30 Ocak 2023 Pazartesi

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-2

 MÜNZİR OĞLU NUMAN


Hire hükümdarı olan Numan tarihin kaydettiği sayılı sapık zalimlerdendir. İran namına ülkesine hükmeden bu padişah, tanassur etmiş (Hiristiyan dinine girmiş) bir araptı. 22 senelik hükümdarlığı ibret ve dehşetle doludur.


Şakâikmnûman buna mensuptur. Bir gün kırda gezerken şekaik çiçekleri ile dolu bir yer gördü. Çiçekleri pek beğendi ve bu çiçeklerin korunmasını emretti. Bu suretle bu çiçekler korunup değer kazandığı için bu çiçeklere Şakâikmnûman adı verildi. Bu onun hoş tarafı. Fakat madalyonun ters tarafı başka:


Numan içkiye pek düşkündü. İki de, beraber içki içtiği kafadarı vardı. Bunlar: Said oğlu Amr ile Malik oğlu Amr idi. Onlarsız edemez, onlarsız içemezdi Numan. Fakat ne oldu ise gene bu içki yüzünden oldu. Zaten içki: «Bütün kötülüklerin başı» idi.


Gene bir akşam üç kafadar içmişlerdi. Ama bu akşam padişah Numan, fazlaca kaçırmış ve iyice sarhoş olmuştu. Ve bu hal içinde aşka gelen Numan, her iki kafadarını, yani iki Amr’ı diri diri toprağa gömdürdü.

Sabah olunca ayılıyor, durumu öğreniyor ve pişman oluyor. Ama, iş işten geçmiştir artık. Emrediyor, üzerlerine bir kubbeli kabir inşa ettiriyor ve onların bu haline pek üzülüyor. Fakat asıl işin fecaati, zulmün katmerlisi bundan sonra başlıyor. Öyle bir zulüm, öyle bir vahşet ki, okumadan tahmin etmek mümkün değil. Günleri ikiye bölüyor: hayır günü, şer günü. Ve hayır gününde her rastgeldiğine ihsanda bulunuyor. Şer gününde de her rast geldiğini öldürtüp kanıyla kafadarlarının kabirlerinin duvarlarını renklendiriyor.


Numan, gene bu şer günlerinin birinde, yüzlerce sene yaşadığı söylenen Abid’e rast geliyor ve: «Tamam! bugün ölüm sırası sende. Ancak evvelâ bir şiir okuman lâzım.» diyor. Zavallı Abid Başa gelen çekilir diye şu mânâya gelen arapça şiirini okuyor: «Tekrarı olmayan bu günde, ailesinin en talihsizi Abid’dir.»


Numan sordu: «Nasıl bir ölümle ölmek istersin?»


Abîd: «Bana, iyice sarhoş oluncaya kadar içki içir. Ondan sonra da ensemden bir vuruşta işimi bitir.» dedi ve zalim Numan öyle yaptı. Onun kanı ile de kafadarı Amr’ların türbe duvarlarını renklendirdi.


İşte bu sapık zalimin akibeti de kendine lâyık şekilde oldu. İlâhî adalet onu da ibret verici şekilde cezalandırdı. Hâdise şöyle oldu:


İran hükümdarı, Numan’ın kızını istetti. Numan: «Sığır gibi bir kız, öyle yüce bir hükümdara lâyık olabilir mi?» diye mazeret beyanıyle kızını vermek istemediğini yazdı. Bu arapça mektubu İran Kisra’sına tercüme eden arap tercüman, Numan’ın eski düşmanlarından biri idi ve mektubu şöyle tercüme etti: «Benim kızım, sığır gibi bir adama lâyık mıdır?»


Bunu duyan Kisrâ, küplere bindi. Haddini bildirmek üzere Numan’ın hemen yakalanarak huzuruna getirilmesini istedi. Numan kaçtı. Uzun müddet firar gezdi. Fakat sonunda, İran askerleri yakalayarak onu, Kisrâ Perviz’e teslim ettiler.


Perviz, onu evvelâ hapsetti. Daha sonra bunu kâfi görmeyerek hapisten çıkartıp onu fillerin ayakları altında ezdirmek suretiyle öldürttü. Böylece bir zalimin daha kanı toprağa serildi ve cezasını buldu.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


İslam Devletlerinde Askeri Teşkilat-2

 


Askeri Geçit Törenleri


Askere geçit töreni yaptırmak İslamiyet'ten önce kurulmuş uygar devletlerce de uygulanan eski bir gelenektir. Büyük lskender kendisi bizzat askere geçit töreni yaptırır ve askerin silahlarının, atlarının durumunu gözden geçirirdi. İslamiyet'in doğuşu sırasında İranlılar yılda belli zamanlarda bu geçit törenini yaptırıyorlardı. Bunlarda birinci derecede önemli olan husus süvarilerin geçit töreniydi. Süvari ata binmiş olarak, yanında uşağı bulunduğu halde halkın önünden geçerdi. Süvariler zırh, mifer, zırhlı eldiven giymiş olarak, kalkan, mızrak, kılıç, topuz, hançer, yay, ok, iplik ve iğneye varıncaya kadar, gerek kendisine gerek hayvanına o zamanın savaşçılarına her ne gerekli ise, hepsiyle mücehhez bir halde bulunurdu. Araplar uygarlık dünyasına adım atıp da düzenli ordu kurunca, bu adeti lranlılardan olduğu gibi almışlardır. Bununla birlikte anlaşılan, Araplar bundan önce de, yani düzenli askere sahip olmadan önce de savaşçılara geçit töreni yaptırıyorlardı. Hz. Peygamber kendisi ashabına geçit töreni yaptırmıştır. Kaynaklarda bildirildiği üzere Hz. Peygamber Hicret'in ikinci yılında, Büyük Bedir Savaşı günü (M. 624) ashabına geçit törenini yaptırdıktan sonra elinde tüysüz bir ok bulunduğu halde onları saf biçiminde sıraya dizmiştir. Askerin sallarını gözden geçirirken "Sevad" adında bir adamı saftan ileri çıkmış görünce, Hz. Peygamber okla Sevad'ın karnını dürterek "Sevad doğru dur" komutunu vermişti. Geçit töreninden sonra kendisi için kurulan gölgeliğe döndü. Raşid Halifeler, daha sonra Emeviler de, askere geçit töreni yaptırma uygulamasını devam ettirdiler. Emevi valisi Haccac, askere geçit töreni yaptırırken askerden teker teker isimlerini, bağlı oldukları kabileyi, durumlarını ve silahlarını da sorardı.


Abbasiler dönemindeki geçit törenleri de lranlılarınkine benziyordu. Zaten lranlılar bu adeti onlardan almışlardı. Geçit törenini izlemek için halife veya veziri hazır bulunurdu. Arada bir halife sanki bir savaşa çıkıyormuş gibi zırh ve miğferiyle törene katılırdı. Özel bir memur sırayla komutanların isimlerini söylerdi. Komutanlar emrindeki askerle huzurdan geçerlerdi. Halife bunları dikkatlice gözetleyerek atları, savaş araç ve gereçlerini düzenli görürse kendilerine ödül verirdi. Bu ödül geçit törenlerine ait özel bir hediyeydi. Kimi kez büyük komutanlar bu ödülleri almayarak, emirleri altında bulunan adamlara verirlerdi. Bununla ilgili bir örnek olarak; Abbasi halifelerinden Mutemid zamanında H. 271 Amr b. Leys'in uygulamasını gösterebiliriz. Amr halifenin teveccühünü kazanmış, yönetim ve hukuk konusunda ve askerlik işlerinde uzmanlaşmıştı. Her üç ayda bir kere askere maaş dağıtırdı. Bu dağıtımda kendisi hazır bulunurdu. Geçit törenini denetleyen kişi paralar yanında olduğu halde özel bir yerde otururdu. Sunuşu yapan görevli (münadi) ilk önce Amr b. Leys'in adını söylerdi. Bunun üzerine Amr'ın atı bir süvariye gerekli olan silah ve teçhizatla geçit törenini denetleyen kişinin önünden geçirilirdi. At böylece kontrolden geçirildikten sonra Amr adına 300 dirhemlik bir ödül verilirdi. Bu ödül bir çıkın içinde Amr'a götürülünce kendisi ödülü alır, öper, "Müminlerin emirinin ödülüne layık olacak dereceye kadar onun hizmetinde beni başarılı yapan Cenab-ı Hakka hamd olsun" diyerek çıkını çizmesine sokardı. Ödül çizmeyi onun ayağından çıkaracak kimsenin olurdu. Daha sonra sırayla asker komutanları subaylar ve erler geçerdi. Üniformalarına, atlarına, silahlarına dikkatle bakılırdı. Bütün asker silah araç ve gereçlerini tamamen göstermek zorundaydılar. Bunlardan hangisinde hata görülürse onun maaşı kesilirdi. Bir gün, sözü edilen bu Amr b. Leys'in huzurunda geçit töreni yapılırken, atı oldukça zayıflamış bir süvariyi görünce "Yahu! Paramızı karına yedirip onu semizletiyorsun da üzerinde savaşa gittiğin ve sayesinde yaşadığın atı zayıf düşürüyorsun. Çekil git burdan, senin gibi bir adam bize gerekli değil" diye azarlayarak kovmak ister. Bunun üzerine o süvari "Efendim merhamet ediniz. Karım bu hayvanın geçtiği gibi önünüzden geçse de onun güzelliğini görseydiniz siz de bu zayıf hayvanı mı semizletirdiniz?" cevabını verir. Amr bu cevap üzerine gülerek süvariye yeni bir at alması için bağışta bulunur.


Askerin İkametgah ve Kışlaları


lslam'ın ilk yıllarında Müslümanlar bir şehri ele geçirdikleri zaman ikametgahlarını o şehrin yakınında kurarlardı. Hz. Ömer'in arzusuna uyarak kendileri ile halifenin yaşadığı Medine arasında bir su engeli bulunmamasına dikkat ederlerdi. Bu yüzden Mısır'ı fetheden lslam askerleri o zaman Mısır'ın başkenti olan lskenderiye'de oturmayıp "Hısn-ı Babil" (Babil kalesi) yakınında daha sonra "Füstad" adını alan yerde kurdukları çadırlarda ikamet ettiler. Aynı şekilde lran topraklarını ele geçiren Müslümanlar, o tarihte kisranın saltanat merkezi olan Medain de ikamet etmeyerek Fırat Irmağı'nın Şam badiyesi kenarında bulunan Basra ve Küfe'ye yerleştiler. lslam'ın ilk döneminde fethedilen diğer ülkelerde de benzeri uygulamlarda bulunulmuştur. Yeni fethedilen kentlerin çevresinde o kentleri korumak için yerleşim yerleri kurdular. Arap askerleri savaşlara eşleri ve çocuklarıyla beraber gittiklerinden bir şehri ele geçirdiklerinde yakınına aileleriyle beraber yerleşirlerdi. Bu yüzden o yerlerde kurdukları ordugahlar zamanla bayındır kentler haline geldi.


Zamanla uygarlaşma ve gelişmeye paralel olarak, askerler aile ve çocuklarını kendi yurtlarında bırakarak savaşa yalnız gitmeye başladılar. Ancak ordugahları şehrin dışında ve yakınında kurmaya devam ettiler. Mısır'da Füstat, Irakta Küfe ve Basra ordugahlarından oluşan kentler böyledir. Füstat, Amr b. el-As'ın çadırı çevresinde lslam askerlerinin çadır kurdukları boş bir yerken, zamanla gelişerek "Füstad" adıyla bir kent oldu. Füstad'ın kuruluşundan bir yüzyıl sonra Abbasiler halifeliği ele geçirince katliamdan kaçan Emevilerden son halife olan Mervan b. Muhammet Mısır'a kaçarak Füstad'a sığındı. Abbasiler onu takip ederek Füstat yakınında karargah kurdular. Buna "ordugah" adını verdiler. Burası da zamanla gelişerek bu isimle anılan bir şehir ortaya çıktı. Bu tarihten bir yüzyıl sonra H. 257'de Ahmet b. Tolun Mısır valisi olunca maiyetindeki kalabalık asker, savaş araç ve gereçleri gibi büyük bir kalabalık bulunduğundan Füstad'ın içine sığmaz hale geldiler. Bunun üzerine ibn Tolun Muktam Dağı yakınında bir ordugah kurmuş, kendisi için bir konak ve bir meydan inşa ettiği gibi emrinde bulunan asker ve adamları içinde yerleşim yerleri kurdurdu. Bu şekilde inşa ettirdiği binalar Füstad'a kadar uzayarak bir kent şeklini aldı. Buraya "Kıtal" adı verilmiştir. Bu tarihten bir yüzyıl kadar sonra da 365 yılında Fatımiler devleti başkomutanı Cevher, Mısır'ı fethetmek için geldiğinde aynı şeyleri yaptı. Mısır'ı tamamen ele geçirince daha önce kurduğu ordugahın yerine bugüne kadar devam eden, her geçen gün gelişen ve günümüzde de dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan "Kahire" şehrini kurmuştu. Müslümanların kurduğu diğer kentler de aynı şekilde kurulmuştu. Örneğin Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur Bağdat'ı da kendisi ve askeri için sağlam bir yer olmak üzere kurmuştu. Aynı şekilde oğlu Mehdi, benzeri amaçla Bağdat'ın dışındaki asker şehrini bina eylemişti. Diğer lslam ordugahları da zamanla önemli kentler haline gelmiştir. Müslümanlar bu ordugahları genellikle kentlerin dışında halktan uzak yerlerde kuruyorlardı. Bu yüzdendir ki Haccac "cemacim olayı"ndan sonra askerini Küfe halkının evlerine yerleştirince halk son derece üzülmüş ve rahatsız olmuş ve Haccac'ın bu uygulamasını bir zulüm ve zorbalık saymışlardı. Haccac'dan sonra gelen valiler askeri çoğunlukla ve özellikle de Iran topraklarında yerli halkın evlerine yerleştirirlerdi. Bu durum halkın haklarına açık bir tecavüzdü.


Sancak veya Bayrak


Sancak ve bayrakların tarihi: Liva ve rayet (sancak, bayrak) kelimelerinin ikisi de aynı anlamı taşımaktadır. Muhtemelen liva (sancak) rayetten daha küçüktü veya rayet savaş için askere verilecek sancağa deniliyordu. O tarihlerde "a'lam", "benüd" diye isimlendirilen ve günümüz terminolojisinde sancak ve bayrak olarak bilinen liva ve rayetler bunlardır. Bayrak tarihi oldukça eskidir. Eski Mısırlılar ile onların çağdaşları veya onlardan uygarlık almış olan diğer milletlerde de bayrak biliniyordu. lslamiyet'ten önceki Araplarda da bayrak kullanımı yaygındı. Her kabilenin kendine ait özel bayrağı vardı.


Bayrakların savaştaki yeri de çok önemlidir. Halk savaşlarda ancak bayrakların gölgesi altında toplanır ve bayrakların devrilmesiyle kendileri de dağılırdı. Arapların kullandığı bayrak veya sancak "akab" (karakuş) adıyla biliniyordu. Savaşa çıktıklarında sancak çıkarırlardı. Görüşmelerden sonra hep birlikte bir kişiye verilmesi kararlaştırılırsa sancak ona verilirdi. Eğer oy birliği olmazsa asıl bayraktara teslim edilirdi. Bayraktarlık görevi nöbetleşe olarak arada bir Ümeyye Oğullarına kimi kez de Abdüddar oğullarında bulunurdu. Durumdan anlaşılan o ki, Arapların kendi bayraklarına "karakuş" adı vermeleri Romalılardan alınmış bir adet olmalıdır. Çünkü karakuş, Romalıların bayraklarına ve inşa ettikleri binalar üzerine nakşettikleri özel bir alamet ve amblemdi.


"El-Siretü'l-Halebiyye" adındaki kitapta kaydolunduğu gibi, Bedir Savaşı'nda Müslümanların biri beyaz, diğer ikisi siyah renkli üç sancakları vardı. Beyaz sancak, Hz. Peygamber tarafından sahabenin önde gelenlerinden Mus'ab b. Umeyr ve diğer siyah sancaklardan biri Hz. Ali'ye verilmiştir. Karakuş adında olan ikinci sancak Hz. Ayşe'nin çarşafından yapılmıştı. Üçüncü sancak ensardan birine verilmiştir. Ebü Süfyan ise bu savaşta "rayet el-rüesa"yı (reislerin sancağı) taşıyordu. Bu sancağın adı da karakuştu. Anlaşılan o ki, Araplar, Romalılardan aldıkları bu çeşit sancakların hepsine de karakuş adını veriyorlardı.


İslam'ın doğuşuyla Araplar Şam, lran ve Mısır bölgelerine yayılarak devlet ve kabileleri çoğalınca sancakları çeşitlendi ve şekilleri de değişti. Bayrakların ve ebadını büyütmeye ve farklı adlarla isimlendirmeye başladılar. Ebü Müslim Horasani, Abbasiler adına hilafet davasına kalkışınca, 14 arşın boyunda bir mızrak üzerine sancak yaparak Abbasi sülalesinde lbrahim el­ imam'a göndermiştir. Bu sancağın adı zıll (saye) yani gölgeydi. Ebü Müslim'in aynı şekilde bu kişiye gönderdiği "sahab" adında diğer bir sancak 13 arşın boyunda bir mızrak üzerine yapılmıştı. Sancakların bu kadar büyük yapılması ahali üzerinde korku ve dehşet uyandırması içindi. Abbasi halifelerinin onuncusu olan Mütevekkil H. 235 yılında kendi oğullarını veliahd tayin ettiği zaman oğullarından her birine iki sancak tevdi etmişti. Bunlardan biri veliahdlığa ait siyah, diğeri valiliğe ait beyaz renkteydi. Abbasi halifelerinin yedincisi olan Me'mün, Fazl b. Sehl'i savaş reisliği yani başkomutanlık göreviyle bütün doğu valiliğine tayin ettiğinde kendisine "zü'l-riaseteyn" lakabını tevcih ettikten sonra bir de ona iki parçalı bir sancak vermiştir. Kısaca söylemek gerekirse sancaklar zamanla değişik şekiller almıştır. Ayrıca halife ve sultanlar sancakların sayısıyla övünürlerdi. Örneğin Fatımi halifelerinden Azizbillah Şam'ın fethi için ordusuyla hareket ettiğinde emrinde bulunan askerin taşıdığı sancakların sayısı 500 ve borazanların adedi aynı şekilde 500'e ulaşmıştır. Kimi kez sancakların üzerine halife, sultan veya komutanların adları yazılırdı.


Sancakların Rengi


Karakuş sancağından başka, Cahiliye devrinde kullanılan sancakların renkleri hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Karakuş sancağına gelince daha önce belirttiğimiz gibi bunun rengi siyahtı. Hz. Peygamber'in sancağı da siyahtı. Bazı eserlerde beyaz sancakların da olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte Islam devletlerince değişik zamanlarda kullanılan sancakların rengi devletten devlete değişiyordu. Örneğin Emevilerin sancakları kırmızıydı. Şii devleti yandaşı olanların sancakları beyazdı. Abbasilerin halifeliğini destekleyenlerin sancakları siyahtı. Zaten siyah renk Abbasilerin ayırt edici alametleriydi. Abbasiler bu rengi Emevilerce öldürülen Haşimoğulları şehitlerine matem işareti olmak üzere kabul etmişlerdi. Bu yüzden Abbasilere "müsevvide" (siyah rengi sembol seçenler) denilmişti. Haşimiler, Abbasiler'den ayrılıp ''Talibiler" adıyla her tarafta Abbasilerin halifeliğini reddetmeye başlayınca, Abbasilerin alametlerine aykırı bir alamet kabul ederek beyaz sancaklar kullandılar. Bu yüzden onlara "mübeyyiza" (beyaz rengi sembol seçenler) adı verilmişti. Durumdan anlaşılıyor ki, Şiilerden Haşimoğulları yandaşlarının alameti yeşildi. İşte bu yüzden Me'mün, Hz. Ali torunlarından Ali b. Musa el-Kazım'ı veliahd tayin ettiği zaman askere siyah elbiseyi çıkarıp yeşil elbise giymelerini emretmişti. Ancak söz konusu halife bu biattan dönmek zorunda kalınca siyaha geri dönmeye de mecbur oldu.


Magrib bölgesinde kurulan Berberi hükumetler de çeşitli renklerde sancaklar kullanmakla birlikte, sancakları renkli saf ipekten yapılmış altın sırmalı kumaştandı. Doğuda Türk devletleri hükümdara ait bir sancak kullanırlardı. Sancağın başına "şaliş" (çaliş) ve "çetr" adını verdikleri büyük bir tutam kıl (tuğ) bağlarlardı. Bu kıl onlara göre hükümdarın saltanat işareti ve alameti sayılırdı. Daha sonra bunlarda da çeşitli şekilde sancaklar kullanıldı. Türkler bayrağa sancak derdi.


Sancak Teslimi


lslam'ın ilk dönemlerinde halifeler savaş için ordu gönderirken komutanlara her komutana kendi kabilesine ait olmak üzere sancaklar teslim ederler ve bu teslimat sırasında askeri coşturan, sabır ve cesaret verici konuşmalar yaparlardı. Hz. Ömer sancağı teslim ederken aşağıdaki konuşmayı yapardı: "Allah'ın ismi, yardımı ve desteğiyle teslim ediyorum. Allah'ın desteğiyle gidiniz. Zafer ancak Allah'tandır ve ancak hakkı istemek, sabır ve tahammülledir. Allah'ı tanımayanlarla Allah için savaşınız. Zulüm ve tecavüzde bulunarak haddi aşmayınız. Çünkü Cenab-ı Hak baskı ve tecavüzde bulunanları sevmez. Düşmanla karşı karşıya geldiğinizde korkak olmayınız. Zafer sevinci kimseyi işkenceyle öldürmeyiniz. Galibiyet gururuyla düşmana gereksiz zarar ve hasar verdirmeyiniz. Yaşlılardan, kadınlardan ve çocuklardan kimseyi öldürmeyiniz. lki taraf ordusu çarpışmaya ve yağmaya başladığında böyle zayıf kimseleri öldürmekten sakınınız."


Sancak teslimi sırasında yapılan dua ve vasiyetlerde her halifenin kendine ait bir tarz ve üslubu vardı. Ancak anlam açısından hepsi aynıydı. Bir tarafa vali tayin edilince, özellikle lslam'ın ilk yıllarında valiye sancak teslim etmek de adetti. Çünkü o tarihlerde vali askerin komutanıydı. Bu sancaklar tefeülen (bir çeşit fal ve kura biçimi) yıldızların bir araya gelme ve yakınlaşma zamanlarında sapa geçirilip kumandanlara ve valilere teslim olunurdu. Abbasilerde bir komutana veya sınırlarda bulunan bir ordugah reisine (serhat muhafızına) sancak teslim edildiği zaman, o komutan veya muhafız görev yerine gitmek üzere halifenin sarayından çıkarken, bayraktarlardan ve davulculardan oluşan büyük alaylarla cesaretlendirilerek gönderilirdi. Bu alaylar o kadar muhteşem ve gösterişli olurdu ki, halifeyle ait alaylarda daha çok sancaklar veya halifelerin özellikle kendileri için seçtikleri renkte sancak bulundurulmasaydı bunları halife alaylarından ayırmak zor olurdu. Fatımilerin Mısır'da "hızanetü'l-benut" adıyla sancak konulmasına ayrılmış bir dairesi vardı. Bu dairede sancak ve bayraklardan başka, deriden yapılmış kalkanlar vs. savaş aletleri de korunuyordu. Fatımiler yılda bu daire için 80.000 dinar masraf yaparlardı. Fatımiler bahsedilen daireyi o şekilde yönetmeye bir yüzyıl boyunca devam etmişlerdir. Bu dairede sancaklardan, her türlü silahtan, her çeşit at, eğer ve gemlerinden pek çok şey yığılmıştı. İçinde gümüşlü ve altınlı şeyler de vardı. Daha sonra bu daire yanınca içinde bulunan bütün savaş araç ve gereçleri de yandı. Bu dairede yanan eşya 8 milyon dinar değerindeydi. Yangından çok az şey kurtarılmıştır. Bunlardan biri de "liva'ül hamd"adı verilen ünlü sancaktı.


Bando ve Musiki


Askerlikte müsiki kullanımı eski bir gelenektir. Bunun askerlikte kullanılmasının amacı savaş sırasında askerin hislerini galeyana getirmek veya önlerinde bulunan tehlikeleri düşünmemeleri için zihinlerini meşgul etmektir. Askerin önünde şarkı söylemek, marş veya yüksek sesle şiir okumak da bu amaç içindir. Çünkü şarkı söylemek ve yüksek sesle şiir okumak da bir müsiki çeşididir. Araplar Cahiliye dönemlerinde müsiki aleti olarak davuldan başka bir şey bilmezlerdi. Daha sonra lslamiyet zuhur edince, ilk Müslümanlar saltanat, gösteriş ve debdebesinden kaçınarak davul ve boru kullanmaktan çekinmişlerse de hilafet zamanla saltanat şekline girince, anlayışlar da değişmiş ve müsikiyi kullanmakta sakınca görmemişlerdir. Bu zamandan sonra geçimlerinde bolluk ve zenginliğe ulaştıkları gibi eski ve uygar devletler olan lran ve Romalılarla ilişkide bulunduklarından, onların yaşam biçimi ve savurganlıklarından da etkilenmişlerdir. Bunun bir yönü de müsikidir. Saltanat ve egemenliğe bir nişane olmak üzere musikinin kullanımı için devlet adamlarına ve valilere izin verdiler. Sonraki dönemlerde müsikiyi daha da çok kullanmaya başladılar. Bununla birlikte orduda bulunan müsiki aletleri, davul ve borudan ibaretti. Bazı dönemlerde bu aletlerin sayısı yüzler ve binlerle ifade ediliyordu.


Silahlar


Araplarda Cahiliye döneminde kılıç, mızrak (kargı) yay ve kalkandan başka silah yoktu. Ancak Araplar bu silahları büyük bir ustalıkla kullanırdı. Çünkü bu silahlarla özellikle yay ve okla canlarını ve ırzlarını korur ve geçimlerini sağlarlardı.


Yay


Araplar çöl yaşamının bir gereği ve etkisi olarak, güçlü bir bakış gücüne sahip olduklarından diğer silahlardan daha çok, yay kullanımında ustaydılar. Yayları savaşların dışında ceylan avında da kullanırdı. Yayla ok atmada inanılmayacak kadar ustalıklarını ilerletmişlerdi. Üstelik onlardan bir ok atıcı ceylanı gözünden vurmak istese derhal istediği gözünden vururdu. Bu yüzden usta ok atıcılara "Rumülu'l-hadak" (ceylan gözünü vuranlar) adı verilmişti. Okçulardan bazılan köstebeği ağaca asarak, istedikleri organı vücudundan bir şey kalmayıncaya kadar her ok atımında birer birer düşürürlerdi. Her ok mutlaka hedefi bulurdu.


İslami dönemde Araplar bu ok atmadaki ustalıklarını Rumlar vs. ile yaptıkları savaşlarda da göstermişlerdir. Yay kullanımındaki bu ustalık zafer kazanmalarının en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Rumlar ok kullanmada usta değildiler. lslam komutanları Arapların okçuluktaki ustalıklarını ve bunun zafer kazanmadaki etkisini iyi bildiklerinden, askerleri ok atma konusunda sıkı bir eğitime tabi tutarlar, sık sık yarışmalar düzenletirlerdi. Hz. Peygamber "Ata binmede ve ok atmada ustalaşmaya gayret ediniz. Gözümde ustalıkla ok atan birisi usta bir süvariden daha kıymetlidir" derdi. "Bir Müslüman yalnız üç şeyle vakit geçirmelidir: atına talim yaptırmak, yarış için ok atmak ve eşine güzel muamele etmek". "Cenab-ı Hak kendi uğrunda ok atanı attığı yalnız tek bir oktan dolayı bile cennete koyar" ve "gücünüz yettiği derecede güçlü ve kuvvetli olunuz. Kuvvet ancak ok atmaktadır, kuvvet ancak ok atmaktadır, kuvvet ancak ok atmaktadır." Hadisleri de Hz. Peygamberin okçulukla ilgili diğer sözlerindendir.


Hz. Peygamber'den sonra gelen halifeler ve komutanlar da ok atma konusunda uzmanlaşmaları için askerlerini sürekli teşvik ettikleri gibi, atlarına iyi bakmalarını da sık sık önerirlerdi. Araplar ata binmede de büyük hüner sahibiydiler. Arap atları hafiflik, sürat ve kolay idare bakımından ünlüdür. Komutanlar maiyetlerinde bulunan adamlara ve askerlerine, eşlerine nasıl bakıyorlarsa atlarına da öyle bir özenle bakmalarını tavsiye ederlerdi.

Araplar ortaçağda okçulukta çok ilerlemiş olmalarının sonucu olarak yay ve okla ilgili sanat değeri olan araç ve gereçler de icat etmişlerdir. Muhtemelen "mücrat" gibi bunlardan bazılarını lranlılardan almışlardı. Söz konusu alet lranlılar tarafından, Tatarlarla savaş yapıldığı tarihte icat edilmiştir. Bu alet ok koymaya mahsus yarığı bulunan bir demir veya tahta borudan ibaretti. Yarığa ok konurdu ve günümüzde tüfekten kurşun nasıl atılıyorsa ok da o aletten öylece süratle atılırdı. Söz konusu alette kullanılan oklar normal oklara göre daha kısaydı. Bununla birlikte Araplar bu aleti çok az kullanmışlardır.


Kılıç


Kılıçı silahların en şereflisi kabul eden Araplar kullandıkları kılıçları dışarıdan tedarik ederlerdi. Onlara göre en ünlü kılıçlar Yemen, Hindistan, Süleymaniye, Şam ve Horasan kılıçlarıydı. Bunlara "süyof-i atika" adı verilirdi. Bu kılıçların, yapıldıkları yere göre çeşitli şekil ve alameti vardı. Örneğin Cahiliye devrinde yapılan Yemen eski kılıçlarının asıl demir kabzasında her biri bir tarafta, iki delik bulunurdu. Kimi kez bu deliklerden biri bir yüzde, diğer yüzündekinden daha büyük veya eşit olurdu. Kabzanın ortası iki baş taraftan daha inceydi. Yemen kılıçlarından ortası çukurlu bir çeşit vardı ki bunlara "süyof-i mahfure"deniliyordu. Kılıcın boyunca bulunan çukur yuvarlak bir eğeyle kazınıyordu. Bazıları da kare şeklinde oymalıydı. Diğer bazı kılıçlar ise düzensiz oyuklar taşıyordu. "Dal" resimlerini taşımayan Yemen kılıcı nadirdi. Dallardan başka bu çeşit kılıçlar üzerinde nakışlar, resimler veya yazılar bulunurdu. Yemen kılıçları en çok yumuşak şeyleri keserdi. Demir veya benzeri kuru şeylerde kullanılınca kırılırdı. Rum kılıçları bu kılıçlardan daha sağlamdı. Çünkü Rumlar kılıca demiri kesecek derecede iyi su verirlerdi. İşte bu sebepten Arapların eline keskin bir kılıç düşerse aralarında dilden dile söylenen bir şey olur, onu çok överlerdi.


lslamiyet'in başlarında Hz. Ali'nin "zülfikar" adındaki kılıcıyla Yemen ileri gelenlerinden ve sahabenin büyüklerinden Amr b. Ma'dikerb'in "samsame" adındaki kılıcı vs. bazı kılıçlar böylece şöhret bulmuşlardı. Muhtemelen bu iki kılıç aslında Rum kılıçlarındandı. Zülfikar kılıcı lslam tarihinde çok büyük bir yer tutar. Bu kılıç Hz. Ali'nin sülalesi arasında miras yoluyla geçerek Abbasilerden üçüncü halife Mehdi'nin dönemine kadar ulaşmış ve söz konusu halife tarafından satın alınmıştır. Daha sonra Hadi'ye, ondan sonra Harunürreşid'e geçti. Rivayete göre söz konusu kılıca zülfikar denilmesi demirinde 18 fıkra (bel omurgalarından her biri) bulunmasından ileri geliyordu.


Kargılar veya Mızraklar


Kargılar çoğunlukla at üzerinde kullanılırdı. Bununla birlikte Araplar çabuk kırıldığı için kargılara çok güvenmezlerdi. Asar-ı düvel yazarının kargı kullanımıyla ilgili aşağıdaki sözleri savaş sırasında kargının Araplarca nasıl kullanıldığını gösterir:


"Meydanlarda ve halifeler huzurunda yapılan kargı oyunları, savaştaki kargı kullanımına benzemez. Savaşta kargı şu şekilde kullanılır: Savaşta düşmanla karşı karşıya gelip de hücum edecek olursan kargıyı koltuğunun altına alırsın, o durumda kargının ucu atın kulakları ortasında olur. Kargıyı böylece doğru bir şekilde tutarak hücum edersin karşıdaki düşmana yaklaştığında düşman kargıyı sağ tarafa almışsa sen sol tarafa alırsın. İlk hamleyi sen yapmaya çalış. Kargının ucunu daima ona doğru tutmuş olduğun halde onu şaşırtmak için sağa sola çevirirsin bu şekilde yaklaşıp vurursun. Karşıdaki elinde bulunan kargıyla vuruştan kendini koruyamaz veya başka şekilde kargıyı kullanırsın. Kargı sağ elinde, omuzun üzerinde ve ucu havada bulunur. Bu vaziyetle süratle hareket edip vurursun. Öyle ki karşıdaki sana hangi taraftan vuracağını şaşırsın.



Eğer iki süvariye karşı çıkarsan ve bu süvariler birbirinden ayrı dururlarsa, sana en yakın olana hücum et. Sana yaklaşmışlarsa birine, arkadaşına hücum edeceğini gösterir bir hareket yaptıktan sonra yine ona hamle edersin. Bu hamleyi de tamam yapmazsın hemen diğerine dönüp vurursun. Eğer bu süvarileri bu mücadelede usta ve aleyhine olarak birbirlerinden ayrılır bir halde görürsen, bir tarafa durmaya bak. Sakın ortalarında durma. Sana en yakın olana hamle et. İkisi sana aynı mesafede bulunursa onlardan daha zayıf gördüğünü şaşırt daha kuvvetlisine hamle et. Kuvvetçe eşit görürsen ve ikisi aynı yerde duruyorsa, kendilerinden uzaklaş. Onlar seni takip etsinler. Takip ederlerken aniden dön ve sana en yakın olana hamle yap. Bir geçitten geçtiğin sırada karşına kargıyla bir atlı çıkarsa sakın atla üzerine hücum etme. Anan yere in, yerden ona kargıyı sapla. Eğer bir geçitte önünde bir süvari ve arkanda diğer bir süvari bulunursa burada da attan aşağı inip sana en yakın olan süvariye vurursun. Diğerine karşı atını siper yaparsın."

Kargıların harbeleri bölümlü, geniş, ince, eğri, doğru dalgalı gibi çeşitli şekillerdeydi.


Kalkan


Kalkanlar değişik amaçlarla kullanıma elverişli olarak birkaç çeşitti. Ortası çukurlu, ortası kubbeli ve çevresi eğri yuvarlak şekilli olanlar bunlardan bazılarıdır. Her çeşidin kendine ait yararı vardı. İnsan; ortası kubbeli ve çevresi eğri olan kalkanla kargıların hamlesinden kendini koruyamazdı. Çünkü vurunca kargı buna saplanıp kalırdı.

Bu çeşit kalkanlarla ok, taş ve kılıçtan korunulabilirdi. Ortası kubbeli olan kalkanlarla oklara karşı korunulurdu. Çünkü kalkanın başı süvarinin başını ve geri kalanı süvarinin vücudunun diğer kısmını örterdi. Süvari bir gözüyle kalkanın eğiminden bakarak başını göstermezdi.

Ortası çukurlu kalkan ise kargının hamlelerine mani olmak için kullanılırdı. Kimi kez iki kişi bir düşmanla vuruşurken birbirlerini kalkanlarıyla hamle ve vuruşlardan korurlardı.


Müslümanlar kalkan yapımında oldukça gelişmişlerdi. Kalkanlar üzerine ayetler, hikmetli sözler ve şiirler yazdırırlardı. Her memleketin kalkanı özel bir şekilde yapılırdı. Şam kalkanları, Irak kalkanları vs. her biri ayrı biçimdeydi.


Araplar zırhların birçok çeşidini kullanmışlardır. Bu zırhlar demirden, çelikten veya ketenden yapılıyordu. Ketenden yapılan zırha "dilas" adı verilirdi. Araplardan zırh sahibi olanlar çoğunlukla süvarilerdi. Zırhlar genelde Rum ve Iran yapımıydı. Araplar arasında "Halid b. Ca'fer'in zırhı" gibi ün yapmış bazı zırhlar da vardı. Söz konusu zırh "zatü'l ezme" (tortoplu) adıyla biliniyordu. Çünkü düğmeleri vardı. Bir adam sıvamak istese etleri o düğmelere batardı. Zırh (cevşen), göğüslük ve başa mahsus olarak beyza (tuğluk) ve miğfer gibi birtakım parçalardan oluştuğu gibi, kollara, bacaklara, ellere mahsus bölümleri de vardı.


lslamiyet'in ilk yıllarında Arapların kullandığı silahlar bunlardı. lslam'dan sonra ise söz konusu silahlara lranlılardan ve Rumlardan hançer, taber (hache), balta vs. eklendi. Araplar yer ve zamana göre bunları çeşitli şekillerde imal ederlerdi. Şam kılıcı,  Irak kılıcından ve Mısır zırhı, Endülüs zırhından başka şekildeydi. Endülüs ve Mısır miğferleri arasında önemli farklar vardı. Bunların farkları gibi diğer silahlar arasında da yer ve zamana göre çeşitli farklar vardı.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 48

 TEMİR  HAN


Demir tanrısı. Demir madenlerini, demirci ocaklarını ve demircileri korur. Erlik Han'ın oğludur. "Sokor" (tek gözlü) olarak anılır. "Akacak kanı yok, çıkacak canı yok'' şeklinde tanımlanır. Yağrını (kürek kemiği) demirdendir. Yuvarlak saç örgüsü vardır. Demircilik sanatını insanlara Temür Han öğretmiş ve ilk demircileri yeryüzüne insanlara hizmet etsin diye göndermiştir. Türk halk kültüründe geçmiş çağlarda demir kutlu kabul edilen bir metaldir. Pek çok Türk topluluğunda ant içilirken kılıcı yanlamasına önlerine koyarlar ve "Gök girsin kızıl çıksın" derler. Bu ifade "gök renkli kılıç sözünde durmayanın kanına bulansın" şeklinde anlaşılabilecek bir mana içerir. Demirin gökten indirilmiş bir metal olduğuna inanılır. Türk Mitolojisi'nde altın kapılı, gümüş pencereli demir çatılı evlere sıklıkla rastlanır. Bazen de evin kendisi demir olarak betimlenir. Demire verilen önemin  bir sonucu olarak demircilik mesleği de,   özellikle ateşi kullanmaları ve çok eski devirlerde herkesin yapamayacağı bir iş olması nedeniyle son derece saygın hatta gizemli bir iş olarak algılanmıştır. Demircilerin araçları kutlu sayılır ve bunların her birinin koruyucu ruhu (iyesi) bulunur. Demirci ocağında yakılan mas (meşe) ağacı da kutlu kabul edilir. Ak Demirci ve Kara Demirci denen iki türleri bulunur. Ak Demirciler iyi ruhların yardımını alırlar ve doğudaki iyilik veren tanrıya bağlıdırlar, Kara Demirciler ise kötü ruhların yardımını alırlar ve batıdaki kötülük veren tanrıya bağlıdır. Biraz daha özelleşmiş bir mesleğin İcracısı olarak kayarçdar (nalbantlar) eskiden Türk halk kültürü içerisinde önemli bir yer tuttukları gibi halk öykülerinde, masallarda ve efsanelerde de sıklıkla rastlanan figürlerdir.


TONGA HAN


Efsanevi bir Türk kağanıdır. Yanında iki tane tongayla (leopar) betimlenir. Bazı kaynaklarda Saka (İskit) hükümdarı olduğu söylense de gerçekten yaşamış tarihi bir kişilik olduğu tartışmalı bir konudur. "Alpar/Alper" sıfatıyla tanımlanır. "Tonga/Tunga" sözcüğü aslında leopar cinsinden yırtıcı bir hayvanın adıdır. Bir yiğitlik simgesi olarak Alplere verilen bir unvandır ve Tonga'yı çağrıştırdığı için saçlarını uzatırlar. Ayrıca savaşçılığı simgeleyen aslan, kaplan, pars, tonga gibi yırtıcı hayvanların postlarını giyerler. Yırtıcı hayvanların hükümranlık sembolü olarak kullanılmalarının en özgün örneklerinden birisini ortaya koyar.



TOPRAK ANA


Toprak tanrıçası. Göğün üçüncü katında oturur. Kudu, güçlü bir kadındır ve evrenin ruhudur. Evi sekiz köşelidir. Bitip tükenmeyen bir yaşam gücü bulunur. İnsanlara iyilik yapmak istediğinde bol tahıl verir. Doğum, ölüm, yaşam, cinsellik gibi kavramlar hep onunla ilgili olarak görülür. Eski Türk inancında Toprak Ana'ya beyaz tavuk kurban edildiği bilinmektedir ve kesilen hayvanın özellikle başı toprağa gömülür. Bazen de balık, koyun veya öküz kurban olarak verilirdi. "Anavatan" (Anayurt) kavramı Toprak Ana ile bağlantılıdır. Vatan insanları doğuran ve onları besleyen bir Ana gibi algılanmaktadır. Söylencelerde bahsi geçen mezarda doğma motifi de yine bu tanrıça ile bağlantılıdır.  Bazı masallardaysa zayıf ve çelimsiz çocuklar ana babaları tarafından toprağa gömüldükten sonra orada güçlenir ve üç gün sonra bir yiğit olarak dışarıya çıkarlar. Toprak Ana kimi zaman "Doğa Ana" veya "Ana Tanrıça" kavramlarıyla özdeşleşerek yaratıcı gücü simgeler. Bereketin ve doğurganlığın tanrıçası olarak görülür.


TOPRAK ATA


Toprak tanrısı. Besleyici, barındırıcı ve yaşam vericidir. Göğün üçüncü katında oturur. Bazı Türk uluslarında "Atayurt" kavramı kullanılmaktadır ve vatan insanı koruyan, ona soyunu veren bir baba olarak algılanmaktadır.



TOYBADIM


Yeraltı nehri. Açgözlülük ve hırs ırmağıdır. İnsanın gözü doymazlığını simgeler. Gözyaşlarından oluşan bu ırmağın üzerinde at kılından yapılmış bir köprü vardır. İçerisindeyse su ejderleri yaşar ve kaçmak isteyen ruhları yakalayarak tekrar yeraltına gönderir. Dokuz hırsı simgeleyen dokuz yeraltı akarsuyunun kavuşarak Toybadım ırmağı'na dönüştüğü yerde yeraltı tanrısı Erlik Han'ın demir sarayı bulunur.



TÖZ/TÖS


Totem. Bir topluluğu simgeleyen hayvanın ruhu veya koruyucu gücü. Ayrıca bu hayvanın sembolize edilmiş heykeli veya ikonu. Örneğin "Aba Tös" bazı Türk boylarında “Ayı Ruhu" manasına gelir ve aynı zamanda ayı dişlerinden yapılan ve koruyucu olduğuna inanılan bir nesneyi ifade eder. Çadırın veya evin içinde bulunan herkesi koruduğu düşünülür (Aba sözcüğü aynı zamanda "Ata" ya da "Ana" demektir bir genellemeyle “Ata Ruh-u" veya “Ana Ruh-u" manaları da taşır). Gerçekten birçok Türk boyu ayıdan türediğine inanır. Her oymağı koruyan bir hayvan vardır ve soyun ulu atası sayılan bir varlığı sembolize eder. Bu varlıkların ruhlarının ezelden beri var olduğuna inanılır. Kimi zaman dağlar bile töz olarak kabul edilir. "Gul iyesi"yle (hayvan ruhu) bağlantılı bir kavramdır. Tözler ikiye ayrılır:

1. Aruğ (Arı) Töz: İyi ruhların temsil edildiği tözler.

2. Karuğ (Kara) Töz: Kötü ruhların temsil edildiği tözler.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

29 Ocak 2023 Pazar

Filistin ve Siyonist Hareket

 


Eskiden Osmanlı imparatorluğu'nun bir parçası olan Filistin (Ürdün Nehri'nin batısındaki topraklara verilen resmi isim. Bölge kutsal topraklar olan Kudüs ve Nasıra'yı da içermektedir) I. Dünya Savaşı'nın ardından ingiliz mandasına verilmişti.

1917 yılındaki   Balfour   Deklarasyonu'nda ingiltere   Siyonizm'e verdiği desteği açıkça ortaya koymuştu. Yahudilerin Filistin'de bir devlet kurmasını savunuyordu. Arap Filistinliler mandayı reddettiler. Bir yandan Arap ve Yahudiler birbirleriyle savaşırken öte yandan sömürgecilere karşı çeşitli isyan hareketleri yaşandı. Yahudiler kendi yerleşimlerini Arap saldırılarından koruma amacıyla askeri organizasyonları olan Haganah'ı kurdular.

Filistin'deki Yahudi yerleşimleri başta oldukça yavaş gelişiyordu.1930'larda Nazilerin Yahudilere dönük baskı politikaları ise göçmen sayısında ciddi bir artışa neden oldu. Bu durum 1936 ve 1939 tarihleri arasında Yahudi yerleşimcilere saldıran Arapları alarm durumuna getirdi. Kudüs Kalesi'nin kurulduğu Sion Dağı'ndan adını alan Siyonist hareket 1897 yılındaki Dünya Siyonizm Kongresi'nden beri gelişimini sürdürüyordu. Onların arasından çıkan aşırı sağcı Stern Gang örgütü Filistin' deki ingiliz hedeflerine saldırmaya başladı.

Arap isyanı sırasında iki tarafın uzlaştırılmasının mümkün olmadığını anlayan ingiltere, Filistin'in Arap ve Yahudi devletleri olarak ikiye bölünmesini önerdi. Öneri reddedildi. Araya giren II. Dünya Savaşı Filistin'de illegal Yahudi göçünün büyük bir hızla artmasına neden oldu. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından israil devletinin kuruluşu Siyonist hareketinin zaferini ortaya koyuyordu.



Alıntıdır. 


Mardin Ulu Camii

 


YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ-2

 RİDDE


  Riddenin tarifi:


Hicret'in 10. ve 11. yıllarında dini ve hukuki bakımdan henüz pek yeni bir teşekkül olan Islam devletini büyük sarsıntılara mâruz bırakan Ridde olayı en eski İslam kaynaklarında oldukça geniş bir yer işgal etmektedir. Ridde, İslamiyet'in bu devri için o kadar önemli olmuştur ki, bazı tarihçiler sadece 10 - 11. yıllarda cereyan eden isyan ve irtidatları canlandırabilmek için hususi kitaplar vücuda getirmeğe mecbur kalmışlardır. Vakıdinin biricik nüshası Bankipore'da bulunan Kitab al-Ridde'si ile Vesime'nin İbni Hacer tarafından İsabe'ye alınan Kitab al - Ridde'si bunların en önemli örneklerini teşkil eder.


İslam tarihinde çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan Ridde "İslâm'dan dönmek, İslam dinini reddetmek" anlamına gelmektedir.


Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmış bulunan İslam dini, Hz. Muhammed'in hastalanması ve ölümü üzerine, gene bu bölgelerin çoğunda yaşayan Araplar tarafından reddedilmiş, İslamiyet'in yüklediği mali mükellefiyetlerden kurtulmak isteyenlerde eski putlara dönme temayülü artmış, bazı kabileler ise Hz. Muhammed'in tanıttığı tek ve her şeye kâdir olan yüce Tanrıya ibadeti terketmemekle beraber islam dininin gerektirdiği zekâttan muaf tutulmak istemişlerdi.


Hz. Muhammed'in hayatında Arap yarımadasında İslâm dininin yayılışı:


Ridde'nin sebeplerini gösterebilmek için önce İslamiyet'in Arap yarımadasında hangi kabileler tarafından kabul edilmiş olduğunu belirtmek gerekmektedir: Hudeybiye barış andlaşmasından sonra bütün yarımadada yaşıyan Araplar, Hz. Muhammed'in dini ve idari nüfuzunun gün geçtikçe arttığını gördüler. Esasen bu sırada putlara olan bağlılığın zayıflamış olmasından ve Yarımadanın tek tanrılı yüksek bir dini kabule hazır bir durumda da bulunmasından dolayı Hz. Muhammed'in tekliflerini ulaştıran elçilerin müsait karşılanmaları ve bu arada İslamiyet'in bu kabileler tarafından kabul edilip onun icap ve mükellefiyetlerinin derhal yerine getirilmesi kolayca mümkün oldu.


Hicretin 10. yılında Medine, Arabistan' ın dört bucağından gelen ve çeşitli kabilelerin ihtida haberlerini getiren heyetlerle dolup taştı. Yemen'den, Yemame'den, Necid'den, Oman'dan, Bahreyn'de'', Belka'dan, Hadramavt'tan birçok Müslüman olmuş kabileler, dini ve siyasi bağlılıklarını bildirmeğe memur temsilcilerini en kısa bir zamanda Medine'ye gönderdiler; böylece Hz. Muhammed'in Veda Haccına hazırlandığı tarihlerde artık Arap Yarımadasının her bölgesinde Medine hükümetine dinen ve siyaseten bağlı birçok kabileler bulunduğu gibi, eski kitabi dinlere bağlı veya. Mecusilik, Sabiilik gibi kitabi muamelesi görmüş din saliklerinin cizye vererek Müslüman himayesini elde etmiş toplulukları da vardı.


Ridde'nin islâmiyet için en tehlikeli örneklerini vermeden önce,  Arap yarımadasındaki islâmlaşma hareketine kısa bir göz atmak gerekmektedir.


Hicret'in 10. yılının Rebi'al - Evvel ayında Hz. Muhammed dört yüz kişi ile birlikte Hâlid bin Velid'i Necran'da yaşıyan Benu al-Hâris bin Kaablara gönderip onları islam'a davet etmesini, kabul etmezlerse silah kullanmasını emretti. Halid, puta tapan Benu al - Harisleri Müslümanlığa girmeğe ikna etti ve yeni dinin prensiplerini onlara öğretebilmek için de Necran'da iki ay kalmağa mecbur oldu. Bu arada da Hz. Peygamber'e şöyle bir mektup yazdı: "Ey Tanrı Elçisi, sana esenlikler dilerim ve sana hak mâbud olan Tanrıyı överim. Hamdü senadan sonra ben Benu al - Haris bin Kâab'ların illerine geldikten sonra, emrettiğin gibi onları üç gün İslâmiyet'e çağırdım. Etrafa süvariler göndererek Müslüman olunuz, emniyete ve selâmete kavuşursunuz, diye ilan ettirdim. Onlar benimle savaşmadan Müslüman oldular. Ben onlara Tanrı'nın emirlerini öğreterek ve yasak ettiği işlerden onları meneyliyerek aralarında yaşıyorum " dedi. Bu mektubu alan Hz. Peygamber de Halid'e, artık Medine'ye dönmesini ve Benu al-Haris bin Kaab'lardan bir heyeti misafir olarak beraberinde getirmesini emreder mahiyette bir cevap gönderdi. Hâlid beraberinde Benu al-Haris bin Kaabların ileri gelenlerinden bir toplulukla Medine'ye döndü. Hz. Muhammed bunlarla görüştü ve içlerinden Yezid Bin Husayn'ı reis tâyin etti. Necran'a dönecekleri vakitte adet olan hediyeleri dağıttı. Elçiler yurtlarına döndükten sonra, Hz. Muhammed onlara Ensar'ın Benu Neceâr kolundan Amr bin al-Hazm'ı öğretmen ve maliye memuru olarak gönderdi. Amr orada dini tavsiyelerde bulunup zekât mallarını toplayacaktı.


İbni İshak'a dayanan bir rivayet, bize Amr bin Hazm al - Ansari'ye Hz. Muhammed tarafından yazılmış bir talimat mektubunun, Kuran tarihi bakımından çok değerli bir haberi ihtiva ettiğini göstermektedir. Mektup şu yoldadır:. "Bismillâhirrahmanirrahim, ey müminler and ve anlaşmalarının yerine getiriniz bu, Tanrı Elçisi Muhammed'in Yemen'e gönderdiği Amr bin al-Hazm için yazdığı mektuptur. Tanrı Elçisi ona bütün işlerinde Tanrı'dan sakınarak hareket etmesini emretti. Çünkü Tanrı kendisinden sakınan ve hayr ve iyiliklerde bulunanlarla birliktedir. Tanrı Elçisi ona, Tanrı nasıl emrettiyse hak ve hukuka o şekilde riayet ile iş görmesini, insanlara hayra müjdelemesini, Kur'an'ın ve İslam dininin kaidelerini öğretmesini, kötülüklerden menetmesini emreder. Temiz olmıyan kimseler Kur'an ı ellerine almasınlar. Ahaliye leh ve aleyhlerinde olan emir ve hükümleri anlatsın” 23 . Mektup bundan sonra daha bir hayli uzar. Fakat bizim için mühim olan cihet yukarıya aldığımız, Temiz olmıyanların Kur'ana el sürmelerinin yasak olduğunu emreden cümledir. Zira böylece peygamberin mümessillerinin Yarımadada islamiyeti öğretmek ve yaymak üzere gittikleri zaman bunu, ancak ezberlerinde olduğu kadarını söylemek suretiyle yapmadıklarını, nazil olmuş ayetlerin yazılı nushalarını da beraber götürdüklerini ispat eder. Bunun önemini Caetani ve Frants Buhl (is. Ans. S. 100i, Caetani, C. VIII. S. 26) de kabul etmekte fakat haberin doğruluğu hususunda her ikisi de şüphelerini açıklamaktadırlar.


Bu nokta üzerinde ısrarla durmamızın sebebi, Caetani'nin aşikar olan bir yığın tarihi vesika karşısında Yemen'in Müslüman olmadığını, tam bir istiklal içinde bulunuduğunu, orada Esved'in isyanı başlayınca da Peygamber'in, bu hadiselere zerre kadar önem vermediğini iddia etmesidir.


Hz. Peygamberin elçilerine yazdığı ve yukarıya aldığımız mektuplar ile onlardan gelen cevaplar, Kur'an hakkındaki kayıtlar, ana kaynak olan Belazari, Taberi, Buhari, İbni Sa'd tarafından teyid edilmektedir.

Hz. Muhammed, Esved'in isyanını önlemek için bütün gücüyle çalışmıştır. Şu halde Caetani'nin bu yoldaki iddiaları doğru olamaz (VII. S. 36).


Hz. Muhammed'in Yemen'i islamlığa kazanmak hususundaki gayretleri bitmemiştir. Birçok kollara ayrılan Benu al - Hâris bin Kâ'blar'a mektuplar ve elçiler yollıyarak, kimine amanname verip kiminin bazı sulak arazideki haklarını tanıyarak ümit ettiği müsbet sonucu elde etmiştir. Peygamber Veda Haccına çıkmadan önce Muaz bin Cebel ile Ebu Musa'al - Aş'ariyi islamiyet'i yaymaları için Yemen'e yolladı ve kendilerine talimat verirken "herşeyi kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, fenalık değil, iyilikler yapmaz, hasmâtne değil dostâne duygular taşıyınız" dedi. Aş'ari, Yemenin daha çok kıyı bölgelerine, Muaz bin Cebel ise yukarı bölgelerine memur edilmişlerdi. Fakat Yemen gibi verimli ve geniş bir bölgede yaşıyan pek çeşitli boy ve soydaki insanların hepsini, birden-bire islamlığa kazanmak pek tâbiidir ki, mümkün olamamıştır. Bunu Belazuride gördüğümüz Muaz bin Cebel'in şu mektubundan kolayca anlamaktayız: "Yağmur suyu ile yahut akar sularla sulanan toprakların mahsulünden onda biri, suni şekilde sular akıtmak suretiyle sulanan yerlerden bunun yarısı alınır. Olgunluk çağına gelenlerden, nüfus başına bir dinar veya bunun karşılığı dokuma bez alınır. Yahudi, yahudilikten döndürülemez". Böylece yaln ız Müslümanlar ın ve Yahudilerin de ğil, Yemen'de oturmakta olan Mecüsiler'in de Medine'ye tâbi bir durumda yaş adıkları gene Belazûri'de aynı sayfadaki şu kayıttan anlaşılmaktadır: "Peygamber Hecer ve Yemen Mecusilerinin olgunluk çağına gelenlerinden adam başına bir dinar vergi alınmasını emretmiştir". 10. yılın Ramazan ayında büyük Mezhic kabilesinin Yemen'de oturan Ans, Murad, Sa'd al-Aşire, Ca'fi, Zebid ve diğer kollarını islamiyet'e davet için, başlarında Ali bin Ebi Talib'in bulunduğu ve tahminen 300 kişiden meydana gelmiş bir sefer heyeti hazırlandı. Bir rivâyete göre, Ali savaşarak, islamiyet'i kabul ettirdi. Taberiye göre ise (Tab. Ter. II. 2,. S. 830) Mezhicler derhal islamiyet'i kabul ettiler. Yahudi Hahamı, Kâab al-Ahbar da bu yıl ihtida etmiştir.



EZD kabilesinden 10 kişinin başında bulunan Sarrad bin Abdullah al-Ezdi gene aynı yılda Müslüman olmuş ve kendisi gibi islamiyet'i kabul etmiş bulunan Ezd'lerin başına geçerek Cereş şehrini kuşatmıştı. Kuşatma uzun sürmüş, sonunda Müslümanlar üstün gelerek, Sarrad, Cereş ve Tebale şehirlerine başeğdirmiş ve oraları islamlığa kazandırmışlardır.


HEMDANLAR'ın islamiyet'i kabul ettikleri haberi ise, Hz. Muhammed'in secdeye kapanıp Allah'a şükretmesine ve Hemdanlar'a selamımdır, Hemdanlar'a selâmımdır sözünü tekrarlamasına sebep olmuştur (Tab. Ter. II, 2. S. 831).


Abd al - KAYS delegeleri de bu yıl Peygamberi ziyaret ettiler ve içlerinde Hristiyan dinine girmiş olanlar bile islamiyet'i kabul ettiler.


Aralarında bulunan Amr bin Cârud kendi kavmi dinden döndüğü zaman bile Müslüman kaldı.

Gene 10. yılda Becileler'den Cerir bin Abdullah Becili, maiyetindeki 150 kişi ile birlikte Hz. Muhammed'e bağlılığını bildirmeğe geldi. Hepsi kelime-i şahadet getirdiler. Peygamber onlara söylediği nutukta, göndereceği valinin bir Habeşli bile olsa, ona itaat etmeleri lüzûmundan bahsetmiş ve döndükleri zaman Zu'l-Hulâsa putunu yıkması için Cerir bin Abdullah'a emir vermiştir. O da bu emri derhal yerine getirmiştir.


Zebidler'in, Sadefler'in elçileri de ayn ı şekilde Medine'yi ziyaret edip aldıkları hediye gümüşlerle memleketlerine döndüler.


Muradlar'a gelince, bunlarla Hemdanlar arasında büyük bir geçimsizlik vardı. İşte islâmiyet bu geçimsizlikten bir hayli istifade etti. Ferve bin Müseykal - Muradi, müttefiklerinden olan Kindeler'in emrinden ayrılıp Medine'ye geldi; islâmiyet'i kabul etti. Haz. Muhammed de onu, mükâfat olarak, Muradlar, Mezhicler ve Zebidler üzerine kendi temsilcisi tâyin etti.


Arabistan' ın adeta zahire anbarı durumunda olan ve Hicaz'ın doğusuna düşen Yemâme bölgesinde büyük REBİA kabilesinin bir kolu olan Hanife kabilesine gelince, bunların 7. yılda başkanları olan Hevze bin Ali'nin Iran yoluyla gelen Hristiyanlığı kabul etmiş olması muhtemeldir. Peygamber ona, Salit bin Amr al-Amiri eliyle bir mektup yolladığı zaman o Peygamber'e, kendisinin şair ve hatip olduğunu, şayet kendisine bir pay verilecek olursa, islamiyet'e gireceği yolunda bir cevap yolladı. Bundan sonra, Hanife kabilesinden 10 kişilik bir heyet Medine'ye geldi içlerinde bulunan Müseylime de aynı şekilde ortaklık peşinde koşmuş, Peygamber'den kendisine bir menfaat temin edemeyince Peygamberlik iddiasına koyulmayı en uygun bir yol zannetmişti. Halbuki gene Hanife kabilesinin mühim bir kısmına hükmeden Sümame bin Usal, maceralı bir şekilde de olsa önceden islamiyet'e girmiş ve bu uğurda Yemame'de sonradan islam' ı terkedenlerle bir hayli uğraşmıştır.


Bundan başka önemli bir kabile olan Kindeler'den de Eş'as bin Kays seksen kişilik bir temsilci topluluğu ile Medine'ye gelmişti Kinde Araplarının saçları pek dikkatli taranmış, gözleri de sürmelenmişti. Meşlahları renkli ve altın pullarla işlenmişti. Hz. Muhammed bu pek süslü giyimi beğenmedi. Elçiler islamiyet'i kabul ettikten sonra Peygamberin emriyle süslü elbiselerini çıkarmaya mecbur oldular (Tab. Leyden bas ısı, I. S. 1739).


Hz. Peygamber Tayylar'ın da sefaret heyetlerini kabul etmiş ve onların kollarından olan bütün kabilelere mektuplar yazmıştır. Tayylar Islâmiyet'i büyük bir çoğunlukla kabul etmişlerdi.


İslâmiyet'i kabul etmiş bulunan Esedler'e Peygamber mektup yazarak Esedler'in, Tayylar'ın sularına saldırmamalarını arazilerine girmemelerini ihtar etti.


Gene İbni Sa'd'dan aldığımız bilgiye göre Hadramavt büyüklerine Hz. Peygamber mektuplar yazmıştır. Bunlar arasında da Islamiyet'in kabul edildiği yazılmış olan bir beyitten anlaşılmaktadır.


Sekizinci Hicret yılında Müslüman olan Oman halkı, yâni Ezdler'den olan halk, Islamın inceliklerini öğrenmek isteyince, Hz. Muhammed onlara Amr bin al-As' ı yolladı.


Buraya kadar 10. yılda Islâmlaşmış büyük, küçük bazı kabilelerin islâmiyet'e nasıl girmiş olduklarını, bir yığın karışık haberler arasından, mümkün olduğu kadar seçmeğe çalıştık. Şimdi Yarımada'nın Bahreyn gibi bazı bölgelerinin 10. yıldan önce nasıl olup da islâmiyet'e dahil olduklarına işaret eden kısa misâller vererek, yarımada'da yeni semavi dini tanımamış veya bundan haberdar olmamış bir köşenin kalmadığını ispat etmek mecburiyetindeyiz. Öyleki, Hz. Muhammed öldüğü zaman islâmiyet, âdeta henüz Hicaz bölgesinin sınırlarını aşamamıştı iddiasında bulunan müsteşriklere bu iddialarında haklı olmadıkları cevabını verebilelim.


Bahreyn'i 8. yılda Fars ülkesinin bir parçası gibi telâkki edenler vardı. Orada Abd al- Kayslarla Bekr bin Vâil ve Temim Araplarından birçokları yaşardı. Hz. Peygamber zamanında orada Farslar'ın valisi Münzir bin Sâva idi. Hz. Peygamber buranın büyüklerine islâmiyet'i veya cizye vermeği kabul etmelerini bildiren bir mektup yazdı Ora halkından puta tapanların bir kısmı ve başkanları Müslüman oldular;


Mecusi, Yahudi ve Hristiyan olan ahalisi ise al-Ala bin al-Hadrami ile barış yaptı. İbni Abbas'ın rivayetine bakılırsa, Hz. Peygamber'in Bahreyn halkına şöyle bir mektup yazdığı görülür: "Tanrıyı ululadıktan sonra, siz namaz kılar zekat verir Tanrı ve Elçisine kalbden inanır, hurmalığınızın mahsülünden onda birini, ekinlerinizden yirmide birini verir, çocuklarınızı Mecuisi yapmaz iseniz, siz andlaşmada anılan sartlarla emniyet içindesiniz. Ancak ateşgedeler Tanrı ve Elçisinin emriyle yıkılıcaktır. Ancak İslâmiyet'i kabul etmez iseniz sizden cizye alınacaktır." Mecusilerle Yahudiler islamiyet'e yanaşmadan cizyeyi ödemeği kabul ettiler (Belâzari, ter. I. S. 130).

Necran'ın Hristiyan halkından da bir heyet gelip Hz. Muhammed ile cizye vererek dinlerinde serbest kalmak şartı ile bir andlaşma yaptılar. Hz. Muhammed'in bunlara yazdığı mektubun metni çok enteresandır. (fazla bilgi edinmek için bk. Taberi Leyden basısı, I. S. 1740). Böylece Necran'ın Hristiyan halkı da dinen olmasa bile, hukuken Medine hakimiyetini tanımak mecburiyetinde kalmıştır.


Arap Yarımadasının kuzey bölgesinde oturan ve Hristiyan Bizans ile en yakın teması bulunan Gassanlar'dan da 10. yılda bir elçilik heyetinin geldiği Vakıdi tarafından zikredilmiştir. Gelen heyetin geri döndüğü zaman Islamlığı yaymayı başarıp başaramadığı hakkında kesin bir vesikaya malik değiliz.


Kuzey- doğu bölgesine gelince, kuzeyden, Mezopotamya'dan Bahreyn'e doğru uzanan topraklara yayılmış bulunan büyük Temim kabilesi Hicretin 9. yılında Utârit bin Hacib, el - Akra' bin Hâbis, al Zibrikan Bin Bedr, Amr bin al - Ahtem, Nu'aym bin Zeyd, Kays bin isim ve başkalarından müteşekkil bir heyeti Hz. Peygamber'e yolladı. Mekke fethinde Hz. Peygamber ile birlikte hazır bulunan el - Akra' bin Habis ile Fezâre kabilesinden Uyeyne bin Hısn da bu gelen heyetin içine girmişlerdi. Önce meziyet ve fazilet yolunda bir yarışma yapıldı; Temim kabilesinin hatiplerinden Utârid bin Hacib'e Sâbit bin Kays ile Peygamberin meşhur şairi Hassan bin Sabit cevap verdi. Sonunda Müslümanların üstünlüğünü kabul eden Temimler islamiyet'i kabul ederek memleketlerine döndüler.


Yukarıda da söylediğimiz gibi, Arabistan' ın hemen her bucağında dinen ve siyaseten Hz. Muhammed'e bağlı kabileler, topluluklar veya bazı kabilelerin ileri gelen şahsiyetleri vardı.


Riddenin sebebleri


Veda Haccından yorgun ve zayıf düşmüş bir halde dönen Hz. Muhammed Muharrem ve Safer aylarını Medine'de sâkin bir şekilde geçirdi. 11. yılın Muharrem ayında Şam üzerine yürümek maksadıyla seferberlik ilan etti ve ordunun başkomutanlığına azatlı kölesinin oğlu olan Usame bin Zeyd'i tâyin etti. Tam bu sırada Peygamber, ölümüne sebep olan hastalığa yakalandı. Bu haber çarçabuk Arabistan'ın dört bucağına yayıldı. Hristiyanlar ve Yahudiler fırsattan istifade ederek islamiyet'i yeni kabul etmiş olan kabile mensuplarını dinden dönmeğe teşvik ettiler. Yemen gibi Ebna, Arap, Yahudi kabileleri ile mesktin ve çeşitli dini inançlara bağlı toplulukların yaşadığı bir bölgede bu haber daha büyük bir tepki unsuru haline geldi. Esasen Arap yarımadasının büyük bir kısmının iktisadi ve siyasi bakımdan Medine hükhmetine bağlanmış bulunması bazı kabile ileri gelenlerinin haset ve kıskançlığını uyandırmıştı. Medine artık zengin ganimet mallarının, zekât ve cizyenin ve binnetice siyasi ve askeri nüfuzun toplandığı bir başkent haline gelmişti. Yarımadanın dört bucağına oradan emirler veriliyor, elçiler, memurlar müşküllerini hal etmek için gene oraya koşuyorlardı. Yarımadanın en akla gelmez köşeleri, Peygamber Muhammed'in himayesine sığındıkları için komşu kabilelerin baskın korkusundan uzak olarak yaşıyorlardı.


Tanrı Elçisinin hastalanması haberi bir takım kabile şeflerinin siyasi gayelerini açığa vurmalarına fırsat verdi. Bunlar topraklarını Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak zekât ve sair adlarla toplanan vergileri, kendi şahsi menfaatlerine veya gene kabilelerinin korunmasını temin tahsis etmek maksadiyle göndermediler. Bu hareket Medine hükümeti tarafından isyan sayıldı. Bazıları isyan etmeden önce ince planlar düşündüler; muvaffak olmak için Hz. Muhammed gibi görünmenin en iyi çare olacağı kanaatine ulaştılar. Böylece dinden dönen kabilelerin bazılarının başında peygamberlik iddiasında bulunan bir takım âsi şefler görüyoruz ki, bunlar Islam tarihinin ilk devirlerinde ortaya çıkan ve bazıları sonradan iyi bir Müslüman olarak tanınan yalancı peygamberlerdir. Arabistan'ı bir yangın gibi saran Ridde'nin başlıca sebeblerini şöylece sıralıyabiliriz: 

1) Peygamber'in hastalanması ve ölümü; 

2) Siyasi arzularını tatmin etmek istiyenlerin çeşitli vasıtalara başvurmaları, halkı isyana teşvik etmeleri; 

3) Halkın zekât ve cizyeden muaf tutulmak istenmeleri; 

4) Kabile asabiyetinden dolayı Kureyş hakimiyeti altına girmek istenmemesi; 

5) Yeni dinin ibadet usullerinin ve mükellefiyetlerinin Yarımada'da henüz tam manasıyla kavranamamış bulunması.



Riddenin Yayılması ve Önlenmesi


Böylece Hazreti Muhammed'in son günlerinde başlamış olan Ridde Ebu bekr zamanında gittikçe yaygın bir hal aldı ve Esedler, Gatafanlar, Eşca'ların bir kısmı, Temimler, Süleymler'den bazıları, Havazinler'in bir kısmı, Beni Hıfaflar, Imru'ul-Kayslar, Zekvanlar, Beni Câriyeler, Hanifeler, Bahreyn ahalisi, Benu Bekr bin Vailler, Oman Ezdler'inden Debalar, ,Nemr bin Kas ıtlar, Kelbler, Kudaalar'dan bazıları, Beni Âmirlerin hepsi vsr dinden döndüler.

 

Sadık kalanlara gelince, onlar da şunlardır: " İki Mescid (yâni Mekke ile Medine) arasındaki kabilelerle Eslemler, Gıfarlar, Cüheyneler, Müzeyneler, Kâab ve Sakifler.". Ayrıca Tayylar, Hüzeyller. Becileler, Has'amlar, Tihame yakımndaki Havâzinler, Cüşemler, Sa'd bin Bekrler de sadık kaldılar. Gene sadık kalanlar arasında Bahreyn'de Abdülkayslardan bazıları, bazı Yemenliler, Yemen'de Kindeler, Hadramavthlar, Cendel, Zebid kabilelerini de saymak gerekir.


Ebu Bekr hâlife olmadan önce, Usâme, Peygamber'in emriyle Suriye seferine hazırlanmış, fakat onun hastalığı bu seferin bir zaman için geri bırakılmasını gerektirmişti. Ebu Bekr Hâlifelik makamına geçer geçmez yukarıda bahis konusu ettiğimiz irtidad ve isyanlara bakmadan Usâme'yi Hz. Muhammed'in emridir diye Suriye'ye yolladı. İşte, bunu fırsat bilen mürtedler, Medine'de Müslümanların sayısının az olduğunu düşünerek bir gece baskınına hazırlandılar. Ebu Bekr ise bunu önceden tahmin edip Müslümanların Mescid'de hazır bulunmalarını emretmişti. İrtidad edenler Kureyşlilerle Ensar arasındaki nefretten istifade edeceklerini sanıyor, müşterek düşman karşısında bu nefretin ortadan kalkacağını hiç hesaba katmıyorlardı


Ebû Bekr isyan ve irtidad haberlerini aldıkça, vâlilere haberciler yollamak suretiyle bir müddet oyalama siyaseti takip etti. Maksadı Usâme ordusunun dönmesini beklemekti. Fakat Abs ile Zübyan kabileleri acele olarak Medine üzerine yürüyünce, Ebâ Bekr artık Usâme'yi bekleyemedi. Kuzeyde bulunan Kelb ve Kuzaalar da dinden dönmüşlerdi. Bunun üzerine Ebu Bekr dinden dönüp Tuleyha bin Huveylid'in etrafında toplanan Tayy, Esed ve Gatafan ve Kinanelerin bir kısmı üzerine yürüdü.  Zul'-Kassa ve el'Abrak savaşlarında bunları yendi. Bu işi bitirip Medineye dönen Ebu Bekr artık elçilerle oyalama politikasını bir yana bırakıp onbir birlik kurarak bunlara komutanlar tâyin edip isyan eden bölgelere yolladı. Bunlardan birisinde yalancı peygamber Tuleyha üzerine giden birlikti ki, komutanlığına Hâlid bin Velid tâyin edilmişti. Zu'l Kassa savaşının Müslümanların başarısı ile sonuçlandığını gören müteredditler derhal İslâm ordusuna iltihak ettiler. Böylece Hâlid'in kuvvetleri yol aldıkça, yuvarlandıkça büyüyen bir çığa benzedi. Ebu Bekr, Tuleyha'nın işini bitirdikten sonra Temimler'den olan Mâlik bin Nüveyre'nin üzerine, yâni Butah bölgesine hareket etmesi emrini de verdi. Ayrıca teşkil ettiği onbir birliğin komutanlarına da birbirinin aynı olan ve kendisinin emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bir mektup verdi ". Bu birlikler Böylece düzenlenmişti:

1) Hâlid bin Velid, Tuleyha bin Huveylid ve Butah'daki Malik bin Nüveyre üzerine;

2) İkrime bin Ebi Cehl,  Yemame'ye, Müseylime üzerine;

3) Muhacir bin Ebi Umeyye, yalancı peygamber Esved al - Ansi'nin Kays bin Makşuh ile birleşen adamlarını yenebilmesi için Yemen' deki Ebnaya yardımcı olarak gidecek sonra da şimdi kısmen mürtedlerin tarafını tutmaya başlıyan Hadramavt'ı istila edecekti.

4) O sırada Yemen'den gelmiş bulunan Hâlid bin Said bin al- As' ı, Suriye yaylasında bir yer olan Hamkateyn üzerine;

5) Amr bin al - As,  Kudaalar, Vedia ve Haris topluluğu üzerine;

6) Huzeyfe bin Mıhsan,  Deba ahâlisi üzerine;

7) Arfaca bin Hersume, sonradan Huzeyfe ile birleşmek üzere Mehre'ye;

8) Şurahbil bin Hasene de İkrime bin Ebi Cehl'in arksından ona yardımcı olarak Yemame'ye yüriyecek, orası fethedilince birlikte Kudaalar üzerine gideceklerdi;

  9) Tureyfe (Yahut Ma'n) bin Hâciz, Süelymler ve Havâzinlerin Süelymler ile birlşmiş olanları üzerine;

10) Süveyd bin Mukarrin,  Yemen'de Tihâme'ye;

11) Amr bin al - Hadrami, Bahreyn'e gidecekti ".


Hâlid, Gamr denilen yerde toplanmış olan asileri de dağıttıktan sonra Ümmü Zeml'in isyân ve irtidadını ortadan kaldırdı. Bu Ümmü Zeml meşhur Ümmü Kırfe binti Rebi'anın kızıdır; babası da Mâlik bin Huzeyfe bin Bedr'dir. Ümmü Zeml Selma binti Mâlik, Hz. Peygamber zamanında esir edilmiş ve ganimet olarak Hz. Ayşe'ye verilmişti. Hz. Ayşe onu azad etmişti. Hz. Peygamber ölüp kabileler isyan edince Ümmü Kırfe'nın kızı Ümmü Zeml Selma binti Malik, anasının devesine binerek irtidad etmiş ve isyancıların başına geçerek Halid'in ordusunu bir hayli yıpratmıştı. Selma'nın etrafına toplananlar sadece kendi Huab kabilesinin erkekleri değildi. Şuradan buradan kaçıp gelmiş olan maceraperestler de onun tarafını tutmuşlardı. Hâlid bu haris kadının devesinin bulunduğu yere bütün gücüyle hücum edip hatta Selma'nın devesini vurana 100 deve bağışlayacağını vâdetmeseydi, savaş belki de daha çok uzayabilecekti; fakat Halid askeri dehası sayesinde, oldukça önemli bir zayıat vermiş olmakla beraber, Selma ve taraftarlarını mağlup etti ve Selmayı'da harp meydanında katlettirdi.


Mezopotamya'dan Yemâme'ye kadar yayılmış olan büyük Temim kabilesi dört esaslı kola ayrılır: 1) S'ad bin Zeyd Menatlar; 2 ) Amr bin Temim; 3)) Hanzala; 4) Ribablar. Amr bin Temim ve Ribâb kabileleri İslâma sadık kalmışlardı. Birinci koldan olup Muka'is ve Bütün adlarını taşıyan kabilelerin vâlisi olan Kays bin Asım bir müddet tereddüt içinde beklemişti; Ribâb, Avf ve Ebnâ'nın vâlisi olan Zibrikan bin Bedr zekatı toplayıp Ebu Bekr'e teslim ederse, kendisi onun aksini yapacaktı. Çünkü bu ikisinin araları açıktı. Biri diğerinin yaptığını yapmak istemiyordu. Zibrikan bin Bedr Hz. Peygamber zamanındaki andını yerine getirdi. Zekât develerini Ebu Bekr'e teslim etti. Fakat Kays bin Asım tereddüt geçirdiğinden, sonunda pişman oldu. Al - Alâ bin al-Hadrami tarafından kuşatılınca vergi malları ile birlikte onu karşıladı ve tereddüdünün sebeplerini açıkladı. Bu sırada Hanzala kolundan Yerbu'ların başkanı bulunan Mâlik bin Nüveyre ile aynı koldan olan Mülikler'in başkanı Veki'bin Mâlik dinden dönmüşlerdi.


Bahreyan'deki Ridde'nin önlenmesine gelince: Seyf yoluyla elde ettiğimiz haberlere bakılırsa Bahreyn'de İslâmiyet'i kabul etmiş bulunan bazı kabileler dinden dönmüşlerdi. Bunların başında Kays bin Sa'lebe koluna mensub olan Hutam dinden döndükten sonra kendisine tabi bulunan Bekr bin Vâillerle birlikte harekete geçip Katif ve Hecer'e gitti. Orada yaşıyan Zra ve Sebabice'leri doğru yoldan şaşırttı. Abd al - Kays'lar ise Hutam'a uymayıp bilâkis Münzir bin Stala'ya ve diğer Müslümanlara yardıma koşuyorlardı. Ama Hutam bu yardımı kesmemek için elinden geleni yaptı ve Müslümanları kuşattı. Ebu Bekr bu sırada al - Alâ bin al - Hadrand'yi Mürtedlerle savaşmak üzere Bahreyn'e yolladı. Yolda Yemâme civarından geçerken Müslümanlara katılanlar oldu. Meşhur Sumâme bin Usâl bunların başında gelmektedir. Kays bin Asım da bu yolculuk sırasında topladığı zekât deve ve atlarını getirip al-'Alâ'ya teslim etmiş, daha önce geçirdiği tereddütten pişmanık duyarak al-'Alâ ile birlikte Bahreyn'lilere karşı savaşmak üzere yola çıkmıştı ". Dehna çölünün ortasında bir gece yarısı develerin ürkerek kaçması askerin cesaretini fazlasıyla kırdıysa da, çölde gördükleri bir su onları yeniden hayata bağladı. Bu sefer de meşhur Ebu Hüreyre de bulunuyordu. Al-Alâ, Hecer'e yakın bir yere kadar ilerledi. Mürtedler Hutam' ın, Müminler al - 'Ala'nın komutası altında günlerce çarpıştılar; sonunda yaralı Hutam, Kays bin Asım tarafından öldürüldü. Önemli bir mevkii olan al-Garar esir edildiyse de sonunda affa nail oldu Ganimet malları İslâmiyetin emrettiği üzere askerlere dağıtıldı. Dinden dönmüş olanlar sağa sola kaçışmak teşebbüsünde bulundukça, Müslüman valiler al-'Alâ'dan aldıkları emir üzerine bunları yakalıyorlardı. Kaçanlar, Müslümanlığı kabul ediyorlar, yahut memleketlerine dönmekten ala konuluyorlardı; Diğer bir kısmı ise Dârin'e geliyorlardı Al-Alâ. Bahreyn'de Müslüman olanların artık bir tecavüze maruz kalmıyacaklarından emin olunca, askerleri ile Dârin üzerine yürüdü; orayı zaptetti ve durumu Ebu Bekr'e bir mektupla bildirdi. Ebu Bekr ona Şeybanlar üzerine yürümesini emreden bir cevap yolladı.


Oman ve Mehre'de Ridde'nin önlenmesine gelince: Hicretin 12. yılında Oman'da Ezd'lerin başında bulunan Lakit bin Mâlik al-Ezdi isyan etti. Şeref bakımından üstünlük iddialarında bulunan ve bir rivâyete göre peygamberlik de iddia eden Lakit İslâmlar'dan Ceyfer ve Abbâd'ı dağlara sığınmak zorunda bıraktı. Bunlar Halife'den yardım istediler. Ebu Bekr Ezdler'den Arfece ile Himyerler'den Huzeyfe'yi yardıma memur etti. Ayrıca Halife kendi emirlerini Yemâme'de tutmıyan İkrime'ye Huzeyfe ve Arfece'ye yardım ettiği ve büyük bir başarı kazandığı takdirde onu affedeceğini yazdı. Lakit taraftarlarını çoğaltırken, Müslümanlar da kuvvetlerini arttırmışlardı. Sonunda iki taraf Debâ'da karşılaştılar. Naciye oğulları ile Abd al - Kays 'lardan kuvvetli bir yardım ekibi gelmeseydi, az kalsın, Lakit bin Mâlik savaşta üstün gelecekti. Taberi bu savaşda mürtedlerin 10 000 kişi kaybettiklerini yazmaktadır.


Oman bölgesindeki mürtedlerin işini bitirdikten sonra, İkrime bin Ebu Cehl kendi askerlerinin başında olduğu halde Mehre'ye gitti, Orada biri Şehrit'in diğeri Muharip oğullarından Musabbih'in idaresinde toplanmış bulunan iki kuvvetle karşılaştı. Şehrit ile Musabbih'in araları açık olduğu için İkrime'nin işi kolaylaştı; önce Şehrit'i Müslüman olmaya dâvet etti. O, ilk çağrışta İslâmı kabul etti. Arkasında bulunan kabilelerin hepsi Şehrit'in izinden gittiler. İkrime, onunla birleşerek Musabbih kuvvetleri üzerine yürüdü. Debâ'dakinden daha şiddetli olan bir savaş sonunda mürtedler yenildiler. Müslümanlar bir hayli esir ve ganimet elde ettiler. Ayrıca bütün Mehre'nin Medine'ye boyun eğmesini sağlamış oldular.

 


Bu arada Yemen'de de ikinci bir ridde vuku bulmuştu: Halife Ebu Bekr âsi Esved'in öldürülmesinde büyük bir rolü olan Firûz'u Yemen'e vâli tâyin etmişti. Yukarıda bahsedildiği üzere Yemen'in isyanı, esasında bir Arap - Ebna mücadelesi idi. Asi Esved, Ebna'dan olan Firaz al - Deyleminin de büyük gayretleri ile ortadan kaldırıldıktan sonra, bu mücadele ancak çok kısa bir zaman için önlenebildi. Ebu Bekr'in Yemen'e Firûz al - Deylemiyi vâli tâyin etmesi, onun Cüşeyş al - Deylemi ve Daza-veyh gibi hemşehrileriyle birlikte iş görmesi, ırkan Arap olan Kays bin Makşuh al - Muradi'yi son derece kıskandırdı. Zira Yemen'in isyân ve irtidadında o da islâmlarla birlikte hareket etmiş ve bir hâyli tehlikeleri göze almıştı. Buna rağmen, Yemen ötedenberi olduğu üzere gene Ebna'nın hükmü altına verilmiş, Kays ise beklediği mükâfatı elde edememişti. İşte bu yüzden o da hileye başvurarak Ebna'dan olan Daza-veyh, Firaz ve Cüşey ş'i öldürürse, yâni Halife'nin Yemen'e memur ettiği kimseleri ortadan kaldırırsa, Yemen'in idaresini kendi eline geçirebileceğini ümit etti. Kısa bir devre için işler Kays bin Makşuh'un ümit ettiği gibi cereyan etti. O, önce Dazaveyh'i öldürdü. Fakat evine dâvet ettiği diğer iki kişi bir tesadüf eseri olarak onun plânlarını öğrendiler ve Havlanlar'a sığınmak üzere kaçtılar. Kays bin Makşuh al-Muradi, San'a şehrini zaptetti; vergileri kendi namına topladı; Ebna'yı üçe böldü. Bir kısmını deniz yoluyla Aden'den, bir kısmını karadan İran'a sevketmek istedi. Firuz al - Deylemi ise boş durmadı Ukayl ile Ak'lerden aldığı yardımcı kuvvetlerle Kays' ın üzerine yürüdü. Kays bin Makşuh al - Muradi ise Esved'in şurada burada başı boş bir hâlde dolaşan süvarilerini kendisiyle birleşmeğe çağırdı. Onlar Kays bin Makşuh al - Muradinin bu teklifini kabul ettiler. Firûz al - Deylemi ise Ebu Bekr'in gönderdiği elçi ve mektuplardan sonra Tihâme ahalisinden olan Tâhir bin Ebi Hive'nin idare ettiği kuvvetlerle, Muhâeir bin Ümeyye komutasında Medine'den gönderilen bir ordunun yardımlarıyla takviye edilmişti.


İki düşman San'a yakınında çarpıştılar. Arap Kays, yâni Kays bin Makşuh al - Muradi savaşı kaybetti; kaçtı. Bir müddet sonra Kays'a uymuş olan Amr bin Ma'di Kerib, Muhacir bin Umeyye'nin kuvvetlerinin çokluğu karşısında kurtuluşu Müslümanlara teslim olmakta görerek, amân andı bile almaya lüzum görmeden Kays'dan ayrılıp Müslüman karargâhına geldi. Az sonra Kays bin Makşuh al - Muradi de Müslümanlar' ın eline esir düştü. Her ikisi zincirlerle bağlanarak Medine'de Hâlifenin yanına gönderildiler. Muhacir bin Umeyye, San'a'ya girdikten sonra memleketi çapulculardan ve Esved'in artakalan süvarilerinden temizledi. Orada sükûnet ve düzeni yeniden kurdu. Medine'de bulunan iki esirden, bilhassa Dazaveyh'in katili olan Kays için, Ebu Bekr idam cezas ı verdi ise de o, bu cinayeti işlememiş olduğunu, Peygamberin minberi önünde elli kere yemin etmek suretiyle teyid ettiği için affa nâil oldu. 'Amr bin Ma'di Kerib de aynı zamanda affedildi.


Muhacir bin Umeyye ise Yemen valiliğini Hadramavt vâliliğine tercih etti ve Firilz ile birlikte Yemen'i idare etti.


Hadramavt hâdiselerine gelince: Bu sırada Hadramavt valisi Ziyad bin Lebid idi. Hz. Muhammed'den sonra zekât ödeme vakti geldiğinde, Ziyad bin Lebid halkı Peygamberin emirlerini eskiden olduğu gibi yerine getirmeğe davet etti. Bu emirler ise Hadramavt zekatının Kinde'de Kinde'nin zekatının ise Hadramavt'ta dağıtılması yolunda verilmişti. Hadramavthlar Kinde'nin isteklerini yerine getirmediler dinden dönüp dönmemek hususunda da tereddüt geçiriyorlardı. Ziyad bin Lebid onlara karşı harekete geçmedi, Muhacir bin Umeyye'nin gelmesini bekledi. Muhacir bin Umeyye, San'a'ya gelince Hz. Ebu Bekr'e bir mektup yazdı; gelen cevapta, Muhacir ile İkrime'nin Hadramavt'a kadar ilerlemeleri emrediliyordu. Muhacir bin Umeyye, İkrime bin Ebu Cehl, Ziyad bin Lebid ve daha ikinci derecede bazı Müslüman komutanların yardımlarıyla kindeler'den ve Riyad'da bulunan 'Amr bin Muaviyye'lerden küfre sapanlar cezalandırıldılar.


Hadramavtlılar'dan pek az insan dinden dönenlere yardımda bulunmuştur. Hadramavtlılar her zaman Ziyad bin Lebid'i korudular.

Kindeler'in bozguna uğramasından sonra, Nuceyr kalesinde esir edilenlerden Eş'as bin Kays, İkrime bin Ebu Cehl'den amân alarak Muhacir bin Ümeyye'nin karşısına çıktı ve kendisiyle birlikte dokuz esire de amân taleb etti. Sonunda iş Halife'ye havale edildi. Halife Hz. Ebu Bekr büyük bir mevki sahibi olan Eş'as'ı affedip kendi kız kardeşi ile onun evlenmesine müsaade etmiştir ".



Yukarda açıkladığımız sebeplerden de anlaşılıyor ki, orientalistlerin Hicretin 11 - 12. yıllarında Arap kabilelerinin Ebu Bekr'e vergi vermeği reddetme manasında anladıkları Ridde tamamiyle siyasi ve iktisadi sebeplerden doğmuştur. Ridde Kureyş hükümetine karşı bir ayaklanmaydı; yoksa her yerde dinden ayrılma demek değildi. Başa geçen mütenebbiler atrık bir putun adına değil, tıpkı Hazret-i Muhammed gibi Allah'ın adına ortaya çıktıklarını iddia ediyorlardı. Ayaklanmaların Medine hükümetine yönelmiş bulunan nefreti, sadece zekât vermek mükellefiyetinden değil, Hazreti Muhammed'in hükümetinin sonlarına doğru, hukuk ve din bakımından aydınlatılmaları ve onlardan vergileri toplamaları için kabileler arasına gönderdiği zekât âmillerinin uyandırmış oldukları hoşnutsuzluktan da doğmaktaydı. Merkezden gönderilmiş veya yerliler arasından tâyin edilmiş bulunan bu vergi âmilleri hem vergileri toplar, hem de yerli aristokrasiyi mürakebe ederek, buralarda Medine merkezi hükümetini temsil ederlerdi.


Hazret-i Muhammed'in ölümü üzerine bu vergi âmilleri, eğer islâmiyet'e sadık kalan bir azınlığa sığınamadılarsa kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılıyor ki İslâmiyet din olarak bazı bölgelerde henüz derinleşememiş, siyasi kuvvet olarak da henüz iyice yerleşememişti. Yâni dini ödevlerine iyice alışamamış olanların ayaklanması din olarak İslâmiyet'in oralarda sathi olduğuna, Kureyş'e vergi vermemek için ayaklananların durumu ise, siyasi bir kuvvet olarak islâmiyet'in bazı bölgelerde henüz kuvvetlenmemiş bulunduğuna örnek teşkil etmektedir.


Böylece Ridde bu devirdeki ruhi, sosyal ve siyasi durumun gizli sebeplerini ortaya çıkarmak bakımından araştırılması gereken bir konu olduğu gibi, yalancı peygamberlerin faaliyetlerine uygun bir bölge temin etmesi bakımından da büyük bir önem taşımaktadır.



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak