11 Mart 2022 Cuma

ZAMAN

 Ay Adları


Eskiden yıl ikiye bölündüğü gibi, çoğu kültürde ay sayısı da beşerden on taneydi. Hicri ay adlarında Rebi-ül-evvel ve Rebi-ül-ahir ile Cemazi-yel-evvel ve Cemazi-yel-ahir, Rumi ay adlarında Kanun-i evvel ve Kanun-i sani ile Teşrin-i evvel ve Teşrin-i sani adlarıyla, ikişer ay adının iki kez tekrarlandığı yani orijinal ay adlarının onar tane olduğu görülmektedir.


Roma’da saptanan ay adları Venüs, Mars, yaşlılık çağını temsil eden Terminus ve gençlik çağını temsil eden Iuventas’tı; diğer ay adları sonradan sayıyla verilmiş ve daha sonra da bazıları özel adlar almış ve bir bölümü, bu güne kadar sayıyla gelmiştir. Eski Türkçede de ay adları Ara-may, ikindi ay, üçünç ay, törtünç ay... şeklindedir. Malaya dilinde de yerli-geleneksel olan rakamlı ay adlarıyla İngilizceden alınan adlar bir arada kullanılır. Bugün dünyanın çoğu yerinde Miladi takvim kullanılmaktadır ve bunun etkisiyle ay adları Jülyen veya Gregoryen takvimden kaynaklanan adlara dönüşmüştür. Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya, Rusça etkisiyle Sibirya’ya kadar kökeni Roma’ya dayanan ay adları benimsenmiştir.


Anadolu’da ay adları bölgeye göre farklılık göstermekle birlikte bazı adlar, örneğin karakış, zemheri, küçük, april çoğu bölgede ortaktır. Yalnızca İstanbul kadınlarının eski takvimine değinirsek, ay adları şöyledir: Muharrem’den başlayarak Aşure, Safer, Büyük Mevlüt, Küçük Mevlüt, Büyük Tövbe, Küçük Tövbe, Recep, Şaban, Ramazan, Şeker Bayramı, Aralık, Kurban Bayramı.

Dilde Türkçeleştirme başladıktan sonra ay adları önce Birinci Teşrin, ikinci Teşrin biçimine sokulmuş, 1945’te kanunla Ekim, Kasım, Aralık, Ocak adları konularak bugünkü haline getirilmiştir. Son kabul edilen şekliyle de ay adlarında üç katman kendisini göstermektedir: Kökeni Sümer-Asur-Babillilere dayanan Süryanice, Latince ve Türkçe. Eski yılbaşı olan Mart ayından başlarsak, bu adların anlamları şöyledir:


Mart: Babil takviminde Abdaru, Süryanice Adar. Rumi takvimde de Mart’tır; Latince Martius, savaş tanrısı Mars’ın adından.


Nisan: Babil-Süryani takviminden, Rumi takvimde Nisan, Latince Aprilis, apricare güneşlenmek, güneşte ısınmak sözcüğünden.


Mayıs: Babil-Süryani takviminde ayru. Rumi takvimde Mayıs, Latince Maius, Maima Mercurius’un annesi, bitkileri büyüten ay.


Haziran: Süryanice; Latince lunius, iuvenis genç sözcüğünden.


Temmuz: Sümerce dam kadın, eş, Dumuzi Sümer üreme tanrısı ve festivali, Eski Mısır’da dama bir araya getirme, Sanskritçede dam ev, eş, Latince domina hanım, Demeter tarım tanrıçasıdır. Antik Mezopotamya dillerinde ortak ay adı olduğu gibi Türkçede halen damızlık sözcüğüyle aynı anlamıyla yaşamaktadır. Latince önce beşinci ay anlamında Quintilis’ti, sonra Jülyen takvimi döneminde düzenlendiği için onun onuruna Iulius Caesar’ın adından lulius adını aldı. Halk takviminde orak.

Ağustos: Babil-Süryani takviminde Ab, Abu. Rumi takvimde Ağustos. Latince altıncı ay anlamında Sextilis, sonra Octavianus Augustus’tan Augustus adını aldı.


Eylül: Babil takviminde Ulul, Süryanice Eylül. Latince yedinci ay anlamında September. Halk takviminde çürük.


Ekim: Rumi takvimde Teşrin-i evvel. Aslı Süryanice Tışrin. Latince sekizinci ay anlamında October. Bazı bölgelerde avara ayı.


Kasım: Arapça ‘bölen’ anlamındadır, kısım sözcüğü aynı kökten gelir.


Rumi takvimde Teşrin-i sani. Latince dokuzuncu ay anlamında November.


Aralık: Mantık olarak Kasım’la aynı kabul edilebilir. Rumi takvimde adı Kanun-i evvel yani kanun ocak, mangal demek olduğuna göre birinci, ilk ocak’tı. Latince onuncu ay anlamında December. Halk takviminde karakış.


Ocak: Rumi takvimde Kanun-i sani, ikinci ocak ayıydı. Latince on birinci ay anlamında Undecim’di, sonra Ianus Taklar Tanrısı’nın adından ianua kapı, giriş anlamında lanuarius adını aldı. Halk takviminde zemheri.


Şubat: Babil takviminde Sabadu, Süryanilerde Şubat. Latince onikinci ay anlamında Duodecim’di, sonra februum arındırma sözcüğünden adını alan Februa arındırma festivali, günah kefareti olarak kurban kesme dönemi olması nedeniyle Februarius adını aldı. Halk takviminde küçük.


Gün Adları


Hafta Farsça yedi anlamına geldiği gibi gün adları da Türkçede Arapça adlar ve Farsça sayılardan oluşur. Yedi günlük hafta astronomik bir temele dayanmaz; Mezopotamya buluşudur. Ahd-i Atik yaratılışı anlatırken, altı günde yapılanları sayar ve “Ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi; ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti,” diyerek yedinci günün kutsallığını bildirir ve haftayı tamamlar.


Babillilerin haftanın yedi gününe o zaman bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın adını vermeleri Hıristiyan dünyasında da benimsendi. Romalıların bir süre kullandıkları sekiz günlük hafta IS 32l ’de Constantinus tarafından yedi gün olarak belirlendi, Pazar günü birinci gün ve tatil-ibadet günü olarak kabul edildi. Latincede bulunan gezegen sistemi ile Yahudilikten alınan, yalnızca Sabbat gününe ad vererek diğerlerini ona göre numaralandıran gelenek bugün Avrupa’da karışık olarak bulunmaktadır. Gezegen sistemi en saf biçimiyle Galce, Bretonca ve Germen çevirisiyle İngilizcededir. En saf kilise biçimi ise Portekizcede bulunur. Portekizce hafta Domingo (Latince dies Solis ve dies Dominica, Güneş günü, Tanrı’nın günü) ile başlar, segunda fara, terça feira... ile devam ederek Cumartesi günü Sabado ile (Latince dies Satumi, dies Sabbatum) biter. En karışmış sisteme sahip olan İzlanda’da güneş ve ay günleri olan Pazar, Pazartesi dışında günler Salı ve Perşembe için sayı, Çarşamba mittwoch Latince media hebdomas’tan, Cumartesi laugardagur yıkanma günü, Cuma öteki İskandinav günleri gibi oruç günüdür: föstndagur.


Arapça gün adları Cuma hariç sayılardan oluştuğu için yer vermiyoruz. Öteki İslam ülkeleri, Malay dilinde olduğu gibi, Arapça günleri benimsemiştir. Örneğin Yoruba gün adları ojo aiku, ojo aje, ojo isegum... ölümsüzlük günü, kâr günü, zafer günü, karışıklık günü, yaratılış günü, başarısızlık günü ve üç toplantı günüdür. Yorubacada Arapçadan alınan adlar fonetik değişimle kullanılırken (Jimoo Cuma, Alaruba Çarşamba, dördüncü gün, yevmü’l-erbia) İngilizceden alınanlar da çeviri/yorum veya alıntıyla kullanılır (Pazar Ojo isimi tatil günü veya Perşembe Monde Tosde Thursday). Türkçe, Fransızca ve İngilizce gün adları şunlardır:


Pazartesi: Farsça bazar ile Türkçe erte. Fransızca lundi, İngilizce monday, Latince luna, İngilizce moon’dan Ay günü.


Salı: Arapça üç anlamında salis’ten. Fransızca mardi, Mars’ın günü.

İngilizce tuesday İzlanda savaş tanrısı Tyr’ın karşılığı Tiu/Tiw’in günü.


Çarşamba: Farsça cihar dördüncü ve şenbe gün’den. Fransızca mercredi Merkür’ün günü. İngilizce ıvednesday Tiu’nun babası OdinACden’ın günü.

Perşembe: Farsça penç beşten. Fransızca jeudı, Jüpiter’in günü. İngilizce thursday tanrı Thor’un günü.


Cuma: Arapça cem’den toplanma günü. Fransızca vendredi Venüs’ün günü. İngilizce friday Odin’in karısı Frigg’in günü.

Cumartesi: Fransızca samedi, Latince sabbatidies, Sebtgünü. İngilizce saturday Satürn’ün günü.


Pazar: Farsça bazar. Fransızca dimanche Tanrı’nın günü. İngilizce sunday güneş günü.



Duvar Takvimi


Hacı Kasım Efendi’nin 1860 yılında kurduğu ve halen Cağaloğlu’nda bulunan Maarif Kitaphanesi, Efendi’nin 1901 yılında ölümünden sonra oğlu Naci Kasım (1884-1963) tarafından yönetilmeye başlanmıştır ve Naci Kasım’ın basıp satmaya başladığı Saatli Maarif Takvimi, fotoğrafçılık ve reklam sektöründeki yeniliklere karşın halen duvarlardaki yerini korumaktadır. Adını Ankara’yla İstanbul’da güneşin doğuşunu gösteren saatlerden alan takvim, günlük takvim ve astronomi bilgileri yanında, günün tarihi, yemeği, doğacak çocuğa isim, günün anlamına göre mani, fıkra ve şiirler, pratik öğütler ve vecizeler, hatta tefrikalarıyla uzun yılların alışkanlıklarına cevap veriyor, ailenin üçüncü kuşağı Türkiye’nin en eski işletmelerinden birini yaşatıyor.


Takvim Arapça düzeltmek, yoluna koymak anlamına gelir. Geleneksel takvimde imsak, yatsı gibi namaz ve oruç vakitlerini belirleyen güneş ve ay hareketleri, astronomi yanında burçların hareketleri ve astroloji bilgileri, berd’ül-acuz (kocakarı fırtınası), kırlangıç fırtınası veya bitkilere su yürümesi, çapalama, budama zamanı gibi çiftçi takvimi olarak adlandırılan geleneksel iklim olayları, bunlara bağlı olarak ihtiyarat denilen, belirli günlerde yapılması veya yapılmaması gereken hareketlere ilişkin bilgiler ve Hicret’ten önce ve sonra olarak belirlenen insanlığın başlangıcından başlayan kronolojinin yer alması gerekir. Zamanla zemini, gök olaylarıyla coğrafyayı (iklim, aynı zamanda kültür muhitlerini anlatan coğrafya terimidir) insan davranışlarıyla birleştiren anlayışla müneccimbaşıların işi bu kılavuz takvimleri hazırlamaktır. Son müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi 1924’te öldükten sonra yerine atama yapılmayarak bu görev ilga edilirken, Tanzimat’tan itibaren önce devletçe sonra dönemin aydınlarınca salnameler, nevsallar, takvimler yayımlanmıştır.

Salname — almanak anlayışından duvar takvimine geçişte önemli halkalardan biri de Yeni Osmanlılar kuşağından Ebüzziya Tevfik Bey ve ailesinin yayınlarıdır. 1873’te salnamelerle başlayan gelenek, 1943’ten 1969’a kadar günlük duvar takvimi biçimiyle Ebüzziya Takvimi’yle sürmüştür. 1970’lerden sonra şirketlerin, 80’lerden sonra esnafın reklam amacıyla ve özellikle yılbaşı ‘eşantiyon’u olarak aylık ve yıllık duvar takvimleri hazırlatmalarına karşın, Ülkü, Hava Kurumu, Diyanet işleri, Ihlas takvimleriyle günlük duvar takvimi geleneği yaşamıştır. Aynı formatta yeni bir anlayış getiren, ilk kez 1997 yılında çıkan Arif Takvimi olmuştur.



Saat


“İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. ‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz,... bu hayat üslubuna göre de ‘saatlerimiz ve ‘gün’lerimiz vardı” (Ahmet Haşim, Bize Göre, 1928).


Su saati Eski Mısır’da İÖ 1500’lerde, Çin’de İÖ 6. yüzyılda, Eski Yunanlılarda İÖ 3. yüzyılda kullanıldı. Mekanik saat Çin’de geliştirildi; su gücüyle çalışan mekanizması olan saat İS 723’te yapıldı. Su Sung’un saat binası 1096’dan 1126’ya kadar çalıştı, Kubilay tarafından Pekin’e taşındı. Harun Reşid Charlemagne’a hediye saat göndermiş, Arap mühendisler Ispanya’da Ay’ın yarattığı gelgitlerle dolup boşalan suyla çalışan saatler yapmışlardı.


Dante Paradiso’da saatten söz eder ve Londra’da St. Paul’da 1286’da, Milano’da 1309’da saat bulunduğuna dair kayıtlar vardır. Fakat Dondi’nin Tractus Astarii risalesi (1364) saatçilikle ilgili en eski ayrıntılı anlatımdır. Avrupa’da ilk saat basitçe saat başlarını vuran bir çandır. Bu tür bir makine 1386’da yapılmıştır ve Salisbury Katedrali’nde halen çalışmaktadır. Sonraki modellerin kadranları vardır, yalnız saatleri değil, ayın hallerini, gezegenlerin geçişlerini hatta aziz ve festivallerin günlerini de gösterirler. En güzel örnekleri Milano (1335), Strasbourg (1354), Lund  (1380), Rouen(1389), Wells (1392) ve Prag’da (1462) görülür. 

Bütün büyük katedraller, şehir meydanları, kapı ve manastırlara saat konulmuştu.

Saatlerin sabit süreli olduğu 24 saatli saat, günlük zaman kullanımında devrim yaptı. İnsanların çoğu gün doğumu ve batımına göre yaşıyordu. Saat sisteminin bilindiği yerlerde saatler mevsimlere ve ülkelere göre değişkendi. Gündüzlerin ‘dünyevi saatleri’, hem ‘gece saatleri’nden hem de kilisenin dua saatlerine göre bölümlere ayrılan ‘dinsel saat’ten farklıydı. Sıradan insanlar sabit günlük rutin ve eşit saat fikrini ortaçağ keşişlerinden aldılar. Manastır disiplininde geliştirilen bu saatler, daha sonraki şehir yaşamının ve sanayi disiplininin normlarına örneklik etti. 

Saatçiliğin gelişiminde köşe taşları, 15. yüzyılda ev saatlerinin, 16. yüzyılda köşe saatlerinin yapılmasını sağlayan küçülme, güvenilirliği fazlasıyla artıran sarkaç (1657), denizlerde hep sorun olan mesafe ölçme konusuna çözüm getiren deniz kronometresi (1761) ve anahtarsız mekanizmanın (1823) icadıdır. Zaman ölçmenin son durağı, 3.000 yılda 1 saniyeye kadar doğru olan atomik saatin Britanya Ulusal Fizik Laboratuvarı’nda 1955’te yapılmasıdır.

Yüzyıllar içinde saatçilik fazlasıyla uzmanlık gerektiren bir zanaatten, kitle üretimi yapılan bir sanayiye dönüştü. İlk merkezler Nürnberg ve Augsburg’la Paris ve Blois idi. İsviçre Huguenot işçiliğinden yararlandı.

17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere üstünlük sağladı. Fransa kutu tasarımı ve süslü saatlerle ayrıcalıklı bir yer edindi. Kara Orman ahşap guguk kuşu saatleriyle uzmanlaştı. 19. yüzyılda Cenevre ve Jura’daki Chaux-les-Fonds’da saat endüstrileri yüksek kaliteli, makineyle yapılmış saatleriyle dünya çapında ün kazandı.

Saatçilik mesleği eski anahtarcı ve kuyumcu loncalarından gelişti. Ünlü adlar arasında ilk saat yapımcısı Blois’lı Jacque de la Garde (1551), sarkaç ve yay dengesinin mucidi Fîague’lı Christian Fluygens (1629-1776), deniz kronometresinin ustaları John Arnold, Thomas Earnshavv ve John Flarrison (1693-1776), Versailles saatçisi, kendi kendine kurulan saat mucidi Abraham-Louis Breguet (1747-1823) ve Big Ben’in tasarımcısı Edvvard John Dent (1790-1853) sayılabilir. Varşovalı Antoni Patek ile Berne’li Adrienne Philippe 1832’de güçlerini birleştirip bugün de İsviçre’de önde gelen Patek-Philippe firmasını kurmuşlardır.

Fatih, 1477’de Venedik’ten mekanik saat yapan ustalar istemişti. 1575’te İstanbul rasathanesi kurucusu Takiyüddin Efendi mekanik saat kitabı da yazmıştır. Topkapı Sarayı’nda 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan döneme ait yerli saat sayısı elliyi bulmaz ama Saray’da 16. yüzyıla ait olanlardan başlayarak Avrupa saatleri vardır. Evliya Çelebi saatçilerin pirinin zindanda ibadet etmek için saati icat eden Yusuf olduğunu yazar. Saatçiler 45 dükkân, 1000 neferdir ama “niçe yüzi hanelerinde işlerler”; saatçilik için “yetmiş marifet” bilmek gerekir ve dükkânlarını Alman, İspanya, Fransa, Canpetro, Kasper, Bülbül ve Yusuf Çelebi saatleri ile “zeyn idüp ubur ederler”.


Üç türü olan savatlı saatler, hilali saatler, ustası Piryol’un adıyla anılmış koyun saatleri, lokomotifli Serkisoflar, Abdülhamid devrinde şehirlere medeniyet geldiğini simgeleyen saat kuleleri ve cep saatleri yerlerini yeni modalara bıraktı. 1926’da ezani saat yerine ‘Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun’la kabul edilen Greenwich saatinden sonra, saati ‘kala’, ‘geçe’ yerine rakamlarla ifade eden dijital saatler devri geldi. Ve ülkemizde 1984’den beri olağanlaşan yaz saati uygulamaları sürerken, dünyanın her yerinden insanlarla konuşmak için ‘internet saati’ icat edildi. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Gılgamış Destanı VIII. Bölüm


(Utanapiştim, Gılgamış 'tan bir hafta boyunca uyumamayı denemesini ister. Gılgamış bunda başarısız olunca Utanapiştim, sihirli bir bitki verir ve onu evine gönderir. Gılgamış Uruk'a gelmeden önce bitkiyi kaybeder, ancak eve sağ salim döner.)

Utanapiştim, yani Çokuzak, Gılgamış'a şöyle dedi: "Eğer göksel tanrılar gibi olmak ve sonu olmayan günler boyunca yaşamak istiyorsan önce bir tanrının gücüne sahip olmalısın. Güçlü olmana rağmen, bir insan gibi zayıf olduğunu göstereceğim sana. Bu geceden başlayarak, ayakta durup yedi gece ve altı gün boyunca uyanık kalmanı istiyorum."

Gılgamış itaat ederek yere çömeldi ve uyanık kalmayı denedi. Çok istemesine rağmen uyku üzerine yumuşak bir sis gibi çöktü ve onu yenik düşürdü.

Utanapiştim karısına, "Sonsuz yaşam isteyen şu kahramana bak! Uyku yumuşak bir sis gibi onu sarmış" dedi.

Karısı Utanapiştim'e tavsiyede bulundu. "Gılgamış'a dokun da uyansın ve sağlam surlu Uruk kentine güvenli bir şekilde dönsün. Geldiği yoldan ülkesine geri dönebilmesine ve çıktığı kapıdan geçmesine yardımcı ol!"

Çokuzak yanıt verdi. "Zamanı gelince dediğini yapacağım. Bu arada, Gılgamış hiç uyumadığını söyleyerek seni aldatmaya çalışacaktır. Gerçekten ne kadar zayıf olduğunu ona göstermek için uyuduğunu kanıtlamalıyız. Her gün, senden bir somun ekmek pişirmeni ve başının yanına koymanı, arkasındaki duvara her gün bir işaret atarak ne kadar uyuduğunu kaydetmeni istiyorum."

Böylece Gılgamış'ın uyuya kaldığı her gün, Utanapiştim'in karısı başının yanına bir somun ekmek koydu ve o gün için arkasındaki duvara bir işaret çizdi. Yedinci günün sabahında Gılgamış hâlâ uyuyordu. Başının yanında altı somun ekmek dizilmişti ve duvarda da altı tane işaret vardı. İlk ekmek kurumuş, ikinci ekmek bozulmuş, üçüncü ekmek sırılsıklam olmuş, dördüncü ekmeğin kabuğu beyazlamış, beşinci ekmek küflenmiş, altıncı ekmek hâlâ tazeydi ve yedinci ekmek fırından yeni çıkmış olduğundan sıcaktı.

Utanapiştim, karısı yedinci ekmeği de diğerlerinin yanına koyarken Gılgamış'a dokundu. Gılgamış uyandı ve "Bana dokunup uyandırdığında daha uykuya dalmamıştım" dedi.

Utanapiştim yanıt verdi "Gılgamış başının yanındaki ekmek somunlarını say ki kaç gün uyuduğunun farkına varabilesin! Birinci ekmeğin kupkuru olmuş, İkincisi bozulmuş, üçüncüsü sırılsıklam, dördüncüsünün kabuğu beyazlamış, beşincisi küflenmiş, altıncısı hâlâ taze ve karım başının yanına fırından yeni çıkmış sıcak yedinci ekmeği koyduğunda ben seni uyandırdım."

Gılgamış teslimiyet içinde inledi ve şöyle dedi: "Şimdi ne yapmalıyım? Nereye gitmeliyim? Hırsız Ölüm şimdi kol ve bacaklarımdan tutuyor, ölümün yatak odamda saklandığını ve hiçbir zaman ondan kaçamayacağımı biliyorum! Ayağımı nereye atsam ölüm orada benimle birlikte olacak! Asla göksel tanrılar gibi olamayacak ve sonu olmayan günler boyunca yaşayamayacağım!"

Utanapiştim yanıt verdi: "Kalbinin umutsuzluğa kapılmasına izin verme Gılgamış! Göksel tanrıların senin de tıpkı bütün diğer insanlar gibi sonu olmayan günler boyunca yaşayamayacağına karar verdikleri doğru. Sonsuza dek yaşama yeteneği ihsan etmediler sana. Ama Anu, Enlil ve Ea sana başka armağanlar bağışladılar."

"Sana ihsan ettikleri üstesinden gelinemeyecek bir güç. Sana bağışladıkları güreş yeteneği. Sana ihsan ettikleri kılıç, hançer, yay ve balta kullanma yeteneği. Sana ihsan ettikleri savaşta tahrip edici tufan gibi olma gücü. Sana ihsan ettikleri hiç kimsenin elinden kurtulamayacağı saldırılar yapma gücü."

"Sana kahramanlıkta rakipsiz olma gücünü bağışladılar. Sana göklerin boğasını yakalama ve katletme gücünü bağışladılar, sana Canlılar ülkesindeki Sedir Ormanı'na gidip, Humbaba'yı yenme ve öldürme, sedir ağaçlarını kesip devirme gücü bağışladılar. Sana benimle görüşmek üzere uzun, zor ve tehlikeli yolculuğu yapman için güç bağışladılar."

"Ve sanki olağanüstü güç ve kahramanlık yeterli birer armağan değilmiş gibi, sana insanlar arasında üstün olma gücü bağışladılar. Sana halkını bir kral olarak yönetme ve önderlerin en büyüğü olma gücünü bağışladılar. Sana halkın üzerine ışık veya karanlık getirme gücünü bağışladılar. Sana insanları serbest bırakma ya da köle etme gücünü bağışladılar. Sana insanlarına hocalık yapma ve onları bilgeliğe götürme gücünü bağışladılar."

"Bunun için" diyerek öğüt verdi Utanapiştim, "korku ve üzüntüyü at içinden. Göksel tanrılar seni sevdikleri ve yüzüne güldükleri için kalbini neşelendir."

Sonra Utanapiştim sandalcısına döndü ve şöyle dedi: "Urşanabi, Gılgamış'ı temizlenmesi için yıkanma yerine götür, uzun saçları kar gibi temiz olana kadar yıkansın. Hayvan postlarını çıkarsın ve derin denizler onları uzağa taşısın. Yakışıklılığı yeniden ortaya çıksın. Başına yeni bir bant taksın ve çıplaklığını örtmek için yeni elbiseler giyinsin. Sonra da sağlam surlu Uruk'a doğru dönüş yolculuğunda ona eşlik et."

Urşanabi, Çokuzak'ın emrettiği gibi Gılgamış’la ilgilendi. Gılgamış temizlenip yeni elbiseler giydiğinde, ikisi birlikte Urşanabi'nin sandalına bindiler ve uzaklara yelken açmaya hazırlandılar.

O zaman Utanapiştim'in karısı şöyle dedi: "Gılgamış seninle görüşmek için uzun, zor ve tehlikeli bir yolculuk yaptı. Onun bu çabasını takdir ederek kentine götürmesi için nasıl bir armağan vereceksin?"

Utanapiştim, Urşanabi'den sandalı kıyıya yaklaştırmasını istedi. Sonra şöyle dedi: "Gılgamış, benimle görüşmek için uzun, zor ve tehlikeli bir yolculuk yaptığın için, seni sağlam surlu Uruk kentine göksel tanrılar tarafından yaratılmış gizli bir şeyle göndereceğim. Orada, derin suların içinde yetişen gül gibi bir bitki görüyorsun. Onu almak istediğinde dikenleri ellerine batacaktır. Bununla birlikte, eğer bu bitkiyi toplayabilirsen, ellerinde sonsuz gençlik armağanını tutuyor olacaksın. Bu bitki seni sonsuza dek yaşatmaz, fakat seni yaşamının her günü genç ve güçlü tutar."

Gılgamış yanıt verdi: "Eğer bana iki tane ağır taş verirsen bitkiyi toplayabilirim." Ayaklarının her birine bir taş bağladı ve hançerini dişlerinin arasına yerleştirdi. Sandalı derin denizin içine, bitkinin yakınlarına doğru itebilmek için bir sırık kullandı ve suya atladı. Taşlar Gılgamış'ın gövdesini derin suların içinde bitkiye ulaşabileceği yere kadar çekti. Ellerine batmasına rağmen bitkiyi başarılı bir şekilde kopardı. Sonra ağır taşların iplerini kesti ve suyun kendisini denizin yüzeyine taşımasını sağladı.

Gılgamış bir kez daha sandala çıktı, bitkiyi güvenli bir şekilde yerleştirdi ve Urşanabi ile yola koyuldular. Ölüm sularını başarılı bir şekilde geçtiler. Üç günde, başka bir teknenin bir buçuk ayda alacağı mesafeyi aştılar.

Zamanı gelince Siduri'nin küçük kulübesini gördüler ve yolculuğun ilk bölümünün geride kaldığını anladılar. Yorgun ve aç oldukları için, sandalı davetkâr bir kıyıya doğru yönelttiler ve karaya çıktılar.

Gılgamış bitkisini korumak için sandaldan aldı ve yanında taşıdı. Sert topraklar üzerinde hareket edebilmenin ve bacaklarını germenin özgürlüğünden tat alarak çevrede dolaştı. Bir tatlı su akıntısını, gölcük oluşturduğu yere dek takip etti. Orada bitkiyi elbiseleriyle birlikte toprağın üstüne koydu ve kendine gelmek için suya girdi.

Suyun içindeki yılan bitkinin çekici kokusunu aldı. Sudan dışarı doğru kaydı, yine kayarak kıyıyı aştı, bitkiyi ağzıyla tuttu ve onu suyun içine taşıdı. Suyun içine geri döner dönmez derisini düşürdü ve daha genç, daha taze bir görünüme sahip oldu.

Gılgamış olan bitenin farkına vardığında, bitkiyi kurtarmak için çok geçti. Oturdu ve ağladı. Sonra Urşanabi'nin elini tutup şöyle dedi: "Ellerim kimin için çalıştı? Kalbimin kanı kimin için dolaşıyor? Kendim için hiçbir şey elde edemedim. Yalnızca yılana yardım ettim. Şimdi akıntı bitkiyi denizin derinliklerine geri götürecek!'"

Gılgamış kendini topladıktan sonra devam etti: "Bitkiyi geri getirmek mümkün olmadığına göre kaybıma boyun eğmeliyim. Planladığımız gibi sandalı kıyıda bırakalım ve yolculuğumuza sağlam surlu Uruk'a doğru devam edelim ."

60 mil yürüdükten sonra, yemek yemek için durdular. 90 mil daha yürüdükten sonra geceyi geçirmek için hazırlandılar. Pek çok gün ve gece sonra uzakta Uruk'un sağlam surlarını gördüler. Kente doğru yürürlerken, Gılgamış Urşanabi'ye bir açıklama yaptı: "Uruk dört bölümden oluşur: Kent, bahçeler, sınır bölgesi, Anu ve İştar Tapınağı bölgesi."

Kapılardan içeri girerken Gılgamış şöyle dedi: "Urşanabi, kentimiz Uruk'un sağlam surlarına dikkat etmeni istiyorum. Bu duvarları, ülkemize büyük bilgiler getiren yedi bilge tarafından eski zamanlarda yapılan bir temel üzerine inşa ettim. Dış surlarımızın tepesi, bir bakır parlaklığıyla ışıldar, fakat pişmiş tuğladan yapılmıştır. Şimdi kentimizin iç surlarını incele. İnce tuğla işçiliğine dikkat et. Bu surlar da diğer bütün surlardan üstündür! Bir kral bile olsa hiçbir insan, benim kentimiz Uruk için inşa ettiğim surlardan daha etkileyici surlar yapamayacaktır. Şimdi görkemli Anu ve İştar Tapınağı'na yaklaş. Bir kral dahi olsa hiçbir ölümlü benim yarattığım kadar güzel bir yapı inşa edemeyecektir. Uruk'un surlarına tırman ve üzerlerinde yürü. İnce tuğla işçiliğini incele. Görkemli Anu ve İştar tapınağına hayranlık duy. Bir insanın üstün başarısına bak!"

Gılgamış bu seyahatleri ve düşüncelerini taş tabletler üzerine kaydetti ve halkının bilgelik kazanabilmesi, kendisini anımsaması için tabletleri Uruk'un sağlam surlarına yerleştirdi. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


UYGUR DESTANLARI

 Türklerin İslamiyet'i kabulünden önceki son Türk imparatorluğu Uygur Devleti'dir. M.Ö. 8. yüzyıla kadar Oğuz boylarıyla birlikte Moğolistan'ın kuzeyinde yaşayan On Uygurlar, 8. yüzyıl ortalarında yine Dokuz Oğuzlarla birlikte Göktürklerin Türk illerindeki yaygın hakimiyetlerine son vererek, Uygur Devleti'ni kurdular. Yeni devlet kısa zamanda geniş ülkelere yayıldı. Kültür, sanat ve medeniyet bakımından Orta Asya Tarihi en parlak devrini yaşadı. 840 yılında Uygur ilinde büyük bir kıtlık oldu. Ahali isyan etti. Özellikle Kırgız isyanının sertliği yüzünden perişan olan Uygurlar ikiye bölündüler. Bir kısmı Çin hakimiyetini kabul ederek Kansu çevresinde kaldılar. Diğer ve daha büyük bir kısım Uygurlar güneybatıya doğru göçtüler. Doğu Tiyanşan'da Beş- Balıg ve Koçu şehirlerine yerleştiler. Esasen kendilerine bağlı bu ülkede yeni şehirler kurdular. Burada yüz yıl kadar, medeni bir ömür sürdükten sonra, hakimiyetlerini 940 civarı Müslüman bir Türk devleti olan Karahanlılara bıraktılar.

Bugün elimizde bulunan Uygur destanları tarihteki maceralarıyla birlikte, kendi türeyişlerine dair inançlarını da birlikte verirler. Tanrı soyundan gelen Uygurların yurdu fena idare eden hakanlar yüzünden uğradıkları sarsıntıları nakleder. Bu destanlar, yurtta milli birliği sağlayan tılsımlar bozulunca nasıl ızdırap çektiklerini, nihayet kendilerine yiyecek vermeyen bu yurdu bırakarak nasıl batıya doğru göç ettiklerini bize anlatır. Böylelikle Uygur destanları, biri Türeyiş Efsanesi, öteki de Göç Destanı denilen iki bölümde toplanır.


Türeyiş Destanı


Uygur Türeyiş Destanı'nın  Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yakın benzerlikleri ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse  Bozkurt Destanları'nda bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahi motife bağlanmaktadır. Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt Destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk destanı olan Yaradılış Destanı'nın etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrit edilip kavimleşmiş bir soyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır.

Büyük Hun hakanlarından birinin iki kızı vardı.  Kızlarının  ikisi de birbirinden güzeldi. Öyle güzeldi ki,  Hunlar bu iki  kızın  da ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı. Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. ülkesinin en kuzey ucunda,  insan ayağı az basan veya insan  ayağı hiç görmeyen bir yerinde çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmaya başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün,  hakanın  kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir bozkurt şekline  girip geldi.  Hun hakanının kızlarıyla evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu; bunlara  Dokuz Oğuz-On  Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi bozkurt sesine benzedi, yine bu çocuklar birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.


Göç Destanı


Bu destan da bir Uygur destanıdır ve Türeyiş Destanı'nın bir uzantısı gibidir. Bugün  Orhun  Nehri  kıyısında  bir  şehir  kalıntısıyla bir saray yıkıntısı vardır; ki çok eskiden bu şehre Ordu-Balıg(k) denildiği sanılmaktadır. Büyük Uygur Destanı'nın son bölümü diye kabul edebileceğimiz Göç Destanı, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün görülebilecek şekilde  duran yazıtlarda yazılı  olduğunu Hüseyin Namık Orkun ileri sürmektedir. Yine Hüseyin Namık Orkun'un belirttiğine göre bu yazıtlar, Moğol Hanı Ögeday zamanında Çin'den getirilen  uzmanlara  okutturulup  tercüme  ettirilmiştir. Göç Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş halinde olduğu bilinmekteyse de aslında birbirlerinin tamamlayıcısı gibidirler. İran kaynaklarındaki  söyleyiş  daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda İran söyleyişi, Türklerin Manihizm'i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir.



Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı


Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge Irmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır.  Adına  Hulin  Dağı derlerdi.  Hulin Dağı'nda da birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının  üstünde kaldığı  süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeye başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu! Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden  beş küçük çadır,  beş  küçük odacık  görünümünde  ortaya çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler. Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tekin,  üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler.  Buğu  Han en büyükleriydi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Han'ı tahta oturttular. Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş. Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış. Hakan oğlu Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almayı uygun görmüş. Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien sarayını Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun Dağı'nın çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağı'ydı.  Tanrı Dağı'nın güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.

Bir gün  Çin elçisi falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki: "Hatun Dağı'nın varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız:'

Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler.  Yeni hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı. Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar ve ülkelerine taşıdılar. Olan o zaman oldu işte. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu,  bütün hayvanları  dile  geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası Türkeli'nin  felaketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu. Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden "Göç! Göç!" diye çığrışmaya başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.

Yürekler dayanmazdı. Uygurlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeye başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-Balıg(k) koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.



Han Orba Destanı


Han Orba Destanı 1989 yılında Hakasların Şor Boyu'na mensup Alevtina Konstantinovna Maytakova tarafından  Hakas  haycı  (destan anlatıcısı)  Semyon İvanoviç Şulbayev'den derlenip yayınlanmıştır. Han Orba Destanı, tamamı manzum ve 8873 mısraya sahip bir Hakas destanıdır. Türk destan geleneği içinde bir değerlendirme yapıldığında Han Orba Destanı'nın kahramanının bir kadın olduğu görülmektedir. Bu durum diğer Türk boylarının destanlarında da görülmekle birlikte Sibirya grubu Türk ve diğer milletlerin destanlarında sayıca daha fazladır.


Han Orba Destanı'nın Özeti


Ak Nehir kıyısında Hara Han ve karısı  Hara Tarğah, üç yaşındaki oğulları ve halkıyla mutlu bir şekilde yaşamaktadır. Hara Tarğah aynı zamanda altı aylık hamiledir. Bu huzur dolu  günler sürerken Hara Han'ın yurduna Hara Molat adlı düşman bir alp kanlı ordusuyla saldırır. Savaş esnasında Hara Tarğah da doğum yapar ve bir kız çocuğu doğurur.  Hara Han kendi ordusuyla yurdunu müdafaa etmek istese de başaramaz ve Hara Han'a mağlup olur. Hara Tarğah çocuklarının başına bir şey gelmesini istemediği için onları çiçeğe dönüştürerek diker. Hara Molat başta Hara Han ve Hara Tarğah olmak üzere halktan birçok kişiyi esir ederek kendi ülkesine sürer. Bu olaydan bir süre altın guguk donunda Hara Han'ın yurduna biri gelir. Bu Hara Tarğah'ın kız kardeşi Altın Harlıh'tır. Yurdun tarumar olduğunu görünce olan biteni anlar. Hara Tarğah'ın bahçeye diktiği çiçek donundaki  çocuklarını  eski hallerine döndürür. Onları besler ve her iki çocuğa ad verir. Erkek çocuğa Han  Mirgen, kızaysa Han  Orba adını verir. Onlara silah ve diğer donanımlarını verir ve altı yıl geçmeden anne-babalarını kurtarmak için hiçbir şekilde yurtlarından ayrılmamalarını aksi takdirde başlarına kötü şeyler gelebileceğini tembihleyerek oradan ayrılır. Ancak Han Mirgen bu uyarıya rağmen kuşanıp anne-babasını kurtarmak için yola çıkar. Uzun bir yolculuktan sonra Han Mirgen, Hara Molat'ın yurduna ulaşır. Otağına girer, onu ailesini serbest bırakması için uyarsa da Hara Molat oralı olmaz. İki alp dövüşe başlarlar, Han Mirgen Hara Molat'ı öldürür. Hara Molat'ın Hara Nincil adlı hamile bir eşi vardır ve Han Mirgen'e kendilerini öldürmemesi için yalvarır. Han Mirgen otağdan çıktığında atının ağladığını görerek bir tehlikenin yaklaştığını anlar. Bu esnada karşıdan bir alpın geldiğini görür. Bu Hara Molat'ın kardeşi Hara Hushun'dur. İki alp kıyasıya bir mücadeleye girerler, Han  Mirgen Hara Hushun'u da öldürür. Hara Molat ve Hara Hushun'un da ölmesiyle esir olan insanlar çok sevinirler. Han Mirgen atına yöneldiğinde onun yeniden ağladığını görür. Yeni bir tehlike yaklaşmaktadır. Han Mirgen bu kez Hara Molat'ın kız kardeşi kurt donondaki Hara Marha ile kapışır ve onu da öldürür. Bu kapışma esnasında karşı tepede Ay Arığ adlı müspet bir alp kadın belirir ve Hara Nincil'in Hara Molat'ın çocuğunu dünyaya getirdiğini, çocuğun babasının öcünü almak için yanına geleceğini söyler. Ay Arığ, Hara Nincil'i öldürürken Han Mirgen de Hara Molat'ın çocuğunu öldürmeye yeniden otağa girer, onunla dövüşmeye başlar ancak onu alt etmekte zorlanır. Bu arada Han Mirgen'in yardımına teyzesi Altın Harlıh gelir. Tembihine uymadığı için ona kızar, atının şeytanlar tarafından kaçırıldığını söyler. Yeniden ayaklanan Han Mirgen, Hara Molat'ın çocuğunu öldürür ve anne-babasına tekrar kavuşur. Onları sağ salim yurtlarına gönderdikten sonra, şeytanlar tarafından kaçırılan atının peşine düşer. Yolda bir su başında kendisini su iyesi olarak tanıtan Sarığ Tamcıl ile karşılaşır; Sarığ Tamcıl Han Mirgen'e saldırınca ikisi dövüşe başlarlar ancak su iyesi Han Mirgen'i epeyce yorar ve Han Mirgen'in yardımına yeniden teyzesi Altın Harlıh koşar. Ona kaz yumurtası vererek yeniden eski gücüne kavuşmasını sağlar. Han Mirgen tazelenmiş gücüyle Sarığ Tamcıl'ı öldürür. Yoluna devam eden Han Mirgen yolda Ay Arığ'ın yaralı olduğunu görür. Sol cebinden çıkardığı mavi ipekten örtüsüyle sihirli güçlerini kullanarak Ay Arığ'ı iyileştirdikten sonra atını takip etmeye kaldığı yerden yaya olarak devam eder. Bir dağın eteğine ulaştığında metruk bir evle karşılaşır. Evin içinde, yatakta yatmakta olan ucube görünümlü etrafı sineklerle çevirili çirkin bir kız görür. Kız, Han Mirgen'i beklediğini kendisiyle evlenınesini ister. Han Mirgen bunu kabul etmez, bu kez onu yemek yemesi için zorlar. Kız, Han Mirgen'e yılan eti yedirmek ister. ilkin buna yanaşmayan kahraman, gaipten duyduğu Altın Harlıh'ın telkiniyle yılan etini yer ve o ucube kız birdenbire çok güzel bir kıza dönüşür. Kızın adı Altın Çaçah'tır. Kız, başından geçenleri Han Mirgene anlatır. Kızın dışarıda duran uçan bir yılanı vardır. Altın Çaçah ve Han Mirgen, yılana binerek havadan Han Mirgen'in atını aramaya koyulurlar.

Bu arada Altın Hadılı'ın tanıdığı altı senelik mühlet  dolmuş,  Han Orba olaylara dahil olur.  Han Orba, Ay Arığ ve Altın Çaçah ile tanışır. Ancak orada çok fazla durmayarak ağabeyi Han Mirgen'i de alarak yurtlarına dönerler. Ailesi ve halkı bu iki kardeşi coşkuyla karşılarlar. İki kardeş dokuz günlük alp  uykusundan  sonra  uyanırlar. Sofra başındayken Altın Çaçah'ın  yılanı,  sahibine  yardım  etmeleri için Han Orba ve Han Mirgen'i çağırır.  Hazırlıklarını yapan iki kardeş Altın Çaçah'ın yurduna varırlar. Altın Çaçah'a musallat olan Han Taycı'ya karşı koyup onu ortadan kaldırırlar. Kardeşler buradan tekrar evlerine dönerler. Yine sofradayken anne Altın Harlığ, Han Mirgen'in Ay Arığ ile evlenmesi gerektiğini, bunun kader kitabında yazdığını söyler. Yeniden hazırlık yapılarak, Altın Harlıh dünürcü olarak Ay Arığ'ın yurduna giderler. Öksüz ve yetim olan Ay Arığ'ı kendisinden isterler. Ay Arığ önce buna yanaşmazken, kader kitabı olan altın knigada Han Mirgen ile kendisinin evlenmesi gerektiğini görünce töreye karşı gelemez ve teklifi kabul eder. Önce Ay Arığ'ın akabinde de Han Mirgen'in yurdunda toy kurulur ve genç alplar evlenir. Toydan birkaç gün sonra Hara  Tarğah,  çocuklarına  Hazır Han'ın ordusuyla kendilerine saldırmak hazırlık yaptıklarını söyler. Kardeşler hazırlanıp yola çıkarlar. Hazır Han'ın yurduna vardıklarında Altın Çaçah ve Altın  Harlıh  mücadeleye  zaten  başlamışlardır. Han Orba ve Han Mirgen de onlara yardım ederler ve Hazır Han'ı, oğlu Han Hartığa'yı, Hazır Han'ın kardeşi Han Sabar'ı öldürürler. Kardeşler yurtlarına döndüklerinde anne ve babalarının öldüklerini öğrenirler. Bu arada Han Mirgen ve Ay Arığ'ın bir oğlu olmuştur ve çocuğun ismi henüz yoktur. Çocuğa ismini Han Orba verir ve yeğenine Han Çibek adını layık görür. Çocuk ad aldıktan sonra annesi Ay Arığ tarafından kiminle evleneceği belirlenir. Bu kişi Kök Han'ın kızı Kök Nincil'dir. Han Çibek böylece evlenmek için yola çıkar ve Kök Nincil'in yurduna doğru ilerler. Ancak kızla evlenmek için alplar arasında bir yarışma düzenlenmiştir. Han Çibek'in de bu yarışmaya katılıp kazanması gerekir. Han Çibek rakipleriyle çetin bir müsabakaya girişir; Han Orba ve diğerlerinin de yardımıyla yarışmayı Han Çibek kazanır ve Kök Nincil'le önce kızın yurdunda daha sonra da kendi yurdunda toy kurar ve evlenir. Kısa bir süre sonra Ay Arığ, kendileri için Tas Han ve kardeşi Pus Han'dan tehlike gelebileceğini söyler. Alplar yeniden hazırlıklarını yaparlar ve yola çıkarlar. Düşman alpların yurtlarına geldiklerinde Han Mirgen, Han Orba, Han Çibek, Altın Çaçah ve Altın Harlıh orada dövüşmeye başlarlar. Han Mirgen mücadele sırasında epeyce zorlanır, ağır yaralanır. Altın Harlıh onu yine kaz yumurtasıyla hayata döndürmeye çalışsa da bu kez başarılı olamaz. Düşman alplar yok edilir ancak  Han  Mirgen orada ölür. Cansız bedeni  yurduna getirilir ve  Altın  Dağ'a konur. Han Mirgen, son mücadelesini verirken Ay Arığdan bir de kızı olur. Kıza yine Han Orba ad verir ve ona Haan Kız der. Yine dokuz günlük alp uykusundan sonra bu kez Altın Harlıh uçarak gelir ve Hara Mool ve kızı Azgın Noğas'tan bahseder. Alplar yine hazırlık yapıp Han Orba'nın öncülüğünde yola çıkarlar.  Hara  Mool'un yurduna varırlar ve hepsini öldürüp yeniden yurtlarına dönerek yeniden  alp uykusuna dalarlar. Uykudan kalkan alplar Ay Arığ'ın ağlamasına tanık olurlar. Buna göre Han Çibek Hara Mool'un yurdundayken  Han  Sağın adlı bir oğlu olmuş ve kimseye haber vermeden nehrin öte yakasına geçmiştir. Öte tarafta zalim Ah  Hartığa ve  Kök Hartığa ve bunların kız kardeşi Hara Sorhıl yaşamaktadır. Çocuğa yardım etmek için Altın Harlıh önceden oraya gitmiştir. Han Orba ve yeğeni hazırlıklarını yapar ve yola düşerler. Haan Kız ve Han Orba Hara Sorhıl'ı öldürürken diğerleri de Ah Hartığa ile Kök Hartığa'yı öldürür. Ancak bu savaş sırasında Han Mirgen'in oğlu Han Çibek ile alplara savaşta yardım eden Ah Ölen ölür. Alplar o yurttan galip ayrılıp, cenazeleriyle birlikte önce Ah Ölen'in yurduna uğrayarak Ah Ölen'in kız kardeşi Tülgü Arıg'ı Han Sağın'a alırlar ve oradan da yurtlarına dönerler. Bu ikisi için Han Orba'nın yurdunda toy kurulur ve tüm alplar mutlu ve barış içinde yaşamaya devam ederler. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Ulu Camii / Divriği / Sivas

 


Vikingler

 


Vikingler göç döneminde iskandinavya'ya yerleşen barbarların soyundan geliyorlardı. 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar bu sıradışı tüccar ve korsanlar (En korkunçlarına "vahşi savaşçılar" deniliyordu), uzun gemileriyle inanılmaz bir genişleme sürecine başlayarak , Cebelitarık'a kadar Avrupa sahillerine saldırdılar. Yeni topraklar bulmak ve ticaret yapmak amacıyla bilinmeyen denizlere açıldılar.

9. yüzyılda Kral Dalriada, Kenneth MacAlp in, Gwynedd'li Kral Rhodri Mawr ve Wessexli Kral Alfred (Bu krallar aynı sırayla iskoçya , Galler ve ingiltere'ye saldırmışlardır) gibi krallar ingiltere sahillerine çok sayıda baskın yaptılar. Britanya adalarındaki Viking yerleşimleri Kuzey ingiltere'den (Danelaw) Dublin'e dek uzandı. Vikingler saldırılarını sürdürdüler. 1016 ile 1035 yılları arasında Danimarka Kralı Knud ingiltere'yi  yönetti. Onun tahta geçişinden kısa bir süre sonra ingiltere ve Dublin'deki Viking gücü yok edildi . 1014 yılında Clontarf Savaşı'ndan sonra Vikingler artık bir tehdit oluşturmuyorlardı.

Vikingler Avrupa'nın bazı yerlerinde nehirler üzerinden seyahat ederek iç bölgelere sokulmayı başardılar. Nehirler arasındaki kısa mesafelerde ise gemilerini karadan sürüklüyorlardı. Akdeniz'de Avrupalılar ve Araplarla savaştılar. Batı Rus nehirlerinden geçerek Konstantinopol'e ulaştılar. Orada paralı asker olarak hizmet ettiler. Batıya doğru olan yolculuklarında ise izlanda, Gronland ve Kuzey Amerika'yı keşfettiler.

Vikingler yerleştikleri yerlerde çiftçi ve zanaatkar olarak çalıştılar. Gittikleri yerlerin kültürlerine ait çeşitli unsurları benimsediler. Ayrıca gemi yapımı, denizde yön bulma, ticaret bilgisi,  dekoratif metal işçiliği , saga3 tarzındaki destansı  şiirleri gibi kendi kültürlerine ait unsurları da diğer bölgelere taşıdılar. Kuzey Fransa'daki Normandiya' da Viking yerleşimcileri Frank nüfusu ile  karıştılar. Daha sonra Normanlar (Kuzeyliler) olarak tanındılar ve Avrupa'daki varlıkları devam etti.


10 Mart 2022 Perşembe

ASUR TİCARET KOLONİLERİ

 Mezopotamya’da kurulmuş devletlerin tarihleri, ilk kuruluş evreleri dışta tutulacak olursa, Anadolu’nun tarihine göre daha iyi bilinir. Bunun nedeni, Mezopotamya’da yapılmış ve bugün de sürmekte olan yoğun arkeolojik araştırmalarda ele geçen yazılı belge sayısının fazlalığı kadar, bu yazılı belgeler arasında bulunan kral listelerinin varlığıdır. Kral listeleri, hatırlanabilen ilk krallardan, belgenin yazıldığı ana kadar başa geçmiş bütün kralları tahtta kalış süreleri ile birlikte sıralar.

 Aradan geçen zamanla ilk kralların tümü akılda tutulamamış olduğundan, adları bilinen krallara çok uzun egemenlik süreleri verilmiş; böylece daha iyi hatırlanan krallarla ilk başa geçenler arasında oluşan boşluk kapatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı, başlangıç evreleri için bu listeler fazla güvenilir tarih kaynakları değilse de, daha sonraki tarihsel gelişimin öğrenilmesinde yararları büyüktür. 

Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, kral listeleri sadece hangi kralın hangisinden sonra geldiğini, kaç yıl başta kaldığını gösteren ve devletlerin göreli kronolojisini belirleyen kaynaklardır. Örneğin, Kral A, 10 yıl hükümdarlık etmiş, sonra başa geçen Kral B, 25 yıl tahtta kalmıştır. Listede üçüncü kral olarak görünen Kral C ile Kral A arasında 35 yıllık bir süre olduğu hesaplanabilmektedir, ancak bu 35 yıllık zaman dilimi, dünyanın yaratılışından bugüne akıp giden ve çeşitli takvim sistemleri ile kavrayabildiğimiz zaman içinde nereye oturtulmalıdır? Örneğin 1800-1835 arasına mı ya da 1210-1245 arasına mı? İşte kral listeleri bu sorulara yanıt vermez, ama dolaylı olarak bunların yanıtlanmasına da yardım eder. 

Göreli kronolojiyi, kesin kronoloji haline sokmak için, yukarıdaki örnekte verdiğimiz zaman dilimi içinde bir değişmez nokta bulmak gerekmektedir. Bu kesin noktayı da bize Mısır ve Mezopotamya kaynaklı olan astronomi çalışmaları ve gökyüzü cisimlerinin hareketlerine, ay ve güneş tutulmalarına ait gözlemlerin kaydedilmiş olduğu belgeler sağlar. Bu gibi olaylar bazen çok uzun aralıklarla da olsa, periyodik olarak olaylar tekrarlanmakta ve bu periyotların süresi biliniyorsa, aynı durumun ne zamanlar görülmüş olabileceği geriye doğru hesaplanmaktadır. Sözgelimi eğer Kral B döneminin 3. yılında tam bir güneş tutulması olduğu belgelenmişse, bu kralın yaşamış olduğu sanılan zaman kesiti içine rastlayan güneş tutulması hesaplanır ve diyelim ki, İÖ 1337 yılı bulunur. Bundan sonrası artık kolaydır; elde edilen bu değişmez noktadan hareketle, yalnız Kral B’nin değil, listede adı geçen bütün kralların tarihleri saptanabilir, dolayısıyla bir devletin kronolojisi ana hatları ile ortaya çıkar.

Kültepe yanındaki Asurlu tüccarlara ait yerleşme yerinde saptanan II. Tabakada bulunan tabletlerde geçen İrişum, Sargon ve Puzuraşşur gibi Asur kral adları ve her yıl atanan ve yıllara adlarını veren yıl memurları’nın adları yardımıyla bu tabaka İÖ 19. yüzyıla, Ib tabakası ise, İÖ 18. yüzyıla tarihlenebilmektedir.

Buradaki tabletlerden anlaşıldığına göre, yönetim merkezi Mezopotamya’daki Asur (bugün Kalat Şergat) kenti olan Asur Devleti vatandaşları olan tüccarlar, İÖ 19. ve 18. yüzyıllarda Kültepe’de olduğu gibi, Anadolu’nun değişik bölgelerinde pazar ağı geliştirmişlerdi. Bu ağ, iki tür ticaret merkezinden oluşmaktaydı. Bunlardan biri, Anadolu’da o zaman varlığı yine tabletlerden anlaşılan, henüz merkezi bir devlet otoritesine bağlı olmayan kent beylikleri yakınında kurulmuş olan, Asurlu tüccarların belirli bir serbesti içinde yaşayıp mesleklerini icra ettikleri, adına karum denilen ve Asurca liman ve rıhtım anlamına gelen yerleşmeler, büyük yerleşmelerdi. Diğer bir yerleşme ise Asurca ubrum/wabrum sözcüğünden türetilmiş olan wabartum’lar (anlamı misafir) bulunmaktaydı ki, bunlar herhalde ana merkezler arasında tüccarların konakladıkları, belki mallarını geçici olarak depoladıkları, bir çeşit kervansaraylardı.

Ticaret kolonisi terimi, Asur’un Anadolu içine uzanan siyasal egemenliği olarak anlaşılmamalıdır. Bunlar, hem Asurlu tüccarlara, hem de koruması altına girdikleri kent beylerine karşılıklı çıkarlar sağlayan bir ticaret sisteminin parçalarıydı. Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta da, bu kolonilerin uluslararası bir karakter göstermesidir. Ele geçen belgelerdeki tüccar adları incelendiğinde, burada yalnız Asurlular’ın değil, yerli Anadolu halkına ait kişilerin de ticaret şirketlerine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunların yanında Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya kökenli kişiler de ticaret yapmaktaydı. Bu nedenle çoğunluğu Asurla sıkı ilişkili tüccarlardan oluşan bir topluluğu barındırmasına karşın bu yerleşmelerin, yabancı devletlerin ve hükümdarların egemenliğinde olmadığını vurgulamak gerekmektedir.

Sözünü ettiğimiz ticaret ağı, Kültepe karum’unun II. katı ile çağdaş belgelerde 10, Ib ile çağdaş belgelerde ise 4 adet olarak görülmektedir. Wabartum’lar ise, II. tabakaya ait belgelerde yine 10, Ib’de bulunmuş belgelerde ise 2 adet olarak belirmektedir. Bütün örgütlenme içinde, sistemli bir biçimde kazıldığı için en iyi tanınanı ve en çok yazılı belge vereni ve eski adının Kaneş olduğu anlaşılan Kültepe’deki karum’dur. Tablet veren diğer 2 karum, sonradan Hititlerin başkentini oluşturacak olan Boğazköy’deki karum Hattuş, diğeri ise, eski adını kesinlikle bilmediğimiz Alişar’daki tüccar yerleşmesidir. Bu iki karum’da da Kaneş karum’una oranla çok daha az sayıda tablet bulunmuştur.

Asur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelini, Asur’dan Anadolu’ya kalay ve dokuma ürünleri dışalımı karşılığında da Anadolu’dan genellikle gümüş, bazen de altın alımı yapıldığı bilinmekteyse de, bakır ticaretinin Kaneş karum’undan değil de bakır madenleri yakınında kurulmuş başka bir karum’dan yapıldığı anlaşılmaktadır; Kaneş karum’unda ele geçen belgelerde bakır yollanması ile ilgili bir şey yoktur. Büyük bir olasılıkla bakır ticaretini elinde tutan ve Fırat yakınındaki Ergani bakır madenleri ile ilişkile olan bir karum bulunmaktaydı. Asurlu tüccarların Anadolu’ya getirdikleri kalayın da Mezopotamya’dan değil, İran’da bulunan kalay kaynaklarından alındığı sanılmaktadır. Asur’dan getirilen tekstil ürünlerinin ise, Asur’a başka bölgelerden dışalımı yapılan yünün dokunması ile oluşturulduğunu ve dokumacılık işinde, genellikle kocaları Kaneş karumu’nda ticaretle uğraşan kadınların çalıştığını öğreniyoruz. Bu arada bazı tekstil ürünlerinin Asur aracılığıyla güneydeki Babil’den alındığını, işlenmiş eşya olarak bazı tunç malzemenin Asur’a dışsatımının yapıldığını yazılı belgelerden anlamaktayız. Mezopotamya ile İndus Bölgesi’nin de ticaret ilişkileri olduğuna dair ipuçlarına sahip olmamıza karşılık, buradan alınan eşyanın Asurlu tüccarlar aracılığı ile Anadolu’ya gönderilip gönderilmediğini kesinlikle bilmiyoruz.

Ticaret kervanlarında eşekler kullanılmaktaydı. Her tüccarın ya da firmanın Asur’dan birkaç eşeklik kervanlarla yola çıktığı, fakat bunların birleşerek konvoylar oluşturduğu kesindir. 

Tabletlerde  tepenin üstünde pusuya yatmış kara bir köpek, dağınık kervanları bekliyor; gözleri iyi insanları kolluyor biçiminde, haydutları anlatan yarı edebi türde anlatımlara rastlanır. Buna karşın, bu tehlikelerin Ortaçağ’da Akdeniz ticaretini olumsuz yönde etkileyen korsanların yarattığından daha az olduğu da söylenebilir. Kervanı korumakla yükümlü olan kişiye yapılan ödemelerden bazı belgelerde söz edilmekle beraber, büyük güvenlik güçlerinin gerekli olduğunu gösteren bir kayıt yoktur.

Anadolu ile yapılan ticaretin Asurlu tüccarlara büyük kazançlar sağladığı, özellikle tunç alaşımında kullanılan kalayın Anadolu’ya getirilmesinin %100’ü aşan kâr getirdiği, eldeki yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Alıcının borçlanması durumunda %30 oranında faiz elde edilmekteydi. Kolonilerin bulunduğu kentlerdeki yerel Anadolu kralları da buna karşılık dışalımı yapılan mallar üzerinden dokumalardan 1/20, kalaydan 2/65 oranın vergi almaktaydılar. Ayrıca kervan yollarının geçtiği bölgelerdeki başka beylere malın %10’u oranında yol vergisi ödemekteydiler. Kaneş gibi, karum’ların yakınında kurulu kentlerin kralları, meteorik demir ve değerli taşları doğrudan kendileri satma hakkına da sahiptiler. Bu nedenle, bazı malları yerel krallara haber vermeden kaçak olarak onların bölgelerine sokan ve vergiden kurtulma yollarına başvuran tüccarlar da yok değildi. Bir belgede ... kaçak mallar yakalandı; saray Puşu-ken adlı tüccarı hapse attı. Gardiyanlar çok uyanık. Bütün ülkelere kaçakçılık bildirildi ve nöbetçiler kondu. Dikkat! Kaçakçılık yapmayın! biçiminde tüccarları uyaran bir metin dikkati çekmektedir. Yerel kralların Asurlu tüccarları koruma yükümlülüğünden başka, soygunlar nedeniyle oluşan kayıplarını garanti etme yönünde de görevleri vardı. Tüccarlar ise, siyasal ve adli bakımdan Asur yönetimine bağlıydılar.

Asurlu tüccarların yerleşmelerinde yaratmış oldukları maddi kültür, Anadolulu bir karaktere sahiptir. Avluları tam merkezde olmayan, tek ya da iki katlı dikdörtgen evleri, çanak-çömlek, madeni araçları ve pişmiş toprak heykelcikleri Anadolu’nun kültür çerçevesine çok uygundur. Geometrik motiflerle bezenmiş aslan, boğa ve diğer hayvan ya da ayakkabı biçiminde yapılmış kaplar, bu yerleşmenin kendine özgü ürünleridir. Tabletler üzerinde görülen mühürler de üslup bakımından aynı dönemdeki Mezopotamya örneklerinden farklıdır.

Anlaşıldığına göre, Asurlu tüccarların oluşturdukları kültür, maddi belgelerde kendini belli etmemekte, Anadolu’ya yabancı kişilerin buralarda yaşadığı, sadece yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bu tüccarların Anadolu kültürüne etkileri de fazla olmamıştır. İlişkileri, daha çok korunması altında bulundukları saraylarla olmuş, doğal olarak kültürel bakımdan daha tutucu olan yerel halk, Asurlular’ın ne dilinden, ne de toplumsal ve dinsel görüşlerinden fazla etkilenmemiştir. Bu kolonistlerin zamanında yerel Anadolu krallarının kendi aralarındaki yazışmalarında bile kullanmış oldukları Eski Asur dili, Asur yerleşmelerinin ortadan kalkışından sonra tamamen silinip kaybolmuştur. 

Asur Ticaret Kolonilerinin hangi nedenlerle sona erdiğini kesinlikle bilemiyoruz. Ancak, kazılardan elde edilen verilere göre, bunlar büyük bir yıkım sonunda yok olmuşlardır. Karum II ve Ib tabakaları arasındaki yangın bunun kanıtıdır. Ib katında, ticaret ilişkilerinin az da olsa yeniden canlandığını, fakat eski canlılığına kavuşmadan, Asur ile olan bağların tümüyle kesildiğini görmekteyiz.


Alıntıdır.


Gılgamış Destanı VII. Bölüm


(Utanapiştim, Gılgamış'a büyük tufanı anlatır: Tufan nasıl meydana geldi? Neye benziyordu? Ve kendisi nasıl sağ kaldı?..)


Gılgamış Çokuzak'a şöyle dedi: "Senin sonu olmaksızın günlerce yaşayabileceğini biliyorum Utanapiştim, fakat senin görüntün benimkinin aynısı gibi görünüyor, senin hiçbir farklı yanın yok. Her yönden bana benziyorsun. Senin savaşmak isteyeceğini ummuştum, fakat buradasın ve sırt üstü tembelce uzanıyorsun. Kılıç ve yay yarışmalarına artık ilgisiz görünüyorsun. Söyle bana, sonsuz yaşama nasıl sahip oldun? Göksel tanrıların meclisine nasıl katıldın?"


Utanapiştim yanıtladı: "Sana tanrıların bir sırrını açıklayacağım Gılgamış" dedi ve hikâyesine başladı:


Sen Fırat Nehri'nin kıyısındaki Şurippak kentini bilirsin. Hem kentin kendisi hem de kentteki tanrılar yaşlanınca büyük bir tufan ortaya çıkarmaya karar verdiler. Bütün tanrıların yöneticisi Enlil hepsini meclise toplantıya çağırdı.


"Bu geniş topraklar üzerinde yaşayan insanlar sayılamayacak derecede arttılar ve çok gürültü yapıyorlar" diye yakındı. "Dünya vahşi bir öküz sürüsü gibi böğürüyor, insanlarının gürültüsü beni uykumda rahatsız ediyor. Bu nedenle Adad'ın, dünyanın üzerine gece gündüz şiddetli bir yağmur yağdırmasını istiyorum. Büyük bir tufanın dünyanın üzerine bir hırsız gibi gelmesini, bu insanların yiyeceklerini ve hayatlarını mahvetmesini istiyorum."


İştar, Enlil'in bütün insanları yok etme isteğini destekledi ve daha sonra bütün tanrılar onun planını onayladılar. Buna rağmen Ea kalben aynı fikirde değildi. O, insanoğluna zengin otlaklar ve tarlalar yaratarak dünya üzerinde yaşamaları için yardım etmişti. Onlara toprağın nasıl sürüleceğini ve nasıl tahıl yetiştirileceğini öğretmişti. Onları sevdiği için akıllıca bir plan uydurdu.


Ea, Enlil'in planını duyunca bana bir rüyada göründü ve dedi ki: "Sazdan kulübenin duvarının yanında dur, ben seninle orada konuşacağım. Benim sözlerimi kabul et ve sana Öğreteceklerimi dikkatlice dinle. Sana bir görev vereceğim."

Ea'nın mesajı zihnime kazınmış olarak birden uyandım. Tanrının emretmiş olduğu gibi sazdan kulübeye indim ve kulağımı duvara dayadım. Bir ses "Utanapiştim, Şurippak'ın kralı" dedi, "sözlerimi dinle ve onlara dikkat et. Göksel tanrılar büyük bir yağmur fırtınasının güçlü bir tufana neden olmasına karar verdiler. Bu tufan tapınakları yutacak ve bütün insanları yok edecek. Kralların ve onların yönettiği insanların sonları felaket olacak. Enlil'in emriyle tanrılar meclisi bu kararı aldı."

Ea, "Bu nedenle" diye devam etti, "kendi hayatını korumak için dünya mallarını terk etmeni istiyorum. Kendi evini parçalamalı ve dev bir gemi, 'yaşamın koruyucusu' adını vereceğin bir tekne inşa etmelisin."


Ea "Geminin en ve boyunun eşit Ölçülerde olmasına dikkat et" diye öğüt verdi. "Onu sert kerestelerden inşa et ki, Şamaş'ın ışınları içine girmesin. Yapıyı iyi kapatmaya özen göster. Karını, aileni, akrabalarını ve kentin esnafını gemiye al. Tahıllarını ve bütün mallarını ve yiyeceklerini getir. Hem vahşi hayvanları hem de gökyüzünün kuşları gibi yaşayan her şeyin tohumunu gemiye al. Sonra sana ne zaman gemiyi suya indirip kapıları kapatacağını söyleyeceğim."


"Efendi Ea, emrettiğin gibi yapacağım, fakat ben hiç gemi inşa etmedim. Benim için toprak üzerine bu teknenin bir tasarımını çiz, böylece bu planı takip edebileyim. Ayrıca, Şurippak halkı bana ne yaptığımı sordukları zaman, nasıl karşılık vereceğim" diye yanıt verdim.


Ea, ben kuluna yanıt verdi: "İstediğin gibi senin için toprağın üzerine geminin tasarımım çiziyorum. Şurippak'ın insanlarına gelince onlara şöyle de, 'Enlil'in benden nefret ettiğini öğrendim, bu nedenle artık ne sizin kentinizde yaşayabilirim, ne de tanrıların topraklarına ayağımı basabilirim. Bu nedenle 'Derin'e gideceğim ve efendim Ea ile yaşayacağım. Fakat Enlil size bolluk yağdırmayı amaçlıyor. Fırtınalı bir akşamdan sonra en alışılmadık kuş ve balıkları bulacaksınız ve topraklarınız zengin ürünlerle dolacak'."

Şafağın ilk parıltılarıyla dev gemimi inşa etmeye başladım. Şurippak halkı büyük bir ilgiyle çevreme toplandı. Diğerleri tahtalar» ve ihtiyacım olabilecek her şeyi getirirlerken küçük çocuklar sıvama malzemeleri taşıdılar. Sıkı çalışılan beşinci günün sonunda gemim için bir iskelet oluşturmuştum. Taban alanı tam bir dönümdü. Uzunluk, genişlik ve yüksekliğin her biri 6 m. uzunluğundaydı.


Geminin yüksekliğini, içinde yedi kat olacak şekilde böldüm ve her katı da dokuz odaya ayırdım. Su tapalarını yerlerine çaktım ve yiyeceği depoladım. Gemiyi su sızdırmaz hale getirdim. Her gün insanlar için sığır ve koyun kestim ve işçilere kırmızı şarap, beyaz şarap ve yağlarla Fırat'ın suyuymuş gibi ziyafet çektim. Her günü sanki o gün büyük bir bayrammış gibi kutladık.


Sonunda yedinci gün hazırlıklarımı tamamladım ve gemiyi suya indirdim. Geminin üçte ikisi suya girdiği zaman yanıma almayı düşündüğüm ne kaldıysa gemiye yükledim. Bunlar sahip olduğum altın ve gümüşler ile canlılardan oluşuyordu. Ailemi ve akrabalarımı gemiye aldım. Esnaf ve işçileri gemiye aldım. Hem vahşi hem de evcil olmak üzere hayvanları gemiye aldım,


Ea, bana hazır olmam için zaman vermişti. Bana şöyle demişti: "Adad, korkunç fırtına bulutlarıyla gökyüzünü kararttığı zaman gemiye bin ve girişi kapat."


Ben de gökyüzünü dikkatle seyrettim. Gökyüzünü yaklaşan fırtınanın karanlığıyla korkunç bir görüntü sardığı anda gemiyi yüzdürdüm ve girişleri kille kapattım. Fırtınanın bütün şiddetiyle üzerimize gelmesinden çok önce gemimizin halatlarını attık ve denizin bizi götürebileceği herhangi bir yere taşıması için hazırlandık.


Adad, ışık saçan her şeyi karanlığa dönüştürürken, halk şaşkın bir şekilde olanları izledi. Güçlü güney rüzgârı kasırgayı, hortumu ve şiddetli fırtınayı birleştirerek esmeye başladı. Ülkeyi topraktan yapılmış bir kap gibi parçalayarak ve gittikçe artan bir şiddetle bütün bir gün boyunca esti.


Felaketi izlemek için göksel tanrılar meşalelerini kaldırdılar ve böylece yeryüzü ışıklarla aydınlandı. Ancak fırtına rüzgârı çılgın bir şekilde, bir savaş gibi yeryüzü üzerinde esti. Beraberinde dağları gömen ve insanları kefenleyen bir tufan getirdi. Hiç kimse başka birini göremedi ve göklerden aşağı bakan tanrılar da onları göremediler. Fırtınanın gelişi ile bütün canlılar öldüler ve geri kalan ne varsa parçalandı, yeryüzü harap oldu.


Göksel tanrılar tufan sularının yeryüzünü basışını ve dünyada yerleşmiş olan her şeyi harap edişini izlerken kendileri de dehşete düştüler. Anu'nun göğüne, en yüksek gök katlarına sığındılar. Dış duvarın dibine çömelip köpekler gibi korku içinde titreyerek bekleştiler. Ana Tanrıça Nintu yeryüzündeki insanlar için ağladı.


Tanrıça Iştar, doğum sancıları çeken bir kadın gibi, tufan kurbanları için ağladı. "Eski günlerde yeryüzünde var olan her şey şimdi toprak oldu" diye yas tuttu. "Mecliste sesimi Enlil'inkine kattığım için her şey mahvoldu. Onlara kendim can verdiğime göre nasıl halkıma saldırılmasına ve yok edilmesi emrine katılabildim? Şimdi cesetleri, denizi tıpkı balık yumurtaları gibi dolduruyor!"


Yaptıkları işin aşırı derecedeki büyüklüğünden burunları sürtülünce göksel tanrılar da Iştarla birlikte ağladılar. Yedi gün yedi gece boyunca yeryüzünde büyük tufan koparan güney fırtına rüzgârı dünyaya dehşet saldı. Her gün ve her gece fırtınalar dev gemimi tufan sularından oluşan kargaşa içinde denizde sallayıp durdu. Sekizinci gün tufan getiren güney rüzgârı geri çekildi ve tufan suları sakinleşti. Işık saçan Şamaş bir kez daha ortaya çıktı. Güneş ışığını yukarıdaki göklerin üzerine ve aşağıdaki yeryüzüne yaydı ve yıkımı ortaya çıkardı.


Gemimin sallantısı biraz hafifleyince bir ambar kapağını açmanın ve neler olup bittiğini görmenin güvenli olacağını düşündüm. Dünya tamamen sakindi ve denizin yüzeyi düz bir çatı gibiydi. Bizim dışımızdaki tüm insanlar toprağa dönmüştü. Tufan sularının yayıldığı alanı, kıyıyı görebilmek için taradım, fakat başarılı olamadım.


Şamaş'ın geminin içine ışık ve sıcaklık getirmesiyle evrenin güçlerinin önünde yüzümü toprağa doğru eğdim. Onlar yeryüzünü yok etmiş, fakat gemimi kurtarmışlardı. İyileştirici ışınlarıyla insanları besleyen Şamaş'ın huzurunda itaat ve saygı duygularıyla eğildim. Yaşamda kalmaktan duyduğumuz minnetle, göksel tanrılara bir öküz ve bir koyun kurban ettim. Sonra oturdum ve gözyaşlarımı serbest bırakarak ağladım.


Gemim on iki gün boyunca suların üzerinde yol aldı. Sonra ambar kapağını açıp dışarıya baktığımda çok uzaklarda on dört bölgenin her birinde çevreyi saran suların içinden bir dağ sırası yükseldiğini gördüm. Zamanı gelince gemim Nisir Dağı'nın eteklerinde sabit ve güvenli bir şekilde kaldı.


Nisir Dağı gemimi sabit tuttu ve hareket etmesine izin vermedi. Yedinci gün, bir güvercin saldım ve onu uzaklara gönderdim. Güvercin konabileceği ve dinlenebileceği bir yer bulamadı, gemiye geri döndü. Sonra bir kırlangıç saldım ve onu uzaklara gönderdim. Kırlangıç konabileceği ve dinlenebileceği bir yer bulamadı ve o da gemiye geri döndü. Sonra bir kuzgun saldım ve onu uzaklara gönderdim. Kuzgun suların çekilmiş olduğunu gördü, böylece havada daireler çizdi, fakat gemime geri dönmedi.


Sonra bütün canlıları serbest bıraktım ve göksel tanrılar için bir kurban sundum. Dağın tepesine on dört sunak kabı yaptım. Bu kaplara kamışlar, sedir kerestesi ve mersin yığdım ve tanrılar için İçki saçtım. Tatlı özsuyunun kokusunu aldılar ve sinek gibi çevresine üşüştüler. Anu ve Enlil'in önünde secde ettim.


Sonra İştar geldi. Babası Anu'nun, onu memnun etmek için yaptığı büyük mücevherlerle süslü gerdanlığı kaldırdı. “Göksel tanrılar, bu mücevherli gerdanlığın boynumda durduğu ne kadar kesinse, bu büyük tufanı asla unutmayacağım da o kadar kesin. Enlil dışındaki bütün tanrılar kurbana gelsin. Nedensiz yere halkını yok eden tufanı ortaya çıkardığı için Enlil gelmemeli."


Enlil gemimi gördüğü zaman Öteki tanrılara çok öfkelendi. “Bazı insanlar kurtuldu mu?" diye bağırdı. "Hiç kimsenin tufandan kurtulamayacağı düşünülüyordu! Buna kim izin verdi?"


Savaşçı tanrı Ninurta, Enlil'e şöyle dedi: “Bize kızma. Her şeyi sadece Ea biliyor. Sadece o böyle bir plan düzenlemiş olabilir." 

 

Sonra Ea Enlil'e şöyle dedi: "Sen tanrıların efendisisin ve 


bilgesin. Nasıl nedensiz yere böyle bir tufan yaratabildin? Günahı için günahkârı sorumlu tut, karşı gelenlerin cezasını ver. Fakat ölüp yok olmaması için hoşgörülü ol! Tufanlara neden olmaktansa, bir aslan ya da bir kurt yaratıp insanlara saldırtsaydın ve bu şekilde sayılarını azaltsaydın daha iyi olurdu. Bir tufan yaratmaktansa bir hastalık yaratarak insanların üzerine salıp onların sayılarını azaltsaydın daha iyi olurdu! Yeryüzüne egemen olmak için tufan yerine kıtlık yaratsaydın daha iyi olurdu. Bu, insanları zayıf düşürür ve sayılarını azaltırdı."


"Büyük tanrıların sırrını açıklayan ben değildim" diye kurnazca yanıt verdi Ea: "Utanapiştim, insanların en akıllısı, senin tufanından nasıl kurtulunabileceğini keşfettiği bir rüya gördü. Enlil, şimdi onunla nasıl başa çıkabileceğini düşün."


Enlil'in önünde başımı korku ve itaat duygularıyla toprağa doğru eğdim. Elimi tuttu ve birlikte gemime bindik. Sonra Enlil karımı da gemiye aldı ve yanımda diz çöktürdü. Kendisi de aramıza yerleşti ve bizi kutsamak için alınlarımıza dokundu.


"Şimdiye kadar" dedi Enlil, "Utanapiştim ve karısı insan olarak yaşadılar. Şu andan itibaren tanrılar gibi yaşayacaklar. Yukarıdan, göksel tanrılar gibi sonsuz günler boyunca yaşayabilmeleri için, onlara sonsuz nefes getirdim. Şurippak kralı olan Utanapiştim, insanlık ve bitki tohumlarını ve hayvan yaşamını sakladı. O ve karısı dağlık ülke Dilmun'daki nehrin ağzında, güneşin doğduğu yer olan doğuda, çok uzaklarda yaşayacaklar."


Utanapiştim macerasının hikâyesini tamamladı: "İşte benimle karımın nasıl göksel tanrılara dönüştüğümüzün ve hiç bitmeyen günler boyunca yaşayacağımızın hikâyesi. Enlil'in kendisi bize sonsuz yaşam bağışladı. Ama Gılgamış, sen sağlam surlu. Uruk kentinin kralı olmana karşın, aradığın sonsuz yaşamı bulabilmen amacıyla senin hatırın için göksel tanrıları kim toplantıya çağıracak?" 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak