15 Nisan 2023 Cumartesi

HİLAFET MÜESSESESİ VE SELÇUKLULAR-2

 


SELÇUKLU SULTANLARI'NIN HALİFELERLE MÜNASEBETLERİ


Tarihi seyri içerisinde gelişerek ve değişerek Selçuklular dönemine kadar gelen Halifelik kurumu, Selçuklularla birlikte yeni bir güç ve kuvvete kavuşmuştu. Artık horlanan ve hakir görülen halifeler gitmiş, onların yerine kendilerine saygı duyulan, hürmet gösterilen halifeler gelmişti. Bu durum bir yandan halifelerin eski güç ve kudretlerine yeniden kavuşma arzularını kamçılarken, diğer taraftan mevcut siyasi otorite ile kuvvet ve yetki paylaşımı meselesini de gündeme getirmişti. Bu konuda dönemin alimleri ve siyaset bilimcileri değişik görüşler ileri sürerek meseleyi hukuki zemine oturtmaya çalışmışlarsa da, hayatın akışı ve siyasi zaruretler her zaman bu teorileri haklı çıkaracak uygulamaları ortaya koyma imkanı vermemiştir. Halifeler ile Sultanlar arasında çeşitli sebeplerden kaynaklanan birtakım çatışmalar ve ilişkiler ağı yaşanmıştır.


1 - Tuğrul Bey Dönemi ( 1040 - 1063 )


Selçuklu Sultanları ve Halifelerle olan ilişkilerinin ilk ve en geniş şekilde yaşandığı dönem, hiç şüphesiz ki Tuğrul Bey dönemidir. Sünni dünyanın lideri olan Halife ile ilk temasa geçen ve onun yanında siyasi bir güç olarak yer alan da Tuğrul Bey olmuştur. Bu sebepten dolayı Tuğrul Bey zamanındaki Halife-Sultan ilişkileri sonraki devirlere göre daha büyük önem arz etmektedir.


a - Halifeyle Yazışma ve Hakimiyetin Meşruiyet Kazanması


Abbasi Halifeleri, Selçuklular Devleti kurulmadan önce de, Türk sultanları ile yazışmalar yapmışlardı. Özellikle Halife Kadir Billah (991-1030), gittikçe güçlenen ve halifelere baskı yapan Büveyhilerin tasallutundan kurtulmak için Gazneli Mahmud'un (997-1030) desteğini istemek mecburiyetinde kalmış, onlara güvenerek Büveyhileri tehdit etmişti. Babasından sonra tahta geçen Mesud (1030-1040) da aynı politikayı devam ettirmiş, Abbasi Halife'sine elçilerle birlikte hediyeler göndermiş ve hürmette kusur etmemişti. Bu şekilde başlayan Türk hükümdarlarıyla yazışmalar Kaim Biemrillah (1030-1074) zamanında da devam etmiştir.


Selçukluların Horasan'da varlıklarını kabul ettirerek devletlerini kurmalarıyla birlikte, Abbasiler ile münasebetlerin başladığı görülmektedir. Nitekim Sultan Mesud ikinci defa yenilgiye uğratılarak Tuğrul Bey, Nisabur'da tahta oturup "Sultanu'l-Muazzam" unvanı ile kendi adına hutbe okutmuş ve devletin istiklalini ilan etmişti. Bu sırada Çağrı Bey ve diğer Oğuz Beyleri'nin Rey, Hemedan ve Cebel bölgelerine akınlar yapıp, yağmalarda bulunması üzerine Halife Kaim Biemrillah Tuğrul Bey'e bir elçi göndererek, yağma ve akınlardan vazgeçmelerini, bunun yerine ele geçirdikleri beldelerde imar faaliyetlerinde bulunmalarını istemişti (1038). Selçuklular, Halife'nin elçisi Ebu Bekir et-Tusi'nin kendilerine gönderilmesinden son derece memnun olarak bayram etmişler ve elçiye onüç kat hilat giydirmişlerdi.

Abbasi Halifesi'nin elçi göndermesi Selçuklular ile Halife arasında ilk diplomatik temastır. Nitekim İslam dünyasının lideri Halife'den kendilerine elçi gelmesi, Selçukluları da son derece memnun etmiştir. Zira elçinin gelmesi demek; onların Halife'ce tanınması anlamına gelmekteydi ki, devletin yeni teşekkül döneminde bu büyük önem arz etmekteydi. Aynı zamanda Halife'nin isteklerine son derece titizlikle uyulması da onların bu diplomatik münasebete verdikleri değeri gösterir.

Selçuklular, Sultan Mesud'u Dandanakan'da (1040) kesin bir yenilgiye uğrattıktan sonra Horasan'da hakimiyetlerini kesinleştirdiler. Topladıkları ilk kurultayda Abbasi Halifesi ile temasa geçme karararı alarak, dönemin önde gelen alimlerinden Ebu İshak el-Fukkai'yi bir mektupla birlikte Halife'ye gönderdiler. Bu mektupta: "Biz Selçukoğulları kullarınız, mukaddes peygamberlik huzur ve devletinin her zaman taraftarı olan ve ona itaat eden bir kabile idik. Her zaman gaza ve cihada çalışıyorduk ve büyük Kabe'yi ziyarete devam ederdik. Bizim aramızda ileri gelmiş ve muhterem lsri'il bin Selçuk adlı bir amcamız vardı. Yemin-ed­ Devle bin Sevüktekin onu, cürüm ve kabahati olmadan, yakalayıp, Hindistan'da Kalendr kalesine göndererek, yedi yıl hapsetti. Nihayet o, orada ömrünün sonuna erip öldü. Bizim akraba ve taallukatımızdan birçoklarını kalelerde mahpus tuttu. Mahmut ölüp yerine oğlu Mes'ud geçince, memleket işleriyle uğraşmayarak, eğlence ile gezip dolaşmakla meşgul oluyordu. Muhakkak ki Horasan'ın meşhur ve ileri gelenleri, kendilerini himayemiz altına almamızı istediler. Mes'ud'un ordusu üzerimize geldi. Aramızda ilerlemeler ve gerilemeler, mağlubiyetler ve galibiyetler oldu. Nihayet iyi baht yüz gösterdi. Son defasında, Mes'ud, büyük bir ordu ile bizzat üzerimize yürüdü. Tanrı'nın yardımı ve Peygamberin temiz ve mukaddes huzurunun ikbali ile, bizim taraf galip geldi. Mes'ud mağlup, zelil ve bayrağı baş aşağı gelmiş bir halde, sırt çevirip kaçarak, ikbal ile devleti bize bıraktı. Tanrı'nın bu vergisine şükür, bu yardımına hamdolmak üzere adalet ve insaf ile hareket ettik, zulüm ve adaletsizlik yolundan ayrıldık. (Şimdi) istiyoruz ki, bu iş din yolu ile Emir el-Müminin buyruğu ile olsun." denmekteydi.

Mektubun muhtevasına dikkat edildiğinde Selçukluların Halife katında meşruiyet aradıkları ve meşruiyetlerinin tanınması için Islami esaslara ne kadar bağlı olduklarını vurguladıkları görülmektedir. Halife tarafından daha önceden meşruiyeti tanınan Gazne Sultanları'nın zülüm ve haksızlık yaptıkları, oyun ve eğlence ile uğraştıkları zikredilerek, onların bir Müslüman sultanın yapmaması gereken şeyleri yaparak meşruiyetlerini büyüttükleri de, açıktan söylenmese bile, dolaylı yoldan -dile getirilmektedir. Neticede kendilerinin, önceden cereyan eden tatsız olaylar Halife tarafından da bilindiği için, zulüm ve adaletsizlik yolundan ayrılarak devletlerini tesis ettiklerini, bu devletin de Halife'nin yüksek otoritesi ile tasdik edilmesini istedikleri bildirilmektedir.


Bahsedilen hususlar Işığında bakıldığında, her ne kadar siyasi olarak hakimiyetlerini temin etmiş olsalar da, Selçukluların Halife'nin manevi otoritesi tarafından tanınmak için gayret sarf ettikleri görülür. Bu iş için önceki sultanların yaptıkları fena şeyler hatırlatılarak, kendilerinin bu tür işlerden uzak durdukları, insanları mutlu edecek adil bir idare tesis· ettikleri gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu, o dönemde geçerli olan teamüllerin bir gereği olarak Halife tarafından tanınmanın lüzumundan kaynaklanan bir husustur. Zira Halife tarafından tanınmadıkça, o devletin meşruiyeti kabul edilmemiş olurdu; Selçukluların da bu düşünceden ·hareketle; Halife'ye elçi göndererek tanınmalarını talep ettikleri anlaşılmaktadır.


Tuğrul Bey, bir taraftan Halife tarafından tanınmak için yazışma yaparken, diğer taraftan Halife'nin yüksek otoritesini tanıdığını uygulamalarıyla gösteriyordu. Nitekim kurultaydan sonra fethedilen ülkeler hanedan üyeleri arasında taksim edilerek buraların idareleri onlara tevdi edilirken, hutbelerde de Abbasi Halifesi'nin adı okunarak Halife'ye olan bağlılık gösterilmiş oluyordu. Halife'nin doğuda itibarı artarken, tam tersi bir durumla Bağdad merkezinde gün geçtikçe durumu zorlaşmaktaydı. Bağdad'a hakim olan Şii-Büveyhiler, Halife'ye baskı yapmaya, hatta Halifenin gelirlerine el uzatmaya başladılar. Halife'nin ismini hutbelerde okutan ve onun tarafından tanınmayı bekleyen Tuğrul Bey, bu duruma rıza göstermedi. Büveyhi Sultanı Celalu'd-Devle'ye bir mektup yazarak ona "el-Meliku'I-Celil" şeklinde hitap edip, Halife'ye ve reayaya karşı iyi davranmasını istedi ( 435/1043). Celalu'd-Devle, giderek artan bir şekilde güçlenen Selçuklulardan çekindiğinden dolayı yaptıklarından vazgeçerek Halife'nin gelirlerini iade etti. Gerek bahsedilen dönemde Horasan emiri olan İbrahim Yınal'ın Bağdad'a gönderdiği, gerekse Tuğrul Bey'in Celalu'd-Devle'ye gönderdiği mektuptan anlaşılacağı üzere, Selçukluların Bağdad'daki gelişmeleri yakından takip ettikleri ve bölgeyle ilgilendikleri anlaşılmaktadır.


Rey şehrini· kendisine merkez yaparak buraya yerleşen Tuğrul Bey, . 1043'de Halife'ye Ebu Talib Muhammed b. Eyyub'u elçi olarak göndererek, ilk elçisi ile Halife'den gerekli iltifatı görmediğine kani olmuş olacak ki, bu ikinci elçisi ile, Halife'den hizmetlerinden dolayı kendisinin daha fazla yüceltilmesini istedi. Elçi, Halife'ye: "Ben Arap saltanatının başında bulunan şahsın vekiliyim (yahut bendesiyim). Hakim olduğum bütün beldelerde Halife'nin adını ilan ettim. Ahaliyi, seleflerim olan Mahmud ve Mes'ud'un valilerinin zulmünden kurtardım. Ben de her hangi suretle seleflerimin ma'dunu değilim. Onlar· da Halife'nin bir takım ülkeleri idare eden köleleri idiler. Ben ise hür insanların evladıyım ve Hün'lerin kral hanedanına mensubum. Bundan başka seleflerim derecesinde saygı görmekle beraber bana yapılacak hizmetlerin ve beni ayırdeden meziyetlerin onlardan üstün olacağını sanıyorum" şeklinde, Tuğrul Bey'in mektubunu iletti."


Bu mektupta açıkça belirtildiği gibi, Tuğrul Bey, kendisini Halife'nin· vekili olarak addetmekte ve yaptığı işlerle Halife'nin şanını yücelttiğini bilmektedir. Kendinden önceki · sultanların gördüğü hürmet ve iltifatı hatırlatarak, kendisinin soy olarak onlardan daha yüce, hizmet olarak daha ileride olduğunu belirtip, bu hizmetlerine ve şanına yakışır unvan ve mükafat beklediğini göstermektedir. Bu istek belki de ilk elçisini gönderdiğinde umduğunu bulamamanın vermiş olduğu hayal kırıklığından kaynaklanmaktadır. Nitekim daha sonra bu beklentisine kavuşacaktır.

Selçuklular ile Abbasi Halifesi arasındaki bu elçi teatisinin belki de en önemlisi ve dönüm noktası olanı, Halife tarafından ünlü Şafii alimi Maverdi'nin 1043'de Tuğrul Bey'e elçi olarak gönderilmesidir. Maverdi'nin elçi gönderilmesiyle birlikte Halife, Selçukluları siyasi bir teşekkül ve devlet olarak tanıdığını kabul etmiş oluyordu. Maverdi, o sıralarda Cürcan'da bulunan Tuğrul Bey tarafından şehrin dört fersah dışında karşılanmıştır. Gerek Halife'nin elçisi olması, gerekse ilimdeki şöhreti bakımından Tuğrul Bey tarafından son derecede önemsenen ve şehrin dışında karşılanan Maverdi, elçilik görevini ifa etmiş ve Tuğrul Bey'in yanında bir sene kaldıktan sonra Sultan'ın Halife'ye olan bağlılığını bildirmek üzere geri dönmüştü. Dönüşünde, Selçukluları şereflendirmesinden dolayı kendisine 30 000, Halife için 20 000 ve Halife'nin etrafındaki şahıslara verilmek üzere 10 000 dinar hediyeyi de beraberinde getirmişti.


Maverdi'nin geri dönüşünde getirdiği haberler Halife için büyük önem arz etmekteydi. Büveyhiler tarafından devamlı baskı altında tutulan Halife, kendisine yeni müttefikler aramaktaydı. Beklediği müttefikin Selçuklular olması kuvvetle muhtemel olmakla beraber, onların Halife'ye gerekli bağlılığı gösterip göstermeyeceklerinden emin olmak lazımdı. Bu sebepledir ki, Maverdi gibi hilafet konusundaki teorik bilgilere vakıf, aynı zamanda Büveyhi Sultanları'na karşı Halife'nin tarafı olarak görüşmelere katılmış bir şahsın gönderilmesi uygun görülmüştü. Maverdi'nin gönderilişinde görünen sebep, kaynakların naklettiği meseleler olmasına rağmen, gerçekte Halife'nin zihninde uyanan istifhamlara beklediği cevapları almak için olduğu anlaşılmaktadır. Maverdi'nin Sultan'ın yanında bir yıl gibi uzun bir süre kalması da, Sultan'ın düşüncelerini öğrenmek ve Halife'nin hukuki durumunu ona anlatmak için uygun bir zaman olmuştur.


Maverdi'nin verdiği izahat üzerine, Halife'nin Selçuklular ve Büveyhileri kendi menfaatleri açısından tarttığı ve öncekilerin tahakkümünden kurtulmak için Selçuklular lehinde karar verdiği ileri sürülebilir. Halife, Maverdi'nin getirdiği haberlerden umduklarının bulmuş ve Tuğrul Bey'e güveni gelmiş olmalı ki, daha sonraları onu Bağdad'a davet edecektir.


Bu arada Bağdad'da yeni gelişmeler olmuş, Celalu'd-Devle vefat etmiş (1044), yerine Melik Ebu Kalidr geçmişti. Ebu Kalidr, Bağdad'a girerken Halife onu istikbale çıkmamış, önceki sultanın vezirlerini göndermekle iktifa etmişti. Bağdad'da hakimiyetini sağlamlaştıran Ebu Kalidr (Ağustos 1045)'de adına hutbe okutmaya başladı." Bağdad'da meliklerin beş vakit davul çaldırması adet olmadığı halde ki, Adudu'd­ Devle üç vakit çaldırmıştı, Ebu Kalidr beş vakit çalınmasını emretti. Meydana gelen bu gelişmeler Halife'yi iyiden iyiye rahatsız ettiği için, daha önceden Maverdi vasıtası ile hakkında bilgi sahibi olduğu Tuğrul Bey'le tekrar temasa geçme gereği duydu.


Görülen lüzum üzerine Halife, Tuğrul Bey'e yeni bir elçi daha gönderdi (1044). Elçinin götürdüğü mektupta dört mesele vardı: Fethettiği yerlerle yetinerek yeni yerler fethetmemesi, Halife'ye karşı kesin bağlı kalması ve bunu yeminlerle teyit etmesi, Halka adil davranması ve fethettiği yerlerden adet gereğince Halife'ye vergiler göndermesi. Eğer bu şartlar yerine getirilirse sizi şeref hilatleri ile süsleriz, sizi hükümdar tanıtacak şeref unvanları veririz, denmekteydi. Tuğrul Bey, Halife'nin ileri sürdüğü birinci şart için: "Benim askerim pek çoktur ve bu memleketler onlara kafi gelmemektedir" cevabını verince; elçi de, "Bunun sebebi sizin bu memleketleri tahrip etmenizdir. Bütün dünyayı alsanız ve bu şekilde tahrip etseniz size ve milletinize yetmez" şeklinde cevap verdi. İkinci şart için: "İstediğiniz bu yeminlere belki katiplerin aklı erer, fakat benim aklım ermez. Benim hiç hata etmemek üzere kendimi zaptu-rapt altına almama imkan mı vardır?" dedi. Elçi buna: "Siz bütün kalbinizle bize bağlı olduğunuzu gösterir ve ancak doğru olanı yaparsanız, hatadan korunmuş olursunuz" cevabını verdi. Sultan üçüncü şart için: "Ben dürüst hareket ıçın dikkat ediyorum. Şayet yanımdaki aç kimselerden bazıları kötülük ediyorsa buna karşı ne yapabilirim?" cevabını verdi. Dördüncü madde için: "Istediğiniz verginin miktarını bana bildirin. Elimden gelirse geri kalmam" şeklinde cevap verdi. Muhakkak olan şudur: Tuğrul Bey, bu dört maddenin birini bile kabul etmedi.


Halife'nin ileri sürdüğü ve hiçbiri Tuğrul Bey tarafından kabul görmeyen bu şartlara dikkat edilirse, Selçuklu Sultan'ı hakkında hala bazı tereddütlerin olduğu, bu sebepten dolayı da, ondan birtakım güven artırıcı davranışlar beklediğine hükmedebiliriz. Tuğrul Bey'in şartlara uyması karşılığında hükümdarlığını tanıyacağını, şerefli unvanlar vereceğini vaadettiği dikkati çekmektedir. Belki de Halife, bu şekilde davranarak, dönemin hukuki anlayışı gereği İslam aleminde bir sultanın meşru kabul edilmesi için kendisi tarafından hükümdarlığının onaylanması ve uygun unvanlar verilmesi şartını dolaylı yollardan Tuğrul Bey'e hatırlatmaktadır. Tuğrul Bey'in gönderdiği önceki elçilerle birlikte ona uygun unvan vermemiş olması da bu düşünceden kaynaklanmış olabilir. Ama, Halife'nin bu tutumuna karşılık Tuğrul Bey de gelişen şartlarla, Halife'nin mecbur kalacağı ihtimalinin arttığını görerek, isteklerinden hiç birisini yerine getirmemişti. Aslında her iki tarafta kendi isteklerini garanti altına almak düşüncesinden dolayı, diğerinin isteklerini savsaklamakta, bununla birlikte elçilik teatisi de devam etmekteydi. Bu ilişkilerin akışı içerisinde Tuğrul Bey'in, dönemin önemli Hanefi alimlerinden ve İsfehan kadısı olan Ali b. Ubeydullah el-Hatibi'yi ( öl. 1074) 1048 yılının ortalarında Bağdad'a elçi olarak gönderdiğini görmekteyiz.


Halife ile ilişkiler gelişmekte iken Tuğrul Bey, Ebu Mansur b. Alau'd-Devle'nin elinde olan İsfehan'ı kuşatarak uzun süre muhasara etti (1050). Kuşatmanın uzayarak dokuz ayı geçmesi üzerine sıkıntı içinde olan halk, Halife'ye elçi göndererek ondan şefaatçi olmasını istediler. Tuğrul Bey'in kendisinden meşruiyyetinin tanımasını beklediğini ve bu isteğin Tuğrul Bey'e ödün vermek anlamına geleceğini bilen Halife bu isteğe sıcak bakmadıysa da, sonradan ricada bulunmayı kabul edip "Meşru hükümdar", "Müslümanların sığınağı" ve "Rüknüddin Sultan Tuğrul Bey" unvanlarını kullanarak mektup yazdı ve İsfehan ahalisi lehinde ricada bulundu. Halife'den istediği unvanları alarak meşruiyyetini tastik ettiren Sultan, Halife'nin ricasını yerine getirmenin yanında ona 20 000, adamlarına da 2 000 dinar gönderdi. Bu tarihten itibaren sultanlık mührünün üzerine bir yay ve bu unvanları kazıttırmıştır ki, bu işarete tuğra denecektir. İbnu'l-Esir'in ifadesine göre; "Tuğrul Bey'in elçilik heyeti 1051'de Bağdad'a ulaştı. Halife'nin vermiş olduğu unvanlardan dolayı Sultan teşekkür ediyordu. Halife'ye 10 000 dinarın yanında değerli mücevherler, elbiseler ve güzel kokular gönderilmişti. Ayrıca 5000 dinar Halife'nin yakınlarına ve 2000 dinar da vezire gönderilmişti. Halife, Tuğrul Bey'in elçilerini büyük bir sevinç içerisinde karşılamış, heyetin gelişi bayram gününe tesadüf ettiğinden, üniformalar içindeki askerlerine bir karşılama merasimi yaptırarak, Sultan'ın elçilerine gücünü göstermek istemişti.


Zaman Tuğrul Bey'den yana işlemiş ve bekleyip de alamadığı unvanları İsfehan kuşatması sırasında almış oldu. Halife'nin Tuğrul Bey'e bu unvanları vermesi ve bahsedilen unvanları kullanarak mektup yazması, Selçukluların Halife tarafından tam olarak tanındığının işaretidir. Kendi meşruiyetinin Halife tarafından da tanınması üzerine Tuğrul Bey, Türk geleneğinde hakimiyet sembolü olan yayı mührüne kazıtmış ve Halife'nin verdiği unvanları serbestçe kullanmağa başlamıştır. Bağdad'a gönderilen mukabil elçi ve hediyeler de bu tanınmanın memnuniyetinin ifadesidir.


b - Sultan'ın Bağdad'a Davet Edilişi



Tuğrul Bey'in Hemedan'ı zaptından sonra, Halife gizli bir elçi göndererek (1052) Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etti. Bağdad'da durumun gittikçe Halife'nin aleyhine gelişmesi sebebiyle Halife'nin inadından vazgeçerek Tuğrul Bey'e beklediği unvanları vermesi, Tuğrul Bey'in ise meşruiyet meselesini hallederek hukuken tanınan bir devlete kavuşması, taraflar arasındaki güvensizlik meselesini sona erdirmiş ve daha yakın ilişki kurma gereğini ortaya çıkarmıştır.


Taraflar arasındaki yazışmalar devam etmiş, bahsedilen olaydan iki yıl geçmeden, bazı kaynaklara göre bizzat Halife, bazılarına göre ise Vezir Reisü'r-Rüesa Ibnü'l-Mesleme bir elçi göndererek Arslan Besasiri'ye karşı Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etmişti. Elçi Tuğrul Bey'i ikna edebilmek için onun yanında uzun süre kalmak mecburiyetinde kalmıştı.'' Tuğrul Bey'in daveti kabul etmesine karşılık kendisine 300 000 dinar verileceği de vezir tarafından vaad edilmişti.


Halife'nin Tuğrul Bey'e son bir defa (dördüncü kez) müracaatından sonra, Tuğrul Bey, Halife'ye bir elçi göndererek, birtakım işlerini yerine getirmek üzere Bağdad'a gelmek istediğini bildirdi. Tuğrul Bey: "Peygamber (Muhammed)e hizmetle şeref kazanmak istiyorum ve Mekke'ye gidip orada dua ve ibadette bulunmak emelindeyim. Hacıların geçtikleri bütün yolların emin olmasını diliyorum. Yollarda eşkıyalık eden Maaddileri ( göçebeleri) ortadan kaldıracağım. Sonra Suriyeli asilerle ve yanlış yol tutan Mısırlılarla Allah'ın izniyle harp edeceğim" demekteydi. Halife de onun dini gayret ve hamiyetini överek Bağdad'a gelme hususunda gecikmemesini rica etti.


Seneler süren yazışmalar ve elçi teatisinin sonucunda Tuğrul Bey, isteklerine kavuşmanın yanı sıra, Sünni dünyanın liderliğini ele alacak yolculuğa çıkmaya hazırdı. Bir Türk sultanının Bağdad'a gelişi hem Abbasiler tarihi açısından, hem de Türk tarihi açısından bir dönüm noktası olacaktır. Şimdiye kadar Sünni inancın sadece müntesibi olan Türkler, bu tarihten sonra, ona muarız olan bütün siyasi ve fikri düşüncelere karşı da Sünniliğin müdafii olmaya başlayacaklardır. Bu iç ve dış baskılar karşısında neredeyse yok olma noktasına gelmiş olan Sünni düşüncenin yeniden canlanmasını sağlayacağı gibi, onun fikri yönden de gelişerek karşı fikirlere meydan okuyacak kadar güçlenmesine de vesile olacaktır. Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelişi, siyasi ve fikri yönden Sünniliğin ihya edilmesinin başlangıç tarihidir.


c - Birinci Bağdad Seferi


Tuğrul Bey, Bağdad'a gelme arzusunu ortaya koyup gerekli hazırlıklara başladı. Dinaver, Karmasin, Hulvan ve diğer yerlerdeki adamlarına haber gönderip erzak ve yem tedarik etmelerini istedi. Bu haber Bağdad'da büyük çalkantılara ve karışıklıklara sebep oldu (1055). Zira bahsedilen dönemde el-Meliku'r-Rahim'in komutanlarından olan Arslan Besasiri, Büveyhi Sultanı’nı bütün yetkilerinden soyarak idareyi elinde toplamıştı. Besasiri gün geçtikçe gücünü artırarak her meselede söz sahibi olmuş, hilafet sarayını yağmalamaya ve Halife'yi tutuklamaya bile niyetlenmişti.


Rey'de bulunan Tuğrul Bey, işlerini yoluna koyduktan sonra Muharrem ayında Hemedan'a geçti. Halifeye elçi göndererek emrine icabet edeceğini ve bu yüzden Bağdad'a gelmekte olduğunu bildirdi. Bu arada Tuğrul Bey, Hac yapmak, Mekke yolunu ıslah etmek Şam ve Mısır'a yürüyerek Şii Mustansır’ın hakimiyetine son vermek istediğini açığa vurdu. Ayrıca Bağdad'daki Türklere de mektup göndererek onlara iyilik vaad etti. O sırada Vasıt'da bulunan Büveyhi Sultanı el-Meliku'r-Rahim de Bağdad'a dönmüş ve Tuğrul Bey'le yapılacak anlaşmanın şartlarını Halife'ye bırakmıştı.



15 Aralık 1055'de Bağdad camilerinde hutbeler Tuğrul Bey'in adına okunmaya başladı. Bu sırada Bağdad'a yaklaşan Tuğrul Bey, Halife'ye haber göndererek şehre girmek için izin istedi. Bu izin verildiği gibi, halifenin veziri, kadılar, eşraf, şahitler ve el-Meliku'r-Rahim'in önde gelen kumandanları Sultan'ı karşılamaya çıktılar. Tuğrul Bey de onların kendisini istikbalinden memnuniyetini göstermekte gecikmedi ve gelenleri istikbal maksadıyla kumandanlarıyla, vezir Kunduri'yi görevlendirdi.

Reisü'r-Rüesa yanındakiler Sultan'ın maiyetine yaklaştıklarında, bir hacib yanında getirdiği atı Reisü'r-Rüesa'ya göstererek: "Bu Sultan'ın gözde atlarındandır; sizin binmeniz için gönderildi" dedi. Reisü'r-Rüesa, beygirinden inerek bu hayvana bindi. Sonra vezir Kunduri geldi ve onu karşıladı. Vezir bu karşılaşma esnasında hayvanından yere inmek istediyse de, o buna müsaade etmedi ve hayvanların üzerinde iken kucaklaştılar. Halife'nin veziri Tuğrul Bey ile Nehrevan'da mülaki oldu. Sultan ona Halife'nin durumunu sordu. O da Halife'nin durumunu arz etti ve teşekkür nişanesi olarak yeri öpmek kastıyla ima etti. Böylece büyük bir alay ve tören ile Tuğrul Bey şehre girdi.


Tuğrul Bey'in Bağdad'a girmesiyle birlikte Büveyhiler Devleti sona erdiği gibi, tek otoritenin hükmü altında birleşen İmparatorluğun gerçek hakimi de Selçuklular oldu. el-Meliku'r-Rahim'in yakalanıp hapse konmasıyla birlikte Bağdad'daki Şii iktidarı sona erdirilerek, Sünniliğin iktidarı yeniden tesis edildi. Bağdad'daki minberlerde Halife'den sonra Tuğrul Bey'in ismi okundu. Ayrıca Şiilerin oturduğu Kerh Mahallesi halkına da sabah namazlarında "es-Salitü Hayrun mine'n-Nevm" ibaresini okumaları emredildi.


Tuğrul Bey, Bağdad'a girer girmez, Büveyhilerin idare merkezi olan "Daru'l-Memleke"ye yerleşip, valiler ve tahsildarlar tayin ederek Selçuklu teşkilatını kurdu. Çıkardıkları kargaşadan sonra kaçan Türkler ve Deylemilerin evlerine askerlerini yerleştirip, onların iktalarına el koydu. Hemen Bağdad şahneliğine Aytekin b. Süleyman adlı adamını getirerek, şehrin idaresini düzene koydu. Vezir Kunduri, "Kanun Kitabı" (vergi defterleri) ni getirterek "Sultaniyyat" adı altında alınmakta olan vergileri Selçuk hazinesine (Kalem-i Divan) nakletti. Hakimiyetin sembolü olmasından dolayı, darb edilen altın ve gümüş paraların üzerine Tuğrul Bey'in adı yazıldı. Basra ve Ahvaz eyaletlerini yıllık 30 000 dinar karşılığında Hazaresb'e ikta olarak verdi. Büveyhilerin Halife'ye bağladıkları tahsisata ek olarak 50 000 dinar ve 500 kurr buğday tahsis etti. Hatta elinde yeterli imkan olsa daha fazla vereceğini, "Araplığa yardım eden askerlerim bu kadar çok olmasaydılar, Türklerin evvelce Halifeden almış oldukları her şeyi geri verirdim" şeklindeki ifadesiyle belirtti.


Bağdad'da hakimiyetini tesis eden Tuğrul Bey, hemen şehrin imar faaliyetlerine başladı. 1056'da Bağdad’da Dicle kenarındaki şehrin surunu tamir ettirdi. Buradan kesilen ağaçlada Adudiyye Sarayının (Daru'l­ Memleke) birçok yerini yeniden imar ettirdi. Bu iş için civar yerlerdeki evler ve mahalleler yıkılarak yeni mekanlar kazanıldı. Sarayın yanı başında beylerin oturacakları konaklar, askerler için kışlalar ve cami yaptıran Sultan, buraya geçici olarak gelmediğini ortaya koydu.


Tuğrul Bey'in bu yaptıklarına bakıldığında, onun sadece Halife'yi Besasiri'nin elinden kurtarmak kastıyla değil, Irak-ı Arab'da Selçuklu hakimiyetini tesis etmek üzere geldiğini söylemek mümkündür. Üstelik Halife'ye dini otoritenin dışında bir hakimiyet hakkı tanınmaması da bu düşünceyi teyit etmektedir. Son Büveyhi Sultanı el-Meliku'r-Rahim'in Halife tarafından Tuğrul Bey'e gönderilmesi ve garanti verilmesine rağmen tutuklanıp hapse konması da, siyaset gereği yapılması gereken hususlarda Halife'ye fazla söz hakkı tanınmadığının bir işaretidir. Nitekim Halife de, bu durumun farkına vararak, " ... bu insanlar benim emrimle sana geldiler; ya onları serbest bırakırsın, ya da ben Bağdad'ı terk ederim, ben seni şeri emirlere daha saygılısın diye davet ettim, oysa sen zıddını yapmaktasın" diye, Tuğrul Bey'i ikaz etmişti.


Tuğrul Bey, Selçuklu Devleti'nin menfaatine gerekli gördüğü bütün kararları almaktan çekinmemişti. Fakat meydana gelen bazı uygulama hataları yüzünden iki taraf arasında nahoş olayların meydana geldiği de bir gerçekti. Sultan'ın Bağdad'da kaldığı onüç aylık sürede askerler ile halk arasında bazı tatsız olaylar yaşanmış ve meydana gelen bu olaylar sebebi ile Tuğrul Bey'le Halife'nin arası açılma noktasına gelmişti. Bu durum ise Tuğrul Bey'i çok üzmüştü. Askerlerin halkın evlerinde kalmalarından dolayı birtakım istenmeyen olaylar meydana gelmiş, Halife, vezirini çağırarak Kunduri ile görüşmesini ve durumu düzeltmesini istemişti.


Halife'nin veziri vasıtasıyla Selçuklu askerlerinin Bağdad'dan çekilmesini, aksi taktirde kendisinin harekete geçeceğini bildirmesi üzerine Tuğrul Bey faaliyete geçti. Zaten bu sırada Tuğrul Bey, rüyasında Hz. Peygamber'i görmüş ve askerlerinin yaptığından dolayı Hz. Peygamber'den azar işitmişti. Gördüğü rüyadan çok etkilenen Tuğrul Bey, derhal askerlerini halkın evlerinden çıkarıp, meydana gelen tatsızlıkları gidererek Temmuz 1056'da yeniden Halife'nin gönlünü kazandı.


Alınan kararların ve yapılan uygulamaların bir kısmı Halife'yi rahatsız edince, hem Halife'nin gönlünü hoş etmek, hem de gerginliği artırmamak için bir taraftan Halife'nin tahsisatları artırılmış; bununla da kalınmayarak, Halife ile evlilik bağı kurulma cihetine gidilmiştir. Çağrı Bey'in kızı Hatice Hatun, Halife Kaim Biemrillah'la evlendirilerek iki aile arasında akrabalık kurulmuş (Ekim 1056), böylece Tuğrul Bey'in gücü ve azameti artarken, Halife'nin de Selçuklulara güveni sağlanmıştır.


Abbasilerle akrabalık tesisinden sonra, Halife'nin sarayının yanında kendisi için yaptırdığı saraya yerleşen Tuğrul Bey, Halife'nin kendisi için gönderdiği değerli taşlarla işli tahta burada oturmuş ve şehir eşrafı gelerek hürmetlerini arz etmişlerdi. Bu sırada Besasiri üzerine gönderilen Selçuklu kuvvetleri Sincar yakınlarında yenilgiye uğramış; Mevsıl, Kufe ve Vasıt'da Şii hutbesi okunmaya başlamıştı. Musul üzerine yürüyen Tuğrul Bey, buradaki hakimiyetini yeniden tesis edip, Abbasi Halifesi adına hutbe okuttuktan sonra (1057), kardeşi İbrahim Yınal'ı burada bırakıp kendisi tekrar Bağdad'a döndü. Kendisini karşılayan vezir Kunduri ile beraber Halife'nin veziri Reisu'r-Rüesa da Halife'nin selamlarını bildirdi ve içi mücevher dolu altından bir kap takdim etti. Ayrıca Halife'den getirdiği cübbe ve sarığı yastığının üzerine koydu. Sultan da ona hizmet etmek üzere ayağa kalktı ve yer öptü, Halife ile görüşmek istediğini bildirdi.


Tuğrul Bey Bağdad'a dönerken büyük törenlerle karşılanmıştı (Ocak 1058). Sultan gemiyle gelmiş, adamları da onun çevresinde yer almışlardı. Gemiden inince Halife'nin gönderdiği bir ata binerek saraya gitti. Halife, yerden yedi arşın yüksekliğinde bir taht üzerine oturuyordu. Üzerinde Hz. Peygamber'in bürdesi ve elinde hayzuran ağacından yapılmış bir asa vardı. Sarayda gerçekleşen ilk buluşmada Tuğrul Bey, Halife'nin önünde önce yeri, sonra da elini öpüp, kendisi için kurdurulan ikinci bir taht üzerine oturdu. Halife, bir tercüman vasıtasıyla, İslam'a yaptığı hizmetlerden dolayı Tuğrul Bey' e teşekkür etti.


Halife ona altın işlemeli miski sarık giydirerek, Arap ve Arap olmayan kavimlerin tacıyla taçlandırmış, kendisine yedi iklimi tevcih ettiğinin ilamı olarak yedi hilat giydirmiş, murassa iki altın kılıç kuşatarak iki devletin idaresini uhdesine tevdi etmiştir. Sultan'a "Rüknü'd-Din" (Dinin temeli), "Meliku'l-Meşrık ve'l-Mağrib" (Doğunun ve batının hükümdarı) unvanları ile birlikte "Kasımu Emiru'l-Müminin" (Halifenin ortağı) lakabını vermiştir. Halife bu unvanları verdikten sonra üç tane sancak istedi; bunların ikisi güzel sarı işli, üçüncüsü altınla yaldızlanmış sim işli olup "Livau'l-Hamd" adlı sancaktı. Halife bu sancağı eline aldıktan sonra hazırlatmış olduğu ahitnameyi Tuğrul Bey'e teslim etti ve: "O bizim sözümüzü sana okuyor. Onun gereklerinin neler olduğunu sana tefsir ediyor. Onunla bize emredilenler; Allah tarafından bize, sana ve Müslümanlara emredilenlerdir ki, biz onun içinde yazdık ve sağlamlaştırdık. Ben, onunla Allah'ın emrettiklerini sana emrediyor, nehyettiklerini sana nehyediyorum. Bu Mansur b. Ahmed senin yanında bizim naibimiz, dostumuz ve halifemizdir (vekilimizdir) ahitnameyi sana o okur. Onu koru ve gözet, çünkü o doğru, emin ve güvenilir kişidir" dedi. Tuğrul Bey de, her fasılada eğiliyor ve bağlılığını bildiriyordu.


Tuğrul Bey, Halifenin önünde ikinci defa yer öpmek istediyse de başındaki taç buna mani oldu. Onun üzerine Halife'nin elini iki defa öptükten sonra teberrüken gözüne sürmüştü. Halife bu unvanlada birlikte, "Allah'ın kendisine verdiği yerlerin tamamını Sultan'ın idaresine tevdi ettiğini ve kulların hukukunun korunmasını yine ona bıraktığını, idaresini tevdi ettiği meselelerde Allah'tan korkması, adaleti yayması ve zulme mani olması gerektiğini" açıkça belirterek, bu işleri Tuğrul Bey'e havale etti. Bunu üzerine Tuğrul Bey izin isteyerek; "Ben Emiru'l-Muminin'in hizmetçisi ve kölesiyim. Onun emirleri ve yasaklarını yapıp, memur ettiği şeyleri yerine getirmekle müşerref olacağım. Allah'tan yardım ve başarı diliyorum" dedi. Bu merasimden sonra huzurdan çıkan Sultan, Halife'ye değerli hediyeler gönderdi. Bunların arasında 50 000 dinar, atları ve silahlarıyla birlikte elli tane seçkin Türk köle ve elbise gibi değişik şeyler mevcuttu.

Halife, Tuğrul Bey'e "es-Sultan" unvanını da bağışladı. Bu zaten Tuğrul Bey tarafından kullanılan unvanın resmileşmesidir. Ayrıca Tuğrul Bey'e verilen "Doğunun ve Batının Hükümdarı" sıfatı ile bütün Müslüman topraklarını, özellikle de Abbasi Halifeliğini tanımayan bölgeleri fethetme yetkisi Sultan'a verilmekteydi. Bu yetki ile birlikte Sultan'ın yaptığı ve yapacağı bütün işlerin onayı alınmış, meşruiyet zeminine oturtulmuş oldu. Özellikle Selçuklular için iki ana hedef olan Fatımiler ve Bizans meselesinin halledilmesi için Selçuklular daha rahat hareket etme imkanı bulmuşlardır.


Sultan'ın Bağdad'a gelmesi ve yaptıklarını ele alan bazı muasır tarihçiler, Tuğrul Bey'in Halife'ye sadece dini sahayı bırakıp, dünya işleriyle ilgili kısmı kendi üzerine almasını "hilafet" ve "saltanatın" birbirinden ayrılması olarak kabul etmektedirler. Bazıları ise " ... dünya işlerinin din'den ayrı tutulmasından ibaret bu eski Türk geleneği Halife el-Kaaim Bi'emrillah'ın para ve erzak tahsisatını artırmakla yetinen Sultan Tuğrul Bey'in saltanat meselelerini kendi üzerine alması ile fiilen yürürlüğe konmuştu" şeklindeki ifadelerle, Tuğrul Bey'le birlikte biri dini, diğeri dünyevi olmak üzere iki otorite kaynağının ortaya çıktığını ifade etmişlerdir. Bu düşünceden hareketle günümüzdeki "laiklik" kavramının Selçuklular döneminde ortaya konduğuna daır bir kanaate ulaşılmıştır. Oysa laiklik, ortaya çıktığı medeniyetin tarihi, sosyal, kültürel ve inanç değerlerinin bir neticesi olup, Selçuklular döneminde bahsedilen tarihi yapı ve kültürel değerlerle fazla ilişkisi olmayan bir meseledir.


d - İkinci Bağdad Seferi


Musul valisi İbrahim Yınal'ın isyan ettiğine dair şayialar yayılınca, Tuğrul Bey ve Halife ona bir mektup yazarak Bağdad'a çağırdılar. O da, bu davete icabet ederek Bağdad'a geldi ve merasimle karşılandı (Şubat 1058). Tuğrul Bey'in Bağdad'a dönmesinden sonra üç ay geçmeden, İbrahim Yınal'ın da şehirde olmamasından istifade eden Besasiri tekrar Musul önlerinde gözüktü. Yardımda geç kalınması üzerine Musul'u ele geçiren Besasiri'nin işini bitirmek üzere tekrar Bağdad'dan ayrılmak isteyen Tuğrul Bey'i Halife vaz geçirmeye çalıştı. Fakat o, askerlerinin Musul'da mahsur kaldığını belirterek gitmesi gerektiğini bildirmiş, dolayısıyla Halife isteğinde başarılı olamadı. Sultan bölgeye hareket ederek Musul'u ikinci defa ele geçirdi (18 Eylül 1058).


Rahbe'ye çekilen Besasiri, Fatımi Halifesi'yle yazışarak, Selçukluları Bağdad'dan çıkarmak ve bölgeyi yeniden ele geçirmek için ondan yardım istedi. İbrahim Yınal'ın isyanı üzerine Tuğrul Bey'in Bağdad'dan ayrılmasından sonra, Besasiri Bağdad üzerine yürüdü. Bağdad şahnesi Aytekin de Ahfaz'a kaçınca Bağdad savunmasız kaldı. Besasiri hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Bağdad'ı ele geçirdi (27 Aralık 1058).


İbrahim Yınal meselesini haleden Tuğrul Bey, Besasiri gailesini ortadan kaldırmak ve Halife'yi tekrar tahtına oturtmak üzere Bağdad'a doğru harekete geçti. Yalnız bu hareketinden önce Besasiri ve Kureyş'e elçi göndererek yaptıklarını terkedip Halife'yi makamına döndürmelerini istedi. Tuğrul Bey'in kendi üzerlerine geleceğini anlayan Kuren, Besasiri ile yazışarak bu işten zararlı çıkacaklarını dolayısıyla Halife'yi makamına döndürmeyi teklif etti. Halife'nin güvenliğini düşünen Tuğrul Bey, Kureyş'e baş tarafında kendi el yazısı ile yazılmış saltanat sembolü olan bir mektup yazarak ondan "el-Emiru'l-Celil İlmu'd-Din" diye sitayişle bahsederek, Halife'ye yaptıklarından dolayı teşekkür etti. Ayrıca Halife'nin tahtına oturtulup, hutbelerde isminin okunması ve Halife adına sikke kesilmesi durumunda Bağdad'a gelmeyeceğini bildirdi. Bunların yapılmaması durumunda Irak'a gelerek tamamını alacağını ve devlet başkanlığı görevinde Halife'ye vekalet edeceğini söyledi. İmam İbn Furek'i mektupla beraber Kureyş'e elçi olarak göndererek Halife'ye iyi muamelesinden dolayı ona teşekkür etti. İbn Furek'ten de Halife'nin yanında kalarak ona arkadaşlık etmesini istedi. İbn Furek'le birlikte Halife'ye kırk elbise ve 5 000 dinar gönderdi (Ekim 1059) .


Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelmekte olduğunu öğrenen Besasiri, Ebu Mansur Abdulmelik b. Muhammed b. Yusuf'u yanına çağırarak durumu ona anlattı ve kendisi ile Halife arasında elçi olmasını istedi. Besasiri'nin bu elçilikle birlikte Halife'den istediği tek şey, Halife'nin kendisine garanti vermesi ve Tuğrul Bey'i Bağdad'a gelmekten vazgeçirmesiydi. Besasiri kendi işlerini garantiye alacak çalışmalar içinde iken, Tuğrul Bey de, Halife'nin hayatını garanti altına almak için çaba sarf ediyordu. Bu maksatla Kuren'in Halife'yi emanet ettiği Muhariş'le yazışarak Halife'yi hapis olduğu yerden çıkarmasını ve güvenliğini sağlamasını istedi.


Besasiri'nin durumunun kötüye gitmesi ve Kureyş'in amcası oğlundan Halife'yi kendisine göndermesi isteğine Muhariş red cevabı verdi. Bununla da yetinmeyerek, gelmekte olan Sultan'ın emrini beklemek ve Halife'ye daha iyi koruma sağlamak kastıyla Bedran b. Muhalhil'in beldesine gitmeyi Halife'ye teklif etti. Böylece Besasiri'nin şerrinden emin olma imkanları olacaktı. Halife duruma rıza göstererek el-Hadise'den ayrıldı. Muhariş'le birlikte Tellu Akbari kalesine vardıklarında, Tuğrul Bey'in Halife'ye gönderdiği elçi İbn Furek de burada Halife'ye ulaşarak Sultan'ın selam ve gönderdiklerini iletti.


İstekleri yerine getirilmeyen Tuğrul Bey harekete geçti. Bağdad'ı ele geçirdikten sonra hükümet konağının imarına başladı. Çeşitli hediyeler, çadırlar, binek hayvanları ve yolculukta lazım olabilecek malzemeleri bazı adamlarıyla birlikte Halife'nin yanına gönderdi. Arkasından da vezir Kunduri'yi gönderdi. Vezir adamlarına, kendisi ulaşmadan önce çadırların kurulup, Halife'ye şanına layık elbiseler giydirmelerini emretti. Bu işlerden sonra Halife'nin huzuruna girmek için istedi. Kunduri yanındakilerle beraber Halife'nin huzuruna girip yer öptüler. Halife'ye, kurtuluşundan dolayı Sultan'ın duyduğu sevinci, Muhariş'e de Sultan'ın teşekkürlerini bıldırdi. Kunduri, Tuğrul Bey'e bir mektup yazarak olup bitenleri anlattı. Sultan'ın gönlü mutmain olsun diye de, mektubun baş tarafına Halife'nin damgasını vurdurmak istedi. Fakat Halife'nin yanında divit olmadığı için, Kunduri kendi-çadırından divit ve bir kılıç getirttirerek Halife'nin çadırına bırakıp; "Muhammed b. Mansur'un (Kunduri) hizmeti, bu devlette kılıç ile kalemin arasını cem etti" dedi. İki gün burada kalındıktan sonra Nehrevan'a hareket edildi.


Sultan, vezirine haber göndererek Halife'yi burada dinlendirmesini, kendisinin gelip ona hizmet edeceğini bildirdikten sonra karşılamak üzere hareket etti. Halife'yi Nehrevan,da karşılayan Sultan (Aralık 1060) Halife'nin çadırını uzaktan görünce, saygısından dolayı atından inerek ona ulaşıncaya-kadar yaya yürüdü. Halife'nin otağına vardığında yedi kez yer öptü; Halife- bir yastık alıp önüne bıraktı, Tuğrul Bey,_ yastığı alıp öptü. Halife'nin İşareti üzerine yastığın üzerine oturdu. Ona son derecede hürmetkar davranarak, -çeşitli hediyeler takdim etti ve kardeşi İbrahim Yınal yüzünden_.yardıma gelmekte geciktiği için özür diledi. Besasiri ve Mısır Halifesi'ni cezalandıracağını bildirdi. Halife, teşekkür ettikten sonra yanında bulunan tek eşyası, belindeki kılıcını ona verdi. Tuğrul Bey, diğer askerlerine- Halife'ye hizmette bulunmaları için izin verdi. Otağın çevresindek( perdeler. kaldırılınca Halife'yi gören Türkler yer öptüler.


Törenin bitmesinden sonra Halife kendi çadırının Tuğrul Bey'in ordugahtaki çadırının yanına kurulmasını isteyerek: "Besasiri laini hakkında · hüküm belli oluncaya kadar ben Sultan'la birlikte olmak istiyorum" dedi. Bu durum karşısında Tuğruf Bey: "Bu İş doğru olmaz. Çünkü biz harp için, hücum ve tehlike ile beraber olan insanlarız. Emiru'l­ Muminin'in bu şekilde kendisini bizim aramıza kalmasıyla bizim yapacağımız şey ne olabilir, bizden ona hangi hizmet yapılabilir? Uygun olan şey Halife'nin kendi evine götürülmesidir" dedi.'"' Bu sebepten dolayı Halife'yi Bağdad'a sarayına ulaştırmayı amaçladılar. Bağdad'da şehrin ileri gelenlerinden Kadı Ebu Abdullah ed-Dameğani ve şahitlerden üç kişi hariç Halife'yi karşılayacak kimse kalmamıştı. Ama Sultan, daha önceden Bağdad'a ulaştığından, Babu'n-Nevbe'de Halife'yi karşılayıp, atının dizgininden tutarak, omuzunda eğer örtüsü olduğu halde sarayının has odasına kadar götürdü. Besasiri'nin peşinden gitmek üzere izin isteyerek ayrıldı.


Aradan birkaç gün geçtikten sonra Sultan vezir Amidulmülk Kunduri'yi çağırarak Halife'ye bir haber gönderdi: Bu haberde sık sık Bağdad'a gelmesi icap ettiği, yanında çok insan olması hasebiyle masraflarının çok olduğu, bu yüzden de Bağdad civarında kendisine bir arpalık (nan) tahsis edilmesi isteği vardı. Vezir, aynı şeyi Halife'nin senden istemesi yakındır, fakat ben emre uyarak gideyim dedi. Yolda Halife'nin veziriyle karşılaştı. Niçin geldiğini sorunca; Sultan'dan Halife'ye arpalık istemek için, cevabını aldı. İkisi birlikte Sultan'ın huzuruna çıktılar. Kunduri, Bağdad kanun kitabını isteyerek, Halife'nin arpalığını artırdı ve bu resmi muhaberatı divan yazısı ile kaydetti. Tuğrul Bey ve askerleri tarafından bunca izzet ve ikram gören Halife, anlaşıldığı kadarı ile mali yönden şanına yakışır derecede imkanlara sahip değildi. Sünni dünyanın dini lideri artık Sultan'ın kendisine tahsis ettiği mallarla geçinmek mecburiyetindeydi.


Selçuklu kuvvetlerince Vasıt civarında yakalanan Besasiri, yenilgiye uğratılarak başı kesilip, önce Sultan'a, sonra da Bağdad'a gönderildi. Bir mızrağın ucuna geçirilen kesik baş bir hafta sokaklarda teşhir edilerek halkın görüp rahatlaması sağlandı. Tuğrul Bey, Bağdad'a döndükten sonra (Mart 1060), Halife, sarayında büyük bir davet vererek Tuğrul Bey ve umeranın ileri gelenlerini ağırladı. Onların yanında halk da bu sofrada yemek yedi. Arkasından Tuğrul Bey büyük bir ziyafet tertipleyerek halkı yemeğe davet etti. Yemeğe davet edilenlerden de anlaşılacağı üzere, ­ birtakım siyasi ve askeri sebeplerden dolayı - zarara uğrayan, incitilen Bağdad halkının gönlü kazanılmaya, meydana gelen üzücü olayların isteyerek değil, - arızi sebeplerden dolayı --olduğu anlatılmaya çalışıldı. Bağdad' da yeniden hakimiyetini tesis eden ve asayişi sağlayan Tuğrul Bey, Cibal'a (Nisan 1060) dönerken şehrin işleriyle ilgilenmesi için emir Porsuk'u Şahne olarak, Ebu'l-Feth el-Müzaffer b. el-Hüseyn'i de o sene için yüz, sonraki iki sene için üçyüz dinar karşılığı Bağdad'a amid olarak bıraktı. Bağdad'a bu defa amid ve şahne tayin edilmesi, şehrin bütün yönetimini Selçukluların ele geçirdiğini gösterir.


Tuğrul Bey, Cibal bölgesine hareket edince (7 Nisan 1060), Halife'nin statüsünü ve gelirlerini tespit etmek üzere vezir Kunduri'yi görevlendirdi. Yapılan uzun müzakereler sonucunda vezir şunları söyledi: "Ha-life Razi Billah'a (934-940)" sarayın masrafları için her gün 50 dinar verilmesi kararlaştırılmıştı, Muktefi (902-908) zamanında da Türk kumandanı Tüzün ona aynı tahsisatı vermişti. Masraflardan geri kalan kısım, orduya sarf ediliyordu. Halbuki şimdi Emiru'l-Müminin'in bizden başka ayrıca ordusu yoktur. Zaten orduya ihtiyaçları da kalmamıştır. (Buna rağmen) biz (tahsisatını) günde 500 dinara çıkarıyoruz." Halife'nin bu tahsisatı az bulması ve teşrifat masraflarının çok olduğunu söylemesi üzerine günlük 7 000 dinar verilmesi kararlaştırıldı. Bu tahsisatın yıllık toplamı olan 720 dinarlık verimli araziler tespit edilerek (Bağdad, Basra ve Vasıt), karar sicillere işlendi. Bu işlemlerden sonra Halife, Kunduri'ye "Seyyidu'l­ Vüzeri" unvanını verdi.

 


c - Sultan'ın Halife'nin Kızıyla Evlenmesi


Tuğrul Bey, Bağdad'dan ayrılırken Halife'nin hanımı ve kendi yeğeni Arslan Hatun'u da beraberinde götürmüştü. Görünüşte normal olan yeğenini beraberinde götürme işleminin daha sonra bazı gayelere müteallik olduğu anlaşılacaktır. Tuğrul Bey'in Bağdad'dan ayrılışından (Nisan 1060) sonra, çok sevdiği ve sözüne değer verdiği hanımı Altuncan Hatun, Zencan'da vefat etti (Kasım 1060). Tuğrul Bey, hanımını çok sever, aklını beğenir ve onun görüşlerine tabi olurdu. Onun ölümüne çok üzülen Tuğrul Bey, tabutunu beraberinde taşıyarak Rey'de defnetmişti. Altuncan Hatun, vefatından önce Tuğrul Bey'e Halife'nin kızıyla evlenerek dünya ve ahiret şerefine kavuşmasını vasiyet etmiş, kendine ait ne kadar mal varsa onları da Halife'nin kızı için bırakmıştı.


Tuğrul Bey, Rey'e vardıktan sonra Halife, Arslan Hatun'un kendi sarayına gönderilmesi için haber gönderdi. Fakat Tuğrul Bey bu isteği yerine getirmede aceleci davranmadığı gibi, kendi hanımının vasiyeti gereği Halife'nin kızını istemek üzere Rey kadısı Ebu Sad b. Said'i Bağdad'a gönderdi (1061). Fakat o güne kadar yabancılara kız verme adeti olmayan halifeler ve onların o dönemdeki temsilcisi Kaim Biemrillah, Sultan'ın bu teklifini dikkate almadı. Halife, Tuğrul Bey tarafından yapılan bu teklife sıcak bakmayınca; Ebu Sad, Beytü'n-Nevbe'de tehdit edercesine bir konuşma yaparak bu işin niçin olamayacağını sordu. Halife: "Bu bizim yaptığımız bir adet değildir, halifelerden hiçbirisinden böyle bir şey işitilmemiştir. Rüknü'd-Din'in bu işin peşine düşmesi de caiz değildir" dedi."' Halife, Abbasilerde yabancılara kız verme adetinin olmadığını ileri sürerek bu işin olamayacağını söylemiştir.


Sultan'ın bu İşte ısrarlı olduğunu gören Halife, daha sonra birtakım ağır şartlar ileri sürerek evliliğin olabileceğini kabul etti. Aslında bu İsteklerin sebebi karşı tarafın şartları yerine getirilmez bularak taleblerinden vaz geçmesini sağlamak içindi. Halife'nin şartlar ileri sürmesi üzerine Bağdad amidi Ebu'l-Feth el-Müzaffer b. el-Hüseyn, "Sultan'ın teklifini kabul ettiğiniz taktirde bu şartların hepsi yerine getirilir. Yalnız Sultan'ın Bağdad'a gelmesi ve makamını buraya nakletmesi meselesini kendisine arz etmemiz imkansızdır, zira bu konuda onun görüşü alınmıştır" dedi."' Bunun üzerine Ebu Muhammed Rızkullah et-Temimi Halife'nin elçisi olarak bir tezkireyle birlikte Rey'e gönderildi. O, Sultan'ı bu işten vaz geçirmeye çalışacak, yapamazsa tezkireyi arz edecekti. Bundan başka Nakibu'l-Haşimiyyin olan Tarrid b. Muhammed ez-Zeynebi de aynı gaye ile Rey'e gönderildi. Giden heyet Sultan'a hediyelerini sunduktan sonra, ertesi gün saray gezdirilerek, saraydaki tefrişat ve diğer işleri görmeleri sağlandı. Onlara, sarayın bütün debdebesi gösterilerek, bunların hepsinin Sultan'ın olduğu söylenip, Selçukluların gücü ortaya kondu.



Halife'nin elçilik heyetinin sarayı gezmesinden sonra Kunduri ile et­ Temimi bir araya gelerek meseleyi görüştüler. et-Temimi, tezkireyi arz edince, Kunduri: "Bu risale ve tezkirenin bu şekilde arz edilmesi hoş değil. Zira Sultan'ın isteğini geri çevirmek kabul edilir bir davranış olmadığı gibi, onun isteği karşısında mal talep edilmesi de hoş bir hareket değildir. Sultan'dan mal istenmesi onun niyetini değiştirmiş değildir. Üstelik Sultan, Halife'nin isteğinden daha fazlasını vermektedir" dedi. Bunu üzerine et-Temimi, iş senin elindedir, istediğini yap, diye bütün meseleyi vezire havale etti. Vezir, bu görüşmeden sonra, teklif kabul edilmiş sayılarak durumu Sultan'a arz etti. Sultan buna memnun olarak işleri düzelttiğinden ve hizmetlerinden dolayı ona teşekkür etti.

Bir ay sonra (Nisan 1061) Halife'nin hanımı, Arslan Hatun ve vezir Kunduri yanlarında mihir ve çeyiz eşyalarıyla birlikte Bağdad'a geldiler. Kunduri, Arslan Hatun'u Halife'nin sarayına göndererek et-Temimi'nin ile anlaşılan şekilde evlilik işini konuşmalarını istedi. Arslan Hatun, beraberinde mihirden olmak üzere 100 000 dinar, altından ve gümüşten çeşitli eşyalar, mücevherat, düğünde serpilecek para ve diğer değerli hediyeleri götürdü. Fakat Halife'nin bu işe tepkisi hiçte umulduğu gibi olmadı. O, et-Temimi'nin ileri sürdüğü mihir şartları yerine getirilmediği için, bu işin çirkinliğini ileri sürüp "Hiç bir melik halifelerden birine böyle bir şey yapmamıştır" diyerek, nikah akdinden vazgeçmek istedi. Eğer bu işi yapması için kendisine zorlama yapılırsa Bağdad'ı terk edeceğini de söyleyerek, Kunduri'yi tehdit etmekten de kaçınmadı. Bunun üzerine Kunduri, derhal Halife'nin yanına gidip: "Madem vermeyecektiniz hiç bir şart ileri sürmeseydiniz, ileri sürdüğünüz şartlar kabul edildikten sonra vazgeçmeniz çirkin bir iştir; bu şekilde cevap kan akıtılmasına ve benim ölümüme çalışmaktır" diyerek Halife'ye kızdı. Sonra da çadırlarını sökerek Nehrevan'a çıkardı. Durumun kötüleştiğini gören Kadılkudat ve Ebu Mansur b. Yusuf, Halife'ye bir mektup yazarak onu olacaklardan korkutup, evlilik akdinin Kunduri ve Rey Kadısının şahadetleri ve vekaletleriyle yapılması konusunda Halife'yi etkilemeye çalıştılar. Halife'nin yumuşaması üzerine, bu konuda ulemadan fetva soruldu. Hanefiler, akit sahihtir, şart hükümsüzdür, derken; Şafiiler, akit içerisine şart dahil olursa akit batıl olur, dediler. Fukehanın bu görüşünden sonra vezir Kunduri, Cuma gecesi Halife'nin sarayına tekrar giderek ona nasihat edip inadından vazgeçmesini istedi (29 Haziran 1061).


Kundurl'nin ilişkileri gerginleştirdiği bir sırada, Tuğrul Bey'den gelen Mektupta Halife'ye yumuşak davranması ve evlilik işinin ancak güzellikle halledilmesi emredilmekteydi. Bu mektubun yazılmasına sebep ise, Halife divanından Humartekin et-Tuğril'ye yazılan bir mektupta Kunduri'nin yaptıklarından şikayet edilerek, Sultan'ın durumdan haberdar edilmesi istenmesidir. Humartekin de, Kunduri'ye bir mektup yazarak, Sultan'ın bu işlerde müessir olmadığı ve Halife'nin bu hale düşürülmemesi gerektiğini tavsiye etmişti. Halife, bu mektupla birlikte biraz rahatlamakla beraber, Kunduri ısrar etmekte, Halife ise sabretmekteydi. Sonunda Kadı ed­ Dameğani ve Ebu Mansur b. Yusuf'un tavassutuyla Halife evliliğe razı oldu.


Vezir Kunduri, Halife'nin kabul cevabını bu topluluk önünde vermesini istemekteydi. Fakat Halife, bunun için gelen heyete beklenen cevabı vermediği gibi, önceki varılmış olan mutabakatı da unutmuş gözükerek: "Biz Abbas Oğulları insanların hayırlısıyız. İmamet ve reislik bizimle beraber kıyamete kadar devam edecektir. Bize uyan hidayet bulmuş, yüz çeviren dalalete sapmış olur" dedi. Bu cevaba kızan Kunduri, Halife'nin yanından ayrılarak (17 Temmuz 1061) yanındaki takılar ve hediyelerle beraber Hemedan'a gitmek üzere Bağdad'dan ayrıldı. Kunduri, evlenme işinin bu şekilde yarıda kalmasının sebebi olarak Humanekin'in işe karışmasını görmekteydi. Durumun Sultan'a bildirilmesi üzerine Sultan'ın Humurtekin'e karşı tavrı değişti. O da, korkusundan süratle uzaklaştı.


İşlerin bu hale gelmesi yüzünden Bağdad halkı da korku içinde kaldı.


Amidulmülk Kunduri yolda iken, Tuğrul Bey'den kendisine bir mektup geldi. Mektupta; Halife'nin evliliğe rıza göstermemesi sebebiyle, Arslan Hatun'un Halife'nin yanından alınırak kendisine gönderilmesini istedi. Kunduri, Sultan'ın emrini yerine getirmek üzere yoldan geri dönmek istediyse de, Bağdad'a döndüğünde askerlerine hakim olamamaktan korktu. Bunun üzerine Arslan Hatun'a bir elçi göndererek onu Daru'l­Memleke'ye getirmesini, kendisinin Sultan ile görüşerek meseleyi ona anlatıp, işlerin sulh içinde çözülmesini sağlayacağını bildirdi. Arslan Hatun'la da yazışarak onun HaIife'nin sarayından Daru'l-Memleke'ye intikal etmesini istedi. Taraflar arasındaki çekişme ve ona bağlı olarak korku yeniden baş gösterdi. Halife, müspet cevap vermemekte direndi. Baskılar üzerine Halife Bağdad'dan çıkıp niyetini açığa vurdu: Bağdad halkı endişe ve korku içerisinde olacakları beklemeye başladı.


Tuğrul Bey, artık Halife hakkındaki düşüncelerini değiştirmiş ve onu zorlayıcı yollara başvurmağa başlamıştı. Halife'nin hanımını onun sarayından almakla, bir nevi cezalandırma cihetine gitmiş, gururuyla oynamıştır. İşler bununla da kalmadı; Bağdad'daki şahnesine bir emir göndererek,  Halife'yi murakebe işinden vazgeçmesini istedi.  Bunun üzerine Reisu'l-Irakeyn, Halife'nin sarayına defalarca hücum etmeye ve buraya sığınmış bazı kişileri ele geçirmeye başladı.  Halife bu durumlara şahit olduğu halde yapacak bir şeyi yoktu.  İstediğini ele geçirememenin üzüntüsü içinde olan Tuğrul Bey, Halife'ye söz geçirme noktasında olan Kadilkudat ve Ebu Mansur b.  Yusuf'a mektup yazarak, "Ben Halife'nin fazileti için kardeşimi öldürdüm, onun başarısı için malımı sarf ettim, onun yolunda yakın dostlarımı helak etim." demekte ve Halife'nin yaptıklarından dolayı onları azarlamaktaydı. Tuğrul Bey'in bu mektubuna karşı gönderilen cevabi mektupta birşey yapamamaktan dolayı Sultan'dan özür dileniyordu. 

Sultan, bununla da yetinmeyerek Reisu'l-Irakeyn'e mektup gönderip, Halife'nin ve yakınlarının ellerindeki, Halife Kadir Billah döneminde olanların haricindeki iktaların alınmasını, ayrıca evlenme işinde Halife'yi etkileyerek işi bozduğuna inandığı Ebu Turab adlı şahsın da kendisine teslimini istedi. Reisu'l-Irakeyn,  Babu'n-Nevbe'ye giderek Sultan'ın kendisine emrettiği hususları Halife'ye bildirdi.  Halife,  iktaları almak elinizdedir, fakat Ebu Turab'ın isnat edilen şeylerle ilgisi yoktur, dedi.

Reisu'l-Irakeyn, bununla da yetinmeyip; Halife'nin adamlarını evlerinden almaya, mallarını müsadere etmeye ve Halife'nin gelirlerine el uzatmaya başladı.

Şubat 1062'de Sultan'dan Bağdad, Vasıt ve Basra'ya gelen mektuplarda; buralardaki Halife ve yakınlarına ait iktalara el konduğu belirtilmekteydi.  Halife'nin divanıyla yapılan yazışmalar kesildiği için, Tuğrul Bey'den Kadılkudat'a bir mektup ulaştı. Bu mektup: ''Doğunun ve Batının meliki, İslam'ı ihya eden, İmamın vekili,  Halifetullah  olan Emiru'l-Müminin'in sağ eli (kuvveti) olan Şahınşah-ı  Muazzam'dan Kadılkudit'a" şeklinde başlamaktaydı. Dikkat edilirse; Tuğrul Bey, aradan geçen bunca tatsız olaylara rağmen, hala "kendisini Halife'nin vekili saymaktadır. Tuğrul Bey, mektubunda kendisinin yaptıklarını anlatıp, Halife'nin verdiği bu cevapla onu çirkin bir mükafatla mükafatlandırdığını, oysa kendisinin yaptıklarıyla Allah'a yaklaşmak istediğini anlatıp, bu evlilik işini gerçekleştirmek niyetinde olduğunu vurgulayarak, eğer istediği olmazsa tehdit ve cezalandırma yoluna gideceğini işaret ediyordu.


Tuğrul Bey'in, Halife'ye ve yakınlarına bu şekilde manevi baskı uygulamak sureti ile hedefine varmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Nitekim yapılan bu baskılardan usanan Halife, fazla direnemeyerek, iki taraf arasında gerginliğe yol açan sebepleri ortadan kaldırmaya niyetlendi. Evlilik işini üç yıl engelledikten sonra Ocak 1062'de evliliği kabul ettiğini açıkladı. Evlilik işlerini yürütmesi için Amidulmülk'e bir vekaletname yazdı. Bu vekaletmamede, Kadılkudat ve Ebu Mansur b. Yusuf, evlilik akdi için gerekli olan icab ve kabulden, icabın Halife tarafından telaffuz edildiğine şahit olduklarına şahadet etmekteydiler. Bu şahadet yazı ile tespit edildikten sonra, Halife, Ebu'l-Ganaim b. Muhelleban'ı elçi olarak Tuğrul Bey' e gönderdi.


Halife'nin elçisinin getirdiği bu habere Sultan son derece sevindi. Halife ve yakınlarının üzerindeki baskılar kaldırıldı. Halife'nin elçisinin hareketinden beş gün sonra Sultan'dan gelen bir mektupla iktaların sahiplerine iade edilmesi emredildi. Halife'nin sarayında sevinç meydana geldi, davullar ve borular çalındı, iktalar sahiplerine iade edildi. Elçi Ebu'l-Ganaim'in Sultan'ın yanında kalması uzayınca Halife tekrar harekete geçerek Cabir b. Sakiab adlı bir şahısla Arslan Hatun'a mektup göndererek kendisini özlediği, saraydan çıkmasının meşakkatli olduğunu bildiriyor ve gönderilen elçilerden bahsedilerek, evlilik işine izin verdiğini anlatıyordu.


Halife'nin elçisi Tuğrul Bey'in yanına Tebriz yakınlarında ulaştı. Gönderilen tevki, Sultan'ın da hazır bulunduğu bir topluluk içinde okundu. Sultan, oradakilerin huzurunda ayağa kalkarak önce tevkii sonra yeri öptü ve dua etti. tevkii alarak Amidulmülk Kunduri'ye verdi. O da onu okudu. Bu tevkide mihrin 400 000 dinar olduğu da açıklanmaktaydı. Böylece Sultan ve Seyyide'nin nikahları kıyıldı. Sultan, dua ve şükür manasında bir konuşma yaptı. Kendisinin Halife'nin kölesi olduğunu ve ömrünün sonuna kadar ona hizmet edeceğini belirtti. Halife'ye dua edilip, altın ve inci saçıldı (11 Ağustos 1062) . Ekim ayında Halife'ye hediye olarak otuz atlı Türk ğularnın yanında, erkek hizmetçiler, altın ve· mücevherlerle süslü eğeriyle bir at, Halife için 10 000 dinar, değerli mücevherler, Seyyide'ye verilmek üzere Altuncan Hatun'un Irak'taki iktaları ve Halife'nin yakınlarına değerli hediyeler gönderildi. Bütün bunlar Arslan Hatun'un başkanlığında sahiplerine teslim edildi.


Nikahtan sonra zifaf işini gerçekleştirmek isteyen Tuğrul Bey, (Ocak 1063) Bağdad'a hareket etti. Halife, Sultan'ı karşılamak istediyse de, sonradan affını talep edip, yerine vezir İbn Cehir'i gönderdi. Bağdad'a yaklaşan Sultan· şehrin batı yakasında konakladı. Sultan, Amidulmülk'ü Halife'nin sarayına· göndererek Seyyide'yi Daru'I-Memleke'ye· nakletme işini görüşmesini istedi ve geline değerli taşlarla süslü iki dirhem ağırlığındaki yüzüğüyle birlikte iki cübbe gönderdi. Amidulmülk meseleyi Halife'ye açınca, Halife Amidulmülk'e: "Ey Mansur b. Muhammed ·sen bu şerefli evliliğin olmasını istemiştin, biz ise bazı korkularımızdan dolayı buna mani: olmaya çalışmıştık.- Sen de bilmektesin ki, Ebu'l-Ganaim'le gönderdiğimiz ve seninle birlikte karar verdiğiniz işte birleşme Halifelik sarayında olmalıydı. Zira evimizden başka tarafa gelin çıktığı görülmemiştir dedi. Bu söz üzerine Amidulmülk: "Bu isteğiniz doğrudur, Sultan da sizin sarayınıza intikal etmek azmindedir. Fakat o, hacipleri, ğulamları ve yakın adamları için de kalacak yer istemektedir. Bunun temini ise mümkün değildir" şeklinde cevap verdi. Taraflar arasında defalarca gidip gelmelerle gelinin Daru'I-Memleke'ye·intikali ve Sultan sefere çıktığı zaman Bağdad'dan ayrılmayarak onunla birlikte gitmemesi meselesi-konuşuldu. Kadılkudat ed-Dameğani ·çağrılarak varılan karara kefil olması sağlandı.


Görüşmelerin sonuçlanmasının ardından Sultan, olaydan duyduğu mutluluğu göstermek ve Halife'yi memnun etmek kastıyla ona 100 000 dinar, 150 000 dirhem, 4 000 elbise ve on adet soylu at gönderdi. 7 Şubat 1063'de Seyyide babasının evinden alınarak Daru'l-Memleke'ye nakledildi. Düğün hazırlığı olarak Dicle'den Sultan'ın sarayına kadar çadırlar kurulmuştu. Seyyide'nin Sultan'ın sarayına giriş anında davullar ve zurnalar çalındı. Seyyide altınla kaplanmış bir taht üzerine oturtuldu. Seyyide'nin Sultan'ın sarayına getirilmesi Tuğrul Bey ve adamlarını son derecede mesut etmişti. Sultan, Seyyide'nin huzuruna girerek yer öptü ve geline hizmette bulundu, Halife'ye teşekkür ederek, oturmaksızın odadan çıktı. Tuğrul Bey'in odaya girmesiyle beraber, Seyyide Sultan'a karşı ne yüzünü açtı, ne onun için ayağa kalktı ve ne de yüzünü gösterdi. Seyyide'nin huzurundan ayrılan Sultan, sarayın sahnında hacipler ve Türklerin ileri gelenleriyle birlikte Türkçe şarkılar söyleyip, diz üstü yere çöküp kalkarak sevinç içerisinde raks ediyordu. Sultan, Seyyide'nin kendisine ilgisizliğine ve yaptıklarına aldırmaksızın Arslan Hatun'u sohbet etmesi için çeşitli hediyelerle birlikte gelinin yanına gönderdi. Ertesi günü tekrar Seyyide'nin huzuruna giderek yer öptü, ona hizmette bulundu ve karşısında gümüş kaplı bir tahtta bir saat kadar oturdu, sonra da dışarı çıktı. Seyyide'nin davranışlarında hiç bir değişiklik yoktu. Sultan, buna hiç aldırmayarak geline değerli hediyelerle birlikte çevresi çiçekli işlemelerle süslü bir feraciye gönderdi.


Tuğrul Bey, bu tarihi düğünün hatırası olarak Bağdad'da bir altın madalyon bastırarak bir yüzüne Halife'nin, diğer yüzüne de kendi ismini yazdırmış; kendisi madalyonun bir yüzünde başında tuğlu başlık ve bağdaş kurmuş olarak oturur halde olup, elinde hakimiyet sembolü olarak kadeh tutmaktaydı. Diğer yüzünde ise oturur halde resmi ve başının iki tarafında ok, diğer tarafta yayı bulunmaktaydı. Resmin bulunduğu halkanın dış tarafında "es-Sultanu'l-Muazzam Şahinşahi Rüknü'd-Dünya ve'd­ Din Tuğrul Bey Duribe bi Medineti's-Selam" yazmaktaydı.


Düğünün yapılıp, gelinin Daru'l-Memleke'ye nakledilmesinden sonra fazla bir zaman geçmemişti ki, Halife'den alınan izinle beraber Tuğrul Bey, yanında Seyyide olduğu halde, Bağdad'dan ayrıldı. Seyyide hayli zorlandıktan, Sultan'ın ısrarından ve sert davranmasından sonra Bağdad'dan ayrılmaya razı oldu. Bu işlem gönül rızası ile yapılmadığından dolayıdır ki, Seyyide'ye yoldaşlık etmek ve hizmetinde bulunmak üzere Halife'nin sarayından ancak üç kadın katıldı. Halife ve gelinin annesi bundan büyük hüzün ve elem duydular. Çünkü önceden şart koşmalarına rağmen Sultan, Seyyide'nin Bağdad'dan ayrılmama şartına riayet etmemişti.


Tuğrul Bey, Bağdad'dan ayrıldıktan sonra Cebel bölgesine doğru yöneldi. Rey'e vardıklarında hastalanan ve durumu iyice ağırlaşan Sultan vefat etti (5 Eylül 1063). Cenazesi Merv'e nakledilerek kardeşi Çağrı Bey'in yanına defnedildi.


Tuğrul Bey, Abbasilerden kız almak sureti ile kendi soyunu Hz. Peygamber'in soyuyla birleştirmeyi, dolayısıyla hem saltanat, hem de hilafet şerefini elde etmeyi amaçlamıştır. Bu iş için üç sene boyunca uğraşmış ve düşüncesini hayata geçiren Tuğrul Bey, eriştiği makamı ve şerefi halkına göstererek, azametini ve büyüklüğünü ispat etmiş oldu. Bu şeref, bütün tahakkümlerine ve baskılarına rağmen hiçbir Büveyhi sultanının ulaşamadığı bir şerefti. Tuğrul Bey'in Hz. Peygamber'in soyuyla evlilik yaparak şereflenme dışında bir maksat gütmediği, sarayına getirilen Seyyide'nin huzuruna girdiğinde, aksi davranışlarına ve bütün ilgisizliğine rağmen ona hizmette kusur etmemesinden de bellidir. Aksi takdirde, yetmiş yaşına gelmiş ve daha önceki evliliğinden çocuğu olmamış Sultan'ın böyle bir evliliğe girişmesi beklenmezdi.


2 - Alp Arslan Dönemi (1063- 1072)


Tuğrul Bey, Selçuklu Devletinin ilk sultanı olarak önemli işler başarmış, özellikle de İslam alemi için büyük tehlike teşkil eden Şii hareketlerine darbe vurarak Sünni İslam alemini yok olma tehlikesinden kurtarmıştı. Bu hizmetlerinden sonra Abbasi ailesi ile akrabalık kurarak Peygamber soyuyla şeref kazanmak istemiş, bütün engellemelere ve zorluklara rağmen bu emeline de kavuşmuştu. Tuğrul Bey döneminde özellikle evlilik sebebiyle gerginleşen Halife-Selçuklu ilişkileri onun vefatından sonra yeniden şekillenmeye başlamıştır. Tuğrul Bey'in vefatı ile işlerin bittiğini zanneden Abbasi Halifesi, eski otoritesini yeniden tesis için harekete geçmekte gecikmemişti.



a - Halife'nin Selçuklu Hakimiyetinden Kurtulma Çabaları



Tuğrul Bey'le yapmış olduğu anlaşmayı onun hayatı ile kaim kabul ederek, Selçukluların vasalı durumundaki Musul emiri Müslim b. Kureyş, Dübeys b. Mezyed, Ebu Kalkar, Hezaresb, Ebu'l-Feth, Ebu'n-Necm, İbn Verram ve Bedr b. Muhelhil gibi emirlere mektuplar yazarak onları genel durumu görüşmek üzere Bağdad'a davet etti. Böylece yeni Sultan Alp Arslan adına hutbe okunmadığı gibi, bu emirlerin Bağdad'a çağrılarak memleket işlerinin onlarla · müşavere· edilmesinden, Abbasi Halifesi'nin kendi otoritesini tesis cihetine gittiğini görmek mümkündür. Durumun bu şekilde· gelişmesinden endişelenen Selçukluların Bağdad'daki temsilcisi amid Ebu Said el-Kayeni, ülkede huzursuzluk ve kargaşa çıkmaması için Sultan'ın ölümünün gizli tutulmasını isteyerek, kendisinin ancak efendisi Kunduri'den gelen emirler doğrultusunda hareket edebileceğini, ayrıca kendisine· can güvenliği konusunda eman mektubu verilmedikçe de Halife'nin sarayına· gelemeyeceğini· açıkladı. Selçuklu temsilcisinin bu şekilde temkinli davranışı Halife'nin ve Arap emirlerinin daha ileri gelenlerini engelledi.'O' Selçuklu hakimiyetini· Bağdad' da devam ettirmeye niyetli olan amid, can güvenliği konusunda endişeli olmalı ki, kendine bağlı adamlarıyla birlikte İsa ·Sarayına çekilerek, buraya silah ve yiyecek depolayıp etrafını surlarla · çevirerek, Araplardan gelebilecek saldırılara karşı savunma hazırlıklarına · başladı. Selçuklu hakimiyetinin bitmediğinı: göstermek bakımından· Daru'l-Memleke'nin kapısında davul vurdurmaya devam etti. Onun· gayesi Selçuklu başkentinden kendisine gelecek talimata kadar idari boşluk yaratmadan yönetimi sürdürmekti. Amidin bu şekilde davranması ve Halife'yi muhatap kabul etmemesi, Halife'ye çok ağır geldi. Amidin istediği eman mektubunu kendisine verdi. Halife'nin veziri· Ibn Cehir de, Tuğrul Bey'in ölümünden sonra yapılması gereken taziye merasimi için (23 Eylül 1063) sarayın sahnında oturdu. Amid, kendisine eman mektubu verilmiş· olmasına rağmen buraya gitmedi. Bu Ramazan· ayının· son cumasında Tuğrul Bey'in adı hutbelerden çıkarılarak okunmadığı gibi, onun yerine başka bir. hükümdarın adı da okunmadı. Alp Arslan, bu sırada taht konusunda ortaya çıkan karışıklıkları halletmekle meşgul olduğu için Bağdad'da ·meydana gelen gelişmelerle ilgilenme şansına sahip değildi.


Irak 'ta hakimiyetini genişletme gayretinde olan Halife, eski ikta sahalarını ele geçirme yoluna gitti. Selçuklu temsilcisine elçi göndererek, onu bu memlekete nezaret etmeye Tuğrul Bey'in görevlendirdiğini, o öldüğüne göre halifelik iktalarından el çekerek güven içerisinde Irak't a oturmasını, aksi takdirde bu beldeden çıkıp gitmesini istedi. Bunun üzerine görevli, amidin yanına kaçmağa mecbur kaldı. Halife, kendi emrine tabi olmayanlara karşı hukuki gerekçeleri hazırlamaktan da geri kalmadı. Kadılar ve fukahayı toplayarak: "İmama isyan eden ve onun itaatinden çıkan kimsenin durumunu sordu . Hukukçular böyle bir şahsın katlinin ve onunla savaşmanın caiz olduğuna dair fetva verdiler. Halife, bunu yapmak sureti ile kendisine karşı Selçuklu hakimiyetinin temsilcisi olan amide karşı hukuki gerekçesini de hazırlamış, dolayısıyla onunla ciddi manada mücadeleye karar vermişti. Bu arada Kunduri'nin Sultan Alp Arslan'ın yanındaki durumunun zayıfladığı haberi yayılınca gerekli destekten kendisini mahrum hisseden amid, Halife'ye elçi göndererek ondan özür diledi ve topladığı vergilere karşılık olarak 30 000 dinar ile altı yüz kurr buğday verdi.


Bağdad'da nispeten hakimiyetini tesis ettikten sonra diğer bölgelerde de Selçuklu hakimiyetinden kurtulmak için mahalli Arap emirlerini toplayarak onlardan kendine itaat etmelerini isteyen Halife, çok geçmeden bunların birbirleriyle anlaşmazlıklara düşmeleri ve çekişmeleri yüzünden zarara uğradı. Kendisi, Musul emiri Müslim b. Kureyş'in tahakkümü altına düştüğü gibi, Müslim Bağdad'a gelerek Selçuklu idare merkezi Daru'l-Memleke'ye yerleştikten sonra, Halife'nin sarayını kuşatma altına alıp yağmalattı. Bu durumdan kurtulmak isteyen Halife, yine Türkler ve sadık Arapların yardımına müracaat etmek mecburiyetinde kalıp, bu uğurda hayli mal harcadı. Fakat tam bu sırada Kutalmış meselesini halleden Alp Arslan, Rey'de tahta oturduktan sonra sarsılan Selçuklu hakimiyetini yeniden tesise muvaffak oldu.


b - Alp Arslan'ın Hakimiyetinin Tanınması



Tuğrul Bey'in vefatı ile bozulan Halife-Selçuklu ilişkilerinin düzeltilmesinde ilk adım Selçuklular tarafından atılmıştır. Bu işe de, ilk önce hayli zorlamalardan sonra yapılan evlilikten dul kalan Halife'nin kızının babasına iadesiyle başlanmıştır. Tuğrul Bey'in vefatından sonra Seyyide'nin babasına gönderilmesi isteği reddedildiği gibi, Kunduri, Rey'de bulunan Seyyide'den Tuğrul Bey'e ait çok değerli bir taşın iadesini de istemişti. Seyyide, kendisinde böyle bir taş olduğunu inkar edince, Kunduri kızarak onun iktalarına el koymuştu.


Alp Arslan'ın başa geçmesinden sonra Kunduri önce görevden azledilip, sonra öldürülerek vezirliğe Nizamülmülk getirildi. Yeni vezir, Sultan'ın da muvafakati ile Seyyide'nin arzusuna uyarak onu babasına gönderme kararı aldı. Seyyide'ye nafaka olarak 5 000 dinar gönderildi.

Seyyide, önce kabul etmeyerek bunu almasının çirkin bir davranış olduğunu söylediyse de, Nizamülmülk, "Bu sizin Rey'e getirilişinizde hakkınız olan bir paradır ve Kunduri bunu size vermeyerek kendisi alıkoymuştu" dedi. Bunun üzerine parayı kabul eden Seyyide ile beraber seçkinlerden bir grup da yoldaşlık etmesi için beraberinde gönderildi. Bu kafileyle beraber İbnu'l-Muvaffak olarak da tanınan Ebu Sehl Muhammed b. Hibetullah Bağdad'a yollanarak hutbelerin Alp Arslan adına okunması için Halife'yle görüşmesi istendi.


Kafile yolda iken Ibnu'l-Muvaffak vefat edince, Sultan, Reisu'l­ Irakeyn Ebu Ahmed en-Nihavendi'yi elçilik göreviyle görevlendirdi. en­ Nihavendi bunu kabul etmek istemediyse de sonradan mecbur kalarak görevi üstlendi. Seyyide ile beraber onun hizmetinde olan Kadı Ebu Amr Muhammed b. Abdurrahman ve Bağdad'a şahne olarak atanan Hacib Emir Aytekin es-Süleymani 4 Mart 1064'de Bağdad'a ulaştı. Halife, kızının dönmesinden dolayı büyük sevinç duydu ve Alp Arslan'a teşekkür ederek, Seyyide'nin geri dönüşündeki hizmetlerinden dolayı Sultan'ı hayırla yad etti. Halife'nin sarayına vardıklarında Kadı Ebu Amr ayağa kalkarak toplantıda bulunanlara bir konuşma yapıp Alp Arslan'ı ve arkasından da veziri Nizamülmülk'ü övdü. Sultan tarafından biri Halife'ye diğeri ise veziri Fahru'd-Devle Ebi Nasr b. Cehir'e gönderilen mektupları takdim edip, hutbelerin Sultan Alp Arslan adına okunmasını talep etti. Yapılanlardan memnun olan Halife bu isteği olumlu karşıladı ve hutbelerde Alp Arslan'ın adının okunması için emir verildi. 11 Nisan 1064 tarihinde Bağdad minberlerinde Alp Arslan adına hutbe okunmaya başlandı. Durumdan son derecede memnun olan Alp Arslan şükür secdesine kapandı ve Halife'ye çeşitli hediyeler gönderdi.


Amid, Halife'ye gerekli hürmeti gösterdikten sonra Daru'l-Memleke'ye yerleşti. Kadı Ebu Amr ise, Alp Arslan adına sikke kesilmesini ve hilat verilmesini Halife'den talep etti. Sultan adına sikke kesildi. Fakat iş hilat meselesine gelince gerekli olan alet ve malzeme için uzun süreye gerek olduğu, hazinenin de bu ihtiyaçları karşılamaya gücünün yetmeyeceği ileri sürüldü. Eğer acele olmasını istiyorsanız Sultan'a feraciyye, sarık ve sancak göndeririz, dediler. Buna razı olunmayınca, taraflar arasında durum gerginleştiyse de sonradan işler düzeldi. Halife, vezir Fahru'd­ Devle'nin oğlunun tavsiyesine uyarak, Sultan'a "el-Veledu'l-Müeyyed"şeklinde hitap edip, hutbelerde kendi ismiyle beraber ismini okuttuktan sonra, adet olduğu üzere Sultan'ın oğulları Ayaz'a "el-Emir Şihabu'd­ Devle, Kutbu'l-Mille", Melikşah'a ise "Celalu'd-Devle, Cemalu'l-Mille" lakaplarını verdi.


Halife'nin, oğlum diye hitap edecek kadar kendine yakın bulduğu ve "Diyau'd-Din, Adudu'd-Devle" (Dinin ışığı, Devletin gücü) lakabını verdiği Alp Arslan, böylece Tuğrul Bey'in vefatıyla birlikte sarsılan Selçuklu hakimiyetini yeniden tesis ettiği gibi, bozulan Halife-Sultan ilişkilerini de tekrar bir düzene oturtmuş oldu. Alp Arslan adına hutbe okunmasından sonra Halife, Divan erbabından olan Nakib Tarrad ez- Zeynebi'yi kendisi adına biat alması için Sultan'a gönderdi. Alp Arslan, o sıralarda Nahçivan'da bulunmaktaydı. Elçi ona hilat giydirdikten sonra, Halife'nin gönderdiği mektubu taktim etti ve biat aldı. Halife, sadece Sultan'a unvan vermekle kalmamış, hizmetlerinden dolayı amide "Şeyhu'd-Devle Sıkatu'l-Hadretin" lakabını, Nizamülmülk'e de "Kıvamu'd-Din ve'd­ Devle Radiyu Emiru'l-Müminin" lakabını vermişti.


Bağdad'da hakimiyetin yeniden Selçuklular adına tesis edilmesinden sonra taraflar arasında çekişmelerin durulmadığı, alttan alta nüfuz mücadelesinin devam ettiği görülmektedir. Alp Arslan adına hutbe okunması için Bağdad'a gelen heyetten önce Reisu'l-Irakeyn Ebu Ahmed en-Nihavendi bizzat şehre gelmemiş, yerine bir vekilini göndermişti. Bu vekil, gelişmelerin altından kalkamayınca, duruma tamamen el koymak isteyen Reisu'l-Irakeyn, yanında Bağdad şahnesi Aytekin es-Süleymani ile birlikte Bağdad'a geldi.


Halife'nin veziri ile Reis arasında cereyan eden olaylar Nizamül­ mülk'e kadar aksetmiş, o da bu durumda Reis'in daha mütevazi ve Halife'ye karşı saygılı davranmasını isteyerek yaptıklarını tasvip etmemişti. Anı'nın fethedilmesinden sonra Alp Arslan'ın gönderdiği fetihname sebebiyle yapılan törene Reis katılmamış ise de, sonradan vezirle buluşarak aralarındaki meseleyi çözmüşlerdir. Bu fetihnameden sonra Ağustos 1066'da Halife tarafından Sultan'a gönderilen bir elçi ile Alp Arslan'ın gazası tebrik edilmekte, sıhhatine dua edilmekte ve Bağdad'daki Selçuklu temsilcilerinin baskılarından şikayet edilmekteydi. Ayrıca, Halife'nin hanımı Arslan Hatun'un ayrılığının uzun sürdüğü ve artık Halife'nin sarayına dönmesi talep edilmekteydi.


Halife'nin şikayeti yerini bulunmuş olmalı ki, en-Nihavendi görevinden aziedildi ve yerine üç yıllığı 500 000 dinara Ebu Said el-Kayeni'ye iltizama verildi. Halife'nin diğer talebine de olumlu cevap verilerek Arslan Hatun Bağdad'a gönderildi. Hatun'un gelişini vezir Fahru'd-Devle bir fersah mesafeden karşılamış ve Bağdad halkı onları istikbale çıkmıştı. Bu heyetle birlikte Halife'ye bir de mektup gelmiş; ona olan bağlılıktan ve vezirinin faziletinden bahsedilmiştir (Mart 1066).


Görünüşte Halife ile Selçuklu ilişkileri normale dönmüş ise de, varılan anlaşmayı korumakta iki tarafın da titiz davrandığını söylemek mümkündür. Bu manada veziri İbn Cehir'i azleden Halife, bu işe sebep olarak onun kendisinden izin almaksızın Alp Arslan'dan hilat almasını ve Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Müslim'i Bağdad'a davet etmesini göstermekteydi. Azledilen bu vezirin yerine Ebu'I-Ala'nın vezir yapılması konusunda Alp Arslan teşebbüse geçince, bu şahsı vezir yapmak işine gelmediği, fakat Sultan'ın tavsiyesi dışında bir adamı bu göreve getirmenin de Sultan'ı kızdıracağını düşünen Halife, tekrar İbn Cehir'i vezirliğe atadı. Bu duruma sinirlenen Sultan, kendi vezir adayı Ebu'I-Ala'yı Bağdad naibi olarak tayin ettikten sonra İbn Cehir'in iktaların yarısını da bu şahsa verdiğine dair ferman verdi. Durumun nezaketini fark eden Halife, mevcut durumu engelleyemediyse de, bu yüksek rütbeli Selçuklu memurunu karşılamaya çıkmadı. Halife, doğrudan Sultan'a cephe almamayı kendisine ana politika olarak belirlemişti. Sultan'la çatışmanın kendisine yarar getirmeyeceğini, Tuğrul Bey döneminde yaşanan tecrübelerden gayet iyi bilmekteydi. Nitekim Bağdad Nizamiye Medresesi'nin açılışında bazı problemler yaşanıp, Ebu İshak Bağdad'ı terk etmek isteyince Halife buna mani olmuş ve gönderdiği mektupta "Bu acemlerle (Selçuklular) olan durumumu sen bilmektesin. (Eğer Bağdad'ı terkedersen) bu işi de benden bulacaklarından korkmaktayım" diye Sultan'dan çekindiğini açıkça ortaya koymuştu.

Sultan da genellikle Halife'nin otoritesini gözetmekte, saltanat otoritesine halel getirmeyen alanlarda Halife'ye geniş yetkiler tanınmaktaydı. Bağdad şahnesi Aytekin es-Süleymani, Sultan'ın davetine uyarak Bağdad'dan ayrılınca yerine oğlunu vekil olarak bırakmıştı. Bu şahıs, Halife'nin memluklarından birini öldürttü. Öldürülen memlukun kanlı gömleği Sultan'ın divanına gönderilerek Aytekin'in bu görevden azledilmesi istendi. Sultan, Halife'nin isteğine uyarak Aytekin'i azletti. Arkasından da Sadu'd-Devle Gevheriyin'i daha geniş yetkilerle Bağdad'a şahne olarak atadı (1071). Görüldüğü gibi Halife'nin haklı olduğu durumda onun isteği yerine getirilip, hürmette kusur edilmemekle beraber, Sultan'ın iradesinin daha üstün olduğu atanan yem şahne ile gösterilmeye çalışılmıştır.


c - Sultan'ın Halife'yle Akrabalık Tesisi


Tuğrul Bey'in vefatından sonra bozulan ilişkilerin zaman içerisinde düzelmesi ile Halife-Sultan münasebetleri yoluna girmişti. Alp Arslan, bir taraftan Kafkaslar ve Anadolu'daki yeni fetihlerle dış tehlike olarak kabul edilen Hıristiyan alemine karşı Selçuklunun dolayısıyla da İslam'ın gücünü artırmış, diğer taraftan iç tehlike Şii-Fatımilere karşı sefer düzenleyerek onların Halep ve Şam bölgelerindeki nüfuzuna son vermişti. Hicaz bölgesinde kesilen Abbasi hutbesini yeniden okutarak buradaki Sünni hakimiyetini tesis etmişti. Bütün bu gelişmeleri zafernamelerle Halife'ye bildirmiş, onun destek ve duasını almıştı.


Selçuklularla birlikte yükselen Sünni iktidarı Halife'yi de memnun etmiş ve ara sıra meydana gelen çekişmelere rağmen Halife tarafından desteklenmiştir. Bu gelişmelerin neticesinde Halife, veliahtını Sultan'ın kızıyla evlendirerek aradaki ilişkileri daha da sıcak hale getirmeye niyetlenmiştir. Fakat kaynaklardan anlaşıldığına göre, daha önceden Alp Arslan, Halife'ye mektup yazarak, veliahtı kendisinin Seferiyye Hatun'dan olan kızıyla evlendirmek istediğini açığa vurmuş, bu istek Halife tarafından da olumlu karşılanmıştır (1070) .

1071 senesi geldiğinde Halife Kaim Biemrillah, Amidu'd-Devle b. Cehir'i hilatlerle birlikte Sultan'a ve oğlu Melikşah'ın yanına gönderdi. Sultan, daha önceden elçi göndererek oğlu Melikşah'ı veliaht olarak tayin etmek için izin istemişti. Halife gereken izinle beraber hilatler gönderdi. Ayrıca giden elçiye bu arada Sultan'ın Seferiyye Hatun'dan olan kızını veliaht el-Muktedi'ye istemesini emretti. Amidu'd-Devle, Sultan'ın huzuruna çıkınca kızını istedi, o da buna icabet etti. Nikah Nisabur dışında kıyıldı. Alp Arslan'ın vekili Nizamülmülk, Halife'nin vekili ise Amidu'd­ Devle idi. Nikah akdinden sonra davetlilerin üzerine mücevherat saçıldı ve buradan ayrılan Amidu'd-Devle, Fars taraflarında bulunan Melikşah'ın yanına gitti. Melikşah'la İsfehan'da buluşan elçi Halife'nin gönderdiği hilati burada takdim etti. Melikşah, hilati giyinerek babasının yanına gitti; Amidu'd-Devle ise Ağustos 1072'de Bağdad'a ulaştı.


3 - Melikşah Dönemi (1073 - 1092)


Selçukluların Sünni dünyanın lideri olması ve Bağdad'a intikalinden sonra başlayan Halife-Sultan ilişkilerinde Tuğrul Bey'den sonra en hareketli safhayı Sultan Melikşah döneminde yaşananlar oluşturmuştur. Bunun temel sebebi Melikşah'ın uzun süre tahtta kalarak Selçuklu Devleti'nin hudutlarını en geniş sınırlarına eriştirmesinin yanında, Halifeyle akrabalık kurması ve Halife'den olan torunu üzerinde bazı emeller besleyerek Hilafet ile Saltanat kurumlarını birleştirmeye çalışmasıdır.


Sultan Alp Arslan daha hayattayken Halife Kaim Biemrillah'la yazışarak oğlu Melikşah'ı veliaht olarak tayin etmek için izin istemişti. Halife buna rıza gösterdiği gibi, bir de hilat hazırlatarak bunu Melikşah'a göndermişti. Alp Arslan'ın son seferinde şehit olmasıyla birlikte emirler ve ordu babasının yanında bulunan Melikşah'a biat ettiler. Melikşah, kendisine karşı teşekkül eden oluşumları bertaraf etmek ve saltanatta hak iddia edenleri ortadan kaldırarak saltanatını garantiye almak için çaba sarf ederken, bir taraftan da Abbasi Halifesi'ne mektup yazarak Bağdad'da hutbelerin kendi adına okunmasını temin etti (21 Mart 1073). Halife'nin, Melikşah'ın isteğini kabul ederek adına hutbe okutmasından sonra Sultan, etraftaki emirlere haber göndererek onların da hutbelerde adının okutulmasını ve bağlılıklarını bildirmesini istedi.


Saltanatta hak iddia eden amcası Kavurt Bey ve diğer saltanat üyeleriyle meselesini hallederek hükümdarlığını sağlamlaştıran Melikşah'ın Sultanlığı, devletin bütün askeri ve idari şahsiyetleri tarafından kabul edildi. Melikşah, devletin küçük büyük bütün işlerini de kendisine baba olarak kabul ettiği Nizamülmülk'e bıraktı. Fakat devrin icaplarına göre Sultan'ın Bağdad Halife'si tarafından da tanınması, sultanlığının onaylanması gerekmekteydi. Bu sebepten, Sultan'ın yanında bulunan Bağdad şahnesi Sadu'd-Devle Gevheriyin, Halife'den Melikşah'ın sultanlığını tasdik menşurunu almak üzere Bağdad'a gönderildi. Ekim 1073'de Bağdad'a ulaşan Sultan'ın elçisi için Halife büyük bir cülus merasimi tertipledi (7 Ekim 1073). Halife'nin veliahtı de yanıbaşında duruyordu. Bu merasimde Halife, Sultan'a ait bir ahitnameyi, vezirine okuttuktan sonra, Sultan'a götürülmek üzere kendi eliyle hazırlayıp bağladığı bir sancakla beraber Gevheriyin' e teslim etti. Merasime halktan isteyen herkes katılmış ve büyük izdiham olmuştu. Bu merasimle halk da Sultan'a iyilik ve selamet dileklerini sundular. Siyaseten iktidarını sağlamlaştıran Melikşah, Halife'nin hukuki onayını da alarak saltanatını kuvvetlendirmiş ve önünde bir engel kalmamıştı.


a - Selçukluların Bağdad Üzerindeki Tasarrufları


Melikşah'ın saltanata geçmesinden sonra da, önceki sultanlar gibı Bağdad Halifesi ile aralarında birtakım idari ve mali meseleler yüzünden anlaşmazlıklar çıktı. Bağdad'da bulunan Türkmenler ile Halife'nin arasının açıldığına dair haberlerin gelmesi üzerine Nizamülmülk, olayların müsebbibi olarak Halife'nin veziri İbn Cehir'i görüp, buna karşılık olarak Halife'nin bazı iktalarına el koydu. İki vezir arasındaki gerginliğin artması üzerine Nizamülmülk'ün damadı olan İbn Cehir'in oğlu Amidu'd-Devle Selçuklu başkentine gelerek Nizamülmülk'den özür diledi. Melikşah da bu şahsa ihsanlarda bulundu. Amidu'd-Devle Rey'den Bağdad'a döndükten sonra Halife, Oğuzları memnun edecek mal vererek durumu yatıştırdı (1073 ). Arkasından Hacib Aytekin es-Süleymani, Bağdad'a gelerek iki taraf arasında sulhun sağlanmasını ve gerginliğin giderilmesini sağladı. Görevinden azledilmiş olan Fahru'd-Devle b. Cehir yeniden görevine iade edildi.


Tarafların arasının açılmasına sebep olan başka bir vaka da, Nizamülmülk'ün oğlu Müeyyedü'l-Mülk'ün Bağdad'a gelişinde yaşanan felaketi yaşandığı için, onu istikbale kimse çıkmadı. Bu durumu Halife'nin kendisini kabul etmemesi olarak algılayan Müeyyedü'l-Mülk, ziyaretine gelen Kadılkudat ve Nakibleri kabul etmedi. Halife, özür beyan ederek hilatler gönderip, Müeyyedü'l-Mülk'ün gönlünü aldı.


Bütün bu olaylar yaşanırken kırkdört yıl gibi uzun bir süre Halife olarak bu makamda kalmış olan Kaim Biemrillah vefat etti; yerine veliaht olarak tayin etmiş olduğu torunu Ebu'I-Kasım Abdullah b. Muhammed, "el-Muktedi Biemrillah" unvanıyla hilafet makamına geçti (1074). Nasıl ki yeni sultan için halifenin menşur vermesi gerekiyorsa, aynı şekilde yeni halife için de sultandan biat almak gerekmekteydi. Bunu için 16 Mayıs 1075 tarihinde Amidu'd-Devle Ebu Mansur, yanında 800 çeşit elbıse ve 15 000 dinar olduğu halde Sultan'a gönderilerek, ondan, Halife adına biat alması istendi.


Bu sırada Hicaz ve Suriye bölgesinde Selçuklular ve Sünni Halife aleyhine meydana gelen gelişmelere müdahele ederek durumu kontrol altına alan Melikşah, Sünni Halife ve kendi hakimiyetiyle alakalı bu tür meselelerle ilgilendiği gibi, Bağdad'daki hadiselere de yakından sahip çıkmıştır. Sultan, sadece siyasi meselelerde Bağdad yönetimine müdahil olmamış, bazen de mali meseleler yüzünden taraflar birbirleriyle muhatap olmak durumunda kalmışlardır. Bağdad'a vergi toplamak kastıyla gelen (Eylül 1075) Selçuklu mümessili amid Ebu Nasr, Halife'den ve diğer ikta sahiplerinden alınması gereken 100 000 dinar için, "Sultan'ın askeri çoktur, fakat malı yoktur" diyerek bu paranın tahsilini istedi. Halife, bu parayı ödemeye yanaşmayarak Amidu'd-Devle'yi meseleyi görüşmek üzere Melikşah'ın yanına gönderdi. Bunun üzerine amid, Sultan'dan gelecek cevabı beklemeden iktalara el koydu ve kendi adamlarını bu işlerin başına geçirdi.


Nizamülmülk ise, çoktandır Halife'nin veziri Fahru'd-Devle b. Cehir ile çekişme halinde olduğundan dolayı, Bağdad Şahnesi Sadu'd-Din Gevheriyin'i bu veziri azletmek üzere gönderdi. Vezir, arnidi karşılamak istediyse de amid ona iltifat etmedi. Şahnenin adamları halkın evlerine inerek çeşitli kötülükler yaptılar. Amid, Halife'ye getirdiği mektupta vezirin azledildiğini açıkladı. Mektup açıldığında yaptığı bazı işler hususunda uyarıldığı ortaya çıktı. Vezir bu mektubu Halife'ye iletti. Arkasından Sultan'dan gelen bir mektupta el konulan iktaların sahiplerine iade edildiği açıklandı (1075).


Bu sırada Bağdad'da Eş' ari ve Hanbeliler arasında büyük olaylar cereyan etmişti. Ebu Nasr el-Kuşeyri'nin Nizamiye Medresesi'nde verdiği bir vaaz yüzünden taraflar arasında başlayan olaylar tırmanarak gelişmişti.

Nizamülmülk'ün oğlu babasına yazdığı mektupta Bağdad'da nizam yok diyerek, durumdan şikayetçi oldu. Nizamülmülk, Nizamiye Medresesi müderrisi Ebu İshak eş-Şirazi'ye yazdığı mektupta bu medreseyi Ehl-i sünnet fikrini güçlendirmek için açtıklarını, maksatlarının mezhep çekişmesi olmadığını açıklayarak, olaylara rızası olmadığını belirtti. Fakat olayların durulmaması ve Şafii alim Ebu'I-Hasan b. Muhammed el­ Vasıti'nin yazdığı bir kaside ile durumu Nizamülmülk'e şİkayet etmesi üzerine, olayların müsebbibi olarak görülen Fahru'd-Devle b. Cehir'in görevden azledilmesi için mektup yazılarak şahne Gevheriyin ile Halife'ye gönderildi. Ayrıca vezire bağlı olanların da tutuklanması istendi.


İkinci defa görevden azledildiğini haber alan Fahru'd-Devle, affını talep etmek kastıyla oğlu ve Nizamülmülk'ün damadı Amidu'd-Devle'yi Sultan'ın yanına gönderdi. Amidu'd-Devle, babasının olaylarda bir kabahati olmadığı konusunda Nizamülmülk'ü ikna ederek Bağdad'a geri döndüyse de (28 Kasım 1078), Halife, Fahru'd-devle'yi tekrar görevine döndürmeyerek evinden çıkmamasını istedi. Duruma vakıf olan Nizamülmülk, Halife'ye bir mektup yazarak Fahru'd-Devle'nin oğlunun vezirlik makamına getirilmesi için ricacı oldu. Halife, bu isteği kabul ederek Amidu'd-Devle b. Cehir'i vezirliğe getirdiği gibi, görevden azledilince evinden dışarı çıkma izni verilmeyen babasının da evinden dışarıya çıkmasına müsaade etti (Ağustos 1079). Fakat, Nizamülmülk'ün baskısıyla vezirliğe getirilen Amidu'd-Devle b. Cehir, Selçuklulara fazla sadakat gösterince, durumdam menun olmayan Halife tarafından dört yıl sonra görevden azledildi (Haziran 1083 ). Arkasından kendisine daha sadık olacağına inandığı Ebu Şuca Ruzriveri vezirlik makamına getirildi. Halife'nın bu şekılde davranışı Sultan ve Nizamülmülk'ü son derecede sinirlendirmişti. Halife ile fazla çatışmak istemeyen Sultan, ona bir mektup yazarak tüm Beni Cehir ailesinin İsfehan'a gönderilmesini istedi. Beni Cehir ailesi, İsfehan'da Sultan ve Nizamülmülk'ün ilgi ve itibarı ile karşılandı. Daha sonra Sultan onu Diyarbekir valiliğine atadı.


Bağdad'da mezhep meselesi yüzünden ortaya çıkan ve Halife'nin önlemekte aciz kaldığı olaylar, Selçuklular tarafından önlendiği gibi, Halife'ye baskı yapılarak vezirinin azledilmesi de yine Selçuklular tarafından sağlanmış oldu. Bu, Selçukluların Halife üzerindeki otoritesini gösterme bakımından önemlidir. Benzer bir olay da, Selçuklu şahnesi Gevheriyin'in kapısında beş vakit nevbet vurdurması olayıdır. Gevheriyin daha önceden böyle bir istekte bulunmuş ise de, mutad bir davranış olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Fakat şahne buna aldırmaksızın kapısında nevbet vurdurmaya başlamıştır. Şahnenin, Halife'nin izin vermemesine rağmen bu şekilde davranması, bazı durumlarda Halife'nin içine düştüğü çaresizlik yanında onun tükenen itibarını da göstermektedir.


Gelişmeler her zaman Sultan'ın şikayetleri şeklinde cereyan etmemekte, bazen de, Halife şikayetçi olduğu şahısları Sultan'a bildirmekteydi. Nitekim Irak Arnidi Ebu'l-Feth b. Ebi'l-Leys'in Sultan'a şikayet edilmesi bu kabildendir. Amidin baskılarını ve kötü davranışlarını şikayet için, ünlü Şafii alimi Ebu İshak eş-Şirazi Mayıs 1083'de elçi olarak Sultan'a gönderilmişti. Halife'nin elçisi Sultan ve Nizamülmülk tarafından büyük bir saygı ve ikram ile karşılanmış ve istekleri kabul edilmişti. Ebu İshak, Bağdad'a döndükten sonra amidin itibarı sarsıldı ve Halife'ye baskı yapmaktan vaz geçti.


Halife, Sultan ve Nizamülmülk tarafından büyük saygı ve itibar görmesine rağmen, bunların otoritesine dakunulduğu zaman uyarılmakta, hatta istenilenleri yapmaya zorlanmaktaydı. Halife'nin veziri Ebu Şuca'nın Bağdad'daki gayrimüslimlere baskı yapması ve onları değişik kıyafetler giymeye zorlaması üzerine, Bağdad'da Sultan'ın ve Nizamülmülk'ün vekili olan Yahudi şahıs, durumu Nizamülmülk'e şikayet etti. Melikşah'ın Semerkand'ı fethinden sonra Bağdad'a müjde mektubu gönderilince Ebu Şuca, "Bu ne fethidir? Sanki kafir beldesini fethetmiş gibi" diyerek duruma memnun olmadığını ortaya koymuştu. Bu sebeplerden dolayı, Sultan'ın isteği üzerine vezir görevden azledildi (25 Ekim 1091). Arkasından Halife, Nizamülmülk'e mektup yazarak uygun görürse Amidu'd-Devle b. Cehir'i vezirliğe tayin etmek istediğini bildirdi. İsteğin uygun görülmesi üzerine bu şahıs ikinci kez vezirliğe getirildi.


b - Halife'nin Melikşah'ın Kızıyla Evlenmesi


Selçuklu Sultanları'yla Halifeler arasında başlayan siyasi ilişkiler yanında, bir de evlilik yoluyla tesis edilen münasebetlerin olduğu görülmektedir. Tuğrul Bey'le başlayan ve Alp Arslan'la devam eden bu işlem Melikşah devrinde de sürdürülmüştür. 1081'de Halife Muktedi veziri Fahru'd-Devle b. Cehir'i değerli hediyeler ve 20 000 dinar parayla Sultan Melikşah'ın yanına İsfehan'a göndererek, Sultan'ın kızını kendisine istemesini emretti. Bu sene oğlu Davut vefat ettiği için Sultan acılar içindeydi.


Fahdu'd-Devle İsfehan'a ulaşınca Nizamülmülk'le görüşerek durumu açtı. İsteğin Sultan'a iletilmesi üzerine Melikşah'ın Hatun'u: "Gazne Sultan'ı ile Maveriünnehr hükümdarları kızıma dünür oldular, onlar evlatlarına istediler ve 400 000 dinar verdiler. Eğer Halife bu miktarı öderse, bu evliliğe onlardan daha layıktır" dedi. Bunun üzerine eski Halife Kaim Biemrillah'ın hanımı Arslan Hatun, Hatun'a: "Halife ile evlenmesi kızınız için şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Sizin sözünü ettiğiniz sultan ve hükümdarların hepsi Halife'nin kulu ve hizmetçisidirler, üstelik Halife'den para istenmez" dedi. Bunu üzerine Hatun evlilik işine razı oldu.


Taraflar arasında yapılan görüşmelerde, Türkler tarafından evlilik sırasında alınan süt hakkı olarak 50 000 dinar ve mihir olarak 100 000 dinar alınması kararlaştırıldı. Halife'nin adamı yanlarında bu kadar paranın olmadığını, sadece 10 000 dinarın olduğunu; bu miktarın ödenmesi, kalan 40 000 dinarın da Bağdad'a varınca gönderilmesini teklif etti. Sultan durumu öğrenince bu miktarın da tehir edilerek hepsinin Bağdad'a varınca gönderilmesini istedi. Halife'nin bu kız üzerine başka hanım almaması da şart koşuldu. Tarafların anlaşmaya varmaları ve nikah kıyılması üzerine Fahru'd-Devle Bağdad'a geri döndü (Ekim 1082).


Halife'yle akrabalık tesis eden Melikşah, onunla yüz yüze görüşmüş değildi. Suriye ve Anadolu'daki fetihlerden sonra Halife'yle görüşmek ve kızının Halife'nin sarayına naklini sağlamak kastıyla ilk defa Bağdad'a gitmek üzere Haleb'den hareket etti (Mart 1087). Melikşah, Bağdad'ı ilk defa ziyaret ediyordu. Yanında Nizamülmülk, Terken Hatun ve büyük kumandanlarının dışında kalabalık bir maiyet vardı. Halife'nin veziri Ebu Şuca ve Bağdad halkı tarafından karşılanan Sultan Daru'l-Memleke'ye indi. Nizamülmülk, askerlerin kendisini görerek benzer şekilde yapmaları için çadırını şehrin dışında kurdurdu ve hiç kimsenin halkın evlerine inmesine müsaade edilmedi. Askerler de korkularından dolayı, daha önceki gelişlerde yaşanan halka tasallut vb. çirkin davranışlarda bulunamadılar. Halk Sultan'a kadar ulaşıyor ve şikayetlerini iletebıliyordu. Kadınlar ordugah içinde dolaşıyor satmak istediklerini satıyorlardı ve kimse onlara dokunmuyordu. Melikşah Bağdad'a gelince Halife'nin annesi ve halası gelini görmek kastıyla Daru'l-Memleke'ye giderek Hatun'la görüştüler (Mart 1087).


Melikşah, başta İmam-ı Azam olmak üzere, Maruf el-Kerhi ve Musa b. Cafer'in kabirlerini, ayrıca Bağdad'daki şehitlikleri ziyaret etti. Hz. Hüseyin'in meşhedini ziyaret edince burasının surunun onarılması için üçyüz dinar verdikten sonra, Fırat nehrinden bir kol çıkarılarak Necef'e su götürülmesini emretti.


24 Nisan 1087'de Halife'nin huzuruna çıkan Melikşah, onu ziyaret etti. Sultan huzura çıktığında bir müddet ayakta durduktan sonra Halife'nin elini öpmek istedi, fakat o buna müsaade etmedi. Bu defa yüzüğünü öpmek istedi, bunun üzerine Halife yüzüğünü ona verdi. Melikşah da yüzüğü öperek yüzüne sürdü. Halife'nin ısrarı üzerine oturdu. Halife, Sultan'a hilatler verdi. İnsanların idaresini ona tevdi ettiğini ve adil davranmasını emretti. Şarkın ve garbın hükümdarı olduğunun sembolü olarak iki kılıç kuşatıldı. Bu arada Nizamülmülk ayakta duruyor ve emirleri tek tek Halife'ye takdim ediyor: "Bu falan oğlu falandır, iktaları şunlardır, askerlerinin sayısı şu kadardır" diye malumat veriyordu. Törenin bitiminde Halife, Sultan'ın huzurdan çıkması için müsaade etti. Nizamül­mülk'e de hilatler verildi. Halife'nin yanından ayrılan Melikşah, daha sonra yakın adamlarıyla birlikte Türklere ait bir oyun olan çevgen ve top oynadı. Halife'ye pek çok hediyeler gönderdi.


Gelinin Halife'nin sarayına nakledilmesi için hazırlıklara başlandı. Melikşah'ın kızının çeyizi yüz otuz deve ve yetmiş dört katır sırtında Halife'nin sarayına nakledildi (2 Mayıs 1087). Gelin, Halife'nin gönderdiği mahfe içinde, etrafında iki yüz cariyesi ve süvarilerden oluşan bir grup has askerle birlikte saraya ulaştı. Düğün son derecede debdebeli olmuş ve Bağdad'da o güne kadar bir misli daha görülmemişti. Ertesi günü Halife bir ziyafet tertip ederek, ziyafete katılan bütün emirlere ve orduda mevkisi olan askerlere hilatler verdi. Terken Hatun ve diğer hanımlara hilatler gönderdi. Sultan Melikşah, bütün bu işler olurken avda bulunduğu için düğün merasimine katılamamıştı. Ancak merasim bitiminden sonra dönebildi.


Kızını Halife ile evlendirerek nüfuzunu iyice artıran Melikşah, Doğu İslam topraklarında gücünün en yüksek noktasına erişmiş oldu. Bu Tuğrul Bey'den beri arzulanan bir durumun tahakkuk etmesidir. Evlilik işinin tamamlanmasından sonra (Mayıs 1087) Nizamülmülk'le beraber Bağdad'dan ayrılan Melikşah İsfehan'a doğru hareket etti. Aynı senenin Kasım ayında (1087) Sultan'dan Halife'ye gelen bir mektupta. oğlu emir Ahmed b. Melikşah'ı veliaht yaptığını ve hutbelerde Sultan'ın adından sonra veliahtın adının okunması isteniyordu. Sultan'ın isteği yerine getirilerek hutbelerde veliahtın adı okununca hatipler üzerine altın paralar saçıldı. Kızını Halife ile evlendirerek durumunu daha da sağlamlaştıran Melikşah, kendinden sonra tahta geçecek kişıyi de Halife'ye kabul ettirmek sureti ile onun üzerindeki otoritesini pekiştirmiş oldu.


Melikşah'ın İsfehan'a dönmesinden sonra Bağdad'da işler alışılageldiği şekliyle devam etti. Aynı senenin sonunda (Şubat 1088) Halife'nin Sultan'ın kızından bir oğlu dünyaya geldi. Zamanın ilerlemesiyle beraber Halife'nin sarayında bazı problemlerin ortaya çıktığına şahit olmaktayız. Bunun temel sebebi Melikşah'ın kızıyla beraber gelen ve saraya yerleşen Türklerin birtakım hadiselere karışması ve sonucunda meydan gelen tatsız olaylardır.


c - Sultan'ın Halife'yi Bağdad'dan Çıkarma Teşebbüsü


Melikşah'la Halife arasında kurulan akrabalık ilişkisiyle taraflar arasında yumuşama meydana gelmişken, bu durumun fazla devam etmediği, aksine sıcak ilişkilerin oluşmasına vesile olan akrabalığın bu defa daha büyük düşmanlığın ve teneffürün doğmasına vesile olduğu görülmüştür. Melikşah'ın kızı babasına mektup yazarak Halife'nın kendisinden yüz çevirdiğini ve kötü davrandığını bildırip, şikayette bulundu. Duruma kızan Melikşah, Nisan 1089'da Bozan ve Savab adlı adamlarını Halifeye göndererek kızının bu şahıslara teslim edilmesini istedi. Halife bu isteği olumlu karşılayarak Hatun, oğlu Ebu'l-Fadl Cafer b. el-Muktedi ve Hatun'un yardımcılarını Bağdad'dan uğurladı (28 Haziran 1089). Halife ve hizmetçiler Hatun'u uğurlamaya çıktılar. Halife'nin veziri Nehrevana kadar gelerek Hatun'a eşlik etmiş, el-Kamil ve et-Tahir adlı nakibler ise Hatun'la beraber gitmişlerdi.


Babasının yanına dönen Hatun, aynı senenin Aralık ayında (1089) Isfehan'da vefat etti. Haber Bağdad'a ulaşınca vezir Ebu Şuca taziyeleri kabul etmek maksadıyla yedi gün taziye meclisinde oturdu. Hatun'la beraber giden nakibler ise daha sonra Bağdad'a döndüler. Sultan'a taziyede bulunmak kastıyla Ebu Muhammed et-Temimi yanına bir kişi daha alarak İsfehan'a gittiyse de, Melikşah Maveriünnehr cihetine gittiği için Sultan'ı göremeden geri döndü.


Melikşah'ın kızının önce ayrılması, sonrada vefat etmesi taraflar arasındaki yumuşamayı kaldırmış ve arkadan gelecek olan gelişmelere zemin hazırlamıştı. Sultan Melikşah 1091 sonbaharında ikinci kez olarak Bağdad'ı ziyaret etti. Yanında Nizamülmülk olduğu halde Bağdad'a gelen Melikşah'ı Kadılkudat Ebu Bekir eş-Şaşi ve vezir Ebu Şuca'ya vekalet etmekte olan Ebu Sad b. Muselaya karşıladılar. Sultan'ın Bağdad'a gelişiyle beraber çok büyük törenler yapıldı. Dicle üzerinde gemiler meşalelerle bezenmiş olarak Muizu'd-Devle'nin evinden Nizamülmülk'ün evine kadar dizildiler. Karadan da halk ellerinde mumlarla bu şenlikiere katıldı. Sultan, Dicle'de halka sadaka dağıttı. Kutlama için yakılan meşaleler o kadar çoktu ki, bazı gemiler tutuşarak yandılar. Bu muhteşem kutlamaları Bağdad halkı daha önce görmüş değildi. Şairler bu geceyi öven şiirler söylemişlerdir.


Sultan'ın Bağdad'a gelişiyle beraber kardeşi Tutuş, Haleb emiri Kasimuddevle Aksungur ve çevredeki emirler Sultan'ın yanına geldiler. Emirleriyle istişarelerde bulunan Melikşah, Bağdad'da bazı imar faaliyetlerinde de bulundu. Bağdad'da "Sultan Camii" olarak bilinen caminin yapılması emrini verdi. Bu caminin inşaatına Şubat 1092'de başlandı. Sultan'ın imar faaliyetlerini gören Nizamülmülk, Tacu'I-Mülk ve diğer emirler geldiklerinde kalmak için kendileri için konaklar yaptırdılar.


Melikşah'ın Halife'den olma torunu Cafer'i yanından ayırmadığını görmekteyiz. Annesiyle beraber İsfehan'a dönen torun, Sultan'ın Bağdad'a gelişinde dedesiyle beraber gelmiştir. Aralık 1091 'de büyük bir alayla Bağdad'dan Kufe'ye hareket eden Melikşah, torununu da beraberinde götürmüştü. Şubat 1092'de Cafer'in bir gecelik babasının yanına gelerek ziyaret ettikten sonra tekrar Sultan'ın yanına döndüğünü müşahede etmekteyiz. Cafer'in babasının yanında bırakılmaması, Melikşah'ın onunla ilgili birtakım planlarının olduğuna işaret etmektedir. Nitekim sonraki gelişmeler bunu doğrulayacaktır.


1092 yılı kışını Bağdad'da geçiren Melikşah, baharla birlikte yanında Nizamülmülk olduğu halde İsfehan'a döndü. Melikşah İsfehan'a dönünce "Bazar-ı Leşker" denilen yere bir "Daru'l-Hilafe" (hilafet binası) yaptırarak ilerisi için düşündüğü planını devreye soktu. Sultan'ın niyeti Halife'den olma torunu Cafer'i yetiştirerek hilafet makamına oturtmaktı. Sultan üzerinde büyük otoritesi olan hanımı Terken Hatun da bu projeyi hareretle desteklemekteydi. Terken Hatun'un ikinci bir gayesi de Sultan'ın büyük oğlu ve veliaht Berkiyaruk'u azlettirerek kendi oğlu Mahmud'u Sultan yapmak, dolayısıyla hilafet ve saltanatı elinde toplamaktı. Nizamülmülk ise Berkiyaruk'tan yana olduğu için Sultan'ı ondan yana teşvik ediyordu. Dolayısıyla Terken Hatun ile Nizamülmülk'ün düşünceleri birbirleriyle ters düşüyordu.


Gelişmeleri planları açısından tehlikeli gören Terken Hatun, engel olarak gördüğü Nizamülmülk'ü gözden düşürmek ve azlertirmek için gayret sarf etmeye başladı. Gelişen olaylar neticesinde Nizamülmülk bir batıni fedaisi tarafından Bağdad yakınlarında şehit edilince (14 Ekim 1092), Sultan'ı gereksiz durumlarda frenleyecek olan etken de ortadan kalkmış oldu. Zira Nizamülmülk aldığı tedbirler ve engin tecrübesiyle hem devletin işleyişini kolaylaştırmış, hem de Halife-Sultan arasındaki meselelerde denge unsuru olmuş, işlerin büyümeden tatlıya bağlanmasını sağlamıştır.

Ekim 1092'de Nizamülmülk'le beraber lsfehan'dan Bağdad'a gitmek üzere hareket eden Melikşah, yolda Nizamülmülk'ün şehit edilmesinden sonra Tacu'l-Mülk Ebu'l-Ganaim'i vezir olarak atadı. 22 Ekim 1092'de Bağdad'a ulaşan Melikşah'ın niyeti Halife Muktedi'yi değiştirmekti. Halife Muktedi, oğlu el-Mustazhir Billah'ı veliaht olarak tayin etmişti; Melikşah ise küçük yaşına rağmen torunu Cafer'in veliaht yapılmasını istiyordu.


Melikşah'ın bu isteğine ise Halife yanaşmıyordu. Kızına yapılanlardan dolayı Halife'ye kızgın olan ve torununu Halife yapmak isteyen Sultan, Halife'ye elçi göndererek "Bağdad'ı bana terket ve istediğin yere git" dedi. Sultan'ın bu isteği karşısında aciz kalan Halife, "isteğini yerine getireceğim, fakat hiç olmazsa bir ay mühlet verin" dedi. Melikşah'ın cevabı ise bir saat bile olmaz, şeklindeydi. İşlerin iyice karışması üzerine Halife veziri Tacu'l-Mülk'ü Sultan'a göndererek ondan on gün müddet almasını istedi. Vezir Sultan'la görüşerek, sıradan bir insanın bile, evden eve taşınırken, bu işi en az on günde yapabileceğini söyleyip, mühlet verilmesi için Sultan'ı ikna etti. Bunu üzerine Melikşah Halife'ye on gün mühlet tanıdı, sonrada kendi işleriyle meşgul oldu.


Halife, taşınma hazırlıkları içindeyken, Melikşah da Bağdad'dan çıkarak avlanıyor, sonra da geri dönüyordu. Ramazan Bayramı günü Sultan bayram namazını kıldıktan sonra avlanmak için Bağdad'dan ayrıldı. Yediği av eti yüzünden hastalandı ve vefat etti. Böylece Halife Muktedi hakkındaki planını hayata geçiremedi. Halife kendisine bu işleri reva gören Sultan'a beddua etmekteydi. Melikşah vefat edince bu iş Halife'nin kerametine atfedildi. Melikşah'ın ölümüyle beraber başlayan taht kavgası yüzünden sultanlara yapılan hiçbir tören Melikşah'a yapılmadı. Ne atının kuyruğu kesildi, ne cenaze namazı kılındı, ne de yas tutuldu. Cenazesi İsfehan'a götürülerek Şafii ve Hanefiler için yaptırmış olduğu medreseye defnedildi.


Dikkat edilirse sultanlada halifelerin münasebetleri; hangi sultan, hangi halife olurda olsun yaşanan olaylar bakımından benzerlik arz etmektedir. Bunun sebebi halifelerin hiç bir zaman eski ihtişam ve otoritelerini elde etme sevdasından vaz geçmemeleri, buna karşılık sultanların da, halifelerin manevi otoritelerini tanımalarına rağmen, kendi siyasi otoritelerinden asla taviz vermemeleridir.


Sultanlar ile halifelerin durumu mukayese edildiğinde; halifelerin, güçlü esen bir rüzgarın önündeki ağaç gibi oldukları görülür. Rüzgarın esiş şiddetiyle birlikte ağaç eğilmekte, fakat rüzgarın hızı kesildiğinde ağaç tekrar doğrularak hayatına devam etmektedir. Rüzgar ne kadar şiddedi eserse essin, ağacın yaşama ve hayata devam etme arzusu kesilmemektedir. Bu halifelerin eski ihtişam ve güç dolu günlerinin özleminden hiç bir zaman vaz geçmediklerinin işaretidir. Buna karşılık rüzgarın gücünü temsil eden saltanat iradesi de, kendi otoritesini halifelerle paylaşmak istememiştir. Bu sebepten gerekli gördüğü zamanlar rüzgar gibi eserek istediklerini yaptırmıştır. Fakat bu rüzgar, hiç bir zaman ağacı kökten sökecek veya devirecek şiddette esmemiştir. Yani halifelik kurumunu tahrip edecek seviyeye ulaşmamıştır. Bunun sebebi, halifeliğin Selçuklular tarafından da bir manevi otorite kaynağı olarak kabul edilmesi ve kendi siyasi otoritelerine müdahale edilmediği müddetçe halifelere hürmette kusur edilmemesidir. Bütün bu gelişmelere rağmen halifeler de siyasi arzularından vaz geçmemişler, buldukları her fırsatta bunu sağlamlaştırma cihetine gitmişlerdir. Nitekim Irak Selçuklu sultanları ile halifeler arasında yaşanan olaylar bunu teyit etmektedir.




Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

14 Nisan 2023 Cuma

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-2


Av Âyinleri (Törenleri)


Sibirya halkları arasında bazı hayvanlar bir takım tasavvur veya geleneklere konu olmuştur. Herhangi bir sebeple kutsal kabûl edilen ve bu sebeple asla öldürülmeyen bazı hayvan türleri bunun önemli bir kısmını teşkil eder. Ruhların büründükleri suretler arasında sayılan kazlar, kuğular ve özellikle de dalıcı kuşlar bunlar arasındadır. Bunun dışında meselâ Goldeler, kaplan gibi tehlikeli bir hayvanı da kutsal kabûl ederler. Ormanda bir kaplanla karşılaşan bir avcının, silahlarını atıp kaplanın önünde eğilmesi ve kaplana “…ihtiyar, bana avda başarı ihsan et, yemeğimi sağla, tüfeğimin menziline av hayvanları yolla” demesi gerekir. Bir çok Sibirya halkı arasında bir kabilenin, bir hayvan türü ile özdeşleştirilmesi çok sık görülür. O kabile, bu hayvanı asla öldürmediği gibi, rahatsız etmekten bile çekinir; aksi takdirde bir uğursuzluğun geleceğinden korkulur. Sadece orman hayvanları değil, suda yaşayan canlılar da çoğunlukla bu tarz inançların temel unsuru olurlar. Avcının geçiminin avdaki başarısına bağlı olması, bu âdetlere riayet etmede göstereceği hassasiyetle ilgili olup, hayvanların insanların niyetlerini sezebilecekleri inancı, avcının daha da dikkâtli olmasını gerektirir. Özellikle ayının bu konuda çok hassas içgüdüleri olduğuna inanılır. Yakutlar, ayının çok uzaklarda bile olsa, kendisinden bahsedildiğinde bunları duyabileceğine, her şeyi hatırlayacağına ve asla unutmayacağına inanırlar. Bu sebeple evdeyken, hâtta kışın ayılar kış uykusuna yattıklarında, ayı hakkında kötü söz sarf edilmez, uyurken bile etrafta olup bitenleri takip ettiğine inanılır. Altay Tatarları, toprağın ayıya sesleri ilettiğine, Soyoteler de “toprak ayının kulağıdır” sözüyle, bunu teyid ederler. Tunguzlar bir ayı ini bulduklarında, bunun haberini tanıdıklarına çeşitli ses ve işaretlerle haber verdikleri gibi, evden çıkıp ava giderken de aynı şekilde gizemli davranışlar sergileyip, sanki çok uzun bir yolculuğa çıkarcasına hazırlık yaparlar. Altay Tatarları da ayı avına gitmek üzere buluştuklarında, asla avın gayesinden bahsetmeyip, birbirleriyle sadece mimik ve jestler aracılığıyla anlaşırlar, zira ayının konuşulanları duyması hâlinde avın başarısız olacağına inanılır. Şorlar, ayıya haber vermelerini engellemek için, ayı avına çıktıklarında yolda karşılaştıkları bütün hayvanları öldürür, Yakutlar, ayının kendisini öldürmeye karar veren bir avcıyı hissettiği takdirde, avcı yokken evini basıp çocuğunu öldüreceğine inanırlar. Sibirya halklarının çoğu, ayıdan bahsedecekleri zaman şifreli isimler kullanırlar ki, bunlar arasında “ihtiyar”, “kara ihtiyar”, “koca adam”, “orman efendisi”, “kara hayvan” v.b. isimleri sayılabilir. Oreçenlar ise, bu tip şifreli konuşmaları ancak bir ayının inini keşfettiklerinde yaparlar.


Bahsi geçen bu âdetler, sadece ayı avı için değil, başka av hayvanları için de geçerlidir. Her avın kendine has bazı esrarlı ritüelleri vardır ve sadece hayvan için değil, bazen silâhlar ve tuzaklar için de özel kelimeler kullanılır, bu sebeple dışarıdan biri için avcı, dili anlaşılmaz özel bir şekil alır.


Ayının bu halklar açısından diğer orman hayvanlarına nazaran çok daha büyük bir öneme sahip olmasının sebebi, sadece kendine has bir hayat tarzı-kış uykusuna yatması-olması değil, Sibirya ormanlarında yaşayan en büyük ve güçlü vahşi hayvan olmasıdır. Bazı halklarda ayı korkusu o kadar güçlüdür ki, içlerinden çoğu ayı avına bile gitmezler. Maack, Tunguzların bir ağaç gövdesinde bir ayının diş izlerini gördüklerinde kendi işaretlerini de bu izin altına çizdiklerini anlatır ki, bu onların ayıyla karşılaşmak istemediklerini gösterir, zira inanışlarına göre kendi işaretini ayının diş izinin üzerine çizmek, ayıyla en kısa zamanda karşılaşmayı istemek anlamına gelir. Ayıların, kendisine iyi niyetle yaklaşanlara karşı merhametli oldukları inancı, Yakutlar arasında ayıyla karşılaştıklarında önünde diz çöküp ona; “Ormanın Efendisi, ormanını düşün ve oraya git, biz sana bir şey yapmayacağız, seni yaralamayacağız, oraya geri git” dediklerinde, ayının onlara bir şey yapmayacağı inancı şeklinde tezahür eder. Başka bölgelerde bu konuşma: “Senin buraların hâkimi olduğunu biliyoruz ve sana zarar vermek için gelmedik, bırak gidelim” şeklinde ifade edilir. Şorlar ormanda ayı ile karşılaştıklarında şapkalarını çıkartıp, ona “kendi yoluna git, muhterem varlık” derken, Teleütler, çocuklarına eğer ormanda ayı ile karşılaşacak olurlarsa; “Büyük amca, çocukları korkutuyorsun. Ne arıyorsun ve nereye gidiyorsun! Lütfen kendi temiz yoluna git” demeyi tembihlerler, avcılar da ayıdan bahsedecek olduklarında, onu rahatsız etmeyecek ifadelerle; “büyükbaba”, “büyükanne”, “baba”, “amca” gibi akrabalık kelimeleri kullanırlar. Bir ayının, kendisini yaralayan veya canını yakan kimseden en kısa sürede intikamını alacağına inanılır. İlkel toplumların inançlarına göre bir hayvan türünün herhangi bir üyesi veya öldürülen ayının “gölge ruhu” öldürülmesinin intikamını almak isteyebilir. Goldeler, bazı hastalıkların iyileşmesi veya avda uğur getirmesi için ayıların resimlerini yaparlar.

Aynı maksatla, başka vahşi hayvanların resimlerini yaptıkları da olur. Ancak bütün bu tehlikelerine rağmen, fırsat buldukça ayıları avlamaktan da çekinilmez. Postu, en değerli kürk, eti de en lezzetli et addedildiği gibi, avcılar daha cesur olmak için kanını içerler.

Ayrıca çok uzun bir zamandan beri yağı ve safra kesesi ilaç, dişleri ve pençeleri de büyü malzemesi olarak kullanılmaktadır. Bazı bölgelerde ayının ruhanî güçlerinin ancak çiğ olarak yendiğinde, yiyenlerin bedenine geçeceğine inanılır ve ayının bazı organları pişirilmeden çiğ olarak yenir. Avcı toplumlarının inanışlarında ayının ayakları, pençeleri ve dişleri gibi bazı uzuvlarının koruyucu özellikleri vardır. Yuvalarının korunması ve selâmeti maksadıyla Tunguzlar ayının ön ayaklarını çadırlarının kapısına asar, Şorlar da, kötü ruhları (aina) uzaklaştırmak için kapının yanına ayı ayağı koyarken, bazı yerlerde, evde bir çocuk varsa, onun yanına ayı ayağı, pençesi veya kürkünden bir parça asılır. Minussinsk Tatarları, ayının “Kapı ruhu” vazifesi gördüğünü düşünerek, ayıya karınca, mürdüm eriği ve bir zambak türünün (lilium martagon) kökleri sunulur. Teleütler, “Kapı ruhu”nu bir ayı postu içinde tasvir ederler. Glazov bölgesindeki Votyaklar da ayıyı “Evin ruhu” olarak tasavvur ederler. Yakutlarda, küçük çocukların beşiklerine bir ayı ayağı koymak âdeti vardır. Kolysman bölgesindeki Telengütler hayvan sürülerinin çoğalması için çadırlarında daima bir ayı ayağı bulundurur, Şorlar, ishal olan sığırlarının sağlıklarına kavuşmaları için boyunlarına bir ayı pençesi bağlar, Altay Tatarları başı ağrıyan kişinin ağrısını dindirmek için kafasına bir ayı pençesi asarlar. Turuhansk bölgesinde de ren geyiklerine kurtların saldırmaması için, boyunlarına ayı pençeleri asılır. Ayının dişleri de birçok yerde büyü maksadıyla kullanılır.


İlkel halkların tasavvurunda, vahşi hayvanların vücudunun herhangi bir parçası hayvanın bütün fizikî ve ruhî güçlerini temsil eder ki, bu inanç tarzı edilen yeminler de, meselâ masumiyetini ispatlamak isteyen bir Tunguzun, bir ayı postunu, pençesini veya dişini ısırarak; “eğer yalan söylüyorsam, ayı beni yesin” biçiminde ifade edilir. Benzeri biçimde Yakutlar yemin ederken, bir ayı kafatasına oturup, ısırarak veya öperek, Altay Tatarları oturdukları bir ayı postunun ağzını öpüp, koklayarak, bazı bölgelerde ayı kafatasından su içilerek, Soyoteler ayının ağzını koklayıp, kafasını veya ayağını yalayarak, bazı kabileler arasında ise, bıçakla ayının kafasından tüyler kopartılarak “ayı üzerine” yemin edilir ki, benzeri geleneklere Sibiryadaki Fin kabileleri arasında da rastlanır.


Ayıların dışındaki diğer orman hayvanlarının uzuvları büyülerde kullanılır. Kuzey Buz denizi kıyılarındaki halkların kemerlerine Kutup ayısı dişleri asmalarına, benzer şekilde Amur bölgesi halkları da kaplan dişleri ve pençelerini kemerlerine asar veya ren geyiklerini korumak için kuyruklarına kaplan kürkü parçaları bağlarlar. Priajanski bölgesi Tunguzları vahşi yaban geyiklerinin dişlerini bir nevi uğur olarak üzerlerinde taşırken, Yakutlar, kötü ruhları evlerinden uzak tutmak için bir ipe dizilmiş tavşan kulaklarını, kuyruklarını veya yaban tavuğunun kuyruk tüylerini evlerinin tavanına asıp, ahırın kapısına astıkları baykuş kafasının da ahırı koruyup gözeteceğine inanırlar. Bazı hayvanların uzuvları, özellikle küçük çocukları korumak için kullanılır. Yakutlar, çocukların beşiklerine ayı ayakları dışında, yırtıcı kuş pençelerini astıkları gibi, bazen samur kafatası veya doldurulmuş tavşan kürkünü de aynı maksatla kullanırlar. Goldeler, çocukların beşiğine vaşak kemiklerini, Altay Tatarları beşiğin iplerine dağ keçisi, koyun ve kuş kemikleri asarak, bunların tıkırtılarının çocuklara huzur verdiğine inanırlar. Hiç şüphesiz bu âdetin kökeninde de çocukları koruma maksadı vardır. Bazı Samoyed boylarında kızaklarda bulundurulan bir kurt postunun, ren geyiklerini kurt saldırısından koruyacağına inanılır.


Her ne kadar ayı, diğer orman hayvanlarına nazaran en çok korkulan ve saygı duyulan hayvan olsa da, avcının veya karısının avlanan hayvan ile ilişkisi veya avın kemikleriyle yapılan ritüeller de ayı diğer hayvanlar arasında temel olarak çok büyük bir farklılık gözlenmez.




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

13 Nisan 2023 Perşembe

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


İSLAM TARİHİ-2

 


RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN) HZ. EBUBEKİR DÖNEMİ (632-634)



ŞAHSİYETİ


Raşid halifeler döneminin ilk halifesi Hz. Ebubekir'in, Hz. Peygamber'den iki ya da üç yaş küçük olduğu kabul edilmektedir. Yine kaynaklarımızda, çocukluğu hakkında fazla malumat bulunmamakla birlikte putlara tapmadığı, içki kullanmadığı, son derece dürüst kişiliğiyle cahiliye dönemi Mekke toplumunda muteber bir yerinin olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Ebubekir, elbise ve kumaş ticaretiyle meşgul bir tüccardı. İslamiyet'i ilk kabul edenler arasında yer alan Hz. Ebubekir' in, İslamiyet'i kabul ettiği dönemde 40.000 dirhemlik bir servetinin olduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemene seyahat ettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber'in en yakın halkası arasında yer alan Hz. Ebubekir'in Mekke'deki müslümanlara eziyetlerin yaşandığı dönemde baskı, şiddet ve acıların azaltılmasında etkin ve koruyucu roller üstlendiği bilinmektedir. O'nun; Hz. Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Sa'd bin Ebi Vakkas, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf ve Ebu Ubeyde bin Cerrah'ın İslamiyet'i seçmelerinde doğrudan etkili olduğu bilinmektedir.

 



İslam tarihinin en önemli dönemeçlerinden biri kabul edilen hicret hadisesinde de Hz. Ebubekir'in yol arkadaşı olarak Peygambere eşlik ettiği, O'nunla birlikte türlü korku ve endişelere katlanarak bu ulvi yolculuğun bütün eziyetlerine göğüs gerdiği ve hicreti anlatan Tevbe Suresi'nin 40. ayetinde bahsi geçen iki kişiden birinin Hz. Ebubekir olduğu kabul edilmektedir.


"Muhammed'e yardım etmezseniz bilin ki; inkar edenler O'nu Mekke'den çıkardıklarında, mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O'na yardım etmişti. Arkadaşına (Hz. Ebubekire); «Üzülme, Allah bizimledir.» diyordu; Allah da O'na güven vermiş, görmediğiniz askerlerle O'nu desteklemiş, inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı."


Hz. Ebubekir hicretten sonra Peygamber'in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı kendi parasıyla satın alarak önemli bir fedakarlıkta bulunduğu gibi; Bedir, Uhud savaşları, Hudeybiye görüşmeleri gibi İslamiyet'in doğuş yıllarındaki askeri ve diplomatik birçok faaliyetlerinde Rasul'ün yanında yüreğiyle var oldu. O Peygambere bağlılığı ile «sıddik» çeşitli konularda kendisiyle istişare ettiği için «Peygamber'in veziri» olarak anılır. Mekke'nin Fethi'nden sonra hac emirliği görevini başarıyla yürüttü. 632 Mayıs'ında Hz. Peygamber'in Veda Haccı'nın ardından rahatsızlanması üzerine mescidde müslümanlara namaz kıldırma şerefi kendisine verildi. Hz. Ali ve Abbas'ın kollarında güçsüz ve takatsiz bir şekilde mescide gelen Hz. Peygamber'le sağken son defa görüştü. Nitekim Hz. Peygamber'in bu görüşmeden birkaç saat sonra vefat ettiği bilinmektedir. Buhari'deki meşhur anlatıma göre:


Hz. Ebubekir acı haberi alır almaz Peygamber'in odasına girerek mübarek alnını öptü. Yüce İslam Peygamberi'nin ölümünün müslümanlar üzerinde yarattığı şaşkınlığı şu sözlerle ortadan kaldırmayı başardı:


"Ey İnsanlar! Her kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allaha tapanlar bilsinler ki Allah diri ve ölümsüzdür. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: «Muhammed ancak ve ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Ölür ya da öldürülürse ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a hiçbir zarar vermiş olmaz. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.»" (Al-i İmran, 1 44)


HZ. EBUBEKİR'İN HALİFELİĞE SEÇİLMESİ


Bilindiği gibi hicretle beraber Hz. Peygamber'in liderliğinde oluşan İslam devletinin siyasi hakimiyeti Mekke'nin Fethi'nden itibaren hemen hemen bütün Arap Yarımadası'na yayılmıştı. Yakın gelecekte insanlık tarihinin bilinen en köklü değişim ve inkılaplarına imza atacak olan kadrolar, Hz. Peygamber'den sonra toplumdaki idari sorumlulukları üstlenecek, toplumu derleyip toparlayacak bir siyasi yönetim ihtiyacıyla karşı karşıyaydılar. Tarihin ilginç bir tecellisi olarak bu yönetim, hayret uyandıracak bir hızla gerçekleşti. Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından Beni Saide çardağında toplanan ensarın ileri gelenleri halife seçmek üzere derhal harekete geçtiler. Bu toplantıda ilgi Hazrec Kabilesi lideri Sa'd bin Ubade'ye yönelmiş, halife seçilmesi neredeyse kesinleşmişti. Ensarın halife seçmek üzere görüşmeler yaptığını öğrenen Hz. Ebubekir, yanına Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde bin Cerrah'ı da alarak toplantı yerine gitti. Yeni katılanların da görüşlerini ortaya koyma fırsatını buldukları müzakerelerde çeşitli görüşler ortaya çıktı. Ensarın görüşü, Medineli ve Mekkeli müslümanlardan birer tane olmak üzere iki emir seçilmesi yönündeydi. Bu sırada söz alan Hz. Ebubekir, önce Medinelilerin İslama hizmetlerini, Hz. Peygambere sahip çıkışlarını ve dindeki samimiyetlerini ifade ettikten sonra Mekke muhacirlerinin de bu din için yaptıkları fedakarlıkların küçümsenemeyeceğini, bu yüce mesaja ilk uyanların onlar olduğunu ve İslam uğruna hicret dahil her türlü fedakarlığı yaptıklarını belirtti. Ayrıca Arapların Kureyş kabilesine itaatinin kolay olacağını, esasen ensarın Evs ve Hazrec kabileleri arasında var olan nazik çekişmenin Arapların birliğini sağlamada engel teşkil edebileceğini belirtti. Daha sonra iki ayrı emir seçilmesinin doğru olamayacağını, bunun İslam birliğine zarar getireceğini izah ettikten sonra yanında bulunan Hz. Ömer ve Hz. Ubeyde bin Cerrah'ı aday gösterdi. Fakat başta yanındaki muhacir arkadaşları olmak üzere ensardan ileri gelen sahabeler halifeliğe kendisinin uygun olduğunu belirterek Hz. Ebubekir'e biat ettiler. Böylece Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebubekir'in halife seçilmesiyle İslam devletinin siyasi yönetimi şekillenmiş oldu.



"YANLIŞ HAREKET EDERSEM BENİ DOĞRULTUNUZ!"


Hz. Ebubekir, seçilmesinin hemen ardından Hz. Peygamber'in ev halkı tarafından yürütülen Hz. Rasul'ün teçhiz ve defin işlemleri hakkında Hz. Ali'den bilgi aldı. Ertesi gün Mescid-i Nebevi'de yapılan biat toplantısına İslam toplumunun ileri gelenleri, kabile reisleri ve birçok zevat katıldı. Hz. Ebubekir bu seçkin topluluğun huzurunda, takip edeceği siyasetin genel esaslarını şöyle ifade etti:


"Ey müslümanlar, en iyiniz olmadığım halde başkanlık makamına getirilmiş bulunuyorum. Görevimi hakkıyla yerine getirirsem bana yardım ediniz, yanlış hareket edersem beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Güçsüz olanınız eğer haklıysa hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız haksız ise kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya dek benim katımda güçsüzdür. Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah behemehal o milleti zillete uğratır. Herhangi bir millette kötülükler yaygın olursa, o millete de umumi bir beld verir. Allaha ve Rasulü'ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şayet Allaha ve Rasulü'ne karşı gelirsem bana itaat etmekle mükellef değilsiniz."



ÜSAME BİN ZEYD'İN SURİYE ÜZERİNE GÖNDERİLMESİ


Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce Mute Savaşı'nda şehid olanların intikamını almak ve kuzey sınırlarında Bizans'a karşı teyakkuz durumunu sürdürmek için Suriye'ye göndermek üzere Üsame bin Zeyd komutasında bir ordu hazırlatmıştı. Ancak Hz. Peygamber'in ağırlaşması üzerine bu ordu sefere çıkamamıştı. Hz. Ebubekir'in ilk işi genç Üsame komutasındaki bu orduyu yola çıkarmak olmuştur. Bazı sahabeler dinden dönme olaylarını ve iç karışıklıkları gerekçe göstererek tecrübesiz badlı bir kölenin liderliğinde ordunun yola çıkmasının sakıncalarını öne sürdüyse de Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber'in yola çıkardığı bu orduyu engellemeyeceğini kesin bir dille ifade etti. Ayrıca Üsame atlı, kendisi yaya olarak bir müddet yürüdükten sonra askerlere şu hitabede bulundu:


''Allah yolunda kafirlerle savaşın, hainlik etmeyin, ganimet malına zarar vermeyin, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmeyin, meyve veren ağaçları kesmeyin, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamayın, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmayın."


Hz. Ebubekir'in bu tavrı, dinden dönmelerin ve kabile karışıklıklarının yaşandığı dönemde art niyetli kişilere ve fırsat kollayanlara karşı ciddi bir güç gösterisiydi. Ayrıca Üsame de 2,5 ay kadar süren bu seferinde yol güzergahı üzerindeki dinden dönme hareketlerini bastırdığı gibi İslam'a bağlı olanları teşvik ederek dini ve siyasi birliğin sağlanmasına hizmet etmiştir.


ARAP YARIMADASI'NDA BİRLİĞİ SAĞLAMA ÇABALARI


Hz. Peygamber'in vefatına kadar Arap Yarımadası genel olarak lslam dinine girmişti ancak hala bedevi bazı kabilelerin İslamın temel mesajlarını ve inceliklerini kavradıkları söylenemezdi. Medine, Mekke, Taif gibi kent merkezleri İslam'ın ruhuna uygun bir hayat tarzı benimsemişken, kentler dışındaki birçok kabile İslami kimliklerini henüz tamamlamış sayılmazdı. Daha Rasul-i Ekrem zamanında İslam'a girmeyi şartlara bağlamak isteyen kabileler mevcuttu. Bu kabileler çölün insanlara dayattığı kayıt dışı yaşama arzularını bir türlü terk ederek tek bir otorite etrafında toplanmak istemiyorlardı.


Ayrıca Yemen bölgesinde var olan hıristiyan tesirleri henüz tam olarak silinemediği gibi kuzeyde de Bizans'ın civar kabileler üzerindeki etkileri tamamen ortadan kaldırılamamıştı.


Hz. Rasul'ün getirdiği dinin insanlardan istediği ruh olgunluğu ve cemiyet dokusunu sevgi ve adalet temeline dayandırma gibi değişimler bütün Arabistan'a istenilen düzeyde teşmil edilememişti. Nitekim İslami hakimiyetin Mekke'nin hemen yanı başındaki Taif şehrine yerleşmesi de ancak Tebük Seferi'nden sonra mümkün olabilmişti.


Bütün bunlara rağmen İslam, Arap Yarımadası'nda öncelikle şehirler ve çöldeki kabileler arasında bir realite olarak siyasi birliğin mayasını oluşturacak dinamiklere sahipti.


YALANCI PEYGAMBERLER ve ZEKAT VERMEYENLERLE MÜCADELE


Hz. Peygamber'in görevini tamamladıktan sonra hastalanması, peygamber olduğunu ileri süren bazı yalancılara cesaret vermişti. Onun vefatı ile beraber bu tip hareketler isyana dönüşmüştü. Bazı kabileler de namaz kılmakla birlikte İslam'ın ferde yüklediği mali yükümlülüklerinden olan zekatı vermeyeceklerini ilan etmişlerdi. Üstelik yeni müslüman olmuş bazı kabileler Medine ile siyasi ve dini irtibatlarını kesmişler hatta bununla da yetinmeyerek yalancı peygamberlere destek vermeye başlamışlardı. Yalancı peygamberlerle savaşılması gerektiği konusunda Medine müslüman toplumu arasında ihtilaf olmamakla beraber zekat vermeyenlere karşı kuvvet kullanılması fikri problem olmuştu. Hz. Ömer «Kelime-i Tevhid»i söyleyenlerle savaşmanın doğru olmayacağı görüşündeydi. Bazı sahabeler ise zekat konusunda esneklik gösterilmesi görüşündeydi.


Hz. Ebubekir ise kararlı tutumu ile bütün bu tartışmalara son vermiştir. Bu doğrultuda namaz ile zekatın birbirlerinden ayrılamayacağını, bu ayrımı yapanlarla mücadele edeceğini belirterek bu konuda sahabelerin yardımını istedi. Hz. Ebubekir önce Fezare kabilesinin zekatına el koyup Medine'ye saldırmak üzere olan Harise bin Hısn el-Fezari'nin üzerine giderek asileri dağıttı.


Böylece İslam başkentinin güvenliği sağlanmış oldu.


Hz. Ebubekir, başta yalancı peygamber Tuleyha bin Huveylid olmak üzere, karışıklık peşindeki diğer mürtedlerin üzerine bizzat gitmek istediyse de, Hz. Ali ve diğer sahabeler güvenlik meselesini öne sürerek bunu engellediler. Hz. Ebubekir dinden dönenlerle savaşmak üzere 11 birlik teşkil ederek her birine bir komutan tayin etti. Bu komutanlardan Halid bin Velid üstün başarılar göstererek yalancı peygamberler Tuleyha, Secah ve Müseylemetü'l-Kezzab'ın ortadan kaldırılmasında başrol üstlendi. Yemen ve Hadramut'taki isyanlar Muhacir bin Ebu Ümeyye komutasındaki ordu ve mahalli valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı. Bahreyn ve Umman'daki isyanların da aynı biçimde sona erdirilmesiyle çok kritik bir dönem aşılmış, sayıları birkaç milyonu bulan asinin katıldığı bu isyan ve irtidat ateşi söndürülmüş, artık Arap Yarımadası'nın gerçek anlamda dini ve siyasi birliği sağlanmış oldu.





YARIMADA DIŞINDAKİ İLK FETİH GİRİŞİMLERİNİN BAŞLAMASI


Hz. Ebubekir İslam dinini tebliğ etme konusunda Hz. Peygamber döneminde başlayan stratejiyi devam ettirerek Sasaniler'in elinde bulunan Fırat'ın aşağı bölgelerine ordu göndermeye karar verdi. Bu dönemde Sasaniler'in başında UI. Yezdücerd bulunuyordu. Bu bölgeye daha önce hakim olan Hire Krallığı Sasaniler tarafından ortadan kaldırılmıştı.


Ordu gönderilen bölgenin nüfusu beş-altı milyon civarında iken Sasani Şehinşahlığı 40 milyon nüfusuyla Bizans'la baş edebilecek güçte orduya sahipti. Yüz binlerce askeri bulunan bu ordunun savaş tekniğini iyi bilen, meydan savaşını ustalıkla yönetme becerisine sahip tecrübeli komutanları vardı. İran, Horasan, Azerbaycan ve Ermenistan'ı içine alan ve Hindistan'a kadar uzanan bir hakimiyete sahipti.


Bir avuç askerden oluşan Haris bin Müsenna komutasındaki İslam ordusu, Sasanilerle mücadeleye girerek üstün bir başarı gösterdi. Ancak Irak bölgesindeki fetihlerin başkahramanı, Hz. Ebubekir'in bölgedeki müslüman kuvvetlere önce yardım daha sonra da komuta etme göreviyle gönderdiği Halid bin Velid oldu. Dünya tarihinin bu eşsiz kahramanı, Basra Körfezi'ndeki önemli yerleşim merkezlerini birer birer fethetmeye muvaffak oldu. Ayrıca İyaz bin Ganem adlı komutan, Adiy bin Hatim'in yardımıyla bugünkü Bağdat'ın bulunduğu Anbar kenti ve civarını ele geçirdi. Übülle ve Kazıma kentleri alınırken ünlü İranlı Komutan Hürmüz de öldürülenler arasındaydı. 100 bin dirhem degerindeki tacı da müslümanların eline geçmişti. Böylece Irak büyük ölçüde İslam devletinin sınırları içerisine girmiş, burada yaşayan gayrimüslimler de savaşsız cizyeye bağlanmıştı.


BİZANS'LA ÇATIŞMALAR SURİYE ve ÜRDÜN'E ORDU YOLLANMASI


ECNADİN SAVAŞI (634)


İran sınırından başlayıp hızla yayılarak Suriye-Bizans sınırına dayanan İslam fetihleri Bizanslıların kaygılarını artırmıştı. Bizanslılarla müslümanların temasları daha Hz. Peygamber zamanında yapılan Mute Savaşı'yla başlamış, Tebük Seferi'yle devam etmişti. Bizanslılarla yapılan bu savaşların hedefi, bölgenin güvenliğini sağlamak ve orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlıklara son vermekti.


Suriye çevresindeki hıristiyan Arapların asker toplayıp müslümanlara saldıracakları ve kuvvetli bir ordunun bölgeye sevk edildiği haberi üzerine, Halid bin Velid Suriye'ye yöneldi. Bizanslılar bölgeye güçlü ordular sevk etmiş ve Ecnadin denilen yerde karargah kurmuşlardı. Burada yapılan savaş müslümanların zaferiyle noktalandı ve Filistin'in kapıları müslümanlara açılmış oldu.


YERMUK SAVAŞI (634)


Hz. Ebubekir 633 yılının sonbaharından itibaren 3.000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye'nin güney ve güneydoğu bölgesine göndermiş, kısa bir müddet sonra ordunun mevcudu 7500 e ulaşmıştır. Halid bin Velid, Amr bin As, Yezid bin Ebu Süfyan ve Halid bin Said komutasındaki İslam ordusunun bölgedeki kentleri, kasabaları ve köyleri birer birer ele geçirmesi üzerine teknik açıdan üstün Bizans ordusuyla İslam ordusu 30 Temmuz 634 günü karşı karşıya gelmiştir. Halid bin Velid'in komutasında kıyasıya devam eden savaşın sonlarına doğru Hz. Ebubekir'in ölüm haberi geldi. Hz. Ömer halife seçilmiş ve Ebu Ubeyde bin Cerrah cephede yeni komutanlığa tayin edilmişti. Ebu Ubeyde savaşın sonuna dek bu emirnameyi açıklamadı. Halid'in komutasında başlayan savaş yine onun komutasında sona erdi. Artebun komutasındaki Bizans birlikleri bozguna uğrayıp dağıldı. Müslümanlar da büyük kayıplar vermişlerdi. İkrime bin Ebu Cehil, Hişam bin As, Nadir bin Haris ve Eban isimli önemli komutanlar şehid olurken bir düğüm noktası olan bu savaştan sonra Bizans ülkesinin Suriye kapısı da İslam ordularına açılmış oldu. Böylece Bizans Suriye'ye veda etmek zorunda kaldı.



KUR'AN'IN TOPLANMASI


Hz. Ebubekir döneminde yapılan en önemli işlerden biri de, Kur'an ayetlerinin kitap (Mushaf) haline getirilmesi olmuştur. Nazil olan ayetler önceleri vahiy katipleri tarafından deri, tahta, taş, hurma yaprağı gibi malzemeler üzerine yazılıyor ve hafızlar tarafından ezberleniyordu. Bu hafızlardan önemli bir kısmının yalancı peygamberlerle mücadele ve iç karışıklıkların bastırılması sırasında şehid olmaları üzerine, gelecekte Kur'an üzerinde ihtilaf çıkmasını önlemek amacıyla Kur'an ayetlerinin toplanarak kitap haline getirilmesine karar verildi. Bu amaçla Hz. Ömer'in teklifiyle Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturuldu. Zeyd bir yıl süren titiz bir çalışmayla bu zor görevi tamamladı. Böylece Kur'an-ı Kerim günümüze kadar hiçbir kelimesi değişmeden gelmiş oldu.



HZ. EBUBEKİR'İN VEFATI


Hz. Ebubekir, İslam ordularının Suriye bölgesinde zafer üstüne zaferler kazandığı bir sırada 23 Ağustos 634 yılında vefat etti. Hz. Ömer cenaze namazını kıldırdı ve ilk İslam halifesi Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber'in yanına defnedildi.


Hz. Ebubekir sadece ahlakı, hitabet gücü, cömertliği ve Hz. Peygamber'e sadakati ile değil, Hz. Peygamber sonrası Arap Yarımadası'ndaki İslam birliğinin sağlanması, iç karışıklıkların giderilerek sağlam bir devlet organizasyonun gerçekleştirilmesindeki başarısıyla da tarihe yön vermiş bir İslam büyüğüdür. Onun dönemi sadece içte ruhi olgunluğun tamamlandığı örnek bir toplum olma özelliği ile değil, aynı zamanda İslam ordularının üç koldan Arap Yarımadası dışına taşarak İslamın evrensel (cihanşümul) mesajının diğer ırk ve toplumlara ulaştırılmaya başlandığı bir dönemdir.



 


Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

12 Nisan 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-6

 

Çay


Çin geleneklerine göre çay IO 2737 yılında imparator Şen Nong’un kaynayan suyuna kazayla çay yaprağı düşmesiyle içilmeye başlanmıştır. Çincede çaydan ilk söz eden kitap IS 350 yılına aittir. Mandarince ç'a Türkçe, Yunanca, Portekizce, Farsça, Japonca, Hintçe ve Rusçada kullanılırken, Fuh-kien diyalektinden gelen t’e İtalyanca, İngilizce ve diğer Batı dillerine geçmiştir. Ancak 1671 tarihli bir sözlükte görüldüğü gibi İngilizcede cha biçimi de kullanılmış, tea biçimi sonradan standartlaşmıştır.


Çayı Çin’den alan ve çay içmeyi ritüelleştiren Japonların geleneğinde ise çay 519 yılında keşiş Darma’yla başlar. Münzevi yaşam süren, yapraklarla beslenen Darma uykudan kaçmaktadır, fakat bir gün uykuya yenik düşünce gözkapaklarını keser atar ve işte gözkapaklarından çay biter ve keşiş bu bitkinin yapraklarını yiyince uykusunun açıldığını görür.


Arap ve Avrupalı seyyahların kitaplarında çaydan söz edilmez. 851 yılında Arap kaynaklarında Çin imparatorunun vergi aldığı, üstüne sıcak su dökülüp içilen acı ot sakh olarak geçer. 1545’de Marko Polo’nun kitabına giriş yazan Ramusio’nun ölümünden sonra yayımlanan Navigaüoni e Viaggi adlı eserinde Çin’e giden İranlı Hacı Muhammed’den Venedik’te chiai-catai (çay-ı Kıtayi, Çin çayı) içildiğini duyduğunu, Arap tüccarın İran ve Avrupa’da bu bitki bilinse insanların ravent içmeyi bırakacaklarını söylediğini nakleder.


Çay Venedik’e 1559, İngiltere’ye 1598, Portekiz’e 1600 yılında gelmiş, Hollandalılar ilk çayı 1610’da görmüşlerdir. 1637’de düzenli çay ithalatı başlar, Londra’da ilk gazete ilanı 1658'de görülmüştür, “bütün hekimlerce onaylanan Çin içeceği” Borsa binasının yanındaki “Sultanın Kafası” kahvehanesinde satılmaktadır. 1675 yılında kısa süre yasaklanmasından sonra, İngiltere parlamentosunun Amerika kolonilerinden elde ettiği geliri artırmayı ve İngiltere’deki vergi yükünü hafifletmeyi hedefleyen yasaları arasına, 1773’de çayı finanse etme anlamına gelen ve Doğu Hindistan Kumpanyası’nı kurtarmayı amaçlayan Townshend Vergi Yasaları da katıldı. Şirket, Londra stoğundan Amerika’ya sevk ettiği çay karşılığında ithalat vergisi iadesi alacaktı. İngiliz-Hint çayının Amerika’da kaçak ticareti yapılan Hollanda çayından daha ucuz satılacak olması Amerikalı tüccarları İngiltere’ye karşı direnişi desteklemeye yöneltti. Yeni yasanın Amerikan özgürlüklerini rüşvet yoluyla yıkmaya yönelik olduğu propagandası ile 16 Aralık 1773’de Şirket’in üç gemi çayının denize döküldüğü ‘Boston Çay Partisi’ eylemi yapıldı ve çay siparişleri geri alındı. ABD bağımsızlık tarihinde, Amerikalılarla İngiltere’nin ekonomik çıkarlarının ters düştüğünü açığa çıkaran Çay Yasası simgesel bir yer kazanırken, Ingiltere sarayında çay saati gelenekselleşti ve 1840’lardan itibaren ikindi çayı ulusal nitelik kazandı. Bunda İngiltere denetimindeki çay plantasyonlarının da etkisi olmuştu elbette. Çay tarımının bugün en çok çay üreten Hindistan ve Seylan’da plantasyonlar halinde gelişmesi 19. yüz yılda İngilizlerin girişimi ile olmuş, çay tarımı Cava’da 1827, Seylan’da 1877’de başlamıştı. Afrika’ya girişi 1847’dedir. Çayı ilk kez 1889 yılında paket halinde satan kişi ise Sir Thomas Lipton’dur.


Evliya Çelebi Türkiye’de çay içildiğinin en eski tanıklarındandır. Özeğe kataloğuna göre, 1857 yılında Ahmed Ebül-Hayr’ın yazdığı Risalemi Çay yayımlanmıştır. Çaycı adıyla anılan Hacı Mehmet Arif Efendi 1877 yılında yayımlanan Çay Risalesi’nin giriş bölümünde otuz yıldır tiryakisi olduğu çayın yararlarını anlatır. Osmanlı ülkesinin de çayı 1600’lerde tanıdığı, ancak çay tiryakiliğinin 1840’larda başladığı anlaşılmaktadır. İklim gereği çayı çok seven Ruslarda da durum aynıdır. Moğol hakanının Rus elçisine 1638’de 200 paket çay hediye ettiği bilinmekteyse de Rusya’da çay tarımının başlaması 1847’dedir. Rus icadı semaver (semafor yani kendi kendine kaynayan), Doğu Anadolu ve Karadeniz’de yaygın biçimde çay bardağı anlamında kullanılan istikan, kıtlama ve bardağı ters çevirme usûlleri Rusya’dan gelme olduğu gibi, ‘paşa çayı’ da Rusça ‘general çayından çeviridir.


1878’de Japonya’dan tohum getirilerek Doğu Karadeniz’de çay üretimi denenmiş, ancak Batum’un Rus topraklarına katıldığı ve Kafkasya’dan büyük göçlerin olduğu bu dönemde çay üretimi yaygınlaştırılamamıştır.


Çayın Birinci Dünya Savaşı’na kadar tiryakilerini yaratmış olduğu anlaşılmaktadır. Savaş sırasında çekilen çay kıtlığı üzerine tartışmalar başlamış, Bursa köylülerinin 1892’de satmaya başladığı ayıüzümü yaprakları çay yerine kullanılmış ve Halkalı Ziraat Mektebi müderrisi Ali Rıza Ertem çay hakkında makaleler yazmıştı. Cumhuriyet’ten sonra Rize’de çay yetiştirilebileceğini saptayan da kendisidir.


Rize’de ekonomik durum çok kötü, ‘devlet nizamının tesisi’ için komisyon kurulmasını gerektirecek kadar asayiş bozuktu. Komisyonda Rizelilerin göç ettirilmesi görüşleri de ileri sürülürken, iktisat Vekaleti temsilcisi Zihni Derin çay üretiminin teşvik edilmesini savundu ve 1923 yılında Batum’dan tohum getirtilerek sekiz dönümlük bahçede deneme başladı. 1925 yılından itibaren konuyla ilgilenen çıkmaması ile teşebbüs yarım kaldı.


1927 yılında Albayrak Mustafa Nezih kendi etiketi ile kutu ve paket çayı “ekseri muteber mağazalar”da piyasaya sunmakta, “Çay Pişirme Tarifesi”nde “Müşteriler tamamen zevkıyâb olmazlarsa, arzu ettikleri çayı buluncaya kadar beğenmediklerini bilâ-bedel tebdil edebilirler,” demektedir.


Türkiye’de hurma, muz, portakal, kahve, çay yetiştirilmesi için Cava’da çalışmış isveçli Dr. Tengvvall 1933 yılında görevlendirilmiş, fakat kendisi çaya önem vermeyerek öteki ürünler üstünde durmuştur. 1939 yılında çayın ne kadar ihtiyaç olduğu tartışılırken, çayın yalnız şehirlerde içildiği, Sivas’tan doğuya doğru gidildikçe çay tüketiminin arttığı, en çok çay içilen yerlerin Kars, Erzurum, Erzincan, Doğu Karadeniz kıyısı ve Gümüşhane olduğu görülmüştür. Bu yılda Ankara’nın en işlek kahvehanelerinden “Kızılırmak”ta kış mevsiminde haftada bir kilo, yaz mevsiminde ise 600 gram çay tüketilmektedir.


Zihni Derin’in 1938’de tekrar Rize’de görev alması ile fidanlık yetiştirilmesi, bilimsel ve teknik donanım için hazırlıklar yapılarak 1940 yılında üretim için gerekli ekonomik programı düzenleyen kanun çıkarıldı, ikinci Dünya Savaşı sırasında çay karneye bağlandı, iki aylık tüketim 20 gram olarak belirlendi, çekilen ithalat sıkıntısı nedeniyle çay alım ve satımı 1942’de Tekel kapsamına alındı 1947 yılında Rize fabrikası üretime geçti ve aynı yıl 20 tonluk ilk ihracat yapıldı. 1971’de Çay Kurumu Genel Müdürlüğü Çay-Kur kuruldu. Özel sektöre çay üretim izni verilmesi ise 1984’dedir.


Çay tüketiminin artması yurt sathına kahvehanelerin yayılması ile de doğrudan ilgilidir. 1945’te kahvehane bulunan köy oranı % 10’ları ancak aşarken, bu oranın yarıyı geçmesi 1970’leri bulmuştur. Sabahları çorbanın yerini çayın alması, esnafın, işçinin, memurun işyerinde, misafirlikte evlerde çay ikram edilir hale gelmesiyle tüketim kısa sürede arttı. Üretimin tüketimi karşılaması 1964 yılında oldu. 1983 yılı verilerine göre, Türkiye kişi başına çay tüketiminde dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer almaktadır, dünyada beşinci çay üreticisi ülkedir.


Türkçenin kahve sözlüğü gibi çay sözlüğünü de yazmak mümkündür. Çayın tazeliği, rengiyle ilgili tekerlemeler, Japonya'dakiyle kıyaslanamaz olsa da, çay takımının gösterdiği özellikler, çayın görece geç yayılmasına karşın, sentez yaratılarak özgünlük kazanmış çay kültürünün varlığını ortaya koymaktadır. Demlik ve çaydanlık kullanımı en özgün biçimine Türkiye’de kavuşmuştur. Bugün yayılmakta olan ve Amerikancılığın en kötü örneklerinden biri olarak tiryakileri rahatsız eden poşet çay kolaycılığına karşı, yerli çay tadı veren çözümler üretilmiştir. Çok güzel örnekleri bulunan kokulu çaylar ise, balığı limonlayıp limonlamamak gibi, klasik ve yeni zevk arayışlarına göre değerlendirilebilir.


Rus buluşu olan semaver, “Semaya yükselir dud-ı siyahı/ Semaverle yapılır çay padişahı” diye övülmüşse de, çayın niteliğinden çok hazır sıcak su bolluğuna hizmet eder. Rus aristokrat ve Osmanlı ekâbirlerinin yanlarında taşıdıkları odun kömürüyle çalışan semaver, nargile gibi seçkinlik yaratırken, çayhane semaverleri çok çay üretmeye yöneliktir. İstanbul, Iran, Rusya ve Avusturya’da üretilen, gümüş, bakır, pirinç ve bakırdan imal edilenler içinde en beğenileni Varşova ürünleri olmuştur. Elektrikli semaver ise bir dönemki çekiciliğini, Türk kahvesi yanında neskafe kolaycılığı yaratmaya yönelik olduğu anlaşılarak yitirmiş, onun yerini kettle, Türkçe söylenişiyle ketıl almıştır!



Kahve


Herkes bilir ki “Kahve Yemen’den gelir”. Yakın zamanlara kadar kadınlar, tabii ki sadece yaşlı olanları, falcı komşuları hallerini görebilsin diye fincanlarını kapatırken Yemenli Şeyh Şazili ruhuna fatiha okurlarmış. Şeyh Şazili 14- yüzyıl sonlarında Yemende yaşamış olması muhtemel bir sufi şeyhi. Kahveyi ilk içtiği rivayet edilen ‘ulu’ kişilerden biri; anlaşılan Anadolu diğer rivayetlerden daha fazla Şazili’ye itibar etmiştir. Şazili Arap dünyasında da en itibar edilen rivayettir; öyle ki bir zamanlar Arap yarımadasında kahveye Şazili adı verildiği bile söylenmektedir. 16. yüz yılın ünlü Arap yazarı Ceziri’ye göre kahveyi ilk içen kişi ez-Zebhani olarak da bilinen Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed ibn Said’dir.


Bir olay yüzünden Aden’i terk ederek Etiyopya’ya gitmek zorunda kalan Zebhani orada kahve içen insanlarla karşılaşmış; Aden’e döndüğünde hastalanmış ve aklına kahve içmek gelmiş. Kahve onu iyileştirmiş. Kahvenin yorgunluk ve uyuşukluğu giderme, canlılık ve dinçlik kazandırma özelliklerini keşfetmiş ve tarikata girince diğer tarikat mensuplarıyla birlikte kahve içer olmuş.


Kahve insanlar tarafından öylesine sevildi ki, rivayetler çok daha eskiye gitmeye başladı; yine 16. yüzyılda yaygın olan bir söylentiye göre, kahveyi ilk içen kişi Hz. Süleyman’dır. Süleyman yolculukları sırasında uğradığı bir şehirde şehrin sakinlerinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür ve Cebrail’in buyruğu üzerine Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kavurarak bundan hazırladığı içeceği hastalara verir. Bunu içen hastalar iyileşir.


Kahveyi ulu kişilere yakıştıran bu rivayetlerin yanında Halil Erdoğan Cengiz’in de kahvenin kahpeliğini anlatan bir hikâyesi var: “Geçmiş zamanlarda Yemen vilayetinde düşük ahlaklı bir kadın, erinlik anından öldüğü zamana değin utanç verici fiiller ile meşgul bulunmuş, pek çok öğüt verilmiş ise de kulak asmayarak o halde vefat etmiş; bu yüzden yıkanma ve gerekenlerin sağlanıp kefenlenmesi maddesi bilginler ve halk arasında haylice dedikodu ve tartışma konusu olmuş, nihayet, İslamiyet’in gerektirdiği şekilde yıkanıp kefenlenmesi uygun görülmeyerek olduğu şekliyle Hıristiyan mezarlığına gömülmüş; Hıristiyanlar dahi kabul etmeyerek, geceleyin bunun mezardan çıkarılarak toprağa atılmış olduğunu şeyhlerden bir zat keşf eyleyerek, derhal dervişlerden birini mahalline göndererek tekkesine getirip ve hemen yıkanıp teçhiz ve kefelenmesinden sonra tekkenin içine gömdüğü; bir süre sonra evli olmadığı kişilerle cinsel ilişkide bulunmasıyla anılan kadının üreme organı üzerinden bir ağaç belirerek bir tür meyve ortaya çıkmış ve yukarıda sözü geçen şeyh anılan ağaçtan hasıl olan meyveleri kaynatıp yalnız suyunu içer olduğu; ve bir gün şeyhin işinin çıkmasından dolayı meyvenin kaynatılıp suyunu elde edilmesi işini dervişlerden birinin sorumluluğuna bırakarak ve sakın kaynar iken taşımamağa dikkat eyle diye tekrar tekrar sıkıca tembih eyleyerek dervişin yanından gitmiş. Sözün kısası dervişin dahi ansızın bir manisi çıkmasından dolayı bakılamayıp taştığı anda şiddetli bir çığlık atıp: Eyvah! Zengin ve yoksul ve erkeklerin ve kadınların tiryakiliğine sebep oldun, diye hayli esef ettiği ve doğal olarak kadınlarda olan çekiciliğin, albeninin ve kahvede dahi bulunduğu ve kahveye aslında kahpe yemişi denildiği ve kahvenin görünüşü ferce benzediğini doğruladığı ayrıntılarıyla beyan olunmayla, yeri gelmişken değersiz kullarının eserine dahi ilave kılınmıştır.”


Kahve hakkındaki bu rivayetler, kahvenin yasaklandığı ve kahvehanelerin kapatıldığı, kahve içenlerin tütün ve içki içenlerle birlikte cezalandırıldığı dönemde haram fetvası veren ulema ile, kahvenin içiminin tekrar serbest bırakılmasından sonra helal fetvası veren ulemanın kafa karışıklığı ile denk düşüyor. Ebussuûd Efendi haram fetvası vermiş fakat Murad ve I. Ahmed döneminde yasaklar etkisiz kalmış, 1623-1640 yılları arasında IV. Murad’ın idam cezası uygulamasıyla kişisel olarak ehl-i keyfin peşine düşmesiyle kahve de tütün ve alkolle birlikte tehlikeli madde olmuştur. Sonunda ulema, kahve pişirme tekniğini tam kavrayamadığı, çekirdeklerin kavrulmasının harama yol açıp açmadığı gibi teknik bir konuyla tartışmayı tatlıya bağladı. Hatta kahve sözcüğüyle Allah’ın adlarından Kavî’nin ebced hesabıyla 110 ettiğini ve bu nedenle ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını ileri sürenler de çıktı.


Kahvenin 1000 yıllarında İran’da çok nadir de olsa bilindiği, ünlü hekim Ibn Sina’nın kahve içtiği söyleniyor. Ama kahvenin o zamanki adı şimdi de Habeşistan’da bilindiği adıyla fcatnc’du. Araplarda bugün bildiğimiz kahve henüz tanınmıyorken, Arapça sözcük kahva şarap anlamını taşıyordu. Bugünkü kahve kendi anlamını ancak, önceleri Habeşistan’da, sonra da Yemen’de yetişen ilk kahve bitkileri gelmeye başladığında, yani 14. yüzyılda kazanmaya başladı.


Kahve Aden’de 1470, Kahire’de 1510, Mekke’de 1511, İstanbul’da 1517’de göründü. 1544’de İstanbul’da Tahtakale’de iki Suriyeli Arap ilk kahvehaneyi açtılar. Venedik'e 1615, Paris’e 1643, Londra’ya 1651 ’de girdi. Paris'te 1670, Viyana’da 1680’de ilk kahvehaneyi açanlar Ermeniler oldu. 1650’de kahvenin tıbbi özellikleri tartışılıyordu. Uyarıcı özelliğiyle bugün Amerikan kültürünün kapitalist temponun ihtiyacı olarak gördüğü kahve, 1700’lerde yükselen burjuvazi arasında yayıldı, hem de yeni kamusal mekân olan kahvehanenin doğmasında etkili oldu, ciddi, eşitlikçi toplanma mekânları yarattı. Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurdular, Cava’da daha 1712’de kahve tarımı başladı. Hollanda Cava ve Doğu Hint Adaları’nda, Fransa Antillerde kahve yetiştirdi. İngiltere kralı II. Charles kahvehaneleri kapatmayı düşünürken çay, kahve ile arasındaki rekabeti kazandı. Plantasyon sahibi olmayan Almanya’da ise yasaklar ve vergiler devam ederken, yerli ürün bira tavsiye ediliyordu. İstanbul’da da kahve önce devlete ait dibeklerde dövülerek öyle satışa çıkarılmıştı. Kahveye nohut vb. katmamaları için dibekçilerin başına yeniçeri ustalarından dört kişi konulmaktaysa da, Reşat Ekrem Koçuya göre, yeniçeriler kahve sahiplerini zorla uzaklaştırarak nohut katar ve aradaki farkın kârını dibekçilerle bölüşürlerdi.


Karacaoğlan kahveyi “ağalar beyler içerler” diye tanımlarken, Koç Köroğlu üç huyuyla tanınırdı: Birinci huyu, biri yerinden kalkarsa yerine oturur, İkincisi, yemekte önce pilav yer ve sonuncusu, kahveyi kaynar kaynar içer, bir dikişte bitirir. Kahve uzun zaman pahalı bir keyif maddesiydi. Bu durum Anadolu’da ve genel olarak Ortadoğu’da, özellikle yalıtılmış kırsal kesim kahvehanelerinde belki hiç kahve pişirilmemiş olmasıyla da belgelenir. Güney Doğu Anadolu’da ise ‘mırra’ törensel bir içecektir.


Türkiye’nin en yaşlı şirketleri arasında kuruluşu 1871 ’e uzanan Kuru-kahveci Mehmet Efendi Mahdumları bulunur. Fakat Anadolu’da kahve ekimiyle ilgili çalışmalar başarılı olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı koşulları içinde kahve 1941’de Tekel kapsamı içine alınarak dağıtımı bayiler eliyle yapılmış, ilk kez 1727’de kahve tanımına başlayan ve dünya kahve ihracatçılarının başında gelen Brezilya’dan kahve ithal edilmeye başlanmıştır. Ama kahve tiryakilerini en fazla etkileyen 1974 ekonomi kriziydi. Kahve pahalandı ve karaborsaya düştü. 1976 Mayıs’ında kilosunu 50 liradan 65’e çıkaran zam kabul edildi. 2 Şubat 1977’de çekirdek kahvenin kilosu 100 liraydı. 1978’de Brezilya’dan yapılan ithalat artırılarak 210 liraya çıkan fiyat 170 liraya düşürüldü, ithalat rejimi düzenlemeleri sırasında kahveden alman vergi % 40’dan % 30’a düşürülerek tiryakiler rahatlatıldı. İthalat fonunun 500 dolardan 100 dolara indirilmesi ise 1989 yılını bulacaktı.


Klasik kahve fincanı bugünkülerden küçük ve kulpsuzdur. Kâğıt gibi incecik fincan, ısıdan tiryakiyi korumak için ‘zarf’ denilen özel kapların içine konulur. Kahvenin çekirdeğin evde kavrulup çekildiği, mangal ateşinde ağır ağır pişirildiği, ‘zaman’ sorunu olmayan günler geçti, şimdi İstanbul ve Ankara’da yalnız kahve yapan lüks dükkânlar açılmaya başlandı. Ama artık bir yerde kahve ısmarlarken ‘Türk kahvesi’ diye özel olarak belirtmek gerekiyor, olağanı neskafe kabul ediliyor. İşin cilvesi, Yunanistan’da da artık Türk kahvesi denmesi istenmiyor, Yunan kahvesi demek gerekiyor.


Neskafe


Nestle şirketinin 1980'lerde Türkiye’ye soktuğu ve halkın neskafe (Nes-cafe), diğer şirketlerin Türk kahvesinden ayırt etmek için ‘hazır kahve’ adını verdikleri Batı tarzı kahve, pratikliği kadar statü göstergesi olması nedeniyle de hızla yayıldı. Kahvenin uyarıcı niteliği ile saatli yaşam temposu arasındaki uyum, Türk kahvesinin gerektirdiği zaman, sohbet ve törensellikle gerçekleşemiyordu. Herkesin kişilik sınırlarının tanımlanmış olduğu modern iş ilişkileri, Batılı kahvenin teknik ve aksesuarı ile de uyum içindeydi. Kupasını herkes kişiliğini yansıtır biçimde seçebilir, süt, krema veya şirketlerin önerdiği biçimiyle ‘cafe-mate’ tercihini yapabilirdi. Eski rakı kadehleri, çay bardakları ve kahve fincanlarının küçüklüğü düşünüldüğünde ve Paşabahçe’nin son çıkardığı kallavi çay bardaklarının gördüğü rağbet de hesaba katıldığında, kupanın gerçekten zamana uyan bir hikmeti olmalı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-4

 




Hz. Ö M E R (r.a.) (644)


İslâm tarihinin unutulmaz simâlarındandır.

Mekkeli, Hattab isimli bir zatın oğludur. Pehlivan, hatip, kültür sahibi, celalli ve cesur bir insandır. İslâm'ı kabul ettikten sonra Peygamberimizin en yakınlarından biri olmuş, hemen her savaşta bulunarak yararlık göstermiş, Hazreti Ebubekir'in vefatından sonra Müslümanların halifesi seçilmiş ve bu şerefli görevi on yıl yapmıştır. 63 yaşına eriştiğinde, Medine'de, bir sabah namazı kıldırırken, hemen arkasında saf tutan Ebu Lü'lü isimli bir köle tarafından, sırtından hançerlenerek şehid edilmiştir. Ebu Lü'lü'nün Medine'de sanat ve ticaretle uğraştığı ve İslâm'ı kabul etmediği bilinmektedir. Onun münafıklar tarafından tutulmuş bir kiralık katil olduğu zannedilmektedir. Hazreti Ömer'in şehid olmasından sonra Ebu Lü'lü de hak ettiği cezaya uğratılıp, katledilmiştir.



Hz. O S M A N (r.a.) (656)


Peygamberimizin yakın akrabalarındandır. Resûlullah'ın iki kızı ile evlendiği için kendisine "Zinnûreyn", yani iki nur sahibi denilmiştir. Son derece cömert, ihlaslı ve gerçek haya sahibi bir sahabedir. Hazreti Ömer'in şehadetinden sonra İslâm halifesi olmuş; uzunca bir süre bu görevde kaldıktan sonra, Yahudi ve münafıkların çıkardığı bir isyan sonucu, kuşatıldığı evinde, Kur'an-ı Kerim okurken şehid edilmiştir.

Kendisini öldürmek için içeri girenler, hanımı Naile'nin de parmaklarını kılıç darbeleriyle kesmişler ve 80 yaşına erişmiş bulunan Hazreti Osman'ı katlederek kaçmışlardır. Mübarek cenazesi Medine'de Cennetü'l-Baki Kabristanı'na defnedilmiştir.



H z . T A L HA (r.a.) (656)


Peygamberimizin yakın arkadaşlarından ve daha dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Mekke'nin zengin ve hatırı sayılır kişilerindendir. İslâmiyeti kabul ettikten sonra bütün mal ve servetini Resûlullah'ın yolunda harcamış, Uhud Savaşı sırasında vücudunu, kılıç ve mızrak darbelerine kalkan ederek Peygamberimizi korumuştur. Onun, kendisine inen bir kılıç darbesine kolunu uzattığını ve ağır biçimde yaralandığını gören Resul-i Ekrem, Hazreti Talha'ya "Hayırkâr" unvanını vermiştir.

Hazreti Talha, Hazreti Osman'ın şehadetine çok üzüldüğü için Hazreti Aişe ile birlikte Cemel Vakası'na karışmış; içinde bulunduğu ordu Hazreti Ali'nin askerleriyle karşılaşınca, münafıkların fitneleri  sonucu  ufak çaplı  bir arbede  yaşanmış ve  bu  arada  atılan  serseri oklardan biri de bu büyük sahabenin şehadetine sebep olmuştur. Defninin nasıl cereyan ettiği ve kabrinin nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir.


Hz. ZÜBEYR (r.a.) (656)


Sevgili Peygamberimizin yakın arkadaşlarından ve dünyada iken  cennetle  müjdelenen  on sahabeden biridir. Resûlullah'ın halası Hazreti Safiye'nin oğludur. Bütün hayatını İslâm davası uğruna sarfetmiş, bir çok savaşlarda unutulmaz yararlıklar göstermiş ve Hazreti Ali'nin hilafeti sırasında, Hazreti Aişe ile birlikte hareket ederek Cemel Vakası'na karıştığı için; savaş meydanını terkedip çekildiği halde, kendisini takip eden bir hain tarafından vahşice katledilmiştir. Hazreti Zübeyr'i şehid eden adam belki bir mükafat alırım düşüncesiyle Hazreti Ali'ye durumu haber verdiğinde büyük sahabenin acı ve üzüntüyle kıvrandığı ve iğrenerek baktığı kanlı katili, Resûlullah'ın bir hadisini söyleyerek yanından kovduğu bilinmektedir. Bu hadise göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zübeyr'dir." Peygamberimiz bir başka hadisinde de: "Safiye'nin oğlu (Hazreti Zübeyr'i) öldürene cehennemi müjdeleyiniz!" buyurmuşlardır.



Hz. A M M A R b. YASİR (r.a.) (657)


İslâm'ı ilk kabul eden büyük sahabelerdendir. Babası Yasir ve annesi Sümeyye de Müslüman oldukları için Ebû Cehil tarafından şehid edilen, hatta İslâm için kanları dökülmüş ilk şehidlerdir.

Hazreti  Ammar  da  dini  uğruna  akıl  almaz işkencelere uğramış,  fakat büyük bir sabır ve metanet göstererek mücadelesini sürdürmüştür.

Peygamberimiz, her türlü eziyete uğrayan Ammar'a sabretmesini, çektiği eziyetler karşılığında Cennete kavuşacağını müjdelemiştir.

Daha sonraki yıllarda Medine'ye hicret eden Ammar Bedir, Uhud ve Hendek gibi Resûlullah'ın  bütün  gazvelerine  iştirak edip yararlıklar göstermiş, Peygamberimizin vefatından sonra da halifelere yardımcı olmuş ve  nihayet  Hazreti Ali'nin  hilafeti  sırasında meydana gelen  Sıffin Muharebesi'nde,  onun komutanlarından biri olarak vazife yaparken, 93 yaşında ihtiyar bir kimse olmasına rağmen, fiilen savaşa iştirak edip şehid olmuştur. Uzun boylu,  iri gövdeli ve yakışıklı bir insan olan Hazreti Ammar aslen Yemenlidir.

Peygamberimizden 62 hadis-i Şerif  rivayet etmişti. 



Hz. VEYSEL KARANÎ (r.a.) (657)


Tabiîn'in en büyüğü olarak kabul edilen Hazreti Veysel Karanî, Yemen'in Karen Köyü'nden Amir isimli bir zatın oğludur. Asıl ismi Üveys'dir ve bu kelime Arapça'da "Kurt yavrusu" manasına gelir.

Peygamberimiz henüz hayattayken, kendisini görmediği halde Müslümanlığı kabul eden Veysel Karanî büyük bir aşkla bağlandığı dinini en iyi şekilde yaşamak için uğraşmış, yaşlı annesinin bakımı sebebiyle kendi köyünden ayrılıp bir yere gidememiştir. Yemen'den Medine'ye gidip gelenler onun zühd ve takvasından bahsetmişler, sevgili Peygamberimiz de Hazreti Ömer'e Veysel Karanî'nin çok hayırlı bir kimse olduğunu, onun duasını almalarında fayda bulunduğunu söylemiştir.


Rivayete göre Resûlullah'ın vefatından sonra Medine'ye gelen Veysel Karanî Hazreti Ömer'le görüşmüş, daha sonra Kufe'ye gidip yerleşmiş ve nihayet Hazreti Ali'nin hilafeti sırasında Sıffın savaşına katılarak, kalbine isabet eden bir ok sebebiyle şehid olmuştur. Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye arasında cereyan eden bu kanlı muharebe sırasında, peygamberimizin seçkin sahabelerinden bir çok kimse de şehid olmuştur ki içlerinde Ammar b. Yasir hazretleri de bulunmaktadır.


Hz. ALİ (r.a.) (661)


Peygamberimizin amcası Ebû Talib'in küçük oğludur. Resûlullah'ın evinde ve onun terbiyesi altında yetişmiş, henüz çocuk yaşta iken İslâm'ı kabul  edip  Resûlullah'a tabi  olmuş,  bütün ömrünce ona hizmet etmiştir. Sahabeler arasında en cesur, en bilgili ve en kahraman kimse olarak tanınır. Teke tek giriştiği hiç bir mücadeleden mağlup ayrıldığı görülmemiştir. Hazreti Osman'ın şehadetinden sonra dördüncü halife olarak Müslümanların başına geçmiş fakat, onun hilafetini kabul etmeyen Şam Valisi  Hazreti Muaviye ve adamlarıyla uzun mücadelelere girmek zorunda kalmıştır. Döneminde hayli üzücü olaylar yaşandıktan sonra, 63 yaşında iken, Kufe'de, sabah namazını kıldırmak için camiye giderken, İbn-i Mülcem isimli bir Haricî tarafından, zehirli bir kılıç darbesiyle  şehid edilmiştir. Cenaze namazı oğlu Hazreti Hasan tarafından kıldırıldıktan sonra Necef'te defnedilmiştir.



Hz. HASAN (r.a.) (671)


Hazreti Ali ve Hazreti Fatıma'nın büyük oğludur.

Sevgili Peygamberimizin, kendisine çok benzeyen torunu , Cennet gençlerinin efendisi, Müslümanların beşinci halifesidir. Babası Hazreti Ali'nin şehadetinden sonra halife olmuş fakat Hazreti Muaviye'nin de Şam'da halifeliğe devam etmesi sebebiyle, altı ay kadar sonra, kendi isteğiyle hilafet iddiasından vazgeçerek Medine'de yaşamaya başlamıştır. Ümmet arasında kan dökülmesini istemediği için bir çok hakkından feragat eden Hazreti Hasan, Medine'de ibadet ve taatle vakit geçirip, çevresine toplananlara öğütler vererek, ilim ve irfanla uğraşırken, Hicretin 49. senesinde, 46 veya 47 yaşlarında iken vefat etmiştir. Ölümüne, hanımının içirdiği bir zehrin sebep olduğu rivayet edilmiştir. Mübarek cenazesi Baki Kabristanı'na defnedilmiştir. Hazreti Hasan'la, 30 yıllık İslâm hilafeti devri sona ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır.



Hz. HÜSEYİN (r.a.) (680)


Peygamberimizin torunu , Hazreti Ali ve Fatıma'nın oğludur. Ağabeyi Hazreti Hasan'ın hilafet iddiasından vazgeçmesinden sonra Hazreti Muaviye tek başına halife olmuş fakat vefatından sonra yerine geçen oğlu Yezid'e bir çok sahabe tarafından biat edilmemiştir. Bunlar arasında Hazreti Hüseyin de vardır. Nitekim bir süre sonra isyana kalkışmış; kendisini şehirlerine davet eden Kufelilerin çağrısına uyarak Kerbela'ya kadar gelmiştir.  Bu sırada etrafını kuşatan Yezid kuvvetlerince ablukaya alınmıştır. Ailesi ve diğer yakınları ile birlikte günlerce susuz bırakılan ve cengaver akrabalarını birer birer kaybeden Hazreti Hüseyin sonuna kadar muharebeye devam ettikten sonra, muharip olarak tek başına kalmış; Emevi kumandanı Şimr'in emri üzerine hücum eden dört kişi ile de vuruşmuş, nihayet sol eline yediği bir kılıç darbesi ile atından yere düşmüş, tekrar kalkarken, başka bir hasmı tarafından mızrakla vurulmuş ve mübarek ruhunu teslim etmiştir. Onu mızraklayarak şehid eden Sinan Bin Enes-i Nihaî isimli adam atından inip kutlu başını keserek vücudundan ayırmış ve bu mübarek baş önce ordu komutanı Ubeydullah'a, sonra da halife Yezid'e gönderilmiştir. Hazreti Hüseyin'in na'şında 33 mızrak yarası, 34 darp eseri, ayrıca bir çok ok yarası sayılmıştır.

İslam dünyasının birbirine girmesine sebep olan bu cinayetten sonra da pek çok kanların döküldüğü bilinmektedir. Hazreti Hüseyin'in başsız vücudu Kerbela'daki türbesinde, başı işe Şam'daki Emeviyye Camii'nin yanındaki bir hücrede gömülüdür.


NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

11 Nisan 2023 Salı

MEVLEVİLİĞİN MİSTİK YAYILIŞININ COĞRAFYASI

 

Beşik Olan Anadolu ve Ufuk Olan Osmanlı İmparatorluğu


Mevlevi Tarikatı kuruluşunun en başından itibaren farklı sosyal ve politik ortamlara uyum sağlamıştır. Rumi ve ailesi, Selçuklu beyleri ile mükemmel ilişkiler kurmuşlardı ve Konya'da onların misafiri olmuşlardır. Moğollar zamanında Mevleviler, yetki sahipleriyle sağlam ilişkiler kurmayı başarmışlar ve kendilerine dinin koruyucusu diyen Osmanlılarla da bu ilişkiler devam etmiştir. Osmanlılar Mevlevilere gün geçtikçe daha çok itimat etmiş ve bu tarikat İmparatorluğa günden güne daha bağlı olan resmi bir kurumuna dönüşmüştü. Gölpınarlı'nın da yazdığı gibi Mevlevi Tarikatı, resmi görevleri olmasa bile bir Osmanlı kurumu, bir devlet tarikatı haline gelmişti. Politik değişimlere bu kadar kolay adapte olmaları çok da şaşırtıcı değildir, nitekim diğer bütün tarikatlar da sadece politik değil, etnik ve kültürel değişimlere de uyum sağlamaya mecbur kalmışlardır. Bu gruplardan bazıları, Osmanlı İmparatorluğu'nun önceden aldığı bazı topraklara geldiler ve Osmanlı bu tarikatlar için bir rehberlik görevi gördü. Örneğin Nakşibendi Tarikatı, 16. yüzyılda Ona Asya'dan tamamen misyonerlik hedefi ile İstanbul'a geldi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarında yayıldı. Aynı tarikatın başka bir dalının Osmanlı lmparatorluğu'nda onaya çıkması, 17. yüzyılda meydana gelen ikinci dalga ile olur. Anadolu topraklarında yaşayan değişik Sufi tarikatlarının tarihleri konusunda bir karşılaştırma yapılmak istenirse, Mevlevi Tarikatı'nın belki de farklı bir siyasi ortamda doğup, Moğollar dönemini atlatıp Osmanlı lmparatorluğu'nda tarikatların "kraliçesi" olması bakımından tek olduğu söylenebilir. Mevleviler Osmanlı tebaasından değillerdi. Dervişlerin ilk nesilleri, manevi dünyalarını anlatmak için Türkçeyi kullanmış olsalar bile Osmanlı değillerdi. Bu yüzden Mevlevi Tarikatı'nın biraz özel bir tarikat olduğunu kabul etmekte yarar vardır. Anadolu'nun tam ortasında bulunan Konya'daki merkezinden çıkan misyonerler, dalga dalga yayılarak tekkeleri kurmuşlardır.


Harita üzerindeki Mevlevi tekkelerinin dağılımı incelenirse, Mevlevi misyonerlerinin İstanbul'a ulaşmak için dört ana rota izlediği görülür. Birincisi Girit'ten başlamakta, Ege Denizi kıyılarındaki tekkelerden geçerek Bursa'ya, oradan da İstanbul'a ulaşmaktadır. İkinci yol, birçok Mevlevi mekanının bulunduğu iç Anadolu Bölgesi'ndedir. Burada birkaç günde yürünerek rahatlıkla ulaşılabilen birçok tekke vardı. Harita üzerinde güneyden kuzeye, Kıbrıs'tan yola" Çıkarak Konya, Afyon, Kütahya ve İzmit'ten geçilerek İstanbul'a varan rota rahatlıkla görünebilir. Aynı rota Kudüs'ü başkent olan İstanbul'a bağlamaktaydı ve Kahire ile bağlantısı olan rota da buydu. Kahire'de Mevleviliğin Anadolu dışındaki en eski eserlerinden biri bulunuyordu. Bu rota için Kudüs'ten başlayıp, Halep'ten geçerek Anadolu'ya ulaştığı da söylenebilir. Haritaya bakarak Anadolu'nun güneyinden, yine Kıbrıs'tan başlayarak bu sefer kuzeye, Pontus Rum Vilayeti'ne, oradan da Kastamonu'ya ulaşan bir rota olduğu görülür. Mevleviler Kastamonu'dan yola çıkarak Karadeniz'e açılabilir ve Kırım'a ulaşabilirlerdi. Kırım'da Osmanlıların hükmettiği zamanlarda, 18. yüzyılda yapılmış olan Gözleme (Yevpatoria) Tekkesi bulunmaktaydı.


Görülen son rota ise, Tebriz'i Bağdat'a bağlayan, oradan da Anadolu'ya ve başkente bağlanan rota idi. Bu rotaları izleyerek İstanbul'a gelen dervişler, buradaki beş tekkeden biri tarafından kabul edilebilir, buradan da Balkan Avrupasına. Saraybosna'ya, Pecs'e (Macaristan) veya Hotin'e (Moldovalıların yoğunlukla yaşadığı bir Ukrayna şehri) kadar gitmek için yola çıkabilirlerdi.


Anadolu'dan bütün Osmanlı topraklarına kadar tekkelerin yayılması, Mevlevilerin misyonerlik amacıyla yaptıkları yer değiştirmeler sonunda gerçekleşmiştir. En etkili şeyhlerden biri olan İsmail Ankaravi, dervişlerin ruhsal büyümelerinin bir yöntemi olarak seyahat etmeleri gerektiği konusunda birçok detay kaleme almıştır. Kalenderi isimli resmi olmayan hareketten temelini aldığı çok açık olan misafirperverlik prensibi, hem ruhsal olarak çok önemliydi hem de coğrafi olarak bir tekkeden başka bir tekkeye geçmeyi mümkün kılarak dervişlerin yeni bölgelerde tekkeler kurmalarına imkan veriyordu.


Coğrafi yayılma, eğitim sistemleri ile de iç içeydi. Nitekim bütün tekkeler Mevlevi Tarikatı adaylarını ağırlayamazdı. 1925'ten önce açık olan seksen iki tekkenin sadece on altısında '"asitane" bulunmaktaydı. Yalnızca "asitane" denilen tekkelerde "can" denilen derviş adaylarının yapması gereken çileci!, uzun ve ruhsal inziva için uygun hücreler bulunmaktaydı. Bu uzun inzivadan sonra, canlar her anlamda tarikatın üyesi olarak kabul edilirler ve "dede" (Hıristiyanlık terminolojisinde bunun karşılığı "başrahip"tir, yani bilgeliği ile başka öğrencileri yetiştirebilir) ya da sadece "derviş" unvanını alırlardı. Asitanelerin sayısının az olması, bütün çileci ve ruhsal eğitimin, tarikatın merkezinin kontrolü altında kalması gerektiğini göstermektedir. Bu eğitim merkezleri, derviş olmak isteyen adayları eğitiyordu ve asitane olmayan şehirlerdeki adaylar, asitane olan şehirlere gitmek zorunda kalıyorlardı.


17. yüzyılda Alina'nın bir köyünden olan Küçek Mustafa Dede, babası gibi bir derviş olmak istemiş ve Konya'ya giderek Ebu Bekir Çelebi'nin (ölm. 1638) müridi olmuştur. Ebu Bekir Çelebi, padişah tarafından çağrıldığı zaman verdiği eğitimi bırakmıştır. Bundan sonra Mustafa Dede faydalanacağı güvenilir bir ruhsal rehber bulamadığı için Afyonkarahisar'a gider ve nihayet burada 1001 günlük çilesini çeker ve şeyh olur. (Ilgar, 2008, s. 1 15-9) Mustafa Dede'nin Mevlevi eğitimini alabilmek için Anadolu'ya gelmesinin nedeni Larissa (Yenişehir) Tekkesi'nin daha sonra açılmış olmasıdır. O tarikatın üyesi olmak isteyen adayların yer değiştirmelerinin gerektiği söylenebilir. 16. yüzyılın sonlarına doğru, adından da anlaşılacağı gibi bir Ankaralı olan İsmail Ankaravi, Rumi'nin Konya'daki mezarına gider ve burada tekrar görme yeteneğine kavuşabilmek için dua eder. Ankaravi, bu sefer de Rumi'nin kanunlarına uymak için şehrinden ayrılmıştır. Ankara'da onun ölümünden sadece bir yıl önce, 1630'da bir tekke kurulmuştur.



Tarikatın 1925'teki kapanmasından önceki son döneminde en aktif kişilerden biri olan Ahmet Remzi Aykürek, Mevlevilerin gezgin olabileceklerinin canlı bir örneğidir. (Haksever, 2002, s. 41 -66) Akyürek, 1872 yılında bir Mevlevi şeyhinin oğlu olarak Kayseri’deki bir tekkede dünyaya geldi. Dedesi, o zaman Konya'daki Çelebi olan Mehmet Sait Hemdem'in müridi olmuştur ve onu Kayseri'ye şeyh olarak atamıştır. 1835 yılındaki vefatından sonra oğlu Seyyid Ahmet Remzi el-Mevlevi bu idareyi ele almıştır ve şehrin müftülüğü görevi de kendine verilmiştir. Seyyid Ahmet Remzi el-Mevlevi'nin oğlu olan Süleyman Ataullah Efendi de aynı tekkenin şeyhi ve Aykürek'in babasıdır. Bu kişilerin neden tekkede doğdukları ve eğitimlerini babalarından aldıkları anlaşılıyor. 1892 yılında Aykürek bir yıl süre ile İstanbul'a yerleşir ve imparatorluk Hesap Divanı'nda danışmanlık yapar. Bu süre içerisinde Akyürek, Yenikapı Mevlevihanesi'nde kalır. Bu tekkenin o devirde sosyal yaşama büyük etkisi olmuştur. Akyürek; bu görevi tamamladıktan sonra Kayseri'ye döner ve Mevlevi yazarlık ve şairlik yoluna devam eder. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Konya'ya gider ve Büyük Çelebi'nin emri altında burada bir süre yaşar. İzleyen yıl Kütahya Mevlevihanesi'ne şeyh vekili olarak gönderilir. Dokuz ay sonra yine bu hacılık yürüyüşü devam eder ve bu kez de Kastamonu'ya gönderilir. Burada derviş adaylarının eğitimi verilmektedir. 1909 yılında bu asitanede şeyh olur. Ayrıca Konya'daki Büyük Çelebi, onu Halep'teki tekkede tahkikat yapması için görevlendirir. Bu görev sayesinde Akyürek Antep. Urfa, Kilis, Hama, Homs, Şam, Trablusgarp ve Kudüs tekkelerini ziyaret etme fırsatı bulmuş ve sonra buraları Çelebi'ye rapor etmiştir. Tekkeler uzun yolculuklar yapan kişileri ve İslam'ın bir ibadeti olan hacılık görevini yerine getiren kişileri misafir ediyordu; ancak bu tekkelerin Konya'nın kontrolü altında olması kaçınılmazdı. 1913 yılında Aykürek Halep postnişini oldu ve burada Mevlevi hayatını ve uygulamalarını yeniledi, öyle ki meraklı birçok Yahudi ve Ermeni bile artık törenlere kalabalık bir biçimde katılıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Akyürek, Filistin sınırlarında yardım toplamakla meşguldür ve tekkeleri gıda malzemelerin depolanması için kullanılmasına izin verir. Mevlevilerin oluşturduğu bölüğe bizzat kendisi destek verir ve başka Mevlevi askerlerle bir araya gelip Şam'da savaşır. Akyürek, bu sırada da fırsatı değerlendirir ve Emevilerin bir camisinde Mesnevi'yi yorumlar. Savaştan sonra, İstanbul'un en yeni tekkesi olan Üsküdar Tekkesi'ne şeyh olarak tayin olur. Burada yeni ek binalar yaptırır ve Hüseyin Vassaf Efendi ve son Mevlevilerin en büyüklerinden olan, Tahirü'l-Mevlevi diye de anılan Tahir Olgun gibi Sufi düşüncesine yakın yazarlarla dostluklar kurar. Akyürek, tekkelerin kapatılmasından sonra. Üsküdar'daki Selimağa Kütüphanesi'nin müdürlüğüne atanır. Burada kendini Farsçadan tercüme yapmaya ve Sufi eserlerinin liste ve kataloğunu çıkarmaya adar. 1937 yılında emeklilik yaşına geldiğinde Ankara'daki kızının evinde kendi iç yaşantısına çekilir. Burada yazarlık faaliyetlerini sürdürür.


Son yıllarında Konya'ya döner ve 1944'te orada vefat eder. Bu kişinin hayatı, Mevlevilerin hayatlarında meydana gelen devrimi, Osmanlı çağından Cumhuriyet çağına geçilirken yaşanan derin değişimi göstermektedir. Mevlevi şeyhi Akyürek'in bu yolculuklara çıkmasının ve çabalarının sebebi, Mevlevi eserlerinde ve uygulamalarında konu edilen ruhsallığı yaymaktı. Laiklik ikliminde de bu zat, Mevlevi geleneği ile ilgilenmeye devam etti.


Dervişleri yer değiştirmelerinin sebebi, hem içsel arayış yolculukları, hem mistik olan bu kültürün yayılması hem de Mevlevi Tarikatı'nın yönetiminin bunu gerektirmesiydi. Önce Anadolu, sonra da Osmanlı imparatorluğu tarikatın dinamik bir şekilde yayılışının coğrafik ufkunu oluşturdular ve bu yayılma insanların çabalarının sonucudur. Mevlevi Tarikatı'nın faaliyetlerinde somutlaşan değerler ile bu şairane ve mistik geleneği yayma görevi dervişlere verilmiştir. Tarikatın yorumlamış olduğu biçimde Rumi'nin düşüncesinin yayılması dervişlerin eseridir. Bu dervişler tamamen içsel arayışla geçecek bir hayat için doğdukları toprakları terk etmişlerdir.



Ruhani Yetki Düzeni


Tarikatın bütün Anadolu'da ve Osmanlı imparatorluğunda yayılması düzenli ve merkezi bir organizasyonu gerektiriyordu. Birçok tarikattan farklı olarak Mevlevi Tarikatı, en başından beri merkezi yapısını sürdürdü. Merkez ya da Rumi'nin soyundan gelen Çelebi'nin oturduğu Konya'daki tekkeden çıkan ruhsal kutsama, tarikatın diğer öğelerine yayılıyordu. Nitekim tarikatlardaki ruhsal yetki Muhammed Peygamber'den hocalar zincirinin (silsilenin) şeyhlerin temsil ettiği son halkasına kadar inen ve bu halkaları de şeyhlerin temsil ettiği takdis, yani bereket temeline dayanıyordu. "Altın zincir" denen bu aktarım sistemi, tarikatlar için doğru yolda olmanın garantisi ve tarikatın tüm organizasyonunun yöneliminin üzerine kurulduğu ruhsal bir geçerlilik mührü gibidir. Bu ruhsal gücün bir zincir gibi aktarılması, tarikatlar içersinde vücut bulan başka bir geleneksel ögedir. Bu aktarım şeyhe, yani ruhsal öğretmene koşulsuz itaat anlamına gelmektedir. Mürit, mürşidine kör bir şekilde itaat edebilmek için mürşidinin dünyada Allah tarafından, peygamber tarafından ve tarikatın kurucusu tarafından yetki almış olduğuna iman etmiş olması gerekmektedir. Şeyh, yani mürşit ancak Peygamber'den ve tarikatın kurucusundan gelen yetkiyi aracılardan aldıktan sonra, tarikat üyeleri tarafından tam bir vicdanla itaat görür. Burada Muhammed Peygamber'in "ölmeden önce ölünüz" hadisini düşünebiliriz. Bu hadis, bütün Sufi geleneği boyunca eğitimin ve çileciliğin amacı olarak okunmuş ve hatırlanmıştır. Bu sözün anlamı, ruhsal öğretmen tarafından gösterilen ilahi istemin gerçekleşmesi için, bireyin kendi isteklerinden vazgeçmesi ve karşı koymasıdır. Ruhsal olarak yetki aktarımı ile onaya çıkan bu altın zincir, yani "silsile" ve ruhsal olarak şeyhin itaatinin altına girilmesi ile yapılan anlaşma anlamına gelen "biatleşme" Sufilerin hayatların üzerine kurulduğu yapılardır. Bu yetki aktarımı zincirlerin hemen Peygamber'in ölümünden hemen sonra ortaya çıkmış ve bu yetkiyi Şiiliğin kurucusu olan, Muhammed Peygamber'in soyundan gelen Ali sürdürmüştür. Bu kişinin yaşamış olması, tarikatların aslıda Şiiliğin bir ifadesi olduğunu da düşündürür. Bu tamamen yanlış bir düşüncedir; ancak Şiilik ile tarikatların doktrinel yakınlığından ya da Peygamber'in ailesine bir bağlılığın atfı olduğundan bahsedilebilir. Muhammed Peygamber'in Ali'yi "diğer benliği" olarak tanımladığını unutmamak gerekir. Sufilik geleneğinde bu yüzden Ali'nin bu altın zincirin kurucu halkalarından biri olduğuna inanılır.


Mevlevi Tarikatı'nın bu altın zincirinde, diğer birçok Sufi organizasyonunda nadiren karşılaşılan karakteristik bir durum söz konusudur. Bütün tarikatı yöneten ve bütün tekkeleri kontrol eden Konya'daki Çelebi Rumi'nin gerçek varisidir. Diğer tarikatlarda ise bu yöneticinin aldığı ruhsal yetki kişisel yeterliliğine, eğitimine ve öğrencileri yetiştirmesindeki tutumuna bağlıdır. Mevlevi Tarikatı'ndaki bu ruhsal yetkinin kan bağı ile geçmesi hadisesi, yegane istisnadır. Rumi'den sonra Mevlevi Tarikatı'nın öğrencilerini ilk önce yedi yıl süreyle Hüsameddin, onun ölümünden sonra da Bektamar'ın oğlu Keremüddin eğitmiştir. Tarihte bu kişiden pek fazla bahsedilmemekle birlikte, adı Çelebilerin resmi listesinde dahi bulunmamaktadır. Öyle ki Sultan Veled, tarikatın kuruluşunu yazdığı eserinde bu büyük hocadan birkaç satırda bahsetmiş ve Keremüddin'in Hüsameddin'in "yaşayan hatırası" olarak betimlemiştir. 1292 yılında Keremüddin'in ölmesi ile Rumi'nin oğlu olan Sultan Veled, 66 yaşında iken tarikatı yönetme görevini alır. Rumi'nin aile üyelerinin Çelebiliğe devam etmesi konusu hassas bir konudur. Hagiyografik kaynaklara göre, Rumi'nin eşi ve oğlu Sultan Veled -rüyalarında- Sultan Veled'in tarikatın yönetimini bırakması konusunda olağanüstü işaretler aldığı yazılmıştır. Bu olaya sebebiyle. Sultan Veled'in ve ailesinin ruhsal olarak yükü oldukça artmış olmalı, ayrıca yönetmekte oldukları finansal varlıklar da hiç az değildi. Yeni kurulmuş olan bir vakıf gelirlerini idare etmek bir problemdi, çünkü bu vakfın malları Rumi'nin mirasıydı ve ilk olarak Hüsameddin tarafından yönetilmişlerdi. Hüsameddin, istemeden de olsa aile üyelerinin dışındaki biri olarak "Büyük Hoca" ya da Çelebi unvanını aldı. Rumi'nin ailesini hem ruhsal hem de finansal olarak yönetmiş olsa da, bu yönetimin sınırlarını Sultan Veled ve (Rumi'nin eşi Kerra Hatun) ve (kızı) Melike Hatun belirledi. Bu, tarikatın kuruluşunda Rumi'nin ailesinin ruhsal ve finansal olarak yönetimi elinde bulundurmadığını gösteriyor. Bundan dolayı 1292 yılında (bu yıl Rumi'nin hayatında çak önemli bir yıldır) Sultan Veled Mevlevi tarikatı'nın idaresini ele aldı. Sultan Veled ayrıca vakfın yönetimini miras alabilmek için zamanın Selçuklu idarecilerinin beğenisi kazanmak zorunda kalmıştı. O andan itibaren bu iki gücün (Rumi'nin ailesi ve Mevlevi Tarikatı'nın) birbirine karşılıklı olarak bağlılığı daha da belirgin olmuştur. (Işın, 2004, s. 95-8) Neredeyse "soylu" sayılabilecek, Osmanlı hanedanı gibi olan bu ailenin, bu kuruma verdiği eğitim, tarihi olarak çok önemlidir. Ancak bu durumun nasıl meydana geldiği hagiyografik yazılarda bulunmamakladır. Rumi'nin aile üyelerinin tarikatın maddi ve manevi yöneliminin yalnızca kendi ellerinde olması arzusu açıkça belli oluyor. Bunun mümkün olması, kendilerinin politik güçlere destek verip ve karşılığından aynı desteği almalarına bağlıdır. Selçuklular zamanında kurulmaya gayret edilen bu ilişki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kendilerine karşı olan öğelere rağmen devam etmiş olmalı. Tarikat, Osmanlı toplumunun kumaşına uyum sağlamak için bazı zorluklarla karşılaşmıştır. Çelebiler tarafından oluşturulan otorite, padişahların dikkat etmesi gereken bir tehlike olarak görülmekteydi. Sultan Veled bu durumda yalnızca ailesinden kalan mirasın yönetiminin idaresini ele almakla kalmadı, bazı ritüelleri geliştirerek organizasyona bir tarikat yapısı da kazandırdı.


Sultan Veled 1292'den 1312 yılındaki vefatına kadar artık bir tarikata dönüşmüş olan Mevlevi Tarikatı'nı yönetir. Yönetimi ondan sonra oğlu Ulu Arif (ölm. 1320) ele alır. Rumi'nin tonunu olan Ulu Arif, "Çelebi" unvanını ilk taşıyan kişidir. Moğolca ya da Doğu Türkçesi kökenli olan bu kelime "ünlü, saygıdeğer kişi" anlamına gelir. Bu kelimeler o dilde Tanrı'yı betimlemek için de kullanılırdı.


Merkezi yönetimi ile garantilenmiş olan tarikatın birliği, gelişime ve yayılmaya imkan sağlamış ve birçok tekkeler açılmıştır. Büyük hocanın bu gelişme ile politik bir rol üstlendiği doğrudur. Yanlış olan bazı tarihsel söylentilere göre, tahta çıkan padişahın yetkisinin sembolü olan kemerini Eyüp Sultan Türbesi'nde Çelebi bağlarmış. Bu tarihin görkemi konusunda yeni şeyler uydurmaya gerek yoktur, çünkü zaten tarikatın yönetimi ve Çelebiler ile Padişah arasında çok iyi ilişkiler vardı. Yıllar geçtikçe tarikat ile Babıali arasındaki ilişkiler karşı karşıya geldikleri zamanlarda dahi devam etti. Hacı Mehmet Çelebi'nin not ettiği, 19. Yüzyılda vuku bulan Padişah'ın reformlarına tarikatın karşı çıkmasından daha zor bir durumla da karşılaşılmıştır. 1583 yılında Ferruh Çelebi, vakıfların tekkelerin taşınır ve taşınmaz mallarını yönetmesi konusunda çıkan bir problem neticesinde görevinden alındı ve birkaç yıl sürgüne gönderildi. İzleyen yıllar içinde de politik otoritenin direkt müdahalesi sürmüştür. Çelebi pozisyonu, 19. yüzyılın sonuna kadar padişahın kontrolü altında kalmıştır. Ancak Divan-ı Hümayun'un, Meclis-i Meşayih'e (Şeyhler Kurulu) bütün tarikatları idare etme yetkisi verdiği reforma kadar bu durum devam etmiştir. Meclis-i Meşayih, Şeyhülislam'ın kontrolü altında bir kuruldu. Şeyhülislam Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam'a uygun hareket etmesinin garantisiydi ve Çelebilerin atamasını artık o yapıyordu. 19. yüzyılın sonuna kadar bu durum sürdü. Daha sonraki dönemde tarikatlar, Divan-ı Hümayun nazarındaki güçlerini kaybetmeye başladılar. Bunun en büyük sebebi de, tarikatların şeriatın uygulanması açısından daha serbest olduklarına inanılmasıydı. Tüm olup biten bu değişiklikler Çelebi'nin önemini azaltmadı, daha da arttırdı. Çünkü artık bu sistem uyarında her tekkenin şeyhini resmi olarak Çelebi atıyordu.


Mevlevi Tarikatı'nın faaliyetleri iki türdeydi. Birincisi yönetmekti. Bu yönetim intisap alanındaki manevi idareyi de kapsamaktadır. Bu yönetimi Çelebi ve onun bütün dünyada atadığı şeyhler temsil etmekteydi. Her tekkenin şeyhine postnişin, yani "hocalık makamına sahip olan", Çelebi'nin ya da Rumi'nin vekili denmekteydi. Konya'da Çelebi'nin direkt idaresi altında bulunan ve ona hizmet eden, ruhsal olarak ona önderlik de eden Sertarik (tarikatın başı) ya da Tarikatçı dede bulunurdu. Çelebi bütün tarikatın işleri ile meşgul olurken, bu kişi Konya Mevlevihanesi'nin bütün faaliyetlerinin idaresinden sorumluydu. Bu rol diğer tekkelerde de Sertabbuh (Başaşçı) ya da Aşçı dede adı altında mevcuttu. Yılların geçmesi ile bu unvan değişti ve Kazancı dede'ye dönüştü.


Mevlevi Tarikatı, bu yönetim sisteminin yanı sıra diğer tarikatlar gibi ruhsal intisap faaliyetlerini bir eğitim düzeni ile yürütürdü. Mevlevi eğiliminin başında, bu hayata sempati duyan (muhib), bir grupla birlikte eğitime başlamak için başvururdu. Başvurusunu takiben 1001 gün sürecek olan, çetin denenmelerle dolu çilesini çekmeye başlardı. Çile çekmeye başlayan adaya ilk üç günlük denemeden sonra "çilekeş" ya da "matbahcan" (mutfak insanı) denirdi. Ruhsal kanunları öğrenme aşaması, sembolik olarak mutfakta çalışmaya ve yemek hazırlamaya benzetilirdi. Aday, inisiyatik öğrenimine başlamadan önce mutfakta çalışarak zaman geçirirdi. Bu çile döneminin sonunda tam anlamıyla derviş ya da dede olunurdu. Eğer bu kişide gerçek bir ruhsal öğretmen karakterinin olduğuna kanaat getirilirse, daha sonra halife unvanı da verilebilirdi. Postnişin denilen tekkelerin şeyhleri en iyi “dede" ve "halifeler"den seçilirdi. Yönetim ve ruhsal yol göstericilik olarak tanımlayabileceğimiz bu iki faaliyet, Mevlevi Tarikatı'nın aydınlatıcı yolunu izleyenler için uyumlu bir şekilde iç içe geçmiştir. 18. yüzyıldan itibaren bu temel yapı üzerinde bazı değişimler görülmeye başlanmıştır. Rumi'nin soyundan gelen kişilerin tarikatın bütünlüğünü sağlama görevi sürerken, bazı tekkelerde de aynı soydan gelen birçok dervişin şeyh olduğu vuku bulmuştur. Zarcone'nin de yazdığı gibi (2007), 18. yüzyıldan sonra bazı tekkelerdeki şeyhlerin atanması, ruhsal kabiliyetleri ve yeni öğrencileri yetiştirebilme özelliklerine göre olduğu kadar, babadan oğula geçen bir sisteme de bağlı olmuştur. Mevlevi Tarikatı'nda bu konuda karma bir sistem izlemiş olup, her tekkenin tek bir hanedanın kontrolü altında olması eğilimi ortaya çıkmıştır. Yenikapı Mevlevihanesi buna örnek olarak gösterilebilir. Nitekim 18. yüzyıldan itibaren buranın şeyhi hep aynı aileden gelmiştir. Bu durumun ailelerin kendi iç stratejileri mi olduğu, yoksa tekkeleri daha iyi kontrol etmek de daha çok destek bulmak için tarikatın merkezi tarafından izlenen bir yol mu olduğu sorulması gereken bir sorudur. Tekkelerin şeyhlerinin kendilerini belirlemesi tüm tarikatlar dahilinde 19. ve 20. yüzyıllarda görülen radikal bir değişimdi. Bu değişim sadece içsel dinamikleri etkilemedi, kanunlardan uzaklaşılıyormuş gibi görüldü, bütün tarikatların eleştirilmesine genel kapı açtı ve sosyal baskıların artmasını sağladı. Bazı entelektüeller -Sufizme yakın olsalar da- tarikatların 1925 yılında kapatılmaları sebepsiz olmadığını, bazı uygulamaların bozulmasının buna sebep olduğunu söylediler. Sufi doktrininin temel öğeleri olan tekkelerin yönetimlerinin ve ruhsal yetki aktarımının bu şekilde, devrim niteliğinde değişmesi, ruhsal mertebelerin artık pek de saygı duyulmadığı bir organizasyon sistemi olarak görülmelerini sağladı.


Birçok kez Çelebiler, manevi güçlerini kullanarak sosyal problemlerin çözümü için baskı yaptılar. Örneğin 19. yüzyılın ortalarında Konya'da Sille şehrinden Anasti isimli bir Rum Ortodoks tüccar, ekonomik olarak öne çıkmıştır ve Süleyman Bey ile rekabete girişir. Anasti, İstanbul'daki Konya kökenli Müslüman dostlarının yardımı ile Süleyman Bey'i şehirden uzaklaştırmayı başarır. Süleyman Bey, yıllar sonra Konya'ya dönecektir. Çelebi o anda devreye girer ve Süleyman Bey'i üzmeyecek bir şekilde durumu çözmeye çalışır; ancak sonuçta Anasti'nin sebepleri haklı görülür. (Tuş, 1996)



Değinilmesi gereken diğer bir olay da yakın zaman önce gün yüzüne çıkmıştır. Konya'da tarikatın başlığı olarak sikke isimli konik yapıdaki başlıklar yayılmaya başlar. Sadece tarikat üyelerine yönelik olan vergi muafiyetinden yararlanmak isteyen, Mevlevi Tarikatı üyesi olmayan kişiler de bu başlığı takmaya başlarlar. O zaman yine Çelebi devreye girer ve bu durumun yasal olmadığını ve cezalandırılması gerektiğini duyurur.


Yayılışın Önemli Kişileri


14.yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren Mevlevi Tarikatı'nın şanlı gelişim döneminin en önemli kişileri Sultan Veled, oğlu Ulu Ahmet Çelebi ve Mehmet Divane Çelebi'dir. Bu üç kişi tarikatın tarihini altın harflerle yazdılar. Sultan Veled, tarikatın yönetimini üstlendiği yıllarda sağlam temelli bir organizasyon oluşturmak için çaba sarf etti ve ruhsal olduğu kadar materyal de olan mirasının güvenliği için çalıştı. Rumi'nin vefat etliği 1273 yılından kendisinin vefat ettiği 1312 yılına kadar babasının düşünlerini yorumladı ve bu şekilde tarikatın temellerini oluşturdu. Ancak 1292 yılında tarikatın başına geçti. Yazılarından da anlayacağımız gibi, Sultan Veled'in tarikattaki yönetimi boyunca hem erkek hem de kadın izleyicilerinin sayısı oldukça arttı. Öğrencilerin çok oluşları nedeniyle hepsini Konya'daki Mevlevihane'ye kabul etmeleri mümkün olmuyordu. Hepsi için iyi bir eğitim de verilemiyordu. Bu yüzden Sultan Veled kendine vekiller (halifeler) atadı. Bu vekiller, büyük hocayı temsil ve ona aracılık ediyorlardı. Anadolu'daki ilk tekkeler Aksaray ve Kütahya'da kuruldu. Sultan Veled hemen buralara birer vekil atadı. Sultan Veled'in "şehirlerin kraliçesi" dediği ve Eflaki'nin yazılarına göre Rumi'nin "kutsal ve bereketli şehir" diye betimlediği Konya tarikatın yayılışının merkezi ve bu misyonerlik atılımının çıkış noktası olmuştur. Tüm Mevleviler o şehre gelip havasını soluyarak ruhsallıklarının kaynağı ile kucaklaşmışlardır. Sultan Veled'in öğrencilerine miras olarak bıraktığı sadece yazılan değil, aynı zamanda Mevlevi Tarikatı'nın organizasyonel yapısıdır.


Sultan Veled'in oğlu Ulu Arif Çelebi, tarikatın yönetimini babasının öldüğü 1312 yılından 1320 yılındaki vefatına kadar sürdürür. Önceleri bekar kalmayı tercih etse de, ilerleyen yıllarda Amire Kayser Tebrizi'nin kızı Devlet Hatun ile evlenir. Bu evlilikten iki oğlu doğar: Emir Alem ve Emir Adil. Ulu Arif bölgedeki yöneticilerle saygıya dayalı ilişkiler kurmayı başarmıştır. İlişkide olduğu politik yöneticilerden biri, İlhanlı Valisi Argun'un kardeşi Gaykatu'dur. Ulu Arifin verdiği dini dersler, Gaykatu'nun karısının dikkatini çekmiştir. Bu hanım, Çelebi'nin öğrencisi olmak istemiştir ve bu yüzden Çelebi bu hanım ölene kadar Erzurum'da yaşamak zorunda kalmıştır. Sultan Veled'in hayatı hakkındaki bilgileri bize sunan yazar Eflaki de Ulu Arifin mürididir. Ulu Arif, politik yöneticilerle kurduğu güzel ilişkilerin yanı sıra Anadolu'nun her yerinde kurulmuş olan Mevlevi tekkelerini ve diğer Sufi tarikatlarının tekkelerini de çok kez ziyaret etmiştir. Hagiyografik yazılara göre Anadolu'da ziyaret edip tarikatı teftiş ettiği yeder şunlardır: Afyonkarahisar, Denizli, Eğirdir, Tavşan, Alanya, Antalya, Akşehir, Amasya, Akdağmadeni, Tokat, Kayseri, Sivas, Erzurum, Bayburt.


Oldukça etkileyici olan Ulu Arif, kaynağı şüpheli ve ona atfedilen şiirler dışında yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Mevlevi Tarikatı'nın başlarında Şiiliğe olan atfın kaynağının sahibi olarak da görülen bu Çelebi'ye de Şemsi denmiştir, çünkü Şems'e büyük bir bağlılık içindedir. Şeriat'a bağlılık, Sultan Veled'in karakterine atfedilen öncül bir özelliktir. Bu yüzden tarikatın bir koluna Veledi denmiştir. Ulu Arifin Şiiliğe olan yatkınlığı konusunda çok açık deliller olmasa ela tarikatın içinde buna inanılır. Onunla aynı çağda ve birkaç yıl sonra yaşamış olan yazarlar. Ulu Arifin Şiilik öğretisine ve ritüellerine çok yatkın olduğunu yazmışlardır. Babası İran'da okumuş olan Şahidi İbrahim Dede (ölm. 1550), okul hayatını ilk başta sevmemiş, serbest bir hayatı tercih etmiştir. Ancak daha sonra Konya'da Lazkiye dervişleriyle karşılaşmış ve tarikata katılmıştır. Kısa sürede Şahidi, tahta çıkması düşünülen padişahların gönderildiği sancak olan Manisa şehrindeki tekkenin şeyhi olmuştur. Şahidi, tarikatın başlangıç aşamalarında çok etkisi olan Divane Mehmet Çelebi'yi de (ölm. 1545) tanır ve onun öğrencisi olur. Bu kişiler hiç şüphesiz Mevlevi uygulamalarının ve sembollerinin ilk uygulayıcıları ve teorisyenleridir. "Divane", deli adam demektir ve onun çok yönlülüğünü ifade eder. İsmi bile semboliktir. Divane Mehmet Çelebi'ye, semayı mistik ve derinlemesine yorumladığı için "Semai" de denmiştir. Bir diğer unvanı da “Yorulmaz Gezgin"dir. Anadolu'nun büyük kısmını gezer; Arabistan'a, bugünkü Irak ve İran'a da gider. Geleneğe göre şu tekkeleri o kurmuştur: Lazkiye (Denizli), Eğirdir, Sandıklı, Muğla, Burdur, İstanbul (Galata). Halep, Kahire, Cezayir ve bazı diğer tekkeler. Yine hagiyografik kaynaklara göre bu yeni tekkelerden bazılarına ruhsal öğretici ve yönetici olmaları için ilk şeyhleri kendisi göndermiştir. Divane Mehmet Çelebi'nin düşüncelerini ve kişiliğini oluşturan derin bir ruhsallık geleneğinden bahsetmek mümkündür. Mevlevi Tarikatı'nın içindeki değişik eğilimleri anlamak için örnek alınabilecek bir yazar olduğu da söylenebilir. Divane Mehmet, felsefenin ve mistik düşüncenin Arap alfabesinin harfleri ile açıklandığı "Hurufilik" öğretisinden de etkilenmiş olabilir. Her harfe verilen sayısal değer, harflerin oluşturduğu hayvan, insan ve ilahi varlık figürleri bu öğretinin temellerini oluşturur. Resmi olmayan ve dışsal uygulamalarına göre derviş sayılmayan Kalenderi ve Melami dervişleri de bu öğretiye inanmaktadırlar. Bu iki grup Mevlevi Tarikatı'nın en eski geleneklerini sürdürmüşlerdir, saçlarını ve kaşlarının bir kısmını kazımak gibi. Divane Mehmet Çelebi'nin bazı düşünceleri Bektaşi felsefesine de yakındır. Bu Çelebi, hiç şüphesiz tarikat boyunca benzersizdir. Açtığı birçok vakfın yanı sıra Mevlevi semasını ve tarikatı yorumladığı meşhur şiirlerinden oluşan edebi bir eser ve bir tarikat şeması da bırakmıştır. (Ilgar, Sarı, 2008, s. 143-82) Divane Mehmet Çelebi'nin öğrencileri arasında olan Yusuf Sineçak (ölm. 1546), Şiilik eğilimi ile ve kurucularının şahsına olan bağlılığı ile bu Çelebi'ye en yaklaşan mürit olmuştur. Yusuf Sineçak Sultan Veled'in Rebabname adlı eserini yeniden uyarlayan ve Mesnevi'nin en manalı beyitlerini toplayan yazardır.


Hiç şüphesiz tarikatın ilk döneminde Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi ve Divane Mehmet Çelebi dışında da dinamik, atılgan ve tarikatın yayılmasında etkili olan başka kişiler yaşamıştır. Ekrem lşın'ın da (2003,1515) belirttiği gibi, bu yazarlar ile Mevlevi Tarihi'nin kuruluşunun ilk faslı kapanmıştır. Divane Mehmet Çelebi'nin 1545"teki ölümünden sonra Mevlevi Sufiliği Osmanlı egemenliği altında bir istikrar dönemine girer. İstanbul'daki ilk tekke 1491 yılında açılmıştır.-Ekrem lşın'a göre, tarikatın üçüncü ve son faslı 1545 ila 1592 yılları arasında yaşanmıştır. Tarikatın bakış açısına göre bütün bu süreç tek bir “çağ" olarak görülür. 19. yüzyıl boyunca yaşanan değişim, bu çağın en son dönemidir. 16. yüzyıldan 18. yüzyılın sonuna kadar geçen süreçte İsmail Rusühi Ankaravi (ölm. 1631) Mevlevi tarihine büyük etki etmiştir. Ankara kökenli olan Ankaravi, gözlerinde muhtemelen katarakt olduğu için Rumi'nin türbesine gider ve şifa bulmak için dua eder. Şifa bulduktan sonra Rumi'nin tarikatına girmek için arzu duymaya başlar. Ankaravi eğitimine Konya'da başlar, kısa zaman içinde çok bilgi sahibi olur ve ruhsal olarak derinleşir. O kadar ilerler ki, başkentteki Galata Mevlevihanesi için bir şeyh gerektiğinde büyük hoca Bostan Çelebi onu bu tekkeyi yönetmek için gönderir. Bu tekke dervişlerin Avrupalı gezginlerle iletişim kurduğu çok özel bir konumdadır. Ankaravi'nin biyografisi hakkında pek bilgi bulunmamaktadır, daha çok seyahatlerine ilişkin söylentiler vardır. Hagiyografik yazılarda Ankaravi'nin Kahire'de bir süre bulunduğundan ve burada doğmakta olan tehlikeli bir hareket ile mücadele ettiğinden bahsedilir. Başka bir varsayıma göre de Ankaravi Kıbrıs'a gitmiştir. Kahire'de zaman geçirmiş olması daha anlaşılır olsa da Kıbrıs'a gitmiş olmasını ispatlamak güçtür. Her durumda da Ankaravi'nin gerçek ufku başkenttir. Bu şeyh tam yirmi bir yıl boyunca padişahın sarayının tam karşısındaki tepede bulunan Galata Mevlevihanesi'ndeki müritlerine hocalık yapar. Ankaravi, bu mürşitlik yılları boyunca Rumi'nin Mesnevi adlı eserini yorumlar ve müritlerine büyük yazar Rumi'yi tanıtır. Altı ciltlik Mesnevi üzerine yazılmış olan yedi ciltlik yorum (bir cilt apokalif olan bir eser üzerine yazılmıştır), bir başyapıt sayılır. Ankaravi, bunun dışında başka birçok eser daha yazmıştır. Bu eserlerden bazıları Mevlevi uygulamalarını korumak amacı ile kaleme alınmıştır. Mevlevi Tarikatı'nın hayat ve uygulamaları üzerine yazdığı eser tarikat tarihinde tektir. Yazdığı diğer bir eser olan Minhac'ül Fuhard (Fakirlerin El Kitabı), Mevlevi edebiyatı için bir başyapıt olmasından ziyade, Tarikat üyelerinin tarihlerindeki çilecilik yolu ve uygulamaları hakkında sahip oldukları en önemli eserdir. Bu eser üç bölüm halinde yazılmış olup Mevlevi olmak isteyen müminlerin hayatlarını analiz eder, sema başta olmak üzer bütün ritüellerin sırlarını açıklar. Divane Mehmet Çelebi döneminde bu kadar derin. sema'daki sembolleri açıklayan ve bu kadar sağlam felsefi temelleri olan metinler yoktu. Mevlevi Tarikatı, Ankaravi ile birlikte doktrinel olarak zirvesine ulaşmış, doğasındaki yüksek bilinci idrak etmiş ve Sufilik yolunun Yüce Allah ile birlik olmaya bir hazırlık olduğunu anlamıştır. Ankaravi sayesinde Mevlevi Tarikatı, Rumi'nin eserlerinin yayılmasının önemini çok iyi anlamıştır. Ankaravi, Mesnevi'yi Osmanlıcaya ilk tercüme eden ve yorumlayandır. Osmanlı İmparatorluğu'na matbaanın gelmesi ile basılan ilk kitaplar arasında Ankaravi'nin kitapları da vardır. Bu eserler sadece başkentte değil, Kahire'de de basılmıştır. Bugün eserleri güncel dile tercüme edilmiş ve düşünceleri araştırmacılar, din adamları ve sevenleri tarafından okunabilir olmuştur.


Mevlevilik doktrini, Ankaravi'nin yazıları dışında Divan edebiyatının bir temsilcisi olan Neşati'nin (ölm. 1674) yazılarının da genel temasıdır. Tarikat dahilinde edebi eserler yazan bir diğer kişi de Esad Galip Dede'dir. (ölm. 1799) Bu zat, Galata Mevlevihanesi'nin şeyhi olmanın yanı sıra Rumi'nin eserlerinin başarılı bir yorumcusu ve çağdaşı olan 3. Selim'in eserleri ile paralel olarak, beyitler halinde yazılmış çok önemli bir eserin yazarıdır. Tarihin o döneme atfettiği politik ve sosyal duruma uygun olarak, Galip Dede de aynı reformu edebiyat alanında yapan bir Mevlevi'dir. Edebiyat ve sanat alanındaki bu istikrarlı dönemden sonra, Mevlevi Tarikatı bir durgunluk dönemine girdi ve Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerin zorlaşması bu dönemi çok etkiledi.


19.yüzyılın sonlarına doğru tekkelerin yönetimine hanedanlar gelmiştir. Örneğin Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhleri her zaman Ebubekir Dede'nin (ölm. 1775) torunları arasından atanıyordu. Bu prestijli Mevlevihane'nin son şeyhi Abdulbaki Dede (ölm. 1935) olmuştur. Pek meşhur olan Mehmet Ataullah Dede'nin (ölm. 1910) babası Kutretullah Dede (ölm. 1871), Ebubekir Dede'nin torunudur.


Ataullah Dede, 1842'de Galata Mevlevihanesi'ndeki "Şeyh Haremi”nde dünyaya gelir. Galata semtindeki okulları bitirdikten sonra Beyazıt Camisi'ne yakın bir okulda din eğitimi alır. Bu sırada Doğu dillerini öğrenir, felsefe ve müzik derslerine katılır. 1871-72 yılından, vefat ettiği 1910 yılına kadar Galata Mevlevihanesi'ni yönetir ve bu yıllar içinde dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilere özel bir alaka gösterir. Avrupa kültürüne ve felsefesine özel bir merak beslemektedir. Fransızca ve Almanca bilmesi, dönemin önemli felsefi ve sosyolojik eserlerini okuyabilmesini sağlar. Comte ve Durkheim gibi yazarların eserlerini okur. Finansal bir kriz nedeni ile parça parça satılmış olan özel kütüphanesi büyüklüğü ile bu adamın engin kültürünü ve Osmanlı döneminde Mevlevi dervişlerinin tipik özelliklerini yansıtıyor. Ataullah, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı kültürüne bağlı bir biçimde kalarak İngiliz Masonluğuna yaklaşmıştır. İstanbul'da 1861 ila 1895 yılları arasında aktif olan Birleşik İngiltere Büyük Locası'na dahil olmuştur. Bu loca, yine İstanbul'da bulunan ve ateizme yakın olan Büyük Doğu-Fransa isimli locadan farklı olarak Tanrı'ya inandığını ifade ederdi. Ataullah, 10 Mart 1870'te 26 yaşında iken Bulwer Locasına "Atta Efendi" adıyla kaydoldu, meslek kısmına da "derviş" yazıldı. Loca, yönettiği tekkeden uzakta olmadığı için ulaşımı kolaydı, iki bina da Haliç'e bakan Pera Tepesi'nin zirvesindeydi. Ataullah burada sadece kendisi gibi Türklerle değil, Hıristiyan olan Rumlarla, Ermenilerle ve diplomatlarla da karşılaştı. Büyük bir oryantalist olan İngiltere Başkonsolosu John Peter Brown (ölm. 1872) ile arkadaşlık eder. Bu zatın, dervişler ve Müslüman mistisizmi hakkında bir kitap yazdığı bilinmektedir. Brown, sahip olduğu bilgileri hiç şüphesiz Galata Şeyhi'nden almıştır. Zarcone'nin kitabına (2007) göre Ataullah, Avrupalıları tekkesinde misafir etmekteydi. Jeolog Maria Montessori'nin amcası, rahip Antonio Stoppani (ölm. 1891), Doğu'ya yaptığı seyahati günlük biçiminde yazıp Milano'dan Şam'a, Milanolu Bir At Arabasının 1874 Yılı Anıları ismiyle bastırmıştır. Stoppani, kitabında Ataullah ve kendilerine "dönen dervişler" diyen Mevlevilerle karşılaşmasından bahseder ve semayı tarif eder.


İranlı Hacı Muhammed Ali Pirzada, bir Sufi olan Mirza Safa ile yaptıkları seyahatte Ataullah ile karşılaşmasını anlatır. Ancak bu anlatı, Stoppani'ninkinin aksine, Galata Şeyhi hakkında bir hayli bilgi içerir. İranlı yazar, Ataullah'ın Masonluğa bağlılığından, çok donanımlı ve çok dil bilen biri olduğundan bahseder. Ataullah sayesinde Mevlevi Tarikatı farklı sosyal ve politik durumlara adapte olma kapasitesini prova etmiş ve diğer ruhsal ve ezoterik kültürler ve tecrübelere açık olduğunu göstermiştir. 16. yüzyılda tarikata nasıl Şiilik etki ettiyse, 19. yüzyılın sonunda da (sadece Mevlevi Tarikatı için geçerli değil) Avrupai düşünce ve Batı'nın ezoterik formları etki etmiştir. İdeolojik olarak bu kadar açık fikirli olan Mevleviler, 19. yüzyılı da kendilerini, manevi yollarını aramaya adayarak geçirdiler.


Yukarıda bahsedilen yazar Ahmet Remzi Aykürek haricinde, Tahir­ ül Mevlevi (Olgun, ölm. 1 951) ve talebesi Avni Konuk (ölm. 1938) gibi Mevlevi yazarlar da yaşamışlardır. İkisi de Rumi'nin Mesnevi eserinin başyapıt değerinde birer yorumunu bırakmışlardır. Tahir-ül Mevlevi, eserini tamamlayamamış, eser ancak bir öğrencisi tarafından tamamlanabilmiştir. Şefik Can (ölm. 2005), geleneksel okula bağlı bir yazardır ve XX. yüzyılda birçok yorumcunun beslendiği görüşleri ortaya atmıştır. Avni Konuk, Osmanlı Sufiliğinin çok önemli bir kişisi olan Esad Dede (ölm. 1911) vasıtası ile tarikatı tanır. Avni Konuk ve Esad Dede, unvanı "Mesnevihan" olan, yani Mesnevi'yi sözel olarak yorumlamak geleneğinden gelen Eskişehir Tekkesi'nin şeyhi olan Hasan Hüsnü Dede'den Mesnevi'yi okuyup yorumlamak için icazet almıştır. Esad Dede, İstanbul Çayırlı'da bulunan Kur'an Kursu'nda yaşadığı sırada Rumi'nin başyapıtını okumuş ve yorumlamıştır. Dönemin diğer bir büyük zatı olan Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhi Osman Selahaddin Dede (ölm. 1888) ile tanışmasının akabinde tarikata girmiştir. Avni Konuk, başkent olan İstanbul'da Esad Dede ile iletişime geçer ve ondan eğitim alır. Esad Dede, İstanbul'da bulunan Çayırlı Kur'an Kursu'ndaki öğrenciliği sırasında Rumi'nin başyapıtını okumuş ve yorumlamış, akabinde de dönemin önemli bir şahıs olan Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhi olan Osman Salahaddin Dede (ölm. 1888) ile tanışıp tarikata girmiştir. Avni Konuk, başkent olan İstanbul'da onun öğrencisi olur, Mesnevi'yi öğretmek için kendisinden cesaret ve icazet alır. Avni Konuk, Mevleviliğin bu en önemli eserini detaylı olarak yorumlamanın yanında lbni Arabi'nin en büyük temsilcisi olduğu Anadolu Sufilik ekolünün en önemli eserleri ile de meşgul olmuştur.


19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısı, birçok eser bırakmış olan önemli kişilerin sahneye çıktığı dönemlerdir. Sezai Küçük, kitabında (2003) bu dönemin tarihini Mevlevihaneler ve şehirler bazında incelemiş, hala canlı olan ancak yavaşlama devresine giren tarikatın tablosunu çizmiştir.


Mevlevilerin faaliyetleri, birçok kapatılma girişimi karşısında bazı dönemlerde yaşamaya devam edebilmek için umutsuz bir çığlık gibi yükselmiştir. Böyle kötü durumlarda yükselen nadir seslerden biri, bazen Çelebi'nin kendisi bile olmuştur. Jön Türklere destek veren lzbudak Veled Çelebi'nin (ölm. 1953), bir tekkenin kapatılmasından yakındığı makalesi, 1926 yılında ileri Dergisi'nde "Birbirimizi Kırmayalım" başlığı ile yayımlanmıştır. Bu, Sufi geleneğinin ve tarikatın kurtulması için son Çelebi'nin umutsuzca attığı bir çığlıktı.



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak