29 Ocak 2023 Pazar

Gündelik Hayatımızda Sağlık-1

 



1812’de veba salgını sırasında minarelerden yatsıdan sonra Sure-i Ahkaf okunması kararlaştırılmış, ancak ölü sayısı günde üç bini bulunca, ‘gazab-ı ilahiyi mucib’ olduğu anlaşılarak, surenin evlerde bile okunmaması halka duyurulmuştu.


Eski Mısır, Mezopotamya gibi uygarlıkların tıpta vardıkları düzey şaşırtıcıdır. Eski Yunanistan’a ulaşan gelenek Hippokrates (IÖ 460-380) yemini ile günümüze ulaşmıştır. Roma’da IO 220’de maaşı şehir konseyi tarafından ödenen hekimlerin atanması başlamıştır. Çin’de de merkezi hükümet IÖ 2. yüzyıldan başlayarak büyük şehirlerde hekim istihdam etmeye başlamış, IS 1. yüzyıla gelindiğinde, bütün önemli yerleşim yerleri hekime kavuşmuştur.


Ancak sağlık gibi can alıcı önemi olan bir konuda bile kültürel kopukluk yaşandığı görülmektedir. Örneğin, kan dolaşımı Çin’de Han Hanedanı (IÖ 202- IS 220) zamanında bulunmuş, Müslüman tıbbının gelişim döneminde 13. yüzyılda İbn el-Nefis (1210-1288) tarafından tekrar bulunduktan sonra Avrupa’da 17. yüzyılda baştan öğrenilmesi gerekmiştir.


Roma'nın çöküşünden sonra gerileyen Avrupa’da Kilise taassubunun egemen olduğu dönemde 895 yılında toplanan Nantes Sinodu hastanın günah çıkarmasını kararlaştırmış, 1215’de Papa III. Innocentius doktorun günah çıkarmayan hastayı görmesini yasaklamıştır.


Bugün bütün dünyada tıp fakülteleri programına alınmaya başlanan akupunktur Çing Hanedanı (1644-1911) zamanında Çin’de Batı tarzı tıp eğitimin yerleştirilmeye başlanmasıyla 1822’de öğrenim programından çıkarılmıştı. Çan Kay-şek 1922’de akupunktur uygulamalarını yasakladı. Komünist yönetimin geleneksel Çin tıbbına izin çıkarmasıyla IS 1026’dan kalma metin ve haritalar incelenerek 256-282 yılları arasında yaşayan Huangfu Mi’nin kitaplarına ulaşıldı. Akupunkturun köklerinin geleneğe göre IO 2600’lere tarihlenen Nei Çing’e atfedildiği ortaya çıktı. Batı dünyasının akupunkturla tanışması 1971’de oldu.

Ahlat-ı erbaa olarak adlandırılan, insan vücudunun yapıcı temel öğeleri olan kan, balgam, safra ve sevda’nın nem, kuruluk, sıcak, soğukluk oranındaki değişim ve bozulmanın hastalık nedeni olduğu bilgisi eski çağlardan modern tıbbın gelişmesine kadar, Doğu ve Batı’da geçerli olmuş ve tedavi bu temel üstüne kurulmuştur.


Fransızların ünlü Ansiklopedi’si 1765 yılında hastane için şunları yazar: “Sefillerin barınacakları yerlerin sayısını artırmaktan çok, sefaletin önüne geçmeye çalışmak önemlidir. Hastanelerin bugünkü gelirlerini yükseltmenin en sağlam yolu, yoksulların sayısını azaltmaktır. (...) Meslekten dilenciler ile gerçek yoksulları aynı çatı altında toplayarak yaşam koşullarını eşitleştirmek, tarıma açılması gereken topraklar, insan gönderilmesi gereken sömürgeler, desteklenmesi gereken fabrikalar, sürdürülmesi gereken bayındırlık işleri olduğunu unutmak demektir.”

Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi veya Hapishanenin Doğuşu eserlerini okuyanlar, yükselen kapitalizmin dilenci, deli, serseri ve hasta tanımlarını yeniden oluşturma ihtiyacının tarihini öğreneceklerdir. Hıristiyanlığın fakirlerin dini olduğu dönemdeki anlayışı bir yönüyle sürdüren Müslüman toplumların hasta, dilenci ve delilere bakışı eski biçimini korumuştur. İbn Sina’yı dünya tıbbının öncülerinden olacak biçimde yetiştiren ortaçağ Müslümanlığının etkileri Osmanlıya geçmiştir. Fatih ve Kanuni, şifahanelerde tedavi görenlerin nekahat dönemlerini geçirdikleri, iş bulmak için gelenlerin kaldığı tabhane adı verilen kurumlar oluşturmuşlardı. 

Roma imparatoru Büyük Constantinus’un İS 331’de putperestlere ait hastaneleri kapatıp yenilerini açmasıyla hastane ve hastalıkla ilgili antik gelenekten kopuşun sağlanması amaçlanmıştır. 12. yüzyıla kadar yalnızca kilise ve manastır örgütlenmesi içinde yer alan hastaneler bundan sonra şehirlerde sivil yönetimlere geçmeye başlamış, 16. yüzyılda kilisenin etkisi iyice azalmış, 17- yüzyılda tıp eğitimiyle hastaneler bütünleşmiş ve 18. yüzyıldan itibaren merkezi hükümetler iktisadi ve toplumsal konularda artan yükümlülükleri arasına sağlık konusunu da almışlardır. Selçuklu ve Osmanlı darüşşifa geleneğinden hastaneye geçiş III. Selim’in 1794’de açtığı Zeytinburnu Askeri Hastanesiyle başlamıştır.


Cumhuriyet’in ilk döneminde koruyucu hekimliğe önem verilerek hastanelerin yapım ve yönetimi belediyeler, özel idareler ve vakıflar gibi yerel kurumlara bırakılmış, 1924’te hastane tedavisini teşvik etmek için İstanbul, Ankara, Sivas, Trabzon, Erzurum, Diyarbakır’da nümune hastaneleri açılması kararlaştırılmıştı. 1954 yılında yataklı tedavi kurumlarının çoğu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na devredildi. Bugün bakanlığa bağlı hastanelerin yanı sıra Sosyal Sigortalar Kurumu, Milli Savunma Bakanlığı, üniversiteler, belediyeler, kamu kurumlarına bağlı ve vakıflarla özel sektörce açılmış hastaneler vardır. Ama değişmeyen gerçek şudur: Hastalığın tanımı ve hastalara yönelik tavır, halen yalnızca bilim konusu değil, toplumsal algı ve yatırım nedeniyle siyaset, kişisel olarak da para konusudur.




Öreke


Bugün ebesinin örekesini gören kaldı mı bilmiyorum. IO 2. yüzyılda Roma’da doktorluk yapan Soranos ebe sandalyesini ayrıntılı biçimde yazıp anlatmıştır; sandalyenin ayarlanabilir genişlikte hilal şeklinde oturağı, tutup güç almak ve yaslanmak için kolları ve arkalığı olmalıdır. Bu biçimiyle öreke iki bin yıldan uzun süre kullanılmış, son yüz elli yıldır diplomalı ebeler çoğaldıkça kullanımı azalmıştır. Ebe örekesiyle aynı kökten olması gereken, yünü bükerek iplik yapmaya yarayan aletin adı, Yunanca roka, İtalyanca rocca’dan Türkçeye girmiştir.


Besim Ömer Akalın Paşa (1862-1940) Doğum Tarihi (1932) kitabında doğumun modern tıp eğitimine nasıl girdiğini anlatır: “1892’de (...) Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane civarında nebatat bahçesi arkasında kale duvarına muttasıl üç oda ve bir sofadan ibaret küçük bir bina (...) adeta gizli olarak (...) bir dereceye kadar amelî olarak tedrisine ve manken üzerinde mümaresat ve ameliyat-ı veladiye iraesine başlanılmış idi. Memleketimizde ilk seririyat-ı veladiye işte burasıdır.”


Doğum yaşlı deneyimli kadın ve ebelerin yönetiminde gerçekleştirilirken, bugün özellikle ABD’de kocaların da katıldığı doğuma hazırlık kurslarıyla, özel hastaneleriyle uzmanlık alanı olmuştur. Eskiden ayakta doğurmak sağlıklı ve kolay kabul edilirmiş. İlkel kabilelerde bu yöntem halen benimsenirken ilkçağdan itibaren oturarak doğum yaygınlaştı ve öreke Akdeniz dünyasından kuzeye doğru yayıldı. Aş erme kurumunda olduğu gibi, acı listesinde en başlarda yer alan doğum sancısının hafifletilebilmesi için kültürel ve psikolojik ortam etkili oluyor. Örneğin, bazı Afrika kabilelerinde eşleri doğururken erkeklerin de ciddi doğum sancıları çekmeleri yaygındı. Doğum sancısına ameliyat yarasını tercih edip sezaryen isteyenler olduğu da görünüyor.



Sezaryen


Efsaneye göre sezaryen sözcüğü, Romalı Iulius ailesinin bu yöntemle doğduğu için Caesar adını alan üyesinden gelir, çünkü Latince caedere kesmek demektir. Roma’da Numa Pompilius döneminde (IÖ 715-673) çıkan bir yasaya göre gebeliğin ileri dönemlerinde ölen kadınların karınları kesilip dölütün çıkartılması gerekmektedir.

Shakespeare’in (1564-1616) ünlü kahramanı Macbeth ‘anasından doğan kimseden korkmaması’ kehaneti kendisine söylendiğinden rahattır ama sonunda düşmanı Macduff’la karşı karşıya geldiğinde, onun doğum zamanı gelmeden anasından yarıp çıkarıldığını, yani sezaryenle doğduğunu öğrenir ve yıkılır.

Latin tarihçi Suetonius’un (75-150) De Vitae Caesarum (Sezarların Yaşamları) adlı kitabı için yapılmış 1506 tarihli bir ahşap baskıda Iulius Caesar’ın sezaryenle doğumu resmedilmiştir. Alessandro Beneditti’nin 1594 tarihli ahşap baskısında ise Apollon sezaryen yapmakta, mitolojinin sezaryenle doğan kahramanı oğlu Asklepios’u doğurtmaktadır. Tıp tarihinin kaydettiği ilk sezaryenlerden biri Shakespeare zamanında, 1610’da yapılmış ve kadın 25 gün sonra ölmüştür.

Çeşitli nedenlerle sezaryene başvurulan vakalarda 19. yüzyılın ilk yansında ölüm oranı % 75’i bulmaktadır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren sezaryende büyük artış görülmüştür. Türkiye’ye ilişkin sağlıklı rakamlar bulunmasa da, ABD’de son yirmi yılda artışın beş kat, Kanada’da dört kat olduğu bildirilmektedir. 1989’da 967.000 kadının sezaryen olduğu Amerika’da sezaryenin oranı % 20’leri geçmiştir ve sezaryen olan kadınların yarısında zorunlu neden bulunmamaktadır. Sezaryen bu biçimiyle tıp dünyasında bir toplumsal mücadele alanı olarak görülmekte, ilk doğumunu sezaryenle yapan kadınların sonraki doğumlarını da sezaryenle yapmasının zorunlu olduğu görüşü de yoğun biçimde tartışılmaktadır. Türkiye’de de doktor gözlemlerine göre sezaryen, daha çok toplumsal nedenlerle artmış durumdadır.



Veba, Frengi, Verem, AIDS


1347-50 yıllarındaki ‘Kara Ölüm’ Avrupa’nın 6. yüzyıldan beri görmediği ve 1840’lara kadar görmeyeceği veba salgınıydı. Orta Asya’da başlayan salgın korkutucu hızla yayıldı. Önce Çin ve Hindistan’a yöneldi. Avrupa’da ilk kez 1346 yılında Kırım’daki Ceneviz kenti Kefe’de rapor edildi. Şehir Tatarların muhasarası altındaydı ve Tatarlar direnişi kırmak için ölenlerin cesetlerini mancınıkla şehre attılar. Kefe’den kalyonlarla kaçanlar salgını Avrupa’ya taşıdı. Ekim 1347’de salgın Sicilya’da Messina’ya ulaştı. Ocak 1348’de Kefe’den gelen kalyonla Cenova’ya vardı. Korkuya kapılan hemşehrileri tarafından kovulan gemi Marsilya ve Valencia’ya gitti. Aynı kış salgın Venedik ve öteki Adriyatik şehirlerini sardı, Pisa, Floransa ve Orta İtalya’ya geçti. Yazın Paris’e ulaştı, yılsonunda Manş Denizi’ni aştı. 1349’da Britanya Adaları’nın kuzeyine vardı, doğuda Almanya ve Güney Balkanlara geçti. 1350’de İskoçya, Danimarka ile İsveç ve Hansa şehirleri yoluyla Baltık ve Rusya’ya girdi. Salgının Avrupa’da bulaşmadığı Polonya, Pirenelerdeki Bearn Kontluğu ve Liege gibi çok az yer kaldı.


Kara Ölüm’ün neden olduğu can kaybı hakkında birçok çalışma yapılmışsa da, genel sonuçlara varmak zordur. Ingiltere’de mahalle papazlarının kayıtlarından çıkarılan sonuçlara göre, cematler % 45 oranında küçülmüştür. Kara Ölüm sonunda Avrupa’da üç kişiden birinin öldüğü genel olarak kabul görmektedir. Bu durumda İngiltere’de 1,4 - 2 milyon, Fransa’da 8 milyon ve bütün Avrupa’da 30 milyon kişi ölmüş demektir.


Bazı hastalıklar yarattıkları felaketlerin ölçeği ve doğurdukları sonuçlarla insanlığın belleğinde yer etmiştir. Cüzam, veba, kolera, verem, frengi Eski Dünya’nın dönem dönem neredeyse tamamını kapsayan salgınlarla dehşetin simgesi haline gelmiş, hastalarla sağlamların, yönetimlerle halkların, tıp bilimiyle halk inanışlarının alt üst olmasına yol açmıştır. Savaş ve çevreyi etkileyen teknolojilerin son yüzyıldaki kadar etkili olmadığı eski zamanlarda, tıp bilgisi ve korunma olanaklarının da kısıtlılığı ile, insanların en büyük ve ortak felaketi bu salgın hastalıklardı. Son zamanlarda savaş gibi toplumsal tarihin yeni açılımlarıyla tarihçilerin yeniden gündemine giren bu hastalıklardan veba, frengi, verem ve bu deneyimlerle yüzyılımızın hastalığı olarak adlandırılan AIDS tarihinden sayfalar üstünde duruyoruz.


1909’da Şalvarsan 606’nın geliştirilmesi ve 1943’de ilk evresinde penisilinin etkili olduğu bulunup antibiyotik kullanımı başlayana kadar frengi yaygın bulaşıcı bir hastalıktı. Frengiyi Kristof Kolomb’un Amerika’dan getirdiği iddia edilmişti. 1495’de Fransa-Napoli savaşında Italyanlar Fransızlardan hastalığı kaptılar ve ona Fransız şeytanı, Fransa hastalığı (mal Francese) adını verdiler. İtalya’dan yayıldığı başka ülkelerde de adı Napoli şeytanı oldu. Almanlar hastalığı Fransız ve Napolililerden, Japonlar Kastilyalılardan, Portekizliler Flaman, Polonyalılar ise Türklerden aldıklarını iddia ettiler. Türkler de hastalığa frengi adını verdiler. Hastalığa 1530’da sifilis adını veren, Frigya kralının kızı Niobe’nin oğluna adadığı şehir Sipylos’tan esinlenen Italyan doktor Gerolamo Fracastoro oldu. Bugün, cıvayla tedavi edilmeye çalışılan frenginin aslında o dönem çok yaygın olan cüzamla karıştırılmış olduğu düşünülmektedir. Johanne Plenck’in zamklı cıva mecure gommeux tedavisine ilişkin 1776 yılında yazdığı kitaptan yararlanan Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi Risalemi illet-i Efrenç'i kaleme almıştır. 1854 Kırım Savaşı’nda frengi salgını kuvvetlenince, hamamların kapatılması gibi tedbirlere başvurulmuştur.

1880’li yıllarda Pera’dan başlayarak genelevlerin denetlenmesi ve zührevi hastalıklarla ilgili birimlerin kurulmasından sonra Cumhuriyet’in ilanından önce Ankara Büyük Millet Meclisi’nde 1921 yılında, evlenecek bütün erkekler ve dul kadınların, yakınlarından birinin yanında bulunması koşuluyla, doktor bulunan yerlerde muayenelerini zorunlu tutan yasa önerisi verilmiştir. Her bölge insanının muayeneyi kabul etmeyeceği, dolayısıyla yalnız frengili bölgelere mecburiyet getirilmesi ile bölge ayrımı yapılamayacağı tartışılmış, sonuçta kanun, muayenenin illerde, o ilin koşullarına göre düzenlenecek yönetmeliklere göre yapılması hükmüyle çıkmıştır.


İnce hastalık olarak bilinen verem, tüberküloz, Abdülmecid’in karısı Gülcemal Hanım ve kızı Behice Sultan gibi, Avrupa ve Osmanlı saraylarında her türlü olanağa sahip insanlardan da çok can alan, yaygın bir hastalıktı. Besim Ömer Paşa 1923’de Veremle Mücadele Osmanlı Cemiyeti’nin kurulmasında öncülük edenlerdendi. 1923’de ilk verem savaş dispanseri, 1924’de Heybeliada Sanatoryumu açıldı. 1930 Umumi Hıfzıssıhha Kanunu verem savaşını zorunlu kıldı ve 193l ’de Evlenme Muayenesi Hakkında Nizamname açık veremlilerin evlenmelerini yasakladı. Verem ikinci Dünya Savaşı sırasında tekrar yaygınlaştı. 1948’de Türkiye Ulusal Verem Savaş Derneği kurularak 1952-72 yılları arasında gezici BCG aşı kampanyaları yürütüldü. 1945’de 100 binde 262 olan ölüm oranı 1970’de 100 binde 20’ye düşürüldü, ikinci Dünya Savaşı’nın son dalgasında, 1946’da veremden ölen Muzaffer Tayyip Uslu “Kan” adlı şiirinde “Önce öksürüverdim/ Öksürüverdim hafiften/ Derken ağzımdan kan geldi/ Bir ikindi üstü durup dururken” mısralarıyla ölümsüzleşirken, verem 1985’lerden sonra eski gücüyle olmasa da tekrar yaygınlaştı.


AIDS 1985 yılında ABD film yıldızı Rock Hudson’un bu hastalıktan ölmesiyle bütün dünyada tanındı ve korku yarattı, ilk kez 1981 kışında teşhis edilen hastalığa yol açan virüs 1983 Kasım’ında bulundu. Çağımızın vebası olarak tanımlanan AIDS’in maymundan veya laboratuvar çalışmalarından insanlara geçip yayıldığı iddiaları ortaya atıldı. İngilizce Acquired Immune Deficierıcy Syndrome (edinilmiş bağışıklık yetmezliği sendromu) sözcüklerinin baş harflerinden adını alan hastalığın yayılma hızı ve biçimi heyecan ve tartışma konusu oldu. Türkiye’de bu hastalıktan ilk ölüm vakası 1992’de oldu ve gazetelere geçti, insanların cinsel yaşamlarının tartışıldığı, karşılıklı saldırı ve propagandalar yapıldığı, filmler çekildiği günlerden sonra, dünyada yüzyıl sonunda, özellikle Afrika’da yayılarak, hastalık oranının % 50’lere varacağı tahminlerine rağmen hastalık eski güncelliğini kaybetti.




İlaç


Anadolu’ya taşınan Eski Türkçe sözcüklerden biri de ilaç anlamında ot ve hekim anlamında otacı’ydı. Modern kimya bilimi gelişene kadar eczacılık bitkilere bağlı kalmıştır. Roma imparatorluğu hızla genişleyip büyüyünce ilaç ve bitki tanımlanması ihtiyacı doğmuş ve Dioskurides, Galenos gibi hekimler altı yüz, Plinius dokuz yüz kadar bitkinin tanımlamasını yapmıştır. Plinius bitkilerin tanım ve resimlerinde tek mevsime bağlı kalınmasının yeterli olmayacağını, her bitkinin çeşitli evrelerinde farklı etkiler gösterebileceğini vurgular. Anadolu’da ocaklı denilen el almış kişilerce yürütülen doktorluk/eczacılık geleneği de birçok kültürde olduğu gibi kendisini sağlıklı biçimde sürdürememiş ve bugün kocakarı ilaçları denilen kapsama girmiştir.


Eczacılığın babası Bergamalı Galenos’un (130-200) hazırladığı, tıbbi müstahsar adı verilen hazır ilaçlar, yüzyıllarca kullanılmış, tiryak (theriaca) , tin-i mahtum (terra sigillata) , ebucehilkarpuzu (hiera) gibi örneklerinden Osmanlı kültüründe 20. yüzyıla kadar yararlanılmıştır.


1573 yılında İstanbul kadısına yazılan bir hükümde “Bazı kimesneler cerrah ve tabib ve kehhal [sürmeci, göz hekimi] adına gezip hengame kurup ve dükkânlarda oturup... müselmanlara tıbba mügayir ve hikmete muhalif katil şerbetler ve zehir-nak müshiller verip ve âdet-i aleme muhalif yaralar açıp ve gözlere dahi üslupsuz yapışıp muhalif otlar koyup, mallarına ve canlarına zarar erişdirip” bunların hekimbaşı tarafından bizzat imtihan edilip icazet verilmeyenlerin men edilmeleri istenmektedir (Ahmet Refik; Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı).



9.yüzyıldan itibaren tıp ve eczacılıkta önemli gelişmeler gösteren İslam dünyasının mirasına sahip çıkan Osmanlı toplumu zamanla yeni bilgiler üretemeyerek ve dünyadaki gelişmeleri izleyemeyerek veya yaygınlaştıramayarak çağdaş tıp ve eczacılığın gerisinde kalmıştır. Türkiye’de modern eczacılık bilimine uygun biçimde ilk eczane 1757 yılında açılan ‘İki Kapılı Eczahane’dir. 1832 yılında yalnız Galata ve Beyoğlu bölgesinde açılan eczane sayısı 25’i bulmuştur. 1833’de en uzun ömürlü eczanelerden biri olan ‘Pharmacie d’Angleterre’ Noel Kanzuch tarafından açılmış, Kırım Savaşı’ndan sonra öncelikle Pera tarafında açılan eczane sayısı iyice artmıştır. Ülkede modem eczacı okulu ve Müslüman eczacı bulunmamasından şikâyetçi olan idarecilerin eczacılık okulu açıp Müslümanların bu okula gitmelerini teşvik etmeleriyle sahibi Müslüman olan ilk eczane 1880’de Zeyrek’te Hamdi Bey tarafından açılmıştır.


1820’lerde İstanbul’da tiryak ve melisa ruhundan (esprit de melisse) başka hazır ilaç yoktur. 1890’da 5-6 olan hazır ilaç sayısı 1900’de 100-120’ye çıkmıştır. İlaç üretimine Kanzuk başladı ve 1911-1929 yılları arasında bu alanda gelişme gösterildi. Kanzuk pastili halen kullanımdadır. Şurup, iksir, merhem üreten ve uluslararası sergilerde ödül ve liyakat diplomaları alan, 1895 yılında müstahzarat laboratuvarı açan Ethem Pertev Bey, 1900 Paris Uluslararası Fuarında elle çalışan makineyle ürettiği komprime ilaçlarını sergilemiştir. 1900 yılında Haşan Rauf ilk enjeksiyon ampulü olan Rauf ampullerini piyasaya vermiştir.

Cumhuriyet ilan edildiğinde bin kadar hazır ilaç vardı. 1926 yılında yurtiçinde yapılan hazır ilaçların ithalatı yasaklanınca, ilaç adını değiştirerek ithal izni almak, bir Türkiye vatandaşına ruhsat aldırmak, etkili madde ve ambalajı yurtiçine sokarak Türkiye’de üretim yapmak gibi yollara başvurularak ithalat yasadışı yollarla devam ettirilmek istendi. 28 Ocak 1927’de Eczacılar Kanunu kabul edildikten sonra 1936’da yabancı firmaların Türkiye’de üretimleri yasaklandı ve bu yasak 1947 yılına kadar yürürlükte kaldı.


1949’da 295 firma tarafından 1500 ilaç yapılıyordu, fakat bu firmaların çoğu bir odalık laboratuvardan ibaretti. İlk ilaç fabrikası 1952’de açıldı. İthal ilaçlar 1885'den itibaren niteliklerinin kontrolü için gümrükte muayene ediliyor ve zamanla harç anlamını kazanan bandrol veriliyordu. 1900’de kaldırılan bandrol Cumhuriyet devrinde vergi amacıyla tekrar konduysa da 1938’de kaldırılmıştı.


1967'de ilaç imal eden kuruluşların adedi 70 civarında, hazır ilaç miktarı ise 2150’dir. Hazır ilaçlar içinde drog veya drog ekstresi taşıyanların miktarı ise ancak % 8 civarına düşmüştür. 1990’lı yıllarda 2500 preparat üstünde yapılan bir araştırmada bunların yalnızca 155 tanesinin bitkisel drog veya ekstresini içerdiği, bunun da Türkiye’deki hazır ilaçların % 6’sını oluşturduğu saptanmıştır ve Türkiye bitkilerine bir ömür veren Turhan Baytop’un karşılaştırmasına göre, Türkiye genellikle kendi ülkesinde yetişmeyen bitkisel drogları, Almanya ise Türkiye’de yetişenleri kullanmaktadır.




Tiryak


Pontos Devleti’nin son kralı VI. Mithridates’ten (İO 120-63) adını alan Mithridaticum ilacı, kralın zehirlenerek öldürülmek korkusu ile hazırladığı panzehirdir ve Neron’un doktoru Andromakhos tarafından hazırlanan tiryak’ın da kökenini oluşturur. 19. yüzyıla kadar Batı’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda her derde deva olarak görülen bir ilaç olan tiryak, Yunanca theriorı (vahşi hayvan) sözcüğünden Latince theriaca, İtalyanca triaca, teriaca, Fransızca triacle, thericujue, İngilizce teracle, theriac, theriaca, Almanca Theriak olarak bilinir. Macun kıvamında, 440-50 nebati ve madeni madde, 2 hayvani madde, en fazla afyon içeren tiryakın en iyi kalitelisi olarak Venedik ürünü altınbaş tiryakı kabul edilmiştir. Aktarlarda satılan tiryak-ı Türkî, tiryak-i Farisî, çiğ tiryak gibi türleri vardır.


Mithridaticum için XVI. yüzyılda Venedik’te her bahar tören yapılırdı. Venedik yolu ile İstanbul’a gelen bu ilacı ilk kez 1539’da Kanuni’nin annesi Hafize Sultan için Merkez Efendi kullandı. Manisa’daki Mesir Macunu ve bayramı da Merkez Efendi’nin anısının ve Mithridaticum’un devamıdır. Mithridaticum 1837 ve 1866 Fransız kodekslerine de girmiştir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.

DÎNİ SÖZLÜK “H”

 HUBB-I DÜNYÂ:

 

Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir.

 

Hubb-ı dünyâ arttıkça, âhirete olan zarar da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın ona zararı azalır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Hubb-ı dünyâ, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

HUBB-I FİLLÂH VE BUĞD-I FİLLÂH:

 

Allahü teâlâ için sevmek ve Allahü teâlâ için düşmanlık etmek.

 

Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz; hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâh yapmadıkça, hiçbirisi kabûl olmaz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Amellerin, ibâdetlerin en kıymetlisi, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; "Yalnız benim için ne yaptın" buyurdu. "Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve zikr yaptım (Seni andım)" cevâbını verince; "Kıldığın namazlar seni Cennet'e kavuşturacak yoldur, kulluk vazîfendir. Oruçların seni Cehennem'den korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü sana gölgelik olur. Zikirlerin de o günün karanlığında sana ışık olur. Benim için ne yaptın?" buyurdu. "Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir" deyince, Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin Hubb-ı fillâh buğd-ı fillah olduğunu anladı. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Süleymân bin Cezâ)

 

HUBB-I RİYÂSET:

 

Makam ve mevki sevgisi.

 

Hubb-ı riyâsetin insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hubb-ı riyâset insanlarda üç şeyden hâsıl olur. Birincisi, nefsin arzûlarına kavuşmak arzusu. Nefs, arzûlarının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak, müstehâb (dinde güzel görülen) ve mübâh (dînen izin verilen) işleri yapmak içindir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ (gösteriş) ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmamak ve vâcibleri, sünnetleri terk etmemek lâzımdır. Üçüncüsü nefsi eğlendirmektir. (Muhammed Hâdimî)

 

HUBB-ISİVÂ:

 

Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi. (Mâsivâ)

 

Olup nâdim elim çektim hevâdan,

Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan.

Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,

Kapundan etme red, bu pür günâhı.

 

(Muhammed bin Receb)

 

HUCCET:

 

1. Senet, vesîka, delîl, burhân. (Delîl)

 

Temizliğini tam yapıp, vakitlerine uyarak beş vakit namaza devâm eden kimseye o namaz kıyâmet gününde nûr, huccet ve delîl olur. Kim namazı zâyi ederse, Fir'avn ve Hâmân ile haşrolur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

Elli dört farzdan biri de Kur'ân-ı azîm-üş-şânı huccet, tutmak, O'nun hükmüne râzı olmaktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

2.   Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

 

Huccet-ül-İslâm:

 

1. Üç yüz bin hadîs-i şerîfi, senetleri (rivâyet edenleri) ile birlikte ezberden bilen büyük İslâm âlimi.

 

Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:

 

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin dünyâya yayılan nasîhatlerinden biri şudur:

 

Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazâb ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri yâni sevâbları, kötü işlerinden, yâni günâhlarından ziyâde olmadı ise, Cehennem'e hazırlansın." Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir.

 

2.  Dinde söz sâhibi mânâsına İmâm-ı Gazalî hazretlerinin lakabı.

 

HUCURÂT SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin kırk dokuzuncu sûresi.

 

Hucurât sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede geçen Hucurât kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede, bir kısım ahlâk kuralları ile Peygamber efendimize ve insanların birbirlerine karşı nasıl davranacakları bildirilmektedir.

 

Allahü teâlâ Hucurât sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi, Nebiyyullah'ın (Allahü teâlânın peygamberinin) sesinden yukarı çıkarmayınız. O'na karşı, birbirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz! O'na saygısızlık gösterenin ibâdetleri yok olur. (Âyet: 2)

 

Kim Hucurât sûresini okursa, Allahü teâlâya itâat edenlerin sevâbı kadar sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

HÛD ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi. (A'râf sûresi: 65)

 

Hûd'u (aleyhisselâm) ve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp mü'min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik. (A'râf sûresi: 72)

 

Hud aleyhisselâm Yemen'de bulunan Âd kavmine peygamber olarak gönderildi. Nuh aleyhisselâm'ın oğlu Sâm'ın neslindendir. Hûd aleyhisselâm, Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allahü teâlâya ibâdet etmekle meşgûl oldu. Ara sıra ticâretle de meşgûl olan Hûd aleyhisselâm, gâyet şefkatli ve çok cömert idi.

 

Bolluk, bereket içinde ve gösterişli binâlar yaparak yaşayan Âd kavmi zamanla bozuldu. Bütün nîmetleri kendilerine veren Allahü teâlâyı unutan Âd kavmi putlara tapmaya başladılar. Kendilerine Hûd aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Nûh aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarını onlara anlattı. Allahü teâlâya inanmalarını ve ibâdet etmelerini söyledi. Dâvetini kabûl etmeyen Âd kavmi ona karşı çıktılar. Hûd aleyhisselâm onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Pek az kimse îmân etti. Hûd aleyhisselâm kavmini îmâna dâvet etmeye devâm etti. Kavmi ona hakâret ettiler, kendinden geçinceye kadar dövdüler. Hûd aleyhisselâm, kavminin ıslâh olmayacağını anlayınca; "Yâ Rabbî! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesîle olacak bir musîbet ver" diye bedduâda bulundu. Hûd aleyhisselâmın duâsını kabûl buyuran Allahü teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup ağaçlar meyveler sararıp soldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. Hûd aleyhisselâm yılmadan onları îmâna dâvete devâm etti ise de git-gide azgınlaştılar. Hûd aleyhisselâma daha çok eziyet ettiler. Hûd aleyhisselâm mûcizeler gösterdi fakat yine inanmadılar. Allahü teâlâ, Âd kavmi üzerine azâb yüklü bulutu göndererek, buluttan esen bir rüzgârla onları helâk etti. Âd kavmi üzerine çok şiddetli gelen bu rüzgâr, Hûd aleyhisselâm ve ona tâbi olanların yüzlerine gâyet serinletici ve tatlı olarak esti. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatla meşgûl oldu ve orada vefât etti. Kabrinin Harem-i şerîf (Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki mescid)de Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir. (Taberî, Nişancızâde Mehmed Efendi)

 

HÛD SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i kerîmedir.

 

Hûd sûresi on beşinci ve on altıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki:

 

Kim dünyâ hayâtını ve onun zînet (ve ihtişâmını) isterse, onların yaptıklarının (çalıştıklarının) karşılığını burada tamâmen öderiz. Onlar bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başkası yoktur. (Dünyâda) işledikleri şeyler (hattâ iyilikler) orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri hep boştur.

 

Hûd sûresi beni ihtiyârlattı. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

HUDÂ:

 

Varlığı kendinden olup, başkasına muhtâc olmayan Allahü teâlâ.

 

Niçin küfrân eder insan, Hudâ nîmet verir iken,

Utanmayıp eder isyân, kâmûyu ol görür iken,

Beher an hamd ü şükretmez, dahi insanı fikretmez,

Her gün hakkı zikretmez, bedende can durur iken.

(Niyâzi Mısrî)

 

Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı

Herkesin çektiği, kendi cezâsı.

(Muhammed Sıddîk bin Saîd)

 

Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu eyleyiniz (alçak gönüllü olunuz), yalvarınız da sizin için duâ etsinler ve kabûl olsun. (Ali Râmitenî)

 

HUDÛ':

 

Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat etmek.

 

Namazın kusûrsuz olması; dînî hükümleri bildiren fıkıh kitaplarında geniş olarak yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Namazı tamamlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. Namazda huşû' yâni her uzvun (organın) tevâzû göstermesi, bu dört şeyi yapmakla hâsıl olur. Kalbin hudû'u da, yine bunları tamam yapmakla olur. (Ahmed Fârûkî)

 

HUDÛD:

 

Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar. (Had)

 

HUDÛR:

 

Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak, O'nu unutmamak. (Huzûr)

 

HUKEMÂ:

 

Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbat eden mü'minler. (Hakîm)

 

HUKÛK-UL-IBÂD:

 

İnsanlara âit haklar. (Kul Hakkı)

 

HUKÛKULLAH:

 

Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı, değiştiremeyeceği şeyler.

Îmân, namaz, oruc, hac, cihâd, zekât, öşür, sadaka-i fıtr; hırsızlık ve yol kesicilik gibi suçlara verilecek cezâlar, kâtilin öldürdüğü akrabâsının mîrâsından mahrûm olması, kasten orucunu bozanın ve hac esnâsında av hayvanı öldürenlerin mükellef olduğu keffâretler hep hukûkullahtandır. Bunlara hukûkullah denmesi, Allahü teâlâdan başkasının bu çeşit işlerde tasarruf edemiyeceği, beşerî hayâtın devâmının ve isikrârının temel şartlarından olması bakımından ehemmiyetini ifâde etmek içindir. Erkek ile kadının nikahsız berâber olmaları, zinâ işinin haramlığını kaldırmaz. Kadın ile erkek bu yetkiye sâhib değildir. Çünkü bunlar, hukûkullahtandır. İnsanlara âit haklardan değildir. Haramlığını kimse değiştiremez. (Serahsî, Teftâzânî)

 

HUL':

 

Zevceyi mal karşılığında boşamak.

 

Hul' ile boşanmada nikâhta anlaşılan mehirden çok istemek mekrûhtur. (Ebü'l-Leys-i Semerkandî)

 

HULD CENNETİ:

 

Sekiz Cennet'in dördüncüsü.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Ey Resûlüm!) de ki: Acabâ bu Cehenem mi hayırlı, yoksa takvâ sâhiplerine (Allahü teâlâdan korkup haramlardan kaçan kimselere) vâd olunan Huld Cenneti mi? Ki bu onlar için bir mükâfât, bir merci'dir (dönüş yeridir). Orada devâmlı kaldıkları hâlde, o takvâ sâhiblerinin her diledikleri vardır." (Furkân sûresi: 15-16)

 

Yâ Rabbî! Senden Îmân, tükenmeyen nîmetler, Huld Cenneti'nde Muhammed aleyhisselâma arkadaş olmayı isterim. (İmâm-ı Gazâlî)

 

HULEFÂ-İ ERBEA:

 

Dört büyük halîfe. (Hulefâ-i Râşidîn)

 

Hulefâ-i erbeanın birbirinden üstünlüğü hilâfetleri sırası iledir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN:

 

Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.

 

Allahü teâlâdan korkunuz. Başınızdaki emir, Habeşî köle olsa bile, itâat ediniz! Benden sonra müslümanlar arasında ayrılıklar olacaktır. O karışıklık zamanlarında benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetlerine sarılınız. Benim halîfelerim doğru yolu gösterirler. Onların gösterdiği yolda olunuz! Sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız! (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Hulefâ-i Râşidîn'i sevmemek sûretiyle Peygamber efendimizi incitmek, hazret-i Hasen ve Hüseyn'i sevmemek sûretiyle incitmek gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hutbede,  Hulefâ-i Râşidîn'in isimlerini zikretmek, Ehl-i sünnetin şiârı   (alâmeti)dır.

(İmâm-ı Rabbânî).

Mevlana Meydanı / Konya

 


ESKİ TÜRK HAKANLIKLARINDA TEŞKİLAT

 


Eski Türk Devlet/Hakanlık (İl) Teşkilatı


Eski Türkler devlet oluşumunu gerçekleştirmeleri için dört önemli unsuru içlerinde barındırmaları gerektiğine inanmışlardır. Bunlar: 1. Bağımsızlık (Oksızlık), 2. Ulke (Uluş), 3. Halk (kün), 4. Kanun (Töre)’dir. Bu dört unsur bir araya geldiğinde hükümdarlık (Erlik), kut, cihan hakimiyeti ülküsü ile birleşerek büyük bir devlet kurulmuştur. Devletleşmeye giden süreçte aşağıda açıklayacağımız hakimiyet anlayışı etkili olduğu kadar kurumlar olarak meclis, hükümdar, hükümet, hatun, veliaht, ikili teşkilat, diplomasi (elçilik), ordu ve adli teşkilatta etkili olmuştur.


Türklerde Hakimiyet Anlayışı


Hükümdara İdare Etme Hakkının Tanrı Tarafından Verilmesi


Eski Türk hükümdarlık anlayışı karizmatik (hükümranlık yetki ve kuvveti Tanrı tarafından bağışlanan) bir tip olarak kabul edilmiştir ki ön Türkler hakkında bilgi veren vesikalarda idare etme hakkının Türk hükümdarlarına Tanrı tarafından verildiği (kut: siyasi hakimiyetin bağışlandığını) açıkça görülmektedir. Asya Hun hükümdarı Mete'un unvanı "Gök-Tanrı'nın (güneş ve ay'ın) tahta çıkardığı Tanrı Kut'u Tan-hu"idi. Hsia Hun Devleti Tan-hu'su He-lien Po-Po (5.yy ilk çeyreği) şöyle diyordu: "Benim hükümdar olmam Tanrı tarafından kararlaştırıldı."


Bu hususta Bizans tarihçisi Priskos şu delili zikretmektedir: "Priskos, Roma elçisi Contantiolus'tan Roma'dan bir unvan alma hususunda münakaşaya giriştiği zaman Attila'nın kendisine yalnız -reis, başbuğ- unvanı verilmesine son derece kızdığı ve hiddetlendiğini duymuştur".


Bu hiddetinde Attila'nın Tanrı tarafından kendisine dünya üzerindeki hakimiyetin bahşedilmiş olduğu kanaatini beslemiş olmasının da hissesi olsa gerektir. Zira bu hadiseler akabinde Roma elçisi Priskos'a "Bir zamanlar İskit krallarının mukaddes bir eşya saydıkları ve orduları teftiş eden kimseye ayrılmış bulunan Tanrı Ares’in kılıcının Attila'nın elinde bulunduğunu" söylemektedir. Attila ise bunu Tanrı tarafından dünya hakimiyetinin kendi eline tevdi edilmiş olduğuna alamet saymıştır.


IX. yüzyıl Tuna Bulgarlarından kalma ve Omurtag Hakan (814-831) tarafından babası Krum Hakan (803-814) adına yaptırdığı Madara Kaya Kabartmasının sağ tarafındaki kitabede Tuna Bulgarlarında da Tanrı tarafından tahta çıkarıldıkları düşüncesi çok açıktır: "Tanrı tarafından gönderilen kişi".


Kök-Türk Hakanları da bu düşünceydiler "Tanrı'ya benzer, Tanrı'da olmuş Türk Bilge Kağan"; "Babam Kağan ile anam Hatunu Tanrı tahta oturttu"; "Tanrı irade ettiği için, kut'um olduğu için Kağan oldum". Kök-Türk Kağanı İşbara (582-587) yazdığı mektuplarında "Tanrı tarafından kurulan Kök-Türk Hakanlığı" ibaresini kullanmak idi.


747 yılında Uygur Kağanı olan Moyen-Çor'un (747-749) unvanı "Tengri'de bolmış il imiş Bilge Kağan: Gökte doğmuş, memleket idare etmiş Bilge Kağan idi. Üçüncü Uygur yazıtında başa geçen hakanların unvanlarında hep Tengri kelimesinin mevcut olduğunu görüyoruz. Mesela: Tengride Alp Külüg Bilge Kağan, bunun yerine Tengride Kut Bulmuş Alp Bilge Kağan, bunun yerine de Tengride Kut Bulmuş Küçlüg Bilge Kağan geçti.


Destanlarda da Oğuz Kağan hakimiyetini ilahi bir menşeden almış, Uygur hakanları semavi bir nurdan doğan peri kızının tavsiyesiyle bu ilahi menşeye sahip olmuşlardır. Bu anlayış Müslümanlığı kabul eden Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinde de mevcudiyetini devam ettirmiştir.


Divan'da Kaşgarlı Mahmud kendi ifadesi ile bu anlayışın derinliğine olan inancını İslamiyetteki anlayışla yoğurarak vermektedir: "Tanrı'nın devlet güneşini Türk buçlarında doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğlerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzünün itbayı kıldı. Zamanımızın Hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi; onları herkese üstün eyledi, kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yeryüzünden onları her dilediklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin-ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir.


Ant içerek söylüyorum ben Buhara'nın -sözüne güvenilir- imamlarından birinden ve başkaca Nişaburlu bir imamdan işittim. İkisi de senetleriyle bildiriyorlardı ki Yalvacımız(Peygamberimiz) kıyamet belgelerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlikleri vardır" buyurmuştur. Bu söz (hadis) doğru ise sorgusu kendilerinin üzerine olsun. Türk dilini öğrenmek çok gerekli(vacib) bir iş olur; yok bu söz doğru değilse, akıl bunu emreder."


Eski Türk hakanlıklarında görüldüğü üzere hakimiyet anlayışı karizmatik bir mahiyet arz etmiş, Türk hükümdarları ilahî bir kudretle donatıldıklarına inanmışlardır. Kut yüzyıllar içerisinde gelişerek yüksek bir devlet kurma düşüncesini ve felsefesinin doğmasına sebep olmuştur.


Hakan/Kağan/ Hükümdar


Eski Türk hakanlıklarında sosyal, dini ve hukuki alanlarda varlığını açık bir şekilde gördüğümüz Türk Hükümdarı boydan devlete giden süreçte boyunun başında bey olarak görev aldığında hükmetme hakkını da almıştır ki bu bir anlamda tahta çıkmak demektir. Bununla birlikte veliaht tayin edilmek suretiyle, iç mücadeleler neticesinde ve devlet ileri gelenleri tarafından yapılan seçim suretiyle tahta çıkma yöntemlerinin de uygulandığını görüyoruz.


Eski Türk hükümdarları semavi (ilahi) menşe ve cihan hakimiyetine sahip bulunmak inancı ile milletin ve tebaanın bir baba gibi koruyucusu olduklarına inanıyorlardı. Nitekim Orhun Yazıtlarında milleti koruyan, iktisadi ve sosyal yönden yönlendiren kağandır. "... töre mucibince amcan hakan (tahta) oturdu. Amcam Hakan (tahta) oturarak Türk milletini yüce etti; doğrulttu. Fakiri zengin kıldı, azı çok eyledi..."; "Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni o Tanrı Hakan olarak (tahta) oturttu. Muhteşem bir kavim üzerine Hakan olmadım. İçte aşsız, dışta elbisesiz korkak ve zavallı bir kavim üzerine hükümdar oldum. Küçük kardeşim Kül-Tegin ile sözleştik. Babamızın ve amcamızın kazandığı milletin adı sanı yok olmasın diye Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül-Tegin ile iki şad ölesiye çalıştım..."; "...Tanrı buyurduğu (ve) kut'um olduğu için, ölecek milleti diriltip, doğrulttum, çıplak kavmi elbiseli, fakir halkı(kavmi) zengin kıldım. Dört yandaki kavmi hep muti kıldım. Düşmansız kıldım (bunlar) bana hep itaat etti" ifadeleri bu duyguların ve görevlerin en belirgin ispatıdır.


Türk Hükümdarlarının Taşıması Gereken Özellikler


Kaynaklar incelendiğinde Türk milletinin hükümdarından istediği vasıflar, açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu vasıfları taşıyan hakanlar başarılı, bu vasıfları taşımayan hakanlar ise başarısız kabul edilmiştir. Nitekim vasıfsız hakanlar millet veya meclis eliyle görevden uzaklaştırılmışlardır. Bu vasıfları maddeler halinde şu şekilde verebiliriz:


1- Akıllı, Bilge ve Bilgili olmalıdır

2- Cesaretli, kuvvetli ve kahraman olmalıdır

3- Asil soydan gelmelidir.

4- Dürüst olmalı, doğruluktan ayrılmamalıdır

5- Fazilet sahibi olmalıdır

6- Sözünde duracak ve verdiği sözden dönmemelidir

7- Hasîs değil, eli açık olmalıdır

8- Yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi olmalıdır

9- İhtiyatlı olup, gafil olmamalıdır

10- Uyanık olmalıdır

11- İhmâlkâr olmamalıdır

12- Aceleci değil, sabırlı olmalıdır

13- Zalim olmamalıdır

14- Merhametli ve şefkatli olmalıdır

15- Yalan söylememeli ve yalandan hoşlanmamalıdır

16- Siyasette mahir olmalıdır

17- Yerine göre suçluları affetmelidir

18- İnatçı olmamalıdır

19- Temiz olmalıdır

20- Takva sahibi olmalıdır

21- Dili yumuşak (Tatlı dilli) olmalıdır

22- Mağrur ve kibirli olmamalıdır

23- Tok gözlü olmalıdır

24- Gönlü temiz ve kalbi doğru olmalıdır

25- Anlayışlı olmalıdır

26- Misafirperver olmalıdır

27- Nefsine hâkim olmalıdır

28- Harama el uzatmamalıdır

29- Tanır’ya ibadet etmel (Allah’a kulluk-ibadet etmelidir)

30- İçki içmemeli, kumar oynamamalı ve fesattan uzak durmalıdır

31- Kan dökmemeli, düşmanlık besleyip kin gütmemelidir

32- Kılıcını elden hiçbir zaman bırakmamalıdır

33- Dünya  malına  değer  vermemeli,  dünyaya  kanmayıp  kendisinin  fani  olduğunu bilmelidir.

34- Güler yüzlü, yakışıklı, saçı-sakalı düzgün ve orta boylu olmalıdır.


Türk Hükümdarlarının Vazifeleri


Türk hakanlıklarında hakanın vasıfları olduğu gibi vazifeleri de belli başlıklar altında toplanmştır. Bu akidelerin bir yönetmelik gibi düşünülmesi doğru değildir. Daha önce de ifade edildiği gibi Türk devlet ve sosyal hayatını düzenleyen töre; bu görev, vazife ve yetkileri sözlü veya yazılı olarak belirlemiştir. Hükümdarların vazifelerini 15 başlık altında toplayabiliriz:


1- Barış ve sükûnu sağlamalı, bunu dünya çapında gerçekleştirmelidir

2- Milleti için gündüz oturmadan, gece uyumadan hizmet etmeli ve vatanı savunmalıdır.

3- Memleketi tanzim ve idare etmeli, halkı düzene koymalıdır

4- İyi kanunlar yapmalı, adaletle uygulamalı ve halkı korumalıdır

5- Dağınık boyları toplayıp nüfusu çoğaltmalıdır

6- Halkı çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır

7- Yiyecek, içecek vermeli ve mal dağıtmalıdır

8- Kuldan “fakir” adını kaldırmalıdır

9- Halkın menfaatini düşünmeli ve onlara şefkatle muamele etmelidir.

10- Devlet idaresinde sâdık, seçkin ve bilge idare adamlarına görev vermelidir

11- Âlimleri himaye etmelidir

12- Kumandan olmalıdır

13- Asker toplamalı ve onları memnun etmelidir

14- Kötüleri cezalandırmalı, iyileri korumalıdır

15- Meclisi toplamalıdır




Halkın Hükümdardan İstekleri


Eski Türk toplumunda halkın hükümdardan istekleri, hükümdarın da halkına karşı vazifeleri vardı. Bunları en iyi şekilde bize aktaran Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacib’dir. Yaklaşık 1000 yıl önce yazılan bu istek ve vazifeler günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Kanaatimiz, Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların bu eseri mutlaka okumalarıdır. Yusuf Has Hacib’in tespitleri ile bu istekler ve vazilefeler şunlardır:


Ekonomi: “Memlekette gümüşün temiz tutulması” (para ayarının korunması, iktisadi istikrar).

Hukuk: “Adil kanunlarla idare olunmak, birinin diğerine tahakküm etmesine fırsat verilmemesi” (adil kanun).

Güvenlik: “Bütün yolların emin tutulması, yol kesici ve haydutların ortadan kaldırılması” (asayişin sağlanması).



 

Halkın Hükümdara Karşı Vazifeleri


Ön Türklerde, halk ilahi bir güçle tahta geçen hükümdara ve kendisini yönetenlere karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmekle mükellef tutulmuştur. Yönetenler yasaları koyup, uygulanmasını denetlerken, halka da konulan bu yasalara uyarak toplumun rahat bir şekilde yaşamasını sağlamıştır.


Hukuka riayet etmek: “Hükümdarın emrine hürmet etmeli, verilen emri yerine getirmeli”.

Vergi ödemek: “Hazine hakkını gözetmeli ve vergisini vaktinde ödemeli”.

İhanet etmemek: “Dostuna dost, düşmanına düşman olmak, hıyanette ve nankörlükte bulunmamak”.


Hakimiyet ve Hükümdarlık Sembolleri


Eski Türklerde hükümdarın hakimiyet kaynağı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ilahi temellere dayanmaktadır. Hükümdar bir anlamda Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden de hükümdarın kut, ülüg veya ülüş (yani pay, kısmet) ve Küç (yani güç) sahibi olması hükümranlığının ve meşruluğunun onaylanıp kabul edilmesi anlamına gelmekteydi.

Hakimiyet ve hükümdarlık sembollerinden biri de alınan unvanlar ve lakaplardır. Hükümdar taşıdığı unvanla bütünleşmiştir zira bir unvan almak veya bir unvanı taşımak boy beyliğinden hakanlığa giden süreci göstermiştir. Şanyü, Kağan, Yabgu, Han gibi unvanlar kullanılırken, Alp, İlteber, Alp Saçı, Kutluk, bilge, Kapgan, Böri Şad gibi sıfatlar da kullanmışlardır. Kağan kelimesinin Türk tarihinde kullanılması M.250’lerde görülmektedir ve bu kelime Asya Hunlarında hükümdarı ifade etmek üzere kullanılan Şanyü (Tanhu) kelimesine denk gelmektedir. Kağan ordunun başkomutanıdır, adaletin koruyucusu ve uygulayıcısıdır. Hükümdarlar kağan olarak tahta çıkmadan önce şadlık görevinde bulunurlar, tahta çıktıktan sonra kağan unvanını alırlardı. Ancak kağan unvanını da tek başına kullanmamışlardır. Alp, İl, İlig, bilge, Kutluk, İlteriş, Külüg, Kür gibi Türklerin kahramanlıklarını ifade eden sıfatlar kullanmışlardır. Nitekim unvanın önündeki sıfat hükümdarın kahramanlığı, cesurluğu, kutsiyeti ve adaleti ile ilgilidir.


Diğer hakimiyet ve hükümdarlık sembolleri ise şunlardır.


Ordu (devlet merkezi, başkent)’ya sahip olmak

Otağ

Kağanlık Otağı

Taht ve Taç (Kağanın devleti yönetirken oturduğu değerli madenler ve taşlar ile süslenmiş koltuk tahtı ifade ederken, yine kağanın başına taktığı değerli madenler ile işlenmiş gösterişli takılar da taç’ı ifade etmiştir).

Kotuz (Sorguç) (Kotuz, hükümdarın elbisesinde veya başında taşıdığı simgedir ki bu simge genelde tüy’dür).

Kemer (Kur), (Kağan, tahta çıktıktan sonra özel yapılmış bir kemer kuşanırdı ve bu kemerin tokası çeşitli figürler ile süslenirdi).

Kılıç

Hançer (Bükte)

Kamçı (Berge)

Ok ve yay

Bayrak ve Tuğ

Toy (şölen, şenlik)

Orun ve Ülüş (Mevki ve Pay)

Toy (meclis)

Elçi gönderme ve kabul etme

Anıt mezar yaptırma




Hatun


Eski Türk devlet teşkilatında kağandan sonra ikinci sırada hatun gelmektedir. Hükümdar törenle "Kağan" unvanını alırken, zevcesi (veya hatun olmak üzere saraya gelen gelinin) törenle "Katun (hatun)” unvanını almıştır. Nitekim Divân'da "Tarım" kelimesi karşılığında "Tekinlere ve Afrasiyab soyundan olan hatunlara ve bunların küçük-büyük çocuklarına karşı söylenen bir kelime" şekli verilmekte "Altın Tarım" da "büyük kadınların lakabı" olarak geçmektedir. Yine Divân'da Terken unvanı için; vilayet üzerinde vali olan kimseye karşı hakanların aytasıdır, kendisine itaat edilen demektir. Hakanlık makamında oturmayanlara bu söz söylenmez ifadesi geçmektedir.


Kağan'ın derece itibari ile ilk zevcesine katun veya hatun denilmiştir ve bu hanımın Türk olması şarttır. İleride hükümdar olacaklarda Türk bir hatundan doğma şartı aranmıştır. Bu yüzden de evlenmelerde ilk eş boy içerisinden alınmıştır. Daha sonraki dönemde siyasi evlenmeler yapılmıştır. Eski Türkçede hatun kelimesini Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan'ın sözlerinde görebilmekteyiz: "Tanrı Türk milleti yok olmasın diye babam İl-teriş Kağan ile anam İl-bilge Hatun'u yükseltti.". Bu sözler aynı zamanda kadının siyasi ve içtimai mevkiinin ne derece ileri olduğunu da göstermektedir. Hatun'un önemini, tarihi seyir içinde oynadıkları rollere ve yaptıkları icraatlara bakarak belirtmeye çalışalım.


M.Ö. 200 yılında Mete'un Çin'i kuşatması sırasında Çin İmparatoru kuşatmadan kurtulmak için bir yol aradı. Sonra Mete'un Hatununa armağan ile birlikte (aracılığını istemek için) elçi gönderdi. Mete'un hatunu bunun üzerine Mete'a şöyle dedi: "iki büyük hakan böyle dar bir yerde ve durumda karşı karşıya kalmamalıdır. Şimdi Çin toprakları senin eline düşmüş gibidir. Ancak bu onur (ve kazanç) sana hiçbir zaman büyük bir güç kazandırmayacaktır. Onun hepsini almış olsan bile Çin İmparatorunun kendi halkı arasında ilahi bir güce sahip olduğunu unutmamalısın… Ey (Hun) Hakanı ne yapacağını düşün ve (ona göre) planını yap". Hatunun böyle konuşması ve yol göstermesi dünya tarihinde pek görülmüş ve duyulmuş bir şey değildir. Nitekim durumun münasebetsizliği karşısında şüphelenen Mete hanımının sözlerini dinledi ve kuşatmanın bir tarafını kaldırdı. Bu durum bize hatunların Türk devletlerinde söz sahibi olduklarını göstermektedir.


Attila'nın Arı-kan'ın yanında başka birçok zevcesi mevcut idiyse de; tahta çıkışta (bu ilk hanımından) dünyaya gelen üç oğlu hesaba katılmıştır. Arı-kan'ın ayrı bir saraya sahip bulunması, müstakil gelirinin olması kadınlara verilen değeri ve yeri gösterir. Yine hükümdar Bleda'nın dul karısı hakkında Bizanslı tarihçi Priskos ve dahil bulunduğu elçilik heyetinin üyelerinin geceledikleri köyün sahibinin bu kadın olduğunu Priskos'tan öğreniyoruz.


Kök-Türk Hakanlığı zamanında (532-582) İl-Kağan bizzat ordusuna kumanda ederek Ma-i'ye taarruz ediyordu. İl-Kağan Çin İmparatoruna bir elçi göndererek Çinli bir prensesle evlendirilmesini rica etti. İmparator "Mai şehrini kuşatmadan vazgeçerseniz evlenme teklifini görüşebiliriz" diye cevap verdi. İl-Kağan muhasaradan vazgeçmek istedi fakat karısı İ-Ch'en Konçuy şehre yapılan baskınlara devam edilmesinde ısrar etti ve Çinliler Kök-Türklere teslim oldular.


Tabgaç Hükümdarı Ta'po Kiao (499-515)'un ölümünden sonra dul karısı kraliçe Hu, 515'den 528'e kadar Tapo İmparatorluğunu yönetmiştir.


585 ve 726 yıllarında Çin elçilerinin kabulünde Kök-Türk Hatunları hazır bulunmuşlardı.


Uygurlarda Tengriken (prenses) Kara-Kurum'da Pieh-li Po-Li Ta adı verilen yerde oturuyordu. Bu sözün manası "Hatunun oturduğu dağ" demekti. Yine Uygurlarda "Katun Bulav (hatun pınarı/kaynağı)" olarak adlandırılan sıcak su kaynakları bulunmakta idi. Bu Hatun Pınarı bir Uygur Tenrikeninin yaşadığı şehrin civarında idi.


Çin İmparatorunun emriyle 988 yılında yaptığı büyük seyahatinde Wang Yen-Te'yi Uygur hakanı (Turfan Uygurları) yanında hatunu bulunduğu halde karşılamıştı.


Uygurlar VII. yüzyılda henüz devletlerini kurmadan önce boylar topluluğu halinde bulunurlarken bu boyun başbuğu Pu-sa (Alp-İlteber) savaşlarda meşgul olduğu için, anası Uluğ Hatun ihtilaflara ve davalar bakıyor; kanunlara tecavüz edenleri şiddetle fakat adaletle cezalandırıyordu. Bu sayede Uygular arasında nizam kurulmuş oluyordu.


Arap İstilası karşısında Tuğ-şad küçük olduğundan, anası Hatun Buhara hükümdarı bulunuyordu. 15 yıl tahtta kalan Hatun, Araplarla uzun müddet savaş ve barış halinde bulundu. O Çinliler ile de münasebette olup, İmparatora 719'da elçi gönderip Araplara karşı yardım istemiştir.


İbn Fadlan İtil Bulgar Hükümdarının huzuruna çıktıklarında, Hatunun hükümdarın yanında olduğunu belirterek: "Halifenin mektubu okunması tamamlanınca, adamları hükümdarın üzerine çok miktarda gümüş para saçtılar. Bundan sonra ona ve karısına getirdiğimiz ıtr, elbise, inci gibi kıymetli hediyeleri çıkardım. Bunları birer birer ona ve karısına takdim ediyordum. Nihayet bu işi de bitirince halkın huzurunda hükümdarın karısına hil'at giydirdim. Hatun hükümdarın yanında oturuyordu. Bu onların adetidir. Hatuna hil'at giydirince kadınlar onun üzerine gümüş para saçtılar" demektedir.


Efsane ve destanlarımızda da hatunun yüksek değerini görebiliyoruz.


Farsça Oğuzname'de Buğra Han'ın Boyra (Baber-Babur) adlı bir hatunu vardır. Bu hatun çok akıllı, ermiş, çok temiz ve her bakımdan mükemmel bir kadındı. Devleti daha ziyade o idare ederdi. Bayra Hatun bir gün ansızın öldü. Buğra Han sevgili karısının ölümüne pek üzüldü, kedere kapıldı. Büyük bir yas tutarak bir sene müddetle hiç kimse ile konuşmadı. Evinden (çadırından) çıkmadı.


Ebulgazi Bahadır Han'ın eseri şecere-i Terâkime'de Oğuz elinde beylik yapan bazı kadınlar hakkında rivayetler vardır. Türkmenlerin tarih bilen bahşilerine göre yedi kız bütün Oğuz elini "ağızlarına baktırıp" çok yıllar beylik etmişlerdir. Bunlardan birincisi Altun Köngülüş Bey'in kızı ve Salur Kazan'ın karısı "boyu uzun Burla Hatun"idi.


Amme velayeti hakan ve hatunun her ikisinde ortak olarak tecelli ettiği için bir emirname yazıldığı zaman, hakan emrediyor ki ibaresi ile başlarsa ona boyun eğmezlerdi. Bu emrin kabul edilmesi için mutlaka hakan ve hatun emrediyor ki, sözü ile başlaması lazımdı. Hakan bir elçiyi huzura tek başına kabul edemezdi. Elçiler ancak sağda hakan, solda hatun oturdukları bir zamanda ikisinin birden huzuruna çıkarlardı. Şölenlerde, kurultaylarda, ibadetlerde, harp ve sulh meclislerinde hatunda mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Hakanın hürmette ortağı bulunan hatuna "Terken" unvanı verilirdi. Hatun, hakan sülalesine mensup bütün tengrikenlerin ortak unvanı idi.


Tegin- Tigin- Veliaht- Şehzade


Eski Türk devletlerinde hükümdar, kendisinden sonra devleti yönetecek olan veliahtını kendisi tayin edebilirdi ama bu bir zorunluluk değildi. Yine en büyük evladın mutlaka tahta çıkması prensibi de geçerli olmamıştır. Tahta çıkmada liyakat esas alınmıştır ki bu usul Osmanlılara kadar bütün Türk devletlerinde geçerli olmuştur. Sebebi kut ile ilgilidir. Tanrı tarafından kendisine kut verilen hükümdarın bu kut’u oğluna devretmesi için bir mecburiyet yoktu, Tanrı ondan alıp başkasına verebilirdi.


Hükümdarlık anlayışının yukarıda da ifade ettiğimiz gibi karizmatik yapıda olması devlet idaresinin hükümdar ailesinden en dirayetlisine verilmesini sağlamıştır. Ancak bu anlayış zaman zaman ailede veliahtlar arasında bir taht mücalesinin yaşanmasına da sebep olmuştur. Diğer taraftan veliahtlar küçük yaşta iseler amcalarının tahta geçmeleri töreye göre uygun sayılmıştır. Nitekim II. Köktürk hükümdarı İlteriş öldüğünde çocukları Bilge ve Kültegin küçük oldukları için tahta amcaları kapgan geçmiştir.


Sadece Peçeneklerde görüp, diğer Türk devletlerinde görmediğimiz bir usul ise, başbuğun ölümünden sonra çocuklarının değil, kardeş veya kardeş çocuklarının tahta çıkmasıdır.


İkili Teşkilat


Eski Türk devletlerinde ülke genellikle iki bölüm veya kanat halinde idare edilmiş ve bu sisteme ikili teşkilat denilmiştir. Doğu-batı (Asya-Avrupa Hunları, Tabgaçlar, Kök-Türkler); Kuzey-güney: yönlere göre sağ-sol (Asya Hunları, Ak- Hunlar, Kök-Türkler); Büyük-küçük (Bulgarlar, Wusunlar); İç-dış (Oğuzlar, Karluklar, Bulgarlar); Bozok-Üçok (Oğuzlar). Bu bölümlerde yaşayan halk da ak (sarı) veya kara sıfatları ile birbirlerinden ayırt edilmişlerdir. Ak Hun-Kara Hun, Ak Hazar-Kara Hazar, Ak Kuman-Kara Kuman, Sarı Uygur gibi.


Bu bölünmede daima bir tarafın üstünlüğü kabul edilmiştir. Başta hakan bulunur, ülke sağ ve sol kanatlar halinde teşkilatlandırılırdı. Her iki kanat da merkeze bağlı olarak kağanın kontrolü altında tutulurdu. Kanatların başındaki idareciler, kağanın hakimiyeti altında töre hükümlerini yürütür, kendi bölgelerini ilgilendiren hususlarda dış münasebetlere girer, ancak il yani devlet ile ilgili bütün meselelerde toplanırlardı. Ordular birleştiğinde herkes ait olduğu yöne göre sağ ve sol kanatta yerini alırdı.


Kağan ileride devleti yönetecek olan tegini sağ kanata idareci olarak atayarak burada tecrübe kazanmasını sağlardı. Diğer teginler ise genelde sol kanata atanırlardı.



Toy (Meclis-Kurultay)


Toy; Türklerde meclise verilen addır ve bütün Türk lehçelerinde doğrudan doğruya “meclis, toplantı” manasına gelmektedir. Devlette bir müessese adı olarak sonraki asırlarda ortaya çıkıp zamanla dilimize yerleşen Moğolca “kurultay” sözünün Türkçe karşılığıdır.


Türk Kağanları, devlete ait işlerde kararları tek başına almazlardı. Eski Türk devletlerinde siyasî, askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel konulardaki meselelerin görüşüldüğü, tartışıldığı ve karara bağlandığı yer meclislerdir.


Mete (M.Ö. 209-174) devrinden beri Türklerde meclisin var olduğu bilinmektedir. Bu meclislere “toy”, “kengeş”, “térnek”, ve “kurultay” (moğ.: khuriltai) gibi adlar verilmekteydi. Meclis üyelerine de “toygun” denmekteydi.


Devlet meclisine kağan başkanlık ederdi. Kağan bulunmadığı zamanlarda meclis, “aygucı” veya “üge” unvanıyla anılan devlet danışmanlarının başkanlığında toplanırlardı. Hükümdarın meclise teklif vermeye yetkisi vardı ancak buna karşılık yapacağı işlerde meclisin onayını almak zorunda idi.


Başta “hatun” ve “şad” olmak üzere “yabgu, tigin, il-teber, erkin, kül-çor, apa, tudun, tarkan” gibi askerî ve idarî yüksek görevliler, devlet meclisinin tabiî üyeleri idiler. Bu duruma göre, devlet meclisindeki üyelerin bir kısmı hanedandan, bir kısmı da hanedan dışından seçilmekteydi.


Asya Hun hakanlığında Mete (M.Ö. 209-174) devrinden beri devlet işleri ve dini törenlerle ilgili toplantılar yapılmaktaydı. Bunlardan biri daha çok dini mahiyette olup senenin ilk ayında Tan-hu'nun sarayında yapılıyordu. Diğer iki toplantının biri ilkbaharda 5. ayda Lung-Ç'eng'de, diğeri sonbaharda hayvan mevcudu, devletin insan ve askeri gücünü tesbit etmek üzere Ma-i bölgesinde yapılmakta idi. Bunlar arasında en büyük ve mühim olanı ilkbaharda yapılan toplantı idi. Bu toplantıda Gök'e (Tanrı), yere, atalara ve tabiat kuvvetlerine kurbanlar sunulur, değişik spor yarışları düzenlenirdi. Bu toplantılarda hükümdarlıklar tasdik edilir veya yeni bir Tan-hu seçimi yapılır, gerektiğinde de idareye geniş yetkiler verilir ve bütün meseleler üzerinde umumi müzakereler açılarak, görüşülüp karara bağlanırdı. Bu toplantıya Tan-hu'nun başkanlığında, hatun, hükümet üyeleri, askeri ve sivil bütün görevli başbuğların, yüksek makam sahiplerinin, tabi Hun boyları ve yabancı zümreler temsilcilerinin katılmaları mecburi idi. Çünkü bu meclis ve toplantı dolayısı ile Tan-hu tarafından verilen yemekte hazır bulunmak devlete sadakat işareti sayılıyor, aksi ise itaatsizlik yani isyan kabul ediliyordu. Mesela O-yen-t'e'nin (M.Ö. 85-68) tahta çıkışı sırasında hanedan üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden sağ kanat elig'leri protesto gösterisi olarak bu toplantıya gelmemişlerdi.


Yukarıda bahsettiğimiz (vatan sevgisi bahsinde) Mete'un komşu T'ung-hu'larının isteklerinin görüşüldüğü meclis böyle bir meclis olmalıdır.


Attila'nın bir "seçkinler meclisi"nin olduğunu Bizans elçilik heyetine dahil olarak Hun başkentine gelen tarihçi Priskos ifade etmektedir.


Kök-Türk Hakanı T'a-po kendisinden sonra tahta T'a-lo-pi-en'in geçirilmesini tavsiye etmişti. Durumu töreye uymadığı için (annesi asil değildir), devlet adamları ve halk toy'da tartışarak: "Dört kağan oğlundan en bilgilisi, en layığı She-tur'dur (İşbara)". Beraber onu çağırıp, davet etiler. İşbara'nın kuvvetli, cesur ve kahraman bir şahsiyet olması diğer devlet adamları üzerinde etkili oldu. Meclis ortaklaşa aldığı bir kararla onu kağan ilan etti.


Peçeneklerde de mühim işlerde bütün Peçenek zümresinin birlikte hüküm vermesi gerekiyordu. Mesela herhangi bir yere gidilip-gidilmemesi gibi meseleler, Peçenek Heyeti Umumiyesinde tartışıldıktan sonra karara bağlanıyordu.


İbn Fadlan'ın bulunduğu elçilik heyeti İtil-Bulgarları ülkesine gitmek için Oğuz Devleti erkanından olan Sü-başı'dan izin istediler. Bunun üzerine Sü-başı emrindeki devlet erkanını meseleyi müzakere etmek üzere toplantıya çağırdı. Hiç şüphesiz bu bir kurultay (toy:meclis) idi. Muhtelif oturumlar halinde yedi gün süren toplantı tartışmalı geçmiş, çeşitli görüşler ileri sürülmüş, elçilik heyetinin yoluna devam eylemesi için izin verilmesi noktasında birleşilmiştir. Bu olay gösteriyor ki, devlet idare yetkisi hükümdar dahil, hiç kimsenin tek başına elinde bulunmamaktadır. "Ortak


Sorumluluk" sistemi bütün devlet yapısına hakimdir. Oğuzlar'ın demokratik esaslara göre idare edildiğini gösteren bu prensibin siyasi hayat alanı içinde kalmadığı, toplum hayatını da içine aldığı, aynı İbn Fadlan'ın şüphesiz Kurultay'da oy birliği ile alınan kararların bazen "en basit Oğuz vatandaşı" tarafından bile bozulabileceğini söylemesinden anlaşılmaktadır.


Hükümdarı denetleyen bir mekanizma görevini üstlenen meclislerde her türlü siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel meseleler konuşulup karara bağlanırdı. Meclis isterse hükümdarın istediği ve onayladığı bir konuyu onaylamayabilirdi. Mesela ünlü Tabgaç hükümdarı T'a-i-wu, ülkesinde


Budizm propagandasını yasaklama kararını, vezirinin (devlet başkanının) yardımı ile devlet meclisinden aldırtmıştı. Kök-Türk devletinde Hakan Bilge Kağan'ın (716-734) ileri sürdüğü iki teklif (Kök-Türk şehirlerinin surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm'in ülkede propaganda edilmesi) meclis tarafından kabul edilmemişti.


Eski Türk geleneklerini özlü bir şekilde yansıtan Oğuz Kağan Destanında, Oğuz düzenlediği büyük Toy'a "il"i (devlet sorumluları) ve "Gün"ü (halk) davet etmişti. Halk temsilcilerinin kendi aralarında "Kengeş"likten (müzakere) sonra katıldıkları Toy'da Hakanlığı kabul ve gelecekle ilgili kararlar tesbit olunarak, sonuç Hakan tarafından ilan edilmişti.


Oğuzlar, Kurultay ve şölen gibi kudsî ve umumi günlerde Hakan'ın huzurunda daima sağ-sol olmak üzere 12 boydan her biri, ananevi boy hukukunun kendisine tayin ettiği muayyen yerlerde otururdu ve her boy kesilen hayvanın evvelce yine bu ananenin kendisine tayin ettiği muayyen hisseyi almakla mükelleftir.


Dede Korkut Hikayelerinde beylerin sık sık toy yani büyük ziyafetler verdiklerini görüyoruz. Doğum, bey oğlunun ilk avı, herhangi bir dilekte bulunma, bir işin görülmesi ve bir felaketten kurtulması kısaca herhangi bir sevinç vesilesi ile toy veriyorlardı. Birde metbuların tabilerine verdikleri resmi mahiyete haiz toylar vardı. Bu resmi toylarda veya onlardan birinde tabiler, metbularının müsaadesi üzerine toy'un verildiği yerdeki eşyaları ziyafetten sonra yağmalarlardı. Mesela Beyler Beyi Salur Kazan, Üçok ve Bozok beylerine toyunu yağmalatmıştı.


Yine Dede Korkut hikayelerinde toy'un dini mahiyeti henüz zail olmamıştı. Dirse Han karısına çocuklarının niçin olmadığını sorduğunda hanımı ona:

"Ala çadır diktir,

Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdır,

İç Oğuzun, Dış Oğuzun beylerini üstüne yığınak et

Aç görsen doyur,

Yalıncak görsen donat,

Borçluyu borcundan kurtar,

Tepe gibi et yığ,

Göl gibi kımız sağdır,

Ulu Toy eyle hacet dile

Olaki bir ağzı duâlının bereketiyle Tanrı bize erdemli bir çocuk vere"dedi.

"...ki bunların işleri aralarında müşavere iledir..."


Diğer milletlerdeki meclisler ile Türklerdeki meclisi kısaca karşılaştıracak olursak;


Çin Meclisi: Çin kaynağı der ki “Bu müşavirler meclisinin imparatorun yanında hiçbir önemi yoktu.” Bununla beraber halkı temsil eden kimsenin o meclise katılma hakkı da yoktu.


Roma: Birden fazla meclis vardır. Asillerin meclisi ön plandadır. Krallık döneminde ise “İhtiyarlık Meclisi” ortaya çıkmıştır ve sonradan “Senato” adını almıştır. İhtiyarlar meclisi Patrikiler ve Plebler sınıfından oluşuyordu. Kayd-ı hayatla kral tarafından seçilirlerdi.


Eski Yunan: Birden fazla meclis vardır. Beşler, Beş Yüzler, Arhonlar, Drakonlar vs… gibi meclisleri vardır. Bunlar sınıfların meclisleridir ve vatandaş sınıfının meclisi kralı bağlamazdı.


İran Meclisi: Bu meclisin kralı kontrol yetkisi olmadığından, kralın ağzından çıkan kanun olarak yorumlanmıştır.


Moğol: Kurultay adlı meclisleri vardı. Yalnız Cengiz Han ile ailesi meclise katılır ve çıkan karar Moğol hanını bağlamazdı.


Tabilik (Vassallık) Yükümlülükleri ve Sembolleri


Eski Türk devletlerinde hem kendilerinin tabiyeti altına gireceklerden hem de başka bir devlete kendileri tabi olduklarında uyacakları esaslar töre ile belirlenmiş ve belirli sembollerle resmi hale getirilmiştir. Bu itaat ve vassallık sembolleri ve uygulamaları şunlardır:

Rehin Verme

Ok alma

Tuğ ve Davul Alma

Kemer Alma (İtaat Kemeri)

Kurultay ve Toy Davetine icabet etme

Vergi verme

Unvan Alma

İl Olma




PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak