. Atatürk'le tanışıp takdirini kazandıktan sonra 1930 yılında CHP'den Aydın Milletvekili seçildi. 1949 yılında partisinden ayrılıp Celal Bayar'la birlikte Demokrat Parti'yi kurdu. 1950 seçimlerinde, CHP'nin icraatlarından nefret etmiş olan halk tarafından ezici bir çoğunlukla iktidara getirildi.  Başbakan oldu.

Ezanın, eskiden olduğu gibi yeniden aslî şekliyle okunmasını sağladığı ve dindar insanlar üzerinde yıllarca süren baskıları bir parça azalttığı için halk tarafından 1955 seçimlerinde de tek başına iktidara getirildi. Hayatı tamamen Atatürk ve inönü zihniyetiyle şekillenmiş olmasına rağmen, yapılan bazı değişiklikleri devrimin elden çıkması olarak yorumlayan İsmet İnönü, çevresindekiler ve onlara tam destek veren askerler tarafından kıskaca alındı. Basın tarafından şiddetle tenkit edilip, aslı astarı olmayan yalanlar ve iftiralarla karalandı. Dış müdahalelerin de etkisiyle 1960 yılında askerî ihtilal gerçekleşti ve Menderes tutuklandı. Bir kısım arkadaşlarıyla Yassıada'ya gönderilip sıkı gözetim altında tutuldu. Akıl almaz manevî işkencelere uğratıldıktan sonra, kendisine günlük olarak verilen uyku haplarını biriktirip intihara kalkıştı. Midesi yıkanıp iyileştirildikten bir gün sonra, 17 eylül 1961 tarihinde, İmralı'da idam edildi. Üzerine giydirilen idam gömleği ile darağacına doğru yürürken, "Hiç muğber değilim", yani kimseye küskün, dargın değilim dediği söylenmiştir.



KENNEDY (1963)


Tam ismi John Fitzgerald olan Kennedy, Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. Devlet Başkanı idi.  1917 yılında doğan Kennedy'nin ailesi, irlanda'dan Amerika'ya gelmiş göçmenlerdendir.

Çocukluğunu Boston'da geçirmiş, tahsilini Harward Universitesi'nde tamamlamış, bu arada yazarlığa başlayarak çok okunan bazı eserler kaleme almıştır.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra siyasete atılan Kennedy, kısa zamanda Temsilciler Meclisi'ne seçilmiş, sonra senatör olmuş ve nihayet 1960 yılında Başkan seçilmiştir. Onun halk tarafından çok sevilmesi ve uygulamaya çalıştığı ekonomik programlar şüphesiz ki muhalifleri ve özellikle Yahudi lobileri tarafından hazmedilememiş ve bugün bile mahiyeti tam olarak anlaşılamayan bir suikast düzenlenerek, karısı ile Dallas Texas'da bulunduğu bir sırada, onlarca korumasına ve sıkı güvenlik önlemlerine rağmen, 22 Kasım 1963 tarihinde, vurularak öldürülmüştür. Nereden geldiği belli olmayan kurşun bir anda Kennedy'nin kafatasını paramparça etmiştir. Karısı, daha sonraki yıllarda Yunanlı bir armatörle evlenmiş, Kennedy ailesinden başkaları da çeşidi suikastlarla yok edilmişlerdir.


MALCOLM X (1965)


Amerikalı Müslümanların unutulmaz liderlerindendir. 1925  yılında  Omaha  Nebraska'da doğmuştur.

Zenci bir rahip olan babası Earl Litte, Malcolm henüz  altı yaşında  iken  beyazlar  tarafından öldürülmüştür. Çocuklarını geçindiremeyecek duruma düşen annesi ise çıldırıp, akıl hastanesine kapatılmış; evi ve ailesi dağılan küçük Malcolm son  derece  ağır şartlar altında bir çocukluk dönemi geçirmiştir.  Beyazların, sırf derisinin rengi sebebiyle kendisini ve ırkdaşlarını sürekli aşağıladığını görerek ve geçimini temin için bir iş bulmakta zorlanarak gençlik dönemini yaşamış; bu arada içki, kumar ve uyuşturucuya müptela olup dengesiz bir hayata sürüklenmiştir. Hırsızlık sebebiyle tutuklanıp hapse atıldığında henüz 21 yaşındadır ve beyaz yargıçlar en fazla üç yıl hapis cezası vermeleri gerekirken onu 10 yıla mahkum etmişlerdir. Gençliğinin en güzel yıllarını hapishanede geçiren Malcolm, burada iken kendisinin bir peygamber olarak gönderildiğini iddia eden Elijah Muhammed isimli birinin, adına İslam dediği din ile tanışmış; hapisten çıkınca ona tabi olup, en ateşli taraftarlarından biri olmuştur.

Elijah'ın kurduğu örgütü kısa zamanda derleyip toparlayarak Kuzey Amerika'daki zencileri teşkilata kazandıran, memleketin her yerinde konferanslar vererek etkin bir kimse olduğunu gösteren Malcolm, dünya ağır siklet boks şampiyonu Muhammed Ali'nin de arkadaşı ve hocasıdır.

Aradan geçen günler içinde Elijah'ın ahlâk ve karekter zaafı içinde yaşayan uydurma bir peygamber olduğunu ve onun, sekreterleriyle gizli ilişkilere girip sapıkça bir hayat yaşadığını gören Malcolm X ile teşkilatının arası açılmış ve O, bir gün hiç kimseye haber vermeden Hac için Mekke'ye gitmiştir. Burada,  İslâm dininin Elijah'ın öğretilerinden başka bir şey olduğunu açıkça gördükten sonra, gerçek Müslüman kimliğiyle ve Malik el Şahbaz adını alarak Amerika'ya dönmüştür. O'nun bundan sonra asıl mücadelesine başladığı anlaşılınca düşmanlarının arttığı, hem  Amerikan  gizli  servislerinin, hem  de Elijah'ın kendisini yok etmek istediği anlaşılmıştır. Nitekim 21 Şubat 1965 günü, New York City'de, kalabalık bir topluluğa konferans vermek için kürsüye çıktığında, karısı ve küçük çocuklarının da hazır bulunduğu salonda, kimin adına hareket ettikleri halâ bir sır olarak kalan üç-dört kişi tarafından defalarca kurşun sıkılmak suretiyle şehid edilmiştir.

Bronz bir tabut içinde 8 gün kadar bekletilen cenazesi, binlerce kişi tarafından ziyaret edildikten sonra, İslâm'a tam uygun bir dinî merasimle kabrine defnedilmiştir.

Hayatı ve mücadelesi üzerine bir çok kitaplar yazılan ve bir de sinema filmi çekilen Malcolm X, son devrin en büyük fikir ve aksiyon adamlarından biri olarak İslâm tarihindeki yerini almış görünüyor.



SEYYİD KUTUP (1966)


1906 yılında Mısır'da doğmuştur. Köklü ve varlıklı bir ailenin dört çocuğundan biri olarak büyümüş, zekası ve çalışkanlığı sebebiyle başarılı bir öğrenim hayatı geçirmiş, sonra Kahire'de yazarlık yapmaya başlamıştır. Hemen her sahada kalemini başarıyla kullanan Seyyid Kutup, bir ara eğitim kastıyla Amerika'ya gönderilmiş ve burada iken Hasan El Benna'nın şehadet haberini alınca, İhvan-ı Müslimîn'e katılmaya karar vermiştir. Nitekim 1950 yılında Mısır'a döndükten sonra çalışmalarını daha çok, Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın ilerlemesi ve Hasan el Benna'nın görüş ve düşüncelerinin yaygınlaşmasına teksif etmiştir. Tabi yazıları ve mücadelesi sebebiyle tutuklanarak hapse atılmıştır. 15 sene kadar süren mahpusluğunun 10 senesi hapishane hastanesinde geçen Seyyid Kutup, burada hiç durmadan çalışarak en büyük eseri sayılan Fî Zilâli'l- Kuran (Kur'anın Gölgesinde) isimli tefsirini yazmıştır.

Yapılan mahkemeler sonunda, onun insanları devlete karşı kışkırtıp karışıklık çıkardığına karar verilerek idamına hükmedilince, o bunu durdurmak için herhangi bir mücadeleye girişmemiş, hatta kendisinden, özür dilerse idam cezasını kaldıracağını söyleyen Mısır Devlet Başkanı Nasır'a "Ben Allah yolunda yaptığım iş için özür dilemem!" cevabını vermiştir.

29  Ağustos 1966'da,  iki  arkadaşıyla birlikte asılarak idam edilen Seyyid Kutup bu sırada 60 yaşında idi. Bazı kaynaklara göre idam edilmeden hemen önce bir isteği olup olmadığı sorulmuş, iki rekat namaz kılmak istediğini söyleyip namaza durunca  secdeden kalkmadığı görülmüştür.

Vazifeliler işin uzadığına kızarak onu uyarmaya Geldiklerinde ruhunu teslim etmiş olduğunu görüp şaşırmışlar, buna rağmen kaldırıp idam sehbasına asmışlardır.



CHE GUAVARA (1967)


İlginç hayat hikâyesi ve devrimci kişiliğiyle dünya komünistlerinin idollerinden biri olmayı başaran Che Guavara, 1928 yılında Arjantin'de doğmuş; zeki, atak, cesur ve maceraperest bir genç olarak yetişmiş ve tıp tahsilini tamamlayarak doktor olmuştur. Bu tahsil sırasında Latin Amerika'yı baştan başa dolaşan ve motosikletiyle geçmedik yer bırakmayan genç adam halkların yoksulluğunu ve bir kurtuluşa muhtaç olduklarını düşünerek Marksizmi benimseyip komünist ideolojiye kendini adamıştır. Bu uğurda akıl almaz mücadelelere atılan genç doktor, Küba'da sosyalist bir ihtilal gerçekleştirmek isteyen Fidel Kastro ile tanışmış ve onunla birlikte Küba'ya geçerek mücadeleden başarıyla çıkmıştır. Kübalı olmadığı halde kısa sürede yeni iktidarın en tanınmış adamı olan Che Guavara ülkenin merkez bankasına başkanlık yaptığı gibi bir süre sonra sanayi bakanlığına getirilmiştir. 1964 yılında Kastro'dan sonra Küba'nın ikinci adamı gibi görünen Che Guavara, Küba heyetinin başı olarak Birleşmiş Milletler'de konuşma yapmak üzere New York'a gitmiş, daha sonra Paris'e gelmiş ve buradan, üç ay süren uluslararası gezilerine başlamıştır. Çin, Mısır, Cezayir, Gana, Gine, Mali, Kongo ve Tanzanya gibi ülkeleri gezip resmî görüşmeler yapan genç gerillacı 1965 yılında Küba'ya döndükten bir süre sonra ortadan kaybolmuştur. Onun kayboluşu iki yıl kadar tam bir muamma olarak kaldıktan sonra kendisinin Kongo'da bulunduğu ve burada komünist bir ihtilal için gerilla hareketlerine giriştiği ortaya çıkmıştır. Hadiseden Kastro'nun haberdar olduğu ve Che'yi kararından vazgeçiremediği için kayboluşu hakkında suskun kaldığı bildirilmiştir. Tahminlere göre o dönemde Sovyetlerin politikasından ziyade Çin komünistlerini örnek  alan  Che  ile  Kastro anlaşamamaktadırlar. Kongo'da başarılı olamayan Che Guavara bu sefer gizlice Bolivyaya geçmiş, Küba devriminin bir benzerini burada gerçekleştirmek için yine akıl almaz gerilla hareketlerine girişmiştir. Onun Bolivya'da olduğu Kastro tarafından da bilinmekte,  hatta kendisine gizlice yardım edilmektedir. Ne var ki  Che  Guavara'nın faaliyetleri  hem  Bolivya  hükümeti,  hem  de Amerika tarafından da takip edildiği için bir sure sonra ve henüz 39 yaşında bulunan genç devrimci giriştiği kısa bir çarpışmadan sonra yakalanmıştır. Bolivyalı askerler hemen öldürülmesi için devlet başkanından emir aldıklarından onu herhangi bir yargılamaya tabi tutmadan, geceyi bir mahpus olarak geçirdiği köhne okul içinde öldürmüşlerdir. Bir çarpışma sırasında öldürüldüğü izlenimi vermek üzere bacaklarına defalarca ateş edilen Che Guavara'nın cesedi bir helikopterle Vallagrande şehrine götürülmüş, askerî bir doktor tarafından elleri kesildikten sonra gizlice gömülmüştür. Cesedinin yakılarak yok edildiği de söylenmiştir.

Kastro eski devrimci arkadaşının öldürüldüğünü haber alınca ülkesinde üç gün yas ilan etmiş, 1997 yılında da cesedinden kalanları Küba'ya getirtip bir anıt mezara koydurmuştur. Yazdığı hatıraları,  şiirleri ve öğütlediği gerilla taktikleriyle aşırı derecede saldırgan bir kişiliği olduğu anlaşılan ve  gerçekten bir  çok  sefer acımasız katliamlara da imza atmış olan Che Guavara ölümünden sonra dünya komünistlerince bir efsâne haline dönüştürülmüştür.



ENVER SEDAT (1981)


Mısır'ın üçüncü cumhurbaşkanı olan Enver Sedat 1918 yılında  doğmuştur. Öğrenciliği sırasında siyasî faaliyetlere girişmiş;  1952 yılında Kral Faruk'a karşı gerçekleştirilen askerî darbeye katılarak kendisini tanıtmış, 1970 yılında da halefi Cemal Abdunnasır'ın ölümü üzerine Mısır devlet başkanı olmuştur.

Dinî hassasiyetten uzak, batı yanlısı ve İsrail dostu bir diktatör olarak tanınan Enver Sedat tek başına iktidarda kaldığı 11 yıllık süre içinde pek çok zülüm ve işkencelerle halkını sindirmiş; özellikle İslâmî kuruluşlara cephe alarak tam bir Firavun edasıyla hareket etmiştir. Ülkesinin Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini de keserek batıya açılmayı isteyen diktatör, Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra Menahem Begin'le birlikte, güya barış çabalarına destek verdiği için 1978 yılında, Nobel Barış ödülü ile taltif edilmiştir. 

1981 yılına gelindiğinde artık bu diktatörün yok edilmesine karar veren ve Mısır ordusunda yüzbaşı rütbesinde görev yapan Halid İslambulî isimli bir subay, sekiz arkadaşıyla birlikte hareket ederek, Mısır'ın bağımsızlığının kutlandığı bir tören sırasında, bindikleri askerî araçlardan inip tribünde kendilerini seyreden kibir ve gurur heykeli diktatörü kurşun yağmuruna tutmuşlardır. Televizyonlarda açıkça gösterilen bu suikast sırasında Halid İslambulî ve arkadaşlarının kararlılıkları ve cesaretleri bütün dünya tarafından seyredilmiştir. Onlar, Enver Sedat'ın öldüğünden emin olmak için protokol duvarının üstüne de çıkarak ateş etmeyi sürdürmüşlerdir. Daha sonra yakalanan Halid İslambulî ve arkadaşları göstermelik bir mahkeme safahatından sonra idam edilmişlerdir.



ÇAVUŞESKU (1989)


Komünist Romanya'nın devlet başkanı ve gelmiş geçmiş en büyük diktatörlerinden biridir. 

1918 yılında doğmuş, öğrenciliği yıllarında komünist gençlik hareketlerine katılmış, komünist partiye girip çeşidi görevler yaptıktan sonra 1965 yılında devlet başkanı olmuştur.

1989 yılına kadar tam 24 yıl ülkeyi tek başına yöneten ve halkının büyük nefretini kazanarak sonunda isyan etmelerine sebep olan komünist lider, askerlerin 17 Aralık 1989 tarihinde, bir gösteri sırasında Macar asıllı halkın üzerine ateş açmaları emrini vererek kendi sonunu hazırladı. Dalga dalga yayılan ve bütün ülkeyi kaplayan isyan artık Çavuşesku iktidarının bittiğini gösteriyordu. Nitekim bu korkunç halk isyanını bastıramayacağını anlayınca ülkesinden kaçmaya çalıştı. Bir süre gizlendikten sonra polise sığındı ve onlar da kendisini askerlere teslim ettiler. Kısa bir yargılamadan sonra idamına karar verildi ve başlarına gelen felaketi anlamakta hâlâ zorlanan karısı ile beraber kurşuna dizilerek öldürüldü.  Oysa halkının açlıktan kırıldığı günlerde Çavuşesku ve karısı Elena Petruska sayısı kırkı bulan muazzam villalarda lüks ve israf içinde yaşamaktaydılar. Servetlerinin haddi hesabı yoktu ve arkalarında milyarlarca doları bulan bir servet bırakmışlardı. Çavuşesku ve karısının kurşuna dizildikleri sırada askerlere nasıl yalvarıp yakardıkları, şeref ve haysiyetlerini nasıl yitirerek ölüme gittikleri dünya televizyonlarınca tam bir ibret levhası halinde yayınlanmıştır.



İZAK RABİN (1995)


İsrail'in ileri gelen devlet adamlarından biridir. 1922 tarihinde Kudüs'te doğmuş, genç yaşından itibaren siyonist emelleri gerçekleştirmek için mücadeleye girişmiş, askerî kademede yükselerek Genel Kurmay Başkanlığına kadar çıkmış, nihayet Başbakan olmuştur. Bütün hayatı boyunca şiddet yanlısı bir politika uygulayarak Filistinli Müslümanlara kan kusturan; İsrail askerlerinin yakaladıkları Filistinlilerin kollarını taşlar ve dipçiklerle kırmasına müsaade eden ve tutuklu Müslümanların bir yıl mahkemeye bile çıkarılmadan hapsedilmesi kararını uygulayan Izak Rabin, Başbakan olduktan sonra barışçı bir çizgi izlemeye çalışmış, yahut öyle görünerek Arap dünyasının sempatisini kazanmaya çalışmıştır.

Yahudilerin kendi iç mücadelelerinin dışarıya yansımadığı bir sırada İzak Rabin, bir suikasta kurban giderek, fanatik bir Yahudi genci tarafından, kurşunlanarak öldürülmüştür. 4 Kasım 1995 tarihinde haber ajanslarına bomba gibi düşen bu hadiseye göre Yigal Amir isimli bir Yahudi genci kalabalık bir topluluk içinde bulunan Başbakana kadar yaklaşmayı başarmış ve silahını ateşlemiştir. Hemen yakalanarak mahkemeye çıkartılan Yigal Amir, İzak Rabin'i, Filistinlilere özerk yönetim tanıması ve siyonizmin ilkelerine ihanet ettiği gerekçesiyle öldürdüğünü söylemiştir. Daha sonraki yıllarda Yigal'ın ailesi, İzak Rabin'i öldüren kurşunun oğulları tarafından sıkılmadığını ve silahın daha yakından ateşlendiğini iddia ederek olaya yeni bir boyut kazandırmışlardır.



ŞEYH AHMED YASİN (2004)


İsrail Devleti'nin işgal altında tuttuğu Filistin'de kurtuluş hareketlerinin liderlerinden ve Hamas'ın kurucularındandır. 1937 yılında Filistin'in Askalan şehri yakınlarında doğmuş, küçük yaşta babasını kaybettiği için annesi ve kardeşleri tarafından yetiştirilmiş, ilkokulu bitirdiği sıralarda bir yüzme sporu esnasında geçirdiği kaza sonucu bütün vücudu felçli hâle gelmiştir. Öğrenimini tamamladıktan sonra, öğretmen olarak hizmete başlayan Şeyh Ahmet Yasin, milletinin İsrail zulmünden kurtuluşu ve bağımsızlığı için mücadelelere girişmiş, defalarca tutuklanarak İsrail zindanlarına atılmıştır. Onca acı ve zulme rağmen haklı mücadelesinden vazgeçmeyerek intifada hareketlerinin manevî liderliğine devam eden Şeyh Ahmet Yasin, Filistin başkanı Yaser Arafat’la da hemen her dönemde anlaşmazlığa düşerek onun politikalarıyla Filistin'in gerçek kurtuluşa kavuşamayacağını söylemiştir.

Hapisten çıktığı dönemlerde de bir kaç kez İsrail suikastına maruz kalan ve kurtulmayı başaran Şeyh Ahmet Yasin,  22 Mart 2004 tarihinde, tekerlekli sandalyesi ile bir sabah namazına giderken, İsrail uçaklarınca açılan ateş sonucu parçalanarak şehid edilmiştir. Cenazesi öcünü almaya yemin eden Filistinliler tarafından Gazze'de, gözyaşları arasında toprağa verilmiştir.

Şeyh Ahmet Yasin'in bütün dünyanın gözü önünde böyle vahşi bir yöntemle katledilmesi İsrail'e olan nefreti körüklemekle beraber başta ABD ve müttefikleri her hangi bir kınamaya bile gerek görmediklerinden İsrailliler baskı  ve zulümlerini artırarak devam ettirmişlerdir.




SADDAM HÜSEYİN (2006)


Uzun yıllar Irak'ın acımasız diktatörü olarak devlet başkanlığı görevinde bulunan Saddam Hüseyin, 1939 yılında Tikrit'in bir köyünde doğmuştur. Çobanlıkla geçinen bir ailenin oğlu olan Saddam, henüz dünyaya gelmeden babası ortadan kaybolduğu için bir süre amcasının yanında kalmıştır.

Çocukluğu üvey babasının yanında ve devamlı dayak yiyerek geçen Saddam, gençlik döneminde Arap milliyetçiliğini savunan Baas (Diriliş) partisine üye olmuş, kısa sürede yükselerek parti başkanlığını ele geçirmiştir. 1959 yılından beri çeşitli suikast girişimleriyle adını duyuran Saddam, bir süre ülkesinin dışında kaçak olarak yaşamış; Beyrut'ta bulunduğu sırada CİA tarafından eğitilmiş, Kahire'de hukuk öğrenimi görmüş, 1964 yılında ülkesine geri dönünce tutuklanarak hapse atılmıştır. 1967 yılında hapisten çıkan ve Baas Partisi'nin başına geçen Saddam,  1968 yılındaki darbe ile iktidar koltuğuna oturmuştur. Artık Irak akıl almaz zulüm, soygun ve cinayetlere gebedir. Ülkenin aklı başında âlimleri, bilginler ve yüksek şahsiyetleri hunharca katledilmekte, hapishaneler dolup taşmaktadır.

Saddam Hüseyin 1980 yılında, İran'a saldırarak sekiz yıl sürecek ve bir milyondan fazla insanın ölümünü sebep olacak bir savaşa girişti. Harp sırasında Batının ve Amerika'nın yoğun desteğini gördü.

1988 yılında Halepçe katliamını gerçekleştirdi. Kimyasal silahlarla 5000'den fazla Kürt vahşice öldürüldü.  1990 yılında Kuveyt'e saldıran Saddam,  bu sefer,  ülkenin petrol zenginliğine gözlerini diken batılı dostları ve Harekâtı başlatıldı ve ülke batılılarca işgal edilmeye başlandı. 2003 yılında ABD ve müttefikleri tarafından büyük bir askerî harekat başlatılarak bütün Irak ele geçirildi. Bu sırada herhangi bir mukavemet göstermeyen Saddam Hüseyin bir süre saklandıktan sonra 13 Aralık 2003 tarihinde yakalandı ve düzmece bir mahkeme tarafından uzunca süren bir yargılamadan sonra idama mahkum edildi, infazının kurşunlanmak suretiyle yerine getirilmesini istemesine rağmen asılarak öldürüleceği duyuruldu. 30 aralık 2006 tarihinde, yüzleri kar maskeleriyle kapatılmış olan görevliler tarafından, şafak vakti, boynuna geçirilen urganla idam edildi. Cenazesi doğduğu kent olan Tikrit'e gönderildi. Bazı iddialara göre ülkesini bir kan gölü haline dönüştüren batı yanlısı Saddam Hüseyin, aslında ABD ve uşakları tarafından idam edilmemiş; TV'de, yakalandığı ana benzer düzmece sahneler yayınlanarak dünya aldatılmak istenmiştir.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-5


Av Hayvanlarının Kemiklerinin Muhafazası



Avlanan hayvanların kemiklerinin muhafazası konusu av âdetleri arasında önemli bir yer tutar ve bu âdetlere riayet edilmemesi hâlinde, artık avda şanslarının yaver gitmeyeceğine inanılır. Özellikle ayı şölenlerinde bu âdetler çok büyük bir titizlikle yerine getirilir ve öldürülen ayıya karşı son bir saygı görevi addedilir. Gösterilen bu titizlik ve saygı, etin parçalanması aşamasında başlayarak, kemiklerin sadece eklem yerlerinden ayrılmasıyla, en ufak kemiğe bile zarar vermekten kaçınılarak devam eder. Aynı ihtimam yenirken de gösterilir ve kemiklerin hiçbir parçasının zarar görmemesine dikkât edilir, bu sebeple yerken, bıçak veya benzeri keskin cisimler kullanılmadığı gibi, yemekten sonra bütün kemikler ihtimamla toplanır.


Bogoraz, Lamutların ayı kemiklerini titizlikle toplayıp, canlı bir ayının bedenindeki gibi sırayla dizip birbirlerine bağlayıp, sonra da bir insan cesedine yaptıkları gibi, ormanda direkler üzerine kurdukları bir kerevet üzerine koyduklarını aktarır. Orokeler de ayının bütün iskeletini özel olarak hazırladıkları bir kerevetin üzerine koyup, göğüs omurlarını da bir söğüt dalına dizerler. Goldeler kemikleri yüksek bir ağaca asmak suretiyle defneder, bazı Tunguz kabileleri ayı kemiklerini bu şekilde defneder ve bu esnada tek bir kemiğin bile kaybolmamasına azami dikkât gösterirler. Yakutlar da kemiklerin kaybolmaması veya kırılmaması için çok büyük ihtimam göstererek, bunların hepsini genelde kayın kabuğundan bir kılıfa sarıp, bir ağacın veya dört direk üzerine kurulmuş bir kerevetin (aranga) üzerinde defnederler.

Ayı kemiklerinin böylesi bir ihtimamla saklanması, genel olarak bütün avcı kültürlerinde rastlanan çok eski bir âdet olup, Laponlar hakkındaki eski kaynaklarda, ayı etini parçalarken sadece kemiklere zarar vermemeye değil, aynı zamanda atardamar ve kas kirişlerini de zedelememeye özen gösterdikleri anlatılır. Bu sebeple hayvanın kafasını bedeninden ayırırken, soluk borusu ve ona bağlı diğer organları kafada asılı bırakılıp, hepsini birlikte pişirirler. Ayıdan geriye kalanlar, kayın dallarından bir sedye üzerinde defnedilirken, her kemiğin doğru yerde olmasına özen gösterilir, cinsel organları, daha önce yüzülmüş olan ağız çevresi derisi ve kuyruğu yerli yerine konarak defnedilirken, bazen Orokelerin yaptıkları gibi, ayının omurlarını sıralarını bozmadan bir ağaç dalına asarlar. Köpeklerin ve orman hayvanlarının huzurunu bozmamaları için ayının mezarı çam yaprakları, çalı, çırpı v.s. ile örtülür.


Turuhansk bölgesindeki yerli gelenekleri üzerine incelemelerde bulunan Tretjakov, Kuzey Sibirya’da ayının kemiklerini asmak veya bir kerevet üzerinde defnetmek gibi âdetlerden bahsetmez. Ancak buna karşı, Tunguzlar ve Goldeler de ayı eti veya yağının yere düşürülmesi yasaktır. Laponlarda ayının kemiklerini gömmek dışında, ağaçlara defnettikleri görüldüğü olur. Graans; “ayı kemikleri bir araya getirilip bağlanır ve hayvanın öldürüldüğü yerde bir ağaca asılır” diye aktarır. Bazı yerlerde de yontulmuş ağaçlardan yapılan bir nevi kerevetin (peäleb) üzerine konulup, bir ağacın köpeklerin veya başka yabani hayvanlarının ulaşamayacağı yükseklikteki bir ağaç dalına asılır. Kemikler kerevetin üzerine dizilirken, Sibiryadaki gibi titizlikle sıralanırlar.


Dobromyslov, Oroçonların ayının kemiklerini defnedilmek üzere ormana götürürken, ayının burnu, kulakları, boynu, nefes borusu, ayakları ve kuyruğundan parçaları yanlarına aldıklarını ve kemikleri dizerken bunları da yerlerine yerleştirip, ayının bir nevi tekrar “canlandırmasını” yaptıklarını aktarır. Titov da, Tunguzların ayı kemiklerini bir kerevetin üstüne yayıp, üzerine yosun örtüp, ayrıca kalp, bağırsak, göz ve kulaklardan parçaları yanına koyduklarını anlatır. Defnederken ayının ağzı Batıya dönük olacak şekilde bırakılır ki, burada Batının, ölen hayvanın gitmesi gereken yön olduğu addedilir ve defin töreni esnasında ayıdan tekrar af dileyen ve avda yeni başarılar ihsan etmesini isteyen Tunguzlar, bu sırada elleriyle ayıya Batıyı işaret ederler. Angara nehrinin üst havzasında yaşayan Tunguzlarsa, ayının kafası ve bedeninin sol tarafından kesilmiş etleri dört tarafı balta ile yontulmuş bir ağaca asarlar. Bu aktarılanlardan da anlaşılacağı üzere, ayı definlerinde Batı yönü ve sol taraf, ölü defin adetlerindekine benzer bir anlam taşımaktadır.


Günümüzde bir çok bölgede ayının sadece kafatası bu şekilde itina ile saklanıyor olması, muhtemelen buralarda bu geleneğin asli hâlinde bütün beden kemiklerinin muhafaza edilmekte olduğunu göstermektedir. Meselâ, Karagasseler sadece ayının kafatasını bir ağaca asmakla yetinirler ki, kafatasını kırmamak için beynini yemezler. Sagalar, Kalarlar ve Karginzler ayının kafatasını bir ağaca asar, Tubalar ve Telengitler ise çoğu zaman ayının kafatasını dilinin bir parçasıyla birlikte gömerler. Karginzler, defin öncesinde ayının burun deliklerini yosunla doldurur, Sagalar ayının çene kemikleri arasına taş koyup, bazı kabileler ot veya saman doldururken, Soyoteler ayının çene kemiğini bir ağaca yahut yol kenarında dikili bir direğin üstüne asarlar.


Ayının bütün beden kemiklerinin muhafaza ediliyor olmasına karşılık, genel olarak kafatasına özel bir önem atfedilmesi hususunda Maack, gezileri esnasında Yakutların ve Tunguzların ayının kemiklerini ormana götürüp, kesilmiş üç ağacın üzerine kurulu bir kerevete defnettiklerini ve üzerini ot ve dal parçaları ile örttüklerini, ancak ayının kafatasını bir zafer nişanesi olarak evlerinin yakınında bir yere astıklarını anlattığı aynı eserinde, Oroçonların da ayının kafatasını kayın ağacı kabuğuna sarıp bir ağaca astıklarını belirtir. Lehtisalo, Orman Jurakları ayının kafatasını yol kenarındaki bir ağaca asıp, geri kalan kemiklerini toplayarak, ya toprağa gömdüklerini yahut suya attıklarından bahseder. Evde beslenip, büyütülmüş bir ayının kurban merasimini izleyen Leontovitsch, Amur bölgesinde kayın kabuğuna sarılıp insanlara yapıldığı gibi defnedilmiş ayı mezarları olduğunu, ancak Amur bölgesinde ayının kafatasının, ayının öldürüldüğü yere yakın bir yerde bir ağaca veya oraya dikilen bir direğin üzerine takıldığını aktarır.


Ayının kafatasının bu şekilde diğer kemiklerden ayrı tutulması, çoğunlukla büyü amaçlı olup, evlerin yakınlarında muhafaza edilmesi, yol kenarlarında direklere veya ağaçlara asılması onun koruyucu özelliği olduğuna inanılmasıyla ilgilidir. Soyote inançlarından birinde, yoldan geçenlerin ayının kafatasına selâm verdikleri takdirde, onun yolda karşılaşacağı diğer ayılar tarafından kendisine zarar vermeyeceğine ilişkindir.

Truhansk bölgesindeki Tunguzların öldürdükleri hayvanın kafa derisini çadırlarında saklıyor olmaları, hayvanın kafasının dinî bir anlamı olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, Yenisey vadisindeki kürk tüccarları bana; Tunguzlardan kafası olan bir ayı postu alamadıklarını, avda şanslarının kaçmaması için ayının kafasını kendilerine vermediklerini anlatmışlardı. Jurak-Samoyedleri de ayının kafa derisininin kulaklarını çıkartıp keten bir beze sarar ve onu bir nevi “Ev tanrısı” (Kaehe) yerine koyup, zaman zaman dudaklarına içki sürerler. Bu konuda yapmış olduğu çalışmalarla tanınan Lehtisalo, Samoyed dilinde yer alan ve “Tanrı resmi/tasviri” gibi anlamlara gelen “kaehe”, “haehe”, “koika” gibi kelimelerin, aslında Türkçe’de “kafa derisi” anlamına gelen bir kelimeden Samoyed diline geçmiş olduğunu ileri sürmektedir. Belli ayin ve törenin öznesi olma şerefi, her ne kadar ayı gibi görünse de, hiç kuşkusuz bu sadece ayı ile sınırlı değildir. Maack, Tunguzların beslenme alışkanlıklarında yer alan bütün hayvanların kemikleri ve ren geyiği boynuzlarını da kesik üç ağaç gövdesi üzerine yerleştirilen bir kerevet üzerine koyarak defnettiklerini aktarır.


Prijanski, Tunguzları için yabani ren geyiklerinin kafatasları ve bacak kemikleri özel bir önem taşımakla, bu kemikler ya bir ağaca asılmakta veya ormanda bir tahta kerevet üzerine yerleştirilip, bunun yanında, hayvanın çeşitli organ ve uzuvlarından kesilmiş küçük parçaları yüzdükleri kafa derisine sarıp bohçalanarak, bunu bir direğin üzerine koydukları bir kutunun içinde muhafaza ettiklerini ve bu kutu içinde yer alan bohça sayısının, avcı tarafından öldürülen ren geyiği sayısını gösterdiklerini aktarır.


Yakutlar avladıkları geyiklerin kemiklerini toplayıp, ormana defnederken, kemikleri muhafaza etmeyeceklerini düşündükleri kişilere geyik eti satmadıkları anlatılır. Altay Tatarları, avladıkları samurların bedenlerini dört direk üzerine diktikleri ve çalı çırpı ile örttükleri bir iskelede muhafaza ederken, Karagasseler samurun etini ve kemiklerini ağaçlara asarlar. Tilki eti yemeyen Yakutlar, avladıkları tilkinin derisi yüzülmüş bedenini, kuru otlarla sarmalayıp, ya yüksek ağaçlar arasında bir yere yerleştirir veya toprağa gömerler. Aynı şekilde avladıkları kurdun derisi yüzülmüş bedenini kuru ot ile sarıp, bir ağaca asarlar. Prijanski, Tunguzların avladıkları tilkinin, Laponlar da kurdun yüzülmüş bedenini bir ağaca asarlar. Sibirya halkları, kendileri için herhangi bir özel anlamı olmayan hayvanlar için meselâ, ayı veya ren geyiği için gösterdikleri tarzda bir ihtimam göstermemekle beraber, Yakutlar bazen tavşanların da kafataslarını kulübelerinde muhafaza ettikleri olur ki, Maack, Amur bölgesinde bazı çadır duvarlarında ipe dizili tavşan kafatasları görmüş olduğunu aktarır.


Tretjakov, Turhansk bölgesinde ayı kemiklerinin yakılma geleneğinden bahseder ki, eğer bu gelenek ayıyı “cezalandırma” maksadı taşımıyorsa, daha eski geleneklerle çelişen bir gelenektir. Diğer taraftan Laponlar ve Sibirya halkları, ayının en değersiz parçasının bile ateşte yakarak yok etmekten sakınırlar. Yakutlar, et ateşe düştüğü takdirde, ayının çok öfkeleneceğine, Altay Tatarları da ayı kemiklerini yakan bir avcının bir daha asla ayı avlayamayacağına inanırlar. Tunguz ve Buryatlar, avlanan hayvanın veya kuşun tüyleri ateşte yakıldığında, avdaki şanslarının kaçacağını düşünürler. Burada ateş, sunu törenleri, arınma ve kötü ruh kovma ayinleri için uygun bir yardımcı unsur olup, av hayvanlarının kalanlarının ortadan kaldırılması için değildir.

Ölen hayvanlardan geriye kalanlarla, insanlar için yapılan törenler kıyaslandığında aralarında ciddi benzerlikler bulunduğu görülür. Sibirya halklarının çoğunluğu ölülerini ağaçlar veya direklerin üzerindeki korunaklı yerlere defnederler. Her ne kadar cenaze âdetleri artık değişikliğe uğramış olsa da, hayvan kemiklerine yapılan defin törenleri bu geleneklerin eski hâllerini hâlen büyük oranda muhafaza etmektedir. Sözün gelişi Schrenck, Goldelerin “ayı mezarlıkları”nda ölmüş insan mezarlarına bırakılan kayın ağacı kabuğundan yapılma kaplardan gördüğünü aktarır ve bu kapların, aslında öldürülen ayının “gölgesi”ne sunu yapma olduğunu ileri sürer. Bu kaplar muhtemelen avlanan ayının kemiklerini taşımak için kullanılmıştır. Ayı için de, ölen insana yapıldığı gibi bir nevi yol azığı konması ihtimâli pek de göz ardı edilecek bir husus değildir.


Gerek insanlar, gerekse hayvanlar için uygulanan bir başka gelenek, kafa derisinin yüzülmesi ve saklanmasına ilişkin olup, Turhansk Tunguzları bana eski dönemlerde çadırlarında sadece ayıların değil, öldürdükleri düşmanlarının da kafa derilerinin sakladıklarını anlatmışlardı. Fin kökenli Ostyaklar ve Amerikan Kızılderililerin eskiden uyguladıklarını bildiğimiz bu âdetin, bir zamanlar Tunguzlarda da var olduğundan şüphe etmemiz için bir sebeb görünmemektedir. Hiç şüphesiz o dönemlerde, insan kafatasına, günümüzde ayı kafatasına verilen önem verilmekteydi. Nitekim, buna ilişkin birtakım örneklere Sibirya’da rastlanmakla, Jochelson, Jukagirlerin eski dönemlerde kabile reisi veya büyücüsü öldüğünde, bedenindeki etleri kesip güneşte kurutarak sakladıklarını anlattığı çalışmasında, bu ritüel yerine getirilirken ellerini ölüye sürmemek için maske ve eldiven takıp, kesilen parçaları bir nevi tabutun içine yerleştirerek, yüksekçe bir ağaca veya direklerin üzerine konduğu, kemiklerininse akrabalara dağıtıldığından bahseder. Akrabalar, bu kemikleri bir nevi uğur veya tılsım maksadıyla üzerlerinde taşıyarak, zor bir duruma düştüklerinde ondan medet umarlar. Ölen kişinin kafası ise kabilenin en yaşlı kişisine verilir.


Konuyla ilgili olarak bazı seyyah ve araştırmacılar, yukarıda aktardığımız şekilde kemikleri saklanan hayvanların aslında kurban edilen hayvanlar olduğunu, bu hayvanların “Orman ruhu” için kurban edilmiş olduklarını ileri sürmektedirler. Maack da aynı fikirde olup, çalışmalarında belirttiğine göre Tunguzlar ona ilk başta uyguladıkları defin tarzının sadece kemikleri köpeklerden ve diğer yırtıcılardan korumak olduğunu söylemiş olmasına rağmen, Maack’ın konuyla ilgili sorusunda ısrar etmesi üzerine, bu kemiklerin “Orman ruhu”na kurban edilen hayvanlara ait olduklarını söylemişlerdir. Maack’ın ısrarlı ve yönlendirmeli soruları karşısında, karşı tarafın onun fikrini tasdik etmiş olmayı tercih etmeleri de elbette ihtimâl dahilinde olabilir. Avcı halkların av öncesi ritüelleri veya av esnasında sarf ettikleri cümlelerde, “Orman ruhu” ile ilgili çok bir şey olmaktan ziyade, avın kendisinin yatıştırılması ve teskin edilmesi bütün bu ayinlerin ve konuşmaların merkezini teşkil eder. Kemiklerin muhafaza edilişinin arkasında yatan sebepse, muhtemelen kemikler var oldukları müddetçe hayatın esrarlı bir şekilde devam edeceğine ilişkin inançtır. Fjellström, Laponların ayının kemiklerini tam olarak yerli yerine yerleştirdikten sonra, ayıya “koşup gitmesini ve arkadaşlarına kendisinin nasıl bir izzet-i ikram gördüğünü ve korkmak direnmek yerine, onların da insanlara yakalanmalarını tavsiye etmesini” söylerler. Ayının kemiklerini ağaçlara asarken Goldeler de ayı ile konuşur ve ona “bize öfke duyma, biz sana güzel muamele ettik, bize avlayabileceğimiz başka hayvanlar yolla” derler. Finlilerin bir ayı avı şarkısında da benzeri düşünceler şu şekilde ifade edilir:


Sano täältä saatuasi

Buradan gidip

Metsolahan mentyäsi

ormana döndüğünde de ki;

Ei täällä pahoin pietty

Bana orada kimse kötü davranmadı,

Simoa täältä syötettihin

bana bal petekleri verdiler, yemem için

Mesijuomat joutettihin

ve içmem için tatlı bal şerbeti


Laponların bundan başka, kemikleri ihtimam gösterilen bir ayının ayağa kalkacağına ve ileride kendisini tekrar avlatacağına inandıkları anlatılır ki, diğer ilkel toplumlarda da benzeri tasavvurlar, meselâ Amerikan Kızılderilileri arasında avladıkları bizonların kemiklerinin doğru sıraya göre dizili halde bozkırlara bırakmaları ve bir sonraki av sezonunda tekrar hayata döneceklerine olan inançlarıyla, Eskimolar arasında, tekrar hayata dönmeleri ve tekrar avlanabilmeleri için samur kemiklerini suya atma âdetlerinde görmek mümkündür. Thurenius’un Laponlar hakkında aktardıkları arasında özellikle şu bilgi oldukça ilginçtir. “Ayı, tavşan ve vaşak kemiklerine köpek veya benzeri yabanî hayvanların ulaşamaması için kuru kum tepelerinin altına gömülmeli veya dağlardaki kaya yarıklarına saklanmalıdır. Buraların tercih edilmesinin sebebi, bu hayvanların kara hayvanları olmalarıdır, su canlılarının kemikleri ise su kaynaklarına saklanır”


Bu tür inanç biçimlerini yansıtan avla ilgili masal ve destanlarda oldukça yaygındır. Meselâ, Kafkasyada anlatılan bir masalda, “Orman ruhlarının” bir hayvanı öldürüp pişirdikten sonra kemiklerini hayvanın postuna sarıp bohça yaptıkları, sonra bu bohçaya dallarla uzun uzun vurmak suretiyle hayvanı tekrar canlandırdıkları anlatılır. Masalda anlatılana göre “Orman ruhlarının” böylesi bir ziyafetine davet edilen bir avcı, ruhlara fark ettirmeden kemiklerden bir tanesini alarak yerine bir sopa parçası koyar. Daha sonra tekrar canlanan hayvan bir gün tesadüfen aynı avcıya av olur ve avcı hayvanın bedenindeki kemiklerden birinin yerinde kendi sopası olduğunu şaşkınlıkla görür. Buna benzer masallar başka bölgelerde de görülür ve meselâ Tunguzların avladıkları hayvanın kemikleriyle birlikte göz ve kulaklarından aldıkları parçaları defnetmeleri, hiç şüphesiz bu inanışın bir yansımasıdır.


Yukarıda bahsi geçen bütün bu örnekler, insan kemiklerinin de hayvan kemiklerinin de muhafazasının aynı maksada matuf olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konu üzerinde çalışan bazı araştırmacılar, bu ritüellerle defnedilen hayvanların aslında bir hayvan ruhundan çok daha yüksek bir ruhu barındırdığına inanılan hayvanlar olduklarını ileri sürmekte olup, bunlardan Karsten’in Brezilya’da bir yerli kabile hakkında vermiş olduğu bilgiler bu inanışın bir tezahürü olarak görülmektedir. Karsten’in anlattığına göre, bu kabilede avlanan hiçbir hayvan veya balık, kabile büyücüsü gelip kutsanmadan yenmez. Bu kabilenin inancına göre, ölen büyücülerin ruhları av hayvanları veya balıkların bedeninde tekrar dünyaya gelir ve bu hayvanlar en değerli yiyecekler olarak kabûl edilirler. Finlandiyada, ayının bedenine kötü bir insanın ruhu girmişse, ayının insanlara kötülük yapmayacağı inancı hâkimdir. Böyle bir insanın ruhunun girdiği ayı için “Ayı şöleni” yapıldığına dair herhangi bir örneğe rastlanmamakla birlikte, daha önce belirtilmiş olduğumuz gibi, Sibirya halkları bir insanı yediği ve dolayısıyla muhtemelen bir insan ruhu taşıdığını düşündükleri bir ayının etini hiçbir şekilde yemezler ve bedenini tamamen yok ederler.


Sibirya ve başka pek çok bölgede anlatılan masallarda, ayının zekâsı aslında bir zamanlar insan olmasına bağlanır. Turuhansk bölgesindeki bir inanca göre, bir ağacın tepesine üç kere tırmanıp, orada ayının sesini taklit eden biri ayıya dönüşebilir. Yakutlarda da bu inanış kesik bir ağaç gövdesinin üzerinden üç defa atlamak şeklindedir. Yine başka bir rivayete göre, bazen ayının derisi yüzüldüğünde, kürkünün altından bir insan bedeni çıktığı, hâtta bir defasında derisi yüzülen bir dişi ayının ortaya çıkan çıplak bedeninin bir kadın bedeni olduğu, göğüsleri ve ayaklarının bile bulunduğu anlatılan hikâyeler arasındadır. Laponlarda da görülen bu masallar, öldürülen ayıya gösterilen saygının, aslında barındırdığına inanılan insan ruhuna gösterildiğine dair bir delil teşkil etmezler.


Yakutların “Ayı şöleni” esnasında “Ormanın efendisi”nin (bajanai) bir resmini yapıp, ona taptıkları anlatılır. Anlatılana göre, ayının eti yenip, kemikleri dikkâtle toplandıktan sonra, hepsi kayın ağacı kabuğuna sarılır, içine “Ormanın efendisi”nin resmi konulup, bir ağaca asılır ve onunla: “Büyük baba! seni, Ruslar veya Tunguzlar yediler, biz tesadüfen senin kemiklerini bulduk ve topladık” diye konuşurlar. Bu ritüelde telâffuz edilen bütün sözler ayıya yönelik ve ayının kemikleriyle beraber ağaca asılan resim de muhtemelen eski dönemlerde ayıyı temsil eden bir resimdir. Yakutların- bazı başka kabileler gibi-hangi düşünceyle ayıyı “‘Ormanın ruhu” olarak adlandırmış olduklarını bilemiyoruz. Bu resim geleneği, ölen kişinin bir resimle temsil edildiği anma şölenleriyle paralellik gösterir. Schrenk’in aktarmış olduğu bir âdete göre, Gilyaklar “Ayı şöleni” esnasında ayının Gilyak giysileri giymiş olarak temsili bir resmini başköşeye koyarlar. Sternberg, her “Ayı şöleni”nden sonra ayının bir resminin yapıldığını ve bu resmin özel bir yerde koruyucu ruhların resimleri gibi ihtimamla muhafaza edildiğini anlatır. Çukçeler ve Koryaklar ayı şölenlerinde, ayı postuna bürünmüş bir kişiyle ayıyı temsil ederken, bazı bölgelerdeki Koryaklar da ayı şöleni için ayının bir resmini hazırlarlar. Bütün bu örnekler göz önüne alındığında, Yakutların bu âdeti gayet tabii görünmektedir. Yapmış olduğu araştırmalarda Kuzey Asya şamanizmindeki avlanma ritüellerinde, sadece avlanan yaban hayvanlarının değil, beslenme amaçlı olarak kesilen ev ve çiftlik hayvanlarının da belli ritüeller takip edilerek bir kurban sunusuymuşçasına öldürüldüklerini belirten Stadling, bu konuda yanılmamaktadır. Eski dönemlerde kesilen ev hayvanlarının kemikleri muhafaza edilir ve kemiklerinin kırılmaması için et parçaları ancak eklem yerlerinden kopartılırdı. Laponlar, kendi evcil ren geyiklerinin kemiklerini de, avladıkları vahşi ren geyiklerinin kemikleri gibi köpeklerin ulaşamayacakları şekilde defnederlerdi. Yakutlar, sadece yaban hayvanlarının değil, at, ren geyiği ve inek kafataslarını da ağaçlara asar, Kırgızlar kestikleri at ve koyunların kafataslarını yüksekçe bir yere veya bir direğin tepesine koyar, Buryatlar da kestikleri ev hayvanlarının kafataslarını ahırlarının damına asarlardı.


Avrupadaki tarım toplumları arasında buna karşılık gelen geleneklere rastlamak mümkündür. Ev hayvanları, vahşi hayvanların ehlileştirilmesi yoluyla elde edildikleri için, onların kesilmesi esnasında eski avcı kültüründen kalma bazı âdetlerin uygulanması bu açıdan anlaşılabilir bir durumdur. Bu, özellikle Kuzey bölgelerinin en değerli ev hayvanı olan ren geyikleri için geçerlidir. Günümüzde bile Laponlar, hâlâ ren geyiklerini kulübelerinin kutsal kabûl ettikleri tarafında keser, etini arka kapıdan içeri sokar ve hayvanın etini de erkekler pişirirler. Hayvan kesimine ve kemiklerinin muhafazasına yönelik bu geleneklere her ne kadar et ihtiyacı için kesilen ev hayvanları için riayet edilirse de, bu hayvanlara kurban anlamı yüklenmemiştir. İlginç bir başka nokta ise, tarım toplumlarının kurban ayinlerinde de avcı toplumlardan gelen eski geleneklerin devam ettiriliyor olmasıdır. Tarım toplumları ile, avcı toplulukların kurban törenlerindeki âdetler arasında hayvanın postunun sunak yerinde bırakılması dışında pek belirgin bir fark yoktur. Av âdetleri arasında görmüş olduğumuz ve paleolitik dönem Avrupasında örneklerine rastlanan “avlanan hayvanın kafatası ve bacak kemiğinin muhafaza edilmesi” geleneği, aynı şekilde kurban törenlerinde de uygulanmaktadır. Benzer şekilde, av hayvanlarının kemikleriyle beraber, çeşitli organ ve uzuvlarından parçaların saklanması, kurban edilen hayvanlar için de geçerlidir. Avcı topluluklarda görülen ve avın bazı parçalarının ayrı pişirilmesi veya bazı parçalarının kadınların yemelerine ilişkin yasaklar, tarım toplumlarındaki kurban törenleri için de geçerlidir.


Bütün bunlar, av hayvanlarının kemiklerinin muhafaza edilmesinde kendini gösteren eski avcılık geleneklerinin kurban törenlerindeki yansımalarına işaret eder. Bu törenlerde kurbanın “öbür dünyaya” gönderilmesi, kurban yemeğinin en önemli parçasıdır. Kurban yemeği her ne kadar şatafatlı olursa olsun, bu yemekte kurbanın kemiğinin kırılması veya kaybedilmesi, bütün kurban merasiminin boşa çıkmasına sebep olur. Karjalainen doğru bir tespitle, Ostyakların kurban törenlerinin aslında “kurban edilen hayvanın koruyucu ruha teslim edilmesi” anlamına geldiğini belirtir. Laponlar, kurban töreninden sonra kemikleri eksiksiz olarak toplayıp, doğru sıralamayla kutsal sunaklarına götürmeleri hâlinde, tanrıların kemikleri tekrar etle donatıp kurban hayvanını canlandıracaklarına inanırlar. Bir tayı kurban ederken Çeremisler Gök Tanrıya şu şekilde dua ederler: “Sana gelen bu ruhu, tüyleri, yelesi parlayan, gümüş kuyruklu, gümüş toynaklı bir tay hâline getir.” Kurban ettikleri atın kemiklerini bir ağaca asan Votyaklarsa, hayvanın aslında ölmeyip, yaşıyor olduğuna ve nihai hedefine gittiğine inanırlar. Kurban geleneğinin kökenlerini anlayabilmek için, bu gelenek ve tasavvurlar büyük bir önem taşımaktadır.




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

18 Mayıs 2023 Perşembe

Enver Paşa'nın Türkistan Macerası Ağustos 1922, Buhara

 



30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'nı kaybeden devletler arasında yer aldığını kabul ediyordu. İmparatorluk parçalanıp, tarih sahnesinden çekilecekti. Ancak imparatorluğu bu savaşa sokan ve savaş sırasında da yönetimini ellerinde tutanların l Kasımı 2 Kasıma bağlayan gece bir Alman denizaltısıyla Kırım'a doğru yola çıkarken bu gerçeği kavradıkları pek söylenemez.


Daha sonra Avrupa, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya bozkırlarında geçen yıllarına ve serüvenlerine bakıldığında bu durum görülebilir. Evet, bir dünya savaşını kaybettiklerini herhalde anlıyorlardı, ama bunun aynı zamanda imparatorluğun da sonu olduğunu, hatta belki de geleneksel imparatorluklar döneminin de kapanmış olduğunu kavrayabilseler İstanbul'dan ayrıldıktan sonraki serüvenleri farklı olurdu.


Ama onlar, özellikle de Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunun Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa bambaşka hayaller peşindeydi. Nasıl Türkler bin yıl kadar önce Orta Asya'dan yola çıkıp Anadolu'ya gelmişler ve burasını yurt edinmişlerse, Enver Paşa da bu tarihi bir başka şekilde tekerrür ettirmeyi hayal ediyordu. Orta Asya'da kendisini kucaklamaya hazır Türk-İslam devletlerini bir çatı altında toplayacak ve başına geçeceği bu güçlerle yeniden Anadolu'ya gelecekti.


Evet, Marks'ın dikkat çektiği gibi, tarih belki tekerrür edebilirdi, ama birincisinde trajedi ise ikincisinde komedi olarak!


1918 Kasım ayı başında Kırım'a çıkan Enver Paşa hemen Kafkasya üzerinden Türkistan'a geçmeye niyetliydi. Bir yıl önce, 1917 Kasımında Rusya'da Bolşevik Devrimi olmuştu ama Lenin ve arkadaşları henüz Rusya'nın tümüne egemen değillerdi. Uçsuz bucaksız Rus topraklarında bir iç savaş hüküm sürüyordu.


Petrograd ve Moskova başta olmak üzere Kızıllar büyük kentleri ellerinde tutuyordu ama kırsal alanda ve çeşitli bölgelerde Çarın generallerinin yönetimindeki Beyazlar egemendi. İşte bu koşullar Çarlığın Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk-İslam sömürgelerinde de bir otorite boşluğuyla birlikte bağımsızlık eğiliminin ortaya çıkmasına yol açmıştı ve "cihan imparatorluğu" Osmanlı'nın Başkumandan Vekili kendisine tarihsel bir misyon düştüğüne inanıyordu.


Bu kargaşa içinde Enver Paşa hemen Türkistan'a geçme olanağını bulamadı. Bunun üzerine bir süre Avrupa ve Rusya'da kalacak ve Bolşevik Devrimi'nin meydana getirdiği uluslararası ortamdan da esinlenerek bir "ihtilalci İslam örgütlenmesi" gerçekleştirmek için uğraşacaktı. Avrupa'daki çalışmaların merkezi Berlin'di ama Moskova ile de sıkı bir bağ söz konusuydu. İngiliz emperyalizmine karşı bir güç olabileceği düşüncesiyle Rus devrimcileri de Enver Paşa'ya belirli desteklerde bulunmayı uygun görüyorlardı.

Doğrusu Enver Paşa da Bolşeviklerle arasını iyi tutmaya özen gösteriyordu. Örneğin Moskova'da daha çok Kuzey Afrikalı olmak üzere çeşitli İslam ülkelerinden -ne olduğu pek de belli olmayan- temsilcilerin katıldığı "İslam İhtilal Cemiyetleri Kongresi" toplandı. Daha sonra Eylül 1920'de Bakü'de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı'na da katılan Enver Paşa burada etkili bir rol oynamaya çalıştı ama pek başarılı olamadı. Bu arada bir kulağı da Ankara'daydı. Anadolu'da sürmekte olan milli mücadeleyi yakından izliyor, Mustafa Kemal'le haberleşiyor ve fırsat bulursa dönmeyi düşünüyordu.


Ancak Mustafa Kemal bunu engelleyecek, hatta bir ara Enver Paşa 1921 Ağustosunda Batum'a kadar gelip sınırı geçmeyi ciddi bir şekilde düşündüğünde tutuklanmasını bile isteyecekti. Sonuçta Ankara'daki kadro Sakarya Savaşı'nı kazandıktan sonra o aşamada Anadolu'da bir şansının kalmadığını gören Enver Paşa da kendisini Türkistan'a attı.


Ekim 1921'de Türkistan'da Buhara'ya gelen Enver Paşa'nın bu bölgeye ilişkin ne doğru dürüst bilgisi, ne de ciddi bir askeri gücü ortaya çıkaracak bir örgütlenme olanağı vardı. O kendi kendine bir misyon biçmişti ama tarih toplumsal ve siyasal olarak bambaşka bir kanaldan, onun hiç kavrayamayacağı bir doğrultuda akıp gitmekteydi. Enver Paşa bu akıntıya rağmen kendisinden başka belki de kimsenin inanmadığı ve ciddiye almadığı misyonunu gerçekleştirmek için bazen komik, bazen trajik görünümler kazanan bir dizi uğraştan sonra bir tür intihar eylemiyle yaşamına son noktayı koyacaktı.


Buhara'ya geçtikten sonra merkezi iktidarı ellerinde tutan Bolşeviklere de tavır alan ve bölgede bir güç toparlayabilmek için hem Ruslara, hem de İngilizlere karşı mücadele etmeye kalkışan Enver Paşa çıkışsızlığını fark ettiği ve ölümüne yaklaştığı sıralarda İngilizlerle ilişki kurmamakla yanlış yaptığını düşünmeye başlamıştı ama artık onun için çok geçti...


Türkistan'a geldikten sonra Doğu Buhara'ya geçerek buradaki Basmacı hareketinin başına geçmeye niyetliydi. Nitekim bu doğrultuda hareket etti. O sıralarda Türkistan'daki iktidarı elinde tutan kadro Bolşeviklerle iyi ilişkiler içindeydi ve yerli gericiler tarafından Ruslardan daha tehlikeli ve öncelikle yok edilmesi gereken düşmanlar olarak değerlendiriliyordu. Bu güçler önceleri Enver Paşa'ya da pek iyi gözle bakmadılar. Sonuçta onun da geçmişinde padişahı tahttan indiren bir ihtilal bulunuyordu. Bunun için pek güven verici değildi. Hatta bir ara tutuklu koşullarında yaşadı.


Orta Asya bozkırlarında Ruslara karşı bir güç ortaya çıkarmaya çalışırken örneğin kendisine "Ulu Turan İhtilal Orduları Kumandanı, Merkezler Merkezi Reisi" gibi komik unvanlar yakıştırarak bir hava yaratmaya çalışıyordu. Çevresindeki bazıları da adeta dalga geçer gibi "Sen Hakanlar Hakanı, Padişahların En Muazzamı ve Bizim Büyük Padişahımızsın" diyorlardı. Ama tüm bu gösterişli laflar bir komediden, Enver Paşa'nın tüm uğraşları da nafile çabalar olmaktan ileri gitmeyecekti.


Her şeye rağmen Enver Paşa'nın bölgedeki çabalarını yakından izleyen ve küçümsemeyen Bolşevikler önce kendisini Moskova'ya davet ettiler. Ancak bunu kabul etmeyen Enver Paşa, Basmacı hareketiyle ilişki kurmasının ve çevresinde bir miktar adam toplamasının ardından Sovyet iktidarı için bir tehdit unsuru haline geldi.


Duşanbe'de meydana gelen çarpışmalarda Enver Paşa'nın kuvvetleri başlangıçta bazı başarılar kazandı ve Kızıl Ordu birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. Böylece Enver Paşa bir süre Buhara'da denetimi eline aldı. Hatta Sovyet iktidarından kendisini tanımalarını bile talep etti. Ancak durumun ciddiyetine uygun kuvvetleri bölgeye sevk ederek toparlanan ve karşı saldırıya geçen Kızıl ordu birlikleri bir dizi çarpışmadan sonra bölgeye egemen oldu.


Kuvvetleri dağılan ve elinde küçük bir birlik kalan "Turan ve İslam İhtilal Orduları Serdarı, İslam ve Buhara Leşkerlerinin (Askerlerinin) Emiri" Enver Paşa güneye, Afgan sınırına doğru çekilmeye çalışırken 4 Ağustos 1922'de bulunduğu Belcivan yakınlarında kıstırıldı. Mermi yağdıran makineli tüfeklerin üzerine atına binip, kılıcını çekerek maiyetiyle birlikte saldırdığı rivayet edilen Enver Paşa Pamir Dağlarının yamaçlarında, Çegan Tepesi eteklerinde can verdi.


Ama Turan hayalleri bitmeyecekti. Bazıları "Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir, Turan" diye şiirler yazmaya, yeni trajedilerin ve fiyaskoların yollarını döşemeye devam edecekti...


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak