23 Ocak 2022 Pazar

Balayı

 



Avrupa’da geleneğin kökeni araştırıldığında balayının kökenindeki ‘bal’ın ‘cicim ayları’ anlamını değil gerçek balı ifade ettiği görülür. Kuzey Avrupa’da kız kaçırıldığında bir süre kızın ailesinden saklanılması gerektiği ve bu sürede saklandıkları yeri yalnız onlara köyden yiyecek, bal getiren delikanlının arkadaşlarının bildiği folklorcularca anlatılmaktadır.


Yeni evlilerin ilk aylarında şarapla karıştırılmış bal içme geleneği de Kuzey Avrupa’da yaygındı. Hunların hakanı Attila’nın 450 yılında III. Valentianian’ın kızkardeşi Honoria’yı kaçırdığı ve düğününde fıçılarla bu içkiden tüketildiği bilinmektedir. Attila üç yıl sonra yapılan düğünde bu içkiden boğularak esrarlı biçimde ölecektir. 


Balayı 16 ve 17. yüzyıl İngiliz edebiyatında güzel şeylerin geçiciliğinin simgesi olarak kullanılmıştır. Fransızcaya ise (lune de miel) İngilizceden çevrilerek 19. yüzyılda alınmıştır.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Dicle Nehri / Cizre

 



Tabiat Kültleri

 


Mitolojik kaynaklardan da anlaşılacağı gibi, dünyanın (kozmo­sun) oluşum süreci belli bir düzen içinde gerçekleşmiştir. İlk kaos­ tan yerin yaratılması, onun gökten ayrılması olayı diğer nesnelerin (güneş, Ay, yıldızlar, dağ, deniz vs.) ortaya çıkmasına neden olmuş­ tur. Yaratılış modelleri formülleri içerisinde üçlü dünya örneği (gök, yeryüzü ve yeraltı dünyası) dikkati çekmektedir. Kozmogoninin teşekkülünden sonra insan psikolojisi ve tasavvurları dünyanın hangi nesneden yaratılması yönünde gelişerek astral kültlerin biçimlenmesine temel hazırlamıştır. Bilindiği gibi her bir ayinin, törenin menşeine ilişkin mitler vardır ve bu mitler ifade edilen eylemlerin ana unsuru olarak değer kazanır. C. Levi-Strauss, mitin aynı derecede geçmişi, bugünü ve geleceği anlattığını belirtir (Levi-Strauss). Astral mitler astral kültlerle ilgili ayin ve merasimlerin menşeini, arkaik kökenlerin gelişim ve ölümünü belirleyen mitlerdir. Bu mitler yıldızlar,  gezegenler, gök cisimleri hakkında bilgiler vererek, onların kültleşmesinin nedenlerini açıklar.

Eski Türk algılamasında kutsal değer kazanmış olan dağ, 6. yüz­ yıla ait Çin kaynaklarında "yer tanrısı " (ruhu) diye adlandırılmıştır.

M. Seyidov'a göre, "Kutsal başlangıç sayılan dağ, toprak ve özellikle onlarla ilgili güneş bütün varlığın, hayatın, tanrıların, insanların, nimetierin  yaratıcısı, anası-atası olarak kabul edilmiştir.  Toprak her şeyin başlangıcı sayılmıştır." M. Seyidov'un bu tezine göre Türk Mitolojisi'nde dağla ilgili algılamaları bir araya getirdiğimizde dağı, dünya modelinin ata-ana yapısında ana tarafa ait unsur olarak görmekteyiz. Bu durumda gök ve onunla ilgili kozmogonik unsurlar ata kompleksine, yer ve onunla ilgili kozmogonik unsurlar, ayrıca dağ ana kompleksine aittir. Türk Mitolojisi'nde dağın ana rolünü üstlenmesine, birçok kahramanların sakral ebeveyni olmasına dair olgular söz konusudur. Bu ise dağın ulu ecdat olarak kültleşmesini ve çevresinde inançlar örgüsünün oluşumunu sağlamıştır. Bu inançlar düzeninin tezahürü olarak Türkistan Türklerinin bulundukları her bölgede dağ kültünün izleri bulunmaktadır. Buradaki dağların ekseriyeti  "kutsal, ulu ecdat,  ulu kağan''  anlamlarını veren  Han Tengri, Buzdağ Ata, Bayın Ula vd. adlarla da tanınmıştır (İnan). Ayrıca mitoloji metinlerden bilindiği üzere dağ iyesi uzun boylu, büyük göğüsleri olan kadındır. Bu durumda o görünüş itibariyle Al (Hal) anası karakterine benzemektedir (Potapov). Altay kabileleri arasında dağ ruhunun erkek ve kadın, genç ve yaşlı olarak algılanan insan şeklinde tasavvur edilmesi antropomorflaşmanın sonucudur. Dağ iyesinin erkek olarak tasadanması kadın başlangıçlı mitolojik tiplerin yerini  erkek hamilere bırakmasından başka bir şey değildir. Altay Türklerinin etnografik inancında av hayvanlarının anası ve iye'si olarak bilinen Manahan (Maniyhan) orman hamisinin halen de kadın olarak tasavvur edilmesinin bir kalıntısıdır. Altay avcıları onun şerefine yaptıkları merasimde avlarının iyi olması dileğinde bulunurlar. N. Direnkova'nın derlediği avcı ve avcılıkla ilgili efsanelerden bilindiği gibi dağın koruyucu ruhu olan kadın, çıplak ve iri göğüslüdür. Bu  dağ ruhu masallardaki iri göğüsleriyle ocağın külünü süpüren dev karısı veya dev kadın tipine çevrilmiştir (Direnkova).

Ağaç karakteri Türk Mitoloji düşüncesinde Bay Terek, Temir Ka­ vak, Hayat (Dünya) Ağacı vs. adlarıyla kodlaştırılmış ve külte dönüşmüştür. Kozmik dünya modelinden belli olduğu gibi ağaç insanla Tanrı, yerle gök arasında ilişki kuran bitkidir. A. Sagalayeve göre dağ  ve gölle birlikte, ağaç da Türk dini ve mitolojisinin en eski karakter lerindendir. Hunlar ağaca kurban olarak at keser, kellesini ve derisini de ağacın dallarına asarlardı (Sagalaev). Eski Hunların kayın ağacına tapmaları M. Seyidov'un da bu hususta bazı kanaatlere varmasına neden olmuştur. M. Seyidov'a göre eskiden Azerbaycan'da meskun Hunların bu inancı topanimik adların da oluşmasında etkili olmuş­ tur. M. Seyidov şöyle yazmaktadır: "Bizce, Kalakayın adı buna örnek olabilir. Kalakayın kale ve kayın sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Kalakayın, yani kayın ongonun kalesi, koruduğu yer, yaşam birimi anlamına gelmektedir."

Eski Türk etnik mitlerinde denildiği gibi kainatta baş Tanrı Kuday, kişi ve su vardı. Baş tanrı Kuday toprak ve sonra çam ağacını yarattı. Tanrı'nın yarattığı dünya ağacının dokuz dalı vardır. Tanrı her dalın kökünden bir adam yarattı ve bunlar da her birisi bir soyun, boyun, kabilenin atası oldular. Diğer bir efsanedeyse şöyle denmektedir: Karakurum Dağları'ndan çıkan Tuğla ve Selenga nehirlerinin birleştiği Kumlangu adlı bir yerde iki ağaç yetişmiş. Bunlardan biri fıstık, diğeri kayın ağacı imiş. Ağaçlar dağ boyda olmuş, musikiye  benzer sesler çıkarmışlar. Onların üzerine her gece ışık inermiş. Bir gün ağaçtan kapı açılmış. İçeride çadıra benzer beş ev görünmüş. Onların her birinin içinde bir çocuk varmış (Uraz).

Bu mitlerin şiirsel yapısında ağaçların antropomorfıkleşmesi, aynı zamanda insanların, halkların onlardan türemeleri açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Ağaç mitinin iki işlevini görmekteyiz:

1. Ağaç-dünya modeli rolünde.

2. Ağaç-ecdat rolünde.

Her iki fonksiyon birbiriyle ilişkilidir. Ağacın dünya modeli fonksiyonunu icra etmesi onun ilk mitolojik kozmogonide, yani dünyayı yaratmada yer aldığı anlamına gelmektedir. Bu da onun ecdat fonksiyonunu belirlemektedir. O, bir kozmogoni (yaratılış) unsuru olarak aslında tek fonksiyon icra eder. Çünkü yaratılış sürecinin modelini kurmak (dünya modeli rolünü ifa etmek) kozmogonik ebeveyn  olmak anlamına gelmektedir. Türk etnik ve kültürel geleneğinde sakral yönleriyle değer kazanmış ağaç, kozmogoni eyleminde dokuz dallı ağaç olarak yer almıştır. Bu ağacın dallarından yaratılmış insanlar Tanrı'nın simgeleri olarak görülmektedir. Buna göre de dünya modelinin etnik ve kültürel sistem açısından nispeten ortak ve istikrarlı manzara sergilediği dönem kozmolojik, mitik veya şiirsel çağ diye adlandırılır (Mifı Narodov Mira).

Azerbaycan Türklerinin inançlarında suyun kültleşmesi olgusu, suyun baba, ecdat olması, evlat bahşetmesi, yemin yerine dönüşmesi vs.  şekillerde karşımıza çıkmaktadır.  Su  kültü birçok Türk menşeli halkların folklorunda kutsal değer kazanmıştır. Su gerek bereket ve güç kaynağı, gerekse koruyucu veya cezalandırıcı Tanrı şeklinde Türk mitolojik inançlarında yer almıştır. Kozmosun yaratılışında ilk başlangıç olarak su insan neslinin artımından sonra göl, çay, deniz, pınar vs. şekillerde inançlar sistemine girmiş ve Türk halklarının yaşadıkları alanlarda yaşamsal önem arz eden unsurlardan biri haline gelmiştir. Türk halklarının tasavvurunda su tanrısı karakterinin şekillenmesiyle suya tapmanın izlerini daha geniş alana taşımıştır.

A. İnan eski Çin kaynaklarına dayanarak Türk halklarının eskiden

göğe-Tanrı'ya, yere-suya, güneşe ve aya kurban kestiklerini yazmaktadır. A. Bukşpan'a göre küçük Türk kabilelerinde  "Ijjep-sobujjep­ sob" adlı tanrı vardır. Görüldüğü gibi Tanrı düzeyine yükseltilmiş suyun kozmogonik ilk olduğu burada açık şekilde bilinmektedir. Oğuz Kağan Destanı'ndan da açıkça görülür ki, altı elementin sentezinden meydana  gelmiş  dünyanın  bir  başlangıcı  sudur.  Oğuz  Kağan'daki Deniz Han suyun sembolüdür. Demek ki "Su Türk kozmogonisinin temel öğesidir ve bu kozmogonideki Tanrı 'Hak' teoniminin ifade ettiği Allah'la aynı semantik düzeyde kabul görmektedir." (Ceferli.) Köroğlu Destanı'nda Koşabulak'ın dirilik bahşetmesi de su kültünün önemini, yerini, dönüşüm zemininde hangi özellikleri taşıdığını göstermektedir. Destanda Koşabulak kutsal Memin simgesi olarak majik özelliklere sahiptir. Koşabulak'ın köpüğünün hastayı iyileştirmek, insana hayat vermek kudretine inanmışlar. Bu matifte birkaç mit sernantemini müşahede etmek mümkündür:

a) Kozmogonik ağaç semantemi (çeşme ağacın altında);

b) Kozmogonik astral  semantemler  (yıldızlar);


c) Kozmogonik zaman semantemi  (yedi yılda bir).


Bu sentez metindeki mitik öğelerin düzenli katkısını sağlar. Yıldızların birbirine  çarpmasıyla  nur  dökülmesi  olayı  gerçekleşir.  Bu da semavi ruhlarla ağaç ve su ruhlarını bir araya getirir. Sonuçta Koşabulak'ın köpüklenmesi olayı gerçekleşir. Aslı-Kerem destanında da su kültünün  sakral mahiyeti,  ilk başlangıç olduğu tasvir edilmiştir. Kerem'in suyla haberleşmesi suyun kült olarak tasavvurlardaki karakterini daha da belirginleştirerek semantik katlarını sergiler. Destanda Kerem çaya hitaben şöyle der:

"Ab-ı hayat gibi daim akarsın, Hakkın cemaline bazen bakarsın, Dolana-dolana evler yıkarsın, Benim Aslım buralardan geçti mi?" (Azerbaycan Mehebbet Dastanları)

Bu parçanın tahlili sonucunda su kültünün aşağıdaki öğeleri ortaya çıkmaktadır:

1. Su hayat verici öğedir ("ab-ı hayat")

2. Su canlıdır (onun "daim akması")

3. İlahi-sakral mekanda yerleşmiştir ("Hakkın-Allah'ın cemaline bakması");

4. Kült-tapmak nesnesi (hem de öznesi olarak) duygusal özelliklere sahip olması: Öfkelenmesi ("Dolana-dolana evler yıkması");

5. Kült nesnesi olarak ritüel kontekstinde mevcut olması (Kerem'in onunla "haberleşmesi": Aslı'yı sorması).

Diğer taraftan araştırmacılar bu bağlamda tasvir edilmiş suyu, iki kozmogonik başlangıcı simgeleyen unsur (kült) olarak değerlendirmekteler. M. Caferli'ye göre "Kerem çaya müracaatında onu bir taraftan Hak seviyeli bir nesne seviyesine yükseltir. Burada su doğrudan kozmosla, müspet kutsal başlangıçla ilgilidir. Diğer taraftan Kerem suyu hetonik başlangıçla ilişkide görür, onu şer güç olarak görmektedir:' M. Caferli suyun eski kozmogonik metinlerdeki konumunu tespit etmiş ve çayı (suyu) kozmos ve kaos arasında aracı olarak göstermiştir. Bilindiği üzere eski Türklerin inanç sisteminde Bozkurt öncül simge olarak değer kazanmıştır. Bozkurt epik ve mitolojik düşüncede Türklerin atası (ecdat kültünün taşıyıcısı) olarak kodlaştırılmıştır. Hunların ve Göktürklerin sakral ecdadı sayılan "bozkurt" Oğuz Türklerinin de koruyucusu ve hamisi olmuştur. Destanın ikinci boyunda bozkurdun Kazan'a rastlaması olayı bu karakterin koruyucu ecdat semantiğinin olduğunu ortaya koymaktadır. Kazan Han'ın bozkurttan yurdunu haber alması, ona bir ecdat olarak hitap etmesi tezimizi doğrular niteliktedir:

"Ordumun haberin bilürmisin, degil mana! Karabaşım kurban olsun, kurdum sana!" (Kitabi Dede Gorgud)

Bozkurda yönelik bu müracaat Kazan Han'ın kendi ecdadı na tüm varlığıyla taptığını, bozkurdu belalardan kurtaran güç olarak gördüğünü tasdik etmektedir. Bu tür bir yaklaşım Kitabı Dede Korkut'taki kurt karakterinin değişik fonksiyonlarını açığa çıkarma olanağı tanır. Bu da destanın zaman ve işlevsel misyonuyla ilgili somut kanaatlere varmaya yardımcı olacaktır. Söz konusu boyda Salur Kazan'ın kurda müracaatında "Karanku akşam olanda güni doğan" (Kitabi Dede Gorgud) formülü (ifadesi) kurdun mitolojik karakter         olarak işlevsel hareket şeması ve bu hareketin zaman yapısıyla ilgili değerli bilgi olarak dikkat çekmektedir. Bu zaman kesiti Bozkurdun hareket aktifliğinin zaman işareti olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda    destanın şu boyunda bozkurdun gök ışıkla ilişkisini açığa çıkaran detaydan da bahsedilir. Işık içinde gökyüzünden inen kurt, parlak şekilde sadece akşam zamanı, karanlık düştüğü zaman gözle görüle­ bilmektedir. Destanda kurdun işlevsel yapısının Salur Kazan tarafından dile getirilmesi onun kurda müracaatında özel tahkiye formülüyle devam eder: "Kar ile yağmur yakanda er kimi duran.. :·  (Kitabi Dede Gorgud.)

Kazan'ın kurda ikinci müracaatı bozkurt-Oğuz ilişkilerinin mitolojik semantiğini ortaya koyar. Oğuz-kurt ilişkilerinin arkaik semantiğinin araştırılması Oğuz'un karakterinde kurt karakterine özgün mitolojik çizgileri çizmektedir. Dede Korkut Kitabı'ndaki kurdun Salur Kazan tarafından "er" adıyla anılması Oğuz'un işlevinin kurdun işlevinden farklı olmadığını ortaya koyar. Her iki karakter "er" öğesinde birleşir. Bu durumda "er" öğesi Oğuz ve bozkurt karakterlerinin türeyiş başlangıcı olarak kendini gösterir. Söz konusu durum diğer mitolojik katları da aydınlatır. Bilindiği üzere Oğuz Kağan Destanı'nda kurdu sadece Oğuz görür. Bu detay da dolaylı yolla Dede Korkut'a yansımıştır. Destandaki erenler içerisinde sadece Kazan'ın kurtla karşılaşması Oğuz-kurt temasından gelerek söz konusu ilişkinin semantiğini ortaya koymuştur: Oğuz-bozkurt mitolojik ilişkileri Kazan-kurt epik ilişkilerinde paradigmalaşmıştır. Bu durumda Kazan-kurt epik ilişkileri bize Oğuz-bozkurt mitolojik ilişkilerinin "detaylarını" açığa  çıkarmak için güvenilir malzeme sunmuşlardır. Kazan'ın kurda üçüncü müracaatı da mitolojik tefekkürdeki öğeleri öne çıkarmaktadır: "Karaguç atları gördüginde kişneştiren..." (Kitabi Dede Gorgud.) Bu müracaat Türk halklarının inançlarındaki dizileri hatırlatır. Eski Türkler kahramanların atlarının güneşten geldiğine inanıyorlardı (Seyidov). Ayrıca Dede Korkut  Destanı'nda  kurdun atla karşı karşıya konulması gökyüzünden inmiş varlıkların (atın ve kurdun) mitik ve kozmik bağlantılarını yansıtmaktadır.

Bilindiği üzere bozkurdun kıyamet günü Türkleri kurtaracağıyla ilgili eski bir inanç vardır ve  bu inanç  Türk  kahramanlarının  destan karakterlerinde varyasyona uğrar.  Bu anlamda  Dede Korkut'taki kurdun kurtarıcı misyonu onun diğer işlevleri kadar belirgindir. Mitolojik benzerliklere göz atalım. Yakut Şamanları Tanrı oğlu olan kurda saygıyla " Tankara yola" (Tanrı oğlu), bazı varyantlarda  "ayin yola''  (bu da Tanrı oğlu"  demektir). bazen de  "tankara ıta''  (Tanrı iti) şeklinde hitap ederlerdi. Buryatlar ak kurdu gök (sema) lideri adlandırırlar. Buryatlara göre, ak kurtlar sadece Tanrı'nın emriyle hareket ederler. Onlar başlarını göğe kaldırıp uluduklarında Tanrı'dan kendilerine yemek isterler. Tanrı da onlara yemeğin yerini, rengini ve miktarını bildirir. Buryatlar koyuna kurt saldırdığında bunu hayırlı bir alamet olarak yorumluyorlardı (Galdanova).

Azerbaycan'da da kurdun parçaladığı hayvanın mundar hesap edilmemesi yukarıdaki mitolojik çizgileri doğrulayan olaydır. Bu, dolayısıyla kurdun kurtarıcı karakterinin halk hafızasında kazandığı değerle ilgilidir. Saka Türkleri döneminde Oğuz-kurt kurtarıcı karakterinin Türk devletini kurma geleneğindeki rolü ispat edilmiştir. Şüphesiz bu, Oğuz'u devletin askeri ve idari yapısının kurucusu olarak görmek çabasından meydana çıkmıştır. F. Bayat bu konuda şöyle yazmaktadır: "Türk boylarındaki bozkurt esasen ecdattır (örneğin Çiğil, Yağma, Karluk boylarında). Göktürklerde ecdatlık kurtarıcılık fonksiyonuyla birleşerek: ecdat-kurtarıcı rolünde resmileştirmiştir."

Z. Togan ise şöyle yazmıştır: "Oğuzlarda. Kıpçaklarda kurt kurtarıcıdır." B. Ögel Avrupalı araştırmacı Ramsted'e istinaden şöyle yazmaktadır: "Moğollar kurda Çina veya Çinu derlerdi. Cengiz Han'ın ataları erkek kurtla dişi ceylandır. Moğol Oğullarının Gizli Tarihi'nde bu ata kurda Börte-Çinu adı verilmiştir. Börte veya Berte Moğolca bir renk adıdır. Kök bakımından bizim gri renkle de bir ilişkisi vardır."

Jean-Paul Roux'a göre Türklerden kalma ve daha önce kurt efsanesine dayanmayan kitabelerde, Bumin ve İstemi'nin üzerinde hükmettikleri insanoğullarının gökle dünya arasında meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Gökten gelen hükümdarın göğe benzediğini, gökten geldiğini (Tengri Teg, Tengri'de bölmüş) doğrulamaktadır. Bu anlamda, bozkurt "Dede Korkut''ta mübarek sayılır ve Kazan Han'ın ona müracaat etmesi, ondan yardım istemesi bozkurdun kendisine yol göstermesini istemesidir. Kazan'ın destanda "Azvay kurt eniyi er­ keginde bir köküm var" demesi onun soyunun (Salurların) kurtla ilgili olduğunu açığa çıkarmaktadır. M. Seyidov'un yazdığı gibi kurt bir zamanlar geniş yayılmış bir ongondu. Bu yaygın ongonu soyun kökeni olarak görmüşlerdir. Belki de kurt toteminin Kazan'la ilgili efsanesi de vardır. Dede Korkut'ta kurdun sadece Kazan'la ilgili hatırlanması da bu hususla ilgilidir. Hazırda Azerbaycan'ın bazı bölgelerinde kurda küfredilmez, Kurdu görünce salavat çevir gibi deyimlerin olması kurdun ecdat işlevini ihtiva etmektedir. Destanda Kazan'ın kendi soyunu erkek kurtla ilişkilendirmesi kurdun başlıca kültlerden biri olduğunu doğrulamaktadır.

At kültü ritüel ve mitolojik bakımdan Fazlullah Reşideddin'in Oğuzname'sinde tasvir edilen Oğuzların etnik oluşum ritüelinde de açık şekilde görülmektedir. Burada devletin ve iktidarın 24 Oğuz aşireti arasında bölünerek yapılanması at kültüyle gerçekleşir. Bu amaçla iki at kesilir ve her aşiret kurban etlerinden kendine düşen payı alır: "Bu, Oğuz kozmosunun zoo modelidir. Şöyle ki, torunların (Oğuzun 6 oğlundan olan 24 torun) her biri ritüel amacıyla kesilen atların bedeninden "onlara ait" kısımları götürür. Her bir torunun (aşiretin) Oğuz etnik-siyasi yapısında durduğu basamak, yatay (sağ-sol) ve dikey (yukarı-aşağı) mekanda durduğu konum atın bedeninden alacağı payın yerini belirler. Yani ayrılan payın atın (atların) bedeninin hangi kısmından olması her bir torun-aşiretin Oğuz kozmoetnik, sosyal-hiyerarşik kurumunda işgal ettiği yere uygundu. Bu pay onların her birinin at karakterinde tasavvur ettikleri kozmik dünya modelinde işgal ettikleri yeri simgeler. Görüldüğü gibi düğünde at kesilmesi, onun dağıtılması Oğuz içindeki çatışmaların ritüel aracılığıyla çözüm modelidir. Törende kesilen atlar sıradan atlar olmayıp, Oğuz kozmosunu modellendiren kurbanlardır:' (Rzasoy.)

Bütün bunlar at kültünün esas semantik özelliklerini belirleme fırsatı sunar:

1. At dünyanın zoomodeli olarak ilk kozmogoninin esas nesnelerinden birini oluşturur.

2. At kozmogonik (yaratılış) karakter olarak aynı zamanda ecdat kültü fonksiyonunu yerine getirmiş olur.

3. Atın kozmogonik dünya modeli ve ecdat olarak özellikleri onu sakral kurban olarak kültleştirmiştir.

B. Ögel'in "Mitoloji bir milletin fikir ve düşünce tarihidir " ifadelerine önem vererek Türk Mitolojisi ve eğitim değerlerini algılamak konusunda ciddi ipuçları ortaya çıkar. Eğitimin kültürü geliştirme açısından mitolojinin rolü, mitlerin toplum tarafından bir olağanüstülük kazanması nedeniyle özellik arz etmiştir. "Doğu toplumlarında çocuğun eğitiminde eskiden kullanılan yolun hikayeler, kıssalar, menkıbeler anlatılarak, bu anlatımlardaki değerlerin kavranmasını bağlamak yönünde olduğu beliren bir gerçektir. Doğu hikayelerinin geleneğin taşınması işlevi yanında karşıt düşünceleri barındırması, model işlevi, ayna işlevi gibi önemleri vardır:' (Şimşek.) Söz konusu işlevlerden bugün de yararlanmak mümkündür. İnsanlığın ilkel    düşünüşünün bir ürünü olarak ortaya çıktığı kabul edilen mitler ilköğretimin ilk sınıflarındaki öğrencilerin düşünme biçimine uygun zengin bir yapıya sahiptir. "Mitlerin ve efsanelerin birçoğu, gerçekleri hayali buluşlarla açıklama eğiliminde olan çocuğun doğa ve tarih olayları üzerindeki meraklarını giderebilecek niteliktedir. Mitler ve efsaneler, dikkatli, amaca uygun bir seçim yapıldığı takdirde çocuğun hayal gücünü zenginleştiren, halkın duygu ve inançlarını tanıtan eğitim-öğretim aracı olabilirler:' (Kıbrıs.) Özellikle efsanelerin gerçekte olmuş gibi ağızlarda yaşayan, ağızdan ağza yayılan bir anlatım türü olması, birtakım sanatsal anlatım kaygıları taşımaması, bu dönem çocuğunun sahip olduğu algı ve dikkat özelliklerine uygun düşmektedir. Türk halk edebiyatının masaldan sonra en yaygın türü olan efsane inançları yansıtması açısından mitlere en çok yakın alanıdır. Ancak mitlerin araştırılmasında olduğu gibi efsanelerde tür özelliği, efsane tarih ilişkisi, estetik yapı vs. halen de yeterli araştır­ ma konusu olmamıştır. Bu bağlamda mitle efsane sınırı da yeterince belirlenmemiştir.



Bahattin Uslu'nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

22 Ocak 2022 Cumartesi

Evlilik Yüzüğü

 




860 yılında Papa I. Nikolas nişan yüzüğünün evlenme arzusunu bildirmek üzere takılmasının zorunlu olduğu kararını aldı. Evliliğin kutsallığı ve boşanma yasağının savunucusu olan Papa, evliliğin fedakârlık gerektirdiği savıyla altından başka yüzüğün de kabul edilmeyeceğini kararlaştırarak geleneğin kurucusu oldu.


Yahudiler evlilik yüzüğünü işaret parmaklarına, Hintliler başparmaklarına takıyorlardı. Yunanlılar IO 3. yüzyılda ‘aşk damarı’nın üçüncü parmaktan geçip doğrudan kalbe ulaştığını keşfettiler. Başparmağın sayılmadığı bu hesabı Romalılar da benimsediler, hatta doktorlar ilaçlarını bu ‘sağaltıcı parmakla karıştırıyorlardı. Hıristiyanlar da bu âdeti sürdürerek yüzüğü “Baba adına” işaret parmağının ucuna geçirip, “Oğul adına” orta parmağa aktardıktan sonra “Ruhülkudüs adına” yüzük parmağına geçirip “Amin” diyerek dinselleştirdiler.


Altın yüzük takma ayrıcalığı Romalılar zamanında yalnızca senatörlere, yüksek kamu görevlilerine ve daha sonra şövalyelere tanınıyordu. İmparatorlar bu ayrıcalığı nişan-madalya anlamında belirli kişilere tanıyorlardı. Iustinianus bu hakkı bütün Roma yurttaşlarına verdi. Katolik Kilisesi hiyerarşisinde yüzüklerin takılacağı parmaklar ve taşları, papadan rahibelere kadar belirlendi. Farklı âdetler gelişmiş olmasına karşın altın yüzük bütün Avrupa’da evlilik bağının simgesi haline geldi.

Yüzük ve terzi yüksüğü Uygurca döneminden beri Türkçede vardır ve Batı’da olduğu gibi sihirli yüzük masallara girmiştir. Nişan yüzüğü çok önemsenirken evlilik yüzüğüne alyans (Fransızca alliance birleşme, ittifak) denilmesi kökeni konusunda yeterince fikir vermektedir. İslam fıkhına göre altın, gümüş kullanmak erkeklere yasak olmakla birlikte, israf ve lüks anlamı taşımadığı ve ‘örfen zaruret’ olduğu için nişan ve nikâh yüzükleri helal sayılmaktadır.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


21 Ocak 2022 Cuma

En yüksek ses hangisidir?

  

 

 

Sesin seviyesini ölçmede kullanılan birim Desibel'dir ve kısaca dB olarak yazılır. İnsan kulağı inanılmaz şekilde hassas olduğundan bu dB ölçüsü de biraz tuhaftır. Kulağımız en hafif bir yaprak hışırtısından, jet motorunun yüksek sesine kadar her şeyi işitebilir. Halbuki jet motorunun sesi insanın işitebileceği yumuşak bir fısıldamadan bir trilyon kat daha fazladır. İnsan kulağı aralarında bir dB fark olan sesleri bile ayırt edebilir.

Desibel seviyesi matematik dilinde "eksponenşıl" denilen şekilde (aynen deprem ölçüsü "rihter"de de olduğu gibi) katlanarak artar. İnsan kulağının işitebileceği en düşük ses seviyesi yani sessizlik 0 (sıfır) dB'dir. Bu seviyenin 10 kat fazlası 10 dB, 100 kat fazlası 20 dB, 1000 kat fazlası 30 dB'dir ve böyle artarak gider. Şimdi bazı seslerin seviyelerine bakalım.

 

 

 

 

Sesin şiddet faktörü

 

Ses seviyesi (dB)

 

Sesin kaynağı

 

 

1.000.000.000.000.000.000

 

180

 

Roket sesi

 

1.000.000.000.000.000

 

150

 

Jet uçağının kalkışı

 

1.000.000.000.000

 

120

 

Gök gürültüsü

 

100.000.000.000

 

110

 

 

Klakson sesi (1 metreden)

 

10.000.000.000

 

110

 

Metro istasyonu

 

1.000.000.000

 

110

 

Mutfak blenderi

 

100.000.000

 

80

 

Saç kurutucusu

 

10.000.000

 

70

 

Otobandaki trafik

 

1.000.000

 

60

 

Normal konuşma

 

10.000

 

40

 

Oturma odası

 

1.000

 

30

 

Kütüphane, hafif fısıltı

 

10

 

10

 

 

Yaprak hışırtısı

 

1

 

0

 

İşitmenin alt sınırı

 

 

 Yukarıdaki bütün ses seviyeleri kaynağın yakınından alınmıştır. Kaynaktan uzaklaştıkça bu seviyeler mesafeye bağlı olarak düşer. 85 dB''in üzerindeki sesler işitme duyusunun kaybına yol açabilir. Tabii bu süreye de bağlıdır. 10 saat 95 dB seviyesindeki sese maruz kalmak zarar verebilirken, çok kısa sürede 120 dB''lik bir ses seviyesi kulağa zarar vermez.

Sesin iki temel özelliği vardır. Biri yukarıda belirttiğimiz şiddeti veya seviyesi, diğeri de frekansı. Ses hava dalgaları ile yayıldığından bir saniyedeki dalga sayısı frekansını verir. Ve bu da "Herz" birimi ile ifade edilir. Sesin şiddeti ile frekansı arasında bir bağlantı yoktur. İnsan kulağı 20 ile 20.000 Herz arasındaki sesleri algılayabilir. 20.000''in üstü ultrasonik sesler olup bu sesleri insan kulağı algılayamaz.

Sesin bir kulağımıza gelmesi ile öbürüne gelmesi arasında saniyenin milyonda biri kadar bir süre olmasına rağmen sinir sistemimiz bunu beynimize ulaştırır ve sesin hangi yönden geldiğini algılarız. 85 dB''in üstü insan kulağı için zararlı iken bebeklerin ağlaması 100 dB''in de üstündedir. Anneler, babalar bebeklerinizi ağlatmayın, sonra zararı size dokunabilir.

Alıntıdır.

OKYANUS AKINTILARI VE YERKÜRENİN SICAKLIĞINA ETKİLERİ

  

 

Okyanus akıntıları, genel atmosfer sirkülasyonu ile birlikte düşünülmesi gereken bir kavramdır. Gerçekten okyanus akıntıları ile genel atmosfer sirkülasyonu arasında kuvvetli bir ilişki ve etkileşim bulunmaktadır.

 

Bu akıntılar soğuk kutupsal okyanus suları ile sıcak ekvatoral okyanus sularının doğuş bölgelerinden farklı bölgelere ulaşması ile gittikleri yerlere, kıyılara farklı iklim özellikleri götürmektedirler.

 

Bununla birlikte Walker Dolaşımı, El Nino, La Nina gibi hadiselerle dünya iklimlerini etkilemektedir. Bu etkiler periyodik bir salınıma sahip olarak, ülkemizin de içinde yer aldığı Akdeniz çanağını da etkilemektedir.

 

 

Okyanus Akıntıları

 

 

Okyanus akıntıları, hem denizler hem karalar üzerinde havanın ısınmasını sağlayan önemli bir sıcaklık etmenidir. Akıntılar genel olarak sıcak olan ekvatoral bölge ve kutuplar arasındaki enerji açığını kapatmak üzere atmosfer dolaşımı ile birlikte çalışan bir sistemdir.

 

Okyanus akıntılarının oluşmasının en önemli sebebi atmosfer dolaşımı ile oluşan rüzgarlardır. Okyanuslar üzerinde sürekli olarak esen rüzgarlar ekvatoral bölgedeki sıcak suların kutuplara doğru, kutup bölgelerindeki soğuk suların ise ekvatoral bölgeye doğru sürüklenmesine yol açar.

 

Okyanusların iki türlü hareketi vardır,

 

          Rüzgarlarla yüzey arasındaki etkileşimden kaynaklanan ve sadece üst birkaç yüz metreyi etkileyen harekettir. Bu yüzey tabakalarının rüzgar tarafından sürüklenmesi,

 

          Sıcaklık ve tuzluluk farklarının yoğunluğu etkilemesinden kaynaklanan ve okyanusun derinliklerini etkileyen harekettir. Yoğunluk farkından dolayı su hareket eder ve 4-5 km derinliğe kadar etkili olan bir harekettir.

 

Her iki durumda da bu hareketlerin uzun zaman ortalamaları bu kuvvetlerle Koriyolis kuvveti arasındaki denge ile belirlenir.

 

İklim koşullarının etkisi altında beliren hava kütleleri gibi okyanuslarda da belirli özellikleri bulunan su kütleleri belirmiştir. Bunlardan tropik-subtropik su kütleleri oldukça sıcak, fazla buharlaşma yüzünden tuzludur, renkleri mavimsidir, içlerinde az mikroorganizmalar, planktonlar vardır. Polar su kütleleri soğuk ve az tuzludur. Renkleri yeşilimsidir. İçlerinde bol plankton bulunur. Bu kütlelerin arasında ise onların karışmasından doğmuş orta enlem su kütleleri bulunur.

 

Okyanus akıntılarında, genellikle kutup bölgelerinden gelen akıntılar soğuk iken ekvator bölgesinden gelenler sıcaktır. Okyanus akıntılarının etkisiyle Avrupa’nın batı yarısı ile Amerika kıtasının kuzeyi aynı enlemlerde olmasına rağmen daha sıcaktır. Aynı enlemlerde okyanus kıyısında bulunan yerlerde sıcaklık farkları varsa bu sıcaklık farkının en önemli sebebi okyanus akıntıları olabilir.

 

 

 

 

Sıcak su akıntıları, etkili oldukları bölgelerle bazı özel isimler alır. Örneğin; Kuzey Atlantik’te Körfez (Gulf Stream), Kuzey Pasifik’te Kuroşivo, Güney Atlantik’te Brezilya, Güney Pasifik’te Doğu Avustralya, Hint Okyanusu’nda Agulhas ve Mozambik. Bu akıntılar, genellikle günde 40-120 km hızla yol alırlar. Batı sınır akıntıları, genellikle okyanus yüzeyinden 1,000 m derinliğe kadar inen, en derin yüzey akıntılarıdır. Doğu sınır akıntıları, yüksek enlemlerden ekvatora doğru akan soğuk akıntılardır. Özellikle Kuzey Yarımkürede,

 

 

Kuzey Pasifik, Körfez ve Kuzey Atlantik akıntıları, orta enlem karalarının batı kıyılarında (Britanya Adalarındaki ve batı Avrupa’nın büyük bölümünde) ılıman ve nemli bir etki yaratır. Bu nedenlerle, Ocak ayı ortalama sıcaklık değerleri karşılaştırıldığında, aynı enlemlerde bulunan Londra, New York’tan daha yüksek sıcakların ölçülmesine neden olur.

 

Soğuk su akıntıları da, bulundukları bölgelere göre özel isimler alır. Bunlardan bazıları, Kuzey Atlantik’te Kanarya, Kuzey Pasifik’te Kaliforniya, Güney Atlantik’te Benguela, Güney Pasifik’te Peru/Humbolt, Hint Okyanusu’nda Batı Avustralya. Bu akıntılar genellikle 3-7 km/gün hızla deniz yüzeyinde hareket eden (sığ) akıntılardır. Soğuk su akıntılarının en belirgin etkisi yıl boyunca sıcak olan tropiklerde ya da yaz aylarında orta enlemlerde gözlemlenir. Örneğin, soğuk Kaliforniya akıntısının etkisi altındaki Güney Kaliforniya’nın subtropikal kıyısındaki yaz sıcaklıkları, ABD’nin aynı enlemlerdeki doğu kıyılarında kaydedilen sıcaklıklardan daha düşüktür.

 

Walker Dolaşımı

 

 

Walker dolaşımı, merkez Pasifik’te doğudan batıya doğru esen alt seviye rüzgarları batı Pasifik’in ılık suları üzerinde bir hareket oluşturur. Üst troposferde akış batıdan doğuya doğru geri döner ve doğu Pasifik’in soğuk suları üzerinde hareket azalır (Lau ve Yang, 2003). Walker dolaşımı; hareketin, ısının ve tropiklerdeki büyük alanlardan geçerek bozulan hareketin içindeki su buharının küresel değişimini denetler. Bu nedenle, tropiklerdeki iklim ve havanın özelliğini belirlemede, ekvatoral bölgedeki atmosferik enerji bilançosu önemli bir rol oynar. Pasifik okyanusu kıyılarındaki subtropikal bölgelerde ve tropikler üzerinde Walker dolaşımının değişmesi ile bağlantılı güçlü atmosferik etkiler vardır. El Niño boyunca zayıflayan Walker dolaşımı, kuzeydoğu Brezilya’da geniş ölçekli kuraklıklara, Peru, Ekvator, güney doğu Brezilya ve Arjantin’in kuzeyinde büyük zararlara yol açan sellere neden olur. La Niña boyunca, Walker dolaşımı şiddetlenir ve Walker dolaşımı ayrıca, doğu Pasifik yüzey sıcaklık değişimi ile Asya-Avustralya musonunun değişikliği arasındaki temel bağlantıyı sunar. Walker dolaşımı, ekvatoral kuşak boyunca doğu-batı atmosferik dolaşım hücrelerinden oluşur. El Niño-Güneyli Salınım iklim sisteminin ayrılmaz bir parçası ve mevsimsel ve yıllararası zaman ölçeklerindeki belirgin değişkenliğe sahiptir. Walker dolaşımının dalgalanmaları dünyanın farklı parçalarındaki ekstrem hava koşullarını yönetebilir.

 

 

 

Ekvatoral sular üzerinde, hava ılıktır, yatay basınç gradyanı ve rüzgarlar zayıftır. Bu bölge doldrumlar olarak bilinir (bu alandaki havanın tekdüzeliği “doldrumlardaki aşağıya yönelen” ifadesine neden olur). Burada, ılık hava yükselir, sık sık yoğunlaşarak büyük kümülüs bulutlarını ve fırtınaları oluşturur ve çok büyük miktardaki gizli ısıyı serbest bırakılır. Bu ısı daha çok havanın yoğunlaşmasına ve Hadley hücrelerinin sürekliliğini sağlar. Yükselen hava tropopoza ulaşır, burada sınır tabakası engelleyicidir, havanın kutuplara doğru enlemsel hareketine sebep olur. Koriyolis kuvveti kutuplara doğru olan bu akışı kuzey yarımkürede sağa, güney yarımkürede sola doğru saptırır.

 

Hava yukarıda tropiklerden kutuplara doğru radyasyon açığı nedeniyle hareket eder ve aynı zamanda konverjans başlar, özellikle bu hava kütleleri orta enlemlerde birbirine yaklaşır. Bu yukarıdaki havanın konverjansı yüzeyde havanın kütlesini arttırır ki bu kuşakta (karşılaşma alanında) yüzeyde hava basıncının artmasına yol açar. Böylece yaklaşık 30° enleminde yukarıdaki havanın konverjansı subtropikler olarak bilinen yüksek basınç kuşaklarını üretir. Konverjanstaki gibi, yüksek basınçlar üzerindeki görece kuru hava yavaşça alçalır ve sıkışmayla ısınır. Bu alçalan hava genel olarak açık gökyüzü ve ılık hava sıcaklığına sebep olur. Böyle alanlarda Sahra gibi dünyanın önemli çöllerini buluruz. Okyanuslar üzerindeki Yüksek basınç merkezlerinde zayıf basınç gradyanı sadece zayıf rüzgarları üretir. Efsaneye göre, yelkenli gemiler yeni dünyada seyahat ederken oldukça sık bir şekilde bu bölgelerde rüzgarsızlıktan dolayı hareket edememiş yemek ve levazımları yavaş yavaş azalmış, atları ya gemiden atmışlar ya da yemişler. Sonuç olarak bu enlemlere bazen At enlemleri de denilir (Ahrens, 2000; 2007; Barry ve Chorley, 2003; Lutgens ve Tarbuck, 1998; Holton, 2004).

 

At enlemlerinden sonra, yüzeydeki havanın bir kısmı ekvatora doğru geri döner. Bu geriye doğru bir akış değildir, koriyolis kuvveti hava akışlarında sapmaya neden olduğu için rüzgarlar kuzey yarımkürede kuzeydoğudan, güney yarımkürede güneydoğudan eser. Bu devamlı rüzgarlar yeni dünyada yelkenli gemilere okyanus rotası oluşturur. Bu rüzgarlara ticaret rüzgarları denir. Ekvator yakınındaki kuzeydoğu alizeler ile güneydoğu alizelerin karşılaşma kuşağına tropiklerarası karşılaşma kuşağı denir. Bu bölgedeki yüzey konverjansında, hava yükselir ve hücresel yolculuğuna devam eder.

 

Bu arada, 30° enleminde, yüzeydeki hava hareketi ekvatora doğru değildir. Havanın bir kısmı kutuplara ve doğuya doğru saparak ilerler ve her iki yarım kürede de aşağı yukarı batılı olan hava akışına neden olurlar. Bu akışlara egemen batılılar ya da kısaca batılılar denir. Sonuç olarak Teksas’tan kuzeyde Kanada’ya kadar bir alanda çok yaygın olan bu rüzgarlar batıdan doğuya doğru eserler. Batılı akışlar gerçek dünyada sabit değildir, çünkü yüksek ve alçak basınç alanlarının göçü yüzey akış desenlerinin zaman zaman son bulmasına neden olur. Güney yarımküre orta enlemlerinde yüzey çoğunlukla okyanustur ve burada rüzgarlar batıdan daha sürekli eserler.

 

Kutuplara hareket eden bu ılıman hava ile kutuplardan aşağıya yönelen soğuk hava karşılaşır. Bu sıcaklığı farklı iki hava kütlesinin karışması kolay değildir. Onlar polar cephe diye bilinen bir alçak basınç zonu ile ayrılır (subpolar alçak), burada yüzey hava konverjansı ve yükselme ile fırtınalar gelişir. Yükselken havanın bir kısmı yüksek seviyelerde at enlemlerinde subtropikal yüksekleri civarında yüzeye doğru alçalır. Bu orta hücreye Ferrel hücresi denir.

 

Polar cephenin gerisinde, soğuk hava kutuplardan koriyolis kuvveti nedeniyle sapar, bu yüzden genel hava akışı kuzeydoğuya doğrudur. Bu yüzden bu bölge polar doğulular denir. Kışın, polar cephe ile bunun soğuk havası, polar cephedeki patlamalarla orta enlemeler ve subtropikal enlemlere taşınabilir. Bu cephe boyunca, yükselen havanın bir kısmı kutuplara doğru hareket eder ve koriyolis kuvvetiyle bu hava batıya sapar. Bunlar yüksek seviyelerdeki batılı rüzgarları oluşturur. Yukarıdaki hava nihayet kutuplar ulaşır, yavaşça yüzeye çöker ve akışlar geriye, polar cepheye doğru olur. Böylece zayıf polar hücre tamamlanır. Yaklaşık 30° enlemleri ve kutuplar yüksek basınç, ekvator ve polar cephe yakınındaki yaklaşık 60° enlemlerinde alçak basınç bulunur (Ahrens, 2000; 2007; Barry ve Chorley, 2003; Lutgens ve Tarbuck, 1998; Holton, 2004).

 

El Niño Güneyli Salınımı

 

 

El Niño-Güneyli Salınım, Pasifik Okyanusu’nun tropikal orta ve doğu bölümünde her 2-5 yılda bir oluşan bir okyanus-atmosfer olayıdır. Normal ve El Niño koşullarındaki basınç dağılışı, rüzgar dolaşımı ve okyanus yüzey sıcaklıklarındaki dalgalanmaları yönlendirerek, bölgesel ortalama sıcaklık ve yağış koşullarındaki değişikliklerle sonuçlanır.

 

 

İlk kez 1920’li yıllarda Albert Walker yaptığı gözlemlerde güney Pasifik adalarından Tahiti’de basıncın yükseldiği yıllarda Avustralya’da Darwin istasyonunda düştüğünü fark etmiştir.

 

Dünyadaki en sıcak yüzey sularının toplandığı Endonezya’daki sıcak havuz, Pasifik’in ortası ve doğusuna kadar kaymakta, Peru kıyısı boyunca yüzey sıcaklıkları yaklaşık 4-5 ºC kadar yükselmektedir. Bu yıllarda, sıcak yüzey suları Peru-Şili kıyılarında birikir. Dipten gelen besleyici madde bakımından zengin dip suları yüzeye ulaşamaz. Deniz canlılarının nüfuslarında azalma gözlenirken, doğuya kayan yağmur bulutları dünyanın en kurak alanlarından biri olan Peru kıyılarında şiddetli yağışlara neden olur (Erlat, 2009; Fraedrich ve Müller, 1992 ).

 

Bazı araştırmalar, El-Niño yıllarında Doğu Akdeniz Havzası’nın ve İskandinavya’nın, Atlantik siklon yolunun kuzeye kayması nedeniyle kurak olduğunu göstermiştir (Fraedrich ve Müller, 1992). Mart-Mayıs aylarında, İtalya, Yunanistan, Balkanlar ve Türkiye’nin batısını kapsayan sıcak olaylar, Kuzey Denizi’nden kuzey Mısır’a kadar uzanan normalin altındaki SLP koşullarıyla bağlantılıdır (Xoplaki, 2002).

 

Merkez ve Doğu Avrupa için yapılan çalışmalara göre, yağışlardaki en büyük değişiklikler El Niño ilkbaharlarında olurken; 20. yüzyılın ikinci yarısında, antisiklonik egemenlik %26-27 oranlarında azalırken siklonik egemenlik %23-24 oranında artmıştır. Ayrıca, önemli fakat zayıf ve zıt değişiklikler sonbaharda ortaya çıkabilir. La-niña yılları boyunca, siklonik makro sirkülasyon desenleri yaklaşık %14 oranında artar ve antisiklonik makro sirkülasyon desenleri %16 oranında azalır (Bartholy ve Pongracz, 2006). Bazı araştırmalar, La Niña yıllarında Avrupa üzerinde alçak basınçların sayısındaki azalmanın, Avrupa’nın batı ve güneybatısından Karadeniz’e uzanan alanda daha kurak koşullar yarattığını, El Niño yıllarında ise Akdeniz cephesine bağlı depresyonların izledikleri yolun daha kuzeye kaydığını ve Doğu Akdeniz Havzası’nda daha kurak koşulların ortaya çıktığını göstermişlerdir (Fraedrich ve Müller, 1992). Rodo vd., (1997)’de İber yarımadasının daha çok doğu kısmında ilkbaharda yağışların El Niño yıllarında azaldığını gösterirler.

 

Termohalin Dolaşımı

 

 

Okyanuslardaki derin dolaşım, yüzey akıntılarından farklı olarak rüzgar etkisi olmadan sadece sıcaklık ve yoğunluk farkıyla oluşur. Bu dolaşıma termohalin dolaşımı denir. Yüzeydeki sıcaklık ve yoğunluk farklarının oluşması bu akıntıları beslemektedir. Birçok bilim insanı bu termohalin döngüyü Kuzey Atlantik’ten başlatmaktadır.

 

 

Kışın, ısınma ve buharlaşmayla sıcak ve tuzlu olan okyanus Gulf Stream ve Kuzey Atlantik akıntıları 800 m derinliğe kadar etkili olur. Norveç ve Grönland denizlerinde yüksek hızdaki rüzgarlar evaporasyona neden olur ve bu suların yoğunluğu artar. Soğuk bir iklimin egemen olduğu bu alandaki denizlerde deniz buzlarının oluşumu egemendir. Deniz buzu oluştuğunda bu güney bölgelerden taşınan yoğun sudaki tuz açığa çıkar. Bu alandaki suların yoğunluğu bu oluşumlarla artar ve su kütlesi batma eğilimi gösterir. Buradaki okyanuslar, yaklaşık 10º-2 ºC daha soğuktur, suyun bu faz değişikliğiyle büyük miktardaki gizli ısı açığa çıkar. Bu ısı da Batı Avrupa’nın %25-30 oranında daha sıcak olmasına neden olur (Barry ve Chorley, 2003; Erlat, 2009).

 

Batan su, yaklaşık 1500 m derinlikten güney enlemlere doğru taşınır. Güney Amerika kıyılarını takip ederek Arjantin çanağından doğuya doğru yönelir. Bu soğuk akıntı, güney kutbu çanağı ve atlas-Hint okyanusu sırtı boyunca ikinci bir kol oluşturarak akışına devam eder. Soğuk derin akıntı, Yeni Zelanda adalarının doğu kıyılarından kuzeye doğru devam eder. Soğuk bölgelerden ekvatoral kuşağa yaklaşan bu su göreceli olarak ısınmaya başlar ve derin dip akıntısı yüzeye doğru yükselir. Bu ısınan su koriyolis kuvvetinin etkisiyle batıya dönerek akıntının ikinci koluyla orta Hint okyanusu çanağında birleşirler.

 

Yüzey akıntıları da bu derin dip akıntının devamında önemli rol oynar. Yüzey akıntıları daha çok geniş ölçekli atmosferik dolaşım hücreleri ve dinamik atmosfer koşulları ile şekillenir. Akıntılar genel olarak yüzey rüzgarları tarafından denetlenir.

 

Sıcak ve Soğuk Su Akıntılarını oluşturan sistemler genel olarak aşağıdaki gibi özetlenebilir;

 

Sürekli esen rüzgarlar (Alize,Batı ve Kutup rüzgarları) yıl boyunca estikleri yönlerde okyanus sularının taşınmasına neden olur. Rüzgarların neden olduğu bu akıntılar ilk doğuş bölgelerinin sıcaklık durumuna göre sıcak veya soğuk akıntı olarak adlandırılır.

 

Sıcak su akıntıları genel olarak ekvator kuşağına yakın olan bölgelerdeki enlemlerden kutuplara doğru olan akıntılar etkili oldukları kıyılarda sıcaklığın artmasına neden olurlar. Bu akıntılar doğuş alanlarının ilksel özellikleri değişikliğe uğrasalar da etkili oldukları alanlarda hala sıcaklık olarak gittikleri alanlardan farklıdırlar. Örneğin; Gulf Stream, Kuroşiva, Brezilya ve Mozambik akıntıları.

 

          Soğuk su akıntıları, kutup kuşaklarından ekvatoral bölgeye doğru olan akıntılardır. Bu akıntılarda doğuş alanlarının özelikleri nedeniyle etkili oldukları kıyılarda sıcaklığın düşmesine neden olurlar. Örneğin; Labrador, Kanarya, Kaliforniya, Oyaşivo, Peru, Benguala, Atlantik akıntıları.

 

         Bu akıntılar dışında gelgit, yoğunluk ve seviye farkından kaynaklanan akıntılarda

 

mevcuttur.

 

          Gelgit nedeniyle oluşan akıntıları Ay ve Güneş'in göreli konumlarındaki değişmeler ile kütle çekimlerindeki farklılıklar nedeniyle oluşur. Bu çekim farklılığı nedeniyle alçalıp yükselen sular akıntılara neden olur. Gelgit, günlük, yarı-günlük ve karışık gelgit şeklinde oluşur. Akıntıların en belirgin olduğu alanlardan tropik bölgeler ve kuzey Avrupa kıyılarıdır.

 

          Yoğunluk farkıyla oluşan akıntılar en çok bildiğimiz akıntıların başında gelir. Sıcaklık ve tuzluluk oranları birbirinden farklı olan iki denizin karşılaştığı alanlarda en belirgin olarak da boğazlarda görülür. Sıcak ve tuzluluk oranı yüksek olan denizden, sıcaklığı düşük ve tuzluluğu az olan denize doğru olan akıntı alttan gerçekleşir. Çünkü tuzlu olanın yoğunluğu fazladır. Üst akıntı ise sıcaklık ve tuzluluğu düşük olan denizden sıcak ve tuzluluğu fazla olan denize doğru oluşur. Ülkemizde Akdeniz'den Ege- Marmara ve Karadeniz’e doğru bu şekilde gerçekleşen bir üst ve bir alt akıntı vardır.

 

          Seviye farkı nedeniyle oluşan akıntılar boğazlar aracılığı ile aralarında bağlantı bulunan denizlerde görülür. Bu denizleri besleyen kaynakların farklı olması, buharlaşma oranlarının birbirinden farklı olması vb. nedenler ile aralarında seviye farkı oluşur. Seviyesi fazla olan denizden az olana doğru bir üst akıntı oluşur. Türkiye'de Karadeniz'i besleyen kaynakların fazla olması, buharlaşmanın az olması vb. nedenlerle Marmara Denizi’ne doğru bir üst akıntı vardır.

 

Alıntıdır.

 

19 Ocak 2022 Çarşamba

Paslanmaz çelik niçin paslanmaz?

  


Çelik ile demir arasında çok az bir fark vardır. Saf demir bir bakır kadar yumuşaktır. Onun içine yüzde 2'ye kadar karbon katılması ile inanılmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler elde edilir ki, adı artık çeliktir. Demirin bol olması, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeliğin de kullanımı çok yaygındır. Ancak çelikte de, demirde olan zayıf bir nokta vardır. Paslanma, diğer bir deyişle oksidasyon.

Günlük hayatımızda kullanılan eşyaların paslanması sonucu her yıl dünyada milyonlarca dolar boşa gitmektedir. Bu kaybın büyük bir kısmı demir ve çeliğin paslanmasından dolayıdır. Paslanmayı kısaca demirin havadaki oksijen ile birleşmesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu elektro kimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde başlayan paslanma boyanın altından geçerek diğer bir yerde ortaya çıkabilir.

Sadece demir ve çelik değil diğer metaller de paslanır. Örneğin, alüminyum, pirinç, bronz gibi. Ancak onlarda malzeme ile oksijenin birleşmesinden oluşan çok ince bir tabaka, daha oluşur oluşmaz malzemenin hava ile temasını keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanın ilerlemesini önler. Bu tabaka o kadar incedir ki, malzemenin rengi hemen hemen değişmez. Demirdeki paslanmanın özelliği onun ve oksijen atomlarının boyutlarındaki büyük farktan dolayı yüzeyde sağlam bir birleşme olmaması, paslanmanın malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü değil mukavemetin de bozulmasıdır.

Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktarı pasın rengini de belirler. Bu nedenle pasın rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildiği gibi sarımtrak da olabilir. Paslanmanın hızını artıran faktörlerden bir diğeri de tuzdur. O da elektro-kimyasal reaksiyonun hızını artırır. Kışın kar nedeni ile yollarına tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarında paslanma daha hızlı olur.

Paslanmaz çelikten önce, paslanmayı önlemek için malzeme boyanıyor veya galvaniz kaplanıyor. Bu çözümler de özellikle sağlık ve gıda sektöründe başka sorunlar yaratıyordu. İlk paslanmaz çeliği Harry Brearley, 1913 yılında tesadüfen keşfetti. Tüfek namluları için çeşitli metalleri birleştirerek deneyler yaparken bazılarının paslanmaya karşı dirençli olduklarını gördü. Her büyük buluşta olduğu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir uğraş verdi.

Krom gibi bazı metaller, atom boyutlarının birbirine yakın olmasından dolayı oksijenle çok kolay ve süratli birleşirler. Kalınlığı birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok sağlam bir tabaka oluştururlar. Başka reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar oluşur. Krom belli bir oranda çeliğe katılırsa yine aynı olay olur, çelik artık paslanmaz.

Paslanmaz çeliğin içinde yüzde 10-30 krom vardır. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum, alüminyum, bakır, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bağlı olarak kullanım yeri değişir.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak