21 Eylül 2022 Çarşamba

Fotosentezi Etkileyen Faktörler

 



Fotosentez çok karmaşık ve hassas bir süreçtir. Fotosentezi yapan bitkinin her parçası bu iş için özel yapılara sahiptir. Ancak fotosentezin gerçekleşmesi için gerekli olan unsurlar bitkinin yapısıyla sınırlı değildir. Bitkinin yapısı dışında ihtiyaç duyulan faktörlerin en önemlilerinden biri de kuşkusuz ışıktır. Dünya'ya gelen ışığın dalga boyu ile bitkilerdeki anten ve pigment sistemi birbirleriyle mükemmel bir uyum içinde yaratılmışlardır. Ancak ışığın dalga boyu yanında, fotosentezi etkileyen başka dengeler de vardır. 


1. Işığın şiddeti ve süresi

Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca, ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen ışınlar toplam ışığın %35'ini, yayılan ışık ise %50-60'ını oluşturur. Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur. 

Bitkiler de bu iki ışık türüne duydukları ihtiyaca göre, "güneş bitkileri" ve "gölge bitkileri" olarak ikiye ayrılırlar. Güneş bitkileri, doğrudan güneş ışığını alarak maksimum verim elde edecek şekilde yaratılmışken, gölge bitkileri orman gibi gölgeli alanlarda veya soğuk-bulutlu iklimlerde, dolaylı olarak gelen ışıkla maksimum fotosentez yapacak şekilde yaratılmışlardır. 

Gürgen, ıhlamur, karaağaç, dişbudak, sedir ve ardıç ağaçları ise iki ortamda da yaşayabilecek şekilde yaratılmışlardır.  


2. Işığın miktarı veya yoğunluğu

Yılın belli mevsimlerinde ekvatordan kuzeye ve güneye doğru gidildikçe aydınlanma ve buna bağlı olarak fotosentez süresi artar. Bu aydınlanmanın süresi, bitkilerde büyük değişiklikler yaşanmasına sebep olur. Fotosentezin artmasıyla bitkilerdeki büyüme, çiçeklenme, yapraklanma gibi gelişim süreçleri değişir. Bu durumda kısa sürede süratli bir büyüme gerçekleşir. Bu ışık özelliği nedeniyle çiçekler uzun ve kısa gündüz bitkileri olarak ikiye ayrılır. Örneğin, kısa gündüz bitkisi olan kasımpatı, sonbahar başlarında, gündüzün kısa olduğu zamanlarda çiçek açar, uzun günlerde ise çiçeksiz olarak büyür. Ancak ışık şiddeti ne kadar artarsa artsın fotosentez sadece belirli sınırlar içerisinde faaliyetine devam eder. 


3. Isı

Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için ısıya ihtiyaçları vardır. Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin, genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur.


4. Gece olması

Fotosentezin meydana gelmesi için birarada bulunması gereken koşullar oldukça fazladır ve bunlardan biri olmadığında fotosentez de olmaz. Bu koşullardan biri de gecedir. Bitkilerin yaşama ve büyüme faaliyetleri, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farklarıyla yakından ilgilidir. Bazı bitkiler gündüz fazla sıcaklığa ihtiyaç duyarken geceleri düşük sıcaklık isterler. Bazıları ise bu farkı istemezler. 

Güneş'in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar. Eğer geceyi sadece bir gün yaşamasak, bitkilerin çoğu ölürdü. Gece, aynı insanlar için olduğu gibi, bitkiler için de bir dinlenme ve dinçleşme anlamına gelir. 


5. Karbon çevrimi

Bitkiler, atmosfer ve okyanuslardaki karbondioksiti tüketip, organik bileşikler ürettikleri için birer karbon fabrikası ve çevreyi temizleyen bir arıtma tesisi olarak düşünülebilir. Solunum yoluyla az miktarda karbondioksit üretirler ve bunu hemen fotosentez için kullanırlar. Bitkilerin ve tek hücrelilerin karbondioksit tüketimi, insanların ve hayvanların karbondioksit üretimi arasındaki denge, okyanuslarda karbonatların üretilmesiyle eşitlenmiştir. Bu süreçte hava ve suda bulunan fazla miktardaki karbondioksit tüketilir. 

İnsan yaşamı havadaki karbondioksit oranını büyük miktarda artırır. Bu artış ise küresel ısınma olayına ve bunun bir sonucu olarak sera etkisi denilen hava sıcaklığının artışına yol açar. Karbondioksit ve diğer zararlı kimyasalların kullanımı aynı zamanda asit yağmurlarına da yol açar. Bütün bu zararlı etkilere karşı en güçlü silah, fotosentez yapan canlılardır. Eğer yeryüzünde böyle bir denge kurulmamış olsaydı, canlılık hiçbir zaman varlığını sürdüremez, kısa bir süre içinde oksijen yetersizliğinden ve karbondioksit zehirlenmesinden yok olurdu. 


Alıntıdır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


20 Eylül 2022 Salı

Ayasofya Camii / İstanbul

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 33

 


HIRTlK


Orman cini. Yakaladığı insanları boğarak öldüren sonra da yiyen bir canavar olarak tanımlanır. Üst kısmının insan görünümlü, ayaklarıyla bacaklarınınsa hayvan biçimli olduğuna inanılır. Bedeni tüylerle kaplı, ayakları terstir. İnsan kılığına girer, tuzağına düşürdüğü kişilerle konuşarak orman ya da akarsu kıyısına götürüp boğarak öldürür. Karanlıkta ortaya çıktığı için ondan korunmanın tek yolu ateş yakmaktır.  Kuşkulanan kişi kendi bedeninin çevresinden ve ayaklarının altından ateş geçirmelidir. Öykünmeci (taklitçi) bir varlık olan Hırtık bu davranışı yineleyince tüyleri yanmaya başlar ve kaçarak kendisini suların içine atar. Hırtık'ın koşturduğu atlarını sabahları yorgun bir halde bulan kişiler eyerlerine veya sırtına yapıştırıcılar (özellikle reçine veya bal) sürerler. Böylece bu hayvana binen Hırtık'ın tüyleri oraya yapışır ve ineceği zaman bu tüyler kopacağı için canı yanar. Hırtık bundan sonra o hayvanı artık rahat bırakır. Akarsularda yaşadığı kabul edilen  bir türüne Çay Hırtık'ı da denilmektedir.

HOTOY


Kartal tanrı. Bazı Türk boyları kartaldan türediklerine inanırlar. Yakutçada kartal anlamına gelen bu sözcüğün "Kuday"la (Tanrı) benzerliği de dikkate değerdir. Yakutlar Kutup Yıldızı'na "Hotugu Sulus" (Kuzey Yıldızı) adı verirler. Ancak anlam bu yıldıza tüneyen kartalla da alakalı görünmektedir.

HU HANIM


Gazap tanrıçası. Çok merhametsizdir, hiç kimseye acımaz. Çok şey bilir ama kötüye kullanır, yeryüzünde fitne çıkarır. Kara tilki kılığına girebilir. Yeraltındaki kara suların en dibinde yaşar. Beşiği kara kayadır. Kayalardaki gözle görünmez kapılar sadece onun sesiyle açılır. Bilinmezler alemini bilir. Elinde demir bir asayla dolaşır. Kötülükler yapar, insanlar arasında huzursuzluklar ve anlaşmazlıklar çıkarır. Cinsel içerikli davranışları bulunur. Sürekli olarak kötülük düşünür ve kötü insanlara musallat olarak olumsuz davranışlarda bulunmaya iter.



HUNOR VE MAGOR


Hunların ve Macarların atası olarak kabul edilirler. Bu kardeşler kutlu bir geyiğin peşinde denizi ve bataklıkları geçerek Macaristan topraklarına ulaşırlar. Hunor soyağacında Hun kolunu temsil eder. Macarlara günümüzde verilen iki isimden birisi olan Hungar sözcüğü buradan gelir. Soyundan Atılay Han'ın (Attila) geldiği söylenir. Magor ise Macar kolunu temsil eder. Soyundan Almos Han'ın geldiği söylenir. Macarlara günümüzde verilen iki isimden birisi olan Magyar ise buradan kaynaklanır. Kimi görüşlere göre bu efsanenin kökeni aslında çok daha eskilere kadar uzanmaktadır ve İskit (Saka) kökenli bir söylencenin gelişmesiyle oluşmuştur.

Avrupa dillerinde Macarlar için kullanılan "Hungar, Hungarus, Hungarn" (Ungar/Ungarn) isimlerinin kökeni "Onogur" kavmine dayanır. "Onogur" kelimesi ise "Onoğuz" (10 Oğuz kavmi) kavramından köken almaktadır. Bu kavram ayrıca "Uygur"  adıyla  da alakalı görünür. Bunlar gerçekte Macarların, Bulgarların ve Uygurların bir kısmının tabi olduğu Hun Konfederasyonu içerisinde yer almış  Türkçe konuşan  bir  kavimler birliğidir.  Ayrıca  Ogur  kelimesi Anadolu'dan daha batıya doğru giden kavimleri ifade etmek için kullanılan bir tabirdir ve Oğuz sözcüğüyle aynı kökten gelir ve hatta aslında birebir aynı  kelimelerdir.  Tarihteki birleşik Bulgar kavimleri de Batı dillerinde Onogun'dur ve yaşadıkları topraklarsa Onoguria olarak anılır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


19 Eylül 2022 Pazartesi

Hun Devleti’nde Sosyo-ekonomik Hayat

 



Yin-shan’dan Sayan-Altaylar’a kadar uzanan topraklarda yapılan kazılarda ele geçirilen M.Ö. V-III. Yüzyıllar arasına ait arkeolojik bulguların birbirine benzerliği, bize, o dönemde Hunlar’ın yayıldıkları sınırları göstermektedir. Arkeolojik cihetten bu kültür, sanatta “vahşi hayvan figürleri”yle bronz çağının izlerini yansıttığı için “taş mezar” kültürü olarak da adlandırılır. Bu dönemin sonlarına ait mezarlarda, Hunlar’ın, işlemesini Batılı Junğlar’dan öğrendikleri demir parçalarına da rastlanmaktadır. Hunlar, avcılık ve çarvacılığın (hayvancılık) yanı sıra, ilkel bir tarzda ziraatle de uğraşmışlardır. Gerek Kuzey Moğolistan ve gerekse Büyük Çin Seddi bölgesinde rastlanan tahıl öğütme âletleri de buna işaret etmektedir. 

Hunlar, bu dönemde, yukarıda sözü edilen atalarına çok az benzemektedirler. Artık onlar, tamamen başka bir halktır. 800 yıl boyunca Sibirya uçlarında öyle kaynaşmalar meydana gelmiştir ki, neticede G. Fi Debets’in “Paleosibiryalı” dediği antropolojik yeni bir Hun tipi ortaya çıkmıştır. Arkeoloji, Hunlar’da bakır dökümcülüğünün geliştiğini ve aralarında dökümcü ustalarının bulunduğunu göstermektedir. Muhtemelen toplayıcılık yapan Hunlar’ın bu yolla hayli servet yığdıkları görülüyor. Nitekim Deguignes, Sih-ma Ch’ien’in anlattıklarına istinaden, “savaş esirleri, Hunlar’ın zenginliğinin temelini teşkil ediyordu ve Hunlar, bu esirleri evcil hayvanlar gibi kullanıyorlardı.” demektedir. Daha önce, ilk Hunlar yani Glazkovolarda, patriarkal köleciliğin gelişmiş olduğunu görmüştük. Köleler, ağır ev işlerini yapıyorlar; odun toplayıp, su taşıyorlardı. Yetişkin ev sahiplerinin yaptıkları işleri yapmalarına müsaade edilmiyordu: Av yapamazlar, sürüyü otlatamazlar ve savaşlara katılamazlardı. Yani üretime iştirak edemezlerdi. Kısacası, onların varlığı, patriarkal boy yapısını bozmuyordu.

Hun ekonomisi, orman-step landşaftın özelliklerinden faydalanma temeli üzerine kurulmuştu. Bu yüzden, sadece yeşil alanlara değil, ormanla kaplı dağlık alanlara da ihtiyaçları vardı. Dağ ormanları, yurt ve araba yapımı için gerekliydi. Ayrıca dağ ağaçları, ok yapımında daha kullanışlıydı ve orada yaşayan kartalların “telekleri, ok tüyü yapımına uygundu.” Orman içindeki sığınaklar, fırtına sırasında sürülerin barınması için oldukça elverişliydi ve ayrıca çobanlar, ocak yakmak için kestikleri odunları kışın kızaklarla kolayca taşıyabiliyorlardı. Hunlar, gerçekten ormanla kaplı dağlara çok ihtiyaç hissettiklerinden, Yin-shan ve Ch’in-ling-shan etekleri için Çinliler’le, Moğolistan Altayları ve T’ien-shan için de Yüeçiler’le savaşmak zorunda kalmışlardı.

Genel olarak, eski kültürleri kendi aralarında karşılaştırdığımız zaman, bunların gelişim seviyelerinin, bulunan silahlar, yazılı materyallar, sanat eserleri vb. gibi maddî kalıntılara göre farklılıklar arzettiğini görüyoruz. Sadece günümüze kadar yetip gelebilen hatıralar, yani taş silahlar ve madenî eşyalarla yetinmek zorunda kaldığı için bu metod yeterli değildir. Sistemin ilk eksikliği, kurak iklime sahip ülkelerdeki âbidelerin, rutubetli yerlerdeki âbidelere göre kıyas edilemeyecek kadar daha iyi korunabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer yandan, insanların, kendilerinden binlerce yıl sonra arkeologlar bulsunlar diye değil, bizzat yaşamak için ev yaptıkları gözönüne alınacak olursa, ağaçtan yapılan evlerin taş evlerden daha kötü olmadığı kabul edilmelidir. Şu halde, taş ev yapmayanların kültür seviyelerinin daha düşük olduğu hükmüne varmak, ikinci bir hatadır. Aynı şekilde, elbiselerin, ancak metalik olan kısımları bozulmadığı ve bunlar bütün halklar için geçerli olmayan kriterler olduğu için, onların güzel ve değerli olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Düşünelim ki A halkının süsleme zevki, oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmış, B halkı ise çok kaba taş nazarlıklar yapmakta ustalaşmış bulunsun ve bunlar, A halkı tarafından alınarak kullanılmış olsun. Bu durumda, A halkının zevki, kendi başına bir bütün teşkil etmez, ama B halkının yaptığı orijinal bir stil sayılır. Okuma-yazma konusunda da durum aynıdır: Tercüme, rivayet ve derlemelere sahip, büyük kütüphaneleri olan milletler vardır ve örneğin; Moğollar ve Mançurlar’da olduğu gibi bunların kendi orijinal eserleri çok azdır. Yeri gelmişken “İlyada” ve “Kalevala” gibi sanat şaheseri meydana getiren kültürsüz halklar da vardır.


Kısacası, eski kültürlerin karşılaştırılması sadece mümkün değil, gereklidir de; ama bunun için, ilk önce incelenen halkların orijinal gelişim çizgilerinin gözden geçirilip ortaya konulması gerekir. Ayrıca, günümüze kadar ulaşmış bulunan farklı materyal bakiyelerinin de buna engel teşkil etmemesi lazımdır.


Hun sınırlarının asıl ulaştığı noktalar, Moğolistan bozkırlarının yayıldığı alanlardı. Büyük Bozkır, ilk devirlerde, tıpkı bir deniz gibi, Güney Sibirya ve Kuzey Çin’in meskun orman- step şeritleriyle bölünmüştü. Her iki şeritte yaşayanlar, -çiftçiler, yerleşik çarvacılar ve orman avcıları,-bozkırlara yönelemezlerdi. Çünkü bozkır bitkilerinin onlara sağlayacağı bir faydası yoktu. Hunlar, yeterli miktarda at üretmişler, hamut vurulan öküzler ehlileştirmişler ve kulübeler -tekerlekli arabalar- kurmuşlardı. Çarvacılıkla uğraşanlar, ilk göçebelerdi ve günlük hayatta ihtiyaç duydukları et ihtiyacını karşılamak için sürek avı tertipliyorlardı. Hatta M.Ö. III. Yüzyılda, şahinle avlanmayı bile öğrenmişlerdi.


Kulübeleri -tekerlekli çadırları,- kullanıma oldukça elverişliydi. Her şeyden önce, dondurucu toprak ve taş duvarlara nisbetle, bu çadırlar, rüzgar ve soğuğa karşı fevkalade koruyucu durumundaydı. Ayrıca, otağı sökerek, daha sıcak bir yere taşıma imkanı vardı. İkinci olarak, Hunlar’ın da yaptığı gibi, tekerlekli kulübe, mevcut mal varlığını düşmana kaptırmamak için daha güvenliydi.


Deri elbiseler; dayanıklı, hafif ve kullanılışlıydı. Sürüleri çok olduğu için, gıda maddesi olarak kullandıkları et ve süte yeterinden fazla sahiptiler. Ağır işlerle uğraşmamaları ve sürekli avlanmakla meşgul olmaları, fizikî güçlerini geliştiriyor; sık sık tertipledikleri askerî yürüyüşler ise, erkeklik ve iradelerini kuvvetlendiriyordu.


Bunun yanında, askerî seferler, Hun ekonomisinde önemli bir rol oynuyordu. Tarihî gelişimin erken dönemlerinde, ilkel kabilelerde, kendilerinde yeterli ölçüde bulunmayan gıda maddelerini, sürekli olarak komşularını yağmalamak suretiyle elde etme alışkanlığı ortaya çıkmıştı. Bu, tehlikeli bir yol, fakat akıllıca bir gelir elde etme şekliydi. Çünkü elde edilen olca (ganimet), halkın ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. Birçok halklar gibi Hunlar da bu merhaleden geçtiler. Ancak, ilk yabgular döneminde, Hunlar’ın esas gelirlerini, itaat altına alınan halkların ödedikleri haraçlar teşkil ediyordu.


Bununla birlikte, Hunlar’ın şekillenme dönemlerinin başlangıcında, örneğin, Franklar, Gotlar, Araplar, Slavyanlar ve eski Grekler’den pek farklı olmadıklarını belirtmemiz gerekmektedir.


Hunlar’ın savaş esirleri ve sığınmacılara karşı davranışları da oldukça insanî idi. Bu yüzden Çin devleti, birbirini takip eden Hun saldırıları kadar, kendi halkının muntazaman bozkıra taşıdığı gelirlerinden de korkuyorlardı.

Kadınların politikaya karışmaları, onların Çin, Hindistan ve İran’da olduğu gibi hiç de aşağılanmadıklarının bir delilidir.


Hunlar’ın gelişmiş özel bir kültürlerinin olmadığı konusundaki delillerin en belli başlısı, onların okuma-yazma bilmedikleri, üstelik bunu gösterecek herhangi bir bulguya da bugüne kadar rastlanmadığı şeklindedir. Hunlar’ın okuma-yazma bildikleri; deri, ağaç kabuğu veya kâğıt üzerine yazılan şeylerin günümüze kadar yetip gelmesinin her zaman mümkün olmadığının, akla pek yatkın gelmediği düşünülebilir. Ancak, bu görüş ve hatta peşin hükümler, elde edilen yeni bilgilerle çürütülmektedir. Mesela “Üç Hükümdarlık Tarihi”nde Çin ile eski Kamboçya hükümdarlığı Fu-nan arasında, karşılıklı elçilerin gelip gittiği kaydedilmektedir. Çin elçisi, Kamboçya’da 245-250 yılları arasında kalmış, onun refaketinde bulunan Kang T’ai, ülkesine döndükten sonra Fu-nan hükümdarlığı hakkında bilgi vererek, “Kitapları var; onları arşivlerde saklıyorlar. Yazı şekilleri Hunlar’ın yazılarına benziyor” demiştir. Fu-nanlılar, Hint yazı stilini kullanıyorlardı. Bu açıklama, fevkalade önemlidir. Çünkü Çinli diplomat, Hun yazısından bahsetmekte ve kesin olarak bildiği bir mesele hakkındaki görüşünü, başka bir şeyle kıyaslayarak ve açıklayarak izah etmektedir. Daha da önemlisi, Hun yazı stilinin Hint alfabesinden kaynaklandığını, dolayısıyla Hun Devleti’nin Batıyla bağlantıları bulunduğunu belirtmektedir. Han dönemi Çinlileri’nin Hunlar’ı vahşilikle suçlamalarının sebebi, belki de ellerindeki tek kültür kaynaklarının kendi ülkelerine ait olan kaynaklar olması idi. Ne yazık ki Hunlar’ın folklorları ve manevî kültürleriyle ilgili diğer bilgiler, geri dönmeyecek şekilde kaybolup gitmiştir. Yine de Hun kültür seviyesi ve özellikle de Hunlar’ın Sayan-Altay civarlarında yaşayan çağdaşlarının muhteşem sanatları hakkındaki bilgiler, Moğolistan ve Ordos’ta yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkacaktır.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


İznik Gölü / Bursa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak