1 Aralık 2022 Perşembe

Ortadoğu'ya Yapılan Haçlı Seferleri Kudüs, 1095

 Her şey ideallerin en asiliyle, sözde barbar kafirlerin elinde olan kutsal toprakları kurtarmak arzusuyla başladı. Bununla da bin yıl süren savaşlar ve bugüne kadar artan bir şiddetle gelen ve tehdit eden, her an patlamaya hazır bir bomba ortaya çıktı. Ama bu idealizmin arkasında daha pratik ve ticari sebepler vardı.


Avrupa'dan her yıl binlerce turist bölgeyi ziyaret etmeye gidiyor ve ticareti canlandırıyorlardı. Avrupalılara ilaveten, yedinci yüzyılda Bizans İmparatorluğu'ndan Kutsal Toprakları alan Araplar da bölgeyi aynı şekilde kutsal sayıyorlar, Kudüs'ü Mekke ve Medine'den sonra üçüncü kutsal şehir kabul ediyorlardı.


11. yüzyılda daha dindar bir görüşe sahip olan Selçuklu Türkleri bölgeye geldiğinde işler biraz kızışmaya başladı. Artık, ara sıra turistlerin saldırıya uğradığı oluyor, yeni vergiler ödemek zorunda kalıyorlar, katırları kaçırılıyor ve cinayetlere kurban gidiyorlardı. Elbette, Avrupa'ya bunların haberi geliyordu. Yapılan haksızlıklar anlatıla anlatıla abartılı boyutlara varıyordu. Ama aynı şekilde bir gemi dolusu Müslüman on birinci yüzyıl Paris'ine ya da Londra'sına gelmiş olsaydı, başlarına neler geleceğini ancak Allah bilir.


Konstantinopolis şehrinin karşı karşıya kaldığı tehlike, endişeyi daha da artırdı. Selçukluların Kudüs'ü almasından bir sene önce, 1071'de Bizans ordusu Malazgirt Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğramıştı. Sonraki yirmi sene boyunca Türkler Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemişlerdi. Öyle ki artık Konstantinopolis bile güçlü bir saldırı karşısında teslim olacak gibiydi.


Bizans imparatorları, özellikle papaya mektup yazarak Batı'ya acil yardım çağrılarında bulunmaya başladılar. Katolik kilisesi ve Bizans İmparatorları arasındaki ilişki yüzyıllardır gergindi. Aralarındaki en önemli anlaşmazlık imparatorun papanın üstünlüğünü kabul etmemesiydi. Yaklaşan Selçuklu tehlikesiyle imparator köşeye sıkıştı ve papayla anlaşmayı kabul etti. Ayrıca, eğer Konstantinopolis düşerse Avrupa'nın kapılarının açılacağını ve yakında Orta Avrupa'nın savaş alanına döneceğini söyleyerek ikna etti.


Sonunda, Papa II. Urban, tabii başka nedenlerin de etkisiyle 1095'de harekete geçti. Bizanslıların öne sürdüğü gibi, şehrin Avrupa savunmasında bir ön cephe olmasının ne denli önemli olduğunu anladı. Ayrıca ortalıkta boşta gezen çok fazla zırhlı şövalye vardı ve sadece şiddet kullanmayı biliyorlardı. 11. yüzyıl Avrupa'sında baş gösteren sıkıntı, bazı açılardan günümüzün kentlerinin başına bela olan silahlı çetelerin durumuna benziyor, silahsız birçok kişi arada kalıyordu.


Katliamın önüne geçemeyen papanın aklına bir çözüm yolu geldi. Madem birbirlerini öldürmelerini engelleyemiyordu, belki de onları kafirlerin üstüne salmak daha akıllıca bir fikirdi. Hıristiyan olmayanları Tanrı adına öldürmek günah değildi, saldırgan enerjilerini kullanabilirlerdi ve bu arada daha da önemlisi şiddet başka bir yerde olurdu. Sonunda, Kutsal Toprakları kurtarmanın çok iyi olacağına ve Tanrının zaferine hizmet edeceğine karar kıldı.


Böylece, II. Urban 1095'de yaptığı ateşli bir konuşmayla Kutsal Toprakları kurtarmak için Kutsal Savaş ilan ettiğini açıkladı ve o zamana kadar tahmin edilemeyecek büyüklükteki saldırgan bir kitleyi serbest bıraktı.


11. yüzyılda lojistik destek sağlamadaki en büyük sıkıntı insan toplamak olduğundan Urban, haçlı seferinin, profesyonel askerlerin yardımıyla iyi düzenlemiş, yirmi, otuz binden fazla olmayan küçük bir ordudan oluşacağını sanıyordu. Maalesef birkaç ay içerisinde Keşiş Peter'in yönetiminde neredeyse yüz bin kadar köylü kendi Halk Haçlı Birliği'yle yola çıktı. Peter, kullandığı düz bir mantıkla hayli ikna ediciydi; Tanrı'nın basit insanları sevdiği için, Kutsal Toprakları kurtarma onurunu de kesinlikle onlara bahşedeceğini anlatıyordu.


Bu güruh Macaristan'a girdiği zaman bir kısmı çoktan açlıktan kırılmaya, diğer kısmı da çapulculuğa başlamıştı. Konstantinopolis'e geldiklerinde imparator, hiç bekletmeden köylüleri hemen Anadolu'ya gönderdi. Orada kendilerini beklemekte olan Türkler tarafından da hemen kılıçtan geçirildiler.


İlk haçlı seferi 1097'de Konstantinopolis'e geldiğinde çok korkmuş imparator Alexius'la karşılaştılar. Yüz bini aşan sayıları ne bir düzenlemeyi, ne de yiyecek sağlamayı mümkün kılıyordu. İmparator, kendisine sadakat yemini edecek ve esas amacı doğrultusunda, yani Anadolu'yu geri almak için savaşacak küçük, profesyonel bir birlik istemişti. Kutsal Topraklar her zaman sadece ideal bir amaç olmuş, ama bunun başarılabileceğine kimse inanmamıştı. Şimdiyse on binlerce kavgacı, disiplinsiz şövalyeyle, serflerle ve kibirli prenslerle karşı karşıya kalmıştı. Bunların çoğu da daha birkaç sene önce Bizanslılara karşı savaşmışlardı.


Bu kalabalığın eline fırsat geçerse kendi tacını başından alacaklarından korkan imparator, şehrin kapılarını kapattırdı. Haçlılar da Bizanslılardan hiç hoşlanmıyorlar ve güçlü olmalarından nefret ediyorlardı. Bu kadar yolu, sadece bir imparatorun kişisel çıkarları uğruna savaşmak için gelmemişlerdi.


Kutsal Toprakları almak, böylece bütün günahlarını affettirmek ve bu uğurda ölüp şehit olurlarsa cennete kesin bir gidiş bileti elde etmek istiyorlardı. Bizanslılar bu yeni orduyu beslerken sıkıntılı bir zaman geçmeye başladı. Haçlı askerleri bir şekilde çıkar sağlamanın yollarını hızlandırmayı düşünmeye başladılar. Yüksek amaçları yavaş yavaş arka planda yerini alıyordu.


Sefer sözüm ona Bizanslıların yönetiminde bir sonraki bahar başladı. Sonraki iki sene çok kanlı geçti. İklim ve bölge Fransız, Alman ve İngiliz askerlerine tamamen yabancı olduğundan büyük sıkıntılar çekildi. Yakıcı sıcaktan ve savaşlardan adamların en azından üçte ikisi yolda öldü. Sonunda, neredeyse üç sene sonra hedeflerine, Barış Prensinin Kutsal Şehri olan Kudüs'e vardılar.


Çatışma başladı, surlarda gedikler açıldı. Böylece tarihin en kötü ve en kanlı katliamlarından biri, şehirdeki hemen hemen herkesin kılıçtan geçirilmesiyle gerçekleşti. Saldırganlar ruhlarının ebedi kurtuluşla korunduğuna inandıklarından kentin yarısından fazlasının Yahudi ve Hıristiyan olması onları pek etkilemedi.


Böylece Birinci Haçlı Seferi sona erdi. Çarpışmaların devam etmesine rağmen seksen yıl boyunca Kutsal Topraklar Haçlı eyaletlerine bölündü. Papanın planıyla aslında Kutsal Topraklar kurtarılmıştı, ama bu uğurda yüz binlerce insan canından olmuştu.


Ama bu arada durum giderek kötüleşiyordu. Tarihçiler olayları belli gruplarda sınıflandırmayı sevdiklerinden daha sonra kitaplarda İkinci Haçlı Seferini, Üçüncü Haçlı Seferini okuruz. Halbuki hepsi birbiriyle bağlantılı bir sürecin parçasıdır. Bölgeye, iki yüzyıldan fazla bir süre Haçlı Seferleri yapıldı. Bazıları gerçek dini duygularla, bazıları da günahlarının affolunması için gidiyordu. Ama büyük bir kısmını ilgilendiren, toprak ya da elde edecekleri ganimetlerdi.


12. yüzyıl boyunca Fransa'dan, hatta Norveç'ten ve Danimarka'dan bile haçlılar geldi. İskandinavya'dan gelenlerin çoğu Kudüs'e varabilmek için Rusya büyüklüğünde yol kat ettiler. Art arda süren saldırıların en ünlüsü, efsanevi Aslan Yürekli Rişar'ın yürüttüğü Üçüncü Haçlı Seferi'ydi.


Üçüncü Haçlı Seferi, gerçekten de akla yatkın bir sebeple başladı. 1187'de, kendi Müslüman Haçlı Seferi'ni yapan Selahaddin Kudüs'ü Hıristiyanların elinden geri almıştı. Batılı güçlere yapılan bu hakaret karşısında İngiltere, Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu kralları, eski anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak kutsal seferde bir araya geldiler.


Rişar altı yıldan fazla savaştı. Savunma o kadar kuvvetli ve akıllıcaydı ki, ancak bir kere Kudüs yakınlarına gelebildiler. Sonunda en iyi şeyi yaparak bir barış anlaşmasında karar kıldılar. Anlaşmaya göre, Batılı turistler Kutsal Şehir'i ziyaret edebileceklerdi. Rişar ülkesine geri dönerken yolda bir düşmanı tarafından pusuya düşürüldü. Aslında İngilizler, Rişar'ı kaçırana teşekkür bile edebilirlerdi. Çünkü efsanevi olmasının bir nedeni de tahta çıktığından beri İngiltere'ye ayak basmamasıydı. İngiltere onun için dipsiz bir para kuyusu ve asil amaçlarını gerçekleştirmek için adam yollayan bir yerdi.


Sonunda ülke iflas etti ve kendisi için istenilen fidyeyle daha büyük bir maddi sorun yarattı. İşin en garibi, John kardeşini kurtarmaya çalışırken ülkenin kötü bir durumda olmasının tüm suçu onun omuzlarına yükleniyordu. Rişar ülkesine döndüğünde, yeni bir ordu hazırlıklarına girişerek ülkeyi daha da fazla borca soktu. Sonra da eski müttefiki Fransa'ya saldırdı ve kısa bir süre içinde orada öldürüldü. John, hükümdarlığı boyunca yapılan zararı onarmakla uğraştı ve daha da kötü bir üne sahip oldu.


Haçlı Seferleri hala devam ediyordu. Bir sonraki yüzyılda bir düzineden fazla sefer düzenlendi; bunların arasında en yıkıcı olanı Dördüncü Haçlı Seferi'dir. Fransa'dan yola çıkan ordu Venedik'te ulaşım aracı ararken yine tarihte görülmemiş bir "iyi fikir" bulundu. Diplomatik zekalarıyla ünlü Venedikliler, Fransızları Kutsal Topraklara götürmeden önce kendi çıkarları için Zara'yı (bugünkü Zadar) Macaristan'dan geri almak için ücretli asker olarak kiralamak istediler.

Fransızlar bu anlaşmayı kabul ettiler. Zara geri alındı ve yağma edildi. Bunun sonucunda Papa tüm orduyu aforoz etti. Ondan sonra her şey kötüye gitmeye başladı. Venedikliler, kiralık ordularına şimdi de Bizans'taki zenginlikleri anlatmaya başladılar. Bizans İmparatoru'nun tahttan indirilen bir akrabasına yardım etmek amacının arkasına sığınan Haçlılar Konstantinopolis'e girdiler. Şehri yakıp yıktılar, yağmaladılar ve nüfusun hatırı sayılır bir bölümünü katlettiler. Sonra da tahta kukla bir imparator oturttular.


Haçlıların esas amacı olan Konstantinopolis'i Türklere karşı korumak tamamen bırakılmıştı ve bu hain saldırının Avrupa'ya da zararı çok büyük oldu. Sonunda, eski Bizans İmparatorluğu ailesi yavaş yavaş bu kadim şehrin tahtına tekrar geçti, ama artık eski güç ve pırıltının sadece gölgesi vardı. İmparatorluğun çöküşü ise baştakilerin o andan itibaren takındığı tutum yüzünden hızlandı.


Dördüncü haçlı ordusu savaştan elde ettikleriyle geri döndü. On yıl sonra papa tekrar denedi. Bu ordu Mısır'da bir saldırı üssü oluşturmaya çalıştı. Bu, sıradışı bir plandı ve sonunda Nil deltasının salgın hastalıklarla dolu ortamında gerçekleşmesi mümkün olmadı.


Ama yine de çaba gösterildi. 1260'larda bölge Moğol istilasına uğradığında savaşçı olarak yetiştirilen kölelerden gelen bir hanedan, Memlükler Mısır'ı yönetiyordu. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden haçlılarla işbirliği yapma eğilimindeydiler. İki taraf da yakında oraya ulaşması beklenen Moğollara karşı haçlılarla birleşmek istiyordu. Ancak buna gerek kalmadı çünkü Moğollar Kudüs'ü geçtikten sonra geri çekildiler.


En korkunç haçlı seferlerinden biri çocukların katıldığı haçlı seferiydi. Avrupa'nın ortaçağdaki şehirleri yetim ve öksüz çocuklarla doluydu. Bazı insanlar, yetişkinlerin yapamadıklarını, çocukların yapacaklarına inanıyordu. Çünkü günahsız oldukları için, kutsal topraklara ilerlerken tanrı onları koruyacaktı. Binlerce Avrupalı çocuk yollara döküldü. Yol boyunca hayatta kalmak için de dileniyor ve hırsızlık yapıyorlardı.


Kilise çocukları vazgeçirmek için çaba gösterdiyse de masum bir şekilde kendilerini ortaya atmalarına hiçbir şey engel olamadı. İtalya kıyılarına ulaşan çocuklar toplandı ve liderler gemi sahipleriyle çocukları kutsal topraklara götürmeleri için anlaştı. Ama bu çocukların hepsi gemilere yüklenip Kuzey Afrika'ya götürüldü. Orada da köle olarak satıldı.


Haçlı seferlerinden birinde ise Fransa'nın dışına bile çıkılamadı. Fransız kralı papayla iş birliği yapıp ülkenin güneyinde yaşayan Albigenlere karşı bir kutsal savaş ilan etti. Kuzeyde yaşayan binlerce Fransız asilzadesi de bu savaşa katıldı. Oluşturulan güç Provence bölgesine girdi ve Albigen olanları da olmayanları da öldürdü ve topraklarını ellerinden aldı.


Haçlı ruhu sonunda 14. yüzyılda, Kudüs'ün Memlûk ve Osmanlı saldırılarına karşı koyamayıp düşmesiyle son buldu, yüzyıl savaşları, İtalyan şehir devletlerinin anlaşmazlıkları ve Büyük Salgın Haçlı Seferlerini bitirdi. Sonuç korkunçtu. Bizans İmparatorluğu darmadağın oldu. Yüz binlerce insan öldü ve Müslümanlar Avrupalıları mutlaka püskürtülmesi gereken işgalciler olarak görmeyi öğrendi. Savaş ve özgürleşmenin ardındaki olumlu fikirler her zamanki gibi hırsa, idealizm çılgınlığına, dinsel bir nefrete; zalim ve uzun bir acıya dönüştü.


Alıntıdır.


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Britanya Adalarının Söylenceleri – 16 İngiltere/Fransa Kral Arthur

 


V. Bölüm


(Sör Lancelot, birçok macera yaşar ve kahramanca işler yapar. Sonra Yuvarlak Masa’ya döner ve Kraliçe Guinevere ile aşk ilişkisine yeniden başlar. Onu ihanet suçlamasına karşı savunur. Turnuvada, kılık değiştirerek krala karşı olan tarafta dövüşür.)


Kral Arthur ve şövalyeleri Britanya'ya döndükten sonra, Sör Lancelot Yuvarlak Masa'nın önde gelen şövalyesi oldu. Galya'da savaş alanında olağanüstü bir şölen verdiği gibi, memlekette de turnuvalardaki yeteneğiyle ve soylu davranışlarıyla bütün şövalyeleri geride bırakıyordu. Kraliçe Guinevere onu bütün erkeklerden fazla ve o da onu bütün kadınlardan fazla seviyordu.


Sör Lancelot onur ve övgü kazanmayı seviyordu. Kısa zaman sonra her zamanki turnuvalardan ve silah becerisi isteyen öteki yarışmalardan sıkıldı. Macera peşine düşerek öteki, eşit derecede soylu kişileri geçmeye, şanını artırmaya karar verdi.


Lancelot'un kendisini kanıtladığı soylu davranışlardan biri Kraliçe Guinevere'e gösterdiği bağlılıktı. Bir ağacın dibinde uykuya dalıp uyandığında, dört kraliçe tarafından bağlanmış olduğunu görmüştü. Kraliçeler ona, "Tek sevdiğinin Kraliçe Guinevere olduğunu biliyoruz" dediler. "Ama o seni sonsuza kadar kaybetti. İçimizden birini seçmeni istiyoruz, yoksa bu hapiste öleceksin."


Lancelot, "Beni zor bir seçimle karşı karşıya bıraktınız" diye yanıtladı. "Ama birinizi seçmektense ölürüm. Eğer serbest olsaydım, Kraliçe Guinevere'in, lordu Kral Arthur'â sadık olduğunu size kanıtlardım."

Sör Lancelot zor durumdaki hanımları savunmasıyla da kendini kanıtlamıştı. Dört kraliçeyle olan macerasından kısa süre sonra ormanda, yolundan geçen her kadına saldıran bir şövalyeden şikâyetçi bir kıza rastladı.


Lancelot, "Bir şövalyenin hırsız ve tecavüzcü olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordu. "Şövalyeliğe leke getiriyor. Kutsal yeminini bozmuş, öyleyse ölmesi gerekir. Ormanda yavaş yavaş benim önümden git, eğer bu şövalye seni rahatsız ederse, seni kurtarmaya geleceğim."

Şövalye ortaya çıkıp kızı atından indirmeye kalkınca, Sor Lancelot onu düelloya davet etti ve öldürdü. "Şimdi hanımım" dedi, "senin için başka ne yapabilirim?"


"Şu an için hiçbir şey" dedi kız. "Ama senin bir eşe ihtiyacın var. Bütün hanımlara karşı en nazik biçimde davranan sensin. Ama hiçbirini de sevmiyorsun. Kraliçe Guinevere'in sana büyü yaptığını ve ondan başka birini sevmeni engellediğini duydum."


"Güzel hanımım" dedi Lancelot "evlilikle ilgilenmiyorum. O zaman hanımımın yanında kalmam ve turnuvalardan, savaşlardan, sevdiğim maceralardan vazgeçmem gerekir. Bir kadını sevip evlenmemek daha da kötü olur. Tanrı böyle ahlak dışı bir davranışı cezalandırır. Böyle şövalyeler, yarışmalarda ve savaşlarda talihsiz olurlar."


Sör Lancelot böylece kızı terk etti. Ormanda iki gün at sürdükten sonra, Kral Arthur'un doğduğu Tintagel Şatosu'na gelmiş olduğunu gördü. Ellerinde koca sopalar, iki dev ona saldırdılar.


Lancelot hemen kalkanını kaldırdı, ilk devin darbesini savuşturdu ve kılıcıyla başını kesti. Bunu gören öteki dev canını kurtarmak için kaçtı. Lancelot onu yakaladı ve omuzundan midesine kadar gövdesini biçti.


Sonra şatoya döndü. Büyük salona girdiğinde, altmış hanım gelip şükranla önünde diz çöktüler.

"Yedi yıldır burada tutsağız" dediler, "ipek işleyerek ekmeğimizi kazanıyoruz. Kimsin ki bizi bu devlerin elinden kurtarabildin? Birçok şövalye bunu denedi, ama cesaretleri onlara yalnızca ölüm getirdi. Yalnızca Gölün efendisi Sör Lancelot'un bizi kurtarabileceğini düşünüyorduk, çünkü devler yalnız ondan korkuyordu."


"Güzel hanımlar" diye yanıtladı Lancelot "ben görmeyi umduğunuz şövalyeyim!" Sonra onları özgür bırakıp yoluna devam etti.

Sör Lancelot birçok macera yaşadı. Zaferlerinin haberleri birçok yoldan Kral Arthur ve Kraliçe Guinevere'e ulaştı. Lancelot yardım ettiği bazı kişilerden, Arthur'un sarayına gidip olanları kraliçeye ve oradaki şövalyelere anlatmalarını istiyordu.

Yendiği şövalyeleri de tutsağı olmaları için kraliçeye yolluyordu. Lancelot'un öteki öyküleri, yolda ona rastlayan Kral Arthur'un şövalyeleri tarafından anlatılıyordu.


Sör Lancelot Yuvarlak Masa'ya döndüğünde, dünyadaki bütün şövalyelerden daha büyük bir ün kazanmış, soylular ve halk tarafından sevilen biri olmuştu.

Lancelot'un Guinevere'e duyduğu aşk, dönüşünde yeniden canlandı. İlişkilerini sarayda herkes biliyordu. Lancelot dedikodulardan utanmıştı ve isteyen bütün kızlara, hanımlara yardım ederek zamanını geçirmeye başlamıştı.


Sonunda Kraliçe Guinevere Sör Lancelot'u çağırdı ve ona şöyle dedi: "Lancelot, bana duyduğun sevgi ölüyor olmalı, çünkü artık benim arkadaşlığımdan zevk almıyorsun. Bunun yeri¬ ne zamanını başka kadınlara yardım etmekle geçiriyorsun."

Lancelot yanıtladı: "Yuvarlak Masa'nın üyesi olduğum zamandan beri, sana duyduğum aşktan başka bu dünyanın bütün zevklerinden vazgeçtim. Seni bu kadar sevmesem din adamı olurdum. Sen benim dünyadaki tek neşemsin ve seni hiç kimseye (lordum ve kralım Arthur'a bile) veremeyecek kadar çok seviyorum."


"Fakat bunun devam edip, cesaretimizin bize büyük bir iftira ve utanç getirmesini ve seni onuru lekelenmiş görmeyi istemiyorum. Elbette Guinevere, sen de şövalyelerin açıktan bizim aşkımızdan söz ettiklerini duyuyorsundur. Onlardan kendim için değil, daha çok senin adına korkuyorum, çünkü ben mecbur olursam denizin karşısındaki ülkeme dönebilirim. Ama sen burada kalmak ve hakkında söylenenlerle yüzleşmek zorundasın."


"Dolayısıyla" diye sözlerini tamamladı Lancelot, "bütün kadınlara yardım ediyorum ki, saray üyeleri yalnızca seninle değil, bütün kadınlarla ilgilendiğimi düşünsünler."

Kraliçe Guinevere, "Sözlerinden senin boş bir şövalye olduğunu anlıyorum" dedi. "Başka kadınları seviyor ve beni ancak hor görüyorsun. Ben de seni sevmeyeceğim. Sarayı terk et ve bir daha dönme. Seni bir daha görmek istemiyorum."


Kraliçe Guinevere, Sör Lancelot'u sevdiği kadar ötekileri de sevdiğini göstermek için bütün şövalyelere bir şölen verdi. Ama şövalyelerden biri zehirli bir elma yedi ve oracıkta öldü.

Ziyafeti Guinevere hazırlamış olduğu için ölüm nedeniyle o suçlandı. Bir başka şövalye, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa şövalyelerinin önüne çıkarak kraliçeyi ihanetle suçladı. Bunun cezası da ölümdü.


Kral Arthur, "Onurlu lordlarım" dedi, "kalbim fazlasıyla sıkıntıya girdi. Bu konuda yargıç olmak zorundayım ve karımı savunamam. İçinizden birinin ona yardımcı olmasını ve onu işlemediği bir suç nedeniyle yanmaktan kurtarmasını istiyorum."


"Beni affedin'' dedi şövalye, "fakat şölene katılan yirmi dört şövalyeden hiçbiri bu konuda kraliçenin masumluğunu savunmak istemiyor."


Arthur, "silahlanın ve on beş gün sonraki yarışmaya hazırlanın" dedi. "Günü gelince hiçbir şövalye kraliçeyi savunmak istemezse, bu, suçunun kanıtı olacak ve kraliçe yakılacak."


Sonra Kral Arthur, Kraliçe Guinevere'e gitti ve "Sör Lancelot nerede?" diye sordu. "O seni savunabilir."

"Akrabaları Britanya'yı terk ettiğini söylüyorlar" dedi kraliçe.


Kral, "Senin için Sör Lancelot adına dövüşmesini, yeğeni Sör Bors'tan İste" diye öğütledi.


Fakat Bors, Kraliçe Guinevere'in isteğini yerine getirmek istemiyordu. "Madam" diye yanıtladı, "o şölene katılmışken seni nasıl savunabilirim? Eğer taraf tutarsam, şövalyeler elmayı benim zehirlediğimi düşünürler!"


"Sör Lancelot, suçlu da olsan seni savunurdu, ama o sana taparken, sen onu Britanya'dan sürdün. Amcama böyle acımasız biçimde davranırken, benden seni savunmamı nasıl isteyebilirsin?"


Kral Arthur, Kraliçe Guinevere'i Lancelot'un yeğenine yalvarırken gördü. "Nazik şövalye" dedi, "kraliçeye merhamet et; çünkü onun suçsuz olduğuna eminim. Sör Lancelot aşkına onu savun."


"Lordum" diye yanıtladı Bors, "benden yoldaşım şövalyelerin gazabını uyandırmamı istiyorsun. Yine de, başka bir şövalye ortaya çıkmazsa, Sör Lancelot ve senin adına kraliçeyi savunacağım."


Guinevere saraydan kovunca, Lancelot kırlarda bir münzevinin yanına gitmişti. Guinevere'in sıkıntısını büyük sevinçle öğrendi, çünkü onun sevgisini yeniden kazanabilmesi için bir fırsat çıkmıştı.


Yarışma günü geldi, iki şövalye yarışa başlamak için hazırlanırken, beyaz bir at üstünde, kalkanında tuhaf bir arması bulunan bir şövalye dört nala ağaçların içinden çıkıp Sör Lancelot'un yeğeniyle konuştu. Sör Bors, kendi yerine kraliçeyi bu yabancının savunacağını açıkladı. Yabancı şövalye, suçlayan şövalyeye karşı Kraliçe Guinevere'i savundu ve onun ihanet konusunda masum olduğunu kanıtladı.


Yarışmadan sonra Kral Arthur tuhaf şövalyeden miğferini çıkarmasını ve kimliğini açıklamasını istedi. Şövalye elbetteki Sör Lancelot'tu. Kraliçe Guinevere şövalyenin dönüşüne çok sevindi ve ona sert davrandığı için pişman oldu.


Arthur ve Yuvarlak Masa şövalyeleri bundan sonra Camelot'taki büyük turnuva için hazırlandılar. Kral, Kraliçe Guinevere'den kendisine eşlik etmesini istedi, fakat kraliçe çok hasta olduğunu söyledi. Sör Lancelot da Kraliçe Guinevere'i savunurken aldığı yaraların iyileşmesi gerekçesiyle turnuvaya katılmayı reddetti. Bu çakışma, dedikoduyu sevenlere konuşacak çok söz sağladı ve Kral Arthur, Camelot'a yüreğinde üzüntü ve öfkeyle gitti.


Kraliçe Guinevere, kral gittikten sonra, Sör Lancelot'a, "Burada kalmakla hata ettin" dedi, "düşmanlarımız bizi burada kalıp sevişmekle suçlayacaklar!"

Lancelot kılık değiştirip turnuvaya katılmaya ve krala karşı tarafta dövüşmeye karar verdi. Guinevere onu daha dürüst bir yolla katılmaya ikna edemedi. Ama Kral Arthur, Camelot yolunda konaklarken Lancelot'u tanıdı ve onu görmekten çok memnun oldu.


Fakat her şey yolunda gitmiyordu. Lancelot hiçbir kadının işaretini taşımayı kabul etmediği için, kılık değiştirdiğinde başka bir kadınınkini taşımaya karar vermişti. Turnuva sırasında kendi yeğeni Sör Bors tarafından ciddi biçimde yaralandı. Bir süre sonra, Sör Gawain Sör Lancelot'un kimliğini keşfetti. Kraliçe Guinevere şövalyesinin başka kadının işaretini taşımasına hiddetlenmişti. 


Sonuçta yeni büyük turnuva ilan edildiğinde, Guinevere Lancelot'a, "son turnuvada niçin bir kızın işaretini taşıdığını anlıyorum. Fakat bundan sonra bana olan sevginin işareti olarak miğferinde benim altın işaretimi taşımanı istiyorum" dedi. "Hem akrabaların da girdiğin kılığı bilip seni yaralamamış olurlar."


Sör Lancelot bunu kabul etti ve sonraki turnuvada yine Yuvarlak Masa şövalyelerine karşı dövüştü, fakat Kraliçe Guinevere'in işaretini taşıdı. Kılık değiştirmiş olan akrabaları da onun yanında dövüştüler. Sör Gawain onları tanıdı ve Kral Arthur'a danışıp, Sör Lancelot ve akrabalarının kendi şövalyelerine karşı şiddetli bir mücadele vermesindense, turnuvayı kazanmalarının daha iyi olacağında anlaştılar.


Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Tat, Koku ve Görme Molekülleri

 "Yapıştıran" Moleküller

Vazonuzun bir parçası kırıldığında, kırılan parça ile vazonun kırık bölümünün birbirine yaklaşmasıyla moleküler bir çekim oluşur. Normal şartlarda, moleküllerin birbirlerine yaklaşmasından kaynaklanan ve "Van Der Waals" kuvveti denilen çekimin bir sonucu olarak iki parçanın birbirlerine yapışmaları gerekmektedir. Bu kuvvet, karşı karşıya gelerek yakınlaşan bu atomların karşıt kutupları arasındaki çekim gücünden oluşmaktadır. Tek tek düşünüldüğünde bu çekim kuvveti oldukça zayıftır. Ancak sayısız atom arasında oluşan bu çekim kuvvetleri birleşerek, yapıştırma gücünü meydana getirirler. 

Bütün bu bilgiler karşısında, bir vazonun parçası kırıldığında, bu parçayı sadece kırılan yere yaklaştırmamızın yeterli olduğunu düşünebiliriz. Atomlar arasında oluşacak olan yüksek çekim, bu iki maddeyi birbirine iyice sıkıştırmamızı sağlayamaz mı? 

Genellikle sağlayamaz. Yaklaştırma yoluyla hiçbir zaman parçaları birbirine tutturamayız. Nedeni ise iki cismin yüzey molekülleri arasındaki uzaklığın birkaç angstromu geçmemesi gerektiğidir. Van Der Waals kuvvetleri ancak o zaman etkili olabilmektedir. 1 Angstrom ise 1 metrenin yalnızca 10 milyarda biri kadardır. Oysa, yüzeyi pürüzsüz olarak düşünülen bir cismin bile yüzeyinde 400 angstromluk tepeler vardır. Bu durumda yüzeyler birbirinin aynısı olsa da, en pürüzsüz maddede bile moleküller arasında yeterli yakınlık sağlanamaz. 

Yapıştırıcının var olmasındaki en büyük sır da burada ortaya çıkar. Yapıştırıcının moleküler özelliği, her iki yüzeyde bulunan moleküller arasında bir bağ oluşturması ve onları bu sayede birarada tutmasıdır. Özellikle sıvı halde olan bu madde, kırılan parçada Van Der Waals kuvvetinin oluşabilmesi için yeterli yakınlığı sağlar. Bu yakınlık sağlandığında ortaya çıkan güç son derece fazladır, vazonun yapışan parçasını kimi zaman tekrar o bölgeden ayırmanız mümkün olmaz. 



Moleküllerin "Tadını" Alırız


Bir elmayı ısırdığımızda aldığımız tat tanıdıktır. Görmesek bile yediğimiz şeyin "elma" olduğunu anlarız. Çünkü dilimizin üzerinde yaklaşık 9000 tane tat noktası bulunmaktadır. Bunlar 50 ya da 100 ayrı grup halinde birbirine uyum sağlamış epitel hücreleridir ve az sayıda sinir uçlarına sahiptirler. Bu açıdan tat alma duyusu koku alma duyusundan farklıdır, çünkü koku alma duyusunda alıcılar aynı zamanda sinir uçlarıdır. Kendi aralarında gruplaşan tat alma hücreleri ise farklı işlevlere sahip olurlar. Dilin bir bölümü "tatlıyı" algılamakla görevlendirilmişken, diğer bölümü "acıyı", bir başka bölümü "ekşiyi", diğeri ise "tuzluyu" algılama sorumluluğunu üstlenmiştir. Tatlı bölümünde hiçbir zaman ekşi, ekşi bölümünde hiçbir zaman acı algılanmaz. 

Dilin üzerindeki çeşitli tatları almaya yarayan bu bölümlere glukofor adı verilir. "Tatlı" duyusu, dilin ön kısmında bulunmaktadır. Yani tatlı glukoforu ön kısımdadır. Glukoforun yapısında protein bulunur. Dışarıdan gelen herhangi bir tat molekülü buraya ulaştığında, söz konusu protein molekülü ile hidrojen bağları kurar ve beyne bir sinyal gönderir. Böylelikle, yediğimiz şeyin "tatlı" olduğunu ve bir elmaya ait olduğunu anlayabiliriz. 

Peki acaba glukofor, tatlı molekülünü nereden tanır? Glukoforların özelliği belli bir geometrik düzenlemeye sahip olan atom grubunu ayırt edebilmeleridir. Dilin ön kısmı, kendisine uyumlu geometrik yapıdaki moleküller kendisine bağlanabildiği için "tatlıyı" algılar. Bunu bir tür yap-boz oyununa benzetebiliriz. Uygun boşlukları doldurabilen uygun şekildeki parçalar, dilin üzerinde belirlenmiş yerlerine yerleşmektedir. Yerleştikleri yere göre de bir his oluştururlar. Tatlı molekülleri, hiçbir zaman acı için belirlenmiş bölgeye bağlanmayacak, oradaki boşlukları doldurmayacaktır. Çünkü geometrik şekilleri buna uygun değildir. 

Çeşitli tatlandırıcılar, tat molekülleriyle dildeki boşlukların uyumunu sağlayan bu yap-boz oyununun kuralına bağlı kalınarak meydana getirilmiştir. "Tatlı" özelliği gösterebilmesi için dilin tatlı algılayan bölümündeki boşluklara uygun moleküller özel olarak geliştirilmekte ve beyinde tatlı hissinin oluşması sağlanmaktadır. Bu sayede düşük kalorili ve şeker özelliği göstermeyen tatlandırıcıların oluşması sağlanmaktadır. Bu aslında bir başka gerçeği vurgulamak açısından da önemli bir taklittir. Alınan tat, sadece bir algıdır. Ortada şeker olmamasına rağmen beynin yediği şeyi şekerli algılaması bunu açıkça kanıtlamaktadır. Bedenin içinde, dışarıda var olan maddelerden bağımsız bir duyu sistemi bulunmaktadır. Yanıltıcı bir taktikle, aslında olmayan bir şeyi beyne var gibi göstermek, beynin algıladığı şeyin dışarıdaki ile bir bağlantısı olmadığını da kanıtlar. Tatlandırıcıları tattığımızda aslında dışarıda şeker yoktur. Ama biz öyle zannederiz. Peki bu durumda gerçek şekerin var olup olmadığından nasıl emin olabiliriz? Sadece algılarımızla muhatap olduğumuz için bundan kuşkusuz hiçbir zaman emin olamayız. 

Beyne algı olarak ulaşan şey, bütün bu moleküllerin, şekillerin ve kimyasal bağların ötesinde, sadece elektrik sinayalleridir. Beyin, gelen bu sinyalleri "tatlı" olarak algılar. Ancak bu sinyali neye göre ayırt ettiği belli değildir. Çünkü dilden beyne ulaşan bu elektrik sinyalleri, diğer tüm duyularımızda olduğu gibi beyne doğru giden ve yağ, su ve proteinden ibaret olan sinirler boyunca ilerlerler. Bu durumda soralım: Bir muz ya da şeker acaba gerçekten tatlı mıdır? Bundan emin olabilir miyiz? Bundan emin olabilmek kuşkusuz ki mümkün değildir. Dış dünyada var olan herşey elektrik sinyalleri şeklinde beynimize ulaştığından, dış dünyada var olan nesnelerin hiçbir zaman aslı ile muhatap olamayız. Bu durumda yediğimiz şeker bize göre tatlıdır, yani beynimiz kendisine gelen elektrik sinyallerini tatlı olarak algılar. Ama gerçekte onun tatlı olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktur. 



Molekülleri "Koklarız"


Bir gülü kokladığımızda bize ulaşan şey, güle ait koku molekülleridir. Burunda koku almaya yarayan sistem de dildekine benzerdir. Moleküller, kendileri için belirlenmiş boşluklara yerleşirler; buradaki proteinler ile kimyasal bağ kurarlar ve "koku" algısının oluşacağı şekilde beyne iletilirler. 

Burunda "nasal epitelyum" adı verilen hassas bir zar üzerinde birbirinden farklı kokuları hissederiz. Burada 50 milyon kadar sinir hücresi bulunmaktadır. Her bir sinir hücresi pek çok protein içerir. Bu proteinler, koku moleküllerinin uyum gösterebileceği şekilde çeşitli geometrik şekillere sahiptirler. Bir koku molekülü, şekli uyduğu sürece oradaki protein moleküllerinden birine tutunabilir. Böylelikle bu bölgede bir kutuplaşma meydana gelir. Bu kutuplaşma bir elektrik enerjisi meydana getirir ve algılanan kokunun elektrik sinyalleri alnın hemen altındaki koku alma alanına ulaşır. Burada farklı hücrelerden gelen bilgiler değerlendirilir ve çeşitli beyin yapılarına gönderilerek, "koku"nun nasıl ve neye ait olduğu belirlenir. Beyne gidecek bir sinyalin başlaması için molekülün yalnızca bir parçasının belirlenen alana rahatça uyması yeterlidir. Bu, daha önce tat algısında gördüğümüz tarzda bir anahtar-kilit sistemidir. Algının gerçekleşebilmesi için iki şeklin birbirlerine tam olarak uyum göstermesi, yani anahtarın kilide uyması ve bu iki molekülün birbirlerine kenetlenmeleri gerekmektedir. Eğer molekül bükülgense birden fazla alana uyabilir. Bu durumda karmaşık bir durum meydana gelir ve kokuları birbirine benzetebilir veya aynı anda tek bir koku ile birden fazla nesnenin zihnimizde belirmesini sağlayabiliriz. Örneğin burnumuza gelen bir çiçek kokusudur, ama biz onu aynı zamanda bir parfüme veya bir meyveye benzetebiliriz. 

Kokunun algılanabilmesi için koku moleküllerinin uçucu ve suda çözünebilir olmaları gerekmektedir. Uçucu olmaları koku epitelyumuna ulaşabilmeleri için gereklidir. Moleküllerin çözünebilir olmaları da proteinlerin ve koku epitelyumundaki hücrelerin çıkardığı sıvı olan mukusda çözünmeleri için önemlidir. Ancak eğer molekül mukus içinde çözünemezse, bu durumda mukustaki organik moleküller çözünemeyen molekülleri su vasıtasıyla özel olarak görevlendirilmiş başka bölgelere ulaştırırlar. Moleküller burada ilgili protein ile birleşebilirler. Böylelikle aynı koku hissi oluşur. Yani bir başka deyişle koku moleküllerinin suda erimeme ihtimallerine karşı da özel bir tedbir alınmıştır. Beyin, şu veya bu şekilde gelen koku molekülünü mutlaka algılamaktadır. 

Kokuların birbirlerinden "farklı" olmaları, biraz önce belirttiğimiz gibi esansı oluşturan koku moleküllerinin şekilleri ve bunların bağlandığı proteinlerin yapıları ile ilgilidir. Bir gülü kokladığınızda burnunuzda moleküllerle proteinlerin birbirine uyum gösterdiklerinin ve kimyasal bir faaliyet içinde olduklarının farkında bile değilsinizdir. Oysa gülden size koku olarak ulaşan şey her zaman aynıdır ve aynı tip proteinlerle bağlantı kurar. İşte bu nedenle görmeseniz de, dokunmasanız da, kokusunu duyduğunuz anda onun "gül" olduğunu hemen anlayabilirsiniz. Hiçbir zaman gülden gelen kokular, burnunuzdaki farklı bir proteine bağlanmaz ve sizde "çilek" hissi uyandırmaz. Böyle bir yanılgıya bir an bile düşmezsiniz. Çünkü bu moleküler yapı gerçekten de kusursuz bir sistemle işlemektedir. Buradaki kusursuz sistem sayesinde sadece iki koku arasındaki farkı değil, yeryüzünde bulunan, tanıyıp tanımadığımız birbirinden farklı sayısız koku molekülünü birbirinden ayırt edebiliriz. 



Molekülleri "Görürüz"


Gördüğümüz zaman da yine gözümüzdeki moleküller molekülleri algılar. Bir nesne içindeki rengin elementlerini moleküller oluşturmakta, aynı zamanda dışarıdan gelen ışığa yine gözümüzdeki moleküller tepki vermektedir. 

Pek çok doğal renk, bunları meydana getiren çok özel moleküller sayesinde oluşur. Sokaktaki ağaçlar, kokladığımız bir çiçek, bu moleküller sayesinde renklidirler. Sonbaharda bir yaprak bu moleküllerde meydana gelen değişiklikler nedeni ile renk değiştirir. Cildinizin, saçlarınızın ve gözlerinizin renginin sebebi de bu moleküllerdir. 

Renkleri meydana getiren ve bunlara cevap veren molekülleri incelemeden önce gözün "görme" işleminde nasıl bir faaliyet içinde olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Göz retinası iki tip alıcı hücreden oluşur. Bunlara çubuklar ve koniler ismi verilir. Bir milyar ya da daha fazla çubuk loş ışığı algılar, ama renkler arasında ayırım yapamaz. 3 milyar ya da daha fazla sayıdaki koni ise parlak ışığı algılar ve renkleri birbirinden ayırt eder. Her bir alıcı hücre ışığa duyarlı molekülleri içerir ve aydınlığa karşı verdikleri tepki, onların beyne giden mesajlarını belirler.

Görme işlemini sağlayan retinal molekülü bir hidrokarbon grubudur ve özel bir şekilde bağlanmıştır. Bu molekülü meydana getiren bağların en önemli özelliği bükülmezliğidir. Bu nedenle zincir oldukça sağlamdır. Bağların ikinci özelliği ise zincirdeki elektronların gevşek bir biçimde birbirlerine tutunmalarıdır. Bunun anlamı şudur: Gevşek bir biçimde birbirlerine tutunan elektronlar yeni bölgelere kolaylıkla hareket edebilirler. Elektronların rahat hareketleri nedeniyle molekül üzerine düşen herhangi bir ışıktan enerjiyi kolaylıkla emebilir ve bu enerjiyi, kendi elektronlarının yeni bir düzenlemeye girebilmeleri için saklayabilir. 

Bu özellik bizim için son derece önemlidir. Çünkü retinal molekülü, bu sayede üzerine düşen her türlü ışığı algılamaktadır. Çevremizdeki her türlü detayı kusursuz olarak görmemizi sağlayan sistem budur. 


Alıntıdır.


Hulefa-yi Raşidin Dönemi (1 1-41/632-661) Bizansla İlişkiler

 



Hulefü-yi Raşidin dönemi, İslam dininin Arap yarımadası dışında hızla yayılmaya başladığı ve Bizans'ın uzun yıllar Sasanilere karşı korumak için mücadele verdiği toprakların, Müslümanların eline geçtiği bir dönemi temsil etmektedir. Bizans, bu dönemde yapılan fetihler sonucu çok kısa bir süre içerisinde Filistin, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika' dan el çekmek zorunda kalmıştır. Ridde savaşlarından sonra Hz. Ebu Bekir'in meşhur kumandanlar emrinde kuzeye gönderdiği ordular, Bizans'ın Sasaniler karşısında elde etmiş olduğu başarıları adeta geçersiz hale getirmiştir. Herakleios'un kardeşi Theodoros, 13/ 634 yılında yapılan Ecnadeyn savaşında Halid b. Velid karşısında ağır bir yenilgiye uğramış, bundan iki yıl sonraki Yermük meydan muharebesi (12 Recep 15/20 Ağustos 636), Bizans'ın Suriye'den ümidini kesmesine neden olmuştur. Bu arada Busra, Dımaşk, Baalbek, Hama, Humus şehirleri Müslümanların eline geçmiştir. Hıristiyanlığın dini merkezi Kudüs'ün 16/637 yılında elden çıkışını Kaysariyye izlemiş, birkaç yıl sonra Amr b. As'ın tahıl ambarı olarak görülen Mısır'ı fethetmesiyle Bizans, ekonomik açıdan da önemli bir kayba uğramıştır.0 Bu dönemde Müslümanlar deniz seferlerine de başlamışlar ve 34/655 yılındaki Zatü's-Savari savaşında Bizans donanmasını ağır bir mağlubiyete uğratmışlardır. Bütün bu sıcak ilişkiler arasında, çeşitli amaçlara yönelik diplomasi faaliyetlerinin gerçekleştirildiği de görülmektedir. Bu dönemdeki diplomatik ilişkilerle ilgili muhtelif rivayetler şöyle sıralanabilir.



Hz. Ebu Bekir'in halifeliğinin ilk yılındaki irtidat olaylarını bastırıp iç huzuru sağladıktan sonra İmparator Herakleios'a, dine davet amacıyla Hişam b. As, Ubil.de b. Silmit ve Nu'aym b. Abdillah'tan oluşan bir elçilik heyeti gönderdiği, İslam kaynaklarında yer almaktadır.


Bazı mübalağa ve efsane unsurlarıyla karışmış olduğu anlaşılan rivayetlere göre, elçilik heyeti öncelikle Dımaşk'a gider ve burada Gassani emiri Cebele b. Eyhem'le görüşür. Cebele'nin elçisi eşliğinde İstanbul'a giden heyet, İmparator Herakleios tarafından kabul edilir. Mor/Erguvani (el-humretü, ahmer) rengin hakim olduğu İmparator sarayının görkemi, imparatorun ipek kumaşlarla bezenmiş altın tahtı ve kıymetli mücevherlerle süslü altın tacı elçilerin dikkatini çeker. Herakleios, elçilerden temel dini inançları, ibadet ve adetleri hakkında bilgi alır. Elçilik heyeti üç gün boyunca özel bir misafirhanede ağırlanır. Bu arada imparator bir gece elçilere, özel bir bölümdeki yaldızlı büyük bir sandığın çekmecelerinde özenle saklanan ipek kumaş üzerine işlenmiş bir çok peygambere ait resimler gösterir. Sonunda elçilere kıymetli hediyeler vererek uğurlar. Verilen bilgilerden hareketle bu elçiliğin tarihini 12/633 olarak tesbit edebiliriz.


Daha önce Hz. Peygamber'in mektubu konusunda belirttiğimiz, imparatorun İslam’a girme arzusuyla ilgili rivayetlere burada da rastlamaktayız. Buna göre Herakleios elçilere, "Nefsim tahtımı bırakmama izin verseydi, İslam’a girip sizin aranızda bir köle olarak dahi olsa yaşamak isterdim" demiştir.


Hz. Ömer döneminde, daha önce başlamış bulunan İslam fetihlerinin hızla devam ettiği bilinmektedir. Suriye ve Filistin'in elden çıktığını gören Herakleios'un Halife Ömer'le dostluk kurmak istediği ve bunun neticesi olarak bazen karşılıklı latife türü yazışmalar yapıldığına dair rivayetlere yer verildiği görülmektedir. Bu yazışmalarda imparatorun halifeden, bütün ilimleri özetleyen bir cümle, bütün varlıkların özünü teşkil eden bir nesne, hak ve batıl arasındaki sınır ve yerle gök arasındaki mesafe gibi hususları sorduğu ve Hz. Ömer'in de cevaplandırdığı belirtilmektedir.


Taberi, Hz. Ömer dönemindeki diplomatik ilişkilere farklı bir renk katması açısından ilginç sayılabilecek bir rivayete eserinde yer verir. Buna göre, Hz. Ömer'in hanımı ümmü Gülsüm ile Herakleios'un hanımı Martina arasında da karşılıklı hediyeleşmeler olmuştur. İstanbul’dan bir Bizans devlet postasının geldiğini öğrenen halife hanımı, kadınlara mahsus bazı eşyalar ve bir miktar koku satın alarak imparatoriçeye hediye edilmek üzere gönderir. Bundan memnun kalan imparator hanımı, çeşitli hediyelerle birlikte gönderdiği kıymetli bir gerdanlıkla bu nezakete karşılık verir.


İbnü'l-Ferra, Bizans İmparatoru tarafından Hz. Ömer'e gönderilen bir elçiden bahsetmektedir. Hangi imparator tarafından, hangi tarihte ve niçin gönderildiği belirtilmeyen elçinin, kendi ülkesiyle kıyaslayarak halifenin adaletine ve yaşadığı sade hayata gıpta ettiği belirtilmektedir. Muhibbüddin et-Taberi'nin rivayetine göre Bizans ve Sasani elçilerinin ilim, fazilet ve adaletinden dolayı medhettikleri Ömer, bu sebeple hissettiği duyguyu doğru bulmadığı için yamalı elbise giymek ve sırtında kırbasıyla halka su dağıtmak suretiyle ortadan kaldırmaya çalışmıştı.


Bizans'a iltihak eden 4.000 kişilik Hıristiyan İyad kabilesinin geri gönderilmeleri için Hz. Ömer, İmparator Herakleios'a bir mektup yazmıştır. Mektupta İyad kabilesinin geri gönderilmemesi halinde ülkedeki Hıristiyanlarla daha önce yapılan anlaşmaları geçersiz sayacağı ve bütün Hıristiyanları ülke dışına çıkaracağı tehdidinde bulunan halife, bu diplomatik yolla amacına ulaşmıştır.


Hz. Ömer dönemiyle ilgili olarak tesbit ettiğimiz diğer bir rivayet, Abdullah b. Huzafe ile ilgilidir. Hz. Ömer, Kaysariyye savaşı sırasında Bizans askerlerine esir düşen Abdullah b. Huzafe'nin serbest bırakılması için imparator II. Konstans'a mektup yazmış ve serbest bırakılmasını sağlamıştır.


Kaynaklarda Hz. Osman'ın Bizans imparatoruna elçiler gönderdiği veya imparatorun elçilerini kabul ettiğine dair herhangi bir rivayete rastlayabilmiş değiliz. Hz. Osman döneminde, Bizans'a sınır teşkil eden Suriye bölgesinin valiliğini yürüten Muaviye b. Ebi Süfyan'ın halife adına diplomatik faaliyetlerde bulunduğu ve anlaşmalar yaptığı görülmektedir. Muaviye elçilerin gereği gibi ağırlanmasına önem verirdi. Hatta bu amaçla kullanılmak üzere beytülmalden bir miktar tahsisat ayrılması hususunda halifeden izin almıştı.


649 yılında Kıbrıs'a düzenledikleri başarılı deniz seferinden sonra Müslümanların, 650 yılında Ermenistan'a üçüncü defa akın etmeleri, Balkanlarda da zor durumda olan Bizans İmparatoru II. Konstans'ı Müslümanlarla barış yapmaya mecbur bıraktı. 31/651 yılında barış görüşmeleri için İmparator tarafından gönderilen strategos Procopius Dımaşk'a geldi ve burada vali Muaviye ile bir miktar vergi karşılığında iki yıllık bir barış anlaşması imzaladı. Muaviye'nin ısrarı üzerine imparatorun amcasının oğlu (Herakleios'un kardeşi Theodoros'un oğlu) Gregorios, Müslümanlara rehin olarak bırakıldı.


Hz. Ali dönemindeki diplomatik ilişkilerde de Hz. Osman döneminde olduğu gibi yine Muaviye'nin baş rolde olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi Hz. Ali ile Muaviye arasında halifelik yüzünden başlayan anlaşmazlıklar Sıffin'de kanlı bir savaşa neden olmuştu (37 /658). Bu iç karışıklığı fırsat bilen II. Konstans, İslam topraklarına saldırmak üzere bir ordu hazırladı. İki cephede savaşamayacağını anlayan Muaviye, Fanak (Phanakis) er-Rumi'yi barış için İstanbul’a elçi olarak gönderdi. İmzalanan üç yıllık anlaşmaya göre Muaviye, II. Konstans'a günlük 1.000 dinar, bir at ve bir köle ödemeyi kabul etmekteydi.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Aydınlanma Çağı

 


Aydınlanma ya da Akıl çağı kültürel ve felsefi bir harekettir. Bu döneme aklın gücüne olan inanç damgasını vurmuştur. 17. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerden etkilenmiştir. Bilimsel gelişmelerden söz edilirken Fransız rasyonalist filozof ve matematikçi Rene Descartes (1596-1650) ve yerçekimi ile hareket üzerindeki çalışmaları Avrupa çapında fizikçileri etkilemiş olan ingiliz matematikçi isaac Newton (1642-1727) mutlaka anılmaları gereken iki önemli isimdir.

18. yüzyılda hız kazanan momentum   kazanan   Aydınlanma düşüncesi yaygın geleneklerin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Kurulu düzen   tartışmaya   açılmış,   kilise   ve   hurafelere   aklın düşmanları olarak saldırılmıştır. Fransa'daki Voltaire ve Rousseau gibi yazar ve filozoflar bütün insanların eşit olduğu düşüncesini  işleyerek Aydınlanma prensiplerini topluma uygulamışlardır. ingiltere'de Adam Smith ve David Hume liberalizmi ve empirizmi savunmuşlar, siyasi yazar Thomas Paine Amerikan bağımsızlığını ve Fransız Devrimi ' ni destekleyen eserler kaleme almıştır.

Aydınlanma'nın entelektüel gücü Avrupa'daki diğer kent  merkezlerine de yayılmıştır. Güçlü Avrupalı krallar düşünürleri saraylarında   ağırlamışlardır   (Ne   var   ki  onların   ilerici   fikirlerini  işlerine gelmediği hallerde benimsememişlerdir). Prusya Kralı Büyük Frederick filozof ve bilim insanlarını desteklemiş , kendisini Aydınlanma'nın lideri olarak görmüştür. Rusya'da Büyük Katerina  döneminde sanat ve bilimin önü açılmıştır. Kuzey Amerika'da Aydınlanma idealleri ABD'nin iki kurucu babası olan Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson' u etkilemiştir.

Yazılı basının da yaygınlaşması sayesinde , Aydınlanma teorileri politikayı, hukuku, ekonomiyi, bilimsel teoriyi ve   sanatları etkilemiştir. Fransız ve Amerikan devrimlerinin entelektüel temellerini teşkil etmiştir.


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak