28 Şubat 2022 Pazartesi

Maddeyi Nasıl Algılıyoruz?

 




Madde sandığımız şey, gerçekte bir enerji yumağından, dev bir boşluktan başka birşey değildir. Kendi bedenimiz, odamız, evimiz, hatta dünya ve tüm evren aslında bir enerji bulutundan ibarettir. O zaman, çevremizdeki bunca şeyi gözle görünür ve elle tutulur kılan nedir?

Çevremizdekileri madde olarak algılamamızın sebepleri, atomların yörüngelerindeki elektronların fotonlarla çarpışmaları, atomların birbirlerini itmeleri veya çekmeleridir. 

Şu anda elinizde tuttuğunuzu sandığınız kitabı aslında tutamamaktasınız. Gerçekte elinizin atomları kitabın atomlarını itmektedir ve bu itmenin şiddetine göre de dokunma hissiniz gerçekleşmektedir. Çünkü atomların yapısından bahsedilirken de belirtildiği gibi atomlar birbirlerine maksimum bir atomun çapı kadar yaklaşabilirler. Üstelik birbirlerine bu kadar yaklaşabilen atomlar, ancak beraber reaksiyona giren atomlardır. Şu halde, aynı maddenin atomları bile birbirlerine kesinlikle dokunamazlarken bizler elimizle tuttuğumuz, sıktığımız veya tutup-havaya kaldırdığımız maddeye asla dokunamayız. Kaldı ki, elimizdeki maddeye maksimum yaklaşmamız mümkün olsaydı bile bu maddeyle kimyasal reaksiyona girerdik. Böyle bir durumda insan veya başka bir canlı için bir saniye bile varlığını sürdürmek sözkonusu olamazdı. Canlı ayak bastığı, oturduğu veya dayandığı madde ile hemen kimyasal reaksiyona girer ve garip bir varlık olurdu.

Bu durumda ortaya çıkan manzara son derece düşündürücüdür: Gerçekte, %99.95'i boş olan ve neredeyse sadece enerjiden ibaret olan atomlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz. 'Dokunuyoruz ve tutuyoruz' dediğimiz şeylere de aslında hiçbir zaman dokunamıyoruz. Peki ya gördüğümüz, duyduğumuz veya kokladığımız maddeyi ne derece algılıyoruz? Bu maddeler, gerçekte gördüğümüz-duyduğumuz gibi midir? 

Kesinlikle hayır... Var dediğimiz, gördüğümüz maddeyi direkt olarak görmemiz asla mümkün olmamaktadır. Çünkü güneşten veya başka bir ışık kaynağından gelen ışık taneciklerinin (fotonlarının) maddeye çarpması ve bu maddenin gelen ışığın bir kısmını soğurması ve kalanı dışarı vermesi sonucu bizim gözümüze çarpan (yani bir anlamda maddeden yansıyan) fotonlar beynimizde görüntü oluşturmaktadırlar. Yani gördüğümüz madde ancak bizim gözümüze yansıyan fotonların taşıdığı bilgiden ibarettir. Bu bilgiler maddeyle ilgili bilginin tamamını ne derece yansıtmaktadırlar? Eksik veya fazla bu bilgilerin bizlere kesin olarak dışarıdaki maddenin gerçek halini gösterdiğine dair elimizde hiçbir kanıt yoktur. 

Şu açıdan bakıldığında konu daha netlik kazanacaktır: 21.yy'a girdiğimiz şu günlerde bilim öyle bir noktaya varmıştır ki, artık maddenin %99.95'inin boşluk olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, bu gerçek apaçık gözümüzün önünde durmaktayken, bizler maddeyi %100 dolu (somut bir gerçek) olarak algılamaktayız. Bu durum bize algılarımızın beynimize verdiği mesajların dış dünyayı olduğu gibi yansıtmamakta olduğunu çok net olarak göstermektedir.


Alıntıdır.

Bir Mayıs

 



Bir Mayıs’ta bahar şenlikleri yapılması dünyanın en yaygın geleneklerindendir. Avrupa’da alaylar halinde yeşil dallar ve çelenkler taşınması, Mayıs kral ve kraliçesi seçilmesi, Mayıs Ağacı çevresinde dans edilmesi bu bahar ve bereket bayramının ortak öğelerindendir. Örneğin İngiltere’de 16. yüzyılda 1 Mayıs ormanlar kralı Robin Hood’la sevgilisi Lady (Maid) Marian’ın buluşma günleri olarak kutlanan bir festivaldi. Güney Amerika’da da Kolomb öncesinde benzer öğelerle bu törenler yapılmaktaydı ve bugün Hıristiyan öğelerle kaynaştırılmış biçimde devam ettirilmektedir. Roma panteonunun 1 Mayıs bayramı Papa IV. Boniface tarafından 610 yılında ‘Bütün Azizler Günü’ne dönüştürülmüş, 834 yılında kutlama günü 1 Mayıs’tan 1 Kasım’a alınmıştır.


Avrupa’da yakın yıllara kadar yapılan bahar şenlikleri 1889’da II. Enternasyonal’in I. Kongresi’nde aldığı kararla bütün dünya işçilerinin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kabul edilmesiyle yeni bir kimlik kazandı. Amerikan işçi Federasyonu’nun sekiz saatlik iş gününü kabul ettirmek için verdiği mücadelede ilan edilen genel grev sırasında, Chicago’da 1 Mayıs 1886’da polis işçilere yaylım ateş açmış, katliam sorumlusu olarak da dört işçi idama, dördü de ağır hapse mahkûm edilmişti. Federasyon sekiz saatlik iş günü kabul edilinceye kadar her 1 Mayıs’ta gösteriler yapılmasını kararlaştırmış ve Enternasyonal bu kararı uluslararası düzeye taşımıştı.


Bugün 1 Mayıs birçok ülkede resmi tatildir ve işçilerle sol partilerin kitlesel gösterileriyle kutlanır. Bazı ülkelerde de 1 Mayıslar siyasal eylem biçimini alır, yasaklanır ve baskı gününe dönüşür.


Türkiye’de 1 Mayıs işçi Bayramı olarak ilk kez 1908-1912 yılları arasında ve 1921’de işgal altındaki İstanbul’da kutlanmıştır. 1925’te işçi Bayramı yasaklanmış, hazırlanan 1 Mayıs bildirisi nedeniyle ağır hapis cezaları verilmiştir.

Aynı yıl 1 Mayıs Bahar ve Çiçek Bayramı ilan edildi ve 1935’te resmi tatil yapıldı. İşçi Bayramı olarak 1963’te Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasalarının kabul edildiği 24 Temmuz günü ilan edildiyse de, 1968 yılında kapalı toplantılarla başlayan 1 Mayıs, 1976’da Taksim Meydanı’nda kitlesel bir gösteriyle kutlandı. 1977’de 34 kişinin öldürüldüğü Taksim 1 Mayıs kutlamalarından sonra 1979 yılı 1 Mayıs’ında İstanbul’da sokağa çıkma yasağı konuldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1 Mayıs Bahar Bayramı kaldırıldı. 1985’ten sonra, önceleri açık hava toplantılarına izin verilmese de, 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları tekrar başladı.


Amasra / Bartın

 


27 Şubat 2022 Pazar

Hitit Mitolojisi Telepinu

 


Telepinu: Sunuş


Bu Hitit doğa söylencesi, yeryüzünü verimsiz kılacak şekilde ortadan kaybolan tanrı örneğine uymaktadır. Tanrının varlığını tekrar sağlamak ve böylelikle bereketi de geri getirmek için yapılan dinsel törenleri kapsar.


İlk üç Telepinu tableti tahrip olmuş ve hiçbir zaman bulunamamıştır. Belki de bu yüzden, öyküde Telepinu'nun neden kızgın olduğu anlaşılamamaktadır. Gerçi öykünün sonraki bir yerinde Telepinu'ya davranışını açıklaması için fırsat verilir, fakat bu kez de o anlatmamayı yeğler.


Türünün örneği olan diğer söylenceler gibi Telepinu söylencesi de doğum, ölüm ve yeniden doğuş çevrimini vurgulayarak doğayı, mevsim değişmelerinin nedenlerini açıklar. Eğer söylencenin amacı bu ise, Telepinu'nun öfkesine neden aramak gereksizdir. Çünkü tahminen Telepinu her kızdığında kaybolacak ve her yıl kış mevsimi gelmeden önce birileri onu kızdıracaktır.


Bazı bilim adamları, bu söylencenin, Hititliler toplumlarından kötü güçleri kovmak istedikleri zaman kullanıldığını düşünmektedir. Pek çok kültürde “ev temizliği" gibi dini ayinler, yeni yıl veya baharda ekim mevsiminden önce yapılır.

Telepinu


Canlılara bereket veren Telepinu, bir gün çılgın bir öfkeyle bağırdı. "Çok kızgınım! Kimse yanıma yaklaşmasın!" O kadar öfkeliydi ki sağ ayakkabısını sol ayağına, sol ayakkabısını sağ ayağına giymeye çalıştı. Bu onun öfkesini daha da artırmıştı.


Sonunda ayakkabılarını giydi ve gösterişli bir şekilde çıkıp gitti. Yanına olgunlaşan tohumları, bereketli rüzgârları ve tarlalarda, otlaklarda ve çayırlardaki verimli ürünleri aldı. Kırlara doğru gitti ve bir koru içinde gözlerden uzak bir çayıra geldi. Orada üzerinde bir bitkinlik hissederek uyuyakaldı.


Telepinu'nun öfkesi tüm doğayı üzmüştü. Sis kırların üzerinde girdap gibi dönüyor, evlerin pencerelerini kaplıyordu. İnsanların evlerini duman doldurdu. Kütükler ocaklarda için için yanıyor ve alev almıyordu. Ağıllardaki koyunlar ve ahırlardaki sığırlar birbirlerini bilmezlikten geldiler. Kuzular, danalar bile anneleri tarafından hiçe sayılıyorlardı. Sığırlar, koyunlar ve insanlar artık gebe kalmıyorlardı. Hamile olanlar bile yeni bir cana hayat veremediler.


Tarlalarda artık darı, buğday ve arpa yetişmiyordu. Bütün bitkiler kurudu ve öldü. Nem olmadığı için dağlar tepeler kuraklaştı. Ağaçlar da kurudular ve taze filiz vermediler. Çayırlar kavruldu ve kaynaklar buhar olup uçtu. Ülkede kıtlık ortaya çıktı; hem insanlar hem de tanrılar açlıktan öleceklerinden korkmaya başladılar.


Fırtınalar tanrısı Taru, tanrılara bir göz gezdirdi ve oğlunu merak etti. "Telepinu burada değil" diye bağırdı, "öfkelendi ve bereketli her şeyi yanında götürdü."


Büyük tanrılar ve küçük tanrılar Telepinu'yu aramaya başladılar. Tepelerde ve geniş vadilerde oradan oraya dolaştılar. Gölleri ve ırmakları geçtiler. Ancak onu bulamadılar.


Sonra Güneş Tanrısı "Git Telepinu'yu ara! Bütün yüksek dağları araştır! Derin vadilere bak! Denizin mavi dalgalarını araştır!" diyerek hızlı kartalı gönderdi.


Kartal çok uzakları ve çok geniş bir alanı araştırdı, fakat Telepinu'yu bulamadı. En sonunda güneş tanrısına döndü ve "Telepinu'yu aradım. Yüksek dağların üzerine süzülerek yükseldim, derin vadilerin içine daldım ve denizin mavi dalgalarının üzerinden adeta sıyırırcasına geçtim. Yüce tanrı Telepinu'nun izini bulamadım!" dedi.

Fırtınalar tanrısı kaygılandı ve öfkelendi. Babasının yanına gitti ve "Benim oğlumu kim gücendirdi ki, tohumlar kurudu ve her şey soldu" dedi.

Babası şöyle yanıt verdi: "Onu kızdıran senden başkası değil, sorumlu da sensin!"

Taru karşılık verdi: "Yanılıyorsun! Ben sorumlu değilim." Bunun üzerine babası: "Konuyla ilgileneceğim. Eğer suçlu olduğunu öğrenirsem seni öldürürüm. Şimdi git Telepinu'yu bul!" dedi.


Sonra Taru, ana tanrıça Nintu'nun yanına yaklaştı ve "Telepinu öylesine kızdı ki bütün tohumlar Öldü ve her şey kurudu. Babam, bunun benim hatam olduğunu söylüyor, bu konuyla ilgilenmemi istiyor ve beni öldürecek. Neler oldu? Ne yapacağız? Eğer Telepinu yakında bulunamazsa hepimiz açlıktan öleceğiz" dedi.


Nintu yanıt verdi: "Sakin ol ve sakın korkma, eğer senin hatansa ben düzeltirim. Eğer hata senin değilse, yine düzelteceğim. Bu arada sen Telepinu'yu bul. Senin rüzgârların çok uzaklara ve geniş alanlara yolculuk edebilir."

Böylece Taru, Telepinu’yu aramaya başladı. Oğlunun kentine gitti ve evinin kapısını çaldı. Fakat kimse yanıt vermedi ve kapı açılmadı. Sonra sinirlendi ve Telepinu'nun evine zorla girdi. Fakat oğlunu yine de bulamadı. Aramaktan vazgeçti ve Nintu'ya geri döndü. "Onu evde bulamadım" dedi. "Başka nerelere bakabilirim?"


Nintu yanıtladı: "Sakinleş. Ben onu sana getireceğim. Bana arıyı getir, onu eğiteceğim ve Telepinu'yu arayacak." Taru, Nintu'nun isteğini yaptı ve biraz sonra arıyla birlikte geri geldi.


Nintu ona şöyle dedi: "Küçük arı, git ve Telepinu'yu ara. Onu bulduğunda ellerini ve ayaklarını sok. Ayaklarının üzerinde sıçrayana dek sok onu! Sonra balmumundan biraz al ve gözleriyle ayaklarını sar. Onu arındır ve huzuruma getir!"


Taru, Nintu'yu küçük arıyla görünce, "Büyük tanrılar, küçük tanrılar Telepinu'yu aradılar ve bulamadılar. Nasıl küçük bir arının bu işi bizden daha iyi yapabileceğini düşünüyorsun" dedi. "Kanatları çok küçük ve zayıf, kendisi de son derece küçük ve zayıf bir yaratık. Tanrıların başaramadığı bir işi nasıl becerecek?"


Nintu yanıt verdi: "Taru, kuşkularına karşın an Telepinu'yu bulacak. Sadece sabırla bekle ve gör!"

Arı kentten ayrıldı ve her yerde Telepinu'yu aradı. Akıntılı nehirleri ve uğultulu kaynakları araştırdı. Sıra sıra tepeleri, engebeli dağları, kurak düzlükleri ve yaprakları olmayan ağaçlıkları dolaştı. Çok uzun süren yolculuk, gerçekten büyük bir gayretti ve arı uçarken gövdesindeki bal ve balmumunu tüketmeye başladı.


Sonunda Telepinu'yu ağaçların arasında bir çayırda uzanmış uyur bir halde buldu. Ellerini ve ayaklarını soktu ve sonunda Telepinu'yu derin uykusundan uyandırdı. Telepinu ayağa kalkar kalkmaz, gözlerine ve ayaklarına bir parça balmumu sürdü. Onu arındırdıktan sonra çayırda uyuyarak ne yaptığını sordu.


Telepinu kızgın bir şekilde yanıt verdi: "Sadece çok Öfkelendim ve yürüyüp uzaklaştım. Beni uykumdan uyandırmaya nasıl cesaret edersin! Bu kadar kızgınken beni nasıl seninle konuşmaya zorlarsın!"


Telepinu daha da öfkelenmişti. Azametle ayağa kalktı. Daha fazla zarara neden olmak için pınarlarda hâlâ fışkıran ne varsa önüne set çekti. Akan nehirleri kıyılarından taşırdı ve her yeri harap eden seller yarattı. Su şimdi evleri basıyor, kentleri yok ediyordu. Bu şekilde Telepinu koyunların, sığırların ve insanların ölümüne neden oldu.


Tanrılar dehşete düştüler ve "Telepinu neden bu kadar kızdı? Ne yapacağız? Ne yapacağız?" diye sordular.

Sonra ulu güneş tanrısı, "Bırakın şifa ve sihir tanrıçası Telepinu'yu kutsal nağmelerle sakinleştirsin! Erkek bir insanoğlu getirin. Telepinu'yu arındırmak için büyüsünü kullansın" dedi.


Şifa ve sihir tanrıçası şarkı söylemeye başladı: "Ey Telepinu! İşte sedir ağacının tatlı ve yatıştırıcı kokusu. Yoksun bırakıldıklarımız geri gelsin! işte seni arındırmak için özsu. İzin ver kalbini ve ruhunu güçlendirsin. İşte burada bir darı başağı duruyor, bırak kalbini ve ruhunu cezbetsin. İşte susam da burada! İzin ver kalbini ve ruhunu yatıştırsın, rahat ettirsin. İşte incirler orada duruyor! İncirler nasıl tatlıysa bırak kalbin ve ruhun da öyle tatlı olsun. Zeytin nasıl içinde yağı ve üzüm de şarabı tutuyorsa, sen de kalbinde ve ruhunda krala karşı iyi duygulara sahip ol ve ona karşı nazik davran!"


Telepinu tanrıçanın yanına müthiş bir Öfkeyle yaklaştı. O gelince, karanlık yeryüzü üzerinde ışıklar parlamaya ve şimşekler gürüldemeye başladı.


Şifa ve sihir tanrıçası şarkı söylemeyi sürdürdü. "Telepinu öfkeliyken kalbi ve ruhu tıpkı çalılar gibi yandı. Öyleyse öfkesi, hiddeti ve taşkınlığı kendilerini yakıp yok etsin! Tıpkı maltın kısır olması ve tohum olarak ve ekmek yapmak için kullanılamaması gibi onun kızgınlığı, öfkesi, hiddeti ve çılgınlığı da kısırlaşsın. Telepinu öfkeliyken kalbi ve ruhu ateş gibi yanıyordu, liu ateş nasıl söndüyse öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlık da sönsün."


Sonunda "Ey Telepinu kızgınlığından, öfkenden, hiddetinden ve çılgınlığından vazgeç! Bir boru içindeki su nasıl yukarı akamazsa, senin Öfken, kızgınlığın, hiddetin ve çılgınlığın da geri dönmesin!"


Tanrılar ağacın altındaki mecliste bir araya gelince erkek İnsan şöyle dedi: "Ey Telepinu, sen ağacı yaz sıcağında bırakınca ürünler hastalandı. Ey Telepinu öfken, kızgınlığın hiddetin ve çılgınlığın bitsin artık. Ey ağaç, baharda beyazlara bürünürsün, ama sonbaharda kıyafetin kan kırmızısı olur. Öküz altından geçtiğinde, tüylerine sürtünür ve yolarsın. Koyun altından geçtiğinde yününü yolarsın. Şimdi de Telepinu'nun öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını yol! Fırtınalar tanrısı geldiğinde eğer korkulacak derecede kızgınsa, rahip ilerlemesini keser. Sütle pişirilen lapa taştığı zaman, kaşık daha fazla karıştırmaz ve durur. Benim sözlerim de Telepinu'nun öfke, kızgınlık, hiddet ve çılgınlığını durdursun!"


"Telepinu'nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddet ve çılgınlığının uzaklaşıp gitmesini sağla!" diye dua etti adam. "Evi, pencereyi, avluyu, kapıyı, kapının ötesini ve kralın yolunu terk etmelerini sağla. Zenginleşen tarlalardan, bahçeden ve meyve bahçesinden ayrılıp çok uzaklara gitmelerini ve orada kalmalarını sağla."

Ve şöyle devam etti: "Onların, Güneş tanrısının her gece öteki diyara gittiği yoldan gitmelerini sağla. Kapıcı yedi sürgüyü, kilidi ve öteki dünyanın kapılarını açtı. Metal kapaklı ve kulplu bronz sandıkları, karanlık yeryüzünün derinliklerinde duruyorlar. İçlerine giren hiçbir şey oradan çıkamaz, çünkü orada yok olurlar. Telepinu'nun öfkesinin, kızgınlığının, hiddet ve çılgınlığının bu sandıkların içine girmesini ve asla geri dönmemesini sağla!"


Adam son olarak, "Telepinu'yu arındırdım, kötülüğü gövdesinden dışarı attım, öfkesini, kızgınlığını, hiddetini ve çılgınlığını uzaklaştırdım" dedi.

Böylece Telepinu evine geri döndü ve ülkesiyle ilgilendi. Sis pencerelerden uzaklaştı, duman evleri terk etti, ocaklarda ateş tekrar yanmaya başladı. Telepinu koyunların ağıllara, sığırların ahırlara girmesini sağladı. Anneler çocuklarıyla, dişi koyunlar kuzularıyla ve inekler buzağılarıyla ilgilendiler ve onlara baktılar. Telepinu kral ve kraliçeyle ilgilendi ve ikisine de uzun bir yaşam ve güç verdi.


Telepinu'nun önüne, üzerinde bir koyun postu asılı olan bir direk dikilmişti. Bu, bereketi simgeliyordu: Verimli tohumlar ve şaraplar, semiz sığırlar, koyunlar ve birbirini izleyen kuşaklar... Bu post, meyvelerle dolu hafif rüzgârları ve yaşayan her şey için bolluğu ifade ediyordu.

Alıntıdır.

Ayasofya Camii

 


TÜRKLERİN YARATILIŞ DESTANI

 



Türklerin, dünyanın yaratılışı hakkındaki duygu ve düşüncelerini, bu konudaki görüş ve inançlarını anlatan bir destandır.  En doğru ve eksiksiz metni, Prof. W. Radloff tarafından tespit edilmiştir.

"Daha yer ve gök yaratılmadan evvel her şey sudan ibaretti. Ne toprak, ne sema, ne güneş, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en büyüğü, her mevcudun başlangıcı ve ademoğlunun ceddi Tanrı Karahan evvela kendisine benzer bir mahluk yarattı ve ismine Kişi dedi. Karahan ve Kişi iki siyah kaz gibi rahatça su üzerinde  uçuyorlardı.  Fakat kişi bu mesut sükunetten memnun değildi. O, Karahan'dan daha yükseye uçmak istiyordu. Bu küstahlığı sebebiyle uçmak için lazım olan kuvveti kaybederek, derin ve sonsuz suya yuvarlandı. Tehlike içinde hemen bağulacak bir halde Tanrı Karahan'dan imdat diledi. Karahan, Kişi'ye derinlikten yükselmesini emretti. Kişi  yükseldi. Bunun üzerine Kişi'nin üstüne oturarak batmaktan kurtulması için denizden bir yıldız yükseltti. Kişi artık uçmaya muvaffak olamadığından, Karahan arzı yaratmak tasavvurunda bulundu. Kişi'ye suyun dibine dalarak dipten toprak çıkarmasını emretti ve çıkan toprağı su yüzüne serpti. Kişi toprağı sudan çıkarınca onun bir kısmını kendisine gizli bir arz yapmak için ağzına sakladı. Fakat yukarı çıkınca ağzındaki toprak o kadar şişti ki, eğer Tanrı Karahan tükürmesini emretmeseydi artık nefes alamayarak boğulacaktı. Karahan'ın yarattığı dünya dümdüz bir sahadan ibaretti; lakin Kişi'nin ağzından çıkan  toprak her  tarafa  fırlayarak bütün  arzı bataklık ve  tepeciklerle örttü. Bunun üzerine çok hiddetlenen Karahan bu itaatsiz Kişi'ye Arlık lakabını verdi ve onu nur ve ziya dairesinden kovdu, ondan sonra arzda yerleşebilecek başka adamlar yarattı. Dokuz  dallı  bir ağacı yerden bitirerek her bir dalın altında bir  adam yarattı  ki,  bunlar dünyadaki dokuz insan cinsinin cetleridir. Arlık arzın bu yeni sakinlerinin o kadar güzel ve iyi olduklarını görünce, onları kendisine vermesini Tanrı Karahan'dan istedi. Karahan razı olmadı, lakin Arlık onları fenalığa sevk ederek zorla kendisine çekmeyi biliyordu. Karahan Arlık'ın bu aldatışlarına kolayca kapılan bu ahmaklara çok kızdığından bundan böyle insanoğlunu kendi haline terk etmeye karar verdi.  Arlık'ı  yeniden  lanetleyerek yeraltı  karanlık  aleminin  üçüncü tabakasına kovdu,  kendisi  için  de  semanın  on yedinci  tabakasını bütün sakinleriyle birlikte yarattı ve böylece semanın en yüksek tabakasını ikametgah olarak seçti. Kendi başlarına kalan  insanlara hami ve öğretici olarak büyük May-tere'yi geri gönderdi. Arlık güzel semayı görünce o  da kendisi  için bir sema yaratmaya karar verdi ve bu maksatla "Karahan''ın  müsaadesini  aldıktan  sonra  kendi  tebasını  -yani aldattığı fena ruhları-  orada iskan etti.  Fakat bu  fena  ruhlar, Karahan'ın yarattığı arzdaki insanlardan çok iyi yaşıyorlardı. Bu hal Karahan'ın canını sıktı. Arlık.'ın semasını yıkmak için kahraman Mandişire'yi gönderdi. Onun kuvvetli mızrak darbeleri altında, gök inlediği zaman  Arlık'ın  seması  parça  parça yarılarak toprağa  düştü, o zamana kadar düz olan arz, düşen yıkıntılar sebebiyle bozularak büyük dağlar, derin boğazlar, balta girmez ormanlar vücuda geldi. Karahan Arlık'ı arzın en derin  tabakasına sürdü; ki  orada ne  güneş, ne ay, ne de yıldız ziyası vardı. Karahan ona, dünyanın sonuna kadar orada oturmasını emretti:'

Görüldüğü gibi gerek bu destanda, gerekse bu destanın muhtelif şekillerinde ara sıra İslamiyet'in ve daha çok Budizm'in tesirlerine rastlanır.  "Mandişire" ve "May-tere'' adlarında Budizm tesirleri açıktır. Bu destana göre  "Tanrı Karahan" on yedinci kat gökte yaşamakta ve oradan krunatı idare etmektedir. Ondan sonra sırasıyla üç büyük ulllhiyet (Allahlık sıfatı, Tanrılık vasfı)  daha  vardır;  ki  bunlardan "Bay Ülgun" (Bay-Ülgen) on altıncı katta Altın Dağöa altın bir taht üzerinde oturur. Yedinci katta  "Gün Ana" yani  güneş,  altıncı katta "Ay Ata" vardır.


Tattığımız Ve Kokladığımız Moleküller

 


Tat ve koku duyuları, insanın dünyasını güzelleştiren algılardır. Bu duyulardan alınan zevk çok eski çağlardan beri merak konusu olmuş ve bunların aslında molekül etkileşimleri oldukları yeni yeni keşfedilmiştir.

Tat ve koku dediğimiz algılar, aslında çeşitli moleküllerden başka bir şey değildir. Örneğin vanilya kokusu, çeşitli meyve ve çiçek kokularının hepsi uçucu moleküllerden ibarettir. Atomlar bir yandan canlı ve cansız maddeyi oluştururken, diğer taraftan da maddeye lezzet katmaktadır. Peki bu nasıl gerçekleşmektedir?

Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimizde koku olarak algılanır. 2-3 cm2'lik bir koku alma zarıyla kaplı burun boşluğumuzda şu ana kadar yedi tip farklı alıcı tespit edilebilmiştir. Bu alıcılardan herbirine temel bir koku denk düşer. Aynı şekilde insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. İşte tüm duyu organlarımızın alıcılarına gelen moleküller beyin tarafından kimyasal sinyaller olarak algılanır.

Günümüzde tat ve kokunun nasıl algılandığı konusu yeteri kadar anlaşılabilmiştir ama bilimadamları neden bazı maddelerin çok, bazı maddelerin az koktuğu, neden bazılarının tatlarının hoş ve bazılarının da kötü olduğu konusunda bir görüş birliğine varamamışlardır.

Bir düşünelim. Kahverengi, sadece kendine has kötü bir kokusu olan topraktan yüzlerce çeşit, hoş kokulu ve lezzetli meyveler ya da binlerce renk, biçim ve kokuda çiçek oluşmaktadır. Hiçbir kokunun, hiçbir lezzetin varolmadığı bir dünyada da yaşıyor olabilirdik. Lezzet ve koku kavramını bilmediğimiz için de, bu algılara sahip olmayı istemek aklımıza bile gelmezdi. Atomlar bir yandan maddeyi oluşturmak için olağanüstü bir şekilde biraraya gelirken, neden tat ve koku oluşturmak üzere de ayrıca biraraya gelirler? Tat ve kokunun var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir. Ama muhteşem bir sanatın ürünü olarak dünyamıza apayrı bir lezzet boyutu katmaktadırlar.

Diğer canlılarla bir karşılaştırma yaparsak, kimi canlılar sadece ot, kimileri de daha farklı maddeler yerler. Şüphesiz ki bunların ne hoş bir kokuları, ne de hoş lezzetleri vardır. Bizler de gayet tabii, onlar gibi tek çeşit gıda ile beslenebilirdik. Ömrünüzün sonuna kadar sadece tek bir çeşit yemek yeseydiniz ve yalnızca su içseydiniz hayatınız nasıl olurdu?

Bu açıdan renk ve koku, diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram sahibi Yaratıcı'nın insana karşılıksız sunduğu nimetlerindendir. Yalnızca bu iki algının varolmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde tatsızlaştırmaya yeterdi. Kendisine verilen tüm nimetlere karşın, İnsana düşen ise kendisini her yönden kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Rabbi'ne gereği gibi teşekkür ederek, O'nun dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır. Böyle bir tutum karşısında Rabbi kendisine, bu dünyada yalnızca numunelerini sunduğu nimetlerin çok daha üstünlerini sınırsız bir biçimde barındıran ebedi bir hayatı vaadetmektedir. Aksine, yani nankör, umursuz, Rabbi'nden gaflet içinde geçirilen bir yaşamın karşılığı ise şüphesiz yine bu tutuma layık adaletli bir karşılık olacaktır:


Rabbiniz şöyle buyurmuştur:'Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim, 17)

Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak