23 Aralık 2022 Cuma
SULTAN ALPARSLAN DEVRİNDE ANADOLUDA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-1
Büyük Selçuklu devletinin ilk sultanı Tuğrul Bey'in ölümü (Eylül 1063) üzerine, o sıralarda Horasan Genel Valisi bulunan Alparslan, vezir Kündüri'nin, kardeşi Süleyman'ı Selçuklu tahtına geçirme teşebbüsünü süratle bertaraf ile Büyük Selçuklu devleti sultanı olmayı başarmış idi. Ayrıca o, saltanat iddiasıyla sultan Tuğrul devrinin sonlarına doğru harekete geçerek bunu devam ettirmekte olan amcası Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış'ı da bertaraf etti (1064 yılı başları). Böylece ülke içinde huzur ve sükunu sağlamış oldu.
Sultan Alparslan, yönetimde istikrarı sağladıktan sonra devletin fetih planlarına uygun olarak sultan Tuğrul zamanında yapılan Anadolu seferlerini sürdürmek amacıyla, Şubat 1064'de, başkent Rey'den hareketle Azerbaycan'a geldi. Burada ordusuna katılan kalabalık Türkmen kuvvetleriyle Urmiye Gölü'nün kuzey doğusundaki Merend kentine geldiği zaman, Anadolu'ya sürekli akınlar yapmakta olan emir Tuğtekin, huzuruna çıkıp giriştiği akınlar ve Anadolu'ya ulaşan belli - başlı yollar hakkında kendisine bilgi arzetti. Tuğtekin'den başka, sultan Tuğrul zamanından beri Anadolu'daki Selçuklu askeri harekatını yönetmekte olan kardeşi Yakuti ve Selçuklu emir ve Türkmen beyleri de kendisine katılmış olmalıdırlar. Çok geçmeden Nahçıvan'a gelen Alparslan, Aras ırmağını teknelerden oluşturulan bir köprüden geçirttiği ordusunu iki kola ayırdı. Bizzat yönettiği ordusunun ilk koluyla ilerleyerek Selçuklu istilası sebebiyle, Bizans'ın Anadolu'daki hakimiyetinin çökmesinden faydalanarak Lori kentini başkent yapıp yeniden bir prenslik kurmaya çalışan Ermeni prensi Davidoğlu Giorg'un "Yıllık vergi verme" karşılığında Selçuklu vasalı olması önerisini kabul etti. Daha sonra sultan, Gürcistan topraklarına girerek Kangarnı, Kartlı ve Javakhet (Tiflis - Çoruh ırmağı arası) bölgesini istila ile Gürcistan'ın kuzey uçlarına kadar ileri harekatını sürdürdü. Bu cümleden olarak o, Kür ırmağı yönündeki dağlık Trialet'i istila ettiği sıralarda, ordusunun öncü kuvvetleri, batı yönündeki Kür ırmağının Cek kolu üzerindeki Kveliskür'e kadar ilerlemişlerdi. Sultan Alparslan, Şavşat üzerinden geniş bir yay çizmek suretiyle geçerek güney yönüne inip Panaskert çayı üzerinde bulunan aynı addaki kente ulaştı. Daha sonra o, Kartlı - Kars arasındaki Akşehir (Sepidşehr, Akhalkelek) yörelerini de ele geçirdi (Temmuz 1064). Bundan başka sultan, Gürcü kuvvetlerinin savunduğu Borçala ırmağı kıyısında bulunan Allaverdi kentini de şiddetli çarpışmalardan sonra hücumla elegeçirmeyi başardı; şehirden pek çok ganimet ve tutsak elegeçirildi. Bu arada Selçuklu kuvvetleri, Gürcü prensi IV. Bagrat (Pakrat')ı yakalamak üzere idiler; fakat prens, Kafkas dağlarına kaçarak canını güçlükle kurtarabildi. Bununla birlikte Bagrat, sultana bir elçi heyeti göndererek "İtaat ve tabiiyetini" arz edip "Selçuklu devletine yıllık vergi vermek" şartiyle barış isteğinde bulundu. Onun bu teklifini kabul eden Alparslan, ileri harekatını durdurarak Aras ırmağı havzasına geldi. Bu harekat sırasında sultan, elegeçirilen zengin ganimeti başkent Rey'e göndermiştir. Öte yandan sultanın oğlu Melikşah, beraberinde Yakuti, vezir Nizamülmülk ve Horasan amidi Muhammed b.Mansur olduğu halde, emrine verilen Selçuklu kuvvetleriyle Aras ırmağı yönünde ilerleyip Bizans kuvvetlerinin savunduğu Anberd (Buirakan)'i şiddetli bir kuşatmadan sonra elegeçirdi; çok geçmeden Sürmeli ve Hagios Georgio kalelerini de aynı şekilde fethetti. Daha sonra o, kaynaklarda Farsça imlasıyla kaydedilen ltleryemnişin (Belki Şirek'teki Marmaraşin)'i kuşattı. Pek çok Hıristiyan din adamının yaşadığı bu kutsal ve sağlam surlara sahip olan ünlü şehir, günlerce süren ve gece gündüz yapılan çarpışmalardan sonra fethedildi. Bu önemli kalenin alınması ve dolayısıyla oğlunun başarısına sonderecede sevinen sultan Alparslan, oğlunu ve veziri Nizamülmülk'ü huzuruna çağırtıp onları kutladı. Çok geçmeden sultan, oğlunun kumandasındaki kuvvetleri de yanına alarak yine Bizans yönetiminde bulunan Anı kalesi üzerine yürüdü. Arpaçay üzerinde bulunan, yüksek ve sağlam surlar, içi su dolu derin hendeklerle korunan Doğu - Anadolu' nun bu ünlü kalesi, Bizans generalleri Bagrat ve Grigor tarafından savunulmakta idi. Bizans birlikleri, şehir dışında karargah kurup kaleyi kuşatma hazırlıklarına başlayan Selçuklu askerlerine karşı saldırıda bulundularsa da yenilgiye uğrayıp kaleye kaçmak zorunda kaldılar. Çok geçmeden kaleyi kuşatan Selçuklu kuvvetleri, özellikle lağımcılar ile, kalenin karşısına kurulan tahtadan bir kule üzerindeki mancınıkın ve stratejik önemi haiz noktalara yerleştirilen okçuların gece gündüz azimle savaşmaları sonucunda ve dolayısıyla Büyük Sultan Alparslan'ın uyguladığı mahirane savaş taktiği sayesinde, kaynaklarda "Asla zaptedilemez" biçiminde nitelenen Anı kalesini fethetmeyi başardılar. Fethinden sonra sultan şehir ve kalenin yönetimlerine Muhammed b . Mansur ve hadimi Şems'i atadı; çarpışmalar sırasında yıkılan surların, tahrip edilen şehrin onarılması hususunda onlara emirler verdi ve şehirde bir de mescit yaptırdı. Teslim olan Hıristiyan din adamları ve halk, başvergisi (Cizye) ödemek şartıyla canlarını kurtardılar (Ağustos 1064). Bizans imparatorluğunun ve dolayısıyla Hıristiyan aleminin bu ünlü kentinin Müslüman Türklerin eline geçmesi, Hıristiyan dünyasında derin üzüntü yaratmasına karşılık İslam aleminde büyük sevinç gösterilerine vesile teşkil etmiştir.
Sultan Alparslan, gerçekleştirdiği bu sefer sonucunda, fethettiği Ermeni ve Gürcülerin oturdukları çeşitli Bizans memleketlerinin yönetimlerini beraberinde sefere katılan vasal emirlere bıraktı. Şöyleki: Van Gölü bölgesi, Nahçıvan emiri Sakaroğlu Ebu Dülef'e, Anı ve yöreleri Dübeyl emiri Ebulesvaroğlu Minuçehr'e, Gürcistan'ın bir kısmı Gence valisi Fadlun'a, bir kısmını da Tiflis emirliğine.
Sultan Alparslan, başta Bağdad Abbasi halife Kaaim Biemrillah olmak üzere, bütün islam hükümdar ve emirlerine birer Fetihname göndererek küffara karşı kazandığı başarılar ve yaptığı fetihler hakkında bilgi verdi. Bu haber üzerine halifelik başkenti Bağdad ve öteki İslam memleketlerinde büyük sevinç gösterileri yapıldı. Ayrıca halife, sultana Fetihler babası (Ebu'l -feth) ünvanını gönderdi. Sultan Alparslan, gerçekleştirdiği Doğu - Anadolu ve Gürcistan seferinden sonra, ülke içinde ortaya çıkan birtakım huzursuzluklar ve özellikle ülkenin doğu sınırlarında fetihler yapmak amacıyla, Anadolu'dan ayrıldı. Bununla birlikte çok önem verdiği Anadolu askeri harekatına devam edilmesi hususunda gerekli emirler vermekten geri kalmadı.
ANADOLU'NUN FETHİ
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)
Prof. Dr. ALİ SEVİM
ANADOLU İNANÇLARI-8
ATEŞ
Birçok yerde ateşin de kendine göre bir dokunulmazlığı vardır. Ateş de kutsal sayılır birçoklarınca. Ateşe karşı tükürmek, ateşe sövmek, ateşe tırnak atmak, su dökmek uğursuz sayılır. Sabahleyin evinden başkasına ateş verenin ocağı sönermiş. Bu yüzden erkenden birine ateş vermek uğursuz bilinir. Anadolu'nun birçok köylerinde, daha doğrusu yazın yaylalarda, sabahları komşular ateş yakmak için birbirinden ateş isterler. Kibritle ateş yakmak biraz uzun sürdüğü için yanmış kor, ya da tavlı denen ucu yanmış odunla ocak tutuşturmak daha kolaydır. Bu nedenle birbirinden ateş ister komşular.
Birçoğu bu isteği yerine getirmez, kibrit verir. Kimi de kendi ocağında yaktığı bir çırayı gönderir, kor, ya da tavlı vermez.
Ateş verenin evinin bereketi ateş alanın evine geçermiş bu inanca göre. Bu inanç yeni değil, çok mu çok eskidir. Ateşin kutsal sayıldığı çağlardan kalmadır. İran' da Zerdüşt dinine göre ateş kutsal olduğu için ocak söndürülmez, tapınakta boyuna yanar. Bu inancı sürdüren İranlılar ateşe tapan (ateşperest) kimselerdir. Ancak ateşin kutsallığı İ.Ö. XX. yy. değin varır. Sümerlerde daha da eskiye gider. Eski Mısırlılarda da ateş kutsal sayılır. Anadolu'da ateşin kutsallığı Hitit öncesi uluslarda olduğu gibi Hititlerde de vardır. Ateşe adak sunmak, saçı saçmak kesilen kurbanın kanını dökmek değişmez bir gelenektir. İ.Ö.X.yy. dan sonra yaşayan Anadolu uluslarında da ateş kutsaldır. Birçok din törenleri ateşle, ocak başında yapılır. Tanrılara sunulan adaklar ateşe atılır, ateşte yakılır. Bunun en açık örneği ateşin üstünde duran Üçayaklı kutsal kazan 'dır.
Ateş Hindlilerde de kutsaldır. Onlar da ateşe karşı özel bir saygı gösterirler, yılanlara gösterdikleri gibi.
Anadolu topluluklarında ateşin kutsallığı islam dininin benimsenmesinden sonra da sürüp gitmiştir. Ahilerde, Bektaşilerde, Mevlevilerde ateş, ateşin bulunduğu ocak kutsaldır. Bütün bu inançların özünde çok eski çağ dinlerinin, ateşin bir tanrı olarak kutlandığı dönemlerin derin izleri, köklü kalıntıları vardır. Bir evin yıkılması, bir kimsenin başına büyük bir yıkım gelmesi, halk arasında, ocağı sönmek deyimiyle anlatılır. Ocağı söndü, ocağına incir dikildi, ocağı tütmez oldu. Gene halk arasında ev kurmaya, ev düzenlemeye ev ocak sahibi olmak, ot ocak şenletmek, ocak tüttürmek denir. Ocak, dolayısıyla ateş, insan yaşamını sürdüren temel ilkelerden biridir halk gözünde.
Ocak gibi, ocak taşı da özel bir kutsallık taşır, saygı görür. Anadolu'da, özellikle köylerde, ev yapılırken sıra ocak taşını yerine koymaya geldimi dua okunur, kurban kesilir, bağışlar dağıtılır. Ocağın, ateşin kutsallığı ile ocakta pişen ekmek arasında da bağlantı vardır.
Köylerde, günlük ekmek çokluk düz, geniş bir taş olan ocak taşı üzerinde pişer. Taş önceden yakılan ateşte ekmek pişirecek nitelikte kızdırılır. Hamur bu taşın üstüne konur, üstü kubbeli bir saçla örtülür. Ekmek saçı denen bu saç aracın üstüne kül, daha üstüne de odun konup yakılır. Buna ocak ekmeği, ya da poğaça denir. Karadeniz kıyılarında (daha çok Dolu Karadeniz kıyılarında, köylerde) ocak ekmeğine poğaça (boğaca) denir.
Bundan dolayı da ateş, onun yandığı ocak önemlidir. Birinin ocağına sövmek, gizlice ocağını kirletmek büyük suç sayılır. Bunu yapana düşman diye bakılır. Bu gibi olaylar öylesine önemli bilinir ki sonucu ölüme varan döğüşlere bile yol açar.
Geleneklerine, eski inançlarına çok bağlı köylerde birinin ocağına öç almak için işeyenin öldürüldüğü bile olmuştur; Bir evin erkeğine en ağır sövgülerden biri de, senin ocağına işeyim demektir. Bunu söyleyen bir kimsenin, derin bir öfke sırasında öldürülmesi işten bile değildir.
Ocak, ateş kutsallığının başka bir nedeni de evin canlılığını, şenlik oluşunu, yaşamı sürdürmeyi sağlamasıdır. Bir ev yapılırken ona ocak taşı vermek büyük bir dostluk, gönüldeşlik belirtisi sayılır. Gene Anadolu'nun değişik bölgelerinde yeni evlilerin ocağını yörenin en saygıdeğer yaşlısına yaktırma inancı vardır. Bu davranış yeni evlilere uğur getirmek, onlara mutluluk sağlamak içindir. Bir kimsenin ocağı tüttüğü, ateşi yandığı sürece düşmanları kıskançlığından çatlarmış. Düşmanın ilk işi ateşi söndürmek imiş.
Ateş ormana girdiğinde ağaçlar ağlar'mış. Ağaçların rüzgarla çıkardığı hışırtıyı ateşten korkup ağlama olarak nitelemenin özünde yangın korkusu olsa gerek. Ateş yanan yere cinler giremez'miş. Ateş sönünce cinler, periler ocak başında toplanır'mış. Ocakta ateş cızırdamaya başlayınca düşmanların yüreği yanar'mış. Dost ateş yakar düşman ateş söndürür'müş. Ateşin, ocağın kutsallığından doğmuş bütün bu inançlar. İnsanla başlamış, gene insanla sürüp gidiyor ateş.
Felsefe tarihinde ateşin, bütün varlıkların özü, ilkesi olduğunu söyliyen Anadolu'lu bilge Herakleitos sezmiş kutsallığını. Bu yüzden fırında bile tanrılar vardır, demiş.
Ateş yalnız halk düşüncesinde değil, Divan şiirinde de oldukça geniş bir yer tutar. Bütün Divan ozanları ateşi değişmez bir konu olarak işlemiştir. Durum İran, Arap yazınında da öyledir. Gerek bu adı geçen yazın türlerinde, gerekse halk yazınında ateş tükenmez bir konudur. Bunun din inançlarıyla da özel bir bağlantısı vardır. Ancak dinde ateş korkutucu yokedici bir nesnedir. Ateşin en güçlüsü, dinde, cehennem ateşi'dir.
Ateşin insanı ürkütücü bir anlam kazanması biraz da doğa olaylarının etkisiyledir. Yıldırımlar, güneş yakması yangınlar bu korkunun doğmasına yolaçmıştır.
Anadolu'nun birçok yerinde yaz aylarında yaylalarda, yüksek dağ doruklarında büyük ateş yakma, dağdan dağa ışıldak gösterme geleneği vardır. Bu iki amaçla yapılır. Biri yabancıl, yırtıcı hayvanları korkutma, sürüleri kollama, ötekiyle cinleri, perileri dağıtma. Halk arasında ateşten korunmak için hamayıl, muska (nüsha) taşıma geleneği de vardır. Birtakım evlerin kapısı üstüne yangını önleme amacı ile nazarlık takılır. Bu nazarlıklar çokluk hayvanların baş kemikleri, boynuzları, ya da at nalı olur.
İllerde birçok evlerin kapıları üstüne yangından korunmak için "Maaşaaallah", "Ya Hafız", "Ya Malikülmülk" gibi arapça sözlerin yazıldığı levhalar asılır. Bunların asıldığı evler yangından korunurmuş.
Dere akar enişe
Ben giderum peşine
Gezel güzel gızlarun
Yanarum ateşine
(Dere akar inişe
Ben giderim peşine
Güzel güzel kızların
Yanarım ateşine)
....
Yılanla olduğu gibi ateşle de ilgili atasözleri vardır halk dilinde:
Ateş ateşle söndürülemez.
Ateş avuçlanmaz.
Ateş demekle ağız yanmaz.
Ateş dumansız olmaz.
Ateş düştüğü yeri yakar.
Ateş olsa girmi kadar yer yakar.
Ateşe düşünce göz yummak olmaz.
Ateşi külde saklarlar.
Ateşin dostluğu olmaz.
Ateşin oğlu kül olur.
Ateşle oyun olmaz.
Ateşle su bir arada olmaz.
İSMET ZEKİ EYUBOĞLU’nun ANADOLU İNANÇLARI ANADOLU MİTOLOGİSİ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
22 Aralık 2022 Perşembe
SULTAN TUĞRUL DEVRİNDE ANADOLUYA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-3
Sultan Tuğrul'un seferi
Sultan Tuğrul, başkenti Hamedan olmak üzere, kendine ayrı bir hakimiyet bölgesi sağlamak amacıyla harekete geçen kardeşi İbrahim Yınal'ın isyanını bastırdıktan ve böylece devletin merkeziyetçi kudretini sağlamlaştırdıktan sonra Anadolu seferine girişti. Esasen Tuğrul Bey, bir yandan gittikçe artan Türkmen nüfusu ve dolayısıyla Anadolu'yu yurt tutma zorunluluğu, öbür yandan da imparatorla yapılan barışta tam bir anlaşma olmaması sonucunda Bizans'ın Anadolu'ya yeni kuvvetler göndermesi sebebiyle, Anadolu'nun fetih harekatına başlamak gereğini ve zorunluluğunu duymuş idi. Sultan Tuğrul, 1054 yılında, kuvvetli bir orduyla harekete geçerek Anadolu sınırlarını aşıp, Van Gölü'nün kuzey doğusundaki bugünkü Muradiye (Bergiri), daha sonra da Erciş'i kısa bir kuşatmadan sonra fethetti. Sultan, Van Gölü'nün kuzeyindeki ilerleyişine devam ederek sağlam surlarla çevrili büyük bir kalesi bulunan Malazgirt önlerine gelip karargah kurarak şiddetle kuşatmaya başladı. Kale, Bizans kumandanı Vasil tarafından savunuluyordu. Sultan, kalenin bir an önce düşmesini sağlamak amacıyla, bir yandan lağımlar kazdırırken, bir yanda da Bitlis'ten getirttiği büyük mancınıkı kurdurup kaleyi dövdürmeye başlattı; aynı şekilde vali Vasil de karşı savunma önlemleri almakta idi.
Fakat çok geçmeden, öğle vakti, Selçuklu askerlerinin çadırlarına çekilip dinlenmekte oldukları sıralarda, hile ile büyük mancınıka yaklaşan bir Norman fedaisinin koynunda sakladığı kükürt · petrol karışımı maddeleri süratle fırlatması sonucunda, mancınık alevler içinde yanmaya başladı. Norman askeri derhal takip edildiyse de yakalanamadı. Bunun üzerine sultan, yeniden kuşatmayı şiddetlendirdi, fakat savunucuların karşı hareketleri sebebiyle kuşatmayı kaldırdı.
Bu sıralarda sultan Tuğrul'un üç yönden sevkettiği kuvvetlerden ilki, kuzeyde Kafkaslar'a, batıda Canik ormanlarına, güneyde Tercan, Hanzit ve Erzincan'a kadar ilerlerken, ikinci kol, Oltu yörelerinden geçip Çoruh ırmağı vadisinin ötesindeki memleketleri istilaya uğrattı; geri dönüşleri sırasında, Bayburt yörelerinde kendilerine saldıran ücretli bir Frank kuvvetiyle savaştılar; çarpışmalar sırasında Selçuklu kuvvetleri komutanı şehit edildi ise de Türk kuvvetleri başarılı bir şekilde geri çekildiler. Kars yönünde ilerleyen üçüncü Selçuklu birlikleri, buranın Bizans valisi Gagik ile giriştikleri bir savaş sonunda, Bizans kuvvetleri adeta yok edildi. Öte yandan Malazgirt kuşatmasını kaldırdığını gördüğümüz sultan Tuğrul, ordusuyla Kars'a gelerek şehri bir süre kuşattıktan sonra Pasin ovasından geçerek Erzurum yörelerine, hatta daha doğuda bulunan Ügümi'ye değin ileri harekatını sürdürdü; bu bölgede hiç bir Bizans kuvveti, kendisine karşı çıkıp savaşmaya cesaret edemedi. Kuzeydoğu Anadolu'daki harekatını böylece tamamlayan sultan Tuğrul, güneye inerek yeniden Malazgirt'e gelip kuşatmaya başladı. Şiddetle yapılan çarpışmalar sırasında, dört yüz kişinin kullandığı büyük Selçuklu mancınıkının attığı iri taş ve kaya parçalarının surlarda açtığı gedikten şehre saldıran Selçuklu askerleri, başarılı olamayarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Sultan Tuğrul, kış mevsiminin yaklaşması sebebiyle, baharda yeniden gelip fetihlere devam etmek amacıyla, kuşatmayı yeniden kaldırdı. Giriştiği bu sefer sırasında elde ettiği pek çok ganimetlerle buradan hareketle yolu üzerindeki Adilcevaz'ı fethettikten sonra Anadolu'dan ayrıldı.
Sultan Tuğrul, özellikle Bağdad askeri valisi Daha sonraki (Şıhne) şii inançlı Arslan Besasiri'nin Abbasi askeri harekat halifeliğine karşı giriştiği isyankar hareketler sebebiyle, Anadolu'dan ayrıldıktan sonra Selçuklu vasalı Erran valisi Ebulesvar, 1055/56 yılında, Türkmen kuvvetlerinin yardım ve desteğiyle, Anadolu'da akınlara devam ederek Ani ve yörelerini istila etti. Bunun üzerine Bizans imparatoru Konstantin'in gönderdiği general Nikephoros, Dübeyl ve Gence yörelerine kadar ilerleyerek Ehulesvar'ı yenilgiye uğratıp onunla "Bizans vasallığını kabul etmesi" şartıyla bir antlaşma imzaladı.
Öte yandan, sultan Tuğrul, imparatorluk içinde ortaya çıkan çeşitli buhranlar sebebiyle, Anadolu fetih harekatını bizzat yönetememekle birlikte görevlendirdiği Selçuklu prens, emir ve Türkmen beyleri, Anadolu'da Bizans'a karşı askeri harekatı sürdürmekte idiler. Şöyleki : Beraberinde kalabalık bir Türkmen kuvveti olduğu halde, Azerbaycan ve Anadolu sınır boylarına gelen Çağrı Bey'in oğlu Yakuti, Anadolu'ya akınlara başladı. Yakuti'nin emirlerinden olan Sahuk (Belki Sunduk veya Saltuk) 1057 yılında, Doğu - Anadolu'ya sürekli ve başarılı akınlar yaptı. Anadolu'daki Rumeli ve Makedonya kuvvetleri komutanlığına atanan general Nikephoros Bryennios'un çabaları, Sabuk'un harekatını durdurmaya yeterli olamadı ve bu yiğit Türk emiriyle yaptığı bütün çarpışmalarda yenilgiye uğramaktan kurtulamadı. Yine Yakuti'nin sevkettiği diğer Selçuklu birlikleri, 1058 yılında, Kars yörelerine akınlarda bulundular; Kars ve Anı kalelerini kuşattılarsa da fethedemediler. Daha sonra bu kuvvetler, Pasin ovasına inerek bu kesimdeki bir çok kent ve kaleleri kuşatıp sıkıştırdılar, bunlardan Ügümi'yi fethettiler. Başka bir Selçuklu birliği, Malazgirt ve Muş taraflarına akınlarda bulundu. Yine aynı yılda, Yakuti'nin Azerbaycan ve Erran'dan sevkettiği başka bir Selçuklu birliği, Anadolu sınırlarını aşarak Erzurum yörelerine, daha sonra da Erzincan ve Kemah'a kadar ilerleyip elegeçirdi, bu arada Harput yörelerine de akınlarda bulundu. Bu kuvvetlerden bir kol, Çoruh ve Kelkit vadisi yoluyla ilerleyerek Şebinkarahisar (Şarki Karahisar)'ı ele geçirdi . Üç bin kişilik bir kuvvetin başında bulunan kahraman Türk emiri Dinar, Fırat ırmağı yönünde hareketle Malatya'ya ulaştı. Az sayıda bir Bizans atlı birliğinin savunmaya çalıştığı, fakat yok edildiği şehir kolaylıkla fethedildi, yöreleri akınlara tabi tutuldu. Emir Dinar'ın bu çarpışmalar sırasında şehit olduğu rivayet ediliyor (1058). Şehirde on gün kadar kalan ve çeşitli yönlere akınlarda bulunan Selçuklu kuvvetleri, Doğu - Anadolu ve Azerbaycan'a dönüşleri sırasında da Bizans kent ve kalelerini, onlarla giriştikleri bir çok çarpışmalar sırasında, tahribata uğratmaktan geri kalmadılar.
1059 yılında, sultan Tuğrul'un buyruğuyla Anadolu'ya Selçuklu akınları yeniden başladı. Prens Yakuti, beraberinde Horasan Saları, Kapar (Belki Emir-i Kebir), Ermeni kaynaklarındaki imlasıyla Kicaciç ve yine Sabuk adlı Selçuklu emirleri olduğu halde, sünni Abbasi hilafetine bağlı olmaları sebebiyle kara bayraklar taşıyan Selçuklu ordusuyla Van Gölü'nün kuzeyinden Anadolu topraklarına girdi. Horasan Saları, Urfa'yı kuşattıysa da Antakya dükü Khaçator'un müdahalesi üzerine, başarılı olamadı. Bununla birlikte Anadolu'nun kuzey bölgelerinde, emir Sabuk'un kumandasında ileri harekatına devam eden Selçuklu birlikleri, Bizans kumandanları Atom ve Ebu Sehl'in yönetiminde bulunan Sivas üzerine yürüdüler. Şehrin kilise ve kulelerini Bizans ordu çadırları sanan ve bu sebeple bir süre duraklayan Selçuklu kuvvetleri, Temmuz 1059'da her iki kumandanın Develi'ye kaçmaları sebebiyle, şehri ve kalesini hiç bir direnişle karşılaşmaksızın elegeçirdiler; şehri ancak bir hafta süreyle ellerinde tutan Türk kuvvetleri, pek çok tutsak ve ganimetler elegeçirdiler. Öte yandan İsaakios Komnenos'dan (1054-1059) sonra Bizans imparatoru olan X. Konstantin Dukas (1059-1067), sözkonusu Selçuklu askeri hareketlerini durdurmak amacıyla, general Pankaras'ı görevlendirdi. Harekete geçen Pankaras, Anadolu'dan elde ettikleri tutsak ve ganimetlerle Erran ve Azerbaycan'daki kışlaklarına dönmekte olan Selçuklu kuvvetlerine birtakım saldırılarda bulundu; fakat giriştiği bütün çarpışmalarda ağır darbeler yiyerek perişan ve darmadağın edildi (1061). Bu sürekli yenilgi ve başarısızlıklar sonucunda imparator Konstantin Dukas , başta Sivas ve Malatya olmak üzere, Anadolu'daki belli başlı Bizans kentlerinde bulunan sur ve kalelerin yeniden onarılması hususunda, doğu eyaletleri valilerine emirler göndermekten başka hiç bir önlem alamadı.
Sultan Tuğrul, 1062 yılında, Azerbaycan ve Erran'a gelerek buraları yeniden kendisine tabi kıldıktan ve özellikle, sürdürülen Anadolu harekatını inceleyip denetledikten sonra Irak'a gitmek üzere, bu bölgeden ayrıldı. Bununla birlikte Anadolu'da akınlara devam etmek üzere, prens Yakuti'yi yeniden görevlendirdi. Bu Selçuklu prensi, beraberinde, Horasan Saları, Ermeni kaynaklarındaki imlasıyla Cemcem (Belki Erzurum'da türbesi bulunan Cem ceme Sultan) ve İsuli (Belki Anasıoğlu) adlı emirler olduğu halde, Anadolu'ya girip Ergani'nin kuzeyindeki Bagin, Tulhum ve Ergani'yi istilaya uğrattı; daha sonra, Selçuklu vasalı Diyarbakır emiri Nasr ile birlikte Dicle ve Fırat ırmakları havzalarına akınlarda bulundu. İmparator Dukas, bu akınları durdurmak amacıyla, Normandiyalı general Herve ile Urfa valisi Tavdanos'u görevlendirdi ise de Selçuklu akıncıları tutsak ve ganimetlerle Azerbaycan'daki üslerine döndükleri için herhangi bir çarpışma olmadı. Bununla birlikte bu iki Bizans generali, emir Nasr'ın Türk kuvvetlerinden de yardım alıp savunduğu Amid'i şiddetle kuşatıp sıkıştırdı. Şehrin Rum Kapısı tarafında yapılan çarpışmalar sırasında, Türk başbuğlarından Hacı Başara şehit olduğu gibi, general Tavdanos da hayatını kaybetti; bu çarpışmalarda her iki taraf da ağır kayıplar vermiştir. Böylece bu Bizans karşı harekatı da pek başarılı olamadan sonra erdi. İlk Selçuklu sultanı Tuğrul Bey devrinde, Selçuklu devletinin fetih planları uyarınca, Anadolu'da ırmak vadileri boyunca düzenli bir şekilde sürdürülen Selçuklu askeri hareketleri, Kızılırmak'a kadar uzatıldı. Bu hareketler, tam anlamıyla bir fetih niteliği taşımayıp, daha sonraki yıllarda yapılacak olan fetih ve yerleşme hareketlerine uygun bir zemin hazırlaması bakımından önemlidir. Gerçekten bu akın ve istilalar sonucunda, batıda Sivas'a kadar olan Bizans kale ve müstahkem mevkileri, büyük çoğunlukla tahrip edilmiş, böylece, bu bölgelerdeki Bizans savunma gücüne ağır darbeler indirilmiştir. Esasen Selçuklu sultanı Tuğrul, gerek devlet içinde ortaya çıkan huzursuzluk (özellikle İbrahim Yınal ve Kutalmış isyanları), gerekse Bağdad Abbasi halifeliğini ciddi şekilde saran olaylar (Arslan Besasiri isyanı) sebebiyle, Anadolu'nun fethiyle bizzat ilgilenememiş, ancak görevlendirdiği Selçuklu prens ve emirlerinin gerçekleştirdikleri askeri hareketler, genellikle bir akın ve istila faaliyetlerinden ibaret kalmıştır.
ANADOLU'NUN FETHİ
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)
Prof. Dr. ALİ SEVİM
ESKİ TÜRKLERDE AİLE HAYATI
Eski Türk Aile Yapısı
Evlenme
Eski Türk ailesinin temeli evlilikti ve "eb: ev" ile ifade ediliyordu. Türklerde ev ve yuvanın sembolü ise "ocak"tır. Evlenme ve evlendirme tabirleri, evlenen erkek ve kızın baba evinden, ocağından ayrılarak yeni bir ev(aile) meydana getirdiğinin ifadesidir. Eski Türkler evlenmeyi "kavuşmak" mastarı ile ifade etmişlerdir. Uygurlar evlenmeye "kalınlamak", evlendirmeye "taşkarmak", geline "kalın" demekteydiler.
Divân'da ise, evlenmek kelimesinin karşılığına "beglendi" kelimesini veren Kaşgarlı Mahmut "Uragut beglendi: Kadın evlendi" şeklinde birde misal vermektedir.
Eski Türk yazıtlarından Suci Yazıtı'nda "inin yiti, urım üç kızım üç erti ebledim oglımın:
Küçük kardeşim yedi, erkek evladım üç, kızım üç idi; oğlumu evlendirdim" şeklinde de geçen bu ifade bize eski Türklerin evlenmeye onu bir taşa kazıtarak, ebedi olarak yaşatması açısından ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.
Evlenmede eşlerin rızasından başka ana-babanın da rızası gereklidir. Ancak ana-baba evlenecek erkek veya kızlarının temayüllerini nazarı dikkate alırlardı.
Gelinle güvey mallarını birleştirerek, ortak bir ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında ne de kızın törkünde oturmazlar yeni bir ev kurarlardı. Bundan dolayıdır ki Türklerde her evlenmeden yeni bir ev doğardı. İzdivaca evlenmek ve ev bark sahibi olmak denilmesi de bundan dolayıdır. Eski Türklerde ev yalnızca kocaya ait değildi, karıyla kocanın ortak malıydı.
Destanlarımızda kız isteme "Tanrı'nın buyruğu" ile oluyordu, Kanlı Koca Oğlu Kanturalı Boyu masalında, Kanturalı kafir teküre:
"Karşı yatan Karadağını açmağa gelmişim
Akındılı görlü suyunu geçmeye gelmişim
Dar eteğine geniş koltuğuna sığınmaya gelmişim
Tanrı buyruğu ile Peygamber sözü ile
Kızını almağa gelmişim" demektedir.
Oğuz zamanında bir yiğit evlense ok atardı, ok'un düştüğü yere gerdek dikerlerdi. Mesela Beyrek Han'da Banu Çiçekle evlenmek için okunu atmış, dibine gerdeğini dikmiştir.
Destanlarımızda dikkat çeken bir diğer husus ise, kahramanlardan bazılarının eski Türk el ve boylarında bulunan kız ve kadınların erkekler gibi ata binen, kılıç kuşanan, yiğit ve bahadır eş olmalarını istemeleridir. Beyreğin nişanlısı Banu Çiçek ile güreşmesi yanında; Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı hikâyesinde, kendisini evlendirmek isteyen babasına Kan Turalı "Baba ben yerimden doğrulmadan o doğrulmuş olmalı, ben kafir eline varmadan o varmış olmalı, bana getirmiş olmalı" demesi üzerine babası ona "Oğul sen kız istemezsin, cilasın bahadır istermişsin" demesi bunun en güzel misalidir.
Destan kahramanlarını gökten nurlu bir ışıklı inen peri kızlarıyla evlenmektedirler. Mesela Oğuz Kağan gökten ışık içinde çıkan iki kızla evlenmektedir.
Kadın kocasının evinde yaşamaya mecburdur. Kocasının hayatına katılmıştır, o katındır.
Onun için yeni evlenen kadının ismi gelin (kelin) dir. Yani o kocası evine gelmiş olan kadındır.
XIII. yüzyıl Arap seyyahı (coğrafyacısı) Yakût el-Hamavî, Kimeklerdeki evlenme âdetini şöyle anlatmaktadır: "Onların adetlerine göre kızların başları açıktır. İçlerinden biri, bir kızla evlenmek isterse başına bir elbise atar. Bunu yapınca onun karısı olur, kimse ona mani olamaz."
Kaşgarlı Divân'da "Kız birle güreşme kısrak ile yarışma" şeklindeki atasözünü yazarak bunun Karahanlılarda bir prensesin gerdek gecesi Gazneli Sultan Mesud'u ayağı ile dokunarak yıkması üzerine söylendiğini açıklamaktadır.
Kısacası eski Türklerde evlenme bir "koşulma, dirlik, derim ve tiriglig yani birlikte yaşamadır". Karı-Koca artık bir bütün ve tek vücut olmuşlardır.
Eski Türk toplumunda 1.Sevip-anlaşarak evlenme 2. Bir başkasının aracılığı ile evlenme (görücü usulü), 3.Kaçarak evlenme ve 4. Zorla kaçırılarak evlenme şekilleri vardır.
Tek Eşlilik
Türklerde umumiyetle tek kadınla evlenme (monogami) sisteminin yaygın olduğu kaynakların ifadesiyle desteklenmektedir.
Eski Türklerde zevce yalnız bir tane olabilirdi. Hakanların ve beylerin hakiki zevceden başka, siyasi maksatla "kuma" adıyla başka illere mensup kadınlar almaları tabii idi. Yalnız bu kumalar hakiki zevce mahiyetinde değildiler. Türk töresi bunları resmen zevce tanımazdı. Nitekim Eski Türklerde Hakanların birden fazla evlenmelerinin sebebi siyasi olduğu bilinmektedir. Mesela Asya Hun Tan-hu'su Mete'un yaşlı Çin imparatoriçesine evlenme teklif etmesi de imparatoriçeye hitaben yazdığı mektuptan anlaşıldığı üzere siyasidir.
İbn Fadlan, Oğuz sü-başısı Etrak'ın ve yanında misafir olarak kaldığı bir Oğuz'un tek hanımları olduğunu belirtmektedir.
Dede Korkut Destanlarında da hepsi beylerden olan kahramanların tek kadınla evli oldukları görülmektedir. Destanlarda ne kumadan ne de ortaklıktan bahsedilmektedir. Kahramanların tek kadınları vardır. Bu husus pek kayda değerdir. Büyük Beylerbeyi Kazan'ın bile tek karısı (Boyu Uzun Burla Hatun) vardır.
Bu arada eski Türk ailesinde sosyal hayatı ve aileyi korumak için oluşturulan "levirat (Leviratüs) sistemi" hakkında kısaca da olsa bilgi vermeye çalışalım.
Eski Türklerde çocuksuz üvey anne veya yenge ile evlenme adeti (leviratüs) çok yaygın idi. Bu konuda Hunlar hakkında Çin yıllıkları "Hiung-nu'lar çocuksuz kalan üvey anneleriyle, Tücüe'ler ise çocuksuz kalan üvey anne ve ölen kardeşlerinin karılarıyla evlenmektedirler" derlerken, Kök-
Türkler için ise "Baba, büyük kardeş öldüğünde oğullar ve erkek kardeşler ve yeğen gibi diğerleri geride kalan üvey anne ve yengeleri ile evlenebilirlerdi. Bu onlar için bir şereftir ve asla da şerefsizlik sayılmazdı. Bunu sadece saygı göstermek için yaparlar, kesinlikle cinsellik düşünmezlerdi" demektedirler.
Bu sistemin varlığının dayanak noktasını biz yine vesikalarımızdan öğreniyoruz. "Hunların Ataları" adlı doktora tezinde C. Türkeli bu konuyu Çin yıllıklarına dayandırarak şöyle açıklamaktadır: "Hunlarda birden fazla kadınla evlenme (polygamie) adeti bulunmaktadır. Çin kaynaklarının bu evlenme gelenekleri konusunda yazdığı asıl önemli nokta ise baba öldüğünde dul kalan üvey anneyle evlenme (leviratus) adetidir. M.Ö. 174'te Hunlara gelen Çin elçisi Hun vezirine bir soru sormuştur. Bilindiği gibi bu Hun veziri, Hunlara sığınmış ve onlara hizmet eden bir Çinli idi. Hun veziri Chung-han-yüeh'in Çin'li elçilere karşı Hun kültürünü müdafaa ettiği konuşması şöyledir: Çin elçileri bu defa: - Hunlar ana, baba ve çocuklar hep aynı çadırda oturuyorlar. Babaları öldükten sonra oğulları üvey annelerini alıp kendilerine hanım yapıyorlar. Kardeşlerinden birisi ölünce bir diğeri onun hanımını alıyor- dediler. Chung-Han-yüeh'de onlara "… Bir devletin idaresi bir insanın vücudu gibidir. Baba ve kardeşler öldükten sonra onların eşleri kendilerinin eşleri oluyor. Çünkü soylarının yok olmasını istemiyorlar. Hunların ilişkileri karışık olmasına rağmen, nesillerini ve kabilelerini böyle devam ettirebiliyorlar. Şimdi Çinliler babalarının ve kardeşlerinin eşlerini almıyorlar. Fakat akrabalık ilişkileri çok kopuk olduğu için birbirlerini öldürüyorlar. Hem de soy adlarını değiştiriyorlar. Hepsi bunun yüzünden oluyor. Nezaketten kötülük doğuyor" cevabını verdi. Görüldüğü gibi Chung-han-yüeh burada leviratisün gayesinin soyu korumak olduğunu belirtmektedir.
B. Ögel ise bu geleneğin "yaşayan kardeşlerin dul kalan üvey anne ve yengelerini kendi ailelerine katarak onlara sahip çıkmak için" mevcudiyet gösterdiğini, fakat Çin yıllıklarının bu sistemi anlayamadıkları için ahlaka aykırı bir şeymiş gibi göstermelerine karşılık, geleneğin soysal yönden cemiyet için faydalar sağladığını belirtmektedir.
Yine leviratüs ile sağ kalan eşin eski soyuna dönerek bir miktar mal hissesini birlikte götürmesi önlenmek istenmiştir. Bu sistemin iktisadi yönünü oluşturmaktadır.
Bu geleneğin tarih içerisinde birçok misalleri vardır. Tabgaç Türk hakanlığının hatunu tarafından Ak Hunlara gönderilen Budist rahip, Song Yun, Ak Hunlarda kocası ölen kadının kayınbiraderi ile evlenmesi töreninden bahsetmektedir.
Kök-Türk geleneğine göre, 580 yılında Taspar Kağan'nın evlendiği Chou hanedanı prensesi Ch'ien-chien, onun ölümü üzerine dul kalmıştı. İşbara, kağan olunca töreye uygun olarak onunla evlendi.
Oğuzlarda da bir baba ölünce oğlu üvey anne ile evlenebiliyordu. İbn Fadlan'ın gördüğü Oğuz sü-başısı Etrak babası öldükten sonra üvey annesi ile evlenmişti.
Eski Türk toplumunda üvey anne ile yapılan evlilik gerçek manada bir evlilik olmayıp sadece kadını korumaya yönelik bir uygulamadır. Kaynaklar bu konuda hemfikirdir.
M. Arsal, leviratus mükellefiyetinin sebebini "Türklerde bu müessenin istinat ettiği içtimai mülahaza dul kalan kadınları himaye ve onların hayatını temindir" şeklinde izah etmektedir.
Kısacası leviratus, dul kalan üvey anne ve yengelerin korunmasını (sosyal hayat) sağlamak yanında; iktisadi olarak da aile malının parçalanmasını önlemek için oluşturulmuş bir sistemdir.
Türkler İslamiyete girdikten sonra, aşağıda vereceğimiz ayet-i kerimedeki emir doğrultusunda bu adeti bitirmişlerdir. Ancak kardeşin hanımı ile evlenme adeti devam etmiştir.
Bunun sebebi de:
Dul kalan kadının himaye edilmesi
Aile mülkünün parçalanmasını önlemek
Çocuk var ise o çocuğa en iyi babalığı üvey baba değil de amcanın yapabileceği düşüncesiyle, çocuğun iyi yetiştirilmesini temin ederek, çocuğa üvey baba hissini yaşatmamaya çalışmaktır.
Kalın
Evlenme öncesinde erkek evi kız evine veya akrabasına bir miktar mal verir ki, buna "kalın" denilir ve kelime hemen hemen bütün Türk lehçelerinde vardır ve lehçeye göre, "kalın, kalıng, kalım" şeklinde telaffuz edilmektedir. Mesela Yakutlarda evlenme akdi yapılmadan önce gençlerin akrabaları kalının miktar ve tediyesi (ödemesi) şartları hakkında anlaşırlar. Kalının miktarı servete göre değişirdi. Kalın'a kızın kıymeti nazarı ile bakmazlar; kalın'ı kızın terbiyesi ücreti telakki ederlerdi. Kalın'a mukabil kız tarafı da güvey tarafına bir miktar "engne"(cihaz) verirdi. Cihaz'ın miktarı en az kalın'ın yarısı kadar olmalıdır. Kocanın bu cihaz (çeyiz) malı üzerinde hiçbir tasarruf hakkı yoktur. Eşin vefatı halinde de çocukları yoksa çeyiz kadının akrabalarına iade edilirdi.
Eski Türklerde evlenmenin bir diğer mühim şartı olan kalın, çeşitli müelliflerce değişik olarak yorumlanmakla birlikte daha ziyade kalın'a ticari bir mahiyet izafe etmenin doğru olmadığını, zira Türklerin kadına verdikleri değerin evlenmeyi satış akdi ve kadının da satılık bir meta olarak kabul etmelerine müsait olmadığını göstermektedir.
Kız babasının evinde emanet olarak büyütülmekte ve muhafaza edilmektedir. Baba muvakkaten yanında kalacak olan kızı için yaptığı masrafları istemek hakkına sahiptir. İşte kalın, bu masraflara iştirak usulü veya görülen hizmetlerin tazmini şeklindedir. Bundan dolayıdır ki ödenen kalında oğlan ailesinin payı ve miras hakkı vardır. Böylece eski Türk devletlerinde görülen leviratus geleneğinin köklerini daha iyi anlayabiliriz.
Kalının mahiyeti, miktar ve vasıfları boy, uruğ (sülale), zaman, servetine ve mensup oldukları tabakaya göre değişirdi. Kalın birkaç hayvandan ibaret olabileceği gibi yüzlerce at, binlerce koyun da olabilirdi. Kalın taksitle de ödenebilirdi, ama kalın tamamen ödenmedikçe düğün yapılmazdı.
Kalın babanın sağ iken oğullarına evlenebilmek için verdiği paydır. Buna karşılık, kızlara da baba malından bir pay düşüyordu. Bu da kızın "çeyiz"i idi. Kız çeyizi alır gider ve koca evinin kütüğüne yazılırdı. Bundan sonra da yaygın olarak baba malından bir miras hakkı alamazdı. Oğlunu evlendirmek babanın kaçınılmaz vazifesiydi. Baba eğer oğluna evlenebilmek için gerekli olan kalın hakkını vermezse, oğul babadan bu hakkını zorla alabilirdi.
Yine Divân'da “sep: çeyiz” olarak geçmektedir. Eski Türkler'de yukarıda belirttiğimiz gibi "çeyiz" baba malından kıza düşen paydır. Nitekim Dede Korkut Hikayelerinde denildiği gibi "oğlu olan evermiş, kızı olan köçürmüş" yani kızın payı olan oğlan evine göçürülüyordu.
Getirilen bu çeyize aynı zamanda "yumuş" da denilmektedir.
İslam kaynaklarında da eski Türklerin kalın adeti ile ilgili malumat verilmektedir. İbn Fadlan Oğuzlar'da kalın geleneğinden bahsederken; Ebu Dülef de risalesinde Kalmuklulardan bahsederken "evlenen erkek bütün malını mihr (başlık) olarak verdiği gibi, kızın velisine bir sene hizmet ederdi" demektedir.
Çeyiz geleneğini B. Ögel ise şöyle açıklamaktadır: "İlk önce kalın hakkında en sağlam görüşlere geçtiğimiz yüzyıl Türkmenler arasında yaşamış olan Krautz'un sahip olduğu belirterek, onun bu görüşlerini şöyle ifade etmektedir: “Türkmenlerde kalın anlaşması karşılıklı bir akittir. Aynı zamanda da bir verme ve ödemedir. Çocukların işlerini yoluna koyabilmeleri için yapılan bir yardımdır. Kız evi de bir ödemede bulunur. Çünkü bu bir prestij ve onur meselesidir. Ancak kız evinin ödemesi yani "çeyizi" daha az olurdu. Çünkü kızın gitmesi ile kız evi "bir kişi ile bir iş gücü kaybederdi". Oğlan evi ise bir kişi ile "yeni bir iş gücü kazanmış olurdu”.
Kız evine dönen kalın damadın değil, bütün ailenin malı ve sermayesi sayılırdı. Elbette ki bir erkek karısını boşayabilir veya evden kovabilirdi. Ancak bu durumda kız evine vermiş olduğu kalın da yanmış olurdu. Kadın da istediği zaman kaçıp baba evine gidemezdi. Giderse bu durumda kız evinin kalını geri vermesi gerekiyordu.
Destan ve efsanelerimizde de kalından bahsedilmektedir. Dede Korkut Hikâyelerinde evlenecek yiğitlerin "kalın" veya "başlıklarını" Han veriyor ve düğünlerini Han yaptırıyordu.
Altaylılara ait Kös-Kanam efsanesinde, Manas'ın düğünü anlatılırken Manas "Kanıkey Hatunuma çeyizle kalın yapalım" demektedir.
Eski Türklerde kalınsız evlenme de görülebiliyordu. Ancak bu konuda vesikalarımız çok azdır. Eski Türk Yazıtlarından Suci Yazıtında bu hususta şöyle bir ibare vardır: "… Kızımı cihazsız verdim…".
Kalın erkek evinin ekonomik durumuna göre değişmekle beraber genel olarak çadır, hayvan, çeşitli kumaş, kap-kacak ve para olarak verilmiş ve kalın ödenmedikçe düğün yapılmamıştır.
Aile
Eski Türkçede "Oğuş" kelimesi Orhun Yazıtlarında geçmektedir. Yapılan tercümelerinde bu kelimeye çeşitli manalar verilmiştir: "Kabile, boy, soy, akraba, nesil ve aile". Eski Türklere göre, "Gök kubbesi devletin, çadır ise ailenin" birer örtüsü ve kubbesi gibi idi. "Gök kubbe altında devlet, çadır kubbesi altında aile düzeni" arasındaki benzerlik çok canlı idi. Nitekim Türk ailesinde "koca-karı" münasebeti ile devlette "kağan-hatun" münasebeti arasında fark yoktu.
Türklerde aile kan akrabalığı esasına dayanıyordu. Aile "pederi" tipte, yani o devir çeşitli topluluklarında (Roma, Yunan, Hint, Çin, İran, Moğol) görülen cebre dayanan (pederşahi) değil, velayet (dost, yardımcı) esasında (baba hukukunun) hâkim olduğu bir sistem idi.
Eski Türkler babaya "kang, kanım" demekteydiler. Nitekim Orhun Yazıtlarında şu şekilde geçmektedir: "T(e)nri küç birtük (üç(un) k(a)n(ı)m k(a)g(a)n: Tanrı güç verdiği için babam Hakanın…". "ka" Türkçede akrabalık gösteren bir sestir. Aynı babanın oğullarına "kangdaş"; üvey kardeşlere ise "kangsık" derlerdi. Ancak bu sözler sonradan unutulmuş ve yerlerine "agey oğul: üvey oğul" denmeye başlanmıştır. XI. yüzyıldan sonra daha da gelişen ve büyük devletler kuran Türkler babaya artık "ata" demeye başlamışlardır.
"Ög" kelimesi ise eski Türkçede "anne" demektir:" og(ü)m k(a)tun(ug) köt(ü)rm(i)ş t(e)nri: Annem Hatunu yükseltmiş olan Tanrı" şeklinde Orhun Yazıtlarında geçmektedir. Bugünkü "öksüz" kelimemiz buradan gelmektedir. Anne kelimesi de baba kelimesi gibi XI. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Aile teşkilatına ait kelimelerle, akrabalık derece ve şekillerini ifade eden kelimelerin de hepsi öz Türkçedir ve bu kelimeler bütün Türk lehçelerinde vardır. Aynı zamanda ailede akraba adlarının zenginliği aileye verilen önemi de göstermektedir.
Geniş manada ailenin (soyun) ismi "uruk"(urug)tur. Dar manada ise, ana, baba ve çocuklardan ibaret küçük aileye eski Türklerin "törkün" dedikleri anlaşılmaktadır.
Eski Türkler çok eski zamandan beri çok sağlam "baba erkek" soyuna dayanan bir tevârus sistemi benimsemişlerdir ki, buna göre aile soyundan geliş münhasıran baba tarafına istinat edilmiştir.
Oğul yetiştirme babanın, kız ise annenin vazifesi idi. Kırgız Türklerine göre, "babasız oğul, anasız kız" bakımsız sayılırdı.
Ailede karı-koca birbirlerine mutlak surette sadakat borçludurlar. Türk ailesinde sadakat meselesine büyük önem verilmiştir. Aile bireylerinin birbirlerine karşı olan bağlılıkları Divân'da geçen şu atasözünde de hissedilmektedir: "Etli tungaktı edhimes: Et tırnaktan ayrılmaz". Bu cümle nasıl tırnakla etin arasının ayrılamayacağı gibi, akrabaların da birbirlerinden ayrılamayacaklarını bildirmek için söylenmektedir.
Ailede çocuklar ana ve babalarına karşı son derece saygılıdırlar. M .A. Köymen bu saygının temelinin efsanevi Türk hükümdarı Alp Ertunga (Afrasyab)'ya dayandığını belirterek: "babalarını çok sayan ve büyük tutan Efrasyab'ın oğulları, babalarına bir söz söyledikleri veya bir mektup yazdıkları zaman kendilerini küçük göstermek için -kul şöyle yaptı; kul böyle işledi- derlerdi. Babası Alp
Arslan'ın verdiği altın kesesini almak için oğlu Ayas babasının yanına dizüstü gitmişti. Bu baba saygısının Selçuklu zamanında da Alp Ertunga zamanında olduğu gibi devam ettiğini açıkça göstermektedir" demektedir.
Ailelerde ev, ortak olarak, karıyla kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerinde velilik baba kadar anaya da aitti. Babanın hakkı sonsuz değildi. Nitekim Dede Korkut Hikayelerinden Dirse Han Oğlu
Boğaç Han Boyu masalında, Dirse Han çocuğu olmadığı için ağlıyor ve karısına " bu suç senden midir, benden midir?" diyerek dert yanması ve karısına kötü söz söylemeden, suçu eşit olarak paylaştırması dikkati çekmektedir.
Aile bireylerinin birbirlerine karşı sonsuz sevgileri vardı. Destanlarımız bu sevginin ehemmiyetine ve özellikle de bir kardeşe sahip olmanın önemini her türlü vesilelerle belirtmektedirler. Hatta destanlarımızdan bazılarının konusu tutsak düşen kardeşin kurtarılışı veya öcünün alınmasını anlatır. Uşun Koca-Oğlu Seğrek hikayesinde olduğu gibi.
Eski Türk adetine göre küçük oğlan babasının evinde oturan ve baba ocağını devam ettiren çocuktu. Bunun içinde en küçük çocuklara "Ot-tegin" yani "ateş prensi" (baba ocağını devam ettiren çocuk) denirdi.
Çocuğun yetiştirilmesi de ailede önemli bir husus idi. Kaşgarlı Mahmut erkek çocuk için şu atasözünü vermektedir: "tatsa at tınur, oğul eredhse ata tınur: tay yetişirse at dinlenir, oğul yetişince baba dinlenir."
Eski Türk ailesi başlangıçta “anne-baba ve çocuklardan oluşan küçük aile” tipinde iken daha sonraları “büyük anne ve babanın da girmesi ile geniş aile tipinde olmuştur. Böyleca anne-baba, çocuklar ve büyüklerden oluşan Türk ailesi çedirdek aile olarak adlandırılmıştır. Kısacası Türk ailesi, Türk devletlerinin bir çekirdeği ve temeli idi. Türk devletlerinin mayası da bu birleşen ve büyüyen tecrübeli Türk ailelerine dayanıyordu. Büyük devletler kurmuş olan Kınık, Kayı, Bayındır gibi boylar bunun canlı misalleri idiler. Devlet insanların inançlarına ve ailedeki töreye göre şekillenmişti.
Kadın
Bilge Kağan kitabesinde "Sizler anam Hatun, büyük annelerim (yahut kaynanalarım), ablalarım, hala ve teyzelerim, prenseslerim (karınlarım ve kızlarım)" hitabı ile eski Türk toplumunda kadına ne kadar çok değer verdiğini göstermektedir. Yine eski Türklere ait çeşitli yazıtlarda ana-baba, teyze, hala yakınlığı müteaddid defalar dile getiriliyordu. Bunlardan Kemçik Çirgak yazıtındaki: "Er erdemim, babacığım, teyzemden, annemden, hizmetçilerimden ayrıldım". Bu sözler eski Türklerde kadınlara karşı duyulan muhabbeti ve sevgiyi dile getirerek teyit etmektedir.
Divân'da Kaşgarlı Mahmut "özük" kelimesinin kadınlara verilen lakȃp olduğunu, altın gibi temiz kadınlara: altun özük denildiğini söylemektedir. Ayrıca kadınların savaşta düşman eline geçmesi büyük bir zillet sayılırdı.
Eski Türk toplumunda kadınla-erkek arasında saygıya dayanan bir çekingenlik vardı ve namus işinde müteasıptılar.
Anne bir "el kızı" idi. Fakat evlendikten sonra "kocasının soyuna" yazılırdı. Kızın babası bile, gelin olma sırasında kızı üzerindeki "velayeti" yani "babalık" hakkını damada verirdi. "Evin sahibi kadındır", bundan dolayı ev kadını için söylenen en yaygın kelime de "evci" idi. Kök-Türkler "eş" demekteydiler. Osmanlıların "evdeş" ve Çağatay Türklerini "evlik" sözleri ayrıca çok manalı ve derin idi. İyi kadın usta idi, bilgili idi. Bunun içindir ki Harezmşahlar çağında iki kadına "uz hatun" da deniliyordu. İyi kadın evinde görünmeli idi.
Çin yıllıkları da "kadınlara önem verirler, kadınlar ne söylerlerse kocaları söylediklerine uyar" bilgisiyle bu önemin derinliğini aksettirmektedirler. Yine XII. yüzyılda Türkistan’a seyahat eden Çinli elçi Ch'ang-Ch'un "annelerine sadıktırlar" demektedir.
İslam kaynakları Türk kadınlarının iffeti, namusu ve güzellikleri hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedirler. Kazvinî, Karluklardan bahsederken "Halkı çok güzeldir. Bu havalide onlardan daha güzel insan yoktur. Erkekleri ve kadınları o kadar çok güzeldir ki yüzlerinin güzelliği dillere destandır" demektedir.
İranlı tarihçi Gerdizî'de "malumdur ki, Türk kadınları çok iffetlidirler" derken, Türk kadınlarının ahlaki temizliğini övmektedir.
Nitekim kadın adları arasında temiz ve faziletli manasına gelen, mesela Hun, Sabir ve Uygurlarda Arıg, Arık, Uygur Silig, Kazan Silu kelimelerinin bulunması sebepsiz değildir.
Arap müellifi İdrisî'de "Türklerin kadınları güzeldir ve endamlıdır. Bunlar erkeklerden daha mukavemetli olup, ruhlarındaki keskinlik, tabiatlarındaki kuvvet sebebiyle muhtaç oldukları şeyleri daha iyi kullanma kabiliyetine sahiptirler" derken; Kırgızlar için ise "Kadınları erkekler gibi her işle uğraşırlar. Çiftçilik, hasat…vs. konularının çoğuyla erkeklerin ilgisi yoktur. Bu kadınlar erkekler gibi akıllı, cesur ve cüretlidirler." demektedir.
El-Cahiz "Türklerin kadınlarının erkekleri gibi olduğunu" söylemektedir.
Türk camiasında kadınlar haklardan mahrum, mazlum bir zümre değildir. Türklerde askerlik ve devlet memuriyeti müstesna, kadınların içtimai ve dini mühim rolleri vardı. Ev içinde kadın hakim durumdadır. Eski Türklerde savaş mühim rol oynadığından savaş zamanında evin idaresi için lazım olan bütün şeyleri tedarik, yiyeceği, giyeceği temin kadınlara düşen bir vazife idi. Harp zamanlarında teessüs etmiş bu durum barış zamanlarında da devam ederdi. Ev içindeki işlerle yakından ilgilenme kadınların vazifesi telakki olunurdu. Buna karşılık olarak Türk erkekleri kadınlarına yumuşak muamele ederlerdi.
Bilindiği gibi destanlar en mühim tarihi olaylara dayanan orijinal konuları ihtiva eden hikayelerdir. Türk destanlarında büyük kahramanlar çoğu zaman ışık veya nur biçimindeki (görüntüsündeki) bir kadından doğmaktadırlar. Mesela Oğuz'un ilk karısı ortalığı karanlık bastığı zaman, karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan; ikinci karısı ise kutsal bir ağaç içinde doğmuş mukaddes kadındır. Aynı şekilde yaratılış destanında Tanrı'ya yaratma ilhamını veren Akene (Akana) bir nevi ışıktan bir kadın hayalidir.
Başkurtların ve Kazak Kırgızların Kuzu Körpeç ve Bayan destanlarında kadın bir melek olarak tasvir edilmiştir ve bu destanda kadının gösterdiği fedakarlıklar, erkeklerin fedakarlıklarından daha fazladır.
Destanlarda kahramanların kadınlara karşı saygı ve sevgi ile davrandıkları görülmektedir. Kahramanlar birçok hususlarda kadınların tavsiyelerine göre hareket etmektedirler. Onlar hanımlarına "görklüm: güzelim" sözü ile hitap ediyorlardı. Kadınlar kocalarına kızdıkları zaman onlara acı ve sert sözler de söylemekte idiler. Yine destanlarda anaya karşı saygı her vesile ile dile getiriliyor ve "ana hakkı Tanrı hakkıdır" deniliyordu.
Kız Çocuğuna Sahip Olmak
Türkler kız ve erkek çocuklar arasında herhangi bir ayırım yapmıyorlardı. Kaynaklarımızda bu ayrımı gösteren bir kayda da rastlamıyoruz. Bilakis destanlarımızda kız çocuk sahibi olmak istediklerini görüyoruz. Mesela Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek hikayesinde Bay Bican Ben Oğuz beylerine "beyler benim içinde bir dua edin. Allahû Teâlâ bana da bir kız vere" dedi. Kalabalık Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua eylediler "Allah sana bir kız vere" dediler.
Yine Dirse Han Oğlu Boğaç Han hikayesinde, hanlar hanı Bayındır Han'ın her yıl tertip ettiği toyu vardı. Gene toy eyledi, bir yere ak, bir yere kızıl, bir yere de kara otağ kurdurdu. "Kimin oğlu, kızı yoksa kara otağa koydurun, kara keçeyi altına döşeyin, ak koyun yahnisinden önüne getiren yerse yesin yemezse kalkıp gitsin, oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun." demişti. Dirse Han derlerdi bir beyin oğlu kızı yoktu. Toy'a geldiğinde kendisini kara otağa koydular. Dirse Han üzüldü ve kalkıp evine geldi. Hanımını çağırdı ona Bayındır Hanın kendisine yaptıklarını anlattı ve "bu senden midir, benden midir ?" diye söyledi. Bunun üzerine hanımı ona, bir toy düzenleyip bütün Oğuz beylerini davet etmesini tavsiye ederek "Ola ki bir ağzı dualının alkışıyla Tanrı bize bir çocuk vere" demektedir.
Kazak Kırgızların Dudar Kız hikayesinde de aynı motifi görüyoruz. Hikayenin bu anlayışı ihtiva eden motifin hülasası şudur: Hanlardan biri evladı olmayan bir zengine darılıyor, büyük toy yaptığında "Oğlu olmayana orun (makam) yok, kızı olmayana kımız yok. Bu ziyafete gelmesin, diye yarlıg ediyor. Zengin birisi geliyor ama çocuğu olmadığı için kimse bunu karşılamıyor."
Divân'da Kaşgarlı Mahmut kız için "neng: pahalı nesne" demektedir.
Kutadgu Bilig'de ise şu misalleri bulabiliyoruz: "Nadirliğinden dolayıdır ki; nadire kız ismi verilmiştir”; "Hangi şey nadir ise, o şey azizdir; insan aziz olan şeye malik olmak için çok zahmet çekse de onu yinede elde etmek ister".
Namus Anlayışları ve Zina’ya Bakışları
Eski Türk kadınlarının "iffet" sahibi oldukları kaynaklarda ayrıca belirtilmektedir.
981 yılında Uygurlara yaptığı seyahatinde Çinli Wang Yen-te onlar hakkında "anlayışlı ve namuslu insanlardır" derken, ayrıca Uygurlar arasında ırza geçme olayının çok ender olduğuna dikkat çekmektedir.
Zina gibi toplumun örf ve adetlerine ters düşen ahlȃk anlayışıyla bağdaşmayan gayr-i ilişkiler de eski Türklerde müeyyidesi değişmemekle beraber suç olarak görülmüş ve çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Çin yıllıkları Kök-Türklerdeki zina suçu hakkında: "İnsanları baştan çıkaran iki parçaya ayrılır ve belinden ikiye bölünür. Yine evli kadınlara zarar verenler bunu varlıklarıyla öderler.
Kadınları çapkınlık yoluyla aldatanlar ağır şekilde mal, mülk ödemekle cezalandırılır ve o kadınla evlendirilmek mecburiyetinde bırakılırlar. Evli kadına tecavüz edenler ise idamla cezalandırılırdı." demektedirler. Zina suçuna verilen en ağır ceza ölüm cezasıdır.
Oğuzlar yaşadıkları hayat tarzı ve muhitin çetin şartlarının tesiri ile oldukça sert mizaçlı kimseler olmalarına rağmen son derece de namuslu insanlardı. İbn Fadlan Oğuzlardan bahsederken: "Zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bir kimseye iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür."
Bulgarlar için ise şunları söylemektedir: "Kadın ve erkekler beraber nehre girip yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır. İçlerinden biri zina ederse, kim olursa olsun dört kazık zina edenin el ve ayaklarını bağlarlar. Sonra onu boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlar. Kadına da aynı cezayı tatbik ederler. Kadın ve erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarından her birini ağaca asarlar."
Zina bazen de dayak cezası ile cezalandırılabiliyordu. Mesela İslam kaynaklarında Gerdizî'nin bu hususta verdiği bilgiye göre Oğuzlarda bir kişi bakire ile zina yaparsa ona 300 sopa vururlar, ondan bir kısrak, gümüş bir kadeh, 50 deve ceza alırlar. Bir kimse evli bir kadınla zina yaparsa her ikisini hükümdarın kapısına getirirler, hükümdarın emri üzerine her ikisine 300 sopa vururlar. Adama yeni keçeden bir harkah yaptırıp kadının kocasına verirler; sonra zina yapan kadını zina yaptığı adama verirler. Eğer zina yapan adamın imkanı varsa, zina yaptığı kadının kocasına bir kadın bulup mihrini de vermesini şart koşarlar. Zina yapan adam fakir ise 300 sopa attıktan sonra onu serbest bırakırlar".
Destanlarımızda da zina olayı çok kötü yorumlanmakta ve bunun olmaması için bir anne oğlunun etini bile yemeyi göze alabilmekteydi. Şöyle ki: Ulaş oğlu Salur hikayesinde kafir Şöklü Melik adamlarıyla, Salur Kazan'ın evini, yatağını yağmalayıp, oğlu Uruz Bey'i, hanımı Burla Hatunu ve anasını esir etti. Şöklü Melik, Kazan'a daha çok acı vermek için hanımını getirtip, kadeh doldurtmak istedi. Burla Hatun bunu işitti ve maiyetinde olan kırk ince belli kıza" hanginiz Kazan'ın hatunusunuz diye sorarlarsa, benim deyiniz" dedi ve öyle yaptılar. Bunun üzerine Şöklü Melik, "Oğlu Uruz'u çengele asın, kavurma ve kıyma yapın, kim yemezse hanımı odur" dedi. Burla Hatun bunu da işitti ve gidip oğluna "Senin etinden yiyeyim mi, yoksa kokmuş dinle kafirin döşeğine gireyim mi, ağan Kazan'ın namusuna sındırayım mı, nasıl edeyim oğul?" Diye sorduğunda, Uruz anasına kızarak kendisi için üzülmemesini, etinden diğer kızlar bir yediğinde kendisinin iki yemesini, kafirlerin bilmemesini söyleyerek "kokmuş dinli kafirin döşeğine varmayasın, kadeh sürmeyesin, atam Kazan'ın namusunu kırmayasın" demesi çok manidardır.
Evlad Edinme
Eski Türklerde "evlatlık" veya "oğulluk" müessesi çok önemli idi. Özel veya yazılı mukavele ile alınan evlatlıklara Türkler "tutunçu" yani "tutulmuş oğul" derlerdi. Bu oğullar babalıklarının soyadlarını taşıyabilir hatta hükümdar olabilirlerdi. Eski Türklerden kalma hukuki vesikalardan, hikȃye ve masallardan Türklerdeki evlatlık usul ve adetlerini görebiliyoruz. Uygurlarda evlat edinme, evlat edinilen oğlunu evlatlık olarak veren hakiki baba arasında akdolunan bir yazılı mukavele neticesinde tecessüs ederdi.
Bu mukavelede evlat edilecek olan evlat edinenin evindeki vaziyeti, hak ve vazifeleri tafsilli bir surette gösterilirdi. Mukavelede gösterilmemiş hallerde halk arasında makbul örfi hukuk ahkamı tatbik olunurdu. Mesela Uygurlardan kalma hususi vesikalar arasında bir Türk'ün Turmuş adlı oğlunu Sutpak adlı birine evlatlık olarak verdiğine dair bir belgemiz vardır.
Bu belgeden anlaşıldığı üzere eski Türklerde evlatlığın hukuki durumu şöyle idi: Evlatlık, evlatlığa kabul eden babanın evinde oturur. Orada yatıp kalkarak, yer içer, babalığın gösterdiği işleri ifa etmekle mükellef olur, babalığına karşı ölünceye kadar sadık kalmalı, Babalık bilahare evlenip çocuklar dünyaya gelse dahi evlatlığın durumu değişmemeli, Evlatlık hukuki babasının mirasından hisse alır, Babalık evlatlığı terbiye etmekle mükelleftir, Babalık terbiye ederken hakiki baba gibi bazen sertçe muamele etmek hakkına sahiptir, fakat babalık hukuk ve nizama aykırı zorlama ve zulüm mahiyetindeki hareketlerde bulunmamalı, Babalık evlatlığa fena muamele yaptığı takdirde (yiyecek ve içeceğini temin etmediği) evlatlık babalığı bırakıp istediği yere gitme hakkına sahiptir.
Evlat edinme evlat edinilenin anne ve babasının rızası ile gerçekleşir, evlatlık ailedeki diğer fertlerin bütün haklarına sahip olur.
Kaşgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre Türk aile hayatında evlatlık müessesinin büyük yeri vardır. Görünüşe göre beyden en basit Türk'e kadar herkes evlat edinebiliyordu. Nitekim "bey beni oğlu tuttu" cümlesi de halk tabakasındaki Türklerinde evlat edinmelerine misal olarak verilebilir.
Evlatlık alınmasının sebebi, neslin devamına büyük ehemmiyet verilmesidir. Çünkü neslin kesilmesi ocağın sönmesi demektir. Bu ise büyük bir bedbahtlıktır. Çocuksuz babalar, çocuk sahibi olmak, neslin devamını temin etmek için türlü çarelere başvururlardı. Bu çarelerden biri de evlat edinmedir. Yine eski Türk toplumunda anasız-babasız kalan çocuklar ile savaşlarda elde edilen çocuklar bir aile ocağında yetişmeleri amacı ile evlatlık olarak alınırlardı.
Kısaca Eski Türk toplumunda evlatlığın hem hukuki durumu hem de aile içindeki vaziyeti öz evladın konumu gibi idi.
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...