2 Nisan 2023 Pazar

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-2

 Abbasiler Devleti (H. 132-656/M. 749- 1258)


Abbasiler devletinin birbirinden çok farklı iki dönemi vardır.



Abbasilerin Birinci Devri (H. 132-218/M. 749-833)


Parlak dönem de denilen bu devir H. 132/M. 749'de kuruluşundan H. 218/M. 833 yılında yedinci Abbasi halifesi Me'mun'un son günlerine kadar devam eder. Devlet bu dönemde en yüksek ve ihtişamlı dönemini yaşamış ve sözünü ettiğimiz medeniyet, yani lslam medeniyeti bu zamanda kurulmuştur. Bu devirde lslam devletinin zenginlik ve refahı diğer lslam devletlerinin hiçbir zaman ulaşmayacağı seviyeye ulaşmıştır. Asıl konumuz işte bu refah dönemidir.


Abbasilerin ikinci Dönemi (H. 218-656/M. 833- 1258)


Bu devre duraklama ve gerileme veya düşüş (inhitat) devri adı da verilmiştir. H. 218/M. 833'te Mu'tasım'ın hilafetinden başlayarak Abbasi devletinin Bağdat'ta yıkılışına (H. 656/M. 1258) kadar devam eder. Bu dönemde lslam medeniyeti gerilemeye başlamış, devletin gücü ve zenginliği azalmış, Moğol istilası sonunda tamamen yıkılmıştır.


Abbasiler Devletinin Kuruluş Nedenleri


Hilafet, Raşid Halifelerden Emevilere geçince, dini şekilden dünyevi bir şekle döndüğü gibi Emevi halifeleri de zenginlik ve maddi güç dışında başka şeylere önem vermemeye başlamışlardı.


Bunun dışında Emevilerin Arap ırkçılığı ve diğer milletleri aşağı görücü ve rahatsız edici politikası, hatta bunlar içinde Müslüman halka karşı yaptıkları zulüm ve eziyetler vardır. Tüm bunlara haraç toplarken yapılan haksızlık ve baskılar da eklenince Emevi yandaşları dışında hemen bütün unsurlar, Emevi idaresinden kurtulmak için idareye ve halifeye muhalif bütün siyasal eylemlere destek vermişlerdir. Emevilerden en çok şikayetçi olan topluluk da mevali denilen Arap olmayan Müslümanlardı. Emeviler bunları piyade, maaşsız ve ganimetlerden pay vermeksizin savaşa göndermek dışında önemli bir işte görevlendirmiyorlardı. Emevilere karşı oluşan muhalif grubun lider kadrosu mevalinin bu durumundan kendileri lehine faydalandılar. Mevalileri davet ederek onlara maaş bağlayarak maddi destekte bulundular ve muhalefet hareketinde önemli rol oynamalarını temin ettiler. Bunu ilk başlatan kişi, Hz. Hüseyin'in, katillerinden hesap sormak ve intikam almak amacıyla H. 66 yılında Küfe'ye giden Muhtar b. es-Sakafi idi. Muhtarın bu hareketi, yani Arap olmayan mevaliyi ön olana çıkartması, Araplar için incitici ve onur kırıcı bir durum gibi algılanmıştır. Bu nedenle "Muhtar mevalimizi şımarttı. Atlara bindirdi. Bize verilmesi gereken maaşları onlara dağıttı" deyince, Muhtar "Peki mevaliyi bırakayım. Ganimet ve maaşları da size vereyim. Emeviler aleyhine benimle beraber savaşır mısınız?..." diye sordu. Araplar bu son öneriyi aralarında tartıştıktan sonra aralarından birisi "Eğer beni dinleyecek olursanız, Muhtar'la beraber savaşmayınız. Eğer aranızda bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa birbirinize düşman olmanızdan korkarım. Muhtar'la birlikte bahadırlarınız ve süvarileriniz var. Fazla olarak köle ve mevaliniz de onunla birlikte ve beraberler. Mevaliniz size düşmanınızdan daha çok kin ve düşmanlık besler. Sizinle, Arap şecaati ve Arap olmayanların düşmanlığıyla savaşırlar. Perişan olursunuz" görüşünü belirterek Muhtar'ın önerisini reddettiler.

Mevalinin destek verdiği bu ayaklanma ve karışıklıklar arasında, Araplar arasında da Emevi aleyhtarları gün geçtikçe çoğalmaya başlamıştı. Hatta hilafet için Kureyş'ten olmak şartı olmadığı düşüncesi de telaffuz edilmeye başlanmıştı. Ancak, bu düşünce Müslümanların zihinlerine birkaç yüzyıl sonra yerleşebilmiştir. O dönemde hilafeti isteyenlerin hemen tamamı Peygamber'in neslinden, özellikle de Peygamber'in damadı ve amcasının oğlu olan Hz. Ali soyundan gelen Şii veya Aleviler ile Peygamber'in amcası Abbas'ın soyuna mensup kişilerdi.


Horasanlılar anlatılan nedenlerden dolayı Emevilere en kızgın topluluğu oluşturuyordu. Bunlardan Ebu Müslim Horasani, Abbasiler adına hilafeti ele geçirmek için bayrak açınca duraksamadan emri altına girip Abbasilere destek verdiler. lslam ülkesinin her köşesinde bu durumu izleyen gayr-i müslimler de Abbasilere destek vererek ayaklandılar. Neticede Emevi devleti yıkılarak yerine Abbasiler geçmiş oldu. Başkentlerini kendilerine büyük destek verenlere daha yakın olan Irak'ta kurdular.

Abbasiler, Emevilerin yıkılış nedenlerini iyi bildiklerinden ondan ders alarak, olası bir tehlikeye düşmemek için İranlılardan asker ve taraftar edinmeye büyük özen gösterdikleri gibi, İslamiyet'in temel dayanağı olan Arap asabiyetini de korumak amacıyla Rebia ve Mudar kabilelerinden seçme askerler görevlendirmeyi de sürdürmüşlerdir.


Bununla birlikte her iki unsuru aynı anda memnun edemiyorlardı. Abbasiler hal ve maslahat gereği İranlılarla kaynaşmaya ve onlara benzemeye mecbur kalmışlardır. Hatta onlar gibi elbise giymeyi zorunlu hale getirmişlerdir. Bunu ilk başlatan H. 153/M. 770'de halife Mansur olmuştur.


Mansur, halkı oldukça uzun olan lran külahını giymek zorunda da bırakmıştır. Söz konusu dönemde yaşayan meşhur Arap şairlerinden Ebu Dulame, bu durumu iki beyitte şu şekilde hicvetmiştir. "Zamanın halifesinden önceki halifelerin yaptıklarından daha fazla iyi işler bekliyorduk. Seçkin halife bu fazlalığı külahlarda yaptı. Halka giydirdiği külahlar herkesin başında süslenmiş uzun Yahudi şapkaları gibi duruyor"


Bununla birlikte Arapların memnuniyetsizlikleri devlet politikasının yönünü değiştirmemiştir. Halifeler eşlerini İranlılardan seçiyorlardı. Bunların çocukları yaratılış gereği İranlılara yakınlık duyuyor, onların desteğiyle de hilafete geçiyorlardı. Bermekiler vs. gibi görevlendirilen vezir ve danışmanların etkisiyle lranlı unsurun saraydaki nüfuz ve güçleri gittikçe artmıştı. Ancak, İranlılar gerçekten Abbasi idaresine bağlıydı ve fedakar bir şekilde halifelere hizmet ediyorlardı. Kendi ülkelerinin iyiliği Abbasilerin devamıyla mümkün olabilirdi.


Araplar ve Biat


Bununla beraber halifeler Kabe-i Muazzama ve Peygamber'in kabrinin de bulunduğu "Haremeyn"den ayrı kalamıyorlardı. Bu nedenle Arap Yarımadası'na ayrı bir önem veriyorlardı. Çünkü Haremeyn'e saygı lslam dininine saygı demektir. Hilafet de ancak dinle ayakta durabilir. Buna ilave olarak Abbasiler Haremeyn halkının Hz. Ali nesline yandaş olmasından da korkuyorlardı. Medine fukahasının biatine de hilafet ve biat üzerindeki etki, güç ve makamlarından dolayı muhtaçtılar. Hatta halifelerden daha dindar olanları bu alimlere danışmadan iş yapmıyorlardı. Bu duruma tahammül edemeyen lranlı devlet adamları, güç ve iktidarın tekrar Araplar eline geçerek kendilerinden intikam alınmasından ve o güne kadar yaptıkları çalışmaların boşa gitmesinden korkarak, Arap ülkelerini ihmal etmeye çalıştılar. Halbuki Kabe vs. kutsal yerler orada oldukça o bölgenin ihmal edilmesi mümkün değildir. Kabe Müslümanların kıblesi ve hac yeridir. Hac ise lslam'ın rükünlerinden biridir. Bununla birlikte kendisine yapılan telkinlerden etkilenen Mansur, Kabe'ye bedel Irak'ta halk için ayrı bir ziyaret yeri yapmayı da düşündü. Bu niyetle bir bina yaptırarak buna "Kubbe-i Hadra" (yeşil kubbe) adını verdi. Medine'ye deniz yoluyla gönderilen harp mühimmatını da kesti. Bunun üzerine Araplar, Mansur'un bu icraatını Abbasilerin hal'ine bir sebep görerek, Hz. Ali soyundan Muhammed b. Abdullah'a biat ve Mansur'u hal' eylediler. Ünlü imam ve alim Malik b. Enes onlara bu konuda fetva vermişti. Endülüs'te hüküm süren Emeviler de Abbasi katliamından kaçan Abdurrahman b. Muaviye'yi Endülüs'e davet etmiş, bir müddet Abbasiler adına yönetimini sürdürdükten sonra, hilafet merkezinin uzaklığından da yararlanarak, Abbasi halifesiyle ilişkisini kesmiş ve bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra bunu takiben Muhammed b. Abdullah Medine'yi ele geçirince Mansur onun Endülüsle işbirliği yapacağını düşünerek tedirgin oldu. Muhammed'i ortadan kaldırmak için var gücünü kullandı, pek çok çabadan sonra bunda başarılı oldu.


Mansurun Mekke ve Medine'yi ihmal etmesinden dolayı içine düştüğü kötü durum sonra gelen Abbasi halifeleri için ibret olmuştur. Mansur'un oğlu 3. Abbasi halifesi Mehdi halife olur olmaz Mekke ve Medine halkına cömertlikte bulunmuş ve Kabe'ye yeni bir örtü örttürmüştü. Irak'tan Harerneyn'e götürdüğü 30 milyon dirhem ile Medine'deyken Mısır'dan gelen 300 b. ve Yemen'den gelen 200 bin dinarı halka dağıtmıştır. Ek olarak 150 bin elbise dağıttı. Ayrıca Peygamber'in mescidini genişletti. Seçme bir askeri bölük olmak üzere beş yüz kişiyi seçerek beraberinde Bağdata götürdü ve kendilerine toprak dağıttı (ikta'). Bunun dışında Vasıt'ta bulunan Sıla Nehri'ni kazdırıp çevresindeki araziyi ihya ettirerek buradan gelecek geliri Haremeyn ahalisinin ihtiyaçlarına ayırttı. Bu tarihten sonra bu şekilde hac zamanı veya kendi oğullarına biat istedikçe Haremeyn halkına ikramiye vererek Mekke ve Medine bölgesine saygılı davranmak bir adet olmuştu. Örneğin halife Harun Harunürreşid H. 186'da iki oğlu Emin ve Me'mun ile hacca gittiği zaman Medine'de biri kendisi, diğer ikisi de oğulları adına üç ikramiye dağıtmıştı. Mekke'de de aynı hareketi tekrar etti. Bu hac münasebetiyle· halifenin dağıttığı miktar 1 milyon 50 bin dinara ulaşmıştı. Harunürreşid bu sırada iki oğlunun veliahd olduklarına dair bir belgeyi Kabe'ye koydurrnuştu. Haremeyn gideri artık hükumetlerin zorunlu harcamaları hükmüne girmişti. Buna bağlı olarak şan ve nüfuzu tekrar kendini göstermeye başladı. Halifeler güçlerini artırmak için bunu zorunlu görüyorlardı.


Abbasiler öte taraftan lranlı unsurla da sıkı ilişkilerini sürdürüyorlardı. Vezirler ve ileri gelen devlet adamları lranlılardandı. Bu yüzden iki unsur arasında rekabet gittikçe artıyordu. Bunun etkisi olarak sonunda Emin ile Me'mun arasındaki olaylar ortaya çıktı. Me'rnun lranlı bir anneden doğmuş olduğu için dayıları olan Horasan askerini arkasına aldığı gibi, Emin de Haşimilerden Arap bir annenin çocuğu olduğundan Arapların desteğini almıştı. lki kardeş arasında savaşlar oldu. Sonunda Me'mun galip gelerek halife olunca güç tekrar İranlılara geçmiş oldu. Araplar bu durumu hazmedemediler. Me'mun aleyhine çalışmaya başladılar. Me'mun bu hali görünce Araplardan iyice nefret ederek yüz vermemeye başladı. Şam'da bulunduğu sırada kendisine: "Ey müminlerin emiri! Horasan lranlılarına iltifatla baktığınız gibi Şam Araplarına da o gözle baksanız..." diyen bir zata şu cevabı vermiştir: "Araplara gereğinden çok arka çıkıyorsunuz. Hazinemde para kalmayacak şekilde ihsanda bulunduğum halde Kays kabilelerini düşmanlıktan vazgeçirip memnun ettiğimi bir gün bile görmedim. Yemen'e gelince orayı asla ne ben sevdim ne o beni sevdi. Huzaa ise onun büyükleri benim yerime Süfyani'yi bekliyorlar ki ona taraftar olsunlar. Rebia kabilesine gelince bunlar Cenabı Peygamber'in, Muzar'dan seçilip gönderildiği dakikadan itibaren Allah'a küsüp ona düşman kesilmiştir. Bunları memnun etmek mümkün müdür?" Mu'tasım H. 218 yılında hilafet makamına geçip de Türkleri ve Ferganalıları hizmetine alınca Araplar her yerde hatta Mısır'da bile devlet adamlarının gözünden düşerek memuriyetten uzaklaştırılmışlardır. Araplardan Mısır'da en son vali olan zat 238'de Anbese bin lshak'tır. Mu'tasım Bağdat yakınında Samarra şehrini kurdurarak askerini oraya naklettikten sonra Arabistan'la büsbütün ilişkilerini kesmek istediğinden söz konusu şehirde bir Kabe, etrafında tavaf yeri, Mina, Arafat için yerler yaptırdı. Bunu hizmetinde bulunan birtakım askeri emirin hacca gitmek istedikleri zaman kendilerinden ayrılmasınlar diye onları avutmak için yapmıştı. Bu çağda Arap sözü aşağılayıcı bir kelime anlamına geliyordu. "Araplar köpek gibidir. Bir Arap'a bir parça ekmek at da başını kır", "Araplardan hiçbiri kendisine destekçi bir peygamber olmadıkça bir işi beceremez" sözleri Araplar aleyhine dilden dile aktarılan ifadelerdendi. Bütün emirler, vezirler, devlet adamları ve memurlar İranlılar, Türkler, Deylemliler vs.'den seçiliyordu. Diğer taraftan Araplar da İranlılar ve Arap olmayan diğer toplumlara karşı nefret, düşmanlık ve küfürden geri kalmıyorlardı. Halife bile olsa bunlara meyledip destek verenlerden de nefret ediyorlardı. İşte bu sebepten Mu'tasım vefat edip yerine Vasık geçince meşhur Arap şairlerinden Du'bel Hızai bu haberi alır almaz şu beyitleri söylemişti: "Allah'a hamdolsun. Öyle bir zamana yetiştik ki faniler vefat ettikçe üzüntü, hüzün, acı duymak ve başsağlığı dilemek gerekmiyor. Bir halife vefat etti kimse üzülmedi. Diğeri tahta oturdu ve halife oldu. Kimse de sevinç duymadı."


Özetlemek gerekirse; Raşid Halifeler zamanında lslami birlik ve bütünlük yalnızca Araplık bağlarıyla oluşturulmuştu. İlk amaç, lslamiyet'i yeryüzünde yaymaktı. Müslümanların bu yolda sarf ettikleri emek ve gayretler peygamberliğin doğruluğuna ve Cenab-ı Hak'ın kendilerini bu işle görevlendirdiğine dair inançlarının itmesiyleydi. Daha sonra ne zaman ki Emeviler hilafete geçtiler, o inanç mal ve mülk biriktirme hırsına döndü. Hilafet bile dini kimlikten dünyevi padişahlık şekline döndü. Bununla birlikte, Emeviler döneminde de akrabalık bağları yine de güçlüydü. Bunu takiben hakimiyet Abbasilere geçince Arap olmayan unsurlar ön plana çıktı. Neticede İranlılar, Türkler, Deylemliler, Sogdlular, Ferganalılar vs.'den oluşan Acemler (Arap olmayanlar) para gücüyle devlet gücünü ele geçirmeye ve birbirleriyle yarışa başladılar.


Abbasilerin Birinci Devrinde Devletin Refah ve Zenginliği



lslam devletinin gerçek refah seviyesine ulaşması ve mali yapılanması ancak bu devirde mükemmel bir hale gelmiştir. Bir devletin zenginliği ve refahı, gelirinden harcamalar çıkarıldıktan sonra artan fazlalıkla kıyaslanır. Yalnızca gelirle ölçülmez. Bazen gider gelirlerden çok olur ve devlet bu açığın yükü altına girer. Şu halde serveti bu anlamda düşünecek olursak; birinci dönemde Abbasilerin servetini oldukça büyük görürüz. Gerçekte ilk beş halife zamanındaki bütçeyi bilemediğimizden o zamanlarda "irtifa-i devlet" tabiriyle ifade olunan yıllık gelirin toplamını bilmiyoruz. Abbasi halifelerinden Emin ile Me'mun arasındaki savaşlar sırasında divan (defterhane) yanmış olduğundan söz konusu beş halife dönemine ait muhasebe kayıtları da yok olmuştu. Nitekim daha önce "Cemacim yılı"nda Emevilerin divanları yandığı zaman devlete ait muhasebe kayıtları da yanmıştı. Bununla birlikte halifelerin hükümranlık dönemlerinde toplayıp biriktirdikleri paralardan o dönemki refah ve gelişmişlik seviyesini anlamak da mümkündür.


Abbasilerin ilk halifesi Saffah 4 yıldan fazla hilafette bulunamamıştır (132-136). Ayrıca zamanı da savaşlarla geçirdiğinden ciddi bir hazine kuramadı. Vefat ettiğinde evinde günlük giysi, eşyaları ve birkaç zırhtan başka bir şey bulunamadı.


lkinci halife Mansur da yirmi iki yıl (136-158) hilafette kaldı. Azimli, son derece tedbirli, paraya ve para biriktirmeye çok istekli bir halifeydi. Ancak bu merakı hasta tabiatından değil, ileride olması muhtemel karışıklıklara karşı bir önlemdi. Öldüğünde beytülmalde 60 milyon dirhem ile 14 milyon dinar bıraktı. Her dinar o dönemde yaklaşık on beş dirhem değerindeydi. Öyle ise toplam para 810 milyon dirheme ulaşmış oluyordu. (bir dirhem yaklaşık bir franktır). Halife Mansur öleceğini anlayınca oğlu Mehdi'ye şu vasiyeti yapmıştır:


"Bu şehirde sana o kadar çok para biriktirdim ki, haraç on yıl sürekli eksik toplansa bile yine de askerin maaş ve nafakasına, yakınlarına ve sınırların korunmasına bu para yeter. Bunu iyi koru çünkü hazine güçlendikçe sen de kuvvetli ve şanlı kalırsın.


Bu durum Mansur'un zeka, dirayet ve basiretine işaret eder. Aslında Mansur Abbasi devletinin temellerini güçlendiren bir halifeydi. Bu uğurda, çok savaşlar yapmış, paralar sarf etmişti. Örneğin Afrika'da hariciler ile beraber isyan edenlere karşı H. 154 yılında yapılan savaşta 63 milyon dirhem harcamıştır. Diğer savaşları bununla kıyaslayabiliriz. Ayrıca kendi yakınlarına da çok büyük ihsanlarda bulunurdu. Bazılarına bir günde 10 milyon dirhem verdiği bile olmuştur. Mansur Bağdat şehrinin kuruluşuna katkı için 4 milyon 833 bin dirhem vermişti. Arazilerin sulanması ve köprü inşası gibi imar faaliyetleri de unutulmamalıdır. Tüm bunlar göz önüne alındığında Mansur zamanında hazineye giren paranın en az 1 milyar dirheme ulaştığını söyleyebiliriz. Bu miktarı halifelik yaptığı yirmi iki yıla bölersek her yıla 45 milyon dirhem düştüğünü görürüz.


Mansur'un, valileri azlettikçe devlet adına el koyduğu mal ve paralar bu hesaba dahil değildi. Çünkü Mansur bu paraları "beyt-i mali'l-mezalim" adını verdiği ayrı bir hazineye koyar ve her malın üzerine sahibinin adını yazardı. Ölümüne yakın oğlu Mehdi'ye şu vasiyette bulunmuştu: "Sana bu hazinede bazı mallar bırakıyorum. Ben ölünce paralarını müsadere ettiğim kimseleri çağırıp herkese malını ver. Böyle yaparsan hem para sahipleri hem de halk senden memnun olur. Mehdi hilafete geçince bu vasiyeti yerine getirmişti. Mansur'un Emevileri kontrolü altına aldıktan sonra mallarını da hazineye devretmesi, çok para toplamasının nedenlerinden biri gibi düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir. Çünkü Emevilerden zabt ve müsadere olunan paralar (Mal-i ehl-i beyti'l-la'ne) (Lanet Evi Ehli'nin parası) adıyla anılan ayrı bir hazinede korunmuştu.


Bununla birlikte Mansur'un serveti 5. halife Harunürreşid'in servetine göre az sayılabilir. Çünkü Harunürreşid H. 193 yılında 900 milyon dirhemden çok bir para bırakarak ölmüştü. Harunürreşid'in hakimiyet süresi de Mansur'un devri kadardır. Bununla birlikte Harunürreşid cömertliğiyle ünlüydü. Çok da savurgandı. Buna rağmen beytülmalde, yani hazinede o derece büyük bir servet toplanması şaşılacak bir konudur. Belirtilen paranın önceki halifeler Mansur, Mehdi, Hadi zamanlarında birikerek Harunürreşid'e kadar geldiği de düşünülebilir. Ancak gerçek bu değildir. Mehdi (158-169) hilafeti devrinde Mansur'dan kalan bütün paraları harcamaktan başka kendi zamanında toplanan malları da bitirmişti. Çünkü son derece cömert bir adamdı. Hadi'ye gelince o üç beş ay kadar hükumette kaldı. Cömertlikte o kadar ölçüyü kaçırmıştı ki Abdullah b. Malik'e ihsanda bulunurken bir kerede para vesaire yüklü kırk katır bağışlamıştı. Böyle bir halifenin bu kadar kısa sürede hazinede para biriktirmesi çok mümkün değildir. Şu halde Harunürreşid'in hazinede bıraktığı büyük servet ancak kendi zamanında birikmiş olmalıdır. Bu serveti Harunürreşid'in halifelik yıllarıyla kıyaslarsak, Mansur'unkinden çok fazla olmadığını görürüz. Ancak Harunürreşid Mansur'la kıyaslanamayacak kadar cömert bir halifeydi. Bunun dışında Harunürreşid'in zamanında Bermekiler gibi bir vezir ailesi vardı ki, bunlar bilindiği üzere pek çok köy ve çiftliğe sahipti ve çok savurgandılar.


Harunürreşid H. 193/M. 808 de vefat edince oğulları Emin ile Me'mun hilafet mücadelesine girdiler, savaştılar. O sırada Emin Bağdat'ta bulunuyordu. Annesi Zübeyde babasının hazinelerini oğluna teslim etti. Me'mun ise Horasan'da bulunuyordu. İki kardeşin savaşları birkaç yıl devam etmişti. Bu müddet içinde Emin hazinede bulunan bütün paraları iç mücadeleler ve savaş giderlerı yolunda harcayıp bitirdi. Hilafeti boyunca zevkusafaya, içkiye esir oldu. Kendisini eğlendirecek araçlara, çalgıcılara çok para sarf etti, maaşlar bağladı. Kardeşlerini, ailesini, halkını bırakıp eğlenmek için bir kenara çekildi. Hazinede bulunan para ve mücevherleri kendisini eğlendiren harem ağaları ile kadınlar arasında paylaştırdı.


Emin'in H. 198/M. 813 yılında öldürülmesi üzerine ülkenin her tarafındaki halk Me'mun'a itaatlerini bildirdi. Me'mun döneminde Horasanlıların devlet üzerinde etkinlikleri çok artmıştı. Onu hilafete geçirenler Horasanlılardı. Me'mun devrinde ülke sakin ve rahat bir dönem geçirmiştir. Me'mun birçok bilimsel eseri Arapça'ya tercüme ettirmiş, yoğun bir bilimsel faaliyet başlatmıştır.


Me'mun zamanında halk sakin ve rahat bir yaşam sürdüğünden iş ve güçleriyle meşgul olmuşlar, fitne ve fesat hareketleri de olmadığından refah seviyesi ve zenginlik oldukça artmıştır. 22 yıl süren hilafetinin ardından hazinede ne miktar para bıraktığı belli değildir.

Büyük ihtimalle, halktan vergi toplayarak hazine oluşturmak Raşid Halifeler devrinden sonra her memlekette ve her asırda lslam hükümdarlarınca bilinen bir gelenek haline gelmişti. Rivayete göre (H. 300-350/M. 912-962) yılları arasında hilafette bulunan ünlü Endülüs halifesi Abdurrahman Nasır (salis) 340 yılına kadar hazinesinde yirmi milyon dinar biriktirmiştir. Zamanında Endülüs'ün geliri 5 milyon 480 bin dinardı. Pazarlardaki alışveriş ve diğer muamelelerden ve emlak vergisinden yıllık 760 bin dinar değerinde bir gelir daha toplanıyordu. Ganimetlerden alınan hums (1/5) buna dahil değildi. 3. Abdurrahman askerleri için yukarıdaki gelirin ancak 1/3'ünü harcardı. lbn Haldun; biraz mübalağa ederek, Abdurrahman'ın hazinede biriktirdiği paranın 5 milyar dinar olduğunu iddia eder. Hatta kuşku bırakmamak için bu paraları ağırlığa vurarak 500 bin kantar altın tutacağını söylüyor. Doğruluktan uzak olduğunu kabul ettiğimiz bu iddiaya karşı delil olmak üzere Endülüs devleti zamanında yaşamış olan büyük lslam coğrafyacılarından lbn Havkal'ın, Abdurrahman'ın oğlu Hakem'in başa geçtiğinde hazinede 40 milyon dinar bulduğu yönündeki tahminini söyleyebiliriz. lbn Havkal, bu miktarı bile çok görerek o dönemde hiçbir devletin bu kadar çok parayı toplamaya güç yetiremediğini ifade etmektedir. Dikkat çekici olan nokta şu ki, bu yüzyılda Bağdat'taki Abbasi hilafeti gerileme devrindeydi. Endülüs böyle servet içinde yüzerken Bağdat'ta halifeler, kumandanlar, vezirler para için birbirleriyle kavga ediyorlar, birbirlerinin mallarını musadereyle vakit geçiriyorlardı. Şurası kesindir ki, Me'mun zamanında net gelir olarak her yıl beytülmalde biriken paralar, gerek Müslüman gerek gayr-i müslim hiçbir devletin hazinesinde birikmemiştir. lbn Haldun'un Mukaddime'sinde, söz konusu devirde devletin genel bütçesini gösteren bir tablo vardır. Söz konusu tablo veya cetvel lslam devletlerinin muhasebesini gösteren -elimize ulaşan en eski- belgedir. İkinci olarak, Kudame b. Cafer tarafından naklolunan diğer bir hesap cetveli, üçüncü olarak da lbn Hurdazbih tarafından verilen bir cetvel daha vardır. Hepsi de hicri üçüncü asrın ortalarını geçmez. 




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

1 Nisan 2023 Cumartesi

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -15 ” Japonya”

 Amaterasu: Sunuş


Amaterasu söylencesiyle Japon yaratılış söylencesinin birbiriyle öyle yakın ilişkisi vardır ki, yaratılış söylencesinin girişi bunun için de geçerlidir. Japon yaratılış söylencesi gibi Amaterasu söylencesi de şu iki eserde anlatılır: Kojiki: Eski Olayların Kayıtları ve Nihon Şoki: Eski Zamanlardan MS 697 ‘ye Kadar japon Kayıtları.


Amaterasu söylencesi aynı zamanda Şinto dini geleneğinin de bir parçasıdır ve bu geleneğe göre doğanın bütün öğeleri ilahi bir ruha sahiptir. Amaterasu Omikami en önemli Japon tanrısıdır. O, güneş tanrıçası. Ulu Tanrıça veya Ana Tanrıçadır ve bereketten sorumludur; bütün tanrıları ve evreni yönetir. Ayrıca gücü sürekli elinde tutacak kişiliğe ve beceriye sahiptir. Pek çok ilahi sorumluluğuyla Amaterasu, kadınların eski Japon yaşamında sahip oldukları savaşçı, yönetici ve kâhin rollerini yansıtır.


Amaterasu söylencesi, Şinto dininin bereket ve bununla ilişkili törenlere olan ilgisini de yansıtır. Söylence güneş ve avın ayrılışını, dünyadaki yiyeceğin kökenini, tarımın ve ipek dokuma sanayisinin başlangıcını anlatır.


Diğer pek çok kültürde güneşin parlaması ve bereket, iki ayrı tanrıyla ilişkilendirilmesine rağmen aralarında mantıksal bir bağlantı da bulunmaktadır. Güneş olmadan bitkiler büyüyemez ve bitkiler olmadan, insanlar yiyecek yokluğu nedeniyle açlıktan ölürler. Tanrılar da açlıktan ölürler. Çünkü onlar da ya doğrudan ya da insanların onlara sundukları aynı yiyeceklerle beslenirler. Dolayısıyla Amaterasu kendini bir mağaraya kapadığında, bu hareketi tanrılara ve insanlara felaket getirir.


Amaterasu’ya saygı gösterildiği sürece güneş parlamaya devam edecek ve insan refaha ulaşacaktır. Bu iyimser bakış açısı, söylencenin ortaya çıktığı dönemde bitki, vahşi hayvan ve balıkların bol olmasıyla destek bulmaktadır.


Amaterasu


Göklerde hükümdarlığını sürdüren, güneşin ve evrenin tanrıçası Amaterasu, aynı zamanda kardeşi ve kocası olan ay tanrısını, yiyecek tanrıçasına yardım etmek üzere aşağıya, kamış tarlalarına yolladı. Tanrıça onu görür görmez, ağzını yere doğru döndürdü ve kaynamış pirinç tükürdü. Sonra denize doğru döndürdü ve her çeşit balığı tükürdü. En sonunda, dağlara döndü ve ağzından çeşitli kürk-postlu hayvan tükürdü. Daha sonra da bütün bunları yiyecek haline getirdi ve yüz masanın üstüne yerleştirip ay tanrısına yemesi için sundu.


Ay tanrısı onun yaptıklarını görünce çok hiddetlendi. "Beni tükürdüğün yiyeceklerle beslemeye nasıl cesaret edersin" diye bağırdı. "Yiyecekleri pis ve iğrenç hale getirdin!" Kılıcını çekti ve tanrıçayı öldürdü. Sonra Amaterasu'ya gidip yaptıklarını anlattı.


Beklediğinin aksine, Amaterasu bağırmaya başladı. "Sen kötü yürekli bir tanrısın. Artık yüzünü görmeye bile dayanamam. Benim yanımdan uzaklaş ve bir daha yüz yüze gelmeyelim." Böylece güneş ve ay birbirlerinden ayrı yaşadı, gündüz ve gece birbirlerinden ayrıldı.


Amaterasu, elçisi bulut perisini aşağıya yiyecek tanrıçasına yolladı. Elçi, tanrıçanın gerçekten öldüğünü gördü. Ancak bu arada tanrıçanın başından öküz ve atın oluştuğunu, alnından ve gözlerinden tahılların büyüdüğünü, kaslarından ipek böceklerinin çıktığını, midesinden pirincin büyüdüğünü, karnından buğday ve fasulyelerin ürediğini de gördü. Bulut perisi, bütün bunları toplayıp Amaterasu'ya götürdü.


Güneş Tanrıçası bu kadar çeşitli yiyeceği görünce çok memnun oldu. "Beni çok sevindirdin" dedi elçiye. "İnsanlar bu yiyecekleri yiyip yaşayabilecekler."


Amaterasu çeşitli tahıllardan ve baklagillerden tohum topladı ve kuru tarlalara bunları ekti. Pirinç tohumunu alıp sulu tarlalara ekti. Sonra da, bilge özelliklere sahip bir köy önderini bu ekinlerin büyümesine göz kulak olması için görevlendirdi. O sonbahar, hasat görülmeye değerdi. Bu arada, Amaterasu ipek böceklerini ağzına alıp onların ipek tellerini topladı. Böylece güneş tanrıçası ipek böceği yetiştiriciliğini başlatmış oldu.


Çok geçmeden, İzanagi ve İzanami, ölüler diyarını oğulları Sosa-no-wo'ya verdiler ve onu oraya sürgüne gönderdiler. Yerin altındaki diyara gitmeden Önce Sosa-no-wo, ışıldayan kız kardeşini ziyaret etmeye karar verdi. O kadar vahşi bir tanrıydı ki, göklere doğru giderken dağlar ve tepeler inledi, denizlerde fırtınalar koptu.


Onun geldiğini görünce, Amaterasu şöyle düşündü: "Benim kötü yürekli kardeşim, eminim ki buraya iyi niyetle gelmiyor. Benim krallığımı, gökyüzü ülkesini istiyor olmalı. Ancak annemiz ve babamız her ikimize de ayrı bir ülke verdiler. Sosa-no-wo kendine verilen krallıkla yetinmeli. Olabilecek en kötü şeye hazırlıklı olsam iyi olur."


Tanrıça saçlarını bir erkek gibi düğümleyerek yukarı topladı ve eteklerini toplayıp pantolona benzetti. Sırtına birinde bin, diğerinde beş yüz ok olan iki heybe; yanlarına üç tane uzun kılıç astı. Bir eliyle, üzerinde atılmaya hazır bir ok bulunan bir yay tutuyordu; öbür eliyle ise kılıçlarından birini sıkıca kavramıştı.


Karşı karşıya geldiklerinde, Amaterasu görünüşünün kardeşini ürküteceğinden emindi. "Bana niye geldin?" diye sordu sakin bir şekilde.


"Bir sorun bekler gibi bir halin var" diye yanıt verdi Sosa-no-wo. "Benden kesinlikle korkmamalısın. Annemin ve babamın beni sevmemelerine ve beni ölüler dünyasını yönetmekle cezalandırmasına karşın, benim yüreğim hiçbir zaman kara olmadı. Işık dünyasından ayrılmadan önce seni görmek istedim yalnızca. Çok uzun kalmak niyetinde değilim."

Amaterasu kardeşinin iyi niyetine inanmak isteğiyle silahlarını bir kenara bıraktı. Onu diğer göksel tanrılar arasında ağırladı ve ziyaretinin söylediği kadar kısa olmasını diledi.


Ancak Sosa-no-wo, istenildiğinden çok daha uzun kaldı ve davranışları çok kabaydı. Onun ve Amaterasu'nun, kendilerine ait üçer pirinç tarlası vardı. Amaterasu'nun tarlası çok fazla yağmur veya kuraklığa rağmen gelişmeye devam ederken, Sosa-no-wo'nunki hep verimsizdi. Kuraklık zamanlarında toprak parçalanıp çatlıyor, şiddetli yağmurlarda ise toprak akıp gidiyordu. Sonunda Sosa-no-wo'nun duyduğu kıskançlık öfkeye dönüştü. İlkbaharda pirinç tohumları ekildiğinde, Sosa-no-wo tarlalar arasındaki bölmeleri kaldırdı, kanalları doldurdu, oluklara ve borulara hasar verdi. Kardeşinin iyi niyetine inanmak isteyen Amaterasu ise, sakin ve sabırlı olmaya çalıştı.


Sonbaharda ekinler olgunlaşınca Sosa-no-wo göksel tayları serbest bıraktı ve onların pirinç tarlalarının ortasında yatmalarına neden oldu. Amaterasu sakin ve sabırlıydı.


Sonra Sosa-no-wo ilk meyve hasat bayramını, sarayı iğrenç pisliklerle kirleterek bozdu. Amaterasu yine de sakinliğini ve sabrını korudu. En sonunda, Amaterasu gizli dokuma odasında tanrıların giyeceklerine kumaş dokurken, kötü yürekli kardeşi tavanda bir delik açmak için birkaç kiremiti sessizce yerinden oynattı. Sonra da bir göktayını odaya fırlattı. Amaterasu o kadar şaşırdı ki, kumaş dokuduğu kemikle kendini yaraladı.


Bu kez, güneş tarıçası Sosa-no-wo'yu affetmedi. Büyük bir öfkeyle sarayı terk etti ve taş mağarasına girdi. Kapıyı kilitledi ve orada yalnız kaldı. Artık onun parlaklığı gökleri ve dünyayı aydınlatmıyordu; gün, gece kadar karanlık olmuştu. Evren sürekli bir karanlık içinde kalmak zorundaydı. Güneş olmadan bitkiler büyüyemediler. İnsanlar her yerde işlerini bırakıp bu yoksunluğun daha ne kadar süreceğini merakla beklemeye ve izlemeye başladılar. 


Bütün tanrılar gökteki Barış Nehri'nin kıyısında toplandılar ve Amaterasu'nun öfkesini nasıl yatıştırabileceklerini tartıştılar. Taş mağaranın önüne güneş tanrıçasının heykelini dikip ona dualar sundular. Ayrıca güzel dokunmuş kumaşlar, pahalı mücevher, tarak ve ayna gibi pek çok özel armağan sundular ve bunları sakaki ağacına astılar. Tanrıçalar kapısında dans edip şarkı söylediler.


Amaterasu müziği duyunca kendi kendine şöyle dedi: "Hem güzel dualarla yakarışlarını hem de müziğin ve dansın seslerini duyuyorum. Benim bu kaya mağarada inzivaya çekilmem, bereketli kamış tarlalarını sürekli karanlığa mahkûm etti, öyleyse tanrılar niye bu kadar mutlular?" Merakı kızgınlığına ağır bastı ve kayada bir yarık açarak dışarı baktı.


Tanrılar Amaterasu'nun tam da bunu yapmasını bekliyorlardı. Güneşin parlak ışıklarının geri gelmesini sevinçle karşılarken Amaterasu'nun elinden tutup onu yeniden aralarına katılmaya ikna ettiler.


Tanrılar Sosa-no-wo'dan bin masa dolusu armağan isteyerek onu cezalandırdılar. Ayrıca saçlarını, el ve ayak tırnaklarını çektiler. Sonunda ona şöyle dediler: "Davranışın dayanılmayacak kadar kaba ve uygunsuzdu. Bundan sonra gökten ve kamış tarlalarından sürgün edildin. Hemen ölüler diyarına git. Senin kötülüklerini yeterince çektik."


Böylece Sosa-no-wo, gökleri sonsuza kadar terk etti ve ölüler diyarına doğru yola çıktı.




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Maginot Hattı 1939, Fransa

 


Şu Kamerun Savaşı'nı bir hatırlasanıza. Hani Fransızların 1860'da Meksika'yı işgalinde 60 Fransız lejyoneri 3 bin Meksikalının tuzağına düşmüştü. Kamerun'da o gün hala törenlerle kutlanır. Maginot Hattında da buna benzer bir olay meydana gelmişti. Fransız askeri uzmanları Birinci Dünya Savaşı'nın olumsuz etkilerini en aza indirgemek için harika bir yol bulduklarına inanıyordu.


Ancak bu plan, hem Almanlardan, hem de Fransa'nın işe yaramayan müttefikleri Belçika ve İngiltere'nin üzerlerine düşeni yapmamasından dolayı başarısız olmuştu. Fransızlar bu kusursuz planın işe yaramadığına çok şaşırdılar.


1914'den 1916'ya Fransız ordusunu coşturan felsefenin kökleri Napolyon'a dayanıyordu. Teknolojik üstünlükleri ne olursa olsun, fanatik derecede inançlı bir ordu her türlü düşmanı yenen Bunun Fransa'ya maliyeti 1916'ya kadar makineli tüfeklere karşı göğsünü siper eden toplam bir milyon asker oldu. Neredeyse yarısı da Verdun'da kaybedildi. O yılın sonunda da Fransız ordusu zaten isyan etti. Fransız komutanlar orduya ağır saldırılardan kaçınılacağı sözü vererek kontrolü ele almaya çalıştı.


1918'de Fransa ihtiyatlı bir şekilde tekrar saldırılara başladı. Ancak büyük kayıplardan sonra artık tamamen savunmaya dayalı bir savaş politikası izliyordu. Önceki üç yüzyılda 14. Louis'nin emrinde çalışan Vauban adlı mühendisin zamanından beri Fransa askeri mühendisliğin üstadı kabul ediliyordu.


Verdun'un etrafındaki surlar hayli eskiden kalma ve yeterince korumalı olmasa da o bölgedeki en ağır Alman saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. Almanya, Rusya, ABD ve İngiliz stratejistleri hendekleri aşmak için saldırı sistemleri bulmaya çalışırken Fransızlar bu programı yürürlüğe koyan Maginot'nun adıyla anılan Maginot Hattı'nı oluşturdu.


Hattın inşası 1920'lerin sonlarında başladı ve küresel bir ekonomik kriz yaşanmasına karşın 30'ların başında inşaat hızla ilerledi. Dünya tarihindeki surlarla ilgili en büyük girişimdi. İsviçre sınırından Fransa, Lüksemburg ve Belçika sınırlarının birleştiği Arden'a kadar olan hatta binlerce ton beton döküldü.


Bu set gerçekten de önemli bir mühendislik örneğiydi. Genelde 25 metreden daha derindi, üzerinde barakalar, tiyatrolar, hastaneler ve dar da olsa bir demiryolu vardı. Bir dahaki savaşta kimyasal gazların kullanılacağı düşünülerek hava filtresi sistemleri ve hava kilitleri de mevcuttu. Son savaşın etkilerini taşıyan bir orduya moral vermek için her şey düşünülmüştü. Bolca sağlanan en iyi şaraplar, aşçılar, resimler bu yapıda sıradan şeylerdi. 


Setin üstü silahla doluydu. Ağır toplar tamamen yer altına saklanmıştı. Savaş anında kamuflajın altından çıkıp ateş ettikten sonra da yerin içinde kaybolacak şekilde ayarlanmıştı. Duvarlarda ise daha hafif silahlar serpiştirilmişti. Yer altında tamamen korunmalı bir şekilde duran askerlerin periskoplarla kullanabileceği makineli tüfekler, her açıyı görüp vurabilecek silahlar yerleştirilmişti. Savaş ya da bir kriz sırasında savaşan askerler içeriden desteklenebilecekti. Sur hattı kapatılıp savunmaya geçmek de mümkündü. Almanlar bir akılsızlık yapıp da saldırmaya kalkarsa her şey hazırdı.


Sadece tek bir sorun vardı. Fransızlar arka kapıyı açık bırakmıştı. Yani arkaları tamamen açıktı.


Bunun esas nedeni diplomatikti. Maginot Hattı ilk tasarlandığında İsviçre sınırından Manş Denizi'ne kadar 640 km. olması planlanmıştı ancak sonra Belçika sorunu çıkmıştı. Belçika, Birinci Dünya Savaşı'nda sadık bir müttefikti ama sonradan kendini tarafsız ilan etmişti. Bu nedenle de bu seti Belçikalılar bir tehdit olarak görüyordu.


Setin inşası Fransa'nın Belçika'nın tarafsızlığını dikkate almadığını ve Belçika'nın da Almanya'yla sorun çıkması halinde kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacağını ima ediyordu. Fransa, Lüksemburg ve Belçika'ya birlikte bir savunma hattı oluşturmayı teklif etti. Ama olumlu yanıt alması olanaksızdı. Belçika bunun tarafsızlığına gölge düşüreceğini ve Almanya'yı da kızdıracağını düşünmüştü.


Belçika açısından dar kafalılığından kaynaklanan aptalca bir karardı. Ancak Fransızların sonraki adımları da pek akıllıca değildi. Fransızlar, Ardennes'nin kuzeyine doğru devam eden set inşasını durdurup beklemeye koyuldu. Kuzeye doğru önemli stratejik noktalarda bile inşaata devam etmeyi düşünmediler. Meuse geçidi, önemli demir yolları, Amiens kavşağı gibi yerleri güven altına almadılar.


İnşaat, bir nehrin yarısına kadar giden bir baraj yapıp, suyun durmasını beklemeye benzemişti. Bu politikanın bir nedeni de aslında parasaldı. İşe girişirken fazladan para ayırmış olmalarına rağmen Fransa'nın kaynakları tükenmişti. Zaten son iki bin yıldır Fransa'ya gelen saldırılar hep kuzeyden olmuştu. Bir fikir de güneye böyle bir set çekerek tüm adamlarını kuzeye kaydırma şansına sahip olmalarıydı, ama set inşa etmek bir savunma şekliyken bu fikir de tuhaf geliyor...


Sonunda 1939'da kriz patlak verip de Fransa ve İngiltere Almanya'ya Polonya'nın işgali yüzünden savaş ilan ettiğinde komedi başladı. Belçika da hemen harekete geçerek Fransız ve İngiliz askerlerinin topraklarına ayak basamayacağını açıkladı. Ne de olsa tarafsızdı.


Birkaç kişi Belçikalıları boş verip ilerleyelim dediyse de buna karşı çıkıldı. Sonraki dokuz ay içinde Fransız ve İngiliz askerleri Belçika sınırına yığılıp, Almanlar saldırsa da biz de Belçika'ya girsek diye beklemeye başladı. Maginot Hattında ise bir miktar asker bırakılmıştı, ancak Almanlar nasıl olsa buradan saldırmaz diye askerlerin çoğu kuzeye takviye gücü olarak kaydırılmıştı. 


Nihayet 10 Mayıs 1940'da Almanlar Belçika'ya girdiler ve Belçika da müttefiklerin yardım için topraklarına girmesine mecburen izin verdi. (Aslında böyle komşuya ne derdin varsa kendin çöz, başının çaresine bak demek lazımdı ama neyse...) Almanların, Belçika'ya yapılan bir saldırıda müttefiklerin harekete geçeceği varsayımına dayalı planı zekiceydi.


Müttefikler Belçika'ya girdi. Almanlar birkaç gün daha bekledi. Sonra Ardenne'nin kuzeyinden Fransa'ya daldı. Belçika'daki savaşta müttefikler yüz binlerce asker kaybetti.


Bu zaferden sonra Almanlar güneye ilerleyip 10 Haziran'da Paris'i aldılar. Bir hafta sonra da Fransa ateşkes imzaladı ve savaştan çekildi.


Maginot Hattı mı? Kimsenin çarpmak istemeyeceği bir duvar olarak hayatını sürdürmeye devam etti. O kadar mükemmeldi ki, kimse ona saldırmaya cesaret edemezdi. Ancak o kadar pahalıya mal olmuştu ki, Fransızlar, Almanlar saldırsa da şu duvar işe yarasa diye bakıp durdular.


Almanların ise hiç öyle bir niyeti yoktu. Fransa'da bayağı bir sallandıktan sonra Almanlar hatla yüz yüze gelmişlerdi ama yanlış taraftan. Silahlar yanlış tarafa dönüktü!


Almanlar, Fransızları çatışmaya girmeden teslim almaya çalışıyorlardı. Fransızlar da uğraştırmadan teslim oluyordu. Fransızların intihar sayılabilecek bir onurla Almanlara "kolaysa siz gelin alın" vakalarına çok az rastlandı. Bu ender vakalarda da Almanlar trajik tepkiler veriyordu. Beraberlerinde getirdikleri ağır inşaat makineleriyle, "gelin alın" diyenlerin evlerini başlarına yıkıyorlardı.


Sonuçta Maginot Hattı büyük bir mezar oldu. Birkaç yıl sonra Fransızlar duvarın bir kısmını otoyol yapmak için yıktılar. Otoyol inşaatı sırasında yedi yıl boyunca duvarların altındaki sığınaklarda yaşayan yarım düzine adam buldular. Adamların arkadaşlarının çoğu delirmiş ya da intihar etmişti. Hayatta kalanlar konserve, peynir ve büyük miktarlardaki şarapla beslenmişti. Yasal olarak ölü ilan edildiklerinden eve dönüşleri tuhaf olmuştu. Çünkü karıları evlenmişti!


Bu milyonlarca dolarlık yatırım bugün ilk amaçlarından birini hala gerçekleştiriyor: Harika bir şarap mahzeni görevi görüyor. Bölgenin çiftçileri de dahiyane bir fikirle hattın bazı kısımlarını gübreyle kaplamış paşa paşa mantar yetiştiriyorlar. 



Alıntıdır. 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-1

 GÜNEŞİ KOŞTURAN YARAMAZ FAETON





Okyanus Kızı güzel Klimene'nin oğluydu sevimli, yaramaz Faeton (Phaeton).


Gerçi Faeton, adının "parlak, ışıldayan" anlamına geldiğini de biliyordu bilmesine, ama yeni yetmelik çağında bile daha babasının kim olduğunu bilmiyordu! Bu arada sokak arkadaşlarından Epafos (Epaphos), kendisinin Baştanrı Zeus'un oğlu olduğunu söylüyordu şişine şişine! Sırf babası belirsiz Faeton'un damarına basmak için!.. Artık bu konuda diğer arkadaşlarının da iğneli sözlerine dayanamadığı bir gün, babasının kim olduğunu ille de söylemesini istedi anası Klimene'den. Anası da şişine şişine, Güneş'in oğlu olduğunu söyledi ona... Haliyle Faeton böyle bir şeye inanamadı. O yüzden de gerçeği kendi gözleriyle görebilmek için doğruca Güneş tanrısı Helyos'un (Helios) oturduğu ve duvarlarından ışıklar saçılan sarayına gitti... Gerçekten de bu saraya değil ölümlüler, tanrılar bile giremezdi öyle elini kolunu sallaya sallaya!.. Ama kimseler engellemedi onu saraya girerken... Ne var ki duvarlarından, camlarından püskürüp püskürüp gelen ışıklarla boğuşaraktan zar zor girebildi saraya ve az çok seçebildiği ilk odaya da hemen daldı. Odada parlak tacıyla tahtında oturan güneş tanrısı Helyos; "Gel bakalım Faeton," dedi gülümseyerekten. "Otur şöyle yanıma da, derdini söyle!" Faeton söyleyeceği sözü hiç dolandırmadı: "Ben anama sordum. Benim babam senmişsin. Ben de doğru mu diye bunu sana sormaya geldim..."


Tanrı Helyos, küçük yaramaz oğlunun altın saçlarını uzun uzun okşadı bütün sevecenliği ve hasretiyle... Sonra da anasının söylediklerini doğruladı. Ama Faeton gene de pek inanmışa benzemiyordu. "Bak güzel oğlum," dedi bunun üzerine tanrı Helyos. "Bana inanabilmen için benden ne dilersen dile; cehennemin Stiks Irmağı üzerine ant içiyorum ki, dileğini hemen yerine getireceğim!"


Belki de Güneş'in oğlu olduğundan Faeton, ta çocukluğundan beri gökyüzüne ve orada gördüklerine hayrandı hep. Hele hele Akdeniz'in yaz gecelerinde çok az uyurdu o yüzden. Zaten koyu mavi göklerde uçuşup oynaşan yıldızlar uyutmazdı onu; onunla hep oynaşmak isterlerdi... Bazı günler de Güneş tanrısının koşturduğu o ışıklı arabaya bakar bakar; "Bu arabayı bir günlüğüne de olsa, biraz ben koştursam!" diye iç geçirir; uzun uzun düşlere dalar giderdi. İşte şimdi düşünde görse bile inanamayacağı bir gerçekle yüz yüzeydi artık: Güneş'in öz oğluydu! "Baba, şu senin atlarla bir günlüğüne ben koşturacağım Güneş'i gökyüzünde!" dedi içindeki bitmeyen o çocukluk ateşiyle... Ne var ki Güneş tanrısı Helyos birden irkildi; hatasını anladı. Ama oğlunun böylesi bir istekte bulunabileceğini de doğrusu aklının ucundan bile geçirmemişti!.. "Oğlum," diye başladı umarsız, "sen yeni yetme bir delikanlı olarak bırak kendini, o ölümsüz Baş tanrı Zeus bile kullanamaz bu arabayı! Bahçede gördüğün o delişmen atlar; öyle herkesi dinlemez... Okyanuslardan kalkıp dik dağlardan tırıs geçmek ve daha sonra canavarların içinden sıyrılıp dörtnala gökyüzüne tırmanmak, sonra gene o yüksekliklerden yeryüzüne doğru alçalmak öyle pek kolay değil, sevgili güzel oğlum!.. Ben bile bazen elimde olmadan alçaldım mı, etraf neredeyse tutuşacak gibi oluyor!" Faeton sarayın bahçesindeki Güneş'in atlarına dikmişti gözlerini hep... Babası tanrı Helyos'u dinlemiyordu bile...


Güneş'in atları da her günkü gibi koşu sonrası okyanusta yıkanmış, karınlarını doyurmuşlardı. Sarayın bahçesinde az sonra gökyüzünde birlikte yeniden başlayacak koşuyu bekliyorlardı. Arada bir de kişniyorlardı sabırsızlıklarını duyurmak için...


Ne var ki Güneş tanrısı da oğlu ne isterse yerine getireceğine ant içmişti bir kez; artık dönemezdi... Zaten oğlu Faeton da hınzır bir "dediğim dedikçi"ydi!.. O yüzden babası daha sözlerini bitirir bitirmez, bir ok gibi fırlayıp sarayın bahçesindeki atların yanında aldı soluğu...


Gökyüzündeki yıldızlar çoktan çekip gitmişlerdi uykularına...


Yalnızca Şafak tanrıçası gül parmaklı Eos kalmıştı ortalıkta. O da


yeri, göğü ve de denizleri habire kızıla, maviye, safran sarısına


boyuyordu acele acele...


Faeton dizginleri eline alıp atlara deh dediğinde, haliyle atlar sürücülerinin çaylak biri olduğunu hemen anlayıverdiler! Bu yüzden de delicesine bir hızla, altlarında uzanan ovayı ve yüksek bir dağı aştılar. Sonra da yıldızların uykuya çekildiği gökyüzünün derinliklerine doğru şahlanıp dörtnala uçmaya başladılar... Ne var ki atların delişmenliğinden ürken Faeton bir süre sonra dizginleri bırakıverdi elinden! Artık dizginsiz kalan atlar başıboş, hızla yeryüzüne doğru alçala alçala koşuyorlardı. Ne var ki Güneş'in arabasının saçtığı ışık ve ateş yüzünden Kazdağları, Parnasos, tanrıların ülkesi Olimpos'taki tepeler ve nice vadiler ardı ardına tutuştu... Haliyle ırmaklar göller buharlaşıyor, kaçacak delik arıyorlardı. Büyük bir korkuya kapılan Nil Nehri de her nasılsa başını bir yere sokup saklanabildi!..– Zaten o gün bugündür Nil ırmağının başı olan kaynağının nerede olduğu hâlâ bilinemiyordu! – Güneşin atları Orta Afrika göklerine geldiklerinde de artık iyice alçaldılar ve oralardaki insanların derilerini yakıp kararttılar!..


Üstelik Olimpos'ta oturan tanrılar da sıcaktan boğulur gibi oldular ve Baştanrı Zeus'tan hemen yardım istediler... Zeus, gönderdiği bir yıldırımla Faeton'un arabasını anında tutuşturdu... Ve Güneş'in oğlu alevler içinde, İtalya'daki Po Irmağı'na düştü. Po Irmağı da arabadan püsküren alevleri söndürdü hemen. Ormanlardan, ırmak kenarlarından koşup gelen ve teyzeleri olan perikızları da, topluca yanık ezgiler, türküler eşliğinde yaramaz Faeton'u sevip okşamaya başladılar. Güneşin Kızları da geldiler daha sonra ve onun düştüğü yerin çevresinde kavak ağaçlarına dönüştüler hemen... Sırf arada bir salınıp sallanaraktan estirdikleri yellerle; bu kocaman ateş yürekli delişmen kardeşlerini serinletmek için...


Ne var ki daha sonraları dünyaya gelen Faeton'un bütün yaramaz arkadaşları da, Güneş'i ve atlarını gökyüzünde özgürce koşturma hasretiyle yanıp tutuşmaya başladılar... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


İLMİHAL

 



İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve Müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.


Fıkıh ilminin tarihî gelişimi hatırlanırsa, ilk dönemlerdeki yoğun ictihad ve fetva faaliyetinin mezheplerin teşekkülü ile belirli bir sisteme oturduğu, orta dönemlerden itibaren fıkıh mezheplerinin hem toplumda hukukî istikrar ve güveni, uygulama ve yargı birliğini sağlamada hem de fertlere ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanında rehberlik etmede önemli bir rol üstlendikleri bilinmektedir. Mezheplerin farklı bölgelere yayılıp mezhep içi ictihad ve fetvaların çeşitlenmesi ve zenginleşmesiyle birlikte aynı ihtiyaç tekrar hissedilmeye başlanmış, bu sebeple de mezhep içinde oluşan farklı görüşler arasında sahih ve muteber olanın belirlenmesi ve bunları esas alan metinlerin yazılması cihetine gidilmiştir. Bu dönemde mezheplerin muteber metinlerinin de kamu kesiminde ve bireysel hayatta yukarıda sözü edilen türden pratik bir ihtiyacı karşıladığı söylenebilir. Bu kademede mezhep fıkhını doktriner tarzda inceleyen hacimli eserlerin yanı sıra mezhep fıkhının ana çizgisini ortaya koyan muhtasar el kitaplarının da kaleme alındığı ve belli oranda rağbet gördüğü bilinmektedir. Çünkü hem âyet ve hadisler ile toplumsal hayat ve problemler arasındaki bağı kurmak, âyet ve hadisler etrafında zengin bir hukuk kültür ve doktrini oluşturmak hem de toplumda hukukî istikrar ve güven ortamını, yargı ve uygulama birliğini sağlamak, Müslümanlığı öğrenmek ve yaşamak isteyenlere sade, kolay ve anlaşılabilir temel dinî bilgileri sunmak gerekliydi. Fıkıh mezheplerinin değişik dönemlerinde kaleme alınan ve mezhebin klasik literatürünü teşkil eden bu hacimli ve muhtasar kitaplar böyle bir amaca hizmet etmiştir.


İslâm toplumunda her dönemde canlı bir şekilde var olan fetva verme (iftâ) faaliyeti de dinî hükümlerin ve mezhep görüşlerinin âdeta günlük hayata uyarlaması mahiyetindedir. Bu sebeple fetva kitaplarının da temel dinî bilgilerin yaygınlaşması ve fertlerin bu konudaki amelî ihtiyacının giderilmesinde etkin bir rolü olmuştur. Bu zengin tedvin faaliyeti içinde bütün müslümanlar için kaçınılmaz olan asgari ortak bilgilerin, ayrıca her müslümanın kendi durumuna göre bilmesi gereken temel dinî bilgilerin özlü bir şekilde ve belli bir mezhep geleneğine bağlı kalınarak yazıldığı kitaplar ile fetva kitapları İslâm toplumundaki ilmihal geleneğinin ilk nüvelerini teşkil ederler. İlmihal bilgileri arasında İslâm toplumunun dinî hatta günlük hayata ilişkin tecrübe birikimi ve geleneği de ana hatlarıyla mevcuttur. Böylece dinî eğitim için başlangıç, dinî hayat açısından ortak payda değerindeki ilmihal bilgileri, fertler için de kaçınılmaz pratik bir ihtiyacı karşılamıştır. Çünkü dinî hükümleri aslî kaynağı olan şer`î delillerden elde etme ve elde edilen bilgiler ile günlük hayatın ihtiyaç ve problemleri arasında bağ kurma ciddi bir ilmî çabayı, bilgiyi ve uzmanlığı gerektirdiğinden her bir müslümandan böyle bir çabayı beklemeye imkân bulunmadığı gibi buna ihtiyaç da yoktur.


İlmihal bilgilerinin başında inanç, ahlâk ve ibadet esasları ile hemen herkesin günlük hayatta karşılaştığı meselelere ilişkin temel hükümler gelir. İlmihal kitaplarının özünü oluşturan fetva kitaplarında fıkhın genel bir özeti ve sıkça karşılaşılan fıkhî meselelerin çözüm örnekleri verilmiştir. Geniş ilmihal kitaplarında ise inanç, ahlâk, ibadet ve helâl-haram yanı sıra peygamberler tarihi, Hz. Muhammed'in hayatı ve örnek ahlâkı (siyer) ile aile hukuku (münâkehât) bölümleri de yer alır. Çünkü bu konular da hem her müslümanın öncelikle bilmesi gereken bilgileri, hem de ferdî hayatında devamlı yüz yüze kaldığı problemlerin cevaplarını içermektedir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-2

 Hz. ZEKERIYYA (30)


Süleyman aleyhisselâmın soyundan gelen ve Israiloğulları'na gönderilen son peygamberlerden biridir. Kur'an-ı Kerim'de ismi birçok âyette geçmekte ve bazı kıssaları anlatılmaktadır. Beyti Makdis'te oturur; peygamber, din bilgini ve danışman olarak görev yapardı.


Imam-ı Müslim'in "Sahih" isimli eserinde belirtildiğine göre o, Beyt-i Makdis'deki görevi karşılığında kimseden bir ücret istemez, dülgerlik yaparak elinin emeği ile geçinirdi. Zaten bütün peygamberler yaptıkları tebliğin karşılığında kavimlerinden bir ücret talep etmemiş, "bizim mükafatımız âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir" demişlerdir.



Hazreti Zekeriyya'nın 70 yaşına kadar çocuğu olmadığı, daha sonra yüce Allah'a niyaz ederek kendisinin görevine varis olacak hayırlı ve salih bir evlat istediği Kur'an âyetleriyle sabittir. Meryem Sûresi'nin ilk âyetlerinde Hazreti Zekeriyya'nın bu duası ve kendisinin Yahya isimli bir oğulla müjdelendiği anlatılmaktadır. Zekeriyya aleyhisselâm bu niyazı sırasında: "Rabbim! Sana duamda (bir istekte bulunduğumda) hiç red olunmadım" diyerek Allah'ın kendisine olan büyük lütuf ve ihsanlarını anmıştır. Nitekim bu sefer de duası kabul olunmuş, saçları ağarmış yaşlı bir insan olduğu ve üstelik hanımı da kısır bir kadın olduğu halde Hazreti Yahya ile müjdelenmiştir.

Hazreti Zekeriyya'nın hem küçük yaşta kendisine ilim ve hikmet bağışlanan sevgili oğlu Yahya aleyhisselâmın, hem de hanımının kızkardeşi olan Hanne'nin kızı Meryem'in yetişmesinde büyük emeği geçmiştir.  Hazreti Meryem'in bakım ve terbiyesini üstlenmiş, onun için Beyt-i Makdis içinde bir hücre yaptırıp orada dua ve niyaz içinde,  tertemiz bir hayat sürmesini sağlamıştır.

Sonunda kavmi olan nankör ve hain Yahudiler; Hazreti Meryem'in babasız olarak Hazreti Isa aleyhisselamı doğurması üzerine  Zekeriyya aleyhisselâma ağır iftiralar atmaya başlamışlar, gözleriyle gördükleri mucizelere rağmen onu öldürmeye kalkışmışlardır. Tehlikenin büyüdüğünü farkeden Zekeriyya aleyhisselâm bulunduğu yerden kaçmaya çalışmışsa da, gizlendiği ağacın içinde yakalanarak, bir testere ile başı hizasından kesilip hunharca şehid edilmiştir. 

Kur'an  âyetlerine ve  Hadis-i  Şeriflere göre Yahudiler,  kendilerine  gönderilen  pek  çok peygamberi şehid ettikleri gibi, vefatı sırasında hayli yaşlı olduğu bilinen Zekeriyya aleyhisselamı da böylece şehid etmiş, büyük zulümlerden birine daha imza atmışlardır.


 

Hz. YAHYA (30)


Yüce Allah'ın büyük peygamberlerinden biri ve Hazreti Zekeriyya aleyhisselâm'ın oğludur. Kendisine hikmet, kalp yumuşaklığı ve safiyet verilmiş; daha önce hiç kimseye verilmemiş olan Yahya ismi ile şereflenmiştir. Hazreti İsa'nın çağdaşı ve anne tarafından yakın akrabasıydı.


Yahya aleyhisselâm çok genç yaşta vaaz ve irşad görevine başlamış olup, Kudüs ve civarındaki insanları Allah'ın yüce dinine davet etmiştir. O Tevrat'ı tamamen bilen ve ona göre amel edilmesini isteyen bir nebî idi. Daha sonra İncil nazil olunca Hazreti İsa'nın şeriatı ile amel etmeye ve fetvalarını da buna göre vermeye başladı.


Dönemin idarecisi Vali Heredos bir Yahudi olmasına rağmen, bağlı bulunduğu Roma devletine yaranmak için kendi idaresi altında bulunan kimselere zulmeden hain ve zalim bir despottu. O, kendisinden başka kimseyi düşünmez, heva ve heveslerinin arkasında koşup, büyük günahlar içinde yaşardı. Kardeşinin kızını metres edinmiş, sonunda onunla evlenmek için Hazreti Yahya'dan bir fetva istemişti. Yeni şeriata göre bunun haram kılındığını bildiren büyük nebî istediği fetvayı vermeyince hemen onu tutuklatıp hapse atmıştı.

Önceleri Hazreti Yahya'nın halk nazarındaki itibar ve sevgisinden çekinerek kendisini öldürmekten korkan Heredos bir eğlence sırasında iyice sarhoş olmuş; bu arada huzurunda dans eden bir fahişenin isteği üzerine Hazreti Yahya'nın katledilmesi emrini vermiştir.

Hemen Yahya aleyhisselamın kapatıldığı hücreye giden cellatlar onun mübarek başını kesip bir tepsi üzerine koyarak getirmiş ve Heredos ile fahişesine takdim etmişlerdir.




SEZAR (44)


Hazreti İsa'nın doğumundan önceki 101 yılında dünyaya gelen Sezar (Caisus Julies Caesar) eski Roma'nın soylu ailelerinden birine mensuptu. Kendisini iyi yetiştirmiş; hatip, yazar ve yetenekli bir asker olarak temayüz etmişti. Genç yaşından itibaren Roma'nın başına geçip imparator olma isteği duymuş, çalışmalarını buna göre yürütmüştü. Uzun mücadelelerden sonra emeline kavuştu. 49 yaşına eriştiğinde o, artık bütün dünyanın tanıdığı, bir çok parlak zaferlere imza atmış, doğu ve batının bir çok devletini mağlup ederek Roma'nın sınırlarını akıl almaz derecede büyütmüş bir imparatordu.  Beş yıl süreyle Roma'nın tek hakimi olarak göründü.

Dinî ve siyasî bütün liderlikleri kendinde toplayarak, olağanüstü bir güç kazandı. Halk tarafından da sevilip sayılıyor, ağzından çıkan her söz kanun yerine geçiyordu.


Ancak yüksek Roma Senatosu'ndaki arkadaşları, onun bir tiran haline geldiğini görünce kendi aralarında gizlice anlaştılar ve senatoda yapılan bir toplantı sırasında Sezar'ı aralarında sıkıştırarak hançerlemeye başladılar. Kendisini öldürmeye çalışanlar arasında çok güvenip sevdiği ve evlatlık olarak yetiştirdiği Brütüs de vardı. Vücudunu delik deşik eden hançer darbeleri altında son nefesini verirken:


"Sen de mi Brütüs?" demiş ve bu sözüyle de tarihe geçmiştir.


Anadolu'yu fethettikten sonra söylediği "Geldim, gördüm, yendim" (Veni, vidi, vici) sözü de ona aittir.


Sezar öldürüldüğünde 57 yaşındaydı.




PAVLUS (Sen Pol) (67)


Hıristiyanlığın mimarı olarak kabul edilen Pavlus (Sen Pol) Tarsus'lu bir Yahudidir. Soydaşı Yahudilerin birçoğu gibi Hazreti İsa ve havarilerinin amansız düşmanlarından biri olarak kendini göstermiş, fakat daha sonra bu yeni dine girdiğini, Şam yolundaki bir seyahat sırasında isa'nın kendisine göründüğünü ve elçi olarak vazifelendirdiğini söylemiş; akıl almaz bir azim ve kararlılıkla icad ettiği dini yaymak için çalışmıştır.


Hazreti İsa'yı hiç görmediği bilinen Pavlus, havariler tarafından da şiddetle eleştirildiği halde yoluna devam ederek, "Teslis Akidesi"ni yaymak için uğraşmıştır. Ona göre Hazreti İsa Allah'ın oğludur.


Allah,  oğlu İsa ve Ruhu'l-Kuds üçlemesiyle gerçek bir şirk dini doğuran Pavlus, bir kısım araştırmacılara göre Hazreti İsa'nın tebliğleriyle köşeye sıkışıp yok olma tehlikesi geçiren Yahudiliği kurtarmak için böyle bir yol çizen, ikiyüzlü bir kimsedir.


Pavlus, davası uğruna uzun seneler hapis yatmış ve nihayet Roma'da, dönemin putperest imparatoru ve adamları tarafından, miladın 67. yılında, başı kılıçla kesilmek suretiyle öldürülmüştür.




NERON ( 68)


Dünya tarihinin en zalim ve eli kanlı hükümdarlarından biri olan Neron, Roma imparatorlarındandı.


Annesi, Agrippina isimli bir kadındı. Bu kadın, kocası öldükten sonra imparator Claidius'la evlenmiş, oğlu Neron'un imparator tarafından evlat edinilmesini sağlamıştı. Asıl maksadı ise bir yolunu bulup onu hükümdar yapmaktı. Nitekim bir süre sonra kocasını zehirleyerek öldürdü ve sentoyu da kendi safına çekip henüz 17 yaşında bulunan Neron'u imparator olarak ilan ettirdi. Acımasız bir katil olan Neron ise imparatorluğun asıl veliahdı olan üvey kardeşini hemen ortadan kaldırıp kendisini emniyete aldıktan sonra, devlet üzerindeki gücünü hazmedemediği annesini de öldürmekten kaçınmadı. Karısından boşanıp onu da öldürttükten sonra safahat alemleriyle gününü gün etmeye başladı. Hakkında en küçük şüphe duyduklarını hemen yok ediyor, evlerini ve sokaklarını beğenmediği Roma'yı yakıp yeniden inşa etmek istiyordu. Bir süre sonra bu çılgın emelini de gerçekleştirerek bütün şehri ateşe verip, evlerin ve insanların yanışını sarayının balkonunda lir veya keman çalarak seyretti. Şehir harabeye döndükten sonra yeni inşa faaliyetlerine girişti ve kendisi için "Alün Ev" dediği muhteşem bir saray yaptırdı. Yangının suçunu da, Petrus ve Pavlus önderliğinde gittikçe yayılmaya başlayan ilk Hıristiyanların üzerine atıp, onları da arenalarda vahşi hayvanlara parçalatarak keyifli günler geçirdi. Yakalanan asiler, geçeceği yol kenarındaki direklere sıra sıra bağlanıyor, reçine sürülmüş çıplak vücutları tutuşturulup yakılıyordu.


14 yıl kadar vahşetin her türlüsünü sergileyerek imparatorluk yapan Neron nihayet ispanya'da çıkan ve dalga dalga yayılarak bütün ülkesini kuşatan ayaklanmalar karşısında ne yapacağını şaşırdı ve kendisini hain ilan eden senatodan canını kurtarmak için Roma'yı terketti. Aldığı bütün tedbirlere rağmen yolda yakalandı ve azadlı bir köle tarafından hunharca öldürüldü.


Onun, yakalandığı sırada intiharı tercih ettiği yahut kaçtığı bir çölde vahşi hayvanlar tarafından parçalandığı da söylenmiştir.




MANİ (277)


Maniheizm adıyla bilinen bir dinin kurucusudur. M.S. 215 veya 216 yılında Irak'ta doğduğu,  kendisinin Hazreti Isa tarafından müjdelenen son peygamber olduğunu iddia ettiği bilinmektedir. Kaynaklarımızda eski İran, Mazdekizm, Süryanilik, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm karışımı ve güya bütün cihana şâmil, universal bir din ortaya koymak istediği nakledilmiştir.  Mani,  bunun için muhtelif kavimlerin dinî fikirlerini ve teolojik ıstılahlarını kullanmıştır.

Kısa zamanda etrafına büyük kalabalıklar toplamaya başaran bu yalancı peygamber, 26 Şubat 277 yılında, derisi yüzülerek öldürülmesine rağmen öğretilerinin tesiri devam etmiş; hatta aradan asırlar geçmesine rağmen 759 yılında tahta çıkan bir Uygur hakanı Maniheizmi resmî din olarak kabul ve ilân etmiştir. Yine kaynaklarımıza göre bu dinin üç büyük esası "elin, dilin ve belin muhafaza edilmesi" tarzında ifade edilen ahlâkî bir telakkidir.



İslâm dünyasında dalâlete sapmış fırkalara, yani Mani akidelerine kapılan kimselere "zındık" veya "mülhid" denilir.


Islamın Irak, Suriye, İran ve Türkistan topraklarına yayıldığı sıralarda burada yaşayan kimselerin pek çoğunun mani akidesine bağlı kimseler olduğu bilinmektedir. Bunların çoğunluğu İslâm'ı kabul etmişlerse de içlerinden bir kısmı, eski inançlarından kopamayıp, yeni dine bu batıl fikirleri bulaştırmayı istemişlerdir. Bu hususta birçok yalan yani (mevzu) hadis uydurulmuştur. Müslüman idarecilerin "zındık" adı verilen bu gruplarla uzun mücadeleleri tarih sayfalarını doldurmaktadır. Büyük hadis alimleri zındık ve mülhidlerin İslâm'a sokmak istediği batıl itikatları yıkarak, uydurdukları hadisleri ortaya çıkarmış, Mani akidesini kökünden yıkmayı başarmışlardır.




ATİLLA  (453)


Dünya tarihinin en büyük cihangirlerinden biri kabul edilen Batı Hun imparatoru Atilla, M.S. 400'lü yıllarda Orta Macaristan'da hüküm sürmüştür.



Bütün Almanya'yı fethederek inanılmaz zaferler kazanan Atilla, daha sonra İstanbul ve İtalya üzerine yürümüş, buraları da fethetmesi mümkünken anlaşmalarla geri çekilmiş; İtalya seferinden dönüşünde, 60 yaşında iken, yeni evlendiği genç bir kadın tarafından, zifaf gecesi, zehirlenerek öldürülmüştür.


Sabahleyin büyük imparatorun cenazesini görenler, bir iç kanama geçirdiğini, ağız ve burnundan kan gelerek öldüğünü anlamışlardır. (M.S.453)


Mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.




Hz.YASİR  (r.a.)  (612)


Peygamberimize iman eden ilk Müslümanlar arasındadır. Hazreti Sümeyye'nin kocası, büyük sahabi Hazreti Ammar'ın babasıdır. Mekke'ye, Yemen'in bir köyünden gelmiş, burada Sümeyye isimli bir cariye ile evlenmiş ve oğlu Ammar'la birlikte topluca Müslüman olmuşlardır. Kendilerine ağır işkenceler uygulanarak islâm'dan döndürülmek istenmelerine rağmen, büyük sabır göstererek direnmişler ve Resûlullahın: "Sabrediniz ey Yasir ailesi! Allah'ın size va'dettiği Cennettir" sözü üzerine dinlerinden vazgeçmemişlerdir. Sonunda Mekke reislerinden, müşriklerin lideri Ebû Cehil; işkence edilmek üzere kızgın kumlar üstüne yatırılarak elleri ve kolları bağlanan Yasir ve Sümeyye'yi, mızrağı ile vurarak şehid etmiştir. Yasir ve Sümeyye İslâm'ın ilk şehidleri olarak kıyamete kadar şeref ve hayırla anılacaklardır. Kendilerini hunharca katleden Ebû Cehil de Bedir Harbi'nde başı kesilmek suretiyle Cehenneme gönderilmiştir.



EBÛ CEHİL (624)


islâm'ın azılı düşmanlarından biri ve Kureyş müşriklerinin liderlerindendir. Asıl ismi Amr İbni Hişam, künyesi Ebu'l-Hakem'dir. İslâm'a ve Müslümanlara olan düşmanlığı sebebiyle, peygamberimiz, onun künyesini Ebû Cehil şeklinde değiştirmiştir. Rivayetlere göre çirkin suratlı, şaşı ve ahlakî zaaflarla dolu bir kimse idi. Mekke dönemi boyunca Müslümanlara eziyet etmiş, onlar içinde zayıf ve kimsesiz bazı kimseleri öldürmüş veya kışkırttığı kimselere öldürtmüştür. Acımasız, zalim ve inatkâr bir kimse idi. Bedir Harbi sırasında, Kureyş müşriklerinin lideri olarak savaşırken Muaz ile Muavviz isimli iki ensarlı genç tarafından vurularak atından düşürülmüş,  tam  ölmek üzereyken başucuna gelen ve daha önce kendisine akıl almaz zulümleri reva gördüğü Abdullah İbn-i Mesud'a bakarak: "Sizin öldürdüğünüz kimse yüksek kimsedir!" diye övünmeyi sürdürmüştür.


İbn-i Mesud (r.a.) konuyla ilgili olarak şunları anlatmıştır: "Ben vardığımda Ebû  Cehil'i  son  nefesinde buldum, ayağımı boynuna basarak: 'Ey Allah'ın düşmanı! Allah seni hor ve zelil kılsın' dedim. Ebû Cehil: 'Niye beni horluyorsun? Sizin gibi adamların öldürdüğü kişi hakir olur mu?' dedi. Ben de onun başını kopartıp sürüyerek Resûlullah'ın huzuruna getirdim."



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak