20 Aralık 2022 Salı
SULTAN TUĞRUL DEVRİNDE ANADOLUYA YAPILAN AKINLAR VE FETİHLER-2
Selçuklu ordularının Anadolu harekatı
Sultan Tuğrul devrinde de bir süre devam eden Türkmen akınlarından sonra artık düzenli Selçuklu orduları, Anadolu'nun istila ve fethine girişeceklerdir. Dandanakan zaferini müteakip Büyük Selçuklu devletinin kurulmasından bir süre sonra kararlaştırılan fetih planları uyarınca, batı yönündeki fetihleri yürütme görevini bizzat üstlenen sultan Tuğrul, devletin başkentini Nişabur'dan Rey kentine nakletti (1043). Böylece Anadolu'da, düzenli Selçuklu ordularının seferleri ve dolayısıyla fetihleri başlayacaktır. Emevi ve Abbasi devirlerinde, Anadolu'nun ve özellikle İstanbul'un fethi amacıyla yapılan girişimler, Bizans'ın şiddetle direnişi sebebiyle başarılı olamamış ve dolayısıyla Anadolu'nun fethi de gerçekleşememişti. Fakat bir yüzyıl sonra, kuruluşundan itibaren, eski ruh ve kudretini kaybeden İslam aleminin, taze ve diri kuvveti olarak, bütün yükünü üzerinde taşıyan Selçuklu devleti, daha Önceleri başarılamayan Anadolu'nun fethi görevini üzerine alıp başarıyla sonuçlandıracaktır.
Anadolu'nun istila ve fethi harekatını bizzat yeni başkent Rey'den yönetmeye başlayan sultan Tuğrul, amcası Yusuf Yınal'ın oğlu İbrahim Yınal'ı Hemedan ve Isfahan il ve yörelerinin, diğer amcası Arslan Yabgu'nun oğulları Kutalmış ve Resultekin'i Hazar Denizi bölgesinin, öteki amcası Musa Yabgu'nun (İnanç Bey) oğlu Hasan ile, kardeşi Çağrı Bey'in oğlu Yakuti'yi de Azerbaycan'ın fethiyle görevlendirdi; ayrıca bu Selçuklu prenslerinin buyrukları altına, kalabalık Türkmen kuvvetleri de verildi. Bu sıralarda, Doğu - Anadolu ve Azerbaycan'da, yönetimleri Bizans'a bağlanan Ermeni ve Gürcü halkları ile Müslüman Şirvanşahlar (Derbend ve Hazar Denizi kıyılarında), Şeddadoğulları (Nahçivan, Dübeyl ve Gence illerinde) ve Caferoğulları (Tiflis'te) beylikleri bulunuyordu. İbrahim Yınal, birkaç yıl içinde, Hemedan ve Isfahan bölgesini fethettikten sonra Dicle ırmağı kıyılarına kadar harekatını başarıyla sürdürdü. Öte yandan Kutalmış da Ceylan ve Tarim bölgelerini fethettikten sonra, ileri harekatına devamla, Aras ırmağını geçerek Erran ve Gürcistan'a girmeyi başardı. Bu arada Kutalmış , Bizans imparatoru IX. Konstantin Monomak'ın, Gürcü asıllı kumandanı Liparit yönetiminde sevkettiği ordunun, Şeddadoğulları beyliğinin başkenti Dovin'i kuşatıp sıkıştırması sonucunda, onları savunma amacıyla, harekete geçerek Liparit'i Gence önlerinde kesin bir yenilgiye uğratıp çekilmek zorunda bırakmış idi. Öte yandan prens Hasan, Pasin ve Erzurum yörelerini istila ile, daha önce imparator II. Basil tarafından Ermeni yönetimine son verilip sınırları genişletilmek suretiyle Grek Vaspurakan'ı (Grek Vaspurakania) haline getirilen Van Gölü havzasını istilaya başladı. Selçuklu - Bizans antlaşmasına rağmen girişilen bu harekat üzerine, Vaspurakan Bizans valisi Aaron, kalabalık Türk ordusu karşısında, Gürcistan Bizans valisi Kekavmenos'tan yardım sağladı. Her iki taraf arasında, 1047/48 yılında, Büyük Zap suyu yörelerinde yapılan savaşta, pusuya düşürülen Selçuklu kuvvetleri yenilgiye uğradı; prens Hasan ve yakın arkadaşları şehit olarak hayatlarını kaybettiler. Selçuklu ordusunun bozgununa, prens Hasan ve arkadaşlarının şehit olmalarına sonderecede üzülen sultan Tuğrul, Azerbaycan Genel Valiliğine atandığı İbrahim Yınal'ı, Erran bölgesinde başarılı fetihlerde bulunmakta olan Kutalmış ile birlikte, Anadolu'da fetihler yapmak ve bozguna uğratılan Selçuklu ordusunun öcünü almak amacıyla, seferle görevlendirdi. Derhal harekete geçen İbrahim Yınal, Kutalmış'la birlikte Bizans kaynaklarının 100 bin kişi olduğunu ifade ettikleri büyük bir Selçuklu ordusuyla harekete geçerek 1048 yılında, Anadolu topraklarına girdiler. Bir yıldırım hızıyla ilerleyen Selçuklu ordusu karşısında ne yapacaklarını şaşıran Vaspurakan ve Gürcistan Bizans valileri Aaron ve Kekavmenos, imparator IX. Konstantin'den acele yardım istediler. Bunun üzerine imparatorun emriyle, bütün Gürcü kuvvetlerini toplayan Bizans generali Liparit, derhal Aaron ve Kekavmenos'la birleşti; bu arada Kekavmenos'un barış teklifi İbrahim Yınal tarafından reddedildi. Bunun üzerine, Rum, Ermeni ve Gürcülerden oluşan takriben 35 bin kişilik Bizans ordusu, Hasankale (Kapetru) yörelerindeki Ügümi (Kastro-okomi) köyünde karargah kurdu. Bu sıralarda İbrahim Yınal ve Kutalmış'ın yönettikleri Selçuklu ordusu Aras ırmağını izleyerek birkaç kale ve müstahkem mevkii fethederek eski Erzurum ( Kalikala) yönüne doğru ileri hareketlerine devam ediyorlardı. Çok geçmeden Erzurum'a erişen ve şehri bir saldırı ile elegeçiren Selçuklu ordusu, buradan, Bizans ordusunun bulunduğu Pasin ovasındaki Hasankale önlerine gelip karargah kurdu. Böylece her iki taraf savaşa hazır duruma gelmiş idi. Bizans ordusunun sağ kanadında Katakalon, sol kanadında Aaron ve merkez hattında da Liparit yer almışlardı. İki büyük bölümden oluşan Selçuklu ordusunun bir bölümüne İbrahim Yınal, öteki bölümüne de Kutalmış kumanda ediyordu. 18 Eylül 1048'de her iki taraf arasında şiddetli bir savaş başladı. Bütün bir gün, bir gece devam eden çarpışmalar sonucunda Bizans ordusu ağır ve kesin bir bozguna uğratıldı, başkomutan Liparit de tutsak alındı. Ölüm ve tutsaklıktan kurtulabilen Bizans ordusunun bir kısım Rum, Ermeni ve Gürcü askerleri, Van ve Ani kalelerine güçlükle sığınabildiler.
İbrahim Yınal, tutsak Liparit'i, ele geçirilen değerli ganimetlerle, bu sırada başkent Rey'de bulunan sultan Tuğrul'a bizzat götürüp, "Bizans'a indirilen bu ağır darbeyi ve zaferi" müjdeledi. Sultan da bu önemli başarısından dolayı kendisini kutlamış, hatta ona 40 bin altın başarı ödülü vermek istemişse de İbrahim Yınal bunu kabul etmemiştir.
Hasankale yenilgisi ve ayrıca Balkanlar'da Turak komutasında başlayan Peçenek Türklerinin istilası sebebiyle sıkışık duruma düşen imparator Konstantin, sultan Tuğrul'a bir elçi gönderip barış önerisinde bulundu; ayrıca, daha önce Bizans, fakat şimdi ise Selçuklu vasalı olan Diyarbakır emiri N sruddevle Ahmed'e de başvurarak ''Barış için sultan katında aracılık yapmasını" istedi. Sultan, kendisine çok değerli armağanlar getiren (İlgili kaynaklarda bu armağanlar hakkında geniş bilgiler yer almaktadır) Bizans elçisini, Şeyhülislam Ebu Abdullah ile birlikte huzuruna kabul etti; imparatorun, Liparit için gönderdiği kurtuluş akçasını ( Fidye-i necat) almayarak onu elçiye teslim etti. İmparatorun barış önerisini kabul eden sultan Tuğrul, Bizans'la imzalanacak olan barış antlaşmasını konuşmak ve imza etmek için Abbasi halifesi Kaaim Biemrillah'ın akrabası Şerif Ebul fazl Nasır başkanlığında bir heyeti, Bizans elçisiyle birlikte istanbul'a imparatora gönderdi (1049/50). İmparator Konstantin ile Selçuklu elçisi arasında yapılan birçok müzakereler sonucunda:
1 - Emeviler devrinde Mesleme b. Ab dülmelik tarafından yaptırılan cami ve medrese tamir edilecek,
2 - Şii Fatımi halifeliği adına okutulan hutbe, Abbasi halifesi ve Selçuklu sultanı adına değiştirilecek,
3 - Cami mihrabına, eski Türk hakimiyet alameti olan ve sultan Tuğrul'un kullandığı "ok ve yay" işaretleri işlenecek, şeklindeki maddeler aynen kabul edildi; fakat "Bizans'ın vaktiyle Abbasi halifeliğine ödediği yıllık verginin, bu kez, Selçuklu devletine ödenmesi" maddesi uzun müzakerelere rağmen imparator tarafından kabul edilmedi. Bu önerilerinin kabul edilmemesi sebebiyle, Selçukluların Anadolu'da yeniden istila hareketlerine başlayabileceklerini düşünen imparator, özellikle Doğu Anadolu'daki Bizans kale ve müstahkem yerlerin kuvvetlendirilmesini ve askeri birliklerin artırılmasını emretmek zorunda kaldı.
ANADOLU'NUN FETHİ
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)
Prof. Dr. ALİ SEVİM
Proton ve elektron arasındaki uyum
- Elektrik yüklerindeki uyum
Proton elektrondan hacim ve kütle olarak çok daha büyüktür. Protonun kütlesi elektronunkinin tam 1836 katıdır. Eğer somut bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık tanesi arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek "benzer" bir fiziksel yapıları yoktur.
Fakat ne ilginçtir ki, bu iki farklı parçacığın elektrik yükleri birbiriyle tam tamına aynı büyüklüktedir! Birisi artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Bu sayede atomun elektrik yükü dengelenir. Oysa bu eşitliğin olmasını zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum, elektronun elektrik yükünün kütlesiyle orantılı olarak protonunkine göre çok daha az olmasıdır.
Peki acaba durum böyle olsaydı, yani proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti.
Acaba bu durum şu an gerçekleşse ne olur? Evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağan dışıdır. Öncelikle sizin bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya uçar. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle görülür cisim var olmaz. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak birbirlerini iten atomların karmaşasından ibaret olur.
Peki acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması gerekir? Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mı? Yoksa kritik sınır binde bir midir? Prof. George Greenstein, "The Symbiotic Universe" (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları söyler:
Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile farklılaşsaydı bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin parçalanmasına yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler içinse, bu denge daha hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları denge, milyar kere milyarda birlik bir dengedir.
- Sayılarındaki uyum
Evrendeki protonların sayısının elektronlarınkine oranı da çok önemli bir değerdedir. Bu oran kütle çekim gücü ile elektromanyetik güç arasındaki hassas dengeyi sağlar. Evren henüz 1 saniyeden bile daha gençken anti porotonlar, karşıtları olan eşit sayıdaki protonu yok ederler, geriye şu anki evrenin yapı taşı olan belli miktardaki proton kalır. Aynı olay elektronlarla pozitronlar (anti-elektronlar) arasında da gerçekleşir. Şaşırtıcı biçimde, geriye kalan proton ve elektronlar 10 üzeri 37 de 1 gibi inanılmaz küçük bir farkla eşit sayılardadır.
Bu eşitlik ise evrendeki elektromanyetik dengenin sağlanmasında çok önemli bir unsurdur. Çünkü elektronların ya da protonların sayısında diğerine oranla olacak bir fazlalık aynı elektrik yüküne sahip parçacıkların birbirlerini itmelerine ve birbirlerinden uzaklaşmalarına yol açacaktı. Bu durum ise evrendeki atom altı parçacıkların atomları, maddeyi ve tüm gök cisimlerini oluşturmak üzere birbirleriyle birleşmelerini engelleyecekti. Sonuçta ise galaksiler, yıldızlar, gezegenler asla var olmayacaktı. Tabii ki yaşam için en uygun gezegen olan Dünyamız da...
Alıntıdır.
Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-1
Uzakdoğu ve Pasifik Adaları söylenceleri birkaç farklı kültürü yansıtır ve geniş bir zaman dilimi içinde kayda geçirilmiştir. En eski Hint söylenceleri, ülkeyi MÖ 1500 dolaylarında istila eden Ari halkların kültürlerine aittir. Daha sonraları Hindular, aralarında yaratılış ve Râma söylencesi de bulunan bu söylencelerden kimilerini kendilerine uyarlayarak benimsemişlerdir.
Çin söylencelerinden birçoğu Han Hanedanlığı (MÖ206-MS 220) döneminde yazıya geçirilmiştir. Bunlar hâlâ varlığını sürdüren en eski Çin söylenceleridir. Çünkü MÖ 215 yılında ilk Çin imparatoru, tıp ve çiftçiliğe ilişkin olanlar dışındaki tüm kitapları yaktırmıştır.
Japonlar, Han Hanedanlığının ilk döneminde Kore Boğazı' ndan Japonya'ya geçmiştir. Söylencelerini çok sonraları, MS 8. yüzyılda yazıya geçirmişlerdir. Japon Kotan Utannai destanı, Japonların gelişinden önce orada yaşayan ve Japonya'nın asıl yerlileri olan Aynu halkına ait bir söylencenin çağdaş bir kopyasıdır.
Polinezya halkı, Asya'dan Tahiti'ye, oradan da Yeni Zelanda'ya, Hawaii'ye ve öteki Pasifik adalarına göç etmiştir. Polinezya söylencelerinin içeriği, her ada için ayrı ayrı olmak üzere, Polinezya halkından belirli bir grup ile çoğunluğu 19. yüz¬ yılın ilk çeyreğinde gelen belirli bir Hıristiyan misyonerler grubu arasındaki karşılıklı ilişki tarafından belirlenmiştir. Maori mitolojisinde bir miktar Batı etkisi vardır. Ancak birçok Hawaii söylencesi değişmiş veya misyonerlerin yerli halkın kültürüne müdahalesi yüzünden kaybolmuştur. Polinezya (Maori) söylencelerinin ilk koleksiyonu 19. yüzyılın ortalarında yayımlanmıştır.
Uzakdoğu ve Pasifik Adaları'nın yaratılış söylenceleri tamamen farklıdır. Hem Hint hem Çin yaratılış söylenceleri bir yumurtayla başlar, her ikisi de evrenin ilahi bir vücuttan yaratılışını içerir, her ikisi de insanların yaratılışını açıklar. Ancak Hintlerin "Hindu" söylencesi yeniden doğuşu, zamanın döngüsel doğasını anlatır. Bu söylence, insanlığa dört aşama önerir. Japon yaratılış söylencesi Japon Adaları'nın yaratılışını açıklar. Bu söylencenin kadınla erkek arasındaki ilişkiyi ele alışıyla ölümü betimleyişi onun özgün yanını oluşturur. Maori yaratılış söylencesi, yokluktan düşünceye, düşünceden yaratılışa giden gelişme üzerinde durur. Bu söylencede doğal dünyanın yaratılışı insan doğasını yansıtır ve Yeni Zelanda düzenbaz bir kahraman tarafından yaratılmıştır.
Dört bereket söylencesi, duygu olarak gelenekseldir. Hem Hindu öncesi Hint mitolojisi hem Çin ve Hawaii söylenceleri bir tanrının, yarı-tanrının ya da ölümlünün dünyayı büyük bir tehlikeden kurtarmaları açısından Zuni, Haida, Fon söylencelerine benzer. Japon mitolojisi aşağılanıp kızdırılan ve tekrar bereket göndermesi için yatıştırılması gereken bir bereket tanrısı içerir.
Her kahramanlık söylencesinin kendine özgü bir çekiciliği vardır. Hinduların Ramayana'sı dünyanın en büyük destanlarından biridir. O sadece mükemmel bir macera öyküsü değildir; aynı zamanda sorumluluğa, adil davranışa verdiği önemle bizi kendi değerlerimizi düşünmeye götürür. Çin söylencesi çarpıcı kişilikleri ve iyi örgüsüyle zevkli bir kahramanlık öyküsüdür. Japonların Aynu destanı, eskiliğinin yarattığı çekicilik açısından az bulunur bir örnektir.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Türk Soylu Halklarda Gök Tasavvuru-1
Yıldızlar
Her ne kadar Türklerle akraba halklar, göçebe topluluklar olmalarına rağmen, sanıldığının aksine yıldızların yörüngeleri ve gökyüzü cisimleri hakkındaki bilgileri çok derin değildir. Özellikle Vambery, onların bu konudaki bilgilerinin çok zayıf olduğunu anlatırken, bunun sebebini Orta Asya steplerinde gökyüzünün Sami halklarının yaşadığı Mezopotamya’da olduğu gibi aydınlık ve yıldızların parlak olmaması sebebiyle çıplak gözle gözlem yapmaya pek uygun olmamasını bağlar. Vambery’ye göre, Türk kökenli halklarda çoğu yıldızın isimlendirilmemiş olması da bu yüzdendir.
Altay halklarının çok eski zamanlardan itibaren muhtelif yönlerden gelen kültür akımlarına maruz kalmış olmaları, onların yıldızlar hakkındaki tasavvur veya efsanelerinin ne derece kendilerine ait olduğu açıklamasını zorlaştırmaktadır. Kesin olan bir şey varsa, tıpkı başka coğrafyalarda olduğu gibi, burada da bazı yıldızlar ve takım yıldızları Altay halklarının özel ilgisini çekmiştir. Bazı yıldızlar, gece yolculuklarında kılavuzluk ettikleri veya zaman ölçümüne hizmet etmeleri sebebiyle özel bir anlam kazanmışlardır. Kuzey yarı küredeki halkların hemen hemen hepsi, çok eski dönemlerden itibaren “Büyük Ayı” yıldız kümesinin yerine bakarak, geceleri zamanın akışını hesaplayabiliyorlardı. Doğu Asya’da, Büyük Ayı ile mevsimler arasında bağ kurulmuş, “Büyük Ayının kuyruğu Doğuyu gösteriyorsa, yeryüzüne ilkbaharın, Güneyi gösteriyorsa yazın, Batıyı gösteriyorsa sonbaharın, Kuzeyi gösteriyorsa, kış mevsiminin gelmiş olduğunu anlıyorlardı. Buna dayanarak mevsim değişim zamanlarını da tahmin edebiliyorlardı. Büyük Ayıya “geyik” adını veren Ostyaklar, “Geyik ufalırsa-yâni Büyük Ayının yıldızları birbirlerine yaklaşırsa nehirler donar, geyik büyürse ısınmaya başlar demekti. Aynı inanış şekli, Turuhansk bölgesi halklarında da vardı.
En sık rastlanan inanış tarzlarından biri de büyük hava değişimlerinin Ülker yıldız kümesinden kaynaklandığıydı. Hâtta buna ilişkin örnekler Amerika ve Güney pasifik yerlileri arasında bile görülmektedir. Ülker yıldız kümesinin yükselmesinin yağmurlu veya rüzgârlı bir dönemin başlayacağına ilişkin işaret olduğuna inanılır. Ülker yıldız kümesinin iklim üzerinde tesirine ilişkin tasavvur, Avrupa halkları arasında da görülür. Meselâ, Lapon halk inançlarını derleyen Forbus, Laponların “Havaların ısınması için Ülker yıldız kümesine dua ettiklerinden” bahseder. Türk kökenli halklar, Ülker’in soğuklara sebep olduğuna, Yakutlarsa, kışı çağırdığına inanırlar. Bu düşüncenin oluşmasının sebebi, Yakutların yaşadığı bölgede Ülker’in yükseldiği dönemlerin kışın başlamasına, alçalışının da havaların ısınmasına denk gelmesidir. Yakutlar arasında anlatıldığına göre, eski dönemlerde kış çok daha soğuk ve uzun olurmuş, ama bir şaman Ülker’in bağlı olduğu kazığı parçalamış ve bu sayede kış biraz daha kısalmış. Şaman kazığı parçalarken, kopan kıymıklardan da sonsuz sayıda yıldız oluşmuştur.
Yaygın bir başka inanış da Ülker’in bulunduğu yerde, gökyüzünün tavanında büyük bir delik olduğudur. Bu yıldız kümesine Türk kökenli halkların verdikleri isim de zaten bunu ifade eder; (Ürker, Ülker, Ürgel). Gorochov, Yakut dilinde “ürgel” kelimesinin hava boşluğu/deliği anlamına geldiğini aktarır. Bu açıklamaya uygun olarak bir Yakut efsanesi nakleder. Bu efsaneye göre bir kahraman, otuz çift kurt bacağı derisiyle bir çeşit eldiven yapar.
Maksadı, içinden dünyaya hiç durmadan don ve kar getiren bir rüzgarın estiği “ürgel”i kapatmaktır. Bu tasavvura paralel olarak, Votyaklar, Çeremisler, Litvanya halkları ve Baltık kıyısındaki bazı Fin kabileleri Ülker yıldız kümesini “elek” olarak adlandırmaktadırlar.
Gökyüzündeki sayısız yıldız hakkında Sibirya halkları genel olarak çok fazla düşünmemişlerdir. Yakutlardaki “yıldızların aslında küçük birer delik olduğu ve bu deliklerden gök kubbenin ışığının sızdığı” inancı gayet anlaşılabilir bir inanç tarzı olup, daha önce görmüş olduğumuz gibi gökyüzünde gözlenen meteorlar için de bu açıklama yapılmakta idi. Bazı bölgelerdeki Yakutlarda “yıldızların gökyüzü denizinin yansıması olduğu” inancının temelinde, gökyüzünün örtüsünün arkasında bulunan bir deniz tasavvuru yeralmaktadır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...