MÂ'ÛN
SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.
Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede
nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Son âyet-i kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi
sûreye isim olmuştur. Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden (yalanlayan) ve Allahü
teâlânın emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimselerin, uygunsuz
hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen
buyuruyor ki:
Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte
yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu
vasıflarla berâber) namaz kılan (münâfık) ların vay hâline ki, onlar namazlarından
gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin) tâ
kendileridir. Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)
Kim
Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu mağfiret
eder. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MAZLÛM:
Zulme, haksızlığa uğramış kimse.
Üç
kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red
olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Mazlûmun
bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İyi
bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç
kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)
Aldatmasın
seni, diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların
göz yaşı.
(İmâm-ı
Rabbânî)
Alma mazlûmun âhını,
Çıkar âheste âheste.
(Atasözü)
MAZMAZA:
Abdest ve gusül alırken ağzı su ile
yıkamak.
Hanefî mezhebinde mazmaza guslün
farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)
Mazmaza
ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün
(boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i
İznikî)
MEÂL:
Tefsîr
âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i
kerîmelere verilen mânâ, açıklama.
Kur'ân-ı
kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir
vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile
hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve
belâgatını muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir.
Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil,
meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)
ME'ÂNÎ
İLMİ:
Sözün
yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden
bahseden ilim.
MEÂRİC
SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.
Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu
(indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i kerîmede geçen el-Meâric
kelimesinden dolayı Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin çoğulu olup
yükselme dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile
Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen
buyuruyor ki:
Melekler
ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu
(dünyâ senesi ile) elli bin senelik yoldur.
(Âyet: 4)
Kim
Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini gözetenlerin
sevâbını verir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MEÂRİF:
Kalb bilgileri. Çokluk şekli
ma'rifet'tir.
MEBDE-İ
TEAYYÜN:
İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin
ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.
Allahü teâlâdan gelen feyzler,
nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk
arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M.
Ma'sûm)
MEBDE'
VE MEÂD:
Başlangıç
ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda
geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve
ölümden sonraki hâlleri.
Kelâm; Allahü teâlânın zât ve
sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden) ve mebde' ve meâd
bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de
mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değil. Sâdece,
onların hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî
durumlarını ele alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip,
meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu
kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse
Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve meâd
hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de,
mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli
yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır.
Söylediklerinin dîne uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı
pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf
Harpûtî)
MEBÎ':
Satılan veya satın alınan mal.
Mebî',
akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan
önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü
değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)
Mebî'
tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi,
teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)
MECÂZ:
Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda
kullanılan lafız (söz) veya mânâ.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor."
(Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan
"köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar
kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)
Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri zaman O'nu gören
Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr
kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde,
onunla Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî,
Teftâzânî)
Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır.
Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî
mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd
(torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını evlâdına vakfetse,
ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)
MECELLE:
Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed
Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm
hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî
mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu
kânunları içerisine alan mecmûa.
Günlük
işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle
kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir
başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851)
maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar
Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi
ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır.
Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgilerin inceliğine
ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M.
Sıddîk Gümüş)
Mecelle'nin içerisindeki maddelerden
bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2)
Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının
elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sâhibi
çekmekle yırtılsa, yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı
yoktur. 5) Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını
açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.
MECÎD
(El-Mecîd):
Allahü
teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve
işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, nîmetler vermesi
sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd
sûresi: 73)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve
âlinin
(akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda
nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok,
âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve
nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini,
derecesini yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek
arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda
ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Yâ
Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve
âlinin feyz ve
bereketini artırdığın gibi,
Muhammed
aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları),
ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve
eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen
Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i
şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Baras
hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup
iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli
veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf
Nebhânî)
MECNÛN:
Deli.
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a
gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı.
Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri,
bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: "Lâ
ilâhe illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de,
azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu
ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber,
mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)
Mecnûn olanlar ibâdet için ehil
değildirler. (Molla Hüsrev)
ME'CÛC:
Çok
eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne
yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir
millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.
MECÛSİ:
Ateşe tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen
buyuruyor ki:
O
îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o
hıristiyanlar, o mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak
ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır.
Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)
Bütün
çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra
anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Mecûsîler,
Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam
bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler
ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MECZÛB:
1. Allahü teâlânın sevgisi ile
kendinden geçmiş olan.
Evliyâdan
bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve
dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb
olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)
2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş
tasavvuf yolcusu.
Tasavvuf yolunda ilerlemek
isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok güçtür. Bunlara
bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır.
Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Böyle
devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle
bir nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri)
yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder