1812’de veba salgını sırasında minarelerden yatsıdan sonra Sure-i Ahkaf okunması kararlaştırılmış, ancak ölü sayısı günde üç bini bulunca, ‘gazab-ı ilahiyi mucib’ olduğu anlaşılarak, surenin evlerde bile okunmaması halka duyurulmuştu.
Eski Mısır, Mezopotamya gibi uygarlıkların tıpta vardıkları düzey şaşırtıcıdır. Eski Yunanistan’a ulaşan gelenek Hippokrates (IÖ 460-380) yemini ile günümüze ulaşmıştır. Roma’da IO 220’de maaşı şehir konseyi tarafından ödenen hekimlerin atanması başlamıştır. Çin’de de merkezi hükümet IÖ 2. yüzyıldan başlayarak büyük şehirlerde hekim istihdam etmeye başlamış, IS 1. yüzyıla gelindiğinde, bütün önemli yerleşim yerleri hekime kavuşmuştur.
Ancak sağlık gibi can alıcı önemi olan bir konuda bile kültürel kopukluk yaşandığı görülmektedir. Örneğin, kan dolaşımı Çin’de Han Hanedanı (IÖ 202- IS 220) zamanında bulunmuş, Müslüman tıbbının gelişim döneminde 13. yüzyılda İbn el-Nefis (1210-1288) tarafından tekrar bulunduktan sonra Avrupa’da 17. yüzyılda baştan öğrenilmesi gerekmiştir.
Roma'nın çöküşünden sonra gerileyen Avrupa’da Kilise taassubunun egemen olduğu dönemde 895 yılında toplanan Nantes Sinodu hastanın günah çıkarmasını kararlaştırmış, 1215’de Papa III. Innocentius doktorun günah çıkarmayan hastayı görmesini yasaklamıştır.
Bugün bütün dünyada tıp fakülteleri programına alınmaya başlanan akupunktur Çing Hanedanı (1644-1911) zamanında Çin’de Batı tarzı tıp eğitimin yerleştirilmeye başlanmasıyla 1822’de öğrenim programından çıkarılmıştı. Çan Kay-şek 1922’de akupunktur uygulamalarını yasakladı. Komünist yönetimin geleneksel Çin tıbbına izin çıkarmasıyla IS 1026’dan kalma metin ve haritalar incelenerek 256-282 yılları arasında yaşayan Huangfu Mi’nin kitaplarına ulaşıldı. Akupunkturun köklerinin geleneğe göre IO 2600’lere tarihlenen Nei Çing’e atfedildiği ortaya çıktı. Batı dünyasının akupunkturla tanışması 1971’de oldu.
Ahlat-ı erbaa olarak adlandırılan, insan vücudunun yapıcı temel öğeleri olan kan, balgam, safra ve sevda’nın nem, kuruluk, sıcak, soğukluk oranındaki değişim ve bozulmanın hastalık nedeni olduğu bilgisi eski çağlardan modern tıbbın gelişmesine kadar, Doğu ve Batı’da geçerli olmuş ve tedavi bu temel üstüne kurulmuştur.
Fransızların ünlü Ansiklopedi’si 1765 yılında hastane için şunları yazar: “Sefillerin barınacakları yerlerin sayısını artırmaktan çok, sefaletin önüne geçmeye çalışmak önemlidir. Hastanelerin bugünkü gelirlerini yükseltmenin en sağlam yolu, yoksulların sayısını azaltmaktır. (...) Meslekten dilenciler ile gerçek yoksulları aynı çatı altında toplayarak yaşam koşullarını eşitleştirmek, tarıma açılması gereken topraklar, insan gönderilmesi gereken sömürgeler, desteklenmesi gereken fabrikalar, sürdürülmesi gereken bayındırlık işleri olduğunu unutmak demektir.”
Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi veya Hapishanenin Doğuşu eserlerini okuyanlar, yükselen kapitalizmin dilenci, deli, serseri ve hasta tanımlarını yeniden oluşturma ihtiyacının tarihini öğreneceklerdir. Hıristiyanlığın fakirlerin dini olduğu dönemdeki anlayışı bir yönüyle sürdüren Müslüman toplumların hasta, dilenci ve delilere bakışı eski biçimini korumuştur. İbn Sina’yı dünya tıbbının öncülerinden olacak biçimde yetiştiren ortaçağ Müslümanlığının etkileri Osmanlıya geçmiştir. Fatih ve Kanuni, şifahanelerde tedavi görenlerin nekahat dönemlerini geçirdikleri, iş bulmak için gelenlerin kaldığı tabhane adı verilen kurumlar oluşturmuşlardı.
Roma imparatoru Büyük Constantinus’un İS 331’de putperestlere ait hastaneleri kapatıp yenilerini açmasıyla hastane ve hastalıkla ilgili antik gelenekten kopuşun sağlanması amaçlanmıştır. 12. yüzyıla kadar yalnızca kilise ve manastır örgütlenmesi içinde yer alan hastaneler bundan sonra şehirlerde sivil yönetimlere geçmeye başlamış, 16. yüzyılda kilisenin etkisi iyice azalmış, 17- yüzyılda tıp eğitimiyle hastaneler bütünleşmiş ve 18. yüzyıldan itibaren merkezi hükümetler iktisadi ve toplumsal konularda artan yükümlülükleri arasına sağlık konusunu da almışlardır. Selçuklu ve Osmanlı darüşşifa geleneğinden hastaneye geçiş III. Selim’in 1794’de açtığı Zeytinburnu Askeri Hastanesiyle başlamıştır.
Cumhuriyet’in ilk döneminde koruyucu hekimliğe önem verilerek hastanelerin yapım ve yönetimi belediyeler, özel idareler ve vakıflar gibi yerel kurumlara bırakılmış, 1924’te hastane tedavisini teşvik etmek için İstanbul, Ankara, Sivas, Trabzon, Erzurum, Diyarbakır’da nümune hastaneleri açılması kararlaştırılmıştı. 1954 yılında yataklı tedavi kurumlarının çoğu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na devredildi. Bugün bakanlığa bağlı hastanelerin yanı sıra Sosyal Sigortalar Kurumu, Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler, belediyeler, kamu kurumlarına bağlı ve vakıflarla özel sektörce açılmış hastaneler vardır. Ama değişmeyen gerçek şudur: Hastalığın tanımı ve hastalara yönelik tavır, halen yalnızca bilim konusu değil, toplumsal algı ve yatırım nedeniyle siyaset, kişisel olarak da para konusudur.
Öreke
Bugün ebesinin örekesini gören kaldı mı bilmiyorum. IO 2. yüzyılda Roma’da doktorluk yapan Soranos ebe sandalyesini ayrıntılı biçimde yazıp anlatmıştır; sandalyenin ayarlanabilir genişlikte hilal şeklinde oturağı, tutup güç almak ve yaslanmak için kolları ve arkalığı olmalıdır. Bu biçimiyle öreke iki bin yıldan uzun süre kullanılmış, son yüz elli yıldır diplomalı ebeler çoğaldıkça kullanımı azalmıştır. Ebe örekesiyle aynı kökten olması gereken, yünü bükerek iplik yapmaya yarayan aletin adı, Yunanca roka, İtalyanca rocca’dan Türkçeye girmiştir.
Besim Ömer Akalın Paşa (1862-1940) Doğum Tarihi (1932) kitabında doğumun modern tıp eğitimine nasıl girdiğini anlatır: “1892’de (...) Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane civarında nebatat bahçesi arkasında kale duvarına muttasıl üç oda ve bir sofadan ibaret küçük bir bina (...) adeta gizli olarak (...) bir dereceye kadar amelî olarak tedrisine ve manken üzerinde mümaresat ve ameliyat-ı veladiye iraesine başlanılmış idi. Memleketimizde ilk seririyat-ı veladiye işte burasıdır.”
Doğum yaşlı deneyimli kadın ve ebelerin yönetiminde gerçekleştirilirken, bugün özellikle ABD’de kocaların da katıldığı doğuma hazırlık kurslarıyla, özel hastaneleriyle uzmanlık alanı olmuştur. Eskiden ayakta doğurmak sağlıklı ve kolay kabul edilirmiş. İlkel kabilelerde bu yöntem halen benimsenirken ilkçağdan itibaren oturarak doğum yaygınlaştı ve öreke Akdeniz dünyasından kuzeye doğru yayıldı. Aş erme kurumunda olduğu gibi, acı listesinde en başlarda yer alan doğum sancısının hafifletilebilmesi için kültürel ve psikolojik ortam etkili oluyor. Örneğin, bazı Afrika kabilelerinde eşleri doğururken erkeklerin de ciddi doğum sancıları çekmeleri yaygındı. Doğum sancısına ameliyat yarasını tercih edip sezaryen isteyenler olduğu da görünüyor.
Sezaryen
Efsaneye göre sezaryen sözcüğü, Romalı Iulius ailesinin bu yöntemle doğduğu için Caesar adını alan üyesinden gelir, çünkü Latince caedere kesmek demektir. Roma’da Numa Pompilius döneminde (IÖ 715-673) çıkan bir yasaya göre gebeliğin ileri dönemlerinde ölen kadınların karınları kesilip dölütün çıkartılması gerekmektedir.
Shakespeare’in (1564-1616) ünlü kahramanı Macbeth ‘anasından doğan kimseden korkmaması’ kehaneti kendisine söylendiğinden rahattır ama sonunda düşmanı Macduff’la karşı karşıya geldiğinde, onun doğum zamanı gelmeden anasından yarıp çıkarıldığını, yani sezaryenle doğduğunu öğrenir ve yıkılır.
Latin tarihçi Suetonius’un (75-150) De Vitae Caesarum (Sezarların Yaşamları) adlı kitabı için yapılmış 1506 tarihli bir ahşap baskıda Iulius Caesar’ın sezaryenle doğumu resmedilmiştir. Alessandro Beneditti’nin 1594 tarihli ahşap baskısında ise Apollon sezaryen yapmakta, mitolojinin sezaryenle doğan kahramanı oğlu Asklepios’u doğurtmaktadır. Tıp tarihinin kaydettiği ilk sezaryenlerden biri Shakespeare zamanında, 1610’da yapılmış ve kadın 25 gün sonra ölmüştür.
Çeşitli nedenlerle sezaryene başvurulan vakalarda 19. yüzyılın ilk yansında ölüm oranı % 75’i bulmaktadır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren sezaryende büyük artış görülmüştür. Türkiye’ye ilişkin sağlıklı rakamlar bulunmasa da, ABD’de son yirmi yılda artışın beş kat, Kanada’da dört kat olduğu bildirilmektedir. 1989’da 967.000 kadının sezaryen olduğu Amerika’da sezaryenin oranı % 20’leri geçmiştir ve sezaryen olan kadınların yarısında zorunlu neden bulunmamaktadır. Sezaryen bu biçimiyle tıp dünyasında bir toplumsal mücadele alanı olarak görülmekte, ilk doğumunu sezaryenle yapan kadınların sonraki doğumlarını da sezaryenle yapmasının zorunlu olduğu görüşü de yoğun biçimde tartışılmaktadır. Türkiye’de de doktor gözlemlerine göre sezaryen, daha çok toplumsal nedenlerle artmış durumdadır.
Veba, Frengi, Verem, AIDS
1347-50 yıllarındaki ‘Kara Ölüm’ Avrupa’nın 6. yüzyıldan beri görmediği ve 1840’lara kadar görmeyeceği veba salgınıydı. Orta Asya’da başlayan salgın korkutucu hızla yayıldı. Önce Çin ve Hindistan’a yöneldi. Avrupa’da ilk kez 1346 yılında Kırım’daki Ceneviz kenti Kefe’de rapor edildi. Şehir Tatarların muhasarası altındaydı ve Tatarlar direnişi kırmak için ölenlerin cesetlerini mancınıkla şehre attılar. Kefe’den kalyonlarla kaçanlar salgını Avrupa’ya taşıdı. Ekim 1347’de salgın Sicilya’da Messina’ya ulaştı. Ocak 1348’de Kefe’den gelen kalyonla Cenova’ya vardı. Korkuya kapılan hemşehrileri tarafından kovulan gemi Marsilya ve Valencia’ya gitti. Aynı kış salgın Venedik ve öteki Adriyatik şehirlerini sardı, Pisa, Floransa ve Orta İtalya’ya geçti. Yazın Paris’e ulaştı, yılsonunda Manş Denizi’ni aştı. 1349’da Britanya Adaları’nın kuzeyine vardı, doğuda Almanya ve Güney Balkanlara geçti. 1350’de İskoçya, Danimarka ile İsveç ve Hansa şehirleri yoluyla Baltık ve Rusya’ya girdi. Salgının Avrupa’da bulaşmadığı Polonya, Pirenelerdeki Bearn Kontluğu ve Liege gibi çok az yer kaldı.
Kara Ölüm’ün neden olduğu can kaybı hakkında birçok çalışma yapılmışsa da, genel sonuçlara varmak zordur. Ingiltere’de mahalle papazlarının kayıtlarından çıkarılan sonuçlara göre, cematler % 45 oranında küçülmüştür. Kara Ölüm sonunda Avrupa’da üç kişiden birinin öldüğü genel olarak kabul görmektedir. Bu durumda İngiltere’de 1,4 - 2 milyon, Fransa’da 8 milyon ve bütün Avrupa’da 30 milyon kişi ölmüş demektir.
Bazı hastalıklar yarattıkları felaketlerin ölçeği ve doğurdukları sonuçlarla insanlığın belleğinde yer etmiştir. Cüzam, veba, kolera, verem, frengi Eski Dünya’nın dönem dönem neredeyse tamamını kapsayan salgınlarla dehşetin simgesi haline gelmiş, hastalarla sağlamların, yönetimlerle halkların, tıp bilimiyle halk inanışlarının alt üst olmasına yol açmıştır. Savaş ve çevreyi etkileyen teknolojilerin son yüzyıldaki kadar etkili olmadığı eski zamanlarda, tıp bilgisi ve korunma olanaklarının da kısıtlılığı ile, insanların en büyük ve ortak felaketi bu salgın hastalıklardı. Son zamanlarda savaş gibi toplumsal tarihin yeni açılımlarıyla tarihçilerin yeniden gündemine giren bu hastalıklardan veba, frengi, verem ve bu deneyimlerle yüzyılımızın hastalığı olarak adlandırılan AIDS tarihinden sayfalar üstünde duruyoruz.
1909’da Şalvarsan 606’nın geliştirilmesi ve 1943’de ilk evresinde penisilinin etkili olduğu bulunup antibiyotik kullanımı başlayana kadar frengi yaygın bulaşıcı bir hastalıktı. Frengiyi Kristof Kolomb’un Amerika’dan getirdiği iddia edilmişti. 1495’de Fransa-Napoli savaşında Italyanlar Fransızlardan hastalığı kaptılar ve ona Fransız şeytanı, Fransa hastalığı (mal Francese) adını verdiler. İtalya’dan yayıldığı başka ülkelerde de adı Napoli şeytanı oldu. Almanlar hastalığı Fransız ve Napolililerden, Japonlar Kastilyalılardan, Portekizliler Flaman, Polonyalılar ise Türklerden aldıklarını iddia ettiler. Türkler de hastalığa frengi adını verdiler. Hastalığa 1530’da sifilis adını veren, Frigya kralının kızı Niobe’nin oğluna adadığı şehir Sipylos’tan esinlenen Italyan doktor Gerolamo Fracastoro oldu. Bugün, cıvayla tedavi edilmeye çalışılan frenginin aslında o dönem çok yaygın olan cüzamla karıştırılmış olduğu düşünülmektedir. Johanne Plenck’in zamklı cıva mecure gommeux tedavisine ilişkin 1776 yılında yazdığı kitaptan yararlanan Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi Risalemi illet-i Efrenç'i kaleme almıştır. 1854 Kırım Savaşı’nda frengi salgını kuvvetlenince, hamamların kapatılması gibi tedbirlere başvurulmuştur.
1880’li yıllarda Pera’dan başlayarak genelevlerin denetlenmesi ve zührevi hastalıklarla ilgili birimlerin kurulmasından sonra Cumhuriyet’in ilanından önce Ankara Büyük Millet Meclisi’nde 1921 yılında, evlenecek bütün erkekler ve dul kadınların, yakınlarından birinin yanında bulunması koşuluyla, doktor bulunan yerlerde muayenelerini zorunlu tutan yasa önerisi verilmiştir. Her bölge insanının muayeneyi kabul etmeyeceği, dolayısıyla yalnız frengili bölgelere mecburiyet getirilmesi ile bölge ayrımı yapılamayacağı tartışılmış, sonuçta kanun, muayenenin illerde, o ilin koşullarına göre düzenlenecek yönetmeliklere göre yapılması hükmüyle çıkmıştır.
İnce hastalık olarak bilinen verem, tüberküloz, Abdülmecid’in karısı Gülcemal Hanım ve kızı Behice Sultan gibi, Avrupa ve Osmanlı saraylarında her türlü olanağa sahip insanlardan da çok can alan, yaygın bir hastalıktı. Besim Ömer Paşa 1923’de Veremle Mücadele Osmanlı Cemiyeti’nin kurulmasında öncülük edenlerdendi. 1923’de ilk verem savaş dispanseri, 1924’de Heybeliada Sanatoryumu açıldı. 1930 Umumi Hıfzıssıhha Kanunu verem savaşını zorunlu kıldı ve 193l ’de Evlenme Muayenesi Hakkında Nizamname açık veremlilerin evlenmelerini yasakladı. Verem ikinci Dünya Savaşı sırasında tekrar yaygınlaştı. 1948’de Türkiye Ulusal Verem Savaş Derneği kurularak 1952-72 yılları arasında gezici BCG aşı kampanyaları yürütüldü. 1945’de 100 binde 262 olan ölüm oranı 1970’de 100 binde 20’ye düşürüldü, ikinci Dünya Savaşı’nın son dalgasında, 1946’da veremden ölen Muzaffer Tayyip Uslu “Kan” adlı şiirinde “Önce öksürüverdim/ Öksürüverdim hafiften/ Derken ağzımdan kan geldi/ Bir ikindi üstü durup dururken” mısralarıyla ölümsüzleşirken, verem 1985’lerden sonra eski gücüyle olmasa da tekrar yaygınlaştı.
AIDS 1985 yılında ABD film yıldızı Rock Hudson’un bu hastalıktan ölmesiyle bütün dünyada tanındı ve korku yarattı, ilk kez 1981 kışında teşhis edilen hastalığa yol açan virüs 1983 Kasım’ında bulundu. Çağımızın vebası olarak tanımlanan AIDS’in maymundan veya laboratuvar çalışmalarından insanlara geçip yayıldığı iddiaları ortaya atıldı. İngilizce Acquired Immune Deficierıcy Syndrome (edinilmiş bağışıklık yetmezliği sendromu) sözcüklerinin baş harflerinden adını alan hastalığın yayılma hızı ve biçimi heyecan ve tartışma konusu oldu. Türkiye’de bu hastalıktan ilk ölüm vakası 1992’de oldu ve gazetelere geçti, insanların cinsel yaşamlarının tartışıldığı, karşılıklı saldırı ve propagandalar yapıldığı, filmler çekildiği günlerden sonra, dünyada yüzyıl sonunda, özellikle Afrika’da yayılarak, hastalık oranının % 50’lere varacağı tahminlerine rağmen hastalık eski güncelliğini kaybetti.
İlaç
Anadolu’ya taşınan Eski Türkçe sözcüklerden biri de ilaç anlamında ot ve hekim anlamında otacı’ydı. Modern kimya bilimi gelişene kadar eczacılık bitkilere bağlı kalmıştır. Roma imparatorluğu hızla genişleyip büyüyünce ilaç ve bitki tanımlanması ihtiyacı doğmuş ve Dioskurides, Galenos gibi hekimler altı yüz, Plinius dokuz yüz kadar bitkinin tanımlamasını yapmıştır. Plinius bitkilerin tanım ve resimlerinde tek mevsime bağlı kalınmasının yeterli olmayacağını, her bitkinin çeşitli evrelerinde farklı etkiler gösterebileceğini vurgular. Anadolu’da ocaklı denilen el almış kişilerce yürütülen doktorluk/eczacılık geleneği de birçok kültürde olduğu gibi kendisini sağlıklı biçimde sürdürememiş ve bugün kocakarı ilaçları denilen kapsama girmiştir.
Eczacılığın babası Bergamalı Galenos’un (130-200) hazırladığı, tıbbi müstahsar adı verilen hazır ilaçlar, yüzyıllarca kullanılmış, tiryak (theriaca) , tin-i mahtum (terra sigillata) , ebucehilkarpuzu (hiera) gibi örneklerinden Osmanlı kültüründe 20. yüzyıla kadar yararlanılmıştır.
1573 yılında İstanbul kadısına yazılan bir hükümde “Bazı kimesneler cerrah ve tabib ve kehhal [sürmeci, göz hekimi] adına gezip hengame kurup ve dükkânlarda oturup... müselmanlara tıbba mügayir ve hikmete muhalif katil şerbetler ve zehir-nak müshiller verip ve âdet-i aleme muhalif yaralar açıp ve gözlere dahi üslupsuz yapışıp muhalif otlar koyup, mallarına ve canlarına zarar erişdirip” bunların hekimbaşı tarafından bizzat imtihan edilip icazet verilmeyenlerin men edilmeleri istenmektedir (Ahmet Refik; Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı).
9.yüzyıldan itibaren tıp ve eczacılıkta önemli gelişmeler gösteren İslam dünyasının mirasına sahip çıkan Osmanlı toplumu zamanla yeni bilgiler üretemeyerek ve dünyadaki gelişmeleri izleyemeyerek veya yaygınlaştıramayarak çağdaş tıp ve eczacılığın gerisinde kalmıştır. Türkiye’de modern eczacılık bilimine uygun biçimde ilk eczane 1757 yılında açılan ‘İki Kapılı Eczahane’dir. 1832 yılında yalnız Galata ve Beyoğlu bölgesinde açılan eczane sayısı 25’i bulmuştur. 1833’de en uzun ömürlü eczanelerden biri olan ‘Pharmacie d’Angleterre’ Noel Kanzuch tarafından açılmış, Kırım Savaşı’ndan sonra öncelikle Pera tarafında açılan eczane sayısı iyice artmıştır. Ülkede modem eczacı okulu ve Müslüman eczacı bulunmamasından şikâyetçi olan idarecilerin eczacılık okulu açıp Müslümanların bu okula gitmelerini teşvik etmeleriyle sahibi Müslüman olan ilk eczane 1880’de Zeyrek’te Hamdi Bey tarafından açılmıştır.
1820’lerde İstanbul’da tiryak ve melisa ruhundan (esprit de melisse) başka hazır ilaç yoktur. 1890’da 5-6 olan hazır ilaç sayısı 1900’de 100-120’ye çıkmıştır. İlaç üretimine Kanzuk başladı ve 1911-1929 yılları arasında bu alanda gelişme gösterildi. Kanzuk pastili halen kullanımdadır. Şurup, iksir, merhem üreten ve uluslararası sergilerde ödül ve liyakat diplomaları alan, 1895 yılında müstahzarat laboratuvarı açan Ethem Pertev Bey, 1900 Paris Uluslararası Fuarında elle çalışan makineyle ürettiği komprime ilaçlarını sergilemiştir. 1900 yılında Haşan Rauf ilk enjeksiyon ampulü olan Rauf ampullerini piyasaya vermiştir.
Cumhuriyet ilan edildiğinde bin kadar hazır ilaç vardı. 1926 yılında yurtiçinde yapılan hazır ilaçların ithalatı yasaklanınca, ilaç adını değiştirerek ithal izni almak, bir Türkiye vatandaşına ruhsat aldırmak, etkili madde ve ambalajı yurtiçine sokarak Türkiye’de üretim yapmak gibi yollara başvurularak ithalat yasadışı yollarla devam ettirilmek istendi. 28 Ocak 1927’de Eczacılar Kanunu kabul edildikten sonra 1936’da yabancı firmaların Türkiye’de üretimleri yasaklandı ve bu yasak 1947 yılına kadar yürürlükte kaldı.
1949’da 295 firma tarafından 1500 ilaç yapılıyordu, fakat bu firmaların çoğu bir odalık laboratuvardan ibaretti. İlk ilaç fabrikası 1952’de açıldı. İthal ilaçlar 1885'den itibaren niteliklerinin kontrolü için gümrükte muayene ediliyor ve zamanla harç anlamını kazanan bandrol veriliyordu. 1900’de kaldırılan bandrol Cumhuriyet devrinde vergi amacıyla tekrar konduysa da 1938’de kaldırılmıştı.
1967'de ilaç imal eden kuruluşların adedi 70 civarında, hazır ilaç miktarı ise 2150’dir. Hazır ilaçlar içinde drog veya drog ekstresi taşıyanların miktarı ise ancak % 8 civarına düşmüştür. 1990’lı yıllarda 2500 preparat üstünde yapılan bir araştırmada bunların yalnızca 155 tanesinin bitkisel drog veya ekstresini içerdiği, bunun da Türkiye’deki hazır ilaçların % 6’sını oluşturduğu saptanmıştır ve Türkiye bitkilerine bir ömür veren Turhan Baytop’un karşılaştırmasına göre, Türkiye genellikle kendi ülkesinde yetişmeyen bitkisel drogları, Almanya ise Türkiye’de yetişenleri kullanmaktadır.
Tiryak
Pontos Devleti’nin son kralı VI. Mithridates’ten (İO 120-63) adını alan Mithridaticum ilacı, kralın zehirlenerek öldürülmek korkusu ile hazırladığı panzehirdir ve Neron’un doktoru Andromakhos tarafından hazırlanan tiryak’ın da kökenini oluşturur. 19. yüzyıla kadar Batı’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda her derde deva olarak görülen bir ilaç olan tiryak, Yunanca theriorı (vahşi hayvan) sözcüğünden Latince theriaca, İtalyanca triaca, teriaca, Fransızca triacle, thericujue, İngilizce teracle, theriac, theriaca, Almanca Theriak olarak bilinir. Macun kıvamında, 440-50 nebati ve madeni madde, 2 hayvani madde, en fazla afyon içeren tiryakın en iyi kalitelisi olarak Venedik ürünü altınbaş tiryakı kabul edilmiştir. Aktarlarda satılan tiryak-ı Türkî, tiryak-i Farisî, çiğ tiryak gibi türleri vardır.
Mithridaticum için XVI. yüzyılda Venedik’te her bahar tören yapılırdı. Venedik yolu ile İstanbul’a gelen bu ilacı ilk kez 1539’da Kanuni’nin annesi Hafize Sultan için Merkez Efendi kullandı. Manisa’daki Mesir Macunu ve bayramı da Merkez Efendi’nin anısının ve Mithridaticum’un devamıdır. Mithridaticum 1837 ve 1866 Fransız kodekslerine de girmiştir.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.