23 Ocak 2023 Pazartesi

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-13

 ERTELEME (1187-1244)


ADİL VE KÂMİL


Döneminin bütün büyük Müslüman yöneticilerinden sonra olduğu gibi, Selahaddin’in ardından da hemen iç savaş çıkmıştır. Ölür ölmez, imparatorluğu parçalanmıştır. Oğullarından biri Mısır’ı, bir diğeri Şam’ı, üçüncüsü Halep’i almıştır. Ama ne mutlu ki, on yedi erkek ve tek kız çocuğunun çoğu çarpışamayacak kadar küçüktür, bu da parçalanmayı bir miktar sınırlandırmaktadır. Fakat sultan, arkasında iki erkek kardeş ve çok sayıda yeğen bırakmıştır ki, bunlar da mirastan paylarını ve eğer mümkünse terekenin tamamını istemektedirler. Eyyubi imparatorluğunun yeniden tek bir şefe, az daha Arslan Yürekli Richard’ın eniştesi olacak olan becerikli müzakereci “adil” el-Adil’e itaat etmesi için, yaklaşık dokuz yıl süren çarpışmalar, ittifaklar, ihanetler ve cinayetler gerekmiştir.


Selahaddin, fazlasıyla iyi hatip, fazlasıyla entrikacı, fazlasıyla hırslı ve Batılılara aşırı iltifatkâr olan küçük kardeşinden biraz çekinmekteydi. Bu yüzden ona çok önemli olmayan bir ikta vermişti: Ürdün’ün doğu kıyısında, Renaud de Châtillon’dan alınan kaleler. Sultan, onun bu kurak ve hemen hiç oturanı olmayan topraklarda asla imparatorluğun yönetimine talip olamayacağını düşünüyordu. Bu, onu yanlış tanıdığını gösterir. El-Adil, 1196 Temmuzunda Şam’ı el-Efdal’den söker alır. Selahaddin’in yirmi altı yaşındaki oğlu, hiçbir yönetim yeteneğinin bulunmadığını göstermiştir. Fiili iktidarı veziri, tarihçinin kardeşi Ziyaeddin el-Esir’e bırakarak, kendini alkole ve harem zevklerine vermiştir. Amcası bir komplo sayesinde ondan kurtularak onu yakındaki Serpad kalesine sürmüş; burada pişmanlıktan kıvranan el-Efdal, sefil hayatını bırakarak kendini ibadet ve zikre vermeye karar vermiştir.


Selahaddin’in Mısır hakimi olan el-Aziz adındaki diğer oğlu 1198 Kasımında, Piramitler yakınındaki bir kurt avı sırasında attan düşerek ölmüştür. El-Efdal, onun varisi olarak tahta geçmek üzere inzivasından ayrılmış, ama amcası bu yeni tacı onun elinden alıp, onu tekrar münzevi hayatına göndermekte hiç zorluk çekmemiştir. 1202’de elli yedi yaşında olan el-Adil, bu tarihten itibaren artık Eyyubi imparatorluğunun tartışmasız hakimidir.


Ünlü ağabeyinin karizmasına ve dehasına sahip değilse de, ondan daha iyi bir yöneticidir. Arap âlemi onun yönetimi altında bir barış, refah ve hoşgörü dönemi yaşamıştır. Kudüs’ün geri alınmasından ve Frenkler’in zayıflamasından sonra cihada gerek kalmadığını düşünen yeni sultan, Frenklere karşı bir arada yaşama ve ticari ilişki siyaseti benimsemiştir; hatta yüzlerce İtalyan tüccarının Mısır’a yerleşmesine izin bile vermiştir. Arap-Frenk âleminde daha önce eşi görülmemiş bir sükûnet yıllarca hüküm sürecektir.


İlk dönemde, Eyyubiler kendi kavgalarının içine sürüklenirlerken, Frenkler, kocaman parçaları kopartılmış olan ülkelerini biraz hale yola koymaya çalışmışlardır. Richard, Doğu’dan ayrılmadan önce, başkenti artık Akkâ olan Kudüs krallığını yeğenlerinden birine, “el-kont Herre”ye, kont Henri de Champagne’a emanet etmişti. Hattin’de uğradığı yenilgiden sonra gözden düşen Guy de Lusignan’a gelince, Kıbrıs kralı yapılarak, şerefli bir şekilde sürgün edilmiştir. Hanedanı adada dört yüzyıl hüküm sürecektir. Henri de Champagne, devletinin zayıflığını telâfi etmek için haşhaşiyunla bir anlaşma yapmanın peşindedir. Onların şeyhi olan dağın ihtiyarını görebilmek için tarikatın kalelerinden el-Kaf’a bizzat gitmiştir. Dağın ihtiyarı Sinan kısa bir süre önce ölmüştür, ama ardılı, tarikatın üzerinde aynı mutlak otoriteye sahiptir. Bunu Frenk ziyaretçisine kanıtlamak için, iki müridine surların tepesinden aşağı atlamalarını emretmiş, onlar da bunu bir an bile tereddüt etmeden yerine getirmişlerdir. Şeyh bu katliamı sürdürmeye niyetlidir, ama Henri ona bu işe son vermesi için rica etmiştir. Bir ittifak anlaşması yapılmıştır. Haşhaşiyun, konuklarını şereflendirmek için, kendilerine verilecek bir öldürme işinin olup olmadığını sormuşlardır. Henri, eğer fırsat çıkarsa onlara başvuracağına söz vererek teşekkür etmiştir. Kaderin cilvesi; Richard’ın yeğeni bu sahneyi gördükten kısa bir süre sonra, 10 Eylül 1197’de Akkâ’daki sarayının pencerelerinden birinden düşerek ölmüştür.


Onun ölümünü izleyen haftalar içinde, bu dönemi belirleyen yegâne ciddi çarpışmalar meydana gelmiştir. Nitekim, fanatik Alman hacılar, Sayda ve Beyrut’u ele geçirmişler ve el-Adil de bu esnada Yafa’yı geri almıştır. Fakat 1 Temmuz 1198’de, beş yıl sekiz ay için yeni bir anlaşma imzalanmıştır.

Selahaddin’in kardeşi bu barıştan iktidarını sağlamlaştırmak için yararlanmıştır. Uyanık bir devlet adamı olarak, artık yeni bir istilayı önlemek için sahil kesimi Frenkleriyle anlaşmanın yeterli olmadığını, bizzat Batı’nın kendine başvurmak gerektiğini bilmektedir. Onları Mısır ve Suriye’nin üzerine denetimsiz savaşçı dalgalarını boşaltmamaları konusunda ikna etmek üzere, İtalyan tüccarlarıyla olan iyi ilişkilerini kullanmak yararlı olmaz mı?


1202 yılında, Mısır naibi olan oğlu el-Kâmil’e (mükemmel), Akdeniz’in en büyük deniz gücü olan Yüce Venedik Cumhuriyetiyle görüşmeler başlatmasını tavsiye etmiştir. Pragmatizmin ve ticari çıkarların dilini konuşan iki devlet çabucak bir anlaşmaya varmıştır. El-Kamil Venediklilere, İskenderiye veya Dimyat gibi Nil deltası limanlarına girişlerini garanti etmekte ve onlara gereken tüm koruma ve yardımı sağlamaktadır; dukalar cumhuriyeti, bunun karşılığında Mısır’a yönelik hiçbir Batı seferini desteklememe sözü vermektedir. Büyük bir tutar ödeneceği vaadi karşısında, bir grup Batılı hükümdarla yaklaşık otuz beş bin Frenk savaşçısını Mısır’a taşıma anlaşması imzalamış olan İtalyanlar, bunu gizli tutmayı tercih etmişlerdir. Becerikli pazarlıkçılar olan Venedikliler, yüklenimlerinin hiçbirini bozmamaya karar vermişlerdir.


Şövalyeler gemiye binmek üzere Adriyatik kentine geldiklerinde, duka Dandolo tarafından sıcak bir şekilde karşılanmışlardır. İbn el-Esir, çok yaşlı, kör bir adamdı ve ata bindiğinde, bineğin gitmesi için bir seyise ihtiyacı vardı, demektedir. Yaşına ve sakatlığına rağmen, Dandolo haç altındaki sefere bizzat katılmaya niyetli olduğunu bildirmiştir.

Ancak yola çıkmadan önce, şövalyelerden üzerinde anlaşmaya varılmış tutarı ödemelerini istemiştir. Ve onlar ödemenin ertelenmesini talep edince, birkaç yıldan beri Adriyatik’te Venediklilerle rekabete girişmiş olan Zara limanının işgâl edilmesi koşuluyla bunu kabul etmiştir. Şövalyeler bu teklife ancak epeyce tereddüt ettikten sonra razı olmuşlardır, çünkü Zara, Roma’nın sadık hizmetkârı Macaristan kralına ait bir hıristiyan kentidir, fakat şövalyelerin seçeneği yoktur: Duka ya bu küçük hizmeti, ya da vaadedilen tutarın hemen ödenmesini istemektedir. Böylece Zara’ya 1202 Kasımında saldırılmış ve kent yağmalanmıştır.


Fakat Venediklilerin gözü daha yukarılardadır. Seferin önderlerini, tahta Batılılara yatkın birini yerleştirmek üzere yolu Konstantinopolis’e saptırmak konusunda ikna etmeye uğraşmaktadırlar. Duka’nın gerçek amacı, elbette cumhuriyetini Akdeniz’in tümünü denetler hale getirmektir, ama ileri sürdüğü kanıtlar çok kurnazcadır. Şövalyelerin Rum “sapkınlar”dan hiç hoşlanmamalarından yararlanarak, Bizans’ın muazzam hazinelerini onlara anlatarak, onların önderlerine Rumların kentinin denetiminin Müslümanlara karşı daha etkili saldırılarda bulunmalarına olanak sağlayacağını açıklayarak, onların bu yönde karar vermelerini başarmıştır. Venedik filosu 1203 Haziranında Konstantinopolis önlerine gelmiştir. İbn el-Esir şöyle anlatmaktadır:

Rumların kralı çarpışmadan kaçtı ve Frenkler genç adaylarını tahta oturttular. Fakat ancak ismen iktidardaydı, çünkü bütün kararları Frenkler veriyordu. Bunlar insanlara çok ağır vergiler koydular ve ödeme olanaksız hale geldiğinde, bütün altınları ve mücevherleri, hatta haçların ve Mesih ikonalarının üzerinde olanlarını da aldılar. Rumlar bunun üzerine ayaklandılar genç hükümdarı öldürdüler, sonra Frenkler’i kentten atıp, kapılara barikat kurdular. Mevcutları çok az olduğundan, Kılıçarslan’ın oğlu Konya sultanı Süleyman’a yardımlarına gelmesi için haber yolladılar. Ama o bunu yapamadı.


Rumların kendilerini savunacak kadar güçleri yoktu. Bunun nedeni yalnızca ordularının mevcutlarının büyük bölümünün Frenk paralı askerlerden oluşması değil, aynı zamanda bizzat surların içinde onlara karşı hareket eden çok sayıda Venedik ajanının bulunmasıydı. Bir hafta bile sürmeyen çarpışmalardan sonra, kent Nisan 1204’te istila edilmiş ve üç gün boyunca talana ve katliama terkedilmiştir. İkonalar, kitaplar, heykeller, Yunan ve Bizans uygarlığının tanığı, sayılamayacak kadar çok sanat eseri çalınmış veya tahrip edilmiş ve kent halkından binlercesi boğazlanmıştır. Musullu tarihçi şunları aktarmaktadır:



Bütün Rumlar öldürüldüler veya soyuldular. Önde gelenlerinden bazıları, peşlerinde Frenkler olduğu halde, Sofya dedikleri büyük kiliseye sığınmaya çalıştılar. Bunun üzerine bir grup papaz ve keşiş, ellerinde haçlar ve İnciller olduğu halde dışarı çıkarak, saldırganlara hayatlarının bağışlanması için yalvarmışlar, ama Frenkler onların ricalarına hiç kulak asmamışlar, hepsini katledip, sonra da kiliseyi yağmalamışlardır.

Frenk ordusuyla birlikte gelen bir fahişe patriğin tahtına oturarak açık saçık şarkılar söylerken, sarhoş askerlerin komşu manastırlarda Rum rahibelerin ırzına geçtikleri de anlatılmaktadır. Tarihin en aşağılık eylemlerinden biri olan Konstantinopolis’in yağma edilmesinin ardından, İbn el-Esir’in dediği gibi, tahta bir Doğu Latin imparatorunun çıkartılmasına sıra gelmiştir. Flandre dükü Baudouin olan bu imparatorun otoritesini Rumlar elbette asla tanımayacaklardır. İmparatorluk sarayından kurtulabilenler, Bizans’ın elli yedi yıl sonra geri alınmasına kadar geçici başkent olacak İznik’e yerleşeceklerdir.


Çılgın Kontantinopolis macerası, Suriye’deki Frenk yerleşimlerini güçlendirmek yerine, onlara son bir darbe indirmiştir. Nitekim, Doğu’ya servet aramak üzere gelen bu çok sayıdaki şövalye için, Rum toprakları artık iyi bir gelecek sunmaktadır. Burada alınacak, yığılacak zenginlikler varken; Akkâ, Trablus veya Antakya çevresindeki dar sahil şeridi maceracılara hiç de cazip gözükmemektedir. Seferin yönünün değişmesi, ilk etki olarak Suriye Frenkler’ini Kudüs’e karşı yeni bir harekâta girişebilecekleri takviyeden mahrum etmiş ve 1204 yılında sultandan barış anlaşmasını uzatma talebinde bulunmak zorunda bırakmıştır. El-Adil bunu altı yıl için kabul etmiştir. Gücünün zirvesinde olmasına rağmen Selahaddin’in kardeşi bir yeniden fetih harekâtına girişmeye hiç niyetli değildir. Sahil kesiminde Frenkler’in bulunması onu hiç rahatsız etmemektedir.


Suriye Frenkler’inin çoğunluğu barışın uzamasını isterdi, ama denizlerin ötesinde ve özellikle de Roma’da, çarpışmaları başlatmaktan başka birşey düşünülmemektedir. Akkâ krallığı, bir evlilik nedeniyle 1210’da Jean de Brienne’e geçmiştir. Bu adam, Batı’dan yeni gelmiş altmış yaşında bir şövalyedir. Temmuz 1212’de barışı beş yıl daha uzatmaya razı olmakla birlikte, 1217 yazından itibaren bir saldırıya geçmek üzere hazırlıkları hızlandırması için papaya haberci üzerine haberci göndermeye de ara vermemektedir. Bu hazırlıklardan sonra, ilk hacı gemileri Akkâ’ya biraz gecikmeli olarak Eylül ayında varmışlar ve arkalarından daha yüzlercesi gelmiştir. Nisan 1218’de de yeni bir Frenk istilası başlamıştır. Hedef Mısır’dır.


El-Adil  şaşkındır  ve  özellikle  de  bu saldırı onu hayal kırıklığına uğratmıştır. Savaş durumuna son vermek için, iktidara geldiğinden beri ve hatta daha önceleri Richard’la olan müzakereleri sırasında elinden geleni yapmamış mıdır? Onu, sarışın adamlarla dostluk uğruna cihaddan kaçmakla suçlayan din adamlarının ısrarlarına yıllar boyunca dayanmamış mıdır? Bu yetmiş üç yaşındaki hasta adam, kendine ulaşan raporlara inanmayı aylar boyunca reddetmiştir. Kudurmuş bir Alman çetesi Celeli’de bazı köylerde talana mı girişti, bu alışık olduğu bir sapmadır ve bundan kaygı duymamaktadır. Fakat Batı’nın çeyrek yüzyıllık bir barış döneminden sonra yeni bir kitlesel istilaya girişmesi, işte bu ona olabilirmiş gibi gözükmemektedir.


Fakat haberler giderek daha belirgin hale gelmektedirler. Onbinlerce Frenk savaşçısı, Nil’in anakoluna uzanan yolu denetleyen Dimyat kentinin önünde toplanmıştır. Babasının talimatı üzerine, el-Kâmil birliklerinin başında onların üzerine yürür. Sayılarından dehşete düşerek, çarpışmaktan kaçınır. Ordugâhını temkinli bir şekilde limanın güneyine kurar, böylece bir meydan savaşına girmek zorunda kalmadan kent garnizonunu destekleyebilecektir. Kent, Mısır’ın en iyi savunulanlarından biridir. Surları, doğuda ve güneyde dar bir bataklık toprak şeridiyle çevrelenmiştir, bu arada kuzey ve batıda Nil’in iç bölgeleriyle sürekli bir bağ sağlanmaktadır. Etkin bir şekilde kuşatılabilmesi için, düşmanın nehrin denetimini ele geçirmesi gerekir. Kent böylesine bir tehlikeye karşı korunmak üzere, çok büyük bir demir zincirden başka birşey olmayan dahiyane bir sisteme sahiptir. Bu zincirin bir ucu kent surlarına, diğeri de karşı kıyıya yakın bir adanın üzerinde yapılmış bir hisara bağlıdır ve böylece Nil’e girişi engellemektedir. Zincir çözülmedikçe hiçbir geminin geçemeyeceğini farkeden Frenkler hisara yüklenmişlerdir. Üç ay boyunca Bütün saldırıları püskürtülmüştür. Frenkler sonunda iki gemiyi yükleyerek, bunların üzerinde hisar yüksekliğinde bir cins yüzer kule inşa etmeyi akıl etmişlerdir. Hisarı 25 Ağustos 1218’de almışlar, zinciri çözmüşlerdir.


Bir posta güvercini, bu bozgun haberini birkaç gün sonra Şam’a ulaştırdığında, el-Adil bundan çok etkilenmiştir. Hisarın düşmesinin Dimyat’ın düşmesine yol açacağı ve istilacıları Kahire yolunda artık hiçbir şeyin durduramayacağı çok açıktır. Yapmaya ne gücünün, ne de hevesinin bulunduğu uzun bir sefer ufukta gözükmektedir. Birkaç saat içinde bir kalp krizi geçirmiş ve ölmüştür.

Müslümanlar için gerçek felâket, nehir üzerindeki hisarın düşmesi değil de, yaşlı sultanın ölümüdür. Nitekim, el-Kâmil askeri düzlemde düşmanı durdurmayı, ona ciddi kayıplar verdirtmeyi ve Dimyat kuşatmasını engellemeyi başarmıştır. Buna karşılık siyasal düzlemde, sultanın oğulları bu kadere uğramasınlar diye aldığı tedbirlere rağmen kaçınılmaz veraset mücadelesi başlamıştır. Sultan ülkesini daha hayattayken paylaştırmıştır: El-Kâmil’e Mısır, el-Muazzam’a Şam ve Kudüs, el-Eşref’e Cezire ve daha genç oğullara da daha ufak topraklar. Fakat bütün tutkuları tatmin etmek olanaksızdır: Fiili durumda kardeşler arasında nisbi bir uyum varsa da, bazı uyuşmazlıkları önlemek mümkün olmamıştır. Kahire’de çok sayıda emir, küçük kardeşlerinden birini tahta çıkartmak üzere el-Kâmil’in yokluğundan yararlanmışlardır. Bu hükümet darbesi tam başarıya ulaşacakken, olaydan haberdar olan Mısır’ın efendisi Dimyat’ı ve Frenkleri unutarak ordugâhını toplamış ve düzeni sağlamak ve fesatçıları cezalandırmak üzere başkentine doğru inmeye başlamıştır. İstilacılar, terkettikleri konumları gecikmeden yeniden işgâl etmişlerdir. Dimyat artık kuşatılmıştır.


Şam’dan koşup gelen kardeşi el-Muazzam’ın desteğini almasına rağmen, el-Kâmil artık kenti kurtaracak durumda değildir, istilaya son verecek durumda ise hiç değildir. Bu yüzden barış elde etmek için çok cömert davranmıştır. El-Muazzam’dan Kudüs tahkimatını sökmesini istedikten sonra, eğer Mısır’ı terkederlerse Kutsal Kenti onlara teslim etmeye hazır olduğu mesajını Frenkler’e yollamıştır. Fakat kendilerini güçlü konumda hisseden Frenkler, pazarlık yapmayı reddetmişlerdir. El-Kâmil, Ekim 1219’da teklifini belirginleştirmiştir: Sadece Kudüs’ü değil, Ürdün nehrinin batısında kalan Filistin topraklarının tamamını teslim edecek, ayrıca hakiki haçıda verecektir. İstilacılar, önerileri bu kez inceleme zahmetine katlanırlar. Jean de Brienne lehte görüş bildirir, bütün Suriye Frenkleri de onun gibi yapar. Fakat nihai karar, papanın seferin yönetimine atadığı, sonuna kadar kutsal savaş yanlısı olan Pelagius (Pélage) adındaki bir İspanyol kardinaline (Santa Lucia kardinali) aittir. Müslüman kâfirlerle asla pazarlık yapmayacağını söylemektedir. Ve böylesine bir durumu reddettiğini iyice vurgulamak için, vakit geçirilmeden Dimyat’a saldırılması emrini verir. Çarpışmalardan, açlıktan ve yakınlarda çıkan bir salgıdan ötürü perişan durumda olan garnizon hiçbir direnme göstermez.

 

Pelagius, artık Mısır’ın tümünü ele geçirmeye kararlıdır. Eğer Kahire üzerine hemen yürümüyorsa, bunun nedeni Batı’nın en güçlü hükümdarı olan Almanya ve Sicilya kralı Friedrich von Hohenstaufen’ın büyük bir ordunun başında geldiğinin haber verilmiş olmasıdır. Bu söylentilerden elbette haberdar olan el-Kâmil savaşa hazırlanmaktadır. Habercileri, bütün İslam âlemini dolaşarak, kardeşleri, kuzenleri ve müttefikleri yardıma çağırırlar. Öte yandan İskenderiye yakınlarında, deltanın batısında bir filo donatır ve bu donanma 1220 yazında Batılı gemileri Kıbrıs açıklarında gafil avlayarak, ezici bir zafer kazanır. Düşman böylece deniz egemenliğini kaybettiğinden, el-Kâmil hemen barış teklifini yeniler ve bir de otuz yıllık bir barış anlaşması imzalama vaadi ekler. Boşuna. Pelagius, bu tekliflerin Kahire’nin efendisinin zor durumda olduğunu gösterdiklerini düşünmektedir. II. Friedrich’in Roma’da imparator olarak kutsandığı ve hiç vakit kaybetmeden Mısır’a doğru yola çıkacağına yemin ettiği haber alınmamış mıdır? En geç 1221 baharında, yüzlerce gemi ve onbinlerce askerle burada olmalıdır. Frenk ordusu, onu beklerken ne savaş, ne de barış yapmalıdır.


Friedrich ancak sekiz yıl sonra gelecektir. Pelagius yaz başına kadar sabreder. Frenk ordusu 1221’de Dimyat’tan ayrılarak, kararlı bir şekilde Kahire’ye yönelir. Mısır başkentinde, el-Kâmil’in askerleri halkın kaçmasını önlemek için güç kullanmak zorunda kalır. Ama sultan güvenli gözükmektedir, çünkü kardeşlerinden ikisi yardıma gelmiştir: Cezire askerleriyle gelerek istilacıların Kahire’ye ulaşmalarını engellemek için ona katılan el-Eşref ile Suriye ordusuyla kuzeye yönelerek, düşman ile Dimyat arasına kahramanca yerleşen el-Muazzam. El-Kâmil’in kendisine gelince, zaptetmeyi pek başaramadığı bir sevinçle Nil’in taşmasını beklemektedir. Çünkü sular, Batılılar tedbir almadan yükselmeye başlamıştır. Ağustos ortasında toprak o kadar çamurlu ve kaygan hale gelmiştir ki, şövalyeler duraklamak ve ordunun tümünü geri çekmek zorunda kalmışlardır.


Geri çekilme hareketi daha yeni başlamışken, bir Mısır asker grubu setleri yıkmaya girişir. Tarih 26 Ağustos 1221’dir. Müslüman birlikleri çıkışları keserken, Frenk ordusunun tümü kendini birkaç saat içinde bir çamur deryasının içinde bulur. İki gün sonra, ordusunu yokolmaktan kurtarma konusunda umutsuzluğa düşen Pelagius, barış istemek üzere el-Kâmil’e bir haberci gönderir. Eyyubi hükümdarı koşullarını dikte eder: Frenkler Dimyat’ı tahliye edecekler ve sekiz yıllık bir barış anlaşması imzalayacaklardır; bunun karşılığında, orduları rahatsız edilmeden deniz kıyısına gidebilecektir. Elbette artık Kudüs’ün onlara verilmesi söz konusu değildir.


Bu beklenmedik olduğu kadar eksiksiz olan zaferi kutlayan çok sayıda Arap, el-Kâmil’in Kudüs’ü Frenkler’e sunarken ciddi olup olmadığını sormaktadırlar. Burada zaman kazanmaya yönelik bir hile mi söz konusuydu? Bu konuda kesinleşmekte gecikmeyeceklerdir.


Mısır’ın efendisi, şu zor Dimyat bunalımı esnasında, Frenklerin gelişini bekledikleri bu ünlü Friedrich, “el-emboror” hakkında kendine sık sık sorular sormuştur. Acaba söylendiği kadar güçlü müdür? Acaba Müslümanlar karşı kutsal savaş yapmaya gerçekten kararlı mıdır? El-Kâmil, çalışma arkadaşlarını sorguladıkça, Friedrich’in kralı olduğu Sicilya adasından gelen yolculardan bilgi aldıkça şaşkınlığı artmaktadır. 1225’te, imparatorun Jean de Brienne’in kızıyla evlenip, böylece Kudüs kralı olduğunu öğrenince, ona emir Fahreddin İbn eş-Şeyh gibi nitelikli bir diplomatın başkanlığında bir elçilik kurulu yollamaya karar verir. Eş-Şeyh, daha Palermo’ya varır varmaz büyülenir: Evet, Friedrich hakkında söylenilen herşey doğrudur. Çok iyi Arapça konuşmakta ve yazmaktadır, İslam uygarlığına duyduğu hayranlığı saklamamaktadır, barbar Batı’yı ve özellikle Büyük Roma’daki papayı küçümsemektedir. En yakın çalışma arkadaşları ile muhafız alayındaki askerleri Araptır, bunlar ibadet saatlerinde Mekke’ye yönelerek namaz kılmaktadırlar. Çocukluğunun tümünü, o sıralarda Arap biliminin önde gelen merkezi olan Sicilya’da geçiren bu meraklı insan, kendini dar kafalı ve fanatik Frenkler’le pek bir ortak yana sahipmiş gibi hissetmemektedir. Krallığında, müezzinin sesi aralıksız çınlamaktadır.


Fahreddin, kısa bir süre içinde Friedrich’in dostu ve sırdaşı haline gelir. Kahire sultanıyla Alman imparatoru arasındaki ilişkiler onun aracılığıyla sıkılaşır. İki hükümdar, Aristoteles’in mantığı, ruhun ölümsüzlüğü, evrenin oluşumu konularında mektuplaşırlar. Mektup arkadaşının hayvanları gözlemleme konusundaki tutkusunu öğrenen el-Kâmil, ona ayılar, maymunlar, çift hörgüçlü develer ve bir fil armağan eder; imparator, bunların bakımıyla özel hayvanat bahçesindeki Arap bakıcıları görevlendirir. Sultan, Batı’da kendi gibi bu bitmez tükenmez din savaşlarının yararsızlığını anlayabilecek, aydınlanmış bir yönetici bulmaktan hiç de memnun olmamış değildir. Böylece Friedrich’e, onu yakın bir gelecekte Doğu’da görmek istediğini ifade etmekte tereddüt etmez, Kudüs’ü ona vermekten mutlu olacağını da buna ekler.


Bu bağışın telaffuz edildiği sırada, kutsal kentin el-Kâmil’e değil de, bozuşmuş olduğu kardeşi el-Muazzam’a ait olduğu bilinecek olursa bu aşırı cömertlik daha iyi anlaşılır. El-Kâmil’in düşüncesine göre, Filistin’in müttefiki Friedrich tarafından işgal edilmesi, onu el-Muazzam’ın girişimlerine karşı koruyacak tampon bir devlet yaratacaktır. Yeniden canlanan Kudüs krallığı, uzun dönemde Mısır ile tehdidleri belirginleşmeye başlayan savaşçı Asya halklarının arasında etkin bir şekilde dikilecektir. Coşkulu bir Müslüman Kutsal Kent’i terketmeyi bu denli soğukkanlı bir şekilde asla aklına getiremezdi, ama el-Kâmil, amcası Selahaddin’den çok farklıdır. Ona göre, Kudüs sorunu her şeyden önce askeri ve siyasaldır: Dinsel yan, ancak kamuoyunu etkilediği ölçüde devreye girmektedir. Kendini hıristiyanlığa islamiyete olduğundan daha yakın görmeyen Friedrich de buna benzer bir tutum içindedir. Kutsal Kent’i ele geçirmek istemesinin nedeni, hiç de İsa’nın kabrinde saygı duruşu yapmak değil de, böylesine bir başarının, Doğu’ya karşı seferi geciktirdiği için onu afaroz etmiş olan papaya karşı olan mücadelesindeki konumunu güçlendirecek olmasıdır.


İmparator 1128 Eylülünde Akkâ’da karaya çıktığında, el-Kâmil’in yardımıyla Kudüs’e muzaffer bir şekilde gireceğinden emindir. Ama fiili durumda Kahire’nin efendisi müthiş sıkıntılıdır, çünkü yakınlarda meydana gelen olaylar bölgesel satranç tahtasını tamamen alt üst etmişlerdir. El-Muazzam 1127 Kasımında aniden ölerek, Şam’ı deneysiz bir genç olan oğlu en-Nasır’a bırakmıştır. Artık Şam ile Filistin’i bizzat ele geçirmeyi düşünebilecek duruma gelen el-Kâmil için, Mısır ile Suriye’nin arasına tampon bir devlet yerleştirmek söz konusu değildir. Bunun anlamı, Kudüs ile çevresini ondan tamamen dostane bir şekilde talep eden Friedrich’in gelişinden hiç hoşlanmamasına rağmen, şerefli bir insan olarak sözünü tutmaktan kaçınamayacağıdır. Ama, imparatora durumun aniden değiştiğini açıklayarak kurtulmaya çalışmaktadır.


Yalnızca üç bin askerle gelmiş olan Friedrich, Kudüs’ün zaptının bir formaliteden ibaret olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden bir korkutma siyaseti izlemeye cesaret edememekte ve el-Kâmil’in duygularına yönelmektedir.


Ona Ben senin dostunum. Bu yolculuğu yapmaya beni sen teşvik ettin. Şimdi papanın ve Batının bütün krallarının bu işe giriştiğimden haberleri var. Eğer ellerim boş dönersem bütün itibarımı kaybederim. Lütfen Kudüs’ü bana ver ki, başımı dik tutabileyim diye yazmıştır. El-Kâmil duygulanır, Friedrich’e, dostu Friedrich’e armağanlar ve çifte anlamlı bir cevap gönderir: Ben de kanaatleri dikkate almak zorundayım. Eğer Kudüs’ü sana teslim edersem bu yalnızca kararlarımın halife tarafından mahkûm edilmesine değil, aynı zamanda tahtımı alaşağı etme tehlikesi taşıyan dinsel bir ayaklanmaya yol açabilir. Her ikisi için de öncelikli sorun, görünüşü kurtarmaktır. Friedrich, Fahreddin’den kendine şerefli bir çıkış yolu bulmasını rica etme noktasına gelir. O da, sultanın önceden verdiği onayla ona bir kurtuluş yolu gösterir. Halk, Selahaddin tarafından çok yüksek bedel karşılığı fethedilmiş olan Kudüs’ü teslim etmemizi asla kabul etmez. Buna karşılık, Kutsal Kent konusundaki anlaşma kanlı bir çatışmayı önlerse... İmparator anlamıştır. Gülümser, dostuna tavsiyesinden ötürü teşekkür eder, sonra zayıf birliklerine çarpışmaya hazır olmalarını emreder. 1228 Kasımının sonunda çok gösterişli bir şekilde Yafa’ya doğru ilerlerken, el-Kâmil tüm ülkede, Batı’nın güçlü hükümdarına karşı uzun ve zor bir savaşa hazırlanmak gerektiğini söyletir.


Bundan birkaç hafta sonra, daha hiçbir çarpışma olmadan anlaşma metni hazırdır: Friedrich Kudüs’ü, şehri kıyıya bağlayan bir şeridi ve Beyt Lahim, Nazaret, Sayda çevresi ile Sûr’un doğusundaki güçlü Tibnin kalesini almaktadır. Müslümanlar, Kutsal Kent’te başlıca tapınaklarının yer aldığı Haram eş-Şerif kesimindeki mevcudiyetlerini sürdüreceklerdir. Anlaşma, 18 Şubat 1229’da Friedrich ile sultan adına elçi Fahreddin tarafından imzalanmıştır. İmparator bir ay sonra, islamiyetin kutsal yerlerinde görevli birkaç din adamı hariç Müslüman halkı el-Kâmil tarafından tahliye edilmiş olan Kudüs’e girmiştir. Burada Nablus kadısı Şemseddin onu karşılayarak, kentin anahtarlarını teslim etmiş ve bir bakıma ona rehberlik yapmıştır. Kadı, bu ziyareti bizzat anlatmaktadır:


Frenkler kralı imparator Kudüs’e geldiğinde, el-Kâmil’in isteği üzerine onun yanında kaldım. Haram eş-Şerif’e girdim, imparator burada küçük camileri gezdi. Sonra el-Aksa camiine gittik, Kaya kubbesi (Kubbe eş-Şakra) tapınağınınkine olduğu gibi bunun da mimarisine hayran oldu. Caminin mimberinin güzelliğinden büyülendi, merdivenin tepesine kadar çıktı. İnince beni elimden yakaladı ve yeniden el-Aksa’ya götürdü. Orada, elinde İncil olduğu halde camiye girmek isteyen bir papaz buldu. Öfkelenen imparator onu terslemeye başladı: “Buraya neden geldin. Allah adına, eğer içinizden biri buraya adımını atmaya cüret ederse onun gözlerini oyarım”. Papaz titreyerek uzaklaştı. O gece, müezzine imparatorun huzurunu kaçırmaması için ezan okumamasını söyledim. Ama ertesi gün onu görmeye gittiğimde, imparator beni sorguladı: “Ey kadı, müezzinler neden her zaman olduğu gibi ezan okumadılar?” Cevap verdim: “Böyle yapmamalıydın, çünkü bu geceyi Kudüs’te geçirmemin nedeni gece müezzinin ezan okumasını duymaktı”, dedi.

 


Friedrich Kubbe eş-Şakra’yı ziyareti sırasında, Selahaddin bu kenti müşrikinden temizledi, diye bir yazıt okur.

“Tanrıya ortak (şirk) koşanlar”ı, hatta “Çoktanrılılar”ı ifade eden bu terim, tek tanrı inancına başka tanrıları dahil edenleri atıfta bulunmaktadır. Bu bağlam içinde, özellikle Teslis yanlısı hıristiyanları işaret etmektedir. Bunu bilmezden gelen imparator, ne yapacaklarını şaşırmış ev sahiplerine, alaylı bir gülümsemeyle, bu “Müşrikler de kim” diye sorar. Birkaç dakika sonra kubbenin girişinde demir bir parmaklık görerek, bunun ne işe yaradığını sorar. “Kuşların buraya girmesini engellemek için” diye cevap verilir. Friedrich şaşkınlıktan apışıp kalan muhataplarına, tabii ki Frenkler’i hedef alan imayı yorumlar: “Yani bu, tanrının domuzlara buraya girme izni vermediği anlamına gelir”. 1229’da kırk üç yaşında parlak bir hatip olan vakanüvis Sibt İbn el-Cevzi, bu düşüncelerin Friedrich’in ne hıristiyan, ne de Müslüman olup, çok kesin bir şekilde tanrısız olduğunun kanıtı olduklarını ileri sürmektedir. Kudüs’te onunla görüşebilenlerin tanıklıklarına dayanarak, imparatorun kızıl tüylü, kel ve miyop olduğunu eklemektedir; eğer köle olsaydı, iki yüz dirhem etmezdi.


Sibt’in imparatora duyduğu husumet, Arapların büyük çoğunluğunun duygusunu yansıtmaktadır. İmparatorun İslamiyet ve uygarlığı karşısındaki dostane tutumu, başka koşullarda hiç kuşkusuz takdir toplardı. Fakat el-Kâmil tarafından imzalanan antlaşmanın hükümleri kamuoyunu kızdırmıştır. Kutsal kentin Frenkler’e teslim edildiği haberi duyulduğunda demektedir vakanüvis, bütün İslam âlemi gerçek bir fırtına tarafından sallandı. Olayın vahametinden ötürü, kamusal matem gösterileri düzenlendi. Bağdat’ta, Musul’da, Halep’te camilerde toplanılarak, el-Kâmil’in ihaneti duyurulmaktadır. Sibt şöyle anlatmaktadır: Melik en-Nasır, benden halkı Şam Ulucamii’nde toplamamı ve onlara Kudüs’te neler olduğunu anlatmamı istedi. Bunu kabul etmekten başka çarem yoktu, çünkü imanıma karşı ödevlerim beni buna zorluyordu.


Vakanüvis-vaiz, zincirinden boşalmış bir kalabalığın önünde mimbere çıkar, kafasına siyah bir ipek sarık sarmıştır: “Aldığımız felâket haberi kalplerimizi paramparça etti. Hacılarımız artık Kudüs’e gidemeyecekler, okullarda artık kuran okunamayacak. Müslüman yöneticiler bugün ne kadar büyük bir utanç içindeler!” En-Nasır, gösteriye bizzat katılır. Onunla amcası el-Kâmil arasında açıkça savaş ilân edilmiştir. Üstelik, el-Kâmil Kudüs’ü Friedrich’e teslim ederken, Mısır ordusu da Şam’ı sıkı bir ablukaya almıştır. Bu büyük Suriye kentinin genç hükümdarının etrafında kenetlenmiş halk için, Kahire’nin efendisinin ihanetine karşı girişilen mücadele bir seferberlik teması haline gelmektedir. Ancak, Sibt’in hitabet gücü Şam’ı kurtarmaya yetmeyecektir. Ezici bir sayısal üstünlüğe sahip olan el-Kâmil, bu çatışmadan galip çıkarak kente boyun eğdirmiş ve Eyyubi imparatorluğunun birliğini, kendi lehine olmak üzere yeniden kurmuştur.


En-Nasır, Haziran 1229’da başkentini terketmek zorunda kalacaktır. Acılı, ama umudunu hiç kaybetmemiş olarak, Ürdün nehrinin doğusundaki Kerak kalesine yerleşmiştir. Barış yılları esnasında, burada düşmana karşı kararlılığın simgesi olarak oturacaktır. Birçok Şamlı ona bağlı kalmayı sürdürmüş ve diğer Eyyubilerin aşırı uzlaşmacı siyasetlerinden hayal kırıklığına uğrayan çok sayıda dinci militan, diğer yöneticileri istilacıya karşı cihadı sürdürmeye teşvik eden bu atılgan genç hükümdar sayesinde umutlarını muhafaza etmektedir. Benden başka kim, bütün olanaklarını islamı korumak için seferber ediyor? diye yazmaktadır. Kim, her koşulda tanrı yolunda dövüşüyor? 1239 Kasımında, barış antlaşmasının süresinin sona ermesinden yüz gün sonra, en-Nasır ani bir baskınla Kudüs’ü ele geçirir. Bu, bütün Arap aleminde bir sevinç patlaması yaratır. Şairler, galibi büyük amcası Selahaddin’e benzetir ve ona el-Kâmil’in ihanetinden kaynaklanan hakareti böylece yıkamış olmasından ötürü teşekkür ederler.


Ona methiye düzenler, en-Nasır’ın, Kahire’nin efendisinin 1238’de ölmesinden kısa bir süre önce, hiç kuşkusuz Şam yönetimini kendine vereceği umuduyla onunla anlaştığını söylemeyi ihmal etmektedirler. Aynı şekilde şairler de, Eyyubi soyundan bu hükümdarın Kudüs’ü geri aldıktan sonra burayı elinde tutmaya uğraşmadığını açıklamaktan kaçınmaktadırlar. Kentin savunulamaz olduğunu düşünerek, Davud kulesi ile Frenkler tarafından yakınlarda yapılmış olan tahkimatı aceleyle yıktırarak, birlikleriyle birlikte Kerak’a çekilmiştir. Coşkunun, siyasal ve askeri gerçekçiliği dışlamadığı söylenebilir. Sonuna kadar gitmeye kararlı bu yöneticinin daha sonraki tutumu kafa karıştırmaktadır. El-Kâmil’in ölümünü izleyen kaçınılmaz taht kavgası sırasında en-Nasır, Frenklere kuzenlerine karşı bir ittifak teklif etmekte tereddüt etmemiştir. Batılıları yemlemek üzere, 1243’te onların Kudüs üzerindeki haklarını resmen tanımış, hatta Müslüman dininden olanları Haram eş-Şerif’ten çekmeyi bile önermiştir. El-Kâmil taviz vermeden hiç bu kadar ileri gitmemişti.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

TÜRKLER VE YAHUDİLER-2

 


Fatih Sultan Mehmet Döneminde Yahudiler ve Fatih Hanın Ölümü Meselesi:


Torlak’ın isyanına kadar Türkler, Yahudileri hâkimiyetleri altına aldıkları unsurların en zararsızı olarak telâkki ediyorlardı. Fakat Bedreddin Simavî vakasında Torlak’ın oynadığı büyük rol, derhal Türk devlet erkânının gözlerini açmaya ve Yahudilere karşı da ihtiyatlı olmanın lüzumunu anlatmaya kâfî gelmiştir. Bu durum Yahudilere tesir etmiş olacak ki, İstanbul’un alınmasında bitaraflılıklarını muhafazaya mecbur olmuşlardır.


Torlak Kemal hadisesinin Türk devlet erkânının gözlerini açtığından ve İstanbul’un alınmasında tarafsızlık gösterdiklerinden bahsedilmesine rağmen bu durum, kaynaklara göre, çeşitli yorumlara müsaittir.


Fâtih’in, 19 Mayıs 1453 Salı günü «Bismillah Allahu Ekber» sedalarıyla İstanbul'u fethettikten sonra, Justinien’in, Süleyman Mâbedi’nden üstün gördüğü «Ey Süleyman! Ben seni bile mağlup ettim!» diyerek övündüğü ve 915 sene, 5 ay, 5 gün kilise olarak duran Aya-Sofya’ya girip «Secde-i Şükran» a kapanmış, iki rek’at namaz kılmış ve ilk ezanı okutmuştur. «Osmanlı İmparatorluğunun azamet ve istilâ devrinde her kal’a ve her şehir fethedildikçe riayet edilmiş eski bir an’âne vardır: Ordu içeri girip burçlara bayrak çekilirken surların üstünden ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı, bu ilk camide kılınır». Kaldıki, İstanbul’un alınması Hz. Muhammed tarafından önemli görülmüş ve onun övgüsüne nâil olmuştur. Bu kutsal şehrin fethi, Evliya Çelebi’ye göre on defa denenmiştir. Bunun için İstanbul önemliydi ve bu zafer, onbirinci kuşatmada Sultan Mehmet’e (Fâtih) nasip olmuştur.


Galanti, «Türkler ve Yahudiler» adlı eserinin 10. sahifesinde, Fatih 'in İstanbul’u fethettiği zaman orada, biri Rabbani, diğeri Karaî olmak üzere iki Musevî cemaatin in varlığından bahsetmektedir.


Ziya Şakir; Fâtih’in İstanbul’u aldığında orada büyük bir Yahudi mezarlığının olduğunu; Bizans tarihçilerinin rivayetlerine göre, XII. asırda henüz Yahudilerin İstanbul’a girmediğini, sadece bugün “Beyoğlu” adını taşıyan “Pera”da ikâmet ettiklerini kaydediyor. Yine Bizans tarihçilerinin rivayetlerinden anlaşıldığına göre, İstanbul’un fethi sırasında, şimdi «Yeni Caminin bulunduğu yerde bir Yahudi mahallesi bulunmakta ve bu caminin sahil tarafına isabet eden yerdeki kapıya «Porta ebrayka», yani «Çıfıt kapısı» denilmektedir. XII. asırda sadece Beyoğlu’nda oturan Yahudiler, onu takip eden asırlarda yavaş yavaş İstanbul içlerine sokulmuşlar ve Türkler İstanbul’u aldıklarında orada bir Yahudi mahallesi bulmuşlardır.


Galanti, ötedenberi Türkiye’ye sığınan Yahudilere, hükümet Türkiye kapılarını açmakla hiçbir siyasî düşüncede bulunmamış mı ve bunları sırf «Tanrı misafirleri» diye mi kabul etmiştir? sorusunu soruyor ve bu sorulara tarihten cevap verirken İstanbul’la ilgili olarak şöyle diyor: «Fâtih Sultan Mehmed, İstanbulu fethettikten sonra, harp esnasında ölenlerin bıraktıkları boşluk ve ahalisinin büyük bir kısmının şehri terketmesi yüzünden İstanbul’un nüfusu azalmıştı. Pek çok meziyetlere sahip olan, Fâtih , yüksek siyasî görüşü iktizasınca, yeni payitahtını emniyetli unsurlarla zenginleştirmeyi düşünerek Anadolu’nun pek çok yerinde yaşayan Ermenileri ve Yahudileri İstanbul’a davet etmiş ve bazı ahvalde de zorla getirmiştir. O sıralarda Anadolu’dan gelen Yahudiler arasında Balat, Tire, Antalya, Sinop Yahudileri vardı ki şehirlerinin isimlerine izafeten İstanbulda ibadethaneler inşa etmişlerdi. Bundan başka zorla İstanbul’a getirilen bir takım Yahudilerin inşa ettikleri ibadethaneye ‘Sürgünlerin ibadethanesi’ adı verilmiştir. Galanti’nin bu ifadesine göre, İstanbul’da Yahudi bulunmadığı ve Fatih’in İstanbul’un nüfusunu ikmâl etmek için Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan Yahudileri buraya getirttiği, hatta zor kullandığı görülüyor. Halbuki, Bâbil sürgününden sonra Yahudilerin İstanbul'da da bir tortu bırakarak Edirne tarafına geçtiklerini kaydetmiştik. Galanti, aynı zamanda, eserinin bir başka yerinde ise; «Onikinci asırda İstanbul’u ziyaret eden meşhur seyyah Benyamin de Tudele, İstanbul’da Yahudilerin ipek endüstrisiyle uğraştıklarını yazıyor»  demektedir.


Başka bir kaynağa göre de Fâtih , İstanbul’u fethettikten sonra, imar işine başlamış ve şehrin nüfusunu artırmak için Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinden muhtelif unsurlara mensup insanlar getirtmiş; «Üsküp» şehrinden gelenleri «Üsküplü Mahallesi» adı verilen yere; “Mora”dan getirdiği Rum ailelerini, Haliç sahilindeki «Fener» e yerleştirmiştir. Önce «Selanik»ten getirttiği aileleri (Elli Cemaat) Yahudi Mahallesi’nde ve sonra «Sefed»den getirttiği aileleri de “Hasköy”de iskân etmiştir.


Daha sonra, muhtelif yerlerden gelen Yahudi aileleri de kendi arzularıyla «Kuzguncuk» a yerleştirilmiştir. Yahudiler, bu Kuzguncuktu «Kudüs toprağı» olarak kutsal saymışlardır. Burada ikameti arzu ettikleri gibi, cenazelerinin de oradaki mezarlığa defnedilmesini istemişlerdir.


Anlaşıldığına göre, İstanbul’da bir Yahudi mahallesi bulunmaktadır. İstanbul’a sadece Yahudiler değil diğer unsurlar da çağrılmış ve kendi istekleri doğrultusunda yer verilmiştir. Yahudi aileleri kendi istekleriyle kutsal saydıkları Kuzguncuka yerleştirilmiştir. Bu iskân işi, Galanti’nin iddia ettiği gibi, Yahudilere duyulan ihtiyaçtan ileri gelmemiştir.


Fâtih’in İstanbul’u fethi esnasında bîtaraflık gösteren Yahudiler, Rumlar gibi, husûsî imtiyazlar kazandılar. Yahudiler, fırka mücadeleleriyle birbirlerini yiyen Rumların herhangi bir taarruza karşı uzun zaman mukavemet edemeyeceklerini görüyor ve Bizans’ın son günlerinin geldiğini anlıyorlardı. Bir taraftan da, Türk hükümetinin hâkimiyeti altına giren Pimetoka, Gümülcine, Ohri, Karakarye, Yanbolu’daki Yahudilerle muhabereler ediyor; Türklerin din ve mezhebe hürmetlerini, âdilâne idarelerini, istilâ kudret ve kuvvetlerini öğreniyorlardı. Bu muhaberelerde baş rolleri II, Sultan Murad’ın Divan-ı Hümayun tercümanı levi isminde bir Yahudi oynuyordu. Aslen İspanyalı olan Levi, gençliğini İtalya, Fransa, Polonya'da geçirmiş; sonra Edirne’ye gelerek Sultan Murad'ın hizmetine girmişti. Bu zeki adam gezdiği yerlerde lisan öğrenmekle kalmamış; o tarihteki umumî siyaset hakkında da birçok şeyler öğrenmişti. Bu yüzden o da, Bizans İmparatorluğunun devamı ve bekasından ümidini kesmiş; bu imparatorluğun etrafını çeviren Türk çemberinin, yakın bir zamanda daralarak Bizanslıların hayatlarına son vereceğine kanaat getirmişti.


Bu Levi, II. Sultan Murad’ın vefatından sonra, II. Sultan Mehmet tahta geçince, saray halkı arasında tekrar saraya girmiştir. İstanbul’dan Edirne’ye sık sık gelen Yahudi tüccarlar, tercüman alarak Levi ile temasta bulunuyorlardı. Levi de bunları, vaziyetten haberdar ediyordu ve vuku bulacak harbe bitaraf kalmalarını tavsiye ediyordu. İstanbul’daki Yahudiler, Edirne’de büyük bir harb hazırlığının olduğunu haber alıyor ve kendi aralarında gizli toplantılar yaparak; Bizans’ın Türk hücumlarına karşı mukavemet edemiyeceğini ve bu süre içerisinde bitaraf kalmayı kararlaştırıp, neticeyi Fâtih’e duyuruyorlardı. Bunu bir sadakat olarak gören Fâtih, onlara, bir takım imtiyazlar verdi. Bu imtiyazların başında  dinî âyinlerini serbestçe  icra etmek geliyordu. Bu mesele hakkında da Şeyhülislâm Mehmet Fenarî’den bir fetva alındığı ve bu fetvanın  “Mezburlar (adı geçenler) seb  (sövme, sayma) olunmayıp, kadîmi üzre kimseler halleri üzere kalıp kendilerine ve cümle kimselerine ve dahi olunmak ve evlerinde suret (mukaddes  şahsiyetlerin  resimleri)  ve mihrab  olmadıkça  Tevrat okuyup âyinleri üzerine ibâdetlerine  kimse mani olmamak ...”  şeklinde olduğu belirtilmektedir.

Yahudiler aslında,  tâ Bursa’nın , 1326’da, Sultan Orhan tarafından alındığı zaman aynı endişeyi duymuşlardı.  Her yerde  zülüm  ve işkence gördüklerinden, buna kıyasla, Bursa’yı boşaltmışlar; fakat, Türklerden bunun aksine şefkat görünce tekrar Bursa’ya geri dönmüşlerdir.

İstanbul'un fethine bir başka yönden bakacak olursak, orada da Türklerin lehine bir bekleyiş görürüz. Bunu Prof. Osman Turan’dan aynen naklediyoruz: «İslâm’ın Kur’ân ayetleri ve Hz. Muhammed’in hadisleri ile takdis ettiği Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra, aynı İlâhi sebepler ve Türklerden kazandığı yeni kudsiyet unsurları sayesinde, İstanbul’un da dördüncü Mukaddes Şehir olduğu hakkında bir şüphe olamaz. Lâkin, tarihte yaşamış kudsiyet duygularına rağmen, şehrin bu hususiyetleri üzerinde durulmamıştı. İslâm dini ve milletlerine şamil olan bu hususiyetlerin mukabil Hıristiyanlık tarihinde İstanbul’un ne böyle bir kudsiyeti vardır ve ne de ona ait bazı manevî unsurlar bütün Hıristiyan dünyasınca makbul sayılmıştır. Zira Kudüs, İskenderiye, Antakya ve Roma şehirleri Hz. İsa’nın Havarileri (Apoter) tarafından ziyaret edilmiş ve bu beldelerde kilise teşkilatları kurulmuş, fakat İstanbul Hıristiyanlıkta böyle bir manevî imtiyaz kazanamamış, sadece Şarkî Roma’nın payitahtı ve Ortodoksluğun merkezi olmuştur.


Filhakika İstanbulun bir yandan dinî bir kudsiyete sahip olmaması ve imparatorların elinde siyasî âlet olan Patrikhane’nin manevî menşe ve otoriteden mahrum bir merkez halinde bulunması, öte yandan da Asya ve Avrupa Hıristiyanları ile Ortodoks Bizanslılar arasında mevcut tarihî düşmanlık, papazlar ve keşişler müstesna, büyük Türk fethinin Katolik dünyasında ciddî bir akis bırakmamasına sebep olmuştur. Nitekim Türklere karşı Haçlı Seferleri'ni yapan Katolik Avrupa, aynı zamanda Bizanslıları  da kurtarmak istiyordu.  Lâkin Avrupalılar kendilerini barbar ve dinlerine düşman sayan Ortodoks Bizanslıların daimi hile ve hiyanetlerine uğramışlardı. Bu karşılıklı nefret dolayısiyledir ki 1204’te hazırlanan Haçlı Seferi İstanbul’a dönmüş, bu şehir, 'tarihinde ilk defa büyük tahribat, yağma ve kıtallere maruz kalmış, kiliseler dahi bu vahşetten kurtulamamıştır. Bu münasebetle birkaç misal kayda şayandır. Gerçekten meşhur Macar Kumandanı Hunyadi Yanoş, Kosova (1448) mağlubiyetini bir türlü unutamıyor; ama yakınları kendisini, ancak ‘Rumlar yok oluncaya kadar Hıristiyanların talihi açılmayacağından, Türklerin İstanbul’u alması lâzımdı’ diyerek teselli ediyorlardı. Venedikli Barbaro da aynı duyguları ifade ediyor: ‘Allah İstanbul’un Türklerin eline düşmesini arzu etti; Rumlar aleyhinde en sert ve acı hükmünü verdi’ diyordu.


Bu Katoliklere mukabil bir Rus Vekayinamesi’nin kanaati daha manâlıdır: ‘Rumların ahlâkî sukutları ve zulümlerine mukabil Türkler din hürriyeti ve adaleti temsil ediyor, bu sebeple İstanbul’un Sultan Mehmed’in âdil idaresine geçmesi İlâhî bir emirdir’ derken, Bizans’tan alınan Ortodoksluğa ve kültürel tesirlere rağmen, Rus efkârına da tercüman oluyordu.


Bununla beraber Fâtih Sultan Mehmed’e ve Türklere karşı Rumların düşünce ve duyguları çok daha mühim idi. Filhakika İmparator ve hükümeti Osmanlılara karşı, papanın yardımını almak ve Katolik olmak şartı ile, bir anlaşma yaptılar; Ayasofya da artık bir Katolik kilisesi oldu. Lâkin başta papazlar olmak üzere dindar halk dinlerini satan idarecilere karşı nefret duymuş ve artık kirlendiğine inandıkları bu büyük mabede bir daha girmemişlerdi. Muahhar Patrik Genadios da kahrından manastıra kapanmıştır. Bu duruma mukabil Osmanlıların Anadolu’da ve Rumeli’de hüküm süren adâlet, dinî ve İçtimaî hürriyetlerini gören Rumlar, İstanbul’da Katolik şapkası yerine Türk sarığı görmeyi tercih ediyor; Frenklerin maddi-manevî zulümlerini de unutmuyorlardı. Esasen Türkler karşısında daima yenilen Bizanslılar arasında Osmanlıların İstanbul’u alacaklarına dair öyle bir takım kehânetler ve efsaneler doğmuş ve yayılmıştır ki, bu inançlar ile de bizzat Rumlar kendilerini mahkûm etmişlerdir».


Rus Vekayinâmesi, görüldüğü gibi, Rumların ahlâkî sukut ve zulümlerine mukabil Türklerin din hürriyetini ve adaleti temsil ettiğini ve bu sebeple de İstanbul’un Türkler tarafından, alınmasının İlâhî bir emir olduğu gerçeğini belirtmekten kendini alamıyor. Yine Rumlar, Katolik şapkası yerine Türk sarığı görmeyi tercih ediyor ve İstanbul’un Türkler tarafından alınacağı gerçeğine kendilerini inandırıyor. Böyle olunca, İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde meskûn olan Yahudiler, bu haberleri rahatlıkla duymuş ve vaziyetlerini tesbit etmiş, buna göre de bitaraf kalıp, neticeyi beklemiş olabilirler. Yoksa bu, sadece Türkleri istedikleri ve onlara yakınlık duydukları için bitaraf kaldıkları anlamına gelmez. Yahudiler menfaatlerini her şeyin üstünde görürler. Yükselme devrine girmiş, dünyada sulh ve sükûnun Türklerle kaim olacağını, değil Yahudiler, bütün dünya kabul etmiştir.


Yahudilerin, Bizanslılardan hakaret ve baskı gördüklerini; gerek tarihçilerin kayıtlarından, gerekse Şeyhülislâm Molla Fenarî’nin fetvasının başına «Mezburlar seb olunmayıp» ibaresini koymasından ve gerekse Fâtih’in onlara karşı gösterdiği yakınlıktan anlıyoruz. Böyle olmasına rağmen, saray ve devlet erkânı arasında II. Murad devrinden intikal eden tercüman Levi ile meşhur «Hekim Yakup» gibi şahsiyetler eksik değildi.


Bazı araştırmacılarca Fâtih’in dördü İranlı, biri Türk, biri Arap ve biri de Musevî olmak üzere yedi Tabibi vardı. Bunlardan «Hekim Yakup», sanatta büyük şöhret kazanmıştı. “Şakayık ve Âlî” tarihlerinde de yazılı olduğu veçhile eğer Karamanlı Mehmet Paşa’nın himmet ettiği (Lârî) ismindeki İranlı tabib rekabete kalkışmasaydı, hiç şüphe yok ki Hekim Yakup Fâtih’in sıhhat ve hayatı üzerinde çok mühim bir rol oynayacaktı. ‘Hammer’in dediği gibi Belki de Mehmed-i Sânî’nin eyyâm-ı hayatını tahdit’e muvaffak olacaktı. Bir başka kaynakta ise şöyle belirtilmektedir: «Yahudiler (bunlar) İspanya, Portekiz ve Avrupa’dan kovulup bizim Cenâb-ı atıfetimizde saadet, servet ve refaha kavuştukları halde en büyük nankörlük ve hiyanetini bize yapmışlar ve Fâtih Sultan Mehmet Han’ı zehirleyerek öldürmüşlerdir.


Fâtih’in erken sayılabilecek bir yaşta ölümü, çeşitli şüphelere yol açmıştır. Bu şüphelerden biri onun zehirlenmesi ile ilgilidir. Bu şüphe de özellikle Franz Babinger’in görüşlerinden yaygınlık kazanmıştır. Babinger, Osmanlılara karşı Haçlılarla her zaman ittifak eden Venediklilerin, Eğriboz adasının alınmasından sonra, düşmanlıklarının arttığını ve bundan dolayı Fâtih’i zehirleme işine teşebbüs ettiklerini belirtmektedir. Venediklilerin bu zehirleme işine 14 defa teşebbüs ettiklerini ve sonunda İtalya’dan kaçıp Türklere sığınan, Yahudi asıllı olup ihtida eden ve Yakup adını alan Maestro Lacopo’yu bu iş için seçtiklerini; 30 yıl Saray’da çalışıp Fâtih’in de itimadını kazanıp husûsî hekimleri arasına giren Yakub’u büyük rüşvet karşılığında zehirleme işine ikna ettiklerini ileri sürmektedir.


Fâtih’in ölümünü zehirlenmeye bağlayan yazarların, özellikle Babinger’in, görüşlerini çürütmek ve Fâtih’in, ölüm sebebini ortaya çıkarmak için «Fatih’in Ölümü Meselesi» başlığı ile bir makale yazan Ş. Tekindağ, cihanşümul bir devlet kurmak imkânına sahip olan Fâtih ('Şüphesiz, İstanbul’a hâkim olmak suretiyle Hıristiyan ve İslam dünyasını hâkimiyeti altında toplamak ve cihanşümul bir devlet kurmak imkanına sahip olan Fâtih’i objektif bir düşünce ile tetkik eden müellifler mevcuttur. Bununla beraber, Hıristiyanlık taassubu ile hareket edip indi bir takım mütalaalar serdeden müellifler, mağluplar hakkında hudutsuz müsamaha gösteren Fâtih’e bazı müfrit hareketler isnat etmektedirler. Nitekim, Fâtih’in iyi bir insan olmadığı peşin hükmü ile hareket eden Babinger de, kaynakları yanlış veya İşine geldiği şekilde tefsir ederek bir takım neticelere varmak istemektedir» dedikten sonra, Fâtih’in ölümü konusundaki faraziyelere yer vermekte; Doğulu ve Batılı kaynaklarda Fâtih’in zehirlenerek öldüğüne dair bir işaret bulunmadığına temas etmektedir.


Tekindağ, Fâtih’in çağdaşı yazarların (Neşri, Dursun Bey, Edirneli Rumî vb.), Fâtih’in dört gün süren bir sancıdan sonra öldüğü ve bunun zehirlenmeden ileri gelmesinin muhtemel olduğunu söyleyen Baudler hariç, zehirlenmeden bahsetmedikleri için bu iddiaları reddetmekte ve Aşık Paşazâde’nin «vefatına sebep ayağında zahmet vardı, tabibler ilâcından âciz oldular. Âhir tabîbler cem oldular, ittifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet ziyâde oldu. Şarab-ı fariğ verdiler. Allah rahmetine vardı» demesini şu şekilde açıklamaktadır: «Umûmiyetle artiritik bünyelerde görülüp hemen bütün Osmanlı padişahlarına arız olan damla (nikris) hastalığı ile müzmin romatizma gibi şâir bedenî hastalıklara mübtelâ olan Fâtih, geçiş sırasında daha da hastalanarak, bütün müzmin hastalıklarına azan a’zalarının tıkanması eklenince yatağa düşmüş ve kendisine önce ilm-i tıbda gayretle mahir olduğu bilinen Tabîb-ı hâs Lârî müdâhale etmiş, muvaffak olamayınca da Yakup Paşa tekrar getirilmiştir. Ancak, Yakup Paşa, Karamânî Mehmed Paşa taraftarı Lârî’nin ilacını tasvip etmeyip müdahaleden çekinmesi üzerine, konsültasyon yapan tabîbler, ayağından kan almak istemişler, çaresiz kalınca da, Yusuf Paşa’nın hastaları kaybettirip tedâvi etmek üzere kullandığı meşhur şurup (şarâb-ı fariğ) u vererek sancısını azaltmak yolunu tutmuşlardır. Fakat şarab-ı fâriğ tesirini göstermemiş... vefât etmiştir.


Müphem bir ilâç hattâ zehir olarak tefsir edilen şarab-ı fâriğ'e gelince; Aşık Paşa-Zâde’nin nazmen beyân ettiği kısımda şerbet ile şarâbı aynı mânada kullandığı nazarı itibâra alınacak olursa, Şekayik’de Hekim Yakup Paşa’nın hastaları kaybettirip iyi etmek üzere kullandığı şurub (şerbet) u, şarâb-ı fâriğ olarak kabul etmek İcab eder».


Fâtih’in yakınlarından olan ve onun tarihini yazan Tursun Bey, ölüm hadisesine fazla yer vermemiştir. O, Fâtih’in bünyesinde mevrus bulunduğunu, ızdırap çektiğini, buna rağmen iradesinden bir şey kaybetmediğini; bünyesinin zayıflığının ona vaktin geldiğini hatırlattığını, bundan dolayı Allah’a yalvarmağa başlayıp Kelime-i Tevhid ile tevbe ve istiğfarı dilinden düşürmediğini, dünya malını ve saltanatı bırakarak, mübarek ruhunun Allah’a kavuştuğunu yazmaktadır.


de Lamartine de, Cihan Hakimiyeti adlı eserinde «Kanı gibi şiddetli ve hızlı bir hastalık onu pençesine almıştı. Ordusuyla yola koyulduktan kısa bir zaman sonra baş gösteren hastalık sonunda hayata gözlerini kapadı. Hizmetinde bulunan hadımlar ve hekimler ölümü ordudan gizlediler, sadece aniden hastalandığını ve İstanbul’a dönüp hamamlara devam etmesi gerektiğini duyurdular» demekte ve Bayezid’e değil, Cem Sultan’a padişahlığın verilmesini arzu eden ve o doğrultuda çalışan Mehmed Nişanı Paşa’nın, Bayezid’in ilk olarak İstanbul’a gelip yeniçerilerin kalbini kazanacağı endişesiyle, şehirde kalan garnizona emir vererek Sultan Çayırı’nda toplanmalarını istediğini, alışılmış buyruğu yerine getiren çeriler Üsküdar’a doğru yol alan hadımlar ve muhafızlarla korunan kapalı bir tahterevan gördüklerini, tahterevanın kendilerine gösterilmesini istediklerini, açılan perdelerle ancak Fatih’in ölümünün gözler önüne serildiğini, bunun üzerine devlet çapında bir cinayet olduğunu sanarak arkadaşlarını intikam almaya çağırdıklarını ve nümayiş yaparak, zor kullanarak Avrupa kıyısına ayak basıp, Yahudi mahallesini yağmaladıktan sonra, saraya hücum ederek, tahtı Cem Sultan aleyhine gasbetmekle suçladıkları Veziri Azâm’ın kafasını kestirdiklerini  kaydetmektedir.


Burada da, ölüm olayına, aniden hastalandığı ve İstanbul’a dönüp hamamlara devam etmesinin gerektiğini söylemeleri ve yeniçerilerin Vezir-i Âzam’ı katledip Yahudi mahallesini yağmalamaları olayda, şüpheli bir durum olduğu intibaını uyandırmaktadır.


Danişmend, Fâtih’in ölüm sebebinin Osmanlı kaynaklarında sessiz geçiştirildiğini, bazılarının babasından vâris olan «niksir» (damla) hastalığından bahsettiklerini; ancak Aşık Paşazâde’nin şüphe uyandıracak bir ifâde kullandığını (bu ifâdeyi Tekindağ'ın. görüşü kısmında, yukarda kaydettik) ve Fâtih’in çağdaşı bu yazarın onun ağzından hekimlerin kendisine kıydığını belirten şu mısralara yer vermektedir :


Tabibler şerbeti kim verdi Hâne

O Hân içti şarabı kaane kaane

Ciğeri doğradı şerbet o Hânın

Hemin dem zaii itti yâne yâne

Dedi niçüri bana kıydı tabibler

Boyadılar ciğeri canı kaane


............................. »  


Danişmend, Âşık-Paşazâde’nin «Şarab-ı Fariğ» dediği ilâcın ne olduğunu, bu ilâcı içince Fatih’in niçin «ciğeri doğranarak» hemen can vermiş ve neden dolayı müverrih Fatih’in ağzından hekimlerin kendisine «kıydıklarını» kaydetmek lüzumunu hissetmiştir? demekte ve bütün bunların faydasız veya yanlış bir tedaviden şikâyet mahiyetinde olabileceği gibi, şüpheli bir ilâca ait birtakım imâlarla tefsir edebilmek imkânının varolduğunu ve bazı kaynaklarda da bu şüpheyi teyid edilecek ifadelerin bulunduğunu kaydetmektedir. Uzunçarşılı da, Fatih’in zehirlenmek suretiyle öldüğüne dair rivayetin var olduğunu, ancak bunun hekim Lâri Acemî’nin mi, yoksa hekim Yahudi Yakub tarafından mı olduğunun kesin olarak anlaşılamadığını belirtmektedir.


Tütüncü, Fâtih’in ölümü konusunda, Baudier'in ve Babinger’in görüşlerine yer verdikten, onun 240 milyon Türk lirası karşılığında Yahudi dönmesi Yakup tarafından zehirlendiğini belirttikten sonra, benzeri bir teşebbüsün Yalco isimli başka bir Yahudi’den geldiğini kaydetmektedir. Yine o, 1866 tarihinde ölen Akademi (Encümen-i Dâniş) üyesi ve bir hekim olan Hayrullah Efendi'nin «Yahudi doktor Yakup Paşa’nın nice zamandır şürdürdüğü yanlış ve kasıtlı tedaviye, ancak bu günlerde son verecek ve Fâtih’in en verimli çağında ölümünü hazırlayacaktır» şeklindeki görüşüne temas etmekte ve Hayrullah Efendi ile aynı kanaatte olduğunu belirterek şöyle demektedir: «Kişiler ayrı ayrı, fakat teşebbüsün geldiği taraf bir olmak üzere, Fâtih, değişik tarihlerde türlü suikastlere uğradı. Bütün suikastler Venedik Cumhuriyeti tarafından idare ediliyordu. Gerçeğe yakın bir biçimde belli olan netice şudur: Fâtih, Yahudi dönmesi Yakup Paşa tarafından zehirlenerek öldürülmüştür, Bütün bu söylentilerin ışığı altında durumu değerlendirdiğimizde, Fâtih’in ölümü ile ilgili görüşleri şöyle özetleyebiliriz:


Fatih’in, atalarından mevrus olan damla hastalığından, Zehirlenmeden, Yanlış tedaviden. Bunların herhangi birinden olabileceği gibi, her üçünün birden olması da mümkündür. Bunların yanında eceli ile ölmüş olması da mümkündür. “Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane” sözüne uygun bir durum ortaya çıkıyor. Tabiî her şey bir sebebe dayanır. Ölüm olayı da, Fâtih’in cihan imparatoru olması dolayısiyle, düşmanlarının çok olabileceği, bazı kaynakların da ifade ettiği gibi, «eğer biraz daha yaşasaydı dünyaya hakim olacağı» düşüncesine itibar edersek, onun bu emeline ulaşmaması için düşmanları onu yok etmeyi düşünebilir. Vaktinden önce yok olması ise, ancak suikastle mümkündür. Bunun da Fâtih’e yakın olan ve yakınlığı da gösterişten ibaret olan birisi tarafından yapılması mümkündür. Bu durum da hekim Yakub’a, uymaktadır.



Budin muhafızı Mehmet Paşa’nın aniden ölümünün Müslümanları şüpheye düşürdüğü, bu şüphenin Yahudi Hekim başı üzerinde toplandığı ve Hekimbaşı sıkıştırılınca «Bu kırkıncı oldu. Daha önce otuz dokuz Mehmet öldürdüm. Eğer yakalanmasaydım, Peygamberinizin adını taşıyan daha çok Mehmetleri öldürecektim» diyerek suçunu itiraf ettiği ileri sürülmektedir.


Yukarıda verilen bilginin sıhhatini tetkik imkânını bulamadık. Ancak Fâtih’in erken ölümü bazı şüphelere yol açmış, bazı kaynaklar zehirlenmesi üzerinde durmuş ve bunun Yahudiler tarafından gerçekleştirildiğine yer vermiştir. Bütün bunlara rağmen Yahudiler tarafından mı, yoksa başkaları tarafından mı zehirlendiği hususu karanlıkta kalıyor. Hattâ, bu zehirlenme işinin başka bir sebebe dayanabileceği de ileri sürülüyor. «Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Osmanlı Devleti, İmparatorluk olmuştur. Ama Fâtih, Kayser-i Rum, yani Şarkî Roma İmparatoru olarak madalyalar bastırmıştır ve bütün saltanat devrine bakarsanız, Roma’yı da alarak Garbi ve Şarkî Roma İmparatorluklarını şahsında toplamak niyetinde olduğu anlaşılır. Belki de bu sebepledir ki, Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğü söylenir», Görüldüğü gibi, bir zehirlenme olayı var, ama bunun hangi sebepten ileri geldiği meçhuldür. Bunun bir Yahudi oyunu olabileceği insanın aklına en uygun olanıdır. Çünkü; zehirlenme olayı bir tek olmayıp tarihte bununla ilgili başka örnekler de vardır Kısaca, zehirin Yahudilerin bir silâhı olduğu ve Hz, Muhammed’i de onların zehirlediği ileri sürülmüştür. Buna sebep de; onların Kutsal Kitap’larında, «Ve Allah’ın Rabbın sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak; ve onların ilâhlarına kulluk etmeyeceksin; çünkü o sana tuzak olacaktır» şeklinde yer alan cümlelerin bulunması ve insanlara acımasız bir düşmanlık aşılanmış olması gösterilmektedir, Bu nefretin onlara, çocukluk çağında verildiğini Luther’in şöyle belirttiği kaydedilmektedir:


“Onlar, Yahudilerden gayri insanlara zehir gibi bir nefrete sahiptirler. Bu nefret onlara çocukluk çağından itibaren ebeveynleri ve hakanları tarafından telkin edilmekte ve bu zehir onlar tarafından içirilmektedir, o derecede ki bu his onların murdar iliklerine kadar İşlemiştir.


Et ve kan, ilik ve kemik nasıl değişmezse Yahudilerin kibiri ve kıskançlığı da değişmez. Onlar öyle korkacak ve öylece çürüyecektir”. Böyle bir telkin, genç dimağlara aşılanırsa, onların da, bu doğrultuda hareket etmesi normal, olsa gerektir. Çünkü kendilerini üstün ırk ve kendi dışındakileri aşağılık mahluk olarak görüp, bu uğurda da, kutsal kitaplarının emri doğrultusunda, istenilen şeyleri yapmayacaklarını iddia etmek mümkün değildir.


Avrupa’daki Yahudilerin tarihi, zincirleme bir sürgün etme, yağma, katliam ve öldürmeler dizisidir. Bunlar M.S. I. binde tek tek olaylar halinde vuku bulur ki; buna bir sükûn devri denilebilir. Ancak Yahudiler için asıl azap ve işkenceler devri, onbeşinci yüzyıldır.


1492 İspanya Zulmünden Sonra Türk ve Yahudi Münasebetleri:


Haçlı Seferleri sırasında Yahudiler, insan kurban etmek, Hristiyanların kutsal ekmeğini (hostie) kirletmekle suçlanmışlardır. Bundan dolayı Kudüs’te Yahudilere karşı Hıristiyan katliamları başlamış, binlerce idamlar olmuş ve bulundukları yerlerden sürülmüşlerdir. Bu sürgünler birbirini takip etmiş; 1290’da toptan İngiltere’den, 1394’te Fransa’dan ve, İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin son bulmasıyla, 1492’de İspanya’dan koyulmuşlardır. Bu Yahudiler, on dört asırdan beri İspanya Hıristiyanlar arasında yaşamakta ve müsamaha ile karşılanmaktadır. Ancak bu müsamaha, birtakım hasîs menfaatlerle veya şiddetli vaazlarla halk arasında düşmanlığa yol açmıştır. Halk arasında meydana gelen bu düşmanlığı ortadan kaldırmak için sarf edilen gayretler netice vermemiştir. İspanya kralları, bu durumdan müteessir olmakla beraber, İspanya’da dinî birliğin kurulması arzusunu taşımaktadırlar. Bunun için Endülüs ve Aragon’daki Yahudiler'in kovulmasını emretmişlerdir (1483 ?4486). Bu karar yerine getirilmediğinden 31 Mayıs 1492’de, yeniden, «Yahudiler dört ay içinde, ya Hıristiyan dinini kabul edecek veya İspanya’yı terkedecek» emri verilmiştir.


Din değiştirmeyi kabul etmeyip göçü tercih eden Yahudiler’in sayısı belli değildir. Bu konuda verilen rakamlar 200.000 ile 500.000 arasında değişmektedir. Doğu Avrupa ile Afrika’nın kuzeyinde meskûn olup eski İspanyol dilini konuşan sefardete’ler bunların torunlarıdır. Yine kesin sayıları bilinmeyen diğer Yahudiler, Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalmıştır.


Fakat bu din değiştirenler arasında eski dinlerine göre yaşayanların ve ilk dinlerine dönenlerin bulunması halkın ve ruhban sınıfının güvensizliğine yol açmıştır. Yahudiler’in din değiştirmelerindeki samimiyetsizlik, dinî meselenin kesin olarak halledilmemesine sebep olmuştur.


Bulundukları yerden kovulan Yahudiler'den İspanya’ya gelip yerleşenler, el işleri, ticaret ve kültür sahalarında kendilerini göstermişlerdir. Krallar, siyasî ve dinî sebeplerle, cebir ve şiddete baş vurmuştur. Buna karşılık İspanya Kilisesi, zor yoluyla Yahudiler’in din değiştirmesini yasaklamış; ikna ve nasihat yoluyla Hıristiyanlığa kazanılmalarına müsaade etmiştir. Buna rağmen Yahudiler, İspanya yarımadasında, Hıristiyan halktan, memurlardan, krallardan ve ruhbanlardan zulüm görmüş, işkence altında yaşamıştır. Bu zulüm ve işkenceler dayanılmaz noktaya gelince isyan etmişler ve bunun cezasını da çok ağır ödemişlerdir. Katolikler, Yahudilerin din değiştirmelerini ve kızlarını Hıristiyanlarla evlendirmelerini istemiş; buna uymayanları Engizisyon Mahkemelerinden geçirerek diri diri yakmış veya kılıçtan geçirmişlerdir. Bu zulüm İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin kurulmasına kadar devam etmiştir. Yahudiler Müslümanları «Halâskârlarımız!» diye karşılamışlardır. İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin sona ermesiyle yeniden Yahudilere karşı Hıristiyanların düşmanlığı ve zulmü başlamıştır. İspanya’nın altın çağının başlangıcı kabul ettikleri Kastille (Castille) Kralı IV. Henri’nin kız kardeşi Isabele ile Aragon Kralının oğlu Ferdinand evlenmiştir (1492). Bu 1492 tarihi, aynı zamanda, Gırnata Müslüman Devleti’nin çöküşü ve Kristof Colomb’un Amerikayı keşfetmesinin tarihidir. Müslüman Devletten sonra Katolik kralları, Yahudilerin zahiren Katolik olduklarını, din değiştirmelerinin sahte olduğunu, Gırnata Muharebesinde düşmanlarına gizlice yardım ettiklerini, faizler ve rehinlerle servetlerini artırdıklarını, fitneye yol açtıklarını bahane ederek şiddete baş vurmuştur: Yahudilerin ya Katolik olmaları veya memleketi terk etmeleri istenmiştir. Bu Yahudilerden 300.000 kadarı İspanya’yı terk etmiştir. Bunlardan bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı Portekiz’e gidip yerleşmiştir. Türkiye’ye gelenlerin torunları, bugün bile, «İspanyol Yahudisi» diye çağrılarak diğer Yahudilerden ayrılmaktadır.


Bertrand, İspanya halkının -kralların müsamahasına rağmen- Yahudilere karşı böyle bir kin duymalarını açıklığa kavuşturmuyor. Sadece siyasî ve dinî bir birlik kurma arzusundan ileri geldiğini belirtiyor. Halbuki sadece bu şartlar, halkın bu kadar hassasiyet göstermesine sebep teşkil edemez. Böyle olunca, Frisch’in bir vakayinameye dayanarak ileri sürdüğü ile Pietri’nin belirttiği sebepler ve Ziya Şakir’in «Şiddetle hüküm süren Engizisyon Mahkemesi’nin zulüm ve işkencesine tahammül edemeyerek Hıristiyan olan, fakat gizlice kendi dinlerine sadakat gösteren ve ‘Maran’ adı verilen bu dönme Yahudilerin sırlarının ifşa edilmiş» olması şeklinde mütalâa ettiği görüşler haklılık kazanıyor. Diğer hususlarda da bu kaynaklar arasında bir mutabakata rastlanır.


Avram Galanti de bu hususta şöyle diyor: «1492 yılında, İspanya Kralı Katolik Ferdinand ve eşi Isabelle zamanında İspanya Yahudilerinin memleketten çıkarılması emri verilmişti. Birkaç asırdan beri orada yerleşmiş bulunan ve dinlerine her zaman sadık kalmak isteyen Yahudilerin bir kısmı memleketi terk ederek Fransa, İngiltere, Felemenk, İtalya ve Türkiye’ye gitmişlerdir. İşleri dolayısıyla İspanya’dan ayrılmak istemeyenler, zahiren Katolik dinini kabul etmişlerse de zımnen Yahudiliği muhafaza ediyorlardı. Bundan başka ‘Tehcir', Portekiz Yahudilerine de tatbik edilmiştir.


Zahiren Katolik geçinerek İspanya ve Portekiz’de kalmış, iş ve servet sahibi olmuş Yahudiler, eski dinlerine dönmek arzusu güderek bu iki memleketten yavaş yavaş ayrılmağa ve bunların bir kısmı da 1532 senesinden itibaren Türkiye’ye iltica etmeğe başlamışlardır. Bu bilgileri veren Avram Galanti’nin kendisi de bir Yahudi'dir. Görülüyor kî; baskı, zülüm ve öldürmeler onları dinlerinden vazgeçiremiyor. Onlardan Hıristiyan olmuş olanlar, sırf menfaatleri icabı, servet sahibi olmak, çıkar sağlamak ve işkenceden kurtulmak için Katolik (Hıristiyan) görünüyor. İsteklerini elde edince, ortamı müsait bulunca eski dinlerine geri dönüyor. Zaten dönmüş göründükleri zaman bile, eski dinî yaşantılarında, gizli olarak devam ediyorlar. Böyle olunca, Müslüman olmaları nasıl izah edilir?


Galanti; 1492’de Türkiye’ye gelen Yahudiler’in manevî harslara sahip olduğunu, beraberlerinde getirdikleri matbaa sayesinde bu harsları devam ettirdiklerini, bu matbaalarda, Arapça ve Türkçe baskı yasak olduğu için, başka dillerde baskı yapıp Türkçe’den istifade edemediklerini, bundan dolayı bildikleri İspanyolca muhit içinde kaldıklarını belirtiyor. Galanti, Yahudilerin Türklerle kaynaşmamalarına bunu sebep gösteren bir tutum içine giriyor. Bunu sebep olarak görmek mümkün değildir. Asıl sebebi, Türklerle kaynaşmak istememelerinde, erimek endişelerinde aramak daha doğru olur. Çünkü Fritsch’in kaydettiği, «Yabancı fatihler gelip geçiyor. Biz itaat ederiz, ama ayakta kalırız», cümlesi bunların gayelerini en bariz bir şekilde açıklamaktadır.


İspanya Yahudilerine Türkiye kapılarını açan II, Bayezid, bunların bir kısmını Selanik ve İstanbul’a, bir kısmını da Osmanlı İmparatorluğuna tâbi olan Sakız adasına yerleştirmiştir. Türklerin hüsn-i niyyetini duyan Yâhudiler, bulundukları yerlerdeki zulme daha fazla tahammül etmeyerek, XVI. yüzyılda göçlerine devam etmişlerdir. Ispanya’dan kaçıp kurtulan Yâhudiler, önce Fransa, sonra da Almanya’da çektikleri eziyetlere dayanamayarak, Polonya ve Rusya'ya göç etmişlerdir. Fakat, XVII. yüzyılda Kazaklar, Ispanya’ya taş çıkartacak bir zulümle Yahudileri ezmiş, kılıçtan geçirmiştir. Bunların da son durağı Türkiye olmuştur, Türkler 1517’de Kudüs’ü ve bütün bölgeyi zaptedince Filistin’de bulunan 5.000 kadar Yahudi’ye dinî serbesti tanımıştır.


1522 senesinde Kanuni Sultan Süleyman Rodos adasını fethedince Sakız’da bulunan Yahudileri daha iyi şartlarla buraya yerleştirmiş ve Rodos civarında bulunan İncirli Adasındaki (Nyssiros) kükürt madenlerinin işletmesini de onlara vermiştir, Bu Rodos adasının fetih işine 1480’de Fâtih Sultan Mehmet, Mesîh Paşa’yı görevlendirmiş; fakat başarısızlıkla neticelenmiştir. Papa da adayı idare eden şövalyelerin reisini Kardinal rütbesiyle taltif etmiştir. Bunun üzerine şövalyelerin reisi zaferi ihsan eden Allah’a şükretmek için, adada oturan (St. Jean Şövalyeleri zamanında adada yahudiler varmış) Yahudileri Hıristiyan olmaya davet etmiştir. «Yahudilerin bir kısmı bu teklifi kabul etmeyerek ölümü ve esareti tercih ettiler. Diğer bir kısmı ise, yapılan işkencelere dayanamayarak Hıristiyanlığı zorla kabul etmişlerdir. 1521’de Rodos adası, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Türklerin eline geçmiş, esir edilen ve zorla Hıristiyanlığı kabul eden Musevîlerden kalanlarla, o müddet içinde doğan nesil tekrar Yahudiliğe avdet etmişlerdir.


1525/1526 yılında Türkler (Kanuni), Budapeşde’yi fethedince, Budin ve Estergon’da durumları iyi olmayan Yahudileri gemiler tahsis ederek İstanbul'a naklediyor. Peçevî, Kanunı’nin Budepeşte (932/1525) seferini anlatırken, Budin sahrasına İslâm askerlerinin ayak basmasından sonra, kalenin kadın ve erkeklerinin yalvararak toprağa yüz sürdüklerini, tasdik edip, itaatkâr olan kâfirin malına ve iyâline hüsran ermeyeceğinin ilân edildiğini kaydediyor ve şöyle devam ediyor : E’mân (aman dileme) eden kefere reâyadan ve Yahudiden talib olanlardan bir nice bin hâne ehil ve evlâdı ile gemilere konulup dâr-ul-îslâm’a sürgün oldu. Yedikule semtinde onlardan bir, nice hâne iskân ettirdiler. Ve Yahudi taifesinin kimini' Selânik’e ve kimini de sair memleketlere gönderdiler...»


1527’de, Mohaç Muharebesi’ni takiben, Budin Yahudilerini sefaletten kurtarmak için, kadırgalar tahsis edilerek istedikleri yerlere yerleştiriliyor. Sultan Süleyman’ın Macaristan’ın istilâsından sonra, oradaki Yahudilerden çoğu Türkiye’ye celbedilerek, Plevne, Niğbolu ve bilhassa Edirne’ye yerleştiriliyor. Bunlar da Türkler gibi, geniş bir hürriyet içinde, vatandaşlık haklarından tamamen istifade ediyorlar. Kanunî’nin bu lûtfunu Yahudiler. Mesih’in gelişi şeklinde yorumlayıp, takdirle karşılıyor ve «Her halde, halaskar olan Mesih geldi. Bize saadeti o getirdi» diyorlar. Benzeri bir ifadeyi Almanya'dan kaçan iki haham dile getiriyor. Onlar, Türkiye yolunun hayat yolu olduğunu ve Kudüs’e kadar emniyet içinde bulunduğunu belirtiyor ve bu rahat yere gelmelerini tenbih ediyorlar. îşte bu rahat, huzur ve emniyet yurduna akın akın devam eden Yahudi göçü zamanla da İdarî mekanizmayı ele geçirecektir. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’ı çiğneyip Budin kalesine dayanınca, orada bulunan Yahudiler bir heyet teşkil ederek -başlarında Ya’sef Nassi: olduğu halde- Kanunî Sultan Süleyman’ı karşılıyor. Yâ’sef Nassi, böylece padişahın nüfuzunu kazanıyor. Bu Nassi, çeşitli yerleri gezip Yahudilere bir yurt satın almak istemiş; buna muvaffak olamayınca, kendisi gibi (dışı Hıristiyan, içi Yahudi) olan 500 kadar Yahudiyle Türkiye’ye gelmiş, sarayda nüfuz ve itibar sahibi olmuş, bu yüzden, sarayın nüfuzundan istifade ederek ırkdaşlarını memleketin her şubesine yerleştirmiştir.


Bayezid devrinden sonra, Türkiye’ye iltica eden Yahudilerin ilk işleri kendilerini himaye eden Türklerin servet ve meblâğlarını ellerine geçirmek olmuştur. Para, Yahudi eline geçince, yalnız kendi işlerini değil, devletin İdarî ve inzibatî şeklini de değiştirmiştir. Birkaç Yahudinin meskukâttan çalması ve servet yapması yükünden asırlarca Türk ve Müslüman kanı dökülmüştür.


Kanunî Sultan Süleyman zamanında Ya’sef Nassi’nin Saray’a intisabiyle başlayan Yahudi nüfuzu, II. Selim zamanında gittikçe artmıştır. Ticaret, gümrük ve iltizam işleri Yahudilerin eline geçmiştir. Yahudilerin Türkiye toprağının feyziyle yaşadıkları, II. Selim’in Piyale Paşa’ya yazdığı bir hükümde şöyle ifade edilmiştir: «... Yahudiler, Türkiye toprağının feyziyle yaşarlar, Türk’ün hayat menbalarını keselerine tahvil etmeye uğraşırlar. Yahudilerin bu mesâlikleri Türkiye’nin şefkat ve atıfetine kabul edildikleri günden itibaren başlamış, o günden itibaren Türkler arasında Yahudi düşmanlığı tevlid eylemiştir ...». Türkler’de bu Yahudi düşmanlığı; Yasef Nassi’nin arkadaşlarını memleketin her köşesine yerleştirmesi, Lehistan’la Türkiye arasındaki balmumu ile Eflâk ve Boğdan’da şarap ticaretini şahsına mahsus inhisar altına alması, İstanbul’da' ki Yahudilerin akçaları kırparak meskûkâtın bozulmasına sebep olmaları, paranın değerini kaybetmesi vb. sebeplerde aranacağı gibi, Fâtih devrinden beri yüksek kademedeki devlet memuriyetlerinin dönme ve devşirmelerin eline geçmesinde aramak daha yerinde olur.


II.Murad devrinde açılan Enderun , Fatih’' ten itibaren Türk’ten başka her milleti Osmanlı idaresine ortak eden bir makina haline gelmiştir. Bu makineyi Dânişmend şöyle ifade etmektedir: «Tabiî böyle bir makinenin kurulması demek, Türk unsuru hariç olmak üzere bütün milletlerin iştirak edebileceği bir yabancı köle idaresi kurmak demektir. Bütün unsurların elbirliğine müstenid bir imparatorluk siyaseti belki faydalı ve hattâ zarurî olabilir. Fakat bu gibi imparatorlukların hepsinde bir hâkim millet esası vardır; Osmanlı sisteminin eksik tarafı işte bu hayatî esasın ihmalinde gösterilebilir. Bu vaziyet, bilhassa Fatih devrinden Kanuni devrine kadar Türklerle devşirmeler arasında şiddetli bir gerginlik ve hattâ siyasî mücadele zuhuruna sebep olmuştur. 807/1453’de İstanbul’un fethini müteakip Çandarlı Halil Paşa’nın azliyle görevden uzaklaştırılmış olan Türk unsurunun yerine Alahmut Paşa ile dönmeler ve devşirmeler zümresi geçmiştir. 24 sene süren bu dönmeler  devri, son köle Gedik\Ahmet Paşa’nın (Arnavut’tur), Arnavutluk meselesinde Fâtih’e bile itaatsizlik etmesi, 882/1477 tarihinde azline ve hapsine, Karamani Mehmet Paşa ile Türk unsurunun işbaşına gelmesine sebep olmuştur. Fakat bu durum, II. Bayezit devrindeki saltanat değişikliğine kadar sürmüş, bu karışıklıktan istifadeyle Karamanî Mehmet Paşa öldürülerek, 4 sene kadar mahrum oldukları iktidar mevkiine yeniden gelmişlerdir,


«Her türlü vatan ve millet şuurundan tamamiyle mahrum oldukları için Osmanlı devletine karşı samimiyeti her türlü münakaşaya müsait bir din hissinden başka bir alâka beslemelerine imkân olmayan bu yabancılar kerhen ihtida ettirildikten sonra Osmanlı Cem’iyetine kölelikle intisab etmiş ve bundan dolayı Türk unsuruna daima kötü gözle bakmış adamlardır.» diyen Dânişmend, bu bilgileri verdikten sonra, Fâtih kıymetinde bir devlet reisinin nasıl bir zihniyetle bunları memleketin başına musallat ettiğinin de ehemmiyetle tetkikinin zarurî ve elîm bir mesele olduğunu belirtiyor. Fâtih’in ordusunda büyük miktarda Hıristiyan askerlerinin bulunduğu ve Osmanlı askerî sınıfına alınmak için, din değiştirmenin şart olmadığı kayda değer bir nokta olarak zikrediliyor. Fâtih Sultan Mehmed’in malî konularda uyguladığı siyasî tedbirlerin zaman zaman bozulduğu ve o zaman, İtalya’da istibdat idarelerinde tatbik edilen bu İktisadî- malî usûlleri mültezim olan bir çok İtalyan’ın memlekete soktuğu tahmin olunmaktadır. İşitilmedik, görülmedik bid’atlerin ihdası, bir İtalyan Yahudisi olan hekim Yakup (Jakop) Paşa’ya atfedilmekte ve tarafgirlikleri ise tenkid edilmektedir.


Kanuninin 974/1566’da, ölümü ve yerine oğlu Sultan II. Selim’in geçmesi, ile sarayda Yahudi nüfuzu daha da artmıştır. Çünkü, II. Selim'in (Sarı Selim) en sevdiği gözdelerinden olup, padişahın, kadınlığı şerefini iktisap etmiş olan Şehzade Murad’ın (III. Sultan Murad) annesi Nûr-Bânû Sultan bir Yahudi kızıdır. Kendisine ilk defa olarak Mehd-i Ulyâ (padişah anası) unvanı verilmiş ve zekâsı sayesinde, kocasını çok büyük bir dirayetle idare edip, sarayın ruhunu teşkil etmiştir. Nûr-Bânû Sultan, zekâsını kocasının ölümünde de göstermiş, ölümünü, oğlu (Sultan) Şehzade Murad Manisa’dan gelinceye kadar gizlemiştir. III. Sultan Murad, tahta çıktığı zaman, sarayda bir kadınlar saltanatı başlamıştır. Dânişmend- Sultan Murad’ın anası bir Yahudi dönmesi olan ve Osmanlı sarayında Yahudi nüfuzuna kapı açan Nûr-Bânû Sultanadır» demektedir. Nûr-Bânû Sultan sayesinde, sarayda Yahudi tesiri artmıştır. Tâ III. Mehmed devrinde Kira ve İstekira adındaki kadınlar da Yahudi olup vezirlere hükmeder duruma gelmişlerdir. Sipahiler; «Sultan Selim-i Sânı asrından beri bu Yahudi tegallubundan bıktık, usandık» diye feryad etmişlerdir. Sipahiler, birgün kendilerine verilen ulûfenin kırık bir kızıl akça olduğunu; paranın değerinin düştüğünü ve paranın azamî kısmının Yahudi Kira’nın adamları elinde toplandığını haber almış; Şeyhülislâm Sunullah Efendiden, aldıklarının helâl olup olmadığını sormuş; «Değildir» cevabını alınca gümrükleri iltizam etmiş ve Kira kadını yakalayıp büyük, oğlu ile beraber öldürmüşlerdir.


Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın muhalefetine rağmen, Sultan Selim'in iradesini kullanarak yaptırdığı Kıbrıs Seferi, Yahudi entrikası olarak gösterilmiştir. Bu entrika, saraya hulül etmiş ve itibar kazanmış Yahudiler tarafından tezgahlanmıştır. Bunlarnı en etkilisi de Joseph Nassi (Yasef Nassi) ’dir. Kanunî devrinde Saray’a girmiş olan Nassi Portekiz Yahudilerindendir; Hıristiyanlığı kabul etmiş görünmekle beraber Yahudiliğini devam ettiren “Maran”lardan (dıştan Hıristiyan içten Yahudi olan) dır. O, Engizisyon altında bulunan Yahudileri bir yere toplama, «siyonizmi gerçekleştirme emeli taşımaktadır. İstanbul’a gelmeden önce Venedik’e gidip bir ada satın almak istemiş, fakat muvaffak olamamıştır, Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nda da denemiş; ve en müsait yer olarak Kıbrıs’ı seçmiştir. Niyeti, Kıbrıs alındıktan sonra, kendi krallığı altında Yahudiler'i orada toplamaktır. Bunun için II. Selim’i Kıbrıs’ın fethine ikna etmiştir.


Galanti, II. Selim devrinde, Kıbrıs adası Türklerin eline geçince (1570), adanın istikbâlini emniyetli unsurlarla sağlamak için, Anadolu’dan gelen Türklere, Ermenilere ve bu arada 500 Yahudi’ye de orada yerleşme emri verildiğini kaydetmektedir. Bir yeri millîleştirmek için, azınlıkları da emniyetli unsur sayıp, Kıbrıs’a göndermeleri millî siyasete uygun düşmez. Takip edilen siyaset ve o güne kadarki azınlıkların bıraktığı intiba, devlet erkânının gözünü açmış olmalıdır. Çünkü, bu azınlıkların Türkleşmesi İslâmlaşması için köklü bir teşebbüs olmadığı ortada iken, bunun, Galanti’nin dediği gibi olmasına imkân yoktur. Ancak yukarıda da izah ettiğimiz gibi, sarayda hâkimiyet kuran Yahudi tesiriyle mümkün olabilir. Bu da Yahudilerin, fırsatları nasıl değerlendirdiğini ve «Siyonizm» ideallerini gerçekleştirmek için hangi kanallardan hareket ettiğini gösterir.


Türkiye topraklarına Yahudi akını bunlarla kalmaz. 1674’de Osmanlı ordusu, Lehistan’a girerek Kamunick (Kaminik) muhasarasını yardıktan, Chockzim (Şokzim) kalesini zaptedip Rusları ric’ata mecbur ettikten sonra, burada felâket ve sefalet içinde olan Yahudiler, İstanbul ve Edirne’ye gönderilmişlerdir. Daha sonra, 1191/1782 yılında lehistan ihtilâli ye taksimi yüzünden 150-200 Yahudi hanesi, hükümetin emriyle, İzmir ve Selânik’e nakledilmiştir. Nihayet 1891 -1892 yıllarında Rusya’da uygulanan korkunç katliamlardan canlarını kurtaran Yahudiler (II. Abdülhamit devrinde), İstanbul, İzmir, Selânik ve İskenderiye’ye yerleştirilmişlerdir.

XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başlarında Yahudilerin yayılması en yüksek noktasına erişmiş ve “İkinci Mâbed”in yok edilmesiyle başlayan büyük hicret hareketlerine bir sakinlik gelmiştir. 1492‘de İspanya’dan, bir müddet sonra da Portekiz ve diğer yerlerden çıkan Yahudiler; Türkiye’nin büyük ve verimli şehirleri olan İstanbul, İzmir, Selanik, Edirne, Bursa vs.’yi kendilerine yurt edinmişlerdir. Türkiye’de, İspanyolcayı terk etmemiş ve mânevi harslarını yaşatmışlardır. Bu mânevi harslarını muhafazaya âmil olan matbaaya sahip oldukları için, Türkçe ve Arapça dışındaki dillerde, eserler yayınlayarak kültürlerini devam ettirmişlerdir. İçinde bulundukları çevrenin sosyal ve kültürel durumu onlar için hiçbir şey ifâde etmemektedir. Onlar bulundukları her yerde yabancı olarak kalmışlardır. Bunu, akşamdan sabaha ne olacaklarını bilemediklerine ve hâkimiyeti altına girdikleri İmparatorların onlara paraları oranında itibar etiklerine bağlamışlardır. Yahudiler böylece paranın, mal ve mülkün her şey olduğunu; fakat kendileri için henüz bir şey ifâde etmediğini anlamış ve kendi devletlerine sahip olma yollarını denemeye girişmişlerdir.


Yahudilere göre, belirli bir yer olmadıkça, mal-mülk, hiçbir şeydir. İspanya hariç, göç ettikleri dünyanın hiçbir köşesi, onlar için bir buluşma yeri değildir. Bazı şeyler düşünür, şarkılar söyler, masallar anlatırlar ve bayramlar kutlarlar, fakat bunların hiçbirine kendilerininki gözüyle bakmazlar. Bu yaptıkları işler, fikrî bir gelişmeden doğmuyor ve zamanın fikrî hareketleri onların problemlerine çözüm getirmiyor. Yapılan harbler de onların hakları için olmuyor. İmân esaslarını yaşatmak, tabiata hükmetmek için kendilerini dinleyen bir kimse arıyor ve herşeylerinin kendi dört duvarları arasında kalmasından yakınıyorlar. Kendilerini kenara itilmiş bir topluluk olarak kabul ediyor ve kendi kültürlerine yer verilmesini istiyorlar. Ziraatçı bir millet olarak, o güne kadar, kabul edildiklerini; fakat inançlarının eskiliğinden dolayı kendilerine düşmanlık duyulduğunu ileri sürüyorlar. Ziraat insanları bir yere bağlandığı için, onları, bir yere bağlı kılmayan dünyanın bütün serbest şeyleriyle uğraşmaya başlıyorlar. İşte bütün bunlar, sıkıntı ve zulüm altında olmalarının işareti kabul ediliyor ve bir kurtarıcının, “Mesîh”in gelme zamanını sabırla bekliyorlar. Onları kurtuluşa kavuşturacak Mesîh Türkiye’de zuhûr ettiğine göre bütün şikâyetleri Türkiye’den olmalıdır. Halbuki, onların Türkiye’de nasıl bir yaşantı içinde olduğunu, o zamanki bir Yahudi yazarı şöyle anlatmaktadır: «Ecdadımın izini takibeden Sultan Bayezid, Allah’ın köleleri olan Hz. İbrahim’in zürriyetini iyi kabul etti ve bazı kralların yaptıkları gibi onları huzurundan kovmadı. Şayet bu (Bayezid’in muamelesi) olmasaydı, İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya'dan kovulmuş olan yahudilerin artığı ve İsrail’in hatırası mahvolacaktı.  Yine Türkiye’ye göç eden Portekizli Yahudi Samuel Usque de, bir şiirinde, «Türkiye’de hürriyetin kapılarını açık, kayıtsız ve şartsız, Yahudi dininin serbestliği için meydan bulacaksın. Bu kapılar asla kapanmaz. Orada imanını yenileştirebilirsin, yabancı örf ve âdetlerinden kendini kurtarabilirsin. Yalan-yanlış din telkinlerini terk edebilirsin, eski hakikatlerini tekrar alabilirsin» diyor. Bu Samuel Usque, Selânik’i, İsrail’in annesi olarak görüyor. Selanik, îsrail fikrinin oluşmasına merkez oluyor.


Yahudiler, İspanya’dan kovulan Yahudiler’in Türkiye’ye sığınışlarının 400. yıldönümünde, Türkler’in yapmış oldukları iyilikleri dile getirmiş ve teşekkürlerini sunmuştur. Bu vesile ile «el Tiempo» gazetesinde çıkan şu şiirin, «Eğer insanlar bize karşı oldukları zaman Osmanlılar bizimle olmasaydı: Bizi canlı canlı yutacaklar.» ibarelerinde Türklerin rolü önemle belirtilmeye çalışılmıştır.


«le Drame Juif» adlı eserde de, Yahudiler’in Osmanlı İmparatorluğu’nda fazlasiyle serbestlikten yararlandıkları, gelişip çoğaldıkları; ticaret ve endüstri ile uğraştıkları, hekim, diplomat ve maliyeci olarak çalıştıkları belirtilmektedir. Buna rağmen, Yahudiler, yine kendilerini bir yabancı olarak görmüş ve beraber yaşadıkları milletle aralarında bir uçurum bulunduğunu kabul etmiştir.


Bu hususta T. Fritsch şöyle diyor: «Yahudilik ötedenberi zamana uymayı ve zaman cereyanlarını kendi hizmetinde kullanmayı ustacasına bilmiş ve becermiştir... Yahudiler, para kuvvetiyle kamuoyunu etkilemeye gittikçe daha çok, daha kolay muvaffak oluyorlardı. İtalyan Yahudisi ve Mason Montefiore’nin soydaşlarını şu aşağıdaki sözlerle uyarması boşuna değildi: Nafile yere devletleri iflâsa sürüklüyor ve devlet istikrazları yapıyorsunuz. Milletleri aldatmak ve bunaltmak için dünyadaki bütün gazeteleri elimize geçirmediğimiz surece hâkimiyetimiz sadece bir kuruntudan ibaret kalmaya mahkumdur. Gerçekten Yahudiler bu alanda parlak başarılar elde etmişlerdir».


Yeni zaman gelişmelerinin çoğunun asıl mucudi olan Yahudiler, bunları, kendi üstünlüklerini en kolay şekilde gösterebilecekleri alanlara yöneltmişlerdir.


Yahudiler, gittikleri bütün memleketlerin zenginlik kaynaklarını ellerine geçirmelerine rağmen, Tanrı’nın «Ele geçirmek için vardığın her ülkede daima bir yabancı olarak kal» sözünü temel kabul edip her gittikleri yerde misafir olarak kalmış; kendilerini yabancı sayıp, içinde bulundukları memleketin mukadderatına bağlılık duymamışlardır. Fakat, mal- mülk sahibi olmakla ve bulundukları yerlerde hâkimiyet kurmaya çalışmakta bir beis görmemişlerdir. Böyle ayrı ayrı ülkelerde yabancı olarak kalmalarına rağmen aynı duyguları paylaşmış ve dinî yaşantılarını sürdürmüşlerdir.


1919 sene evvel, yani M. S. 70 yılında, İstiklâllerine son verilip, yer yüzüne dağıtılmış olan Yahudiler dinî ve kültürel yaşantılarını muhafaza ettirmiş, dualarında daima Filistin’i anmış ve Mesih’in gelip onları atalarının memleketine döndüreceği inancını taşımışlardır, Benzerini, 9 Mayıs 1942’de New York’da yapılan Siyonizm Kongresi’ne, D. Ben-Gourıon, sunduğu raporda, Filistin’in, ne halkı ve ne de kültürü itibariyle Türk olduğunu, Yahudilerden başka hiç kimsenin Filistin’e benimdir diye sahip çıkmadığını ve Yahudilerin hayat boyunca, oraya, İsrail’in vatanı gözüyle baktıklarını ifade etmiştir. Bu, Osmanlı İmparatorluğunun uyguladığı siyasetten ileri gelse gerekir. Galanti, «Yahudi mekteplerinde, dinî sebeplerden dolayı, her vakit İbranîce okunurdu ve okunuyor» diyor: Hattâ o, sokakta oynayan 5 - 6 yaşlarında 4 - 5 çocuğun İspanyol yahudicesiyle konuştuklarını gördüğünü; bunların niçin Türkçe konuşmadıklarını kendi kendine soruyor ve cevabını da «Çünkü, anneleri Türkçe bilmezler» diye veriyor. Halbuki bu Yahudilerin. 1492’den beri, kitle halinde Türkiye'ye gelip rahat ve huzur içinde yaşadıklarını, çeşitli kaynaklardan, geçmiş sahifelerde verdik. O zamandan beri, Yahudiler, memleketin ticaret, endüstri, san’at, gümrük işlerini ellerinde tutmuş, piyasaya hâkim olmuş; kumaş, kauçuk, çorap, ipek, çuha ve yün fabrikalarının sahibi olmuşlardır. Ayrıca altın ve gümüş işleri ve işçiliği de Yahudilerin hâkimiyetindedir. Türkiye’de ilk defa devlet otoritesine karşı gelen ve ticarete hile karıştıranların Yahudiler olduğu; o tarihe kadar Türkler’in ticaret işlerinde çok dürüst davrandıkları ve en küçük hilekârlıktan nefret ettikleri ileri sürülmektedir.


“Yahudilik tarihi ve inancı, Yahudiliğin bir gün bütün dünyayı kaplayan yeni bir inancı beklediği ve umduğu noktasında ayrıca dikkati çekici bir mahiyet arzediyor..,”. Yahudiler bu ideallerine ulaşmak için Kapitalizm’den Komünizm’e kadar bütün yolları deniyor ve kendi hedefleri için kullanıyor. Bütün dünyada başlayan bu hareketler, Türkiye’de de kendisini kısa zamanda gösteriyor. Özellikle bu hareketlerin Yahudilerle meskûn olan yerlerde vuku bulması câlib’i dikkattir. Bu beynelmilel akımlara göz attığımızda; temelinin ya Yahudiye dayandığını veya Yahudi’nin onu kendi emeli doğrultusunda kullandığını görürüz.


Beynelmilel bir hüviyete sahip olan Masonluk, gelenek ve sembolleriyle, eski Mısır’a ve Yahudiliğe dayandığı; ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm gibi kozmopolit ülküleri benimser göründüğü halde, sadece kendi mensuplarının menfaatini ön plâna aldığı, Yahudi emellerine, ülkülerine vasıta olduğu, İsrail devletinin kurulması için bir araç haline geldiği ve ard plânda Yahudiliğin beynelmilel himayesinin bulunduğu ileri sürülerek, tenkide uğramıştır. Masonluk bir Yahudi örgütü olarak kurulmuş, daha sonra Yahudi olmayanları da içine almıştır.


Bir İngiliz yazarın, «Mason, sun’î bir Yahudidir» dediği kaydedilmektedir. Masonların düsturu şu esaslarda toplanır: «Hürriyet (özgürlük), Müsavat (eşitlik), Uhuvet (kardeşlik)». Buradan da bakınca, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün fikrî gelişmelerinde ve hareketlerinde, bir Yahudi unsur veya dönmeler görülür. Yahudi Prof. Avram Galanti’nin bunu teyid eden cümlelerini aynen veriyorum; «Museviler, bu memleketin yükselmesi için çok faydalı unsurdur. Ben, Türklerin terakki yolundaki satvetli adımlarına kaniim. Türklerin bu terakki ve yükselme hizmetlerine Museviler (Yahudiler) dahi iştirak etmişlerdir. İstihdaf (amaç) edilen gaye de istikbâle yardım etmektedir». Bunun için, 1738’de, İzmir, İstanbul, Selanik ve Halep’te İngiltere’ye bağlı mason mahfilleri açılmaktadır.


Din ve milliyeti reddeden, ruhî, insani ve dünyevî her meseleyi İktisadî âmille, tarihî maddecilik, sınıf mücadelesi ve işçi diktatörlüğüyle halledeceğine inanan Karl Marks’ın Mason bir haham ailesine mensup Yahudi olduğu belirtilmektedir. Marksizm’le Kapitalizm’in ikiz kardeş olduğu; her ikisinin de arkasında Yahudiliğin bulunduğu; Türkiye’de de bu tür akımların yayılması ve benimsenmesi için çalışanların başında Yahudilerin ve Yahudi dönmelerinin geldiği ileri sürülmektedir.


1889 senesinde Edvard Drurhont tarafından yazılmış «La France Juıve» isimli eserin 131. sahifesinde, Mithat Paşa için, «Macaristanlı bir hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde malum yenilikleri yapmaya başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış ve bu mekteplerde ihtilâlci doktrinler öğretmiştir» denildiği kaydedilmektedir. Bunun yanında, onun asîl bir ailenin ve bir kaza kadısının oğlu olduğu ve 10 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği de ileri sürülmektedir.


Theodor Fritsch, eserinde, şu görüşlere yer veriyor:


«Liberalizm ile Yahudi dostluğu, başlangıçta, aynı olmamasına rağmen 1830’da Paris’ten gelen, liberal dalga, liberalizmi de Yahudileştiriyor. 1830’larda düşmanların kalesi gözüyle baktıkları Üniversitelerdeki Öğrenci Cemiyetlerine girip yuvalanıyorlar. Her türlü başkaldırma ve isyan hareketlerini, genel merkez rolü oynayan Paris’ten yürütüyorlar. Almanya’da, Yahudilere diğer haklar tanınmasına rağmen, devlet makamlarına alınma hakkı tanınmıyor. Sebep olarak da; onların bu hakkı general, bakan ve hatta millî eğitim bakanı olmak için istemiş olmaları gösteriliyor. Almanya'da 1848'de siyasî partilerin zuhuru ile iki tip parti kuruluyor: Birinciler; Alman milletini ve milliyetçiliğini her şeyin üstünde tutanlar. İkinciler; Zentrum Partisiyle ilerici partiye ve sosyal demokrat partiye ayrılıyor. «Nasıl ki Zentrum Partisi mensupları (Biz hepimiz Cezvitiz) diyorsa, sosyal demokratların hepsi ya Yahudidir, ya da Yahudi dostu. Sosyal demokrasinin babası komünistlik manifestosunun yazarı Yahudi Marks (Mordehai)’dir». Yahudi kendi millî varlığının özünü ne kadar inat ve sebatla koruyorsa, onu rastgele bir milliyete büründürerek örtmekte de aynı gayreti gösterir. Yahudilik eski çağlarda da millî çözülmelerin etkenli bir mayasıdır».


«Azınlık veya heterojen gurupların, içinde bulundukları toplumun değişmesine göre politik tercihlerinin de değiştiğine ilgi çekici Örnek Yahudiler’dir. Fransa’da azınlık olan Yahudiler bu ülkede liberal, lâik ve sol akımları desteklemişlerdir. Ama Filistin’de (kendi) toplumlarına gidince, aynı kitleler, milliyetçi, muhafazakâr ve sağ eğilimlere yönelmişlerdir...


Heterojen gruplar, daima gelenekçilik karşısında olacaktır. Çünkü ‘gelenek’ onları toplumun bütünlüğü içinde ‘heterojen’ hale getiren unsurları taşımaktadır. Heterojen gruplar, lâik ve hümanist akımlara yöneleceklerdir. Çünkü din farkının kaybolması veya önemini kaybetmesi, onları dini çoğunluk içinde dinî azınlık olmaktan çıkaracaktır. Hümanist akımların gelişmesi, onları diğer kültür normları bakımından aynı duruma getirecektir.


Böylece heterojen gruplar, geleneksel kültürle ilgisi azalmış ve gelenekçilik iddiasında olmayan, dışa açık partilere yöneleceklerdir. Kültürel kıstasların yerini insanların din ve kültür vasıflariyle ilgili olmayan İktisadî kıstaslar alacaktır. Dünyanın her yerinde sol akımların öncelikle azınlıklar ve heterojen gruplar arasında tutulmasının sebebi budur. Nitekim Türkiye’de de sosyalist alanlar ilk desteğini Osmanlı döneminde azınlıklarda bulmuştur. Osmanlı Mebusan Meclisindeki Rum, Ermeni, Yahudi milletvekilleri sol ve sosyalist eğilimli idiler veya (Burjuva Hümanizmi) mânâsında bir Batılâşmaya bağlı idiler».


İşte bu azınlıklardan biri olan Yahudiler, Türkiye’nin en verimli şehirlerine yerleşip, emniyet ve huzur içinde, mal- mülk sahibi olmalarına rağmen, Filistin’e dönüp, Yahudi devletini kurup Beyt Ha Mikdaşı ( = Süleyman Mabedi) inşa edip dinî âyinlerini serbestçe İcra etme idealini taşıyan Siyonizm’i düşünüyorlardı. Siyonizm, Yahudi milliyetçiliği için toplanma noktasıdır. Bu siyonizmi değerlendiren Atilhan, «Dünya üzerinde yekdiğeriyle çarpışmakta olan ve gayeleri arzı istilâ ve bütün mevcudatı istismar olan ana cereyanların direktif aldığı bugünkü Siyonizmin bir cephesi de demokrasidir ...» demektedir. Yahudilerin, Filistin'e ulaşmak için gizli komünist partisine iltihak etmelerini tavsiye eden ve Cenevre’de çıkan «Filistin Haberleri» broşürünün 24 Temmuz 1947 tarihli sayısında yer alan yazıyı Prof. Abraham Galanti’nin eserinden aynen veriyoruz: «Anadolu Ajansının, Cenevre özel muhabirinin 3 Ağustos 1947 tarihli bir telgrafı İstanbul gazetelerinin 4 Ağustos tarihli nüshalarında intişar etmiştir. Telgraf metni şöyledir:


‘Cenevre’de iki aydan beri çıkan «Filistin Haberleri’ 24 Temmuz 1947 tarihli sayısında (1946 -1947 siyasî icmali) başlığı altında bir muhtıranın genel hatlarını neşretmektedir. Bu muhtıra Yahudi idaresi tarafından Birleşmiş Milletler komisyonuna tevdi edilmiştir ve 9 fasla ayrılmıştır ki 71 sayfalık bir broşürdür. Bu broşürde İngiliz- Amerikan komisyonunun raporundan ve bundan doğan neticelerden bahsedilmekte ve bu muhtıranın neşrindenberi vukubulan hâdiseler gözden geçirilmektedir. Yahudi idaresi bugün Türkiye’den Yemen’e ve Irak’tan Fas’a kadar bütün Müslüman Orta - Şark’ta yaşamakta olan 900.000 kadar Yahudinin içinde bulundukları korkunç şartların bir tablosunu çiziyor. Muhtırada ileri sürüldüğüne göre, Yahudi gençliği için iki şarttan birini seçmek mecburiyeti vardır.


Bu da tehlikeli yollardan Filistine erişmek, yahut ta, hâkimiyetleri altında küçültücü bir hayat sürmek zorunda kaldıkları insani duygulardan uzak derebeylik hükümetlerine karşı savaşmak için gayri-kanuni bir komünist partisi’ne iltihak etmektir.


Yahudi idaresinin muhtırasında, Yahudilerin bütün memleketlerde tedricen soyulmaları yolunda ne gibi usûller kullanıldığı, Yahudilerin ticaret hayatından ihraç edilmiş oldukları Türkiye’de bir sömürge idaresinin örsü ile ateşi başına vurmuş bir yerli halkın çekici arasında ezildikleri anlatılmaktadır.


Cenevre Sionist Mecmuası’nda bahsolunan rapor, sene iptidasında kaleme alınan İngiliz- Amerikan komisyonunun tahkikatı üzerine Yahudi ajanının neşredip Birleşmiş Milletler komisyonuna tevdi ettiği rapordur.


Bu rapor üzerine ifadesine başvurulan İstanbul Yahudi Cemaati Reisi Henri Seriano, böyle bir rapordan haberdar olmadığını ve Türkiye’de yaşayan Yahudilerin bütün Türk vatandaşları gibi eşit muamele gördüklerini beyan ederim diyor.


Yahudiler bu duyguyu ve İspanya’da geliştirmiş oldukları Yahudi Mistisizmi’ni, Kabbala’yı gittikleri yerlere yaymışlardır. XIII. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Kabbala’nın iki kitabından biri olan Zohar’da kurtuluşun ve «Mesih» in gelmesinin yakın olduğu kehâneti yer almaktadır. Kabbala, mistik bazı izahlarla «Mesîh»in geliş tarihinden bahsetmektedir. Mesih’in gelişi, oraya buraya dağılmış olan Yahudilerin atalarının topraklarına dönüşün müjdecisi kabul edilmektedir. Mesih’in gelişi ile ilgili çok çeşitli tarihler üzerinde durulmuş; sonunda 1648 veya 1666 tarihinde karar kılınmıştır.


İzmir'de Mordehay Sevi adında bir Yahudinin oğlu olan Sabatay Sevi, çocukluğunda Kabbala üzerinde çalışmış ve Yahudilerin bekledikleri “Mesih” inancı ona cazip gelmiştir. Buna göre kendisini hazırlamış ve günü gelince de «Mesîh»liğini ilân etmiştir. Mesih'i bir kurtarıcı olarak bekleyen Yahudiler arasında bir hareket başlamıştır. 



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

22 Ocak 2023 Pazar

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-12

 


ERTELEME (1187-1244)



OLANAKSIZ KARŞILAŞMA





Kudüs’ün geri alınmasının ertesinde bir kahraman gibi saygı gören Selahaddin, gene de eleştirilmektedir. Yakınları tarafından dostça, hasımları tarafından giderek artan bir sertlikte. İbn el-Esir’in dediğine göre:


Selahaddin, kararlarında hiçbir sıkılığa sahip değildi. Bir kenti kuşattığında, savunucular bir süre direnirlerse, işten bıkıyor ve kuşatmayı kaldırıyordu. Oysa bir hükümdar, kaderi lehte olsa bile, asla böyle davranmamalıdır. Başarının meyvalarını sonradan israf etmektense, kararlı kalıp başarısız olmak evlâdır. Bu gerçeği Selahaddin’in Sûr önündeki tutumundan daha iyi aydınlatan birşey olamaz. Eğer Müslümanlar bu kale önünde yenilgiye uğradılarsa, bu sadece onun hatasından kaynaklanmıştır.


Körü körüne bir düşmanlık göstermeyen ve Zengi hanedanına sadık kalan Musullu tarihçi, Selahaddin’e karşı her zaman mesafeli durmuştur. İbn el-Esir, Hattin’den ve Kudüs’ten sonra Arap dünyasının genel coşkusuna katılmıştır. Ama bu onun, kahramanın hatalarını hiç kayırma yapmadan ortaya koymasını engellememiştir. Tarihçinin Sûr’a ilişkin olarak getirdiği eleştiriler tamamen doğrulanmışlardır.

Akkâ, Askalan veya Kudüs gibi bir Frenk kentini veya kalesini ele geçirdiği her seferinde, Selahaddin düşman şövalye ve askerlerine Sûr’a gitme izini veriyordu. Öylesine ki, bu kent hemen hemen alınamaz hale geldi. Frenkler, denizlerin ötesindekilere mesajlar yolladılar, onlar da yardıma gelmeye söz verdiler. Sûr’un savunmasını kendi ordusuna karşı örgütleyenin bir bakıma Selahaddin’in bizzat kendi olduğu söylenemez mi?


Kuşkusuz, sultanın yeniklere karşı yüce gönüllü tutumu eleştirilemez. Boş yere kan dökmekten nefret etmesi, verdiği sözlere harfiyen uyması, hareketlerinin herbirinde varolan duygulandırıcı soyluluk, tarihin gözünde en azından fetihleri kadar değere sahiptirler. Ama bu arada, vahim bir siyasal ve askeri hata işlediğini inkâr etmek de mümkün değildir. Kudüs’ü aldığında, Batı’ya meydan okuduğunu ve onun buna karşılık vereceğini bilmektedir. Bu koşullarda, onbinlerce Frenk’in, Sahil kesiminin en güçlü kalesi olan Sûr’da burçlar arkasında mevzilenmesine izin vermek, yeni bir istila için ideal bir köprü başı sunmak demektir. Üstelik şövalyeler, hâlâ esir olan kral Guy’nin yokluğunda, Arap vakanüvislerin “el-Markiş” dedikleri, Batı’dan yeni gelmiş olan marki Conrad de Montferrat’nın kişiliğinde özellikle inatçı bir şef bulmuşlardır.


Selahaddin, tehlikenin farkında olmakla birlikte, onu küçümsemektedir. Kutsal Kent’in fethinden birkaç hafta sonra, Kasım 1187’de Sûr’un kuşatmasını başlatmıştır, ama bunu pek büyük bir kararlılıkla yapmamıştır. Antik Fenike kenti, ancak Mısır donanmasının kitlesel işbirliğiyle alınabilir. Selahaddin bunu bilmektedir. Ama surların önüne topu topu on tekne çıkartmış, zaten bunların beş tanesi de savunucuların cüretkâr bir huruç hareketi esnasında yakılmıştır. Diğerleri Beyrut yönünde kaçmışlardır. Donanmadan yoksun kalan Müslüman ordusu Sur’a artık ancak, kenti anakaraya bağlayan dar yığma geçitten saldırabilir. Bu koşullarda kuşatma aylarca sürebilirdi. Bu bitmez tükenmez seferden bitkin düşen emirlerin çoğu, Selahaddin’e bu işten vazgeçmesini önermişlerdir. Sultan bunlardan bazılarını, yanında kalmaları için altınla ikna edebilirdi. Ama askerler kışın pahalıya malolurlar ve devlet hazinesi tamtakırdır. Selahaddin’in kendi de bıkkındır. Bu durumda askerlerin yarısını terhis etmiş, sonra kuşatmayı kaldırarak, çok sayıda kentin ve kalenin fazla gayret sarfetmeden geri alınabileceği kuzeye yönelmiştir.


Bu, Müslüman ordusu için yeni bir zafer yürüyüşü olmuştur: Lazkiye, Tartus (Anartus, Tortosa), Bagras, Safed, Kefertâb... fetih listesi uzayıp gitmektedir. Frenklerin Doğu’da ellerinde kalan yerleri saymak daha kolay olacaktır: Sûr, Trablusşam, Antakya ve limanı ile üç tane soyutlanmış kale. Fakat Selahaddin’in çevresindekiler içinde en basiretli olanları yanılmamaktadırlar. Eğer yeni bir istila girişimine engel olmayacaksa, bu fetihlerin ne anlamı var? Sultan da sarsılmaz bir serinkanlılık göstermektedir. Bir Sicilya filosu Lazkiye önlerinde gözüktüğünde, “eğer Frenkler denizlerin ötesinden gelirlerse, buradakilerle aynı kadere uğrarlar” diye ilan etmiştir. 1188 Temmuzunda Guy’yi serbest bırakmakta tereddüt etmemiş, ona Müslümanlara karşı bir daha silaha sarılmayacağına dair yemin ettirmeyi ihmal etmemiştir.


Bu sonuncu armağan da pahalıya malolacaktır. Yeminini inkâr eden Frenk kralı, 1189 ağustosunda Akkâ kalesini kuşatmıştır. Elindeki güç mütevazıdır, ama artık her gün gemiler gelerek, sahile dalgalar halinde Batılı savaşçı dökmektedir. İbn el-Esir’in anlattığına göre:


Frenkler, Kudüs düştükten sonra karalar giyinip, denizlerin ötesindeki bütün ülkelere, en başta da büyük Roma’ya yardım ve imdat istemeye gittiler. İnsanları intikam almaya tahrik için, üzerinde ona darbeler indiren bir Arap tarafından kanlar içinde bırakılmış Mesih olan bir resim taşıyorlardı. “Bakınız. İşte Mesih ve işte ona öldüresiye vuran Arapların peygamberi Muhammed” diyorlardı. Duygulanan Frenkler, kadınlar da dahil toplandılar ve gelemeyecek durumda olanlar, kendi yerlerine dövüşmeye gidenlerin masraflarını karşıladılar. Düşman esirlerden biri bana, ailesinin tek erkek çocuğu olduğunu ve annesinin teçhizatını sağlamak için evini sattığını anlattı. Frenklerin dinsel ve psikolojik güdülenmeleri o düzeydeydi ki, amaçlarına ulaşmak için her zorluğu aşmaya hazırdılar.


Nitekim, Guy’nin birlikleri, eylülün ilk günlerinden itibaren takviye üstüne takviye aldılar. Bunun üzerine, bütün Frenk savaşlarının en uzun ve en korkunçlarından biri olan Akkâ çarpışması başlar. Akkâ, burun ucu gibi olan bir yarımadanın üzerinde kurulmuştur: Güneyde liman, batıda deniz, kuzeyde ve doğuda dik açı yapan iki sağlam sur. Kent iki sıra halinde kuşatılmıştır. Frenkler, Müslüman garnizonu tarafından iyi korunan burçların etrafında giderek kalınlaşan bir yay oluşturmuşlardır, ama arkalarında Selahaddin’in ordusunu hesaba katmak zorundadırlar. Selahaddin, başlangıçta düşmanı kıskaca alıp işini bitirmeye uğraşmıştır. Ama bunun üstesinden gelemeyeceğini çabuk anlamıştır. Çünkü Müslümanlar ard arda birçok zafer kazandılarsa da, Frenkler kayıplarını hemen gidermektedirler. Doğan her gün, onlara Sûr’dan veya denizlerin ötesinden savaşçı cinsinden nasipleri neyse onu getirmektedir.


Ekim 1189’da Akkâ çarpışması ortalığı kasıp kavururken, Selahaddin Halep’ten bir mesaj alır ve “Almanların kralı” imparator Friedrich Barbarossa’nın iki yüz bin ilâ iki yüz altmış bin adamıyla birlikte Suriye’ye yürümek üzere Konstantinopolis’e yaklaştığını öğrenir. O sıralarda yanında bulunan sadık adamı Bahaeddin, sultanın bu haberden çok kaygılandığını bildirmektedir. Durumun aşırı vahametini gözönüne alarak, bütün Müslümanları cihada çağırmanın ve halifeyi durumdaki gelişmelerden haberdar etmenin gerekli olduğu sonucuna vardı. Beni de bu doğrultuda, Sincar, Cezire, Musul, Erbil beylerine giderek, onları askerleriyle birlikte cihada bizzat katılmaya teşvik etmekle görevlendirdi. Bunların arkasından Bağdat’a giderek, emirülmüminini tepki göstermeye teşvik edecektim. Bunların hepsini yaptım. Selahaddin, halifeyi içinde bulunduğu uyuşukluktan çıkartmak için ona bir mektup yazarak, Roma’da oturan papanın Frenk halklarına Kudüs üzerine ilerlemelerini emrettiği’ni bildirmiştir. Selahaddin aynı sıralar, Magrip ve Müslüman İspanya hükümdarlarına mesajlar göndererek, onları tıpkı Batılı Frenkler’in Doğulu Frenkler’e karşı yaptıkları gibi kardeşlerinin yardımına koşmaya davet etmiştir. Frenklerin intikamının müthiş olacağı, yeni bir kan gölüne tanık olunacağı, Kutsal Kent’in gene kaybedileceği, Suriye ve Mısır’ın ikisinin birden istilacıların eline geçeceği fısıltıları etrafta dolaşmaktadır. Fakat, rastlantı veya tanrı bir kez daha Selahaddin’in lehinde müdahalede bulunmuştur.


Alman imparatoru Küçük Asya’dan muzaffer bir şekilde geçtikten sonra, 1190 yılında, Kılıçarslan’ın ardıllarının başkenti Konya’nın önüne gelmiş, şehrin kapılarını hızla zorlamış ve geldiğini haber vermek için Antakya’ya adamlar yollamıştır. Anadolu’nun güneyindeki Ermeniler bu haberden ötürü alarm durumuna geçmişlerdir. Ermeni ruhbanı, Selahaddin’e bir mesaj yollayarak, kendilerini bu yeni Frenk istilasına karşı korumasını rica etmiştir. Fakat sultanın müdahalesine gerek kalmayacaktır. 10 Haziranda hava çok sıcaktır; Friedrich Barbarossa Toros eteklerindeki bir akarsuda yıkanırken, herhalde bir kalp krizi sonucu, suyun ancak bel hizasına geldiği bir yerde boğuldu. Bu kesinlemeyi yapan İbn el-Esir şöyle devam etmektedir: Ordusu dağıldı ve Allah Müslümanları, Frenkler arasında özellikle kalabalık ve inatçı bir tür olan Almanların kötülüğünden esirgedi.


Böylece Alman tehlikesi mucizevî bir şeklide atlatılmıştır, ama Selahaddin’i aylarca felç ederek, onun Akkâ’yı kuşatanlara karşı nihai çarpışmaya girmesini engellemiştir. Bu Filistin limanının çevresindeki durum artık donmuştur. Sultan artık bir karşı saldırıya karşı korunaklı hale gelecek kadar takviye almışsa da, Frenkler’i de artık yerlerinden sökmek olanaksızdır. Yavaş yavaş bir modus vivendi yerleşik hale gelir. Bazen itiş kakışlar olmakta, bunların arasında emirler ve şövalyeler birbirlerini ziyafete davet etmekte, aralarında sakin sakin söyleşmekte, hatta Bahaeddin’in aktardığı gibi bazen oyun bile oynamaktadırlar:


İki tarafın adamları bir gün çarpışmaktan yorgun düşerek, çocuklar arasında bir çarpışma düzenlemeye karar verdiler. Genç kâfirlerle boy ölçüşmek üzere kentten iki oğlan çocuğu çıktı. Çarpışmanın harareti içinde Müslüman oğlanlardan biri rakibinin üstüne atladı, onu yere devirdi ve boğazına çöktü. Onu öldürebileceğini gören bazı Frenkler yaklaşarak, ona “Dur. O senin gerçekten esirin oldu ve biz onu senden fidye ödeyerek geri alacağız” dediler. İki dinar aldı ve onu serbest bıraktı.


Fakat panayır eğlencesi havasına rağmen, savaşan tarafların durumu hiç de iyi değildir. Çok sayıda ölü ve yaralı vardır, salgın hastalıklar ortalığı kasıp kavurmaktadırlar, kışın iaşe sağlamak kolay değildir. Selahaddin’i en çok Akkâ garnizonunun durumu endişelendirmektedir. Batıdan gemiler geldikçe, deniz tarafından abluka daha da sıklaşmaktadır. Onlarca tekneden meydana gelen bir Mısır filosu, kendine limana kadar yol açmayı iki kere başarmıştır, ama kayıplar ağırdır ve sultan kuşatma altındakilere iaşe sağlamak için bir süre sonra hileye başvuracaktır. 1190 Temmuzunda Beyrut’ta devasa bir gemi donatmış, bunu ağzına kadar buğday, peynir, soğan ve koyunla doldurmuştur. Bahaeddin durumu şöyle anlatmaktadır:


Bir grup Müslüman tekneye bindi, Frenk kıyafetine büründüler, sakallarını kestiler, direğin üzerine haçlar astılar ve güvertenin iyice görünür yerlerine domuzlar koydular. Düşman teknelerinin arasından sakin sakin geçerek kente yaklaştılar. “Akkâ’ya doğru gidiyorsunuz” diyerek onları durdurdular. Bizimkiler şaşırmış gibi yaparak, “Kenti almadınız mı?” dediler. Gerçekten dindaşlarıyla konuştuklarını sanan Frenkler, “Hayır, henüz alamadık,” diye cevap verdiler. Bizimkiler de “Pekâlâ, kampın yanına yanaşacağız, ama arkamızda bir gemi daha var, onu kente doğru gitmemesi konusunda hemen uyarmak gerek” dediler. Aslında Beyrutlular, gelirlerken arkalarından bir Frenk gemisinin geldiğini fark etmişlerdir. Düşman denizciler hemen ona yöneldiler, bu arada bizimkiler bütün yelkenleri fora edip, Akkâ limanına yöneldiler, burada sevinç çığlıklarıyla karşılandılar, çünkü kentte kıtlık hüküm sürüyordu.

Ancak bu cins kurnazlıkları çok fazla tekrarlamak mümkün değildir.

Selahaddin’in ordusu kıskacı gevşetmezse, Akkâ sonunda teslim olacaktır. Oysa aylar geçtikçe bir Müslüman zaferi olasılığı, yeni bir Hattin şansı giderek azalmaktadır. Batılı savaşçı akını tavsamak yerine, giderek genişlemektedir. Nisan 1191’de karaya birlikleriyle birlikte çıkan Fransa kralı Philippe Auguste’tür, Haziran başında da onu Richard Coeur de Lion (Arslan Yürekli Richard İngiltere kralı olmasına rağmen Fransızca konuşmaktadır, saray çevresinde ve soylular arasında da aynı dil konuşulduğundan lâkabı Fransızcadır.) izlemiştir. Bahaeddin şöyle anlatmaktadır:


Bu İngiltere kralı (Melik el-İnkitar) çarpışmada cesur, enerjik, cüretkâr bir adamdı. Mertebe olarak Fransa kralından daha altta olmasına rağmen, ondan daha zengin ve savaşçı olarak daha ünlüydü.


Yolda gelirken Kıbrıs’a uğradı, burayı ele geçirdi ve tıklım tıklım adam ve savaş malzemesi dolu yirmi beş kadırgayla birlikte Akkâ önlerinde gözüktüğünde, Frenkler sevinç çığlıkları attılar ve gelişini kutlamak için büyük ateşler yaktılar. Müslümanlara gelince, bu olay kalplerini kaygı ve korkuyla doldurdu.


İngiltere tacını taşıyan otuz üç yaşındaki bu kızıl saçlı dev, savaşçı ve uçarı şövalyenin prototipidir; ideallerinin soyluluğu yoldan çıkartan kabalığını ve hiç utanma duygusu olmamasını iyi gizleyememektedir. Fakat hiçbir Batılı onun çekiciliği ve inkâr edilemez karizması karşısında duyarsız kakmıyorsa, Richard da Selahaddin’in cazibesine kapılmıştır. Daha gelişinden itibaren onunla buluşmanın çarelerini aramıştır. El-Adil’e bir mesaj göndererek, ağabeyiyle bir görüşme ayarlamasını istemiştir. Sultan buna hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermiştir: “Krallar ancak bir anlaşmaya varıldıktan sonra biraraya gelirler, çünkü bir kez tanıştıktan ve birlikte yemek yedikten sonra savaşmak uygun değildir”, ama her ikisinin de askerleriyle çevrelenmiş olması koşuluyla, kardeşinin Richard’la buluşmasına izin vermiştir. Böylece temaslar sürdürülmüş, ama pek bir sonuç elde edilememiştir. Bahaeddin’in açıkladığına göre, Aslında Frenkler’in bize haberci göndermekteki niyetleri, özellikle güçlü noktalarımızı ve zayıflıklarımızı öğrenmekti. Biz de onları kabul ettiğimizde tamamen aynı amaca sahiptik. Richard, Kudüs fatihini tanımayı samimiyetle arzu ediyorduysa da, Doğu’da kesinlikle yalnızca görüşme yapmaya gelmemişti.

Bu ilişkiler sürerken, İngiliz kralı Akkâ’ya karşı nihai saldırıya etkin bir şekilde hazırlanmaktadır. Dünyadan tamamen kopan kent açlığın pençesine düşmüştür. Kente yalnızca artık birkaç çok iyi yüzücü hayatını tehlikeye atarak ulaşabilmektedir. Bahaeddin, bu konuda onlardan birinin macerasını aktarmaktadır.


Bu uzun çarpışmanın en ilginç ve en ibret verici olaylarından biri söz konusudur. Adı İsa olan Müslüman bir yüzücü vardı, bunun geceleri düşman gemilerinin altına dalarak, kuşatma altındakilerin onu bekledikleri öteki taraftan su yüzüne çıkma adeti vardı. Genelde, kemerine bağladığı para ve haberleri garnizona götürmekteydi. İçinde bin dinar ve çok sayıda mektubun bulunduğu üç keseyle birlikte daldığı bir gece farkedildi ve öldürüldü. Bir felâketin meydana geldiğini hemen bildik, çünkü İsa varır varmaz kentten bir güvercin salarak bizi haberdar ediyordu. O gece bize hiçbir işaret gelmedi. Birkaç gün sonra, su kenarında bulunan bazı Akkâlılar bir cesetin sahile vurduğunu gördüler. Yaklaşınca kemerinde altın ve mektupların mühürlendiği balmumu hâlâ duran yüzücü İsa’yı tanıdılar. Acaba görevini öldükten sonra da, tıpkı hayattaykenki kadar sadakatle yerine getiren başka bir insan görülmüş müdür?


Bazı Arap savaşçılarının kahramanlığı durumu kurtarmaya yetmemektedir. Akkâ garnizonunun durumu kritikleşmektedir. 1191 yazının başında, kuşatma altındakilerin çağrıları artık umutsuzluk çığlıklarından ibaret hale gelmiştir: “Gücümüz tükendi ve artık teslim olmaktan başka çaremiz yok. Eğer bizim için birşey yapmazsanız, yarın aman dileyip kenti teslim edeceğiz”. Selahaddin üzerindeki baskıya mağlup olur. Kuşatma altındaki kente ilişkin bütün hayallerini kaybettiği için, gözyaşlarını tutamaz. Yakınları sağlığından endişelenmektedirler ve hekimler ona sakinleştirici ilaçlar vermektedirler. Selahaddin, habercilerine, kampın tümüne Akkâ’yı kurtarmak için kitlesel bir saldırı yapılacağını duyurmalarını emreder. Ama emirleri ona uymazlar. “Müslüman ordusunun tümünü neden boş yere tehlikeye atalım ki?” diye karşılık verirler. Frenkler şimdi o kadar kalabalık ve o kadar iyi mevzilenmişlerdir ki, her saldırı intihar olacaktır.


İki yıllık kuşatmadan sonra, 11 Temmuz 1191’de Akkâ surlarının üzerinde aniden haçlı bayraklar görülür.


Frenkler muazzam bir sevinç çığlığı attılar, bu arada bizim kampta herkes apışıp kalmıştı. Askerler ağlıyor ve yakınıyordu. Sultana gelince, çocuğunu kaybetmiş bir anne gibiydi. Onu görmeye gittim ve rahatlatmak için elimden geleni yaptım. Artık Kudüs’ün ve sahil şehirlerinin geleceğini düşünmesi ve Akkâ’da esir düşen Müslümanların kaderiyle meşgul olması gerektiğini söyledim.


Acısını bastıran Selahaddin, esirlerin serbest bırakılma koşullarını tartışmak üzere Richard’a bir haberci yolladı. Fakat İngilizin acelesi vardır. Geniş bir saldırı başlatmak için başarısından yararlanmaya iyice kararlı olarak, tıpkı dört yıl önce Frenk kentleri birbiri ardına eline geçerken sultanın da yaşadığı gibi, esirlerle uğraşmaya zamanı yoktur. Tek fark, esirlerle uğraşmak istemeyen Selahaddin’in onları serbest bırakmasına karşılık, Richard’ın katletmeyi tercih etmesidir. Akkâ garnizonundaki iki bin yedi yüz asker kent surlarının önünde toplanmıştır, yanlarında onların ailelerinden olan yaklaşık üç yüz kadın ve çocuk vardır. Artık tek bir et kitlesi oluşturacak şekilde birbirlerine iplerle bağlanan bu insanlar Frenk savaşçılarına verilmiş, onlar da bunları üzerine kılıçlar, kargılar ve hatta taşlarla saldırarak, bütün iniltiler kesilene kadar işlerini sürdürmüşlerdir.


Bu sorunu böylece çabucak çözen Richard, birliklerinin başında Akkâ’dan ayrılır. Güneye yönelir, donanması onu kıyı boyunca yakından izlemekte, Selahaddin de bu arada kara içindeki paralel bir yol üzerinde onu izlemektedir. İki ordu arasında defalarca çarpışma olur, ama hiçbiri belirleyici değildir. Sultan, artık istilacıların sahil kesiminin denetimini yeniden ele geçirmelerini engelleyemeyeceğini, ordularını ise hiç yok edemeyeceğini bilmektedir. İhtirası, onları engellemekle, kaybedilmesi İslamiyet için korkunç bir şey olacak Kudüs’e giden yolu ne pahasına olursa olsun onlara kesmekle yetinmektedir. Kariyerinin en karanlık anlarını yaşadığını hissetmektedir. Derinlemesine etkilenmiştir, ama yine de askerlerinin ve yakınlarının moralini yüksek tutmaya çabalamaktadır. Yakınlarıyla konuşurken, ağır yenilgilere uğradığını kabul etmekte, ama kendinin ve halkının burada kalacaklarını, oysa Frenk krallarının er veya geç bitecek bir sefere katılmaktan başka bir şey yapmadıklarını söylemektedir. Fransa kralı, Doğu’da yüz gün kaldıktan sonra ağustosta Filistin’den ayrılmamış mıdır? İngiltere kralı da, uzaktaki krallığına geri dönmek için acele ettiğini defalarca tekrarlamamış mıdır?


Zaten Richard da diplomatik girişimlerini artırmaktadır. Askerlerinin başta Yafa’nın kuzeyindeki Arsuf kıyı ovasında olmak üzere bazı başarılar kazandığı 1191 eylülünde hızlı bir anlaşmaya varabilmek için el-Adil nezdinde ısrar etmektedir. Ona yolladığı bir mesajda şöyle der:


Bizimkiler ve sizinkiler öldüler, ülke harap oldu ve olay hepimizin denetiminden tamamen çıktı. Bunların yeterli olduğunu düşünmüyor musun? Bize ilişkin olarak, yalnızca üç uyuşmazlık konusu var: Kudüs, hakiki haç ve ülke.


Kudüs’e ilişkin olarak, orası bizim tapınma yerimiz ve oradan vazgeçmeyi asla kabul etmeyiz, sonuncu askerimize kadar çarpışmak zorunda kalsak bile. Ülke konusunda, Ürdün nehrinin batısının bize bırakılmasını isteriz. Haça gelince, o sizin için bir tahta parçasıdır, ama bizim için ölçülemez bir değere sahiptir. Sultan onu bize versin ve bu tüketici mücadeleye son verilsin.


El-Adil bunu hemen ağabeyine aktarır, o da cevabını yazdırmadan önce başlıca yardımcılarına danışır.


Kutsal kent size ait olduğu kadar bize de aittir; hatta bizim için daha önemlidir, çünkü peygamberimiz mucizevî gece yolculuğunu ona doğru yaptı ve cemaatimiz kıyamet günü burada toplanacak. Demek ki burayı terketmemiz söz konusu olamaz. Müslümanlar bunu asla kabul etmezler. Ülkeye gelince, burası her zaman bizimdir ve sizin işgaliniz geçicidir. Buralara, o sıralarda orada oturan Müslümanların zayıflığı sayesinde yerleşebildiniz, ama savaş olduğu sürece elinizde tuttuğunuz topraklardan yararlanmanıza izin vermeyeceğiz. Haça gelince, bizim için büyük bir kozdur ve ancak karşılığında İslam lehine büyük bir taviz alırsak ondan ayrılırız.


İki mesajın da kararlılığı yanıltmamalıdır. Her iki taraf da uç isteklerini sunmuşsa da, uzlaşma yolunun kapalı olmadığı açıktır. Nitekim, bu mesaj alış verişinden üç gün sonra Richard, Selahaddin’e çok ilginç bir mektup ulaştırır. Bahaeddin anlatmaktadır:

El-Adil, son temaslarının sonuçlarını aktarmak üzere beni çağırdı. Öngörülen anlaşmaya göre, el-Adil İngiltere kralının kızkardeşiyle evlenecek. Bu kadın Sicilya kralıyla evliydi, ama kral öldü. İngiliz de kızkardeşini Doğu’ya getirdi ve onu el-Adil’le evlendirmeyi teklif etti. Kral, bu evlilikle kıyı şeridinin (Sahel) kraliçesi olacak olan kızkardeşine, Akkâ’yla Askalan arasında bulunan kendi denetimindeki toprakları verecek. Sultan da, kıyı şeridinin kralı olacak kardeşine sahildeki toprakları verecek. Haç onlara teslim edilecek ve her iki taraf ellerindeki esirleri serbest bırakacak. Sonra barış antlaşmasına varıldığından, İngiltere kralı denizler ötesindeki ülkesine geri dönecek.


El-Adil, buna açıkçası bayılmıştır. Bahaeddin’den, Selahaddin’i ikna etmek için elinden geleni yapmasını ister. Vakanüvis buna uğraşacağına söz verir.


Ben de sultanın huzuruna çıktım ve duyduklarımı ona tekrarladım. Başlangıçta bunda bir sakınca görmediğini söyledi, ama onun kanısına göre İngiltere kralının kendisi böyle bir düzenlemeyi asla kabul etmezdi ve burada bir şaka veya bir hileden başka birşey söz konusu değildi. Ondan, bunu onayladığını doğrulamasını üç kere istedim, o da onayladı. Ben de el-Adil’in yanına dönerek, sultanın kabul ettiğini bildirdim. Oda düşman kampına acele cevap yolladı. Ama melun İngiliz ona, kızkardeşinin bu öneriyi duyduktan sonra korkunç öfkelenerek geri döndüğünü söyletti; kadın kendini asla bir Müslümana vermeyeceğine yemin etmişti.


Tam da Selahaddin’in tahmin ettiği gibi, Richard hile yapmaya uğraşıyordu. Sultanın bu planı tamamen reddedeceğini, bunun da el-Adil’in hiç hoşuna gitmeyeceğini düşünüyordu. Selahaddin planı kabul ederek, Frenk hükümdarını ikili oyununu açık etmek zorunda bırakıyordu. Nitekim Richard, aylardır el-Adil’le ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalışıyor, ona “kardeşim” diye hitap ediyor, Selahaddin’e karşı kullanmak amacıyla onun ihtiraslarını gıdıklıyordu. Savaşta böyle şeyler olur. Sultan da kendi cephesinden böyle yöntemler uygulamaktadır. Richard’la yürüttüğü müzakerelere paralel olarak, Sûr’un efendisi el-Markiş Conrad’la da görüşme başlatmıştır. Conrad, topraklarını elinden alacağından kuşkulandığı İngiltere kralıyla aşırı gergin ilişkiler içindedir. Selahaddin’e “deniz Frenkleri”ne karşı bir ittifak önerecek kadar ileri gidecektir. Bu teklifi tamamen kabul etmeyen sultan, bunu Richard’ın üzerindeki diplomatik baskısını artırmak için kullanmıştır. Öylesine ki, sonunda markinin siyasetinden öfkeye kapılan Richard, birkaç ay sonra onu öldürtecektir.


Tuzağı başarısız olan İngiltere kralı, el-Adil’den, Selahaddin’le bir görüşme ayarlamasını istemiştir. Ama sultanın cevabı birkaç ay önce verdiğinin aynı olmuştur:

Krallar ancak bir anlaşmaya vardıktan sonra buluşurlar. Her halükârda ben senin dilini anlamam ve sen de benimkini bilmezsin, bu durumda ikimizin birden güveneceği bir çevirmene ihtiyacımız var. Bu adam, bizim aramızda habercilik yapsın, bir anlaşmaya vardığımızda bir araya geliriz ve aramızda dostluk hüküm sürer.


Müzakereler daha bir yıl sürüncemede kalacaktır. Kudüs’te mevzilenen Selahaddin, zamanın geçmesine aldırmamaktadır. Önerileri basittir: Herkes elindekini muhafaza etsin; Frenkler eğer isterlerse Kutsal Kent’e silahsız olarak gelsinler, ama kent Müslümanların elinde kalacaktır. Yurduna dönme arzusuyla yanıp tutuşan Richard, iki kere Kudüs yönüne yürüyüp, ama saldırıya geçmeyerek, onu karar vermeye zorlamıştır. Fazlasıyla bol olan enerjisini sarfetmek için, Askalan’da aylar boyunca süren müthiş bir kale inşasına girişmiştir, burayı bir gün yapmayı hayal ettiği Mısır seferi için üs olarak kullanmayı düşünmektedir. Kale inşası bitince, Selahaddin onun barış antlaşmasından önce taş be taş yıkılmasını talep etmiştir.


1192 Ağustosunda Richard’ın sinirleri artık son haddine kadar gerilmiştir. Ağır hastadır, Kudüs’ü geri almaya girişmemekle itham eden birçok şövalye onu terketmiştir, Conrad’ı öldürtmekle suçlanmaktadır, dostları bir an önce İngiltere’ye dönmek için baskı yapmaktadırlar ve artık yola çıkışını geciktirecek durumda değildir. Askalan’ı kendine bırakması için Selahaddin’e adeta yalvarır. Fakat cevap olumsuzdur. Bunun üzerine yeni bir mesaj yollar, talebini yeniler ve eğer altı gün içinde uygun bir anlaşma imzalanmazsa, kışı burada geçirmek zorunda kalacağını belirtir. Bu örtülü ültimatom Selahaddin’i gülümsetir. Sultan haberciyi yanına oturtarak, ona şöyle der: “Krala, Askalan konusunda hiçbir şeye razı olmadığımı söyleyeceksin. Kışı bu ülkede geçirme tasarısına gelince, bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, çünkü ele geçirdiği bu toprakların gittiği anda elinden alınacağını biliyor. Gitmeden alınması bile mümkündür. Ailesinden ve ülkesinden iki ay uzaktayken, güçlü kuvvetliyken ve hayatın zevklerinden yararlanabilecek durumdayken, kışı gerçekten burada geçirmek istiyor mu? Ben kendi hesabıma kışı burada geçirebilirim, sonra yazı, sonra başka bir kışı ve başka bir yazı, çünkü ben kendi ülkemdeyim, çocuklarımın ve yakınlarımın arasındayım, onlara bakıyorum ve bir kışlık bir de yazlık ordum var. Artık hayatın zevkleriyle pek bir ilgisi kalmamış yaşlı bir insanım. Tanrının ikimizden birine zafer vermesine kadar böylece bekleyeceğim.”


Bu konuşma tarzından açıkça etkilenen Richard, izleyen günlerde Askalan’dan vazgeçmeye hazır olduğunu bildirir. Ve 1192 Eylülünün başında beş yıllık bir barış anlaşması imzalanır. Frenkler, Sûr’la Yafa arasındaki sahil kesimini muhafaza etmekte ve Kudüs de dahil, ülkenin geri kalanı üzerinde Selahaddin’in egemenliğini tanımaktadırlar. Sultandan geçiş belgesi alan Batılı savaşçılar, İsa’nın kabri üzerinde dua etmek için Kutsal kente doluşurlar. Selahaddin onların en önemlilerini kibarca kabul eder ve hatta yemeğini paylaşmaya davet eder ve ibadet serbestisi konusundaki kesin kararını doğrular. Fakat Richard Kudüs’e gitmeyi reddeder. Fatih olarak girmek üzere kendine söz verdiği bir kente konuk olarak girmek istememektedir. Barış anlaşmasına varılmasından birkaç ay sonra, Kutsal Kabri ve Selahaddin’i göremeden Doğu’dan ayrılır.


Sultan, Batı’yla olan bu mücadeleden sonunda galip çıkmıştır. Frenkler kuşkusuz bazı kentlerin denetimini geri alarak, böylece yüz yıllık bir erteleme sağlamışlardır. Ama artık asla isteklerini İslam dünyasına dayatabilecek bir güç olmayacaklardır. Artık denetimlerinde gerçek devletler olmayacak, yalnızca bazı yerleşimlerle yetineceklerdir.


Selahaddin, bu başarısına rağmen, kendini örselenmiş ve biraz da çaptan düşmüş olarak hissetmektedir. Emirleri üzerindeki otoritesi zayıflamıştır, aleyhinde olanlar giderek artmaktadır. Bedensel bakımdan iyi değildir. Aslında sağlığı hiçbir zaman mükemmel olmamış, onu yıllardan beri hem Şam’da, hem Kahire’de saray hekimlerine tedavi olmak zorunda bırakmıştır. Kahire’deyken, İspanya’dan gelmiş olan ve Maimonides adıyla daha fazla tanınan Musa İbn Meymun adındaki ünlü bir Arap Yahudisi “tabip”in hizmetinden yararlanmaktadır. Üstelik, Frenkler’e karşı mücadelesinin en zor yılları esnasında sık sık sıtma olmuş, bu da onu günlerce yatağa çivilemiştir. Fakat 1192’de hekimleri endişelendiren, herhangi bir hastalığın ilerlemesi değil de, genel bir zayıflama, sultana yaklaşan herkesin farkettiği bir cins zamanından önce ihtiyarlamadır. Selahaddin henüz elli beş yaşındadır, ama kendi de hayatının sonuna geldiğini bilmektedir.


Selahaddin hayatının son günlerini, en sevdiği kent olan Şam’da, akrabalarının arasında huzur içinde geçirmiştir. Bahaeddin artık onun yanından ayrılmamakta, her hareketini sevgiyle kaydetmektedir. 18 Şubat 1193 perşembe günü, Hisardaki sarayının bahçesinde onun yanına gider.


Sultan, çocuklarının en küçükleriyle çevrelenmiş olarak gölgede oturmuştu. İçeride onu kimin beklediğini sordu. “Frenk haberciler ile bir grup emir ve önde gelen kişi” diye cevap verdiler. Frenkler’i çağırttı. Bunlar huzuruna geldiklerinde, kucağında çok şımarttığı küçük oğullarından Ebubekir vardı. Bıyıkları ve sakalları traşlı çehreleri, saç biçimleri, ilginç kıyafetleriyle Frenkler’i gören çocuk korktu ve ağlamaya başladı. Sultan Frenkler’den özür diledi ve ne söyleyeceklerini bile dinlemeden görüşmeye son verdi. Sonra bana, “bugün birşey yedin mi?” dedi. Bu, onun birini yemeğe davet etme tarzıydı. Sonra seslendi: “Bize yiyecek birşeyler getirsinler”. Pilav ve ayranla birlikte hepsi de hafif başka yemekler getirdiler, bunlardan yedi. Bu beni rahatlattı, çünkü iştahını tamamen kaybettiğini sanıyordum. Bir seneden beri kendini ağır hissediyor ve ağzına hiçbir şey koyamıyordu. Zor yürüyor ve insanlardan bundan ötürü özür diliyordu.


Hatta Selahaddin bu perşembe günü, Mekke’den dönen bir hacı kafilesini karşılamaya atla gidecek kadar kendini iyi hissetmektedir. Ama iki gün sonra artık ayağa kalkamamaktadır. Yavaş yavaş bir hareketsizlik halinin içine yuvarlanmıştır. Bilincinin açıldığı anlar giderek azalmaktadır. Herhalde haberi kente yayıldığından, Şamlılar kentlerinin bir süre sonra anarşiye yuvarlanacağından kaygılanmaktadırlar.


Yağma korkusuyla çarşılardan kumaşlar kaldırıldı. Ve her gece eve gitmek için sultanın başucundan ayrıldığımda, insanlar benim ifademden kaçınılmaz sonun meydana gelip gelmediğini anlamak için yoluma üşüşüyorlardı.


2 Mart akşamı, hastanın odası gözyaşlarını tutamayan saraylı kadınlar tarafından istila edilir. Selahaddin’in durumu o kadar kritiktir ki, büyük oğlu el-Efdal, Bahaeddin’den ve sultanın diğer bir çalışma arkadaşı olan kadı el-Fadıl’dan geceyi hisarda geçirmelerini ister. Kadı, “Bu tedbirsizlik olur” diye cevap verir, “çünkü kent halkı bizim gelmediğimizi görünce, en kötü şeyi düşünecektir ve yağmalama başlayabilir”. Hastanın başında durması için, Hisarın içinde oturan bir şeyh getirtilir.


Bu (şeyh) kuran okuyor, Allahtan ve ahiretten söz ediyordu, sultan bu arada bilinçsiz bir şekilde yatıyordu. Ertesi sabah geri döndüğümde çoktan ölmüştü. Tanrı ona merhamet etsin. Bana, şeyhin “Allahtan başka tanrı yoktur ve ben ona teslim oldum” diyen ayeti okuduğunda, sultanın gülümsediği, yüzünün aydınlandığı ve sonra ruhunu teslim ettiği anlatıldı.


Ölüm haberi duyulur duyulmaz, çok sayıda Şamlı hisara yönelir, ama muhafızlar onları içeri sokmaz. Yalnızca büyük emirlerin ve başlıca ulemanın, sarayın salonlarından birinde oturan, müteveffa sultanın büyük oğlu el-Efdal’e başsağlığı dilemelerine izin verilmektedir. Şairler ve hatiplerden ses çıkartmamaları istenmiştir. Selahaddin’in en küçük çocukları sokağa çıkıp, gözyaşları içinde kalabalığa karışmışlardır. Bahaeddin anlatıyor:

Bu dayanılmaz sahneler öğle namazı sonrasına kadar sürdü. Sonra sultanı yıkadılar ve kefene sardılar; bu iş için gereken herşey borca alındı, çünkü sultanın kendine ait hiç malı yoktu. İlahiyatçı el-Devlehi tarafından yürütülen yıkama törenine davet edilmeme rağmen, buna katılacak cesareti bulamadım. Öğle namazından sonra, cenazeyi kumaş kaplı bir tabutun içinde dışarı çıkardılar. Cenaze alayını gören kalabalık, ağlaşıp bağrışmaya başladı. Sonra tabutun üstünde grup grup dua edildi. Daha sonra sultan hastayken tedavi gördüğü saray bahçesine götürüldü, sonra batıdaki bölüme gömüldü. Onu ikindi namazında toprağa verdiler. Allah ruhunu şad etsin ve nur içinde yatsın.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak