11 Nisan 2022 Pazartesi

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 1

 ABAKAN


Abakan   ırmağı'nda boğulduğuna inanılan ve   Hakasların atası olarak kabul edilen efsanevi kişidir. Özelde Abakan Boyu'nun ve daha geniş kapsamlı olarak Hakasların atası olarak anılır. Yağmur yağdırdığı ve Altayları koruduğu inanışı Hakaslar arasında oldukça yaygındır. Bir söylentiye göre Abakan ırmağı'nın adı, kıyısında yaşayan Aba Han (Ayı Han) adlı bir savaşçının atıyla birlikte bu nehrin sularında boğulması nedeniyle verilmiştir. Ayrıca Hakasya'nın başkenti Abakan (Hakasça Ağban) adını yine bu kahramandan alır. Ayı, Hakaslarda kutsal ve soyundan gelinen bir hayvan olarak görülür. Hakaslar, Abakan Han'ın bu ırmağın kaynağında yaşadığını ve koruyuculuğunu yaptığını düşünürler. Abakan Han'ın atıyla ırmağın bir kıyısından diğer kıyısına adadığı anlatılır. Küçük Abakan ve Büyük Abakan Irmaklarının kavuştuğu yerde ayıya benzer biçimli kayalar bulunmaktadır. Bir efsaneye göre Abakan adlı bir genç, köylüleri kaçıran bir ayıyla savaşarak onu yener ve öldürür. Bunun üzerine ayının gövdesinden bir ırmak doğar. Bir başka rivayetteyse, Abakan ırmağı'nın etrafında geçmişte çok fazla ayı yaşadığı için ırmağa bu adın verildiği öne sürülür. Abakanların ayıdan türediklerine dair inanışları, ayının bir ongun (totem) hayvanı olarak kabul görmesine neden olmuştur. Bazı Türk boylarında 'Aba Tös" (Ayı Ruhu) adlı bir ongunun bulunduğu da bilinmektedir. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

10 Nisan 2022 Pazar

Viranşehir / Şanlı Urfa

 


Hayvanlar niçin kış uykusuna yatarlar?

 Kış mevsimi yaklaştıkça, hava soğur, günler kısalır, yapraklar renk değiştirir ve yere düşerler, kar toprağın üzerini kaplar. İnsanlar sıcak alışveriş merkezlerinde ihtiyaçlarını alıp, sıcak arabalarında, sıcak evlerine gelirler. Üzerlerine kazaklar, hırkalar giyerler. İyi de, tabiatta doğal ortamda yaşayan hayvanlar kışı nasıl geçirir, hiç düşündünüz mü?

Bir kısmı daha ılıman yerlere göçeler. Bu konuda kuşlar ve balıklar avantajlıdır. Bazıları kendilerini kışa adapte ederler, daha kalın yeni tüyler çıkarırlar. Hatta bazı tavşan türlerinde karda saklanabilmek için tüyler beyazlaşır. Bazıları yiyeceklerini önceden depoladıkları bir sığınak bulurlar. Bazıları da toprakta derin tüneller açarlar ama bazıları için de kış mevsimini uyuyarak geçirmekten başka çare yoktur.

Genellikle ayıların kış uykusuna yattıkları bilinir ama bu doğru değildir. Gerçi ayılar kışın mağaralarda uzun uzun uyurlar ama bu kış uykusu değildir. Daha doğrusu kış uykusu bir çeşit uyku değildir. Normal canlılarda uyanıkken ve uyku halindeyken, vücut ısısında ve metabolizmanın çalışmasında ciddi bir fark yoktur. Oysa kış uykusu, hayvanların hayat ile ölümü ayıran çizgiye kadar gelmeleri şeklinde tanımlanabilir.

Bazı hayvanların kış uykusuna yatmalarının iki sebebi vardır: Havanın çok soğuması ve yiyecek bulma güçlüğü. Soğuk havada yaşayabilmek için hayvanların daha çok enerjiye ihtiyaç duymalarına rağmen karlı kış günlerinde yiyecek bulma imkanı azalır. Kış uykusu bu zor mevsimde hayvanın enerji ihtiyacını azaltır, enerji tasarrufu sağlar.

Kış uykusu bildiğimiz şekilde uymak değildir. Buna bilim dilinde ''hibernasyon'' diyorlar. Vücut ısısının ortam sıcaklığına düştüğü bu durumu birçok balık türünde, kurbağalarda, sürüngenlerde, kuşlarda ve memelilerde görebiliyoruz.

Hakiki anlamda kış uykusuna yatan bir hayvanı (hibernatör) gördüğünüzde, ölmüş olduğunu sanabilirsiniz. Vücut ısıları sıfır dereceye kadar düşebilir. Bir dakika içinde sadece birkaç kez nefes alırlar, kalp atış hızı o kadar düşüktür ki, hissedilmez bile. Havalar ısındığında ise vücudun normal düzene geçmesi sadece birkaç saat alır.

Kış uykusuna yatan hayvanlar, uyku süresince kendi vücutlarındaki yağı tükettikleri gibi ara ara uyanarak bulundukları yere yazdan stok ettikleri yiyeceği yiyenler de vardır.

Kış uykusu sırasında hayvanlar vücut ağırlıklarının yüzde kırkına yakınını kaybederler. Bu kaybın yüzde doksanına periyodik olarak uyanmalardaki ısı üretimi ve enerji kaybı sebep olurken geri kalan yüzde on kayıp ise uyku sırasında olur. Kış uykusu kış boyunca sürmez. Hayvanlar havaların soğumaya başlaması ile birkaç günlük bir uyku periyoduna girerler. Kış mevsiminin şartları ağırlaştıkça bu periyotlar uzar.


Alıntıdır.


8 Nisan 2022 Cuma

Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 1

 Evin taşıdığı anlam klandan çekirdek aileye değişecektir. Orta Asya’da oba, içinde yaşayan insanlarla birlikte üstünde kurulduğu coğrafyayı da kapsayan kutsal bir yerdir. Bugün ‘vatan’ ve öğrenci yatakhanesi anlamını kazanmış olan ‘yurt’ da Eski Türkçede ve bugün Orta Asya’da çadır demektir. Köşk sözcüğünün geçirdiği evrim, evin her dönemde başka konut biçimlerini anlatmış olduğunu da örnekleyecektir. Köşk Eski Türkçede gölgeli yer anlamına gelmektedir ve kölge/gölge sözcüğünden türetmedir. Türkçe diyalekt ve sesbilgisi kurallarından olan ş-1 değişmesine göre bu bağlantıyı Şinasi Tekin örnekleriyle gösterdiği gibi (Tarih ve Toplum, 66), Eflâkî de Mevlana ile Şemseddin’in “medresenin damında bir köşkte yalnızca sohbet ediyorlardı” diyerek, Selçukluların son döneminde köşkten ne anlaşıldığını ortaya koyar.


Tek katlı evlere beyt, altlı üstlü olanlara menzil deniyordu. Osmanlı klasik sisteminde her milletin (din grubunun) mahallesinin ayrı olması ve hiç kimsenin evinin komşusunun mahrem’ini görecek biçimde inşa edilmemesi en önemli kurallardandı. 1 -1,5 m kapalı çıkma -cumbalı evler, Bizans döneminde İstanbul’da kaçak inşa edilen kat ve damlara yapılan, Arapça adıyla gurfe denilen çardakla ilişkilendirilmektedir. Cumba İtalyanca bir sözcüktür, kafesli-şahnişinli evleriyle Osmanlı mahallesi yöneticilere sıkıntı vermiştir. Padişahın alayla geçmesi gerektiğinde her türlü çıkma yıktırılır, istimlak bedelleri ödenirdi. 1568’de mimarbaşı Sinan’a, “tarık-ı amm üzerine şehnişin ve çardak çıkarıp ve dükkân yapıp yola müzayaka” verildiği, bunların ‘def ve ref’ edilmesi için ferman verilmişti.


Anadolu’nun hayat ve avlulu evleri, eski şehir dokusunda yüksek duvarlarla yabancı gözlerden korunmuş iç bahçeleri barındırıyordu. Hasan Eren Latince aula, Yunanca ctule ve Türkçeye geçtiği biçimiyle avlu ile ağılın ilgisi olmadığını söyler. Ağıl sözcüğü Eski Türkçe döneminden beri kullanılır ve bugünkü Orta Asya Türk dillerinde de çeşitli ses değişimleri ile mevcuttur. Sürülerin gecelediği çevrilmiş alan anlamı yanında aile, yerleşim, çadır grubu anlamına da geldiği görülmektedir.

Eski Yunanlılarda insula adı verilen bitişik ev yaşamında, andron yani erkek odası denilen yerde erkekler toplanıp yemek yerlerdi ve ocak da burada bulunurdu. Urkos denilen odalar ailelere ayrılmıştı. Pustas denilen koridorlar, sarnıç ve depolarla bu yaşam alanlarını birbirine bağlıyordu. Tek tek banyolar İÖ 6. yüzyıldan itibaren görünmeye başladı. Tuvalet yerine anuis denilen oturaklar kullanılıyordu.


Roma’da konutlar bölümleri ve eşyası ile daha gelişkindi ama sanayinin bugünkü anlamıyla ortaya çıkışına kadar bazı istisnalar dışında şehirlerin nüfusu çok küçüktü ve yaşam temelde doğayla iç içe olduğundan, birçok ihtiyacın evde karşılanması söz konusu değildi.

Bugünkü apartmanların, mutfak, salon, yatak odası biçiminde bölünmüş evlerin ve onlara uygun eşyanın ortaya çıkışı 18. yüzyılın başlarında Avrupa’da şehirlerin büyümesinin sonucudur. İtalya’da Medicilerin, Fransa’da XIV. Louis’nin özel yaşamı ve yaşam alanı yoktur. Aristokrasinin yaşam biçimini izleyen burjuvazi 18. yüzyılda değişen ekonomik, toplumsal koşullara uyum gösterdi. Ziyafetler, kabullerle gösterişli salon hayatının gittikçe pahalanması üzerine, alt katları bu ilişkilere açık, üst katları yaşam alanına ayrılmış konutların üretimi başladı. Arsa fiyatları karşısında daha anlamlı olan bu hacim, toplantıların da düzen altına alınmasını sağlıyordu. O zaman gösteriş, salonların ve nihayet aileye ayrılmış alanın döşenmesine yöneldi. Gittikçe gelişen sanayi ve dünyanın her yeriyle gelişen ticaret bu lüksü besledi.


Apartman Avrupa dillerinde daire anlamına gelirken bizde her dairesinde ayrı aile yaşayan çok katlı bina anlamına geliyor. Zenginlerin selamlığı ve harem dairesi olan konakları vardı ama iç içe geçen odalar yerine, günlük yaşamın geçtiği sofaya açılan odalar sistemiyle genel olarak ev planlaması da Avrupa’yla benzeşmiyordu. Çeşitli ailelerin aynı binada barınmasına yalnız Yahudiler arasında rastlanıyordu ve bu tür yapılara Yehudhane deniyordu. İlk apartmanlar İstanbul’da Akaretler’de 19. yüzyılın sonuna doğru yapıldı. İstanbul halkının “bakla oda nohut sofa” diye küçümsediği bu yeni tarz binalar şehirleşmeyle birlikte çoğaldı. Şehrin sunabileceği toplumsal ilişki ve altyapı olanaklarına kavuşma arzusu duyan gecekondu yaşamı başladı. 1980’lerden itibaren apartman gecekonduların yapımı ve şehirleri kuşatan ‘site’lerin kurulması birlikte gelişme gösterdi.


Apartman yaşamının gelişimi ile mutfak, yatak, çamaşır, tuvalet, kömürlük, kiler, bodrum ve bahçe gibi ev bölümleri ve müştemilatında yaşanan değişim, bütün bu faaliyetlerde Avrupa yöntemlerini ve teknolojisini de yaygınlaştırdı. 1966’da Ankara gecekondularının % 42’sinde mutfak, % 92’sinde hela (ortaklaşa çukur yaygın), % 76’sında sofa, % 46’sında bahçe, % 22’sinde kümes, % 8’inde sebzelik, % 5’inde hayvan barınağı bulunmaktaydı (Ibrahim Yasa, Ankara’da Gecekondu Aileleri, An kara, 1966).



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Amasya

 


DEVE

 Deve, 50°C sıcaklıkta 8 gün aç-susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının %22'sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41°C'ye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sayede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30°C'ye kadar düşürebilmektedir.


Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanı sıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sayesinde, havadaki nemin %66'sını tutabilmektedir.


Hayvanların çoğu böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölürler. Oysa deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerinden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifade edebilmektedir.

Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir.

Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya olanak vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı artıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır. 

Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun -yağa bağlı olarak- her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur. 

Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilo besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan herşeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifade etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.


Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi içiçe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alırlar. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek için kapatabilirler.


Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70°C'lik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler. 


Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak "dizayn" edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.


Alıntıdır.


7 Nisan 2022 Perşembe

Türklerde Göğün Direği Olan Hayat Ağacı

 Türklere göre dünyanın bir direği vardır. Yerle göğü birleştiren bu direk aynı zamanda atalarımızın yaşadığı tipik Türk çadırının da direğine benzer. Bu, yerle göğü birleştiren Gök Ağacı, Hayat Ağacı'dır. Bu ağaç dünyanın direğidir. Göğün direğine "Bay Terek" de denir ve kimi kavimlerde bu bir kayın ağacıdır. O nedenle "Bay Kayın" adı da verilir. Bu kayın ağacı aslında Tanrı'nın kendisidir ama sonradan Tanrıdan ayrılmıştır. Bu ağacın üzerine yıldırım bile düşmez. Adak töreninde şöyle seslenilir kayın ağacına:

'Altın yapraklı kutlu kayın! Sekiz gölgeli kutlu kayın!

Dokuz köklü altın yapraklı Bay Kayın! Ey kutlu kayın ağacı

Sana kara yanaklı bir ak kuzu sunuyorum!"

Abakan Türklerine göreyse dünyanın ortasında bir demir dağ vardır. Bu dağın üzerindeyse 7 dallı beyaz bir Huş ağacı bulunmaktadır. Yakut Türklerine göreyse tüm insanlar tek bir ulu ağaçtan beslenir. Doğum tanrısı Kübey Han da bu ağacın kovuğundadır. Oğuz Kağan Destanı'ndaysa Oğuz Kağan'ın ikinci karısı bu ağacın kovuğundan çıkar. Bu Hayat Ağacı Türk kavimlerine ait efsanelerde değişik şekillerde geçer.

Er Sogotoh Efsanesi'nde şöyle bir rivayet vardır:

"insanın ilk atasının adı Er-Sogotoh idi. Doğuda ise Ağaç Hakan bulunuyordu. Ağaç Hakan'ın kökleri yeri kaplıyor, dalları ise göğü deliyordu. Kökünden hayat suyu kaynıyor ve herkese can veriyordu. Bu ilk insana Yalnız İnsan adı verilmişti. Babası Gök Tengri, annesi ise Kübey Hatun idi. Dünya sekiz köşeli imiş ve ortasında da sarı bir göbek varmış. Büyük bir ağaç göğün üç katını delip göklere çıkarmış. Ağaç, Tanrı'dan süslüymüş, kabukları gümüşlüymüş, budakları dokuz kollu bir şamdanmış, yaprakların hepsi ise bir at derisi kadarmış. Ağaçtan sarı bir su çıkarmış. Ondan içen kutlu olur ve mutluluk bulurmuş. İnsanın ilk atası da bu sudan içmiş ve hayat bulmuş:'

Bir diğer efsanede şöyle anlatılır:

"Bir yiğit göğe yükselen bir ağacın yanında duruyor ve bir ev görüyor. Bu sırada yiğidi gören yaşlı bir kişi okunun gücünü göstermek için bir ok atıyor. Okun rüzgarıyla büyük bir kasırga çıkarıyor:'


Dedem Korkut'un Ağaca Seslenişi


Kuzey Türklerinden Turalı Boyu'na ait destanda şunlar anlatılır:

"Bir yiğit bir sal yapıp denizde giderken yolu bir adaya düşüyor. Adanın ortasında büyük bir dünya ağacını görüyor. Bu ağacın üzerinde yavruları bir deve kadar olan bir karakuş oturuyormuş:'

Uygur Türeyiş Destanı'ndaysa şöyle anlatılır:

"Kara Kurum çaylarından iki ırmak vardı.  Bunlardan biri Toğla, diğeri de Selenge'ydi. Bu iki ırmak Kamlancu adı verilen bir yerde kavuşurlardı. Bu iki ırmağın kavuştuğu yerde iki ağaç vardı. Bu ağaçlardan biri fusuk diğeri de nara benziyordu. Kışın da bunların

yaprakları servi gibi dökülmezdi. Meyvasının tadı ve şekli çam fıstığına benzerdi. Diğer ağaca da tur ağacı derlerdi. İki ağaç da iki dağın arasında yetişmişlerdi. Bir gün bu iki ağacın ortasına gökten bir ışık

düşmüştü. Bunun üzerine iki yanındaki dağlar büyümeye başladı. Halk şaşkınlıkla yaklaştığında içeriden güzel bir müzik sesi duydular. Her gece buraya bir ışık düşmeye başladı. Işığın çevresinde de 30 kez şimşek çakıyordu."

Dedem Korkut kitabında ise şöyle seslenilir: "Başına ala bakar olsam başsız ağaç 

dibin ala bakar olsam dipsiz ağaç"

Başı gökte, kökü yerin derinliklerinde bir ağaç tasviri, görüldüğü üzere Dedem Korkut'a kadar gelmiştir. 


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak