8 Ocak 2023 Pazar

SULTAN ALPARSLAN DEVRİNDE ANADOLUDA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-5

 


Malazgirt meydan savaşı



Doğu - Anadolu'ya yönelen Bizans imparatorunu karşılamak amacıyla, Diyarbakır üzerinden Ahlat'a ulaşan sultan Alparslan, burada kuvvetleriyle birlikte kendisini bekleyen emir Afşin ile karşılaştı. Sultan, karısı ve veziri Nizamülmülk'ü hazinesiyle birlikte Hemedan'a gönderdi ve onlara "Kendisine süratle asker göndermeleri" hususunda talimat verdi. Sultanın beraberinde, yedek atlarıyla birlikte dört bin Hassa askerinden başka, Anadolu'ya akınlarda bulunan Selçuklu prens, emir ve Türkmen beylerinin kumandalarındaki takriben 40 bin akıncı kuvveti, ayrıca Büyük Selçuklu devletine tabi çeşitli bölgelerden 10 bin kadar atlı kuvveti kendisine katılmış idi. 200 bin kişilik ve çeşitli milletlerden oluşturulması sebebiyle birlikten yoksun Bizans ordusuna karşılık, sayıları aşağı - yukarı 50 bin kişiyi bulan ve genellikle atlılardan meydana gelen Selçuklu ordusu, küffara karşı manen Türklük ve cihat ülküsüyle donatılmıştı. Sultan Alparslan'ın beraberinde, Gevherayin, Afşin, Savtekin, Sunduk, Aytekin, Tarankoğlu (Serhenkoğlu), Ahmetşah, Demleçoğlu Mehmet, Duduoğlu gibi Anadolu'ya sürekli akınlarda bulunan tecrübeli Selçuklu emirleri vardı. Ayrıca Kutalmışoğullarından Mansur, Süleyman, Devlet ve Alpilek ile Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı, Çavuldur ve Porsuk gibi Selçuklu devletinin en değerli ve savaş tekniğini son derecede iyi bilen emirlerin de savaşa katıldığı, bazı kaynaklarda ifade edilmiştir.


Sultan Alparslan, yukarıda sözünü ettiğimiz öncü savaşlarından bir süre sonra ordusuyla birlikte Ahlat'tan hareketle Ahlat- Malazgirt arasında bulunan Rahve ovasına gelip ordusunun su ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla, bu yörelerdeki dağlardan inen sularla beslenen bir çay yörelerinde karargahını kurdu; buralardaki tepeleri elegeçirerek ovayı kontrolü altına aldı (24 Ağustos 1071). Bugün Süphan dağının Malazgirt yönündeki kuzey eteklerinde bulunan Sultan ve Ziyaret Tepeler'e, sultanın buralarda Genel Karargahını kurmasıyla ilgili olarak bu adların verilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan Bizans imparatoru, ordusuyla Malazgirt'ten hareket ettikten biraz sonra, Selçuklu ordusunun çok yakınlara kadar gelip ovaya hakim olduğunu öğrenince büyük bir telaşa kapıldı; onun bu telaş ve heyecanı ordusunu da etkiledi. Bundan faydalanan ve Bizans ordusunda rehin olarak getirilmekte olan Malazgirtliler, kaçıp Selçuklu ordusuna katıldılar. Alparslan, Bizans ordusuna oranla Selçuklu ordusunun çok az oluşu sebebiyle kesin sonuçlu bir meydan savaşına girişmeye henüz karar vermedi. Görünüşte barış önerisinde bulunmak, gerçekte ise Bizans ordusunun durumunu tespit ettirmek amacıyla, Abbasi halifesinin (Kaaim Biemrillah) kendisine yolladığı elçisi Ehul-Ganaim İhnül Mahlehan ile Selçuklu emiri Savtekin'in başında bulunduğu, yani hem halife, hem de kendi adına, bir elçi heyetini imparatora gönderdi. Sultan, imparatora gönderdiği önerisinde "Ülkene geri dön, barış yapmak istersen, bunu Bağdad halifesi aracılığıyla yaparız, aksi takdirde biz, azim ve kararımızı, içtenlikle bağlı olduğumuz Ulu Tanrı'ya bırakırız" dedi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen, askerlerinin çokluğuna ve iyi donatılmış olmasına güvenen ve savaşı kazanacağından emin görünen imparator, Alparslanın, bu elçi heyetini, sıkışık bir durumda bulunduğu için gönderdiğini sanmış ve önerisini sert ve kaba bir biçimde reddetmiştir. O, Selçuklu heyetine "Ben, bu üstün ve kudretli duruma, pek çok para ve çaba sarfederek eriştim. Barış, ancak ve ancak Selçuklu başkenti Rey'de yapılacaktır. Ben, İslam ülkelerine, kendi ülkem gibi hakim olmadan asla geri dönmeyeceğim" dedikten sonra "İsfahan mı güzeldir, yoksa Hemedan mı?" diye sorunca heyet başkanı İbn ül- Mahlehan, "İsfahan" diye cevap verdi. Bunun üzerine imparator "Hemedan'ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, lsfahan'da kışlayacağız, hayvanlarımız ise Henıedan'da kışlayacaklardır" dedi. Bu alaylı sözler karşısında İbnül- Mahleban, ona "Hayvanlarınız Hemedan'da kışlayabilirler, ama sizlerin nerede kışlayabileceğinizi bilemem" şeklinde çok anlamlı sözler söyledi. Güya Selçukluları Anadolu'dan çıkarttıktan başka bütün İslam ülkelerini de elegeçirme planlarını daha şimdiden uygulamaya kalkışan imparator, Iran, Irak, Suriye ve Mısır'a beraberindeki generalleri atadı, ancak hilafet başkenti Bağdad'ı bunun dışında tutarak “iyi bir insan ve bizim dostumuz olan o şeyh'e (yani halifeye) dokunmayınız" dedi. Böylece geri dönen Selçuklu elçi heyeti, imparatorun, barış hususundaki red cevabını sultana arz edince, savaşın artık kaçınılmaz bir duruma geldiğini anlayan ve Hıristiyan bir tarihçi CH. Lebeau'nun ifade ettiği üzere, "Romanos'tan daha babayiğit ve cesur olan, ancak barış hususunda çaresizlik içinde kalan, bu sebeple de kılıca sarılmak gerekliliğini anlayan sultan Alparslan," savaş hazırlıklarının derhal bitirilmesini emretti. Bu sırada sultanın imamı ve fatihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed, ona: "Ey sultanım, sen, Tanrı'nın diğer dinlere üstün kıldığı İslam dini için savaşıyorsun, bu sebeple lslam ülkelerindeki camilerde bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, Ulu Tanrı' dan, zaferi senin adına yazmasını beklerim" diyerek onu moral bakımından kuvvetlendirdi. Ayrıca Bağdad Abbasi halifesi Kaaim Biemrillah da, o sıralarda bütün İslam dünyasının yakından ilgilendiği Malazgirt savaşının Alparslan tarafından kazanılması hususunda, Muslayaoğlu Ebu Said'e, bir dua metni hazırlatarak Cuma namazında bütün lslam ülkelerindeki minberlerde okutulmasını emretti. Bugün elimizde bulunan ilgili lslam kaynaklarında yer alan bu dua metni aynen şöyledir:



Alparslan için okunan hutbe


Tanrım! İslam sancağını yükselt ve İslama yardım et! Şirki, başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle yok et! Sana itaat için, canlarını feda edip kanlarını, sana tabi olma hususunda akıtan senin yolunun mücahitlerini, onları kuvvetlendirerek yurtlarını, güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından yoksun kılma! Mü'minlerin emirinin burhanı olan Şehinşahü'I - azam (yani Sultan Alparslan)'ın senden dilediği yardımı esirgeme ki o, bu sayede hükmünü yürütür, şanını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütufkar ve her zaman etkili olan desteğinden yoksun kılma! Onun, kafirlerin karşısındaki bugünkü günü, yarınına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle, niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır! Çünkü o, senin ulu rızan için rahatını terketti; malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla, senin yoluna düştü. Çünkü sen "Ey iman edenler, can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir yolu size göstereyim mi? Tanrı'ya ve onun Peygamberine inanıyorsanız, onun yolunda, can ve malınızla savaşırsınız" diyorsun. Senin sözün gerçektir. Tanrım! o, nasıl senin sözüne uyup şeriatının korunmasında, gevşeklik göstermeden buyruğuna uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak dinine hizmet için gecesini gündüzüne katmışsa sen de ona zafer kısmet eyle, dileklerinde ona yardımcı ol, kaza ve kaderini, onun için iyi ve hayırlı bir şekilde tecelli ettir! Onu öyle bir koruyucu ile kuşat ki, düşmanların her türlü hilelerini defetsin ve lütfunla, bu koruyucu onu, güzel sıfatların içinde, en emin ve sağlam ellerle korusun! Yapmak istediği her işi, ona kolay kıl! Böylece onun, düşmana karşı giriştiği bu "Kutsal Hareket", zaferden ışık alsın ve şirk zümresinin, hak yollarını göremeyip sapıklıkta gözleri yumulsun. Ey Müslümanlar, doğru bir niyet, içten bir azim ve Tanrı'dan korkan temiz kalplerle ve birlik bahçesinden kısmet alan inançlarla Sultan Alparslan için Tanrı'ya yalvarıp yakarınız! Çünkü eksiklerden yoksun olan Yüce Tanrı şöyle buyuruyor : "Ey Muhammed, 'onlara dualarınız olmazsa Rabbim size niçin değer versin' de". Ey Müslümanlar, Alparslan'ın şerefli olarak düşmanlarını yoketmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine ve amacına erişmesi hususunda, Tanrı'ya dua ve niyazda bulununuz!. Tanrım! onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve şirki, onun önünde boyun eğdir!



Bu duanın, savaş günü, başta hilafet başkenti Bağdad olmak üzere, bütün İslam ülkelerinde, derin bir inanç ve içtenlikle yapılacağının yayılması, bütün Türk kumandan ve askerleri üzerinde moral yönünden kuvvetli bir etki yapmıştır. Sultan Alparslan, bir kısım atlı kuvvetlerini bugün Malazgirt'in sağ taraflarında bulunan ve ilçenin sağ- arka yörelerine kadar uzanan küçük bir yarma vadi boyunca kurduğu pusulara yerleştirdi, kendi de merkez hattında yer aldı. Böylece, uygulanacak takdik gereğince, Bizans ordusu, önce yarım bir çenber, daha sonra da tam bir kuşatma altına alınacaktı. Öte  yandan  Bizans ordusunun  sol kanadında Rumeli kuvvetleriyle Nikephoros Bryennios, sağ kanadında Uz askerleriyle  Aliattes, merkez hattında kırmızı atlastan bir giysi giymiş olan imparator Romanos Diogenes, gerideki ihtiyat kuvvetlerinin başında da imparatorun üvey oğlu (eski imparator Ioannes Dukas'ın oğlu) Andronikos Dukas yer almışlardı. XI. yüzyıl Bizans vekayiname müelliflerinden  ve Romanos  Diogenes'in  Harp Divanı başkanı olarak onun seferlerine katılmış olan Mihael Attaleiates'in (Ölümü 1079'dan sonra), bugün elimizde bulunan eserindeki (İslam kaynaklarında yer  almayan) kayıtlara göre, "Mehtapsız karanlık bir gecede, baskın düzenleyen Selçuklu atlı birlikleri, Bizans ordugahının dışındaki ırktaşları Türk askerlerini kuşatıp hareketsiz hale getirdikten sonra -belki de işbirliği yaparak- Bizans erzak muhafızlarını yok ettiler . Onların at üstündeki çevik hareketleri, yağdırdıkları oklar, insanı şaşırtan savaş çığlıkları, Bizans ordugahında ölüm ve dehşet saçtı. Bu arada Bizans askerleri ordugah içlerine ve kaleye sığınmaya çalışıyorlardı, hatta baskın yapan 'Selçuklu atlılarının da Bizanslılarla birlikte kaleye girdikleri ve ordugahın bütün ağırlıklarıyla ellerine geçtiği' haberleri bile yayılmıştı. Kimin kaçtığı, kimin kovaladığı, kimin düşman, kimin dost olduğu anlaşılamıyordu; özellikle Bizans ordugahındaki Uzlar, bu kargaşalığı bir kat daha artırıyorlardı". Ayrıca, bir Norman şairinin kaleme aldığı Gesta Roberti Wiscardi destanında:




"Bu gece baskını sırasında imparator, kendilerini kuşatan Selçuklu kuvvetlerinin dikkatlerini çekmek ve böylece kendilerini biraz olsun toparlayabilmek amacıyla, hazinede bulunan para, değerli giysiler, çeşitli altın, gümüş kapları ordugahın içine serptirdi. Böylece ganimete dalan Selçuklu kuvvetleri, kendilerini izleme ve yok etmeyi bırakacaklardı. Fakat bu plan gerçekleşemedi; çünkü bu değerli eşya, Bizans ücretli askerleri tarafından kapışıldıktan sonra bunların arasındaki Türk asıllı olanları, elegeçirdikleri ganimetlerle birlikte ırktaşları Selçuklu birliklerine katıldılar".



Böylece, daha esas savaş başlamadan, bu gece baskını sonucunda, Bizans ordusuna maddi ve manevi bir darbe vurulmuş oldu. Bununla birlikte Bizans ordusunun yeniden toparlanmada büyük bir çaba gösterdiği anlaşılıyor. Gerçekten birkaç gün sonra, karşılıklı olarak savaş düzeni alan Selçuklu ve Bizans ordu birlikleri, 25 Ağustos 1071 gününü böylece geçirdiler. Bu arada Selçuklu atlı birlikleri, devamlı olarak tekbir sesleriyle boru ve davullar çalıp haykırarak ve oraya buraya oklar atarak karşılarındaki Bizans askerlerini moral bakımından çökertmeye çalıştılar. Buna karşılık Bizans askerleri arasında da çanlar çalınmaya başladı. Bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan ve ak giysileri giyerek '"Ölürsem kefenim bu olsun" diyen sultan Alparslan, Cuma sabahı, ordugahtaki bütün kumandanları toplayarak onların önünde, Tanrı'ya şöyle bir yakarıda bulundu:


"Ey Tanrım! sana müvekkil oldum ve bu cihatta sana yaklaştım; şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerim, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni, beraberimdeki yardımcılarımı kahret!. Eğer içtenliğimi kabul edersen hu cihatta düşmanlara karşı bana yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl!". Bu duadan sonra sultan kumandanlarına şu hitabede bulundu:


Alparslan'ın orduya hitabı

"Ben Tanrı'ya kendini veren muhtesipler gibi sabırlıyım ve hayatını tehlikelere atan kimselerin yaptıkları gibi, gazilerin başında savaşacağım. Eğer Tanrı, kendisinden beklediğim üzere, beni başarıya ulaştırırsa bu güzel bir sonuç olacaktır; eğer durum bunun tersi olursa oğlum Melikşah'ı yerime geçirip ona itaat etmenizi sizlere vasiyet ediyorum". Büyük bir heyecan ve inançla sultanı dinleyen kumandanlar, hiç duraksamadan hep bir ağızdan "Baş üstüne" dediler. Sultan, 26 Ağustos 1071 Cuma günü, bütün kumandan ve askerleriyle birlikte Cuma namazı kıldı ve onlara son olarak şu hitabede bulundu:


"Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana kadar biz azınlıkta, düşman çoğunlukta olarak böyle bekleyeceğiz? Ben, Müslümanların camilerde bizler için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğinıiz sonuç gerçekleşecektir, aksi takdirde şehit olarak cennete gideriz. Beni izlemek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise serbestçe geri dönebilirler. Bugün burada, ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben de sizlerden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım. Biz, Müslümanların eskiden beri yapageldikleri bir gaza yapıyoruz".

Sultanı tam bir dikkat ve heyecanla dinleyen asker ve kumandanlar hep bir ağızdan:


"Ey sultan, biz, senin kulların olarak sen ne yaparsan biz de aynı şeyi yapar ve sana yardımcı oluruz, istediğin biçimde hareket et" dediler. Sultan Alparslan, vakit kaybetmeden Türk töresi gereğince, bizzat atının kolanını sıktı ve kuyruğunu bağladıktan sonra ok ve yayını atarak kılıç ve topuzunu aldı; kumandan ve askerler de kendisi gibi yaptılar, fakat onlar, ok ve yaylarını yanlarında alıkoydular. Artık büyük tarihi savaş başlamak üzere idi. Öte yandan Bizans imparatorunun son olarak topladığı savaş meclisinde yapılan müzakerelerden sonra "Taarruz" fikri benimsendi. İmparator, eskiden Romalıların uyguladıkları savaş taktiklerinden dikdörtgen düzenini uygulamak istedi. Esasen bu düzen, çok uzun bir alanı kapsaması ve kolayca yarılma tehlikesine düşülebileceği sebebiyle, tecrübeli kumandanlar tarafından pek kullanılmamakta idi. Yine Roma savaş yöntemine göre hareket eden Romanos Diogenes, ordugahının çevresini bir hendekle çevirterek kazıdan çıkan toprakları ordugah tarafına yığdırdı. Böylece imparator, ordugahını, sağlam Malazgirt kalesinde değil, ancak dışında bir yerde kurmuş oldu. Bu sıralarda Bizans ordusunda, bir yandan saldırı hazırlıklarının son safhaları tamamlanırken, bir yandan da dini törenler yapılıyor, ellerinde renkli bayraklar tutan kumandan ve papazlar, askerler arasında dolaşarak onları moral bakımından kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Öte yandan Selçuklu ordusunun merkez hattında yer alan sultan Alparslan'ın komutasındaki atlı birlikler, tekbir sesleri, boru ve köslerden çıkan etkili gürültüler yanında, insan ruhunda heyecan yaratan devamlı haykırışlarla hareket halinde idiler. Çok geçmeden bu kuvvetler, okçuların savunma desteğiyle Bizans ordusunun merkez hattına, onları taarruza kışkırtan düzme bir saldırıya geçtiler. Pusulardakine oranla daha az sayıda olan bu kuvvetleri yok etmek amacıyla derhal saldırıya geçen Bizans imparatoru, Türklerin eskiden beri uyguladıkları bozkır savaş taktiği gereğince, savunma savaşı yapa yapa yavaş yavaş, sanki kaçar gibi, çekilmekte olan Selçuklu atlı kuvvetlerini izlemeye başladı ve bu sıralarda da oldukça ağır kayıplar verdi. Bizzat sultan Alparslan tarafından büyük bir ustalık ve maharetle uygulamakta olan bu düzme geri çekilme harekatı tam bir başarıya ulaşmıştı. Şöyleki: Selçuklu pusularının bulunduğu hatlara kadar ilerlemiş olan imparator, artık genel karargahından epeyce uzaklaşmıştı. Büyük Sultan'ın, ordusuna, kesin sonuçlu bir meydan savaşı için genel bir taarruz emri verme zamanı artık gelmiş bulunuyordu. Çok geçmeden bu emir verildiği zaman Bizans ordusu, pusulardaki Selçuklu atlı kuvvetleri tarafından ciddi bir şekilde tehdide başlandı. İmparator, hatasını anlamakta artık çok geç kalmıştı. Pusulardaki Selçuklu atlı kuvvetleri, saldırıya geçtikleri sırada, Alparslan da komutasındaki merkez hattı kuvvetlerinin taktik gereği, çekilmesini durdurmuş ve onları karşı saldırıya geçirmişti. İşte bu anlardan itibaren şaşkınlığa düşen Bizans ordusunun savaş düzeni bozulmaya başladı. İlk Selçuklu darbesini yiyen Bizans merkez hattı, süratle çenber içine alınmakta idi. Bu hatta bulunan imparator, Nikephoros Bryennios kumandasındaki sol kanattan yardım istemişse de artık pusulardan çıkmış bulunan Selçuklu atlı birlikleri, buna imkan vermediler. Öte yandan Aliattes'in kumandasındaki sağ kanat kuvvetleri de yine Selçuklu atlı birlikleri tarafından bozguna uğratıldılar. Bu arada, bu kanatta yer alan Uz ve Peçenek atlı kuvvetleri, başlarında Tamış adlı beyleri oldukları halde, kendi öz soydaşlarına karşı savaşmayarak Bizans saflarından ayrılıp Selçuklu kardeşlerinin tarafına geçtiler. İşte bu olay, ünlü Bizans komutanı Nikephoros komutasındaki sol kanadın tamamen çöküp dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator, ordusunu geriye çekip karargahın arka tarafında toplamak için büyük çaba göstermişse de ardı arkası kesilmeyen Türk saldırıları ve dolayısıyla ok yağmuru sebebiyle, uygulamak istediği bu harekatı da başaramadı. Çok geçmeden Bizans ordusu tam bir çenber içine alınmış bir duruma getirildi. Esasen geride takviye kuvvetlerinin başında bulunan ve üvey babası Romanos Diogenes'e adeta bir düşman gözüyle hakan Andronikos Dukas, Bizans ordusunun bozulup tam bir çenber içine düştüğünü ve hatta imparatorun öldüğünü ilan etmiş ve çarpışmalara katılmaksızın daha da gerilere çekilmişti. Aynı şekilde Bizans'ın özellikle mezhep ayrılığı ve baskıları sebebiyle hoşlanmadıkları Ermeni birlikleri de savaş alanından çekilmişlerdi. Bunlardan başka, kendi başına buyruk olan  ücretli Frank askerleri  komutanı  Ursel, kendisinin sabırsızlıkla yardıma gelmesini bekleyen imparatora gitmeyip, Ahlat yörelerinden derhal uzaklaşarak batı yönüne, kendisini güvencede gördüğü bir yere çekildi. Sultan Alparslan, kuşatılan Bizans ordusunun yok edilmesi harekatını yönettikten başka, bizzat at üstünde, bir asker gibi, oraya buraya koşuyor, zaman zaman kılıç ve süngüsü ile düşman askerlerine saldırıyordu. Bu sırada değerli Selçuklu emirlerinden Aytekin, atından inip yer öperek ona : "Bir sultanın Müslümanlara merhamet etmesi gerekir; bir eşi daha bulunmayan o değerli varlığını savaşa sokup ölüm tehlikesine atmamalı, rahatı, savaşa tercih etmelidir" dedi. Sultan, çok sevdiği bu emirin bu sözlerine karşılık olarak : "Bu zalim milleti yok edersem o zaman rahata kavuşurum. Benim bu rahatsızlığım sonunda, Müslümanlar esenliğe kavuşacağından ben, bu rahatsızlığı, bir rahatlık sayarım" dedikten sonra Aytekin'i savaşa teşvik ettiği gibi, kendisi de aynı şekilde hiç durmadan savaşmıştır. Öğle vaktinden akşama, hatta geceye kadar devam eden bir meydan savaşında, koskoca Bizans ordusu yenilgiden kurtulamadı. Kuşatılan ordunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirilmiş, çok sayıda general tutsak alınmış, askerlerden ancak bir bölümü, kaçarak canlarını kurtarabilmişti. Bozgun sırasında imparatorun özel çadırı, tahtı, hazinesi, imparatorluk tacı'nın bazı değerli taşları, çok değerli bir inci, çeşitli silah ve savaş aletleri ganimet olarak Selçuklu askerlerinin eline geçti. Artık hiç bir çıkış ve kaçış imkanı bulamayan imparator Romanos Diogenes, at üstünde kılıcıyla çarpışmalara katılmış, elinden yaralandıktan başka atı da bir okla vurulup yere yıkılmış, bir kargaşa halini alan savaş alanında yaya kalmıştı. Yaralı bir halde, akşam karanlığından faydalanarak emin bir yere çekilip akıbetini beklemekte olan imparator, kaçan atını aramaya çıkan emir Saduddevle Gevherayin'in bir askeri tarafından bir rastlantı sonucu görülmüştür. Bu asker, altın tolgalı ve yine altınla örülmüş bir zırhı bulunan hu adamın, değerli bir kimse olduğu kanısına varınca, ödül alırım düşüncesiyle, onu öldürmekten vazgeçti, ellerini bağlayarak çadırına getirip bütün gece burada yanında alıkoydu. Ertesi gün emir Gevherayin'e gösterilen ve daha sonra da onun tarafından sultan Alparslan'ın karargahına götürülen bu tutsağın, Bizans imparatoru olabileceği düşünülmüşse de bu hususta bazı şüpheler uyanmıştı. Fakat çok geçmeden, savaştan önce, imparatora elçi heyetiyle birlikte gönderilen hadim Şadi'nin onu tanıması, ayrıca öncü savaşları sırasında tutsak alınan general Basilakis ve diğer ilerigelen Bizans tutsaklarının onu görür görmez ağlayarak ayaklarına kapanmaları, bu tutsağın "Bizans imparatoru Romanos Diogenes" olduğu hususunda hiç bir şüphe bırakmamıştır. İslam, Bizans, Ermeni ve Süryani kaynaklarının özellikle belirttiklerine göre, sultan Alparslan, imparatora, bir savaş tutsağı değil, bir konuk hükümdar muamelesi yapmıştır. Gerçekten sultan, onun imparator olduğunu tespit ettirip anlayınca derhal onun için "özel bir çadır kurulmasını ve emrine hizmetkarlar tahsisini, ayrıca kendisine, özel masrafları için her gün, yeterli miktarda para verilmesini" emretti. Sultan, bir süre sonra huzuruna getirtip süslü ve güzel bir yere oturttuğu imparatora şunları söyledi:

imparator sultanın katında  Tutsak

"Sana, barış konusunda, halifenin elçisini gönderdiğim halde, sen bunu niçin reddettin?. Sana,   düşmanlarımın (Erbasgan ve ailesi) bize teslimi için emir Afşin ile haber gönderdiğim halde, bundan niçin kaçındın?. Daha önce, anlaştığımız halde, bunu bozup, benimle savaşmak suretiyle, bana neden zulmettin?. Savaştan vazgeçip memleketine dönmen hususunda, sana, daha dün haber gönderip teklifte bulunmama, 'Buraya gelebilmek ve amacıma ulaşmak için pek çok para sarfettim ve dolayısıyla çok asker topladım. İslam ülkelerini, kendi ülkeme katmadan nasıl geri dönebilirim ve ülkeme karşı girişilen bu istilaların sonuçlarını nasıl mazur görebilirim' diye cevap verdin?".


Bunun üzerine imparator:

"Ey sultan, ülkeni almak amacıyla para sarfedip çeşitli milletlerden asker topladım, buna rağmen zaferi sen kazandın. Ülkem böyle perişan, ben de tutsak olarak senin huzurundayım. Bu durumda beni lütfen azarlama ve bana sert sözler söyleme, ama istediğini yap" deyince sultan ona:

"Eğer zaferi sen kazansaydın ve beni böyle tutsak alsaydın ne yapardın?" diye sorunca imparator: "Fena şeyler" diye karşılık verdi. Bunun üzerine sultan: "Gerçekten doğru söyledin, eğer bunun aksini söyleseydin, o zaman yalan söylemiş olurdun". Daha sonra sultan huzurundakilere: "Bu, akıllı ve baba yiğit bir adamdır, bu bakımdan onun öldürülmesi doğru değildir" dedikten sonra imparatora: "Şimdi sana ne yapacağımı sanıyorsun?" diye sorunca imparator "Bana şu üç şeyden birini yapabilirsin: Birincisi, öldürmek, ikincisi, elegeçirmek istediğim ülkende beni halka ibret olsun diye, teşhir etmek, üçüncüsü ise yapmayacağın bir şey olduğu için söylenmesi gerekmez" dedi. Sultan: "Bu nedir?" diye sorunca imparator: "Affetmek, takdir ettiğin para ve armağanlar ile iyi niyetimin kabulü ve Bizans ülkesinde senin bir kumandanın ve bir naibin olarak beni memleketime geri göndermendir. Eğer beni öldürtürsen bu, sana bir fayda sağlamaz, çünkü başka birisini benim yerime imparator yaparlar" dedi. Onun bu sözlerine karşılık sulta: "Seni affetmek niyetindeyim, ancak sen, ümitsizliği giderilmiş ve hakkındaki kararımı öğrenmiş bir kimse olarak, seni serbest bırakacak para, yani kurtuluş akçası'nın miktarını söyle" dedi. İmparator: "Sultan, istediği miktarı söylemelidir" dedi. Sultan'ın "10 milyon altın" demesi üzerine imparator: "Benim hayatımı bağışladığın için Bizans ülkesine sahip olmak senin hakkındır. Tahta çıktığımdan beri ordu hazırlayıp savaş yapmak amacıyla Bizans'ın mal ve paralarını tükettim, bu sebeple halk yoksullaştı. Eğer durum böyle olmasaydı istediğinden çok daha fazlasını verirdim" dedi. Böylece Alparslan ile Romanos Diogenes arasında yapılan müzakereler sonunda, aşağıdaki maddeleri kapsayan bir barış antlaşması yapıldı:



Barış antlaşması


1- İmparator kurtuluş akçası olarak bir buçuk milyon altın verecek,

2-Bizans devleti, her yıl, Selçuklu devletine 360 bin altın vergi ödeyecek,

3-Bizans'ın elinde bulunan bütün İslam tutsakları serbest bırakılacak,

4 - Bizanslılar, gerektiğinde Selçuklulara askeri yardımda bulunacak,

5-İmparator, kızlarından birini sultanın oğluna verecek,

6 - İmparator, yeniden tahta oturduğu takdirde Antakya, Urfa, Menbic, Malazgirt kent ve kalelerini Selçuklulara bırakılacak.


Barış antlaşması yapıldıktan sonra imparator, sultana: "Yerime başka birisi geçirilmeden önce beni süratle İstanbul'a yollayınız. Aksi takdirde amaca ulaşılamaz ve ben de imparator olarak Bizans tahtına geçemem, bu durumda da barış şartlarından hiç birisi yerine getirilemeyecektir" dedi. Bu müzakerelerden sonra kendisine tahsis edilmiş olan özel çadırına çekilen imparatora 10 bin altın borç verildi. O da bu altınların bir kısmını yakınlarına dağıttı, bir kısmıyla da tutsak generallerden birkaçının serbest bırakılmasını sağladı. Bununla birlikte sultan Alparslan'ın emriyle geri kalan tutsak Bizans generalleri kurtuluş akçası alınmaksızın serbest bırakıldılar.


Ertesi gün, sultanın huzuruna yeniden getirilen imparatora, özel bir giysi ve elegeçirilen kendi tacı giydirildi. Bu sırada sultan ona : "Sana güveniyor ve sözlerine inanıyorum, bu sebeple seni ülkene yollayarak hükümdarlığına iade edeceğim" dedi. Daha soma sultan, üzerinde kelimei şehadet (Tanrı'dan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir=La ilahe illallah Muhammedun Resulullah) yazılı bir bayrak hazırlatarak ona verdi. Sultan, atına binip imparatorla birlikte 1 - 2 km. giderek onu uğurladı. Vedalaşma sırasında imparator, atından inerek sultana tazimde bulunmak istemişse de sultan, buna engel olmuş ve "kendisiyle daima dost kalacağı" hususunda ant içtikten sonra onu kucaklayıp vedalaşmıştır. Daha sonra sultan lsfahan'a ve kendisine iki hacip ve 100 Hassa askeri eşlik edilen imparator da İstanbul'a doğru hareket etmişlerdir.

Malazgirt yenilgi ve bozgundan bir fırsat bulup kaçarak İstanbul'a gelebilen bazı askerlerin durumu bildirmeleri üzerine, toplanan Bizans senatosu, Romanos Diogenes'i tahttan indirip yerine VII. Mihael Dukas'ı (1071-1078) imparator ilan etti. Öte yandan Erzurum ve Şebinkarahisar üzerinden Amasya (veya Tokat)'ya geldiği zaman durumu haber alan Romanos Diogenes, yeni imparatora bir mektupla şunları bildirdi:


"Ben, para sarfedip asker toplamak, ordu kurup savaşa girişmek suretiyle, Hıristiyan dinini yüceltmek için elimden geleni yaptım. Bununla birlikte zaferi, Müslümanlar kazandı. Bu sonucu, hiç kimse değiştiremezdi. Sultan Alparslan'ın eline tutsak düşünce o, bana, hiç ummadığım bir şekilde iyi davranışlarda bulundu ve beni, barış için ödeyeceğim para miktarını tespit ve kararlaştırdıktan sonra lütuf ve ihsanlarda bulunarak serbest bıraktı. Hükümdarlıktan ayrılarak sof giyip bu kaleye yerleştim ve senin, başkalarından daha çok hakkın olan Bizans tahtına çıkmandan dolayı Tanrı'ya şükrettim. Şimdi sultanın durumu ve bana yaptığı iyilik ve insanlığı sana bildiriyorum. Onunla yaptığım barışı sakın bozma. Bu teklifimi kabul edip uygularsan Hıristiyanlığın korunması hususunda, sultanla senin aranda aracılık yaparım, yok eğer kabul etmezsen sen bilirsin. O zaman benim için kararlaştırılmış olan parayı, yani kurtuluş akçasını ver ve beni bu yükten kurtar". Romanos Diogenes'in hu önerisini olumlu karşılayan yeni imparator Mihael Dukas, "sürekli savaşlar sebebiyle, Bizans hazinesinde çok az para kaldığını" bildirerek geri kalanını sonra ödemek üzere, ona, kurtuluş akçasının ancak bir kısmını yolladı. Diogenes, bu paralarla birlikte Amasya'dan topladığı 200 bin altın ve içinde, değerli taşlarla bezenmiş altın bir leğen, ibrik ve tabak bulunan 70 bin altın değerindeki mücevheratı, sultana verilmek üzere, kendisiyle birlikte gelen iki Selçuklu hacibine teslim etti ve onlara, "Bunlardan daha fazlasını göndermesinin mümkün olmadığını, sultana bildirmelerini" söyledi. Ayrıca kendisine eşlik eden iki hacib ve askerlere de para ve çeşitli armağanlar verip onları geri yolladı. Romanos Diogenes, bir süre sonra, Bizans tahtına yeniden çıkmak amacıyla, harekete geçmişse de kendisine karşı gönderilen Konstantin Dukas ile Tokat yörelerinde tutuştuğu savaşta yenilgiye uğradı. Daha sonra o, 1072 yılında imparator Mihael Dukas'ın kendisine karşı sevkettiği oğulluğu Andronikos Dukas ile Tarsus ovasında giriştiği savaşı da kaybetti. Çok geçmeden "hayatının bağışlanması" şartıyla teslim olan Romanos Diogenes, getirildiği Kütahya'da gözlerine mil çekilerek hapse atıldı; o, bu acıklı durumunu, bu sıralarda lsfahan'da bulunan sultan Alparslan'a gönderdiği bir mektupla bildirmiş, çok geçmeden sevkedildiği Kınalı adada, ıztıraplar içinde, feci bir şekilde hayata gözlerini yummuştur (Ağustos 1072).





Zaferin akisleri ve sonuçları



Özellikle bütün islam dünyası'nın çok yakından izlediği Malazgirt Meydan Savaşı sonunda sultan Alparslan, başta Bağdat Abbasi halifesi olmak üzere, diğer bütün İslam memleketleri hükümdarlarına birer Fetihname göndererek kazandığı zaferi müjdeledi. Bu zafer haberi, bütün İslam ülkelerindeki insanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Zafer mektubu (Fetihname) Bağdad'a halifeye getirilip, halifelik ileri gelenleri ile sarayın önünde toplanan halka, törenle okundu, bu vesileyle büyük coşku ve şenlik gösterileri yapılmış, davullar çalınıp borular öttürülmüş, ayrıca zafer takları da kurulmuştur. Öte yandan halife Kaaim Biemrillah, sultan Alparslan'a değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı bu eşsiz zaferden dolayı kendisini kutladı. Mektupta ona Tanrı'nın desteğine mazhar, galip ve muzaffer evlad, en büyük sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların yardımcısı, insanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı ve İslam ülkelerinin sultanı gibi ünvanlarla hitap etmiştir. Halifeden başka diğer İslam memleketleri hükümdarları da bu sıralarda lsfahan'da bulunan sultan Alparslan'a ayrı ayrı özel heyetlerle değerli armağanlar ve tebriknameler gönderip kendisini kutlamışlardır. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan hakkında kaside ve çeşitli övgüler kaleme almışlardır. Birçok özel ve genel vekayiname yazan tarihçilerin bu büyük zaferi, Hz. Ömer devrinde, Bizans'a karşı kazanılan ve islam hakimiyetinin Asya ve Akdeniz' de kesin olarak yerleşmesini sağlayan Kadisiyle ve Yermuk zaferlerine benzetmişlerdir. Bu büyük zafer, yalnız İslam dünyasında değil, Bizans ve Avrupa ülkelerinde de dikkat ve ilgiyle izlenmiştir. Zaferden birkaç yıl gibi çok kısa süre sonra Anadolu ve Suriye'de hakimiyetin Türklerin eline geçmesi sonucunda, bütün Avrupa, Bizans'ı kurtarmak amacıyla harekete geçecek ve Haçlı Seferleri'nin hazırlıklarına başlayacaklardır.


Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisini oluşturan önemli bir olaydır. Bu zafer sonunda, Bizans'ın bütün maddi imkanları kullanılarak hazırlanmış olan büyük ordu, darmadağın edildiğinden zaferi izleyen yıllarda, Türk akıncı kuvvetleri kendilerine karşı belirli hiçbir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda, Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar kolayca ilerlediler. Artık bir millet halinde, sel gibi akmakta olan Türkler, bu kez bir istila ve yağma amacıyla değil, artık fethettikleri bölge ve yörelerde yerleşmeye başlamışlardır. Esasen zaferden sonra, yukarı Fırat'ta Erzurum merkez olmak üzere, Saltuklular (1072-1202), aşağı Fırat'ta Erzincan - Şebinkarahisar şehirleri arasında Mengücükler (1080-1228), Sivas başkent olmak üzere, Orta - Anadolu'da Danişmendliler (1080-1178), Bitlis ve Erzen'de Demleçoğulları {1084-1393), Van Gölü havzasında Sökmenliler (Ahlatşahlar) (1110-1207), Diyarbakır'da Yınaloğulları (1098-1183), Harput'ta Çubukoğulları (1085-1113) ve Hasankeyf, Mardin ve Harput merkez olmak üzere Güneydoğu - Anadolu'da Artuklular (1102-1409) adlarında Türk devletleri kurulmuş ve bu devletler, Anadolunun bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli tarihi rollerini oynamışlardır. Genel bir sonuç olarak ifade edilebilir ki, Malazgirt zaferi ve bu zaferin eşsiz kahramanı Ulu Sultan Alparslan'ın Türk ulusuna en büyük armağanı, bugün üzerinde yaşamakta olduğumuz bu yurdun baştan başa fethedilerek bu ülkede bağımsız bir devlet haline gelip, dünya siyasetinde önemli roller oynamamızı sağlamış olmasıdır.


Malazgirt Zaferi'nden sonra lsfahan'a dönen sultan Alparslan, Maveraünnehr'e büyük bir sefer hazırlıklarına başladı. Bununla beraber o, Anadolu'yu ihmal etmemiş, özellikle Romanos Diogenes'in bertaraf edilmesi sonucunda, onunla yaptığı barış antlaşmasının geçerliliğini yitirmesi üzerine, "Selçuklu prens, emir ve Türkmen beylerinin Anadolu'da istila ve fetih hareketlerini sürdürmeleri" emrini vermiştir. Bu emir üzerine, özellikle emir Kapar (Kebir), Murat suyu yörelerinde fetihlere girişti. Malazgirt Zaferi'nden, sultan Alparslan'ın ölümü (24 Kasım 1072) arasında geçen aşağı - yukarı bir yıllık bir sürede, Anadolu'da yapılan Selçuklu fetihleri hakkında, daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'nun etnik durumu süratle değişti. Esasen Horasan'da Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulmasından (1040 Dandanakan Zaferinden) sonra ve tabii olarak Malazgirt Zaferini izleyen yıllarda, Türkistan Maveraünnehr ve Horasan'dan bütün İslam ülkelerine ve özellikle küffar diyarı sayılan Anadolu'ya dalgalar halinde Türk göçleri yapıldı. İslam kaynaklarından başka, çeşitli Bizans Gürcü ve Ermeni vekayinameleri, bu Türk göçlerinin nasıl sürekli ve çok büyük ölçüde yapılmış olduğunu özellikle ifade etmişlerdir. Artık Anadolu'ya yapılan bu göçler, Malazgirt Zaferi'nden önceki devirlerde olduğu gibi, istila ve yağma hareketleri şeklinde değil, bir yerleşme ve yurt tutma amacıyla yapılmıştır. Böylece Anadolu'nun başta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Gürcü nüfusu, Türk nüfus yoğunluğu karşısında çok azınlıkta kalmıştır. İşte Anadolu'nun Türkleşmesi gibi Türk ve dünya tarihinin çok önemli dönüm noktasından birini oluşturan bu sonucu, Ulu Sultan Alparslan'ın kazandığı Büyük Malazgirt Zaferi'ne borçluyuz.



ANADOLU'NUN FETHİ SELÇUKLULAR DÖNEMİ (BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)

Prof. Dr. ALİ SEVİM

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-4

 İSTİLA (1096 - 1100) 




MAARA YAMYAMLARI





“Burası vahşi hayvanların otlağı mıdır, yoksa evim midir, doğduğum yer midir, bilmiyorum!”


Maaralı (Maaratünnuman) adlı bilinmeyen bir şairin bu acı dolu çığlığı yalnızca bir üslup unsuru değildir. Ne yazık ki bu sözleri üzerindeki anlamıyla almak ve onunla beraber “bu 1098 yılının sonunda Suriye’nin bu Maara (Maaratünnuman) kentinde böylesine canavarca neler oldu?” diye sormak zorundayız.


Frenkler gelene kadar, kent halkı sur çemberinin gerisinde güvenlik içinde yaşıyordu. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazi bir refah sağlıyordu. Kentin işleri, Halep’teki Rıdvan’a itibari bir şekilde bağlı olan, babacan ve hırsı olmayan yerel eşraf tarafından yürütülmekteydi. Maara’nın iftihar ettiği şey, Arap edebiyatının en büyüklerinden biri olan, 1057’de ölmüş bulunan Ebuulâ el-Maari’nin doğduğu yer olmaktı. Özgür düşünceli biri olan bu kör şair, yasaklara aldırmadan döneminin adetlerine saldırmaya cüret etmişti. Şunu yazmak için cesaret gerekirdi:


Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.

Ölümünden kırk yıl sonra, uzaklardan gelen bir fanatizm, görünüşe göre Maaralı şaire hem dinsizliği, hem de efsanevi kötümserliği konusunda hak verdirtecektir:


Kader bizi cammışız gibi kırıyor,

Ve parçalarımız bir daha hiç birleşmiyor.


Nitekim, kenti bir harabe yığınına çevirecek ve şairin hemcinslerine ilişkin olarak çok sık dile getirdiği küçümseme, burada en gaddar şekilde resmedilmiş olacaktır.


Maara sakinleri, 1098’in ilk ayları süresince, kapılarından üç günlük yürüyüş mesafesinde cereyan eden Antakya çarpışmasını kaygıyla izlemişlerdir. Sonra, Frenkler zafer kazanmalarının ardından birkaç komşu köyü yağmalamaya gelmişler ve Maara bu saldırıların dışında kalmıştır, fakat bazı aileler, Halep, Hıms veya Hama gibi daha güvenli yerlere gitmek üzere kenti terketmeyi tercih etmişlerdir. Kasım sonlarına doğru binlerce Frenk kentin etrafını çevirince, bunların kaygıları haklı çıkmıştır. Kent halkından birkaçı kaçmayı başarmışsa da, çoğu tuzağa yakalanmıştır. Maara’nın bir ordusu yoktur, küçük bir kent milis gücü vardır. Bunlara, askeri deneyimi olmayan birkaç yüz genç insan çabucak katılmıştır. İki hafta süresince korkunç şövalyelere cesaretle direnmişler, hatta kuşatıcıların üzerine surların tepesinden arı dolu kovanlar bile atmışlardır.



İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Onların bu inadını gören Frenkler, surlarla aynı yükseklikte ahşap bir kule yaptılar. Dehşete kapılan ve morali bozulan bazı Müslümanlar, kentin en yüksek binalarını tahkim ederek kendilerini daha iyi savunacaklarını düşündüler. Böylece surları bıraktılar, ama tuttukları yerleri de adamsız bırakmış oldular. Onları başkaları izledi ve surların bir bölümü daha terkedildi. Kısa bir süre sonra surların tamamı savunacak adamdan yoksun kaldı. Frenkler merdivenlerden tırmandılar ve Müslümanlar onları burçların tepesinde gördüklerinde cesaretlerini kaybettiler”.


11 Aralık akşamı olmuştur. Ortalık çok karanlıktır ve Frenkler şehre girmeye cesaret edememektedirler. Maara’nın önde gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya’nın yeni efendisi Bohémond’la temasa geçerler. Frenklerin önderi, eğer çarpışmayı keser ve bazı binalardan çekilirlerse, halkın hayatına dokunmayacağına söz verir. Onun sözüne umutsuzca güvenen aileler, kentin ev ve mahzenlerinde toplanır ve bütün gece titreyerek beklerler.


Frenkler şafakla gelirler, tam bir kıyım olur. Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler, yüz binden fazla kişi öldürdüler ve çok esir aldılar. İbn el-Esir’in verdiği rakamlar elbette abartılıdır, çünkü kentin düşmeden önceki nüfusu muhtemelen on binin altındaydı. Fakat dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır.


Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı. Frenk kronikçi Raoul de Caen’ın bu itirafını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama gördüklerini ve duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Çünkü yerel şairler tarafından ve sözel gelenek ile yayılan bu gaddarlıkların anısı, zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Bu olaylardan üç yıl önce komşu Şeyzer kentinde doğan yakanüvis Usama İbn Munkid, bu günü şöyle yazacaktır:


Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında birşeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir.


Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşılabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir.


Bu Frenk imgesi haksız mıdır? Batılı istilacılar, kurbanları olan kentin halkını yalnızca hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir? Önderleri, ertesi yıl papaya gönderdiği resmi bir mektupta bunu iddia edecektir: Maara’da orduya korkunç bir kıtlık saldırdı ve onu Müslümanların cesetleriyle beslenme zorunluğuyla karşı karşıya bıraktı. Fakat bu çabucak söylenmiş bir söze benzemektedir. Çünkü Maara bölgesi halkı, bu uğursuz kış boyunca, açlığın açıklamaya yetmediği davranışlara tanık olmuştur. Nitekim bu insanlar, Tafurlar denilen fanatikleşmiş Frenk çetelerinin kırsal alana yayılarak, Müslüman eti çiğnemek istediklerini bağırarak söylediklerini ve akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere toplandıklarını görmüşlerdir.

 


Zorunluluğun doğurduğu bir yamyamlık mı? Fanatizmden gelen bir yamyamlık mı? Bütün bunlar gerçekdışı şeylere benzemektedir, ama tanıklıklar, hem tasvir ettikleri olaylar, hem de bu anlatıların üzerine çöken sapık havadan ötürü bunaltıcıdırlar. Maara çarpışmasına bizzat katılmış olan Frenk kronikçisi Albert d’Aix’in bir cümlesi, bu konudaki dehşeti emsalsiz bir şekilde göstermektedir: Bizimkiler yalnızca öldürülmüş Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!


Ebululâ’nın kentinin azabı, 13 Ocak 1099’da yüz kadar Frenkin ellerinde meşaleler olduğu halde sokaklarda koşup, her evi ateşe vermesiyle sona erecektir. Surlar çoktan taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkılmıştır.


Maara olayı, Araplar ile Frenkler arasında yüzlerce yıl boyunca kapanmayacak bir uçurumun açılmasına katkıda bulunacaktır. Ancak hemen o anda dehşetten felç olan insanlar artık zorlanmadıkça direnmemektedirler. Ve istilacılar, arkalarında dumanı tüten yıkıntılardan başka bir şey bırakmayarak güney yönündeki yürüyüşlerine tekrar koyulduklarında, Suriyeli emirler onlara iyi niyetlerini kanıtlamak üzere bir sürü armağan götüren ve ihtiyaç duyacakları yardımı yapmayı öneren elçiler göndermekte acele etmektedirler.


Bunların ilk davrananı, vakanüvis Usama’nın amcası olan, küçük Şeyzer emirliğinin efendisi Sultan İbn Munkid olmuştur. Frenkler onun topraklarına Maara’dan ayrıldıklarının ertesi günü girmişlerdir. Başlarında, Arap vakanüvisler tarafından çok sık zikredilen Saint-Gilles vardır. Emir ona elçi göndermiş, hemen bir anlaşmaya varılmıştır. Sultan Frenklere iaşe sağlamayı yüklenmekle kalmamakta, onlara Şeyzer pazarından at satın alma izni vermektedir, ayrıca Suriye’nin geri kalanını sıkıntısız aşmaları için onlara rehber de sağlayacaktır.


Bölge artık Frenklerin ilerlemesi konusunda hiçbir şeyi kaçırmamaktadır, artık ilerledikleri güzergâh da bilinmektedir. Nihai amaçlarının Kudüs olduğunu, orada İsa’nın Kabrini ele geçirmek istediklerini bağıra çağıra ilan etmekte değiller midir? Kutsal kentin yolu üzerinde bulunan herkes, Frenklerin temsil ettiği afete karşı tedbir almaya uğraşmaktadır. En fakirler yakınlardaki ormanlık alanlara saklanmakta, ama bu kez arslan, kurt, ayı veya çakal gibi vahşi hayvanların tehdidine maruz kalmaktadırlar. Olanağı olanlar ülke içlerine göç etmektedirler. Diğerleri de en yakın kaleye sığınmaktadır. 1099 Ocağının sonuncu haftasında, Frenk birliklerinin yakında olduğunu haber alan zengin Bukayye ovası köylüleri, bu sonuncu çözümü tercih etmişlerdir. Hayvanları ile buğday ve zeytinyağ stoklarını toplayıp, Hısnelekrad’a (Kürtlerin kalesi) çıkmışlardır. Bu kale, ulaşılması zor yüksek bir tepenin zirvesinden, Akdeniz’e varana kadar ovanın tümüne egemendir. Kale uzun zamandan beri kullanılmıyor olmakla birlikte, surları sağlamdır ve köylüler buraya sığınabileceklerini ummaktadırlar. Fakat erzakları her zaman yetersiz olan Frenkler, onları kuşatmışlardır. 28 Ocakta, Frenk savaşçıları Hısnelekrad


kalesinin surlarına tırmanmaya başlamışlardır. İşlerinin bittiğini hisseden köylüler bir hile düşünürler. Kalenin kapılarını aniden açarlar ve sürülerinin bir bölümünü dışarı bırakırlar. Çarpışmayı unutan bütün Frenkler, yakalamak üzere hayvanlara hücum ederler. Saflarında öyle bir karışıklık olur ki, cesaretlenen savunucular huruç yaparlar ve Saint-Gilles’in çadırına ulaşırlar; hayvanlardan paylarını almak isteyen muhafızlarının terkettiği Frenk önderi, yakalanmaktan zor kurtulur.


Köylülerimiz başarılarından epeyi memnundurlar. Fakat kuşatmacıların intikam almak için geri geleceklerini bilmektedirler. Ertesi gün Saint-Gilles adamlarını tekrar saldırttığında ortaya çıkmazlar. Saldırganlar, köylülerin ne gibi yeni bir hile bulduklarını birbirlerine sorup durmaktadırlar. Aslında en bilgece olanını bulmuşlardır: Sessizce çıkıp, uzaklarda kaybolmak üzere gece karanlığından yararlanmışlardır. Frenkler, Hısnelekrad kalesinin yerine kırk yıl sonra en ürkütücü kalelerinden birini inşa edeceklerdir. Adı pek fazla değişmeyecektir: “Ekrad” (Arapça aslı “Akrad”) “Krat” halinde bozulacak, sonra da “Krac”a dönüşecektir (birçok kaynakta “Krak” olarak yazılmaktadır.). “Krac des chevaliers”, etkileyici siluetiyle, XX. yüzyılda bile Bukayye ovasına hâlâ egemendir.


Kale, 1099 Şubatında birçok gün için Frenklerin genel karargâhı olmuştur. Burada hesapları alt üst eden bir gösteriye tanık olunmuştur. Bütün komşu kentlerden, hatta bazı köylerden, peşlerinde altın, kumaş, erzak yüklü katırlar olan heyetler gelmektedir. Suriye’nin siyasal parçalanmışlığı öylesine bir boyuttadır ki, her kasaba bağımsız bir emirlik gibi hareket etmektedir. Herkes, istilacıdan korunmak ve onunla anlaşmaya varabilmek için ancak kendi güçlerine güvenebileceğini bilmektedir. Hiçbir bey, hiçbir kadı, hiçbir önde gelen kişi, cemaatinin tümünü tehlikeye atmadan en küçük bir direnme hareketini bile tasarlayamaz. Bu durumda, zoraki bir gülümsemeyle hediye ve saygı sunmak üzere, bu vatansever duygular bir yana bırakılmaktadır. Yerel bir atasözü, kıramadığın eli öp ve tanrıya onu kırması için dua et demektedir.


Hıms emiri Cenahüddevle’nin davranışını işte bu boyun eğme bilgeliği belirleyecektir. Kahramanlığıyla ünlü bu savaşçı, daha yedi ay kadar önce atabey Kürboğa’nın en sadık müttefikiydi. İbn el-Esir, Cenahüddevle’nin Antakya önünde en son kaçan kişi olduğunu belirtmektedir. Fakat şimdi savaşçılık veya dinsel atılganlık dönemi değildir ve emir Saint-Gilles’in karşısında çok dikkatli davranarak, ona alışılmış hediyelerin dışında çok sayıda at sunmuştur, çünkü Hıms elçileri Cenahüddevle’ye, şövalyelerin at sıkıntısı çektiklerini tatlılıkla söylemişlerdir.


Hısnelekrad kalesinin devasa odalarında resmi geçit yapan bütün heyetlerin içinde en cömert olanı, Trablusşam’ınkidir. Kentin Yahudi imalatçıları tarafından yapılmış muhteşem mücevherleri teker teker çıkartan kent elçileri, Frenkler’e, tüm Suriye kıyılarının en korkulu hükümdarı, kadı Celalülmülk adına hoşgeldiniz derler. Kadı, Trablusşam’ı Doğu Arap âleminin mücevheri haline getirmiş olan Beni Ammar ailesindendir. Yalnızca silahlarının gücüne dayanarak kendilerine bir beylik kopartan sayılamayacak kadar çok askeri klanlardan biri değil, aynı zamanda kurucusu bir kadı olan bir okumuşlar hanedanı söz konusudur; kent hükümdarları bu kadı ünvanını korumuşlardır.


Frenkler yaklaşırken, Trablusşam ve bölgesi, kadıların bilgeliği sayesinde komşularının haset ettikleri bir barış ve refah dönemi yaşamaktadır. Kentlilerin iftihar kaynağı, Devasa “kültür evi”, yüz bin cilt kitap bulunan ve bu zamanın en büyüklerinden biri olan kütüphanesiyle Darül-ilm’dir. Kentin etrafını zeytinlikler, keçiboynuzu ağaçları, şekerkamışı tarlaları, bol üzüm veren her türden meyva ağaçları çevrelemektedir. Limanı, canlı bir trafiğe tanık olmaktadır.


İşte kent, istilacılarla ilk sıkıntılarına bu bolluk yüzünden düşecektir. Celalülmülk, Hısnelekrad’a ulaştırdığı mesajında, Saint-Gilles’den Trablusşam’a bir ittifak anlaşmasının görüşmelerini yapacak bir kurul göndermesini istemektedir. Bağışlanamaz hatta. Nitekim Frenk elçileri, bahçelerin, sarayların, limanın ve kuyumcular çarşısının karşısında öyle bir büyülenmişlerdir ki, artık kadının önerilerini dinlememektedirler. Daha şimdiden, eğer ele geçirirlerse neleri yağmalayacaklarını düşünmektedirler. Ve önderlerinin yanına döndüklerinde, onun açgözlülüğünü alevlendirmek için herşeyi yapmışa benzemektedirler. İttifak teklifine Saint-Gilles’den gelecek cevabı safçasına bekleyen Celalülmülk, Frenklerin Trablus beyliğinin ikinci büyük kenti Arga’yı 14 Şubatta kuşattıkları haberi karşısında hayal kırıklığına uğramıştır, ama daha çok dehşete kapılmıştır ve istilacıların yürüttüğü harekâtın başkentini fethetmeye yönelik işlemin ilk adımından başka birşey olmadığına kani olmuştur. Bu durumda nasıl olur da Antakya’nın kaderi akla gelmez? Celalülmülk daha şimdiden kendini talihsiz Yağısıyan’ın yerinde, utanç içinde ölüme veya unutulmaya doğru at koştururken görmektedir. Trablusşam’da, uzun bir kuşatmaya karşılık tedbir olarak stoklar artırılmaktadır. Kent halkı, istilacıların Arga önünde ne kadar tutulacaklarını endişeyle sormaktadırlar. Geçen her gün umulmadık bir ertelemedir.


Şubat, sonra Mart ve Nisan geçer. Her yıl olduğu gibi, çiçek açan meyva bahçelerinin kokuları Trablusşam’ı sarar. Haberler içi rahatlatıcı olduğundan, bu durum insanlara daha da güzel görünmektedir. Frenkler Arga’yı hâlâ alamamışlardır ve kenti savunanlar buna saldırganlar kadar şaşırmaktadırlar. Aslında surlar sağlamdır, ama Frenklerin ele geçirmeyi başardıkları diğer kentlerinkilerden de daha sağlam değillerdir. Arka’nın gücü, halkın çarpışmanın ilk anlarından itibaren tek bir yarık bile açılsa, Maara veya Antakya’daki kardeşleri gibi hepsinin boğazlanacağına kesin inanmış olmasından gelmektedir. Gece gündüz nöbet tutmakta, bütün saldırıları püskürtmekte, böylece en ufak bir sızmaya bile engel olmaktadırlar. İstilacılar sonunda bıkarlar. Tartışma sesleri kuşatma altındaki kente kadar gelmektedir. Sonunda 13 Mayıs 1099’da kamplarını toplar ve başları önlerinde uzaklaşırlar. Üç aylık tüketici mücadeleden sonra direnişçilerin inadı ödüllenmiştir. Arga sevinçten uçmaktadır.


Frenkler güney yönündeki yürüyüşlerine tekrar koyulmuşlardır. Trablusşam’ın önünden kaygı verici bir yavaşlıkta geçerler. Onların öfkeli olduklarını bilen Celalülmülk, onlara yolculuklarının devamı için en iyi dileklerini göndermek üzere acele eder. Buna yiyecek, altın, birkaç at ve onları Beyrut’a kadar giden dar sahil yolundan geçirtecek rehberler eklemeyi ihmal etmez. Trabluslu izcilere, kısa bir süre sonra Lübnan dağlarının hıristiyan Marunileri katılır; bunlar da Müslüman emirler gibi Batılı savaşçılara yardım sunmaya gelmişlerdir.


İstilacılar Cebel (antik Byblos, yani Fenikelilerin Gebel kentine eski Yunanların verdikleri ad gibi Beni Ammar’a ait yerleşim yerlerine saldırmadan, Nehrelkelb’e (Köpek nehri) ulaşırlar.


Bunu aşarak, Mısır Fatımi halifeliğiyle savaş durumuna girerler.


Kahire’nin güçlü adamı, muktedir ve iri yarı vezir el-Efdal Şehinşah, Aleksios Komnenon’un elçileri Nisan 1097’de kendisine Frenk şövalyelerinin Konstantinopolis’e kitlesel bir şekilde geldiklerini ve Küçük Asya’daki saldırılarının başladığını haber verdiklerinde, memnuniyetini saklamamıştı. Otuz beş yaşında eski bir köle olan ve yedi milyon Mısırlıyı tek başına yöneten el-Efdal (en iyi), imparatora başarı dileklerini iletmiş ve bir dostu olarak kendini seferin gelişmesi konusunda haberdar etmesini istemişti.


Bazıları derler ki, Selçuklu imparatorluğunun genişliğini gören Mısır hükümdarları, korkuya kapılmışlar ve Frenklerden Suriye’ye yönelerek onlarla Müslümanlar arasında bir tampon kurmalarını istemişler. Gerçeği bir tek Allah bilir.


İbn el-Esir’in Frenk istilasının başlangıcına ilişkin bu özgün açıklaması, İslam dünyasında, Bağdat’taki Abbasi halifeliğini talep eden sünnilerle, kendilerini Kahire’deki Fatımi halifeliğine bağlı gören şiiler arasında hüküm süren bölünme hakkında çok şey söylemektedir. VII. yüzyılda ortaya çıkmış olan bölünme, peygamber ailesi içindeki bir çatışmadan kaynaklanmaktadır ve Müslümanlar arasındaki inatçı kavgaların sürekli olmasına yol açmaktadır. Selahaddin gibi devlet adamları için bile, Şiilerle mücadele, en azından Frenklerle olan savaş kadar önemli olacaktır. İslamiyet’in başına gelen bütün belâlardan ötürü düzenli olarak “sapkınlar” suçlanmaktadır ve Frenk istilasının bile onların bir dalaveresi olarak görülmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Bu durumda, Fatımilerin Frenklere yönelik çağrıları tamamen hayali olsa bile, Kahire’deki yöneticilerin Batılı askerlerin gelişi karşısındaki sevinçleri gerçektir.


İznik düştüğünde, vezir el-Efdal Bizans imparatorunu hararetle kutlamış ve istilacıların Antakya’yı ele geçirmelerinden üç ay önce, hediyelerle yüklü bir Mısır elçilik kurulu, yakında zafer kazanmalarını temenni etmek üzere Frenk kampını ziyaret etmiştir. Ermeni kökenli bir asker olan Kahire’nin efendisi, Türklere hiçbir sempati duymamaktadır ve duyguları Mısır’ın bu konudaki çıkarlarıyla birleşmektedir. Selçuklu ilerlemesi, yüzyılın ortalarından itibaren Bizans imparatorununkilerle birlikte Fatımi halifeliğinin topraklarını da kemirmeye başlamıştır. Rumlar Antakya ve Küçük Asya’nın denetimlerinden çıkmasına tanık olurlarken; Mısırlılar bir yüzyıldan beri kendilerine ait olan Şam ve Küdüs’ü kaybetmişlerdir. Bu durumda Kahire ile Konstantinopolis ve aynı zamanda Aleksios ile el-Efdal arasında sağlam bir dostluk kurulmuştur. İki taraf düzenli olarak birbirine danışmakta, haber alışverişi yapılmakta, ortaklaşa proje geliştirilmektedir. Frenklerin gelişinden kısa bir süre önce, bu iki adam Selçuklu imparatorluğunun iç kavgalardan ötürü altının oyulduğunu memnuniyetle farketmişti. Küçük Asya’da olduğu kadar, Suriye’de de çok sayıda rakip küçük devlet kurulmuştu. Acaba Türklerden intikam alma zamanı mı gelmişti? Mısırlılar ve Rumlar için kaybettikleri toprakları geri alma zamanı değil miydi? El-Efdal, iki müttefik gücün ortaklaşa bir harekât yapmasının düşünü kurmaktadır ve Bizans imparatorunun Frenklerden büyük bir askeri takviye aldığını öğrenince, intikamını almasının çok kolaylaştığını hissetmiştir.


Antakya’yı kuşatanlara gönderdiği elçiler, saldırmazlık anlaşmasından söz etmemişlerdir. Vezire göre bu zaten kendiliğinden vardır. Frenklere önerdiği bal gibi bir paylaşımdı: Kuzey Suriye onlara, Güney Suriye kendine, yani Filistin, Şam ve Beyrut’a kadar sahil şehirleri. Teklifini, Frenklerin henüz Antakya’yı alacaklarından emin olmadıkları bir sırada, mümkün olduğu kadar çabuk yapmak istiyordu. Kanaati, bu teklifi kabul etmekte acele edecekleri yönündeydi.


Cevapları, ilginç bir şekilde kaçamak olmuştur. Başta Kudüs’ün kaderinin ne olacağı konusunda olmak üzere, açıklamalar, kesinlemeler istemişlerdir. Kuşkusuz Mısırlı elçilere dostça davranmışlar, hatta onlara Antakya yakınlarında öldürülen üç yüz Türkün kesik başlarını gösteri halinde sunacak kadar ileri gitmişlerdir. Fakat herhangi bir anlaşmaya varmayı reddetmişlerdir. El-Efdal anlamamaktadır. Teklifi gerçekçi, hatta cömert değil midir? Acaba Rumlar ve Frenk yardımcıları, elçilerinin öylesine bir izlenim aldıkları gibi gerçekten Kudüs’ü ele geçirmek mi istemektedirler? Aleksios ona yalan mı söylemiştir?


Kahire’nin güçlü adamı izlenecek siyaset konusunda daha tereddüt etmektedir ki, 1098 Haziranında Antakya’nın düştüğü haberi gelmiş, üç hafta sonra da Kürboğa’nın alçaltıcı bozgununun haberi ulaşmıştır. Vezir, bunun üzerine düşman ve müttefik edinmek üzere hemen harekete geçmeye karar vermiştir. İbn el-Kalanissi, Temmuzda orduların başkomutanı emir-ül ümera el-Efdal’in kalabalık bir ordunun başında Mısır’dan ayrıldığı ve Artukoğlu Sökmen ve İlgazi beylerin bulunduğu Kudüs’ü kuşattığı haber verildi. Kente saldırdı ve mancınık bataryalarını harekete geçirdi. Kenti yöneten iki Türk kardeş, Kürboğa’nın talihsiz seferine katıldıkları kuzeyden daha yeni dönmüşlerdi. Kent, kırk günlük bir kuşatmadan sonra düştü. El-Efdal iki emire cömertçe davrandı ve onları maiyetleriyle birlikte serbest bıraktı, diye aktarmaktadır.

Olaylar, aylar boyunca Kahire’nin efendisini haklı çıkartıyora benzemişlerdir. Nitekim herşey, sanki oldu bitti karşısında kalan Frenkler daha öteye gitmekten vazgeçmişler gibi cereyan etmektedir. Saray şairleri, Filistin’i sünni “sapkınlar”ın elinden kopartıp alan devlet adamının başarısını kutlamak için yeteri kadar övücü sözler bulamamaktadırlar. Fakat Frenkler 1099 ocak ayında güneye doğru yeniden kararlı bir şekilde yürüyüşe geçince, el-Efdal endişelenir.


Güvendiği adamlarından birini Aleksios’a danışmak üzere Konstantinopolis’e gönderir; o da vezire ünlü bir mektup gönderir ve burada olabilecek en alt üst edici itirafta bulunur: İmparatorun artık Frenkler üzerinde hiçbir denetimi kalmamıştır. Ne kadar inanılmaz gözükse de, bu adamlar kendi hesaplarına hareket etmekte, yapmaya yemin ettiklerinin tersine Antakya’yı imparatorluğa vermeyi reddederek kendi devletlerini kurmaya uğraşmaktadırlar. Papa onları İsa’nın Kabrini ele geçirmek üzere Kutsal Savaşa çağırmıştır ve artık hiçbir şey onları hedeflerinden saptıramaz. Aleksios, kendi hesabına onların eylemini onaylamadığını ve Kahire’yle olan ittifakına harfiyen bağlı olduğunu eklemektedir.


El-Efdal bu sonuncu kesinlemeye rağmen, ölümcül bir çarkın içine düştüğü izlenimini almıştır. Kendi de hıristiyan kökenli olduğundan, ateşli ve saf bir imana sahip Frenklerin silahlı hac ziyaretlerinin sonuna kadar gitmeye kararlı olduklarını anlamakta hiçbir sıkıntı çekmemektedir. Şimdi, Filistin’de maceraya atılmış olduğundan ötürü pişmandır. Cesur oldukları kadar fanatik olan bu şövalyelerin yoluna boşu boşuna çıkmaktansa, Frenklerle Türkleri birbirleriyle döğüşmeye bıraksaydı daha iyi olmaz mıydı?


Frenklere karşı koyabilecek bir ordu toplaması için aylarca zaman gerektiğini bilerek, istilacıların ilerlemesini yavaşlatmak için elinden gelen herşeyi yapması için Aleksios’a mektup yazar. İmparator da onlara Nisan 1099’da, Arga kuşatması sırasında bir mesaj göndererek, Filistin’e doğru yola çıkışlarını ertelemelerini ister, bunun için de yakında kendilerine bizzat katılacağı bahanesini ileri sürer. Kahire’nin efendisi de kendi cephesinden, Frenklere yeni anlaşma önerileri ulaştırır. Suriye’nin paylaşımının dışında, Kutsal Kent’e ilişkin siyasetini belirginleştirmektedir: Harfiyen uyulacak bir inanç serbestliği ve hacılar için buraya istedikleri zaman gelebilme olanağı, ama elbette küçük gruplar halinde ve silahsız olarak gelme koşuluyla.


Frenklerin cevabı kamçı gibi çarpar: “Kudüs’e hep beraber, savaş düzeninde, mızraklar havada gideceğiz!”.


Bu bir savaş ilânıdır. Sözlerini eyleme geçiren istilacılar, 19 Mayıs 1099’da Fatımi ülkesinin kuzey sınırını Nehr-el-Kelb’i hiç tereddüt etmeden geçerler.


Fakat “Köpek nehri” hayali bir sınırdır, çünkü el-Efdal Kudüs’teki garnizonu güçlendirmekle yetinerek, sahildeki Mısır şehirlerini kendi kaderlerine terketmiştir.


Bunların ilki, Nehr-el-Kelb’ten dört yürüyüş günü uzaklıkta olan Beyrut’tur. Kent halkı, şövalyelere bir kurul gönderir, civar ovadaki ürünlere zarar verilmemesi koşuluyla, onlara altın, erzak ve rehber sağlama sözü verirler. Beyrutlular, eğer Frenkler Kudüs’ü almayı başarırlarsa onların otoritesini tanımaya hazır olduklarını eklerler. Antik adı Sidon olan Sayda farklı bir şekilde davranır. Garnizonu, istilacılara karşı birçok cesurca huruç yapar, onlar da kentin meyva bahçelerini tahrip edip, civar köyleri yağmalayarak intikam alırlar. Bu, tek direnme örneği olacaktır. Sur (antik Tyros) ve Akkâ (Saint-Jean d’Acre) limanları, kolay savunulabilir konumda olmakla birlikte, Beyrut’un örneğini izlerler. Filistin’de kent ve köylerin çoğu, daha Frenkler gelmeden halkı tarafından boşaltılmışlardır. Frenkler hiçbir zaman gerçek bir direnmeyle karşılaşmamışlardır ve Kudüs halkı, 7 Haziran 1099 sabahı, peygamber İsmail camiinin yanındaki tepenin üzerinden onların uzaktan yaklaştığını görmüştür. Bağırtıları hemen hemen duyulmaktadır. Daha öğle sonu bitmeden, çoktan kent surlarının dibinde ordugâh kurmuşlardır.


Kudüs valisi ve Mısır güçlerinin komutanı İftiharüddevle, onları Davud kulesinin tepesinden sükûnet içinde seyretmektedir. Uzun bir kuşatmaya dayanmak için gereken tedbirleri aylar öncesinden almıştır. El-Efdal’in geçen yaz esnasında Türklere yönelik saldırısında zarar görmüş olan bir sur cephesini onartmıştır. Her türden kıtlık tehlikesini önlemek üzere muazzam bir erzak yığmıştır ve kenti kurtarmak üzere Temmuz sonundan önce geleceğine söz veren veziri beklemektedir. Daha da ihtiyatlı olmak üzere Yağısıyan’ın örneğini izleyerek, Frenk dindaşlarıyla işbirliği yapma olasılıkları bulunan hıristiyanları şehirden sürmüştür. Hatta şu son günler esnasında, düşmanın kullanmasını önlemek üzere civardaki kaynak ve kuyuları, zehirletmiştir. Haziran güneşi altında birkaç zeytin ağacı bulunan bu kurak topraklarda kuşatıcıların hayatı kolay olmayacaktır.


Böylece İftihar’a göre, çarpışma iyi koşullarda başlıyora benzemektedir. Tepelere tırmanan ve dar vadilere sokulan istihkâmların gerisinde sağlam bir şekilde yer tutan Arap süvarileri ve Sudanlı okçularıyla, kendini dayanma gücüne sahip hissetmektedir. Aslında Batılı şövalyeler cesaretleriyle ünlüdürler, ama Kudüs surları altındaki davranışları deneyimli savaşçıya biraz sapıkça gelmektedir. İftihar, onların gelir gelmez hareketli kuleler ve çeşitli kuşatma araçları yapmalarını, garnizonun huruçlarından korunmak için siper kazmalarını beklerken; onlar ellerinde tek bir merdiven olmadığı halde surlara kudurmuş gibi saldırmadan önce, başlarında avazı çıktığı kadar ilâhi söyleyen papazları olduğu halde, duvarın dibinde dinsel bir geçit töreni yapmışlardır. El-Efdal’in ona bu Frenklerin kenti dinsel nedenlerle ele geçirmek istediklerini anlatmış olmasına rağmen, bu denli kör bir fanatizm onu gene de şaşırtmıştır. O da inanmış bir Müslümandır, ama Filistin’de çarpışmasının nedeni Mısır çıkarlarını savunmak ve inkârın gereği yok, kendi askeri kariyerini ilerletmektir.


Bu kentin diğerleri gibi olmadığını bilmektedir. Her zaman onun halk arasındaki adı olan İliye’yi kullanmıştır, ama hukuk bilginleri olan ulema ona el-Kuds, Beyt el-Makdis veya el-beyt el-Mukaddes (Kutsallığın yeri) adını vermektedirler. Bu âlimler, onun Mekke ve Medine’den sonra İslamiyet’in üçüncü kutsal kenti olduğunu söylemektedirler. Çünkü tanrı, peygamberi (Muhammed) mucizevi bir gecede Musa ve Meryem’in oğlu İsa’yla tanıştırmak üzere göklere buradan çıkarmıştır. O zamandan beri, el-Kuds bütün Müslümanlar için, Tanrı mesajının sürekliliğinin simgesidir. Birçok dindar, mescid el-Aksa’nın kentin kare biçimli evlerine egemen, parıldayan devasa kubbesinin altında murakabeye dalmak üzere gelmektedir.


Bu kentte gökler (tanrı) her sokak köşesinde mevcutsa da, İftihar’ın ayakları yere basmaktadır. Hangi kent olursa olsun, askeri tekniklerin aynı olduğunu düşünmektedir. Frenklerin şarkı söyleyerek ilerlemelerine sinirlenmekte, ama onlardan kaygı duymamaktadır. Fakat kuşatmanın ikinci haftasının sonuna doğru, düşman hararetle iki devasa ahşap kule yapımına girişince, içinde kaygı uyandığını hissetmiştir. Temmuz başında bu kuleleri ayağa kaldırmışlardır bile; bunlar burçların tepesine yüzlerce savaşçıyı aktarmaya hazır durumdadırlar. Siluetleri hasım kampın ortasında tehdidkâr bir şekilde yükselmektedir.


İftihar’ın talimatları kesindir: Bu araçlardan biri surlara doğru en ufak bir hareket yaparsa üzerine ok yağdırılacak, Rum ateşi (kaplara konulan ve yakılarak düşmanın üzerine atılan petrol ve kükürt karışımı grejua ateşi) kullanılacaktır. Bu sıvı yayılmakta ve söndürülmesi zor yangınlar çıkartmaktadır. Bu korkutucu silah, İftihar’ın askerlerinin temmuzun ikinci haftası boyunca birçok saldırıyı püskürtmelerine olanak verecektir. Bu başarı, kuşatmacıların kendilerini alevlerden korumak amacıyla hareketli kulelerini yeni kesilmiş hayvanların sirke emdirilmiş postlarıyla kaplamalarına rağmen elde edilmiştir. Bu arada, el-Efdal’in yakında geleceğine dair söylentiler dolaşmaktadır. İki ateş arasında kalacaklarından korkan kuşatmacılar, çabalarını iki katına çıkartmışlardır.


İbn el-Esir, Frenkler tarafından inşa edilen iki kuleden biri, güneyde Sion tapınağının bulunduğu tepe tarafında, diğeri de kuzeydeydi. Müslümanlar birincisini yakarak, içinde bulunanların tümünü öldürmeyi başardılar. Fakat tam bu işi bitirmişlerdi ki, bir haberci yardım çağrısıyla geldi, çünkü kent öteki taraftan istila edilmişti. Gerçekten de, 492 Şabanının bitiminden yedi gün önce, bir cuma sabahı kuzey taraftan ele geçirilmişti diye anlatacaktır.


Bu korkunç Temmuz 1099 gününde, İftihar, temelleri kurşun kaynağıyla tutturulmuş olan ve istihkâmın en güçlü noktasını meydana getiren bir hisar olan Davud kulesine mevzilenmiştir. Burada daha birçok gün tutunabilir, ama çarpışmanın kaybedildiğini bilmektedir. Yahudi mahallesi istila edilmiş, caddeler cesetlerle dolmuştur ve büyük cami civarında hâlâ çarpışmalar olduğu bilinmektedir. Kısa bir süre sonra, kendi ve adamları dört bir yandan kuşatılacaklardır. Ama gene de çarpışmaya devam etmektedir. Başka ne yapabilirdi ki? Kent merkezindeki çarpışmalar öğleden sonra hemen hemen sona ermiştir. Fatımilerin beyaz sancağı artık Davud kulesinin üzerinde dalgalanmaktadır.


Birden Frenk saldırıları durur ve bir haberci yaklaşır. Saint-Gilles’in yolladığı bu haberci, Mısırlı valiye eğer kaleyi teslim ederlerse, kendinin ve adamlarının hayatlarının bağışlanacağı önerisini getirmektedir. İftihar tereddüt eder. Frenkler daha önce defalarca sözlerinden dönmüşlerdir ve Saint-Gilles’in de aynı yönde karar vermediğini gösteren herhangi birşey yoktur. Ancak Saint-Gilles’i beyaz saçlı, altmışlarında bir adam olarak anlatmaktadırlar, herkes onu saygıyla selamlamaktadır, bu da onun sözünü tutacağının bir güvencesi olabilir. Her halükarda garnizonla anlaşma yapmak zorunda olduğu bilinmektedir, çünkü ahşap kulesi yokedilmiştir ve bütün saldırıları püskürtülmüştür. Bu yüzden, kardeşleri, diğer Frenk şefleri kenti çoktan yağmalamaya ve evler için kavgaya girişmişken, o daha surların dibinde sürünmektedir. İftihar olayı tarttıktan sonra, Saint-Gilles’in kendinin ve adamlarının güvenliğini sağlamaya şeref sözü vermesi koşuluyla teslim olmaya karar verir.


İbn el-Esir, özenli bir şekilde şöyle yazacaktır: Frenkler sözlerini tuttular ve onların gece Askalan (Askalon) limanına giderek oraya yerleşmelerine izin verdiler. Sonra şunları ekleyecektir: Kutsal kentin halkı kılıçtan geçirildi ve Frenkler müslümanları bir hafta boyunca katlettiler. Mes-cid el-Aksa’da altmış binden fazla insan öldürdüler. Ve doğrulanması olanaksız rakamları kullanmaktan kaçınan İbn el-Kalanissi şu kesinlemede bulunmaktadır: Çok insan öldürüldü. Yahudiler havralarında toplandılar ve Frenkler onları burada diri diri yaktılar. Evliya anıtlarını ve İbrahim’in - Tanrı huzur versin - mezarını da tahrip ettiler.


İstilacıların tahrip ettikleri anıtların arasında, Küdüs’ü 638 Şubatında Rumlardan almış olan ikinci halife Ömer İbn el-Hattab adına yapılmış olan Ömer camii de bulunmaktadır. Ve Araplar bunu izleyen süre içinde, kendi davranışlarıyla Frenklerinki arasındaki farkı açığa çıkartmak üzere bu örneği sık sık hatırlatacaklardır. 638 Şubatında halife Ömer, ünlü beyaz devesinin sırtında kente girmiştir ve kentin Rum patriği ona doğru yaklaşmaktadır. Halife, sözlerine bütün kent halkının can ve mallarının güvencede olduğuyla başlamış, sonra patrikten kendini hıristiyanlığın kutsal yerlerini gezdirmesini istemiştir. İsa’nın mezarındayken (Kıyama, Kutsal Kabir) ibadet saati gelmiştir. Ömer patriğe, namaz kılmak için seccadesini nereye serebileceğini sormuştur. Patrik ona yerinde kalabileceğini söyleyince, halife “eğer bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Ömer burada namaz kıldı’ diyerek buraya sahip çıkmak isterler” cevabını vermiştir. Ve seccadesini alıp, namazını dışarıda kılmıştır. Doğruyu görmüştür, çünkü adını taşıyacak olan cami tam da burada inşa edilmiştir. Frenk şefleri, ne yazık ki bu gönül yüceliğine sahip değillerdir. Zaferlerini, tarifi olanaksız bir katliamla kutlamışlar, sonra saygı duyduklarını iddia ettikleri kenti vahşice yağmalamışlardır.


Onların dindaşları bile bu vahşetten kurtulamamışlardır: Frenklerin aldıkları ilk tedbirlerden biri, o zamana kadar bütün fatihlerin saygı gösterdikleri eski bir gelenek uyarınca ayinlerini bir arada yapan bütün Doğu hıristiyan mezheplerine - Rumlar, Gürcüler, Ermeniler, Koptlar ve Süryaniler - mensup papazların Kutsal Kabir kilisesinden kovulmaları yönünde olmuştur. Böylesine bir fanatiklik karşısında allak bullak olan Doğu hıristiyan cemaat önderleri direnme kararı vermişlerdir. İsa’nın üzerinde öldüğü hakiki çarmıhı sakladıkları yeri istilacıya göstermeyi reddetmişlerdir. Bu insanlar açısından, kutsal emanete yönelik iman vatanseverlik duygularıyla katlanmış hale gelmiştir.


Sonuçta onlar Nazarethlinin (Nasıralı, İsa) hemşehrileri değiller midir? Fakat istilacılar bunlardan hiç etkilenmemişlerdir. Çarmıhı korumakla görevli papazları tutuklamışlar, onlara işkence yapmışlar ve sonunda sırlarını öğrenerek, Kutsal Kent hıristiyanlarının en değerli kutsal emanetlerini ellerinden zorla almışlardır.


Batılılar gizlenmiş son kentlileri katletme işini tamamlarken ve Kudüs’ün bütün zenginliklerine el koyarken, el-Efdal tarafından toplanan ordu Sina’da yavaş yavaş ilerlemektedir. Filistin’e, dramdan ancak yirmi gün sonra varır. Orduya bizzat komuta eden vezir, Kutsal Kentin üzerine doğrudan ilerlemek konusunda tereddüt eder. Yaklaşık otuz bin adamı olmasına rağmen, kendini güçlü hissetmemektedir, çünkü kuşatma araçlarından yoksundur ve Frenk şövalyelerinin kararlılığı onu korkutmaktadır. Bu durumda birlikleriyle birlikte Askalan civarına yerleşmeye ve düşmanın niyetlerini yoklamak üzere Kudüs’e bir elçilik kurulu yollamaya karar verir. Mısırlı elçiler, işgal altındaki kentte onlara Godefroi de Bouillon adıyla takdim edilen uzun saçlı ve sarı sakallı, uzun boylu bir şövalyenin yanına götürülürler, bu adam Kudüs’ün yeni efendisidir. Vezirin Frenkleri iyi niyetini suistimal etmekle suçlayan ve onlara eğer Filistin’i terketmeye söz verirlerse bir düzenleme öneren mesajını ona iletirler. Batılılar buna cevap olarak askerlerini toplarlar ve hiç ara vermeden Askalan yoluna koyulurlar.


O kadar hızlı ilerlerler ki, izcilerin haber vermelerine fırsat kalmadan Müslüman ordugâhının yakınlarına varırlar. İbn el-Kalanissi Ve daha ilk çarpışmada, Mısır ordusu tabanları yağladı ve Askalan limanına doğru geri çekildi, diye aktarmaktadır. El-Efdal de buraya çekildi. Frenk kılıçları Müslümanlara karşı zafer kazandılar. Katliamdan ne piyadeler, ne gönüllüler, ne de kent halkı kurtulabildi. Yaklaşık on bin kişi hayatını kaybetti ve ordugâh yağmalandı.


Ebu-Saad  el-Haravi’nin  önderliğindeki mülteciler, Bağdat’a herhalde Mısırlıların bozgunundan birkaç gün sonra ulaşmışlardır. Şam kadısı, Frenklerin yeni bir zafer kazandıklarından henüz habersizdir, fakat daha şimdiden istilacıların Kudüs, Antakya ve Urfa’ya egemen olduklarını, Kılıçarslan ve Danişmend’i yendiklerini, tüm Suriye’yi kuzeyden güneye aştıklarını, kendilerini rahatsız eden hiç kimse olmaksızın keyiflerince katliam ve yağma yaptıklarını bilmektedir. Halkına ve imanına hakaret edildiğini, aşağılandığını hissetmekte ve Müslümanların nihayet uyanmaları için avazı çıktığı kadar bağırmak istemektedir. Kardeşlerini silkelemek, tahrik etmek, utandırmak istemektedir.


19 Ağustos 1099 cuma günü, arkadaşlarını Bağdat Ulu Camiine götürür. Öğlen olup da müminler dört bir yandan cuma namazı kılmaya gelirlerken, Ramazan olmasına rağmen saygısız bir şekilde yemek yemeye başlar. Birkaç saniye içinde etrafında öfkeli bir kalabalık oluşur, askerler onu tutuklamak üzere yaklaşırlar. Ama Ebu-Saad ayağa kalkar ve etrafındakilere sükûnetle, binlerce Müslümanın katledilmesi ve islamiyetin kutsal yerlerinin tahribi karşısında tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar alt üst olmuş gözükebildiklerini sorar. Böylece kalabalığı sus pus ettikten sonra, Suriye’nin (Bilad-eş-Şam) uğradığı felâketleri ve özellikle de Kudüs’ün başına gelenleri anlatır. İbn el-Esir, mülteciler ağladılar ve ağlattılar diyecektir.


El-Haravi sokaktan ayrılıp, rezaleti saraya taşır. Müminlerin hükümdarı el-Mustazhirbillah’ın, bu yirmi iki yaşındaki genç, halifenin divanında “imanın verdiği desteklerin zayıf olduğunu görüyorum!” diye haykırır. Genç halife, açık tenli, kısa sakallı, yuvarlak yüzlü, öfke halleri kısa süren ve tehditlerini nadiren gerçekleştiren, güler yüzlü ve iyi huylu bir hükümdardır. Gaddarlığın hükümdarların birinci niteliğiymişe benzediği bir dönemde, bu Arap halife kimseye zarar vermemiş olmakla övünmektedir. İbn el-Esir, safiyane bir şekilde, Halkın mutlu olduğu söylendiğinde gerçek bir sevinç duymaktaydı, diye yazacaktır.

 


Duyarlı, ince, kolay ilişki kuran el-Mustazhir, sanat zevkine sahiptir. Mimari tutkunu olarak, Bağdat’ın doğusundaki özel konutu Harem’in etrafına yapılan surların inşaatını bizzat yönetmiştir. Ve çok miktarda olan boş zamanlarında aşk şiirleri yazmaktadır: Sevgilime elveda demek için elimi uzattığımda, ateşimin harı buzu eritti.


Ancak, İbn el-Esir’in tasvir ettiği üzere, her tür tiranlıktan uzak bu iyi insan, her an karmaşık bir saygı gösterme törenleri ağıyla kuşatılmışsa ve vakanüvisler adını saygıyla anıyorlarsa da, uyrukları üzerinde hiçbir iktidara sahip değildir. Bütün umutlarını ona bağlamış olan Kudüslü mülteciler, onun otoritesinin sarayının duvarlarının dışında geçmediğini ve siyasetin onu her halükârda sıktığını unutmuşa benzemektedirler.


Oysa arkasında şanlı bir tarih vardır. Önceli olan halifeler, peygamberin ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca (632-833), zirve noktasında İndüs’ten Pirenelere kadar alanı kapsayan ve hatta bir ara Rhône ve Loire vadisine kadar uzanmış olan muazzam bir imparatorluğun ruhani ve dünyevi önderleri olmuşlardır. Ve el-Mustazhir’in mensup olduğu Abbasi hanedanı, Bağdat’ı Binbir Gece Masalları’nın büyülü kenti haline getirmiştir. Atalarından Harun er-Reşid’in hüküm sürdüğü IX. yüzyıl başlarında, halifelik dünyanın en zengin ve güçlü devletiydi ve başkenti en ileri uygarlığın merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, büyük bir bedava hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin’de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kâğıt imalathanesi bulunmaktaydı. Doğu’ya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan Batılılar buğday samanından kâğıt imal etme sanatını Suriye’de öğreneceklerdir.


Fakat el-Haravi’nin Kudüs’ün düştüğünü el-Mustazhir’in divanında haber vermeye geldiği bu kanlı 1099 yazında, bu altın çağ çoktan gerilerde kalmış bulunuyordu. Harun er-Reşid 809’da ölmüştür. Bundan çeyrek yüzyıl sonra, ardılları gerçek iktidarlarını tamamen kaybetmişlerdir. Bağdat yarı yarıya harap olmuş ve imparatorluk parçalanmıştır. Geriye yalnızca şu birlik, başarı ve refah döneminin efsanesi kalmıştır ki, bu efsane Arapların düşlerinden hiç eksilmeyecektir. Aslında Abbasiler daha dört yüzyıl hüküm süreceklerdir. Ama artık yönetemeyeceklerdir. Artık hükümdarları keyiflerince tahta çıkartan veya indiren, çoğu zaman bu iş için onları öldürme yoluna giden Türk veya İranlı askerlerinin elindeki rehinelerden başka birşey olmayacaklardır. Ve birçok halife, öldürülmekten kurtulmak için siyasi faaliyetlerden el etek çekecektir. Haremlerine kapanıp, artık kendilerini hayatın zevklerine verecekler, şair veya müzisyen olacaklar, kokulu güzel dişi köle kolleksiyonu yapacaklardır.


Arapların şanının uzun bir süre cisimlenmiş hali olan emir el-Müminin artık onların gerilemesinin canlı simgesi haline gelmiştir. Ve Kudüs’ten kaçanların kendinden bir mucize bekledikleri el-Mustazhir, bu işe yaramaz halifeler ırkının tam bir temsilcisidir. Bunu yapmak istese bile bütün ordusu birkaç yüz zenci ve beyaz hadımdan meydana gelen bir hassa birliği olduğu için, kutsal kentin yardımına koşamaz. Ancak Bağdat’ta asker kıtlığı çekilmemektedir. Caddelerde, çoğu zaman sarhoş durumda olmak üzere, binlercesi dolaşmaktadır. Kent halkı onların aşırılıklarından korunmak için her gece mahallelerin girişlerini tahta veya demirden ağır engellerle kapatma adetini edinmişlerdir.


Sukları (çarşı) düzenli yağmalarıyla iflasa sürükleyen bu üniformalı afetler, tabii ki el-Mustazhir’den emir almamaktadırlar. Komutanları hemen hemen hiç Arapça bilmemektedir. Çünkü bütün Müslüman Asya kentleri gibi, Bağdat da kırk yıldan beri Selçuklu Türklerin elindedir. Abbasi başkentinin güçlü adamı olan, Kılıçarslan’ın kuzenlerinden sultan Berkyaruk, teorik olarak bütün bölge beylerinin efendisidir. Fakat gerçekte, Selçuklu imparatorluğunun her bölgesi uygulamada bağımsızdır ve hüküm süren aile üyeleri tamamen haneden kavgalarının içine yuvarlanmışlardır.

 

Ve el-Haravi, 1099 Eylülünde Abbasi başkentinden ayrıldığında, Berkyaruk’la görüşmeyi başaramamış durumdadır, çünkü sultan, İran’ın kuzeyinde öz kardeşi Muhammed’e karşı sefere çıkmış durumdadır; ama bu savaş kardeşinin lehine dönmüştür ve Bağdat ekim ayında Muhammed’in eline geçecektir. Ancak bu saçma kavga, bu olayla sona ermemiştir. Hatta artık anlamaya uğraşmaktan vazgeçmiş Arapların şaşkın bakışları altında, tamamen gülünç bir hale dönüşecektir. Kararı okur versin! Muhammed 1100 Ocağında Bağdat’tan aceleyle ayrılmış ve Berkyaruk kente zafer kazanmış bir edayla girmiştir. Ama bu uzun sürmeyecektir, çünkü ilkbaharda kenti yeniden kaybetmiş ve Nisan 1101’de bir yıllık aradan sonra güç kullanarak tekrar gelmiş ve kardeşini ezmiştir; Abbasi başkentinin camilerinde verilen hutbelerde adı tekrar zikredilmeye başlamış, ama Eylülde durum tekrar tersine dönmüştür. İki kardeşinin kurdukları bir ittifak karşısında yenik düşen Berkyaruk, ebediyen kavga dışı kalmışa benzemektedir. Böyle düşünenler onu yanlış tanımaktadırlar; bozguna uğramasına rağmen beklenmedik bir anda Bağdat’a geri dönmüş ve kenti birkaç günlüğüne ele geçirmiş, ekimde buradan tekrar atılmıştır. Fakat bu sefer de yokluğu kısa sürmüştür, çünkü aralık ayında varılan anlaşma ile kent ona geri verilmiştir. Bağdat, sonraki otuz ay içinde daha sekiz kere el değiştirecektir; her yüz güne ayrı bir efendi düşmektedir. Ve bütün bunlar, Batılı istilacılar fethettikleri topraklardaki konumlarını pekiştirirlerken olmaktadır.


İbn el-Esir, kelimelere olduklarından daha güçlü anlamlar vererek, Sultanlar aralarında anlaşamıyorlardı ve Frenkler işte bu yüzden ülkeyi ele geçirebildiler, diyecektir.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


7 Ocak 2023 Cumartesi

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Amerikan iç Savaşı

 


Amerika yayılma politikası izlerken, büyük ölçüde köleliği kaldırmış olan sanayileşmiş kuzey kesimleri ile tarımcı ve köleci güney eyaletleri arasındaki   gerilim   yükselmeye   başladı.   Kölelik karşıtı Cumhuriyetçi   Parti adayı Abraham   Lincoln 1860 yılında başkan seçildi. Lincoln'un köleliği kaldıracağından korkan güney eyaletleri birlikten ayrılarak bir Konfederasyon kurmak istediler. Güney'in öncelikli talebi bağımsız bir ulus olarak tanınmaktı.  Lincoln' un temel motivasyonu ise birliği korumak olmuştu.

Savaş 1861 yılında Konfederasyon Güçleri Güney Karolina'daki Forth Sumter'da Birlik Güçleri ' ne ateş açınca başladı.  Her iki tarafın orduları da hızla bir araya getirildi. 21 Temmuz'da 30.000 Birlik gücü Konfederasyon     Güçleri    tarafından     Virginia'daki    Manassas'tan çıkarıldılar. Konfederasyon Güçleri'nin başında General Stonewall Jackson ve General Beauregard vardı. Yenilgi birliği şok etmişti. Hızla 500.000 asker topladılar. 1863 yılında Lincoln , Özgürlük Bildirgesi'ni yayınladı (Bildirgeyle yılsonuna kadar Birlik'e katılmayan tüm Konfederasyon üyesi devletlerdeki kölelere özgürlük veriliyordu). Bu durum savaşa yeni bir motivasyon kazandırmış oldu. Artık Güney' le uzlaşmak savunulamaz durumdaydı.

Birlik, 1863 yılındaki Vicksburg Savaşı'nda Mississippi Nehri'nin kontrolünü ele geçirdi. Gettysburg Savaşı'nda saldırgan Konfederasyon güçleri püskürtülerek, Konfederasyon'un kuzeye ilerlemesi durdurulmuş oldu (Lincoln 1863 Kasım ayında ünlü Gettysburg Söylevi'ni vermişti). Birlik Generali William Sherman, Atlanta, Savannah ve Georgia'yı alırken Konfederasyon adım adım geriliyordu. Birlik Güçleri'nin lideri olan General Ulysses S. Grant nihai taarruzuna 1865 Nisanı'nda girişti. 9 Nisan'da Konfederasyon Generali Robert E. Lee, Appomattox'da teslim oldu. Kuzey'in zaferi ABD'de köleliğin kaldırılmasını getirdi. Konfederasyon son buldu ve federal hükümet güçlendi. 600.000 Amerikalının öldüğü bu savaş Amerikan tarihinin en vahşi savaşlarından biriydi. Daha önce böyle bir kayıp verilmemişti.


Alıntıdır. 


İslam Devletlerinde Yönetim

 




İslam Devletinde Memuriyetler ve Hükumet Daireleri


1.yılda Medine'de, sayıları onlarla ifade edilen muhacir ve ensar tarafından oluşturulan İslam devleti eşitlik, kardeşlik ve yardımlaşma temelleri üzerine kurulmuştur. Hz. Peygamber'in "Kim; yetim ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri arkasında bırakırsa bize, kim mal terk ederse mirasçısına kalır" anlamındaki hadis-i şerifinden anlaşıldığı üzere, Müslümanlar arasında mal ve mülkleri, işleri vs. diğer konuları birleştirmek suretiyle kendilerini kardeş yapmıştı. Menfaatte bu şekilde ortak olma, Müslümanlar arasında birliğin iyice kuvvetlenmesine neden olmuştur. O dönemde dini, siyasi ve idari işlerden ibaret bulunan devlet görevlerinin hepsi Peygamber'in şahsında toplanıyordu. Biz bu konulara dini bir bakışla değil ancak devletin kuruluşunda taşıdığı önemden dolayı bahsedeceğiz.


Cemaatle namaz kılmak, dünyada birlik ve imama (devlet başkanına) itaat etme yararını sağlamıştır.

Zekata gelince; devletin ayakta durmasının ve düzeninin sebebi zekattır. Zekat kurumu günümüzde maliye bakanlığı dediğimiz Beytülmalin aslı, kaynağı ve temelidir.


Bilindiği üzere devletler, saltanat veya cumhuriyet, sınırlı (mukayyet) veya sınırsız (mutlak) bir idare olsun, her ne şekilde olursa olsun, diğerlerinden farklı ve sayılması mümkün olmayan bazı kanun ve nizamlara bağlıdırlar. Ancak iki şeyde birleşirler: Para ve asker. Bir devlet yönetim şekli ne olursa olsun parasız ve askersiz olamaz ve yaşayamaz. Muhtemelen normal zamanlardan daha çok, -özellikle kuruluş döneminde­ devletin para ve askere ihtiyacı daha büyük olur. İlk İslam devletinde namaz, Müslümanlar ve askerler arasında kardeşlik, birlik ve düzeni, zekat da askere gerekli olan malları oluşturuyordu.


İslam devletinin esas temeli: "Namazı kılınız, zekatı veriniz ve rükü edenlerle beraber rükü ediniz." Ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere: "namaz (salat), zekat ve rüküya varanlarla rükü oluşturur. Zekattan maksat; zengin Müslümanların mallarından artan fazladan, belli bir miktar alıp fakir Müslümanlara vererek İslam dininin esası olan birliği güçlendirmek ve sağlamlaştırmaktır. Bu fazla, zekat olarak alınır, sadaka olarak verilir. Hz. Peygamber sahabenin büyüklerinden Muaz b. Cebel'i, Yemen'e vali olarak göndereceği zaman kendisine verdiği şu öğütler, sözünü ettiğimiz noktayı veciz bir şekilde gösterir: "Ehl-i kitap olan bir halka varıyorsun. Kendilerini Allah'ın varlığına ve birliğine, Muhammed'in Peygamber olduğunu kabule davet et. İtaat ederlerse, Cenab-ı Hakk'ın günde beş vakit namazı farz buyurduğunu kendilerine bildir. Buna itaat ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilen, üzerlerine Cenab-ı Hakk tarafından bir sadaka farz olunduğunu anlat. Buna itaat ederlerse sakın onların asıl mallarına dokunma. Zulme uğrayanın bedduasından kaçın. Çünkü zulme uğrayanın şikayetiyle Cenab-ı Hakk arasında bir perde ve engel olmaz."


Zekatın zenginler üzerine farz kılınıp fakirlere verilmesinde büyük hikmet vardır. Bu metot, özellikle baskı ve zorbalıkla tanınan ilkel çağlarda, halkın çoğunluğunu oluşturan fakirleri hoşnut eder. İslamiyet, zayıfa yardım etmek ve zayıfla kuvvetliyi eşit kılmak için gönderilmiştir. Bu yüzdendir ki, Hz. Muhammed'e düşman olanlar, fakirleri kendi mallarına ortak etmek istemeyen ve onlarla eşit bir halde bulunmaya tenezzül etmeyen, Mekke'nin ileri gelen büyükleri ve zenginleriydi.


(H. 2/M. 624) yılında Bedir Savaşı'ndan sonra, ganimet ve cizye gelirleri Medine'ye gelmeye başladı. Bunun üzerine gerek Hz. Muhammed gerek Hz. Ebubekir zamanlarında devlet gelirleri, biri zekat, öbürü ganimet, üçüncüsü de cizye olmak üzere üç kısma ayrılıyordu.

Zekat Müslümanların zenginlerinden toplanıp fakirlerine veriliyordu. Ganimetler, savaşlarda düşmandan ele geçen mallar olup mücahitler arasında pay ediliyordu. Cizye ise, Arap Yarımadası vs.'de yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan, Müslümanların himayeleri altına giren halklardan alınan bir çeşit vergiydi. Bu malların toplanıp dağıtılmasını gözetmek, önceleri Hz. Peygamber daha sonra halifelerin görevleri arasındaydı. Medine'ye, herhangi bir bölgeden zekat geliri vs. bir mal gelince, önce mescide götürülür, Hz. Peygamber yahut halifesi tarafından hiçbir şey kalmayıncaya kadar, hepsi Müslümanlara dağıtılırdı. Bu dağıtımda, büyük -küçük, hür köle, erkek kadın arasında herhangi bir ayırım yapılmazdı.


Hz. Ömer'in halifeliğinde ülkeler fethedilip Araplar, Rum ve İranlılar ile karışıp İslam egemenliği kökleşip yayılınca, gelir kaynakları da çoğaldı. Bu yüzden gelirleri bir kayıt altında tutmaya ve korumaya, gelir ve masrafların belirlenmesine gerek duyuldu. Hz. Ömer gelirlerin bir deftere kayıt edilmesini ve bu gelirlerden hükumet adamlarına, -herkesin hakkına ve kabiliyetine göre- yıllık belli maaşlar verildikten sonra gelir fazlasının gereğinde kullanmak üzere korunmasını uygun buldu. Hz. Ömer'in bu teşebbüsü Hicret'in 15. veya 20. yılında olmuştur. Kurulan bu daire veya kurum, İranlılarda o dönemde mevcut olan dairelere benzetildiğinden divan adıyla biliniyordu.


Hz. Ömer, çevresinde bulunan Müslümanların, İslam devletinin kurulması ve genişlemesi işinde, yararlılıklarını göz önüne alarak, Müslümanları bulundukları konum ve güçlerini de değerlendirerek, her birine hizmetinin derecesine göre, belli miktarda maaşlar vermeyi uygun buldu. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'e olan soy yakınlığını da göz önüne alarak; özel bir konum ve ayrıcalık verdi. Devlete ait bu gelir ve giderlerin kayıt ve zaptı işi için de özel bir katib görevlendirildi.


Ancak daha sonra gelir kaynakları iyice artınca, Medine'ye her taraftan para ve mallar yağmaya başladığından, Hz. Ömer gelen malların korunması için bir hazine veya bir ev kurarak buna da Beytülmal adını vermişti. Halifeler içinde beytülmali ilk kuran Hz. Ömer'dir. Daha önce Hz. Ebubekir zamanında da beytülmalin adı geçiyordu ancak o devirde gelen mallardan korunması gereken bir şey kalmadığından fiili olarak beytülmal mevcut değildi.


Hulefa-i Raşidin devrinin bittiği tarihte (H. 40/M. 661) hükumet memurlukları şöyleydi:


Halife

Vilayetlerde valiler

Haberleşme, gelir ve gider kayıtlarına bakmak üzere halifenin katibi

Halife için hacib adı verilen özel hizmetçi

Beytülmal yöneticisi olarak hazinedar

Davalara bakmak için kadı.


Daha sonraki dönemde, Halifelik Emevilere geçince hilafet makamı padişahlık veya saltanat şeklini aldı. Müslümanlar aslen Arap olmayan unsurlar ve halklarla karışmaya başladılar ve ilişkileri her geçen gün artarak devam etti. Buna bağlı olarak hükumet işleri de -büyüme ve gelişme kanununa uygun olarak- daha da genişledi ve dallara ayrıldı. Emeviler, idari işlerle ilgili birçok şeyi Rum ve İranlılardan alarak kendi devlet sistemlerinde kullandılar. Gösterişli ve debdebeli bir yönetimi gerekli görmeleri sonucu, çok sayıda hizmetçi, maiyet memuru, yaver ve muhafız görevlendirdiklerinden daha önce devlet kurumlarında yer almayan bazı memuriyetler kurmak zorunda kaldılar. Emeviler kendi devletlerinde "hırs-hırz" (koruma) adıyla maiyet muhafızlarını, "divan el hatem" (mühür dairesi), berid dairesini (haberleşme ve istihbarat divanı), haraç dairesini (divan el harac) kurmuşlardır.


Hilafet Abbasilerin eline geçince, yabancılarla karışma ve kaynaşma daha da yoğunlaşmış ve halifelerin savurganlık, rahat ve refaha meyilleri daha da artmıştır. Rahatlarını daha da artırmak isteyen halifeler, kendi taraftarından, kendileri adına; devlet işlerini idare edecek adamlar görevlendirmeye başladılar. işte bu nedenle vezirlik ve hisbe kurum ve memurluklarını, zamanla da diğer memurlukları kurdular. Hükumet işlerinin gelişme ve yoğunlaşmasına paralel olarak, memuriyet ve görevler de, doğal olarak o oranda çoğalıp çeşitlenmiştir. İslam devletlerinde söz konusu bu memuriyet ve görevler her devlette, konum ve yerine göre bazı farklılıklar göstermiştir. Bu nedenle Bağdat'taki kurum, hükumet memurlukları veya devlet görevleri, Endülüs'teki devlet kurum, makam ve mansıplarından farklıdır. Kahire'de de kurumlar ve idari yapı daha çok Endülüs modeline benziyordu.


Hükumet Dairelerinin Çoğalması ve Gelişmesi


İslam devleti, oldukça sade bir yapı ve görünümde bulunduğu ilk devirlerde, hükumet işlerini ve kurumlarını halife bizzat denetlerdi. O dönemde, valiler dindar, zühd ve takva sahibi olduklarından, onların durum ve hareketlerini teftiş etmeye de çok gerek duyulmazdı. Halife de, katib ve defter kullanılmasına ihtiyaç duyulacak derecede gelir ve mala da malik değildi. Halife, valilerden birine bir mektup yazdığı zaman, o mektubu kendi eliyle mühürlerdi. Kimi kez de mektubunu kendisi yazardı. Ancak zamanla İslam toprakları genişleyip, halifelik makamı dini yapıdan padişahlığa dönüşünce, halifeler de çoğalan işlerinin arasında boğulmamak ve rahat edebilmek düşüncesinin yanı sıra, devlet işlerinde Rum ve İran padişahlarına özenmeye başlayınca; ülkenin büyümesi ve gelişmesinin doğal sonucu olarak hükumet işlerini düzenlemek için çeşitli yeni daire ve mansıbların kurulmasına gerek duyulmuştur. Bu yüzden halifeler, devlet işlerini idare etmek üzere; vezirlik, vilayetlerdeki valilerin durumlarını ve yönetimlerini teftiş ve kontrol için beril divanı eminliği ve nazırlığı, hilafet divanından yazılan ve gönderilen emirleri mühürlemek ve kaydetmek için "evamir-i sultaniyye ve mühür" eminliği veya nazırlığı, halifelerin emlak ve çiftliklerine bakmak için, çiftlikler divanı emirliği; halifenin maiyetinde bulunan hizmetçiler, memur vs.'nin maaşlarına bakmak için de "divan-ı hass" idaresi gibi daireler ve memurluklar kurmuştur. Devletin içinde bulunduğu uygarlaşma hızına paralel olarak, sikke basılmasına, uraz (sırmalı ve nakışlı elbise) kullanılmasına da gerek görüldüğünden sikke basımı için darphane, tıraz imalatı için de "tıraz divanı" kurulmuştur. Bunun dışında "divan el tertib", "divan el aziz" adı verilen daireler gibi, yazışmaların sunulmasına, diğerleri başka işler ve konulara bakmak üzere bazı daire ve memuriyetler de kurulmuştu. Divan el-aziz, günümüzdeki "Bab-ı Ali" ye benziyordu.


Raşid Halifeler zamanında Hz. Ömer tarafından oluşturulan divanda, kendisinin kurdurduğu usul üzere, haraç, cizye vs.'den gelen malları askere, valilere, kadılara vs.'ye verilen maaşları kayıt ve zapt eden ve valilerle haberleşmeleri yazan yalnız halifenin katibiydi. Zamanla bürokrasinin işleri çoğalıp yoğunlaşınca, söz konusu daire de birçok şubeye ayrılmıştır. Haraç ve cizye işlerine bakmak için "haraç divanı", askere vs.'ye verilen maaşların hesabına bakmak için "zimam ve nafaka divanı" adıyla birer daire kurulduğu gibi, diğer konulara bakmak için de "ikta'-mukataat dairesi", "maadin dairesi" gibi bazı daireler daha oluşturulmuştur. Askerin isimleri, rütbe ve maaşlarının kaydını tutan "divanü'l-cünd" (askeri daire) de söz konusu ilk divandan ayrılan dairelerden biridir. Bu askeri daireden "esalil" donanmalar ve serhatler divanları vs. doğmuştur. Valiler vs. idarecilerle haberleşmek üzere "divanü'r-resail" veya "divanü'l-inşa"adıyla kurulan haberleşme dairesi de bu nedenle oluşturulmuştu.

Bundan daha önce, vergi, ganimet vs. devlet mallarını korumak için kurulan ve bir mahzen veya depo şeklinde bulunan Beytülmal de Abbasiler zamanında; biri sadaka mallarına, diğeri ise emval-i mezalime (zulüm yapanların el konulan malları) bir diğeri, miras mallarına, diğerleri de başka işlere ait olarak çeşitli dairelere bölünmüştü. Böylece diğer devlet işleri de gittikçe çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Bu nedenle kazadan şikayetler, hisbe, zabıta idareleri gibi birçok yeni kurum da oluşturulmuştur.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Mardin

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak