3 Nisan 2025 Perşembe

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

 

 

MÂ'ÛN SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.

 

Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Son âyet-i kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden (yalanlayan) ve Allahü teâlânın emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimselerin, uygunsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla berâber) namaz kılan (münâfık) ların vay hâline ki, onlar namazlarından gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin) tâ kendileridir. Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)

 

Kim Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu mağfiret eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

MAZLÛM:

 

Zulme, haksızlığa uğramış kimse.

 

Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)

 

Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı.

 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

Alma mazlûmun âhını,

 

Çıkar âheste âheste.

 

(Atasözü)

 

MAZMAZA:

 

Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.

 

Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)

 

Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün (boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

MEÂL:

 

Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.

 

Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)

 

ME'ÂNÎ İLMİ:

 

Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim.

 

MEÂRİC SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.

 

Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i kerîmede geçen el-Meâric kelimesinden dolayı Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin çoğulu olup yükselme dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)

 

Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Melekler ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu (dünyâ senesi ile) elli bin senelik yoldur. (Âyet: 4)

 

Kim Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini gözetenlerin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

MEÂRİF:

 

Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir.

 

MEBDE-İ TEAYYÜN:

 

İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.

 

Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)

 

MEBDE' VE MEÂD:

 

Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.

 

Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden) ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değil. Sâdece, onların hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de, mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf Harpûtî)

 

MEBÎ':

 

Satılan veya satın alınan mal.

 

Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)

Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)

 

MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda kullanılan lafız (söz) veya mânâ.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)

 

Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını evlâdına vakfetse, ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)

 

MECELLE:

 

Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

 

Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sâhibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.

 

MECÎD (El-Mecîd):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)

 

Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)


 

  Rabbî!  İbrâhim  aleyhisselâmın  ve  âlinin  feyz  ve  bereketini  artırdığın  gibi,


Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları), ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)

 

Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)

 

MECNÛN:

 

Deli.

 

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: "Lâ ilâhe illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)

 

Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)

 

ME'CÛC:

 

Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır.

 

MECÛSİ:

 

Ateşe tapan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

O     îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)

 

Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)

 

Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

MECZÛB:

 

1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.

 

Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)

 

2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.

 

Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

22 Mart 2025 Cumartesi

Gündelik Hayatımızda –Mahallede - 1

 


Grafiti


1986-87’de bir ‘graffiti’ modası başlamış, kuramsal açıklamalar, dünya duvar yazınından seçmeler içeren kitaplar yayınlanmıştı. Gazetelerde özlü-mizahi söz köşeleri çoğaldı ve bunlardan bazıları duvar resmi üstüne el yazısıyla basıldı. Sonra hazır yapışkanlı, pullama veya kuşlama kâğıdı boyunda, üstlerine çoğu el yazısıyla hazır sözler basılmış, bin bir çeşit kâğıt her yeri kapladı; “Kitap okumuyorsanız tartışmayalım”, “Burada sigara içilir” filan. Bunlar kitapçı, kırtasiyeci, hediyelik eşya satan yerlerde kartpostal gibi dizilip bol bol satılıyordu. Açık ki, 12 Eylül dönemini geride bırakmak isteyen ‘halet-i ruhiye’, topluma seslenmek için duvara yazı yazamıyor, yakın çevresine komiklik yapıyordu.

Grafiti İtalyanca kazımak, çizmek anlamına gelen graffito sözcüğünün çoğuludur. Müstehcen duvar resimleri ve yazılarıyla dikkat çeken eski Roma şehri Pompeii’deki örnekler 1837 yılında kitap olarak yayımlandı. 1850 yılından sonra graffiti sözcüğü, Pompeii ve öteki İtalyan şehirlerindeki duvar karalamaları için kullanılarak yaygınlaştı ve ören yerlerindeki yazılar anlamında arkeoloji terimi haline geldi.

Duvara her zaman yazı yazılmıştır. Bilinen en eski örneklerden biri, IO 591 yılında Mısır kralının ordusunda paralı asker olan Yunanlıların Etiyopya seferinde II. Ramses’in Abu Simbel’deki heykelinin üstüne adlarını kazımalarıdır. Macarlar, Avarlar, Gotlar gibi göçebe barbar kabilelerin bıraktıkları az sayıda yazı, soyluların eşyasına, taslar, kadehler, leğenlerin üstüne yazılmış, bu şunun malıdır gibi örneklerden oluşur. Yüzyıllarca yazmak, üst sınıfların işidir, halk yazmaz ve okumaz, dualar ezberlenir, unutulmaması gereken bilgiler akılda kolay kalması için tekerlemeye, şiire dönüştürülerek ezberlenmesi kolaylaştırılır. Doğu’da ve Batı’da, elbette üst sınıftan kadınlara, okuma yazma öğretmenin gerekip gerekmediği tartışılmış, yazı, âşıklarıyla haberleşmekten başka bir işlerine yaramayacağından, yalnız din kitapları okumaları için okuma öğretmenin yeteceği sonucuna varılmıştır. İşte yazı bilgisi yaygınlaşıp da işleri kutsal, siyasal veya ekonomik sayılmayanlar için, boş bir duvar kadar çekici bir yer yoktur. Elleri kalem kavramaya, bacakları gövdelerini taşımaya başlar başlamaz, çocukların ufacık kâğıtları algılayamayıp karalamak için duvarlara yönelmesi gibidir bu.

Duvara yazılan yazıların ilk ortak yönü müstehcen olmalarıdır. Bu konuda tarihe muhalefetiyle geçen kişi, İngiltere’de sokaklarda birçok ahlaki yanlışı uyararak düzeltmesi yanında duvarları silmesiyle tanınan, ve kendisine Doğrucu Alexander lakabı takılan A . Cjuden’dir (1701-1770). Türkçede duvar edebiyatına Tosun edebiyatı adı verilir. Bu konuda en ileri gidilen yer, zamanın daha bol, yazıyı yazarken görülme olasılığının düşük, ama bir yandan da kamusal bir alan oluşturan genel tuvaletlerdir.

Mahalle duvarlarına ilkokul, ortaokul çocukları tarafından yazılan ve başkalarının aşk yaşamını ihbar eden, futbol takımlarına ancak ‘kova’ gibi sıfatlar yakıştırmaktan ibaret kalan yazılar, 1968’den itibaren siyasallaştı. Siyasi yazıların duvarlara yazılması Avrupa’da 1930’larda yaygınlaşmış, 68 eylemleriyle bütün dünyaya yayılmıştı. 1974’den sonra Türkiye’de duvara yazı yazmak, kendi mahallesinde iktidarın, başka mahallelerde gücün göstergesi oldu ve polisle siyasal hareketler arasında başlayan kovalamacayla, ‘yazıya çıkmak’ kadroların eğitim sürecinde önemli bir adım haline geldi. Dağ taş yazı doldu. 12 Eylül Darbesi’nin ilk işi yazıları mahalle sakinlerine sildirmek, silinemedikleri için de üstlerini kapattırmak oldu.

ABD ’de zenci mahalleleri ve New York metrosu halen duvar yazılarıyla tanınıyor. Hatta metro grafitilerinden esinlenen pop sanat okulundan, 1970’lerde punk rock akımının yaratıcılarından Keith Haring (1958-1990) grafiti sanatçısı olarak resim tarihine geçti. 1990’lardan itibaren Türkiye’de de aşk ve futbol duygularını duvarlara yansıtanlar, eskisiyle karşılaştırılamasa da siyasal yazı yazanlar başladı.




Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

21 Mart 2025 Cuma

Abbasilerde Birinci Türk Devri Mütevekkil'in (H. 232/846) Halifeliğinden Deylemlilerin Hicri 334/945 Yılındaki Saldırılarına Kadar Olan Dönem

 


Türklerin, bir başka ifadeyle asker ve komutanların devlet işlerini ellerine geçirdikleri bu devri, lranlı vezirlerin hakimiyet döneminden ayırmak için böyle adlandırdık. Bu iki devir arasında birinin bitimi ve diğerinin başlamasını gösteren belirgin bir ayırım mevcut değildir. Tam aksine birinin sona erişi diğerinin başlangıcı ile karışmıştır.


Eski Türkler


Türk milleti birçok kabile, boy ve oymaktan oluşan köklü bir kavimdir. Türkler Orta Asya'da, Hindistan, Çin ve Sibirya arasında bulunan Altay ve Altındağları üzerine yerleşmişlerdi. Romalılar devlet kurucuları olan Rumulus'a ait birtakım hürafelere inandıkları gibi, Türkler de ilk öncüleri hakkında Romalılara benzer bir efsane naklederlerdi. Buna göre Türklerin ilk kumandanı Börtezine (Börtecine), bir kurt tarafından emzirilmişti. Börtecine büyüdüğünde uygarlıktan uzak bir yaşam süren Türkleri çadırları, hayvanları ve tüm ağırlıkları ile alıp götürmüş; kendilerine komşu olan milletlerle -özellikle de Çinlilerle- savaşmıştı. Börtecine vefatından sonra arkasında birkaç evlat bırakmıştı. Çocuklar Çinlilerle yaptıktarı savaşlar sırasında Çin uygarlığını ve şehirlerini görmüşlerdi. Çocuklardan biri benzer şehirler kurmak istemiş ancak maiyetinde bulunan bir kumandan kendisini bu düşünceden vazgeçirmişti. Kumandan hakanına bu konudaki görüşünü şöyle açıklamıştır: "Hakanım! Biz sayıca Çinlilerin onda biri kadarız. Bizim gücümüz ancak serbest yaşamamıza bağlıdır. Kendimizi güçlü görürsek düşmana hücum ederiz. Kuvvetli bulmazsak çöle çekiliriz. Halbuki şehir halkı kafeste yaşar gibi sur içerisinde hapis kalır." Türk hakanı bu düşünceyi uygun görmüş ve şehirleşmekten vazgeçmişti. İslamiyet'in ilk yıllarında Arapların durumu da bundan farklı değildi. Arapların bedevi yaşamları daha sonra cihana hakim olmalarına neden olan en önemli sebeplerden biri olmuştu.

Türkler kabileler halinde çöllerde, yağma, garet ve çadır halkı olarak yaşarken kuvvet ve sayıca her geçen gün çoğalmış, dört yüz bin kişilik bir ordu vücuda getirmiş, bu orduyla Çin, İran ve Romalılara karşı elli sene boyunca savaşmışlar, bu savaşların çoğunda da muzaffer olmuşlardı. Türkler Roma imparatoru Jüstinyen zamanında Romalılarla bir barış anlaşması imzalamış, ondan sonra gelen imparatorlarla da aynı sulhü devam ettirmişlerdi. Her iki millet arasında birçok elçi gidip gelmişti. Türk hakanı Dizabul zamanında Romalılar Altındağı'nda yaşayan hakanın huzuruna özel bir heyet göndererek Kisra Nuşirevan zamanında İranlılara karşı kendisiyle askeri ittifak anlaşması imzalamışlarsa da Nuşirevan'ı mağlup edememişlerdi.

O devre kadar Türkler Türkistan'ın her köşesine yayılmış, bazı kabileler de şehir yaşamına geçmişlerdi.


İslamiyet'ten Sonra Türkler


İslamiyet'in doğuşuyla birlikte İslam orduları dünyanın dört bir köşesine dağılmış, fetihler Türkistan'a kadar ulaşmıştı. Müslümanlar Türkistan'a "Maveraünnehir" adını veriyorlardı. Emeviler zamanında Türkistan'dan Buhara, Semerkant, Fergana, Üşrusene şehirleri teker teker İslam fatihlerinin ellerine düşmüştü. Abbasilerin hilafeti döneminde bu şehirler Müslümanların hakimiyeti altında bulunuyor, halkları da haraç ve cizye ödüyorlardı. Cizye olarak, çoğunlukla ganimet malı veya savaş esiri olan çocuklarını verirlerdi. Türkistan'ın çöl ve bozkır halkından alınan bu çocuklar, esir olarak alınıp satılırdı. Savaşlar sırasında Müslümanların eline ganimet olarak birçok esir geçiyordu. Araplar esirlere "memalik" adını verir, halifelerin saraylarıyla emirlerin konaklarına gönderirlerdi. Arapların hakimiyetlerine boyun eğen diğer milletler gibi esirler de Müslüman olurlar, bir köle ve mevali sınıfı teşkil ederlerdi. Türkler özellikle bedeni güç, kahramanlık ve cesaret, ok atmadaki ustalık, at üzerindeki hünerleri ve sıkıntı ve meşakkate sabır gösterme açısından diğer milletlerden üstün bir konumdaydı. Bilim ve maarifle, özellikle felsefe ve tabii bilimlerle meşgul olmaya neredeyse hiç önem vermezlerdi. İslam medeniyeti devirlerinde Türklerden bilim, eğitim ve öğretimle meşgul olanlar çok nadirdi. Hatta bu halleri halk arasında çok iyi bilindiği için bir Türk'ün tabii bilimlerle meşgul olmasına şaşılırdı. Örneğin ünlü tarihçi lbnü'l-Esir, Rum Selçuklularının atası olan Kutalmış'ın ilm-i nücümdan (astronomi) haberdar olduğunu zikrederken, "Hayret edilecek şeydir ki bu Kutalmış Türk olduğu halde ilm-i nücümu öğrenmiş, gerek bunda, gerek diğer bilimlerde maharet sahibi olmuştu," diyor. Türkler menşeleri, soy ve sopları itibariyle lslam tarihinde birçok isimle anılırlar. Onlar da Araplar gibi birçok kabile ve boya ayrılmışlardı.


 

Abbasi Devletinde Türk Askeri


Mu'tasım ile Türkler


Türkleri asker olarak istihdam eden ilk halife Abbasi halifesi Mansur olmuştur. Ancak Türkler bu devirde henüz devletçe fazla önem taşımayan küçük bir azınlıktı. Asıl nüfuz ve güç hala Horasanlılar ile Arapların elindeydi. Harun Reşid'in devrinde Araplarla İranlılar arasında nüfuz ve güç hususunda yoğun bir rekabet ortaya çıkmış, Emin'in hilafetinin sona erdirilmesiyle birlikte Arapların devlet üzerindeki güç ve otoriteleri sona ermiş, hilafeti ele geçiren Me'mun'un dayıları olan lranlıların devlet yönetimindeki etkinlikleri başlamıştı. Bu refah ve rehavet devrinde Müslümanların artık o eski azim ve metanetleri her geçen gün azalmaya başlamış, uygarlaşmayla birlikte taşıdıkları savaşçılık ve fetih ruhu da sönmeye yüz tutmuştu. Me'mun'un kardeşi olan Mu'tasım daha hilafet makamına gelmeden önce bu olumsuz duygu ve anlayışı göz önüne almış, telafi etmenin yollarını düşünmeye başlamıştı. Kendisinin annesi Türk'tü. Bu nedenle Türkleri çok yakından tanıyordu. Türklerin sözünü ettiğimiz vasıf ve meziyetlerinin çoğuna bizzat sahip bir halife olarak, dayıları olan Türklere duygusal olarak da bağlıydı. Me'mun'un İranlılara meyil ve muhabbeti gibi o da Türkleri seviyordu. Mu'tasım kardeşi Emin'in öldürülmesinden sonra katilleri olan lranlıların cüret ve tecavüzlerinden korkmaya, hayatından endişe duymaya başlamıştı. Kendilerine has asabiyet duyguları ve kahramanlıkları artık yok olmaya başlamış, güç ve kuvvetleri kırılmış, azim ve gayretleri sönmüş, içinde bulundukları rahatlıkla iyice gevşemiş ve uyuşmuş olan Araplara da güvenemiyordu. Söz konusu dönemde kahramanlık ve cesaret gibi üstün özelliklerle bezenmiş olan Türkler, henüz bedevilikten kurtulamamışlardı. Mu'tasım bu önemli noktayı göz önüne alarak kendi konumunu güçlendirmek için Türklerin görevlendirilmesini uygun bulmuş, lrak'ta güçlü kuvvetli, boylu poslu ne kadar Türk köle varsa hepsini satın almış, Türkistan ve diğer bölgelerden de birçok yeni köle getirtmiş, böylece maiyetinde birkaç bin Türk'ten oluşan birlikler kurmuştu. Dinç ve görünüşü güzel olan gençlerden oluşan bu kölemenler, Mu'tasım tarafından ipekli elbise, sırmalı kuşak, sırmalı kılıç askısı vs giydirilerek diğer askerlerden farklı bir kıyafette özel birlikler olarak bizzat halifenin emrine verilmişti. Bunların çoğu Fergana ve Üşrusene Türklerindendiler.

Mu'tasım hilafet makamına çıktığında artık Türkler onun en büyük destekçisiydiler. Her geçen gün sayıları artan Türk askerlerine Bağdat şehri artık dar gelmeye başlamıştı. Askerler henüz şehir yaşamına alışkın olmadıklarından, sokaklardan geçerken halka sataşıyor, önlerine çıkan zayıfları, çoluk çocuğu atlarıyla tedirgin ediyor, korkutuyorlardı. Bu tür olaylar her geçen gün artmış, yol ortasında ölenlere bile rastlanmıştı. Bir bayram günü halife Mu'tasım saltanat alayıyla sarayından çıkmıştı. Yolda bir ihtiyar Mu'tasım'a dönerek, "Ey İshak'ın babası!" diye bağırır. Asker halifeye bu şekilde hitap eden ihtiyarı dövmeye kalkışır. Askerlere engel olan Mu'tasım yaşlı adamı yanına çağırtarak, "İhtiyar! Ne istiyorsun?" diye sorar. İhtiyar, "Çevrenin hukukunu bu kadar ayak altına aldığın için Allah sana layığını versin. Yakınımıza yerleştikten sonra Türk kölemenlerin olan bu yabancıları da getirerek yanımızda iskan ettirdin. Bunlarla çocuklarımızı, yetim kadınlarımızı, dul adamlarımızı öldürttün," şeklinde şikayette bulunur. Mu'tasım tüm bunları dinledikten sonra sarayına döner ve bir sene boyunca atlı alayla birlikte Bağdat'ta dolaşmaz. Ertesi yıl bayram günü gelince saltanat alayıyla saraydan çıkar. Halkla beraber bayram namazını kılar. Daha sonra Bağdat'tan çıkar ve askerine ordugah edinmek üzere bir yer araştırır. Bugünkü Samarra bölgesini bulur. Burayı beğenir ve ordugah edinerek adına da "surre men raa" (gören beğendi ve memnun oldu) der. Mu'tasım Samarra'yı birtakım bölümlere ayırarak, Türk askerini kendi ülkelerinde mensup oldukları kabilelerin durumuna göre burada yerleştirdiği gibi sanayi ve ticaret erbabı için de ayrı ayrı çarşılar tahsis eder. Bunun üzerine yüksek binalar, saraylar yapılır, birçok ev inşa olunur, su kuyuları açılır. Saltanat merkezini Samarra'ya taşıyacağı halk arasında yayılınca sanayici ve tüccarlar da oraya koşarlar. Geçim vasıtaları da böylece her geçen gün bollaşır ve kolaylaşır. Samarra şehri H. 221/835'ten Mutemed'in hilafet devrine kadar Abbasi devletinin başkenti olarak olmuş, halife H. 279/892'de şehri terk ederek Bağdat'a geri dönmüştür.

Halife Mu'tasım, Türk kölemenlerini o devirde geçerli olan askerlik kurallarına uygun olarak tertip etmiş, çeşitli bölüklere taksim etmiş, komutanlıklarını da yine kendi soylarından olan beylere vermişti. Mu'tasım, Türklerden hassa ordular teşkil ederken yalnızca satın alma veya hediye almakla yetinmemişti. Türk beylerine ve şehzadelere de yanına gelip ikamet etmeleri için teşviklerde bulunmuştu. Fergana şehzadelerinden Caf ibn Biltekin bu teşvik sayesinde Mu'tasım'a iltihak eden Türk emirlerinden biriydi. Halife Mu'tasım bu şehzadenin savaşlardaki yiğitlik ve cesaretteki şöhretini işitmiş, diğer birçok bey çocuklarıyla beraber yanına davet etmiş, iltifat ve ikramlarda bulunmuştu. Samarra şehrini kurduğu zaman bunlara birçok mukatalar (araziler) vermişti. Cafın mukataları o bölgede yüzyıllar boyunca onun adıyla anılmıştı.


Mu'tasım Türkleri çevresine topladığı yıllarda, Türklerin çoğu daha önce memleketlerinde yaygın olan Mecusilik ve putperestlik inancına sahiptiler. Yalnızca belli bir kısmı lslamiyet'i kabul etmişti. Gayrimüslim olanlar da halifenin askeri hizmetine girip lslam terbiyesini aldıktan sonra Müslüman olmuşlardı. Bununla birlikte bazıları sırf halifelere yaranmak amacıyla Müslüman oluyordu. Nitekim ünlü Mecusi Türk beylerinden Afşin savaş ganimetlerinden yararlanmak maksadıyla Müslüman olduğunu söylemişti.

Mu'tasım maiyetinde bulunan Türklerin medenileşmelerinden, diğer milletlerle karışarak asabiyetlerini, ikdam ve necdetlerini (yiğitlik ve cesaret) kaybetmelerinden korktuğu için, saf hayat tarzları olan bedevilik veya bozkır kültüründe kalmalarını arzu ediyordu. Bu nedenle onlar için özel olarak Türk cariyeleri satın alıp onlarla evlendiriyor, kendi saf nesillerini devam ettirmeleri için müvelledinden (melez ırk) birinin kızıyla evlenmekten veya bir müvelledi damat edinmeyi onlara yasaklıyordu. Getirdiği cariyelere de muayyen ve sabit maaşlar tahsis ettirmiş ve adlarını devletin kayıtlarına geçirtmişti. Bu yüzden Türk askerinden hiçbiri karısını boşayamaz veya terk edemezdi.


Türk Askeri ve Devlet Düzeni


Mu'tasım'ın bu gayretleriyle Türklerin şevket ve nüfuzları her geçen gün yükselmiş -özellikle Babek Hurremi belasından ülkeyi kurtarıp Amuriye'yi (Eskişehir havalisi) fethederek lslam bayrağını yükselttikten sonra- tamamen devlet işlerini ellerine geçirmişlerdi. Önceleri bütün yetki ve güç İranlıların elindeydi fakat bu sefer Türk beylerinin kontrolüne geçmişti. Nüfuz kısmen İranlı vezirlerin kısmen de Türklerin elinde bölününce devletin durumu tamamen karışmıştı. Bu nazik müddet sırasında lbn Vehb, lbn el Fürat, Ali bin lsa, lbn Mukle gibi önemli devlet adamlarından bazı vezirler büyük şöhret bulmuş, idareyi ele geçirmek, müsadere vb zulümlerle mal ve mülk sahibi olmak hususunda Türk beyleriyle adeta yarışır hale gelmişlerdi. O zamana kadar devletin gençlik dönemi geçmiş, yıkılışa doğru yönelmiş, halifeler zevku sefaya, israf ve eğlenceye dalarak devlet işlerini idareden aciz bir hale düşmüşlerdi. Öyle ki artık halifeler Türklerin desteğini almadan hilafet makamına çıkamıyorlardı. Türkler ise belli bir para veya mevki sahibi olmadan hiçbir iş yapmıyorlardı. Bu yüzden her kim askeri elde edebiliyorsa hakimiyeti de ele geçiriyordu. Artık asabiyetin, cinsiyetin, dini birliğin ve vatanperverliğin tesiri kalmamıştı. Devletin çarkını artık sadece Türkler çeviriyordu. Daha önce belirttiğimiz üzere bunlar, oldukça yiğit, kahraman ve celadetli bir milletti. Bu yüzden hakimiyetin temel ekseni şiddet ve savaşmaktı.

Abbasiler Devleti kurulduğu dönemde askeri güç Muzar ve Yemen'den olan Araplarla İranlılardan oluşuyordu (İranlılardan Murat, Irak ile Horasan'ın doğu bölgelerinden itibaren Ceyhun-lndus Irmağı'na kadar uzayan yerlerden mürekkep olup Huzistan, Fars, Kirman, Mekran, Sicistan, Kühistan, Horasan ve diğer yerleri kapsayan bölge halklarıdır). Bu halk Emevilerden intikam almak veya yönetimi ele geçirmek maksadıyla Müslümanlara yardım etmiş ve arka çıkmışlardı. Bunların büyük kısmı köleliği yaşamamış hür askerlerdi. Kendilerine mevali denilmesi o devrin terminolojisine göre Arap olmadıklarını vurgulamak içindi. Halifeler bunlardan bir kısmını seçip devlet işlerinde kullandıklarından, aralarından birçok vezir, komutan ve alim yetişmiş, üst görevlere tayin olununca kısa süre içerisinde bağımsızlıklarını ilan ederek, Abbasi halifeliğinin manevi gücüne bağlı ayrı birer devlet olmuşlardı.

Mu'tasım hilafet makamına çıkıp da teşvik veya satın alma suretiyle Türk kölemenlere malik olunca devletin askeri kuvvetinin büyük bölümü kölemenlerden meydana gelmişti. Halifeler askerlerin yardım ve desteğine iyiden iyiye güvenmeye başlamış, bazılarını saray hizmetine, muhafızlık veya silahşorluk gibi özel hizmetlerine almışlardı. Bunlardan bir kısmı da devlet mansıplarında kademe kademe yükselerek ordu kumandanları olmuş, devletin gücünü istedikleri gibi kullanmaya başlamışlardı. Bunun bir sonucu olarak devletin siyaseti çoğunlukla Şia'dan olan İranlılardan, çoğunlukla Sünni olan Türklere intikal etmişti. En başta halife Mütevekkil olmak üzere, Abbasi halifeleri tarafından Şia'ya karşı kullanılan şiddet döneminden itibaren Sünnilik Türkler arasında yayılmış ve yerleşmişti. Türkler bu halife döneminden itibaren Sünniliği kabul etmiş ve günümüze kader bu mezhepte devam etmişlerdir.

Türklerin halife saraylarında kontrolü ele geçirmeleri Mütevekkil'in zamanında başlamıştı. Mütevekkil'in H. 232/846'da hilafet makamına çıkıp, Şia hakkında her türlü şiddet ve baskıyı reva görmesi Türklerin daha da güçlenmelerine, devletin dümenini tamamen ellerine geçirmelerine hizmet etmişti. Daha sonra Mütevekkil'in oğlu Muntasır, babasının öldürülmesine onları (veya onlar kendisini) teşvik edince Mütevekkil'i öldürmüşler ve bu hüzünlü olay onların halifelere karşı ilk cüretlerini teşkil etmişti. Türkler Mütevekkil'den sonra Muntasır'ı hilafet tahtına oturtmuşlarsa da, bu halife birkaç aydan biraz fazla hüküm sürdükten sonra işlediği bir cinayetten dolayı büyük bir vicdan azabı çekmiş ve vefat etmişti. Muntasır'dan sonra H. 248'de Müstainbillah, H. 251'de Mu'tezbillah hilafet makamına çıkmışlardı. Ancak bu devre kadar Türklerin baskıları iyice haddi aşmış, kontrolden çıkmıştı. Onların halifelere reva gördükleri zorbaca muamelelere dair kaynaklarda aktarılan hikayelerden biri Halife Mu'tez'le ilgilidir. Söz konusu halife hilafet makamına çıktığı zaman ailesi ve maiyeti halkı, müneccimler getirerek, "halifenin ne kadar yaşayacağını ve hilafet makamında ne kadar kalacağını" sormuşlardı. Mecliste hazır bulunan zürafadan biri kendini tutamayarak söze karışmış, "Müneccimlerden sormayınız. Benden sorunuz. Ben daha iyi bilirim" demişti. "Peki o halde ne kadar yaşar? Saltanat zamanı ne kadar sürer?" diye sormaları üzerine o zat "Türkler ne kadar izin verir ve uzatırlarsa," cevabını vermişti. Bu cevap karşısında mecliste bulunanlar gülmekten kendini alamamıştı.

Türkler söz konusu halife Mu'tez'i feci bir şekilde öldürmüşlerdi. Ayağından sürükleyerek odanın kapısına götürmüşler, topuzlarla döverek gömleğini parçalamışlar, güneşin altında durdurmuşlardı. Taşların sıcaklığına dayanamayan halife sürekli bir ayağını kaldırıp diğerini indiriyordu. Asilerin bazıları bu durumda bile elleriyle ona tokat atıyorlardı. Asi Türkler ayrıca halife Müstekfi'nin gözlerine de mil çektikten sonra ölünceye kadar hapsetmişlerdi. Kahirbillah o kadar fakir ve zavallı bir hale düşmüştü ki, asiler kendisini zindana attıkları zaman üzerinde yalnızca bir cüppenin pamuğu ile ayağında tahtadan bir nalından başka bir şey bulunmuyordu. Türk askerleri bu derece büyük bir kuvvet ve nüfuz elde ettikten sonra halifeleri ellerinde oyuncak etmişlerdi. Asker arasında hakimiyeti ele geçirmek için ihtilaller ve savaşlar patlak verdikçe hangi grup galip gelirse halife de o gruba yönelmeye başlamıştı. Daha önce asker halifeye sadakatini muhafaza için beslenirken askerin kontrolden çıkıp şımarmasından sonra bu kez de tam aksine halifenin askere sadık kalacağına dair yemin etmekle mükellef tutulması doğal bir gelişme olmuştu.

Türkler Abbasi devletinde kontrolü ele geçirince eski memleketlerinde bulunan vatandaşlarından yüzlerce ve binlercesi askerlik yaparak geçimlerini sağlamak amacıyla Bağdat'a akın etmeye, Müslüman olmaya başlamışlardı. Böylece H. 350/961 yılında Türklerden bir defada iki yüz bin çadır halkı Müslüman olmuştu. Her bir çadır beş nüfustan aşağı olamayacağından, lslam'ı kabul edenlerin miktarı bir milyona yakındı. Daha sonra H. 435/1043 yılında Balasagun ve Kaşgar halkından bir defada on bin çadır Müslüman olmuş ve yirmi bin koyun kurban kesmişlerdi.

Söz konusu dönemde Abbasilerin hizmetinde bulunan Türk askeri, Romalılarda Praetorian adıyla bilinen ve Osmanlılarda da "başı bozuk" denilen asker sınıfı gibiydi. Yeterli maddi gücü olan herkes isterse bu hazır gücü istihdam edebiliyordu. Bu yüzden kimin eline hakimiyet geçerse, satın alma veya ücretle görevlendirme yoluyla bu tür köle asker tedarik etme yoluna giriyordu. Bunlar çoğaldıkça zamanla bölükler oluşturulmuştu. Her bölük sahibinin adıyla şöhret bulurdu. Örneğin Ebu's-Sac'a nispetle Saciye, Selahaddin'e nispetle Salahiyye adı verilen gruplar gibi Esediyye, Nizamiyye ve benzeri bölükler de aynı tür askerlerden oluşuyordu. Deylemliler, Buveyhoğulları devrinde Bağdat'ı ele geçirdiklerinde, Türkler ve Deylemlilerle halifelerin kölemenleri veya mevali arasında savaşlar sürüp gitmişti. Bu dönemde Şii veya Sünni olsun hangisi bir devlet kurmuşsa mutlaka Türkleri askerlik hizmetinde istihdam etmişti. Türkler Bağdat ve diğer ünlü lslam şehirlerinden gruplar halinde getiriliyordu. Çoğunlukla buralarda evlenip çoluk çocuk sahibi olmak istemezlerdi. Daima Türkçe konuşurlardı. Nadiren Arapça öğrenirler, ancak kibirlerinden dolayı Arapça konuşmak istemezlerdi.

Vali ve komutanlar maiyetlerinde bulunan Türk askerinin dini farzlar dışında, askeri harekat ve becerilerde de maharet sahibi olmaları için talim ve terbiyelerine çok önem verirlerdi. Dini bilgiler küçük yaşta öğretilirdi. Bir esir taciri Türklerden bir köle getirdiğinde emire veya sultana arz ederdi. Onlar esiri beğenirse satın alır, köleleri arasında onu münasip olan sınıfa dahil eder, yazı öğretmek için tavaşiye (hadım ağalarına) teslim ederdi. Yeni gelen köleye ilk önce Kur'an-ı Kerim'den yetecek kadar ayetler öğretilirdi. Mısır kölemenleri devletinde kölemenlerin her sınıfı için bir fakih tayin olunmuştu. Fakih her gün onların yanına gelir, Kur'an, hadis ve güzel yazı öğretirdi. lslam şeriatının adabına ve namaza alıştırırdı. Kölemenler biraz büyüyünce fakih onlara, lslam hukukundan bazı bilgiler aktarırdı. Köle büluğ yaşına varınca ona harp sanatı, ok atma, mızrak kullanma gibi hünerler öğretilirdi. Ok atma veya mızrak kullanmak için talime çıktıklarında hiçbir asker veya emir onlarla konuşmaya veya onlara yaklaşmaya cesaret edemezdi. Türk köleler savaş sanatı veya biliminde ustalık gösterir ve temayüz ederse yavaş yavaş yükselir, sonunda komutanlardan biri olurdu. Bu son rütbeye vardığında artık ahlak ve terbiyede olgunlaşmış bir konuma gelmiş olurdu. Bazen bunlar arasından fakih, edebiyatçı, şair ve muhasebeciler de yetişmiştir.


Bununla birlikte Müslüman halk, askerlerin şiddet ve öfkesinden korkardı. Askerler bir şehre geldiğinde o şehrin halkına bir korku salarlardı. Çünkü askerler çoğunlukla halkın evlerinde zorla misafir olur, haremlere, çocuklara taarruzda bulunurlardı. Bu yüzden Bağdat ahalisi askerlere karşı oldukça sert, sevimsiz bir nazarla bakar, onlardan nefret ederdi.


Saray Hizmetlileri ve Abbasiler Devletindeki Nüfuzları


Abbasiler devletinde yetişip görevlendirildiği bilinen ilk saray görevlisi veya hizmetlisi Harun Reşid'in özel hizmetçisi Mesrur'du. Ancak onun devrinde hademelerin henüz o kadar büyük bir nüfuz ve etkinlikleri yoktu. Saray hizmetlilerini ön plana çıkaran, onlara ehemmiyet verip sayılarını artırarak etrafında görevlendiren Halife Emin olmuştur. Kendisi halife olur olmaz, birçok tevaşi satın almış, özel hizmetinde görevlendirmiş, gece gündüz yemek ve eğlence meclislerinde ve tüm diğer işlerinde bunları kullanmıştı. Bunların bir kısmına "Ceradiye", Habeşlilerden olanlarına da "Gurabiye" adını vermişti. Aslında Emin bu hizmetçileri kendi canını korumak veya devlet çarkını çevirmek için görevlendirmemişti. Asıl neden kendisinin zevku sefa ve eğlenceye düşkün olmasıydı. Öyle ki bir zaman gelmiş tüm devlet işlerini bir tarafa bırakarak gulamlarıyla halvete çekilip Nevfel, Bedir vs köleleriyle birlikte sefahat alemlerinden kendini kurtaramamıştır. Kadınlara çok fazla iltifat etmediği de kaynaklarda aktarılmıştır. Emin'nin ahlak bakımından bu sefalet ve eğlenceye düşkünlüğü onun sonunu getiren en büyük sebeplerden biri olmuştur.


Hizmetçilerin Nüfuz ve önem Sahibi Olmalarının Sebepleri


Saray hademesi Me'mün, Mu'tasım ve Vasık'ın zamanında özel bir nüfuz ve etkinliğe sahip değildi. Fakat Mütevekkil ve onu takip eden devirlerde Türkler önemli bir nüfuz ve güç elde ederek halifelerin tayinlerinde bile söz sahibi olunca, hatta istemediklerini görevden azledip yaşamlarına son vermeye başlayınca, halifeleri kontrolleri altında tutabilmek için daha şehzadelik yıllarında iken onları saraylarda hapsedip halk ile ilişki kurmalarını engelliyor, böylece onları oldukça cahil ve zayıf bırakıyorlardı. Bundan başka bizzat halifeler de Türklerle işbirliği yaparak kendi hal' veya ölümlerine teşebbüs etmemeleri için bizzat oğullarına veya akrabalarına da kafes hayatı yaşattırıyorlardı. Saltanat hanedanının bireyleri hapis veya gözaltında tutuldukları ortamda hademe ve tavaşilerden başka münasebette bulunacak bir kimse bulma şansları olmadığından, mecburen onları kendilerine yakın dost ve arkadaş edinerek ahlaklarından etkilenir, tecrübelerinden yararlanarak uzun yıllar hizmetlerinde bulundurur, özellikle hiçbir asabiyet meyli hissetmeyen tavaşileri kendilerine en sadık kimseler kabul ederlerdi. Bu yüzden veliahtlar hilafet makamına çıkınca Türklere karşı kendilerine yardımcı ve destek olacak yandaşlar edinmek maksadıyla saray hizmetlilerinin sadakat ve fedakarlıklarını, para veya çeşitli ihsanlarla veya makam ve mansıb vererek kendilerine celbetmek isterlerdi. Bunun sonucu olarak halifeler çok sayıda hizmetli istihdam ederlerdi. Bunlar çeşitli mansıplara sahip oluyor, ikram ve iz'aza mazhar oluyor, halifelerin neredeyse özel müsteşarları konumuna yükseliyorlardı. Saray hizmetlileri ve tavaşiler zamanla o derece büyük bir güce ve etkinliğe kavuşmuşlardı ki Türkler bile bunlardan çekinip korkmaya başlamışlardı. Türklerin lslam dünyasına hakim oldukları dönemde bunlardan bir¬ çokları saray ve konak hizmetkarlığından ordu kumandanlığına ve valiliklere tayin edilmişlerdi.


Hademe Bölükleri ve Sınıfları


Halife saraylarında hizmetlilerin sayısı her geçen gün artınca doğal olarak bunların bazı takım ve bölüklere ayrılmasına lüzum görülmüştü. Her birine özel bir isim verilen hizmetliler, aslen Türk, Habeş, Ermeni, Sind'li, Berberi ve Slavlardan oluşuyorlardı. Bunlar adeta askeri bölükler gibi düzenleniyor, her ferde ayrı maaş ve tayinatlar tahsis olunuyordu.

Aslında hademe sınıfı denilen grup, halife ve valilerin evlerinde ev işleriyle ilgili hizmetlerde kullanılan oğlanlar veya kölelerdi. Satın alınan bu kölelerin içinde dokumacılık, seyislik, hacamatçılık, fırıncılık vb işlerde maharet sahibi olanlar da bulunurdu. Daha sonra amacının dışında olarak, saraylara yapılan hücum ve saldırılara karşı korunması ve savunulması için de bu kölemenler görevlendirilmeye başlanmıştı. Zenginlerin servetlerinin büyüklüğüne göre görevlendirdikleri çok sayıda köle ve cariyeleri olurdu. Bir kölenin fiyatı yüz dinardan bin dinara kadar çıkabilirdi. Bazen bir emirin yanında beş yüz, bin veya daha çok sayıda köle bulunurdu. Örneğin Abbasi devletinin Türk beylerinden Boğa-i Şerabi'nin beş yüz kadar kölesi olduğu gibi Mısır'da Fatımi vezirlerinden Yakub ibn Killis'in hizmetinde de dört bin köle mevcuttu.

Halife saraylarında bulunan kölelere gelince; bunlar "gılman-ı esagir", "gılman-ı hücriye", "rical- i mesafiye", "rical-i rikabiye" gibi her biri özel bir isimle ayrı bölükler oluşturuyorlardı. Bunlarla Türk kölemen askeri bölükleri arasındaki fark asker olanların Beyt'ül-malden tahsis olunmuş resmi maaşlı asker olmalanydı. Bunların bir kısmı sıradan köleydi. Gılman ise halife veya valilerin özel hizmetinde veya saray konaklarının muhafazasında görevlendirilen köleler anlamına geliyordu. Bunların maaşları efendilerinin cebinden ödenirdi. Bununla birlikte bazen hademe bölükleri gerekli görüldüğünde askeri bölüklere çevriliyor veya devlet hizmetleriyle hükümet askerleri birleştiriliyordu. Bazen de halifeler düşmanlarına karşı daha güçlü olabilmek için önceden belirlenmemiş köleler satın alırlardı. Çok defa hademe bölükleri, bağlı oldukları halife veya emirleri tahakkümleri altına alarak istedikleri gibi icraatta bulunmaya cüret edebiliyorlardı. Halifeler bazen bu inatçı asileri diğer bölüklerin desteği ile mahvedip yok etmek zorunda kalıyorlardı. Bunun dışında halife saraylarında bir sınıf tavaşi hademe mevcuttu. Bunlar çoğunlukla harem dairelerinde görevlendirilirdi. Sayıları oldukça fazla olan bu çeşit görevlilerin çoğu zenciydi. Bağdat halkı bunlara alaycı bir bakışla bakar, süs ve kıyafetlerine güler, yollarda onlara sataşırlar, iğneleyici ve alaycı sözlerle eğlenirlerdi. Bu biçareler o gibi muamelelerle karşılaştıkça halifelere şikayette bulunurlardı. Halife Mu'tezit zamanında bu yüzden halkın başına bir bela da gelmişti. Şöyle ki: Bağdat halkından bazıları H. 84/703 yılında siyah tavaşilerden birkaçına sataşma ve saldırıda bulunmuşlardı. Tavaşiler de hep birlikte halife Mu'tezit'e müracaat etmişler ve karşılaştıkları bu kötü muameleler ve baskılardan dolayı şikayetçi olmuşlardı. Bunun üzerine halifenin emriyle halktan bazı kişiler yakalattırılmış ve dayakla cezalandırılmışlardı. Her şeye rağmen tavaşiler çok defa devlette ümera payesine kadar yükselebilmişlerdir.


Hademeler Arasından Çıkan Komutanlar ve Vezirler


Saray hizmetinde çok sayıda hademe görevlendiren ve onların makam ve derecelerini yücelten ilk Halife Muktedir Billah'dı. Kendisi H. 295/907'de hilafet tahtına oturduğunda maiyetinde Rum ve siyahilerden olmak üzere 11.000 hademe vardı. Sınırsız para ve mücevhere sahip olan bu halife saray hizmetlileriyle birlikte 25 yıl halifelik yapmış, halifeliğin eski haysiyet ve nüfuzunu iadede başarılı olmuştu. Bu halife görevlendirdiği hizmetlileri yüksek makamlara kadar çıkartıyor, en önemli ve gizli işlerde kendisine yardımcı yapıyor, komutanlık ve benzeri önemli mansıpları onlara vermekten çekinmiyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Munis Hadim bu halifenin devrinde yetişen meşhurlardan biriydi. Halife Muktedir, Munis'e yüksek bir makam vermiş, adeta kendisine müsteşar yapmıştı. Munis de bu teveccüh ve itimattan istifade ederek devlet işlerinde dilediği gibi icraatta bulunmaya başlamış, serdarlık ve emir-ül ümeralık payelerine de nail olmuş, devlet hazinesinin gelir giderlerini kontrol etmeye başlamış, kısacası devletin her işine el atmıştı. Tüm bunlarla beraber Muktedir'e bir¬ çok önemli hizmetlerde bulunmuş olan Munis'in daha sonra halife ile arasında bir soğukluk oluşmuş, zamanla ikisi arasında mücadele noktasına ulaşmış ve yapılan savaşlar Muktedir'in ölümüyle sona ermişti. Muktedir'in kesik başı Munis'e götürülüp gösterilince Munis üzüntüsünden ağlamaya, yüzüne dizine vurmaya başlamıştı.

Halifeler hem kendi hayatlarını muhafaza veya eski güçlerini geri alıp takviye etmek hem Türk askerinin baskı ve zorbalığına karşı durabilmek için hademe ve tavaşileri kilit makam ve mansıplara getirmeye mecbur olmuşlardı. Bu durum yalnızca Abbasilere özgü bir özellik olmayıp o devirde yaşayan tüm lslam devletlerinde geçerli olan bir haldi. Aslında bu durum lslam düzeninin getirmiş olduğu yeniliklerden değildi. Saray hizmetlileri tüm eski devlet ve uygarlıklarda çok önemli rol oynamış bir sınıftı. Örneğin Roma devrinde azatlı Stephen (Stefan) devlet yönetimini kendi baskıcı yönetimine almış ve istediğini öldürme, görevlendirme veya azletmede dilediğini yaptığı gibi tavaşi Solomon (Süleyman) ve diğerleri de benzer bir nüfuz ve güç elde etmişlerdi. lslam devletinde saray hademesi iken komutanlık, valilik ve maliye nazırlığı gibi yüksek mansıplara terakki ederek büyük şöhret kazanmış birçok şahıs vardır. Örneğin Abbasi halifelerinden Mu'tezid'in kölesi olan Bedir serdarlığa yükselerek adını kalkanlara ve bayraklara yazdırmış, efendisinin hizmetinde fedakarane bir gayret göstermiş ve nihayet 289/901'de efendisi uğruna canını feda etmişti. Yine aslen bu tür kölelerden olan Beckem de Abbasi devletinin en yüksek rütbesi olan emiru'l ümeralığa kadar yükselmişti. Fatımilerin serdarı olup hicretin 4. yüzyılı ortasında Fatimiler adına Mısır'ı fethedip Kahire'yi kurmuş olan Cevher de Rum asıllı bir köleydi. Fatımi hanedanı erkanı bu adama o derece bir saygı gösterirlerdi ki kendisi Mısır'ı fethetmek amacıyla Mağrip bölgesinden ayrıldığı zaman, halife Muiz'in oğulları ile akraba ve yakınları atlarından inerek Cevher'e olağanüstü bir saygı göstermek üzere yanında yaya yürümüşlerdi. Cevher'den önce tavaşi bir siyahi olan Kafur da, Mısır'da hükümet işlerini ele almış, H. 355 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Aslen Munis Hadim'in kölesi olan tavaşide devlet makamlarında adım adım ilerleyerek valiliğe yükselmiş, devletin idari işlerini düzene koymuştu. Saray nazırı olan Bercevan da beyaz bir tavaşi iken Fatımi meliklerinden Azizbillah'la Hakim Biemrillah'a vezirlik yaparak devlette ilk kez "eminü'd-devle" lakabını elde etmişti. Selahaddin Eyyübi'nin başveziri olan ünlü tavaşi Karakuş da Eyyubi devletinde yüksek makamlara yükselmiş biriydi. Büyük Türk komutanlarından olan Amidülmülk bir tavaşi olduğu gibi, Tolunoğulları devrinde Mısır ve Şam'ın posta nazırı olan Şakir Hadim de bu tür hizmetlilerden biriydi. Fatımi devletinden Muteminu'l-hilafe de tavaşi bir köleydi. Endülüs Emevi devletinde Slavların, Selçuklular ve Buveyhilerde ve diğer çağdaş İslam devletlerindeki hademe ve tavaşilerin konum ve etkinlikleri de bunlardan farklı değildi.


Devlet idaresinde Kadınların Etkisi


Kadınların hangi sınıfta, hangi yüzyılda ve hangi millette olursa olsun erkeklerin işlerinde her zaman büyük etkileri ve müdahaleleri olmuştur. Bununla birlikte milletlerin gelenek, görenek ve ahlaklarına göre bu etki bazen azalmış bazen çoğalmıştı. Kadınlar padişahlık gibi mutlakiyetle idare olunan devletlerde daha da etkindirler. Bazı İslami devletlerde kadınlar mümkün mertebe yönetim işlerine karıştırılmamaya çalışılmış, onlarla istişare yapmak bir zaaf ve fesat nedeni gibi algılanmış, ama buna rağmen yine de kadınların tesir ve nüfuzundan kendilerini kurtaramamışlardır. Müslümanlar arasında yetişen büyük adamların hemen hepsi de kadınların duygusallığından kaynaklanan zaaflarını ileri sürerek, kadınlarla istişare edilmemesini, idare ile ilgili işlere karıştırılmamalarını tavsiye etmişlerdi. Halife Mansur oğlu Mehdi'ye hitaben yazdığı vasiyetnamede, "Sakın kadınları işlerine karıştırma!" demişti. Fakih ve muhaddislerin önde gelenlerinden Şüreyk de, "Kadınlara itaat ve boyun eğmek, kıyametin yaklaştığına delalet eder," dediği gibi Hz. Ebubekir de, "İşlerini kadınlara bırakanın sonu zillet ve hüsrandır," demiştir. Kadınlarla istişare edilmemesine dair Hz. Ali'nin de birçok sözü vardır. Fakat bunca uyarılara rağmen kadınlar devlet idaresinde hemen her devirde etkin olmayı başarmışlardır.


Halifelerin Anneleri


Kadınların devlet işindeki etkileri lslamiyet'te validelerin konumu ve etkinliği türündendi. Kadınların devlet umuru üzerindeki etkileriyle alakalı örneklerin çoğu, halife validelerinin oğulları üzerinde, -özellikle halifelerin saraylara kapanıp hademe ve kölelerin sözleriyle hareket etmeye başladıkları zamanlarda- icra ettikleri nüfuz da göze çarpar.

Abbasilerin kuruluş yıllarında bile kadınların oldukça aktif olduğunu görüyoruz. Özellikle saray kadınları ve halife anneleri bu işte başı çekmişti. Bunun ilk örneği Hadi ve Harun Reşid'in validesi olan Hizran isimli kadındı. Aslen bir cariye olan bu valide sultan, son derece büyük bir kudret ve nüfuz sahibi olmuştu. Öyle ki oğulları olan halifeler bile kendisinden korkarlardı. Karşı geleni çekinmeden öldürtürdü. Hizran, kocası Mehdi'nin zamanında da etkin bir konumdaydı. Mehdi onun sözünü ve hatırını kıramazdı. Daha sonra oğlu Hadi'nin döneminde daha önce kocasının zamanındaki aktivitesini tekrar elde etmeye çabalamış, dört ay geçmeden onun kapısı halkın başvuru merkezi olmuştu. Doğal olarak oğlu halife Hadi bu durumdan rahatsız olmuş, gönlü kırılmıştı. Bir gün annesi Hizran bir iş için kendisine müracaat eder. Hadi annesinin istediği işi yerine getirmeye imkan bulamaz. Annesi, "Mutlaka bu işi yapmalısın. Çünkü bunun için Abdullah bin Malik'e söz verdim," der. Hadi öfkelenerek, "Bu habis adama yazıklar olsun! Zaten işin onunla ilgili olduğunu anlamıştım. Asla bu işi yapmam," karşılığını verir. Bunun üzerine Hizran oğluna, "Senden bir daha hiçbir şey istemem," der. Hadi de, "Umurumda değil," cevabını verir. Hizran gücenmiş bir halde kalkıp gitmek isteyince Hadi validesine bağırarak: "Dur gitme! Eğer komutanlarımdan veya devlet görevlilerinden birinin sana müracaat ettiğini işitir de onu öldürmez ve mallarını da hazineye devretmezsem Allah'ın resulüne olan yakınlığımdan mahrum olayım. Kapına gelip giden bir sürü insan da nedir! Seni meşgul edecek bir işin, dini vazifelerini sana hatırlatacak bir mushafın, seni koruyacak bir evin yok mu? Kapını bir Müslim veya gayrimüslime açtığını sakın görmeyeyim!" tehdidinde bulunur. Hizran öfkesinden neredeyse aklını kaybetmiş gibi halifenin yanından çıkıp gider ve bir daha oğluyla konuşmaz. Hadi bir gün devlet adamları ve özel maiyeti yanında bulunurken onlara, "Ben mi daha fazla muhteremim, siz mi, yoksa validem mi, yoksa sizin valideniz mi?" şeklinde bir soru sorar. Onlar da, "Sen ve validen daha muhteremsiniz," cevabını verirler. Bunun üzerine Hadi, "Hanginiz validenizden söz edilmesini, filanın validesi şöyle yaptı böyle yaptı denilmesini arzular?" diye sorunca "hiçbirimiz arzu etmeyiz," derler. Hadi, "O halde ne hakla validemin yanına gidip sözlerini şuraya buraya naklediyorsunuz?" ihtarında bulunur. Bu ihtar artık kimsenin Hizran'ın kapısına uğramaması için yeterli olur. Hizran bu sebepten dolayı Hadi'ye karşı büyük bir kin ve garaz duymaya başlamış, daha sonra kardeşi Harun Reşid'i veliahtlıktan ihraç ve oğlu Cafer'i onun yerine tayin etmek istediğini anlayınca cariyeleri vasıtasıyla ağzını kapattırıp üzerine oturarak onu öldürtmüştü.

Harun Reşid halife olunca Hizran tekrar eski gücünü ele geçirmiş ve büyük servet sahibi olmuştu. Yıllık geliri 160 milyon dirheme ulaşmıştı. Bu miktar Abbasi devletinin haraç gelirinin yaklaşık yarısı kadardı. Hizran ölünce halife Harun Reşid bu büyük serveti uygun yerlere dağıtmıştı. Diğer halifelerin annelerinin servetleri de bununla kıyaslanabilir. Devlet sultasını elinde bulundurma açısından ilginç bir örnek, Türk asıllı bir cariye olan Muktedir'in annesidir. Bu kadın oğlunun halifeliği devrinde devlet adamları üzerinde müthiş bir güç ve etkinliğe sahip olmuştu. Kendisi mabeyncileri ve saray hizmetlileriyle birleşerek oğlunun yerine devlet işlerini kendi keyfine göre idare ediyordu. Vezirler kendisinden çok çekiniyor, adını duyunca korkudan titriyorlardı.

Hicri 251 yılında, Müstainbillah'ın annesi de devlet işlerinde benzer bir güce sahip olmuştu. Müstain aslen Sicilyalı olan validesi ile Türk komutanlarından Atamış ve Şahin Hadim'i devlet işlerinde tam yetkili kılmıştı. Her taraftan devlet hazinesi adına toplanan gelirlerin büyük kısmı bu üç kişinin cebine akıyordu.

Abbasilerde kadınların devlet üzerindeki hüküm ve nüfuzları Muktedir'in devrinde en yüksek dereceye ulaşmıştı. Bunun sebebi mabeyncilerle saray hizmetlilerinin söz konusu dönemde nüfuz ve otoriteyi ellerinde bulundurmalarıydı. Muktedir'in annesi Seyyide ile Hale ve saray hazinedar ustası Ümmü Musa el Haşimiye o devirde şöhret bulmuş kadınlardandılar. Bu üç kadın hademe-i hassa'dan Musa, mabeynci Nasr, katipler, diğerleri ile işbirliği yaparak rüşvet alıyor, istedikleri gibi işlerini yürütüyordu. Ümmü Musa o derece nüfuz ve deha sahibi bir kadındı ki Abbasilerden veya damatlarından birine hilafet makamını bile söz vererek, amacına ulaşmak için kumandanlara ve diğer devlet adamlarına külliyetli paralar vermek cüretini gösterebiliyordu. Fakat bu yolsuzlukları fark edildiğinden halife Muktedir kendisini yakalatmış, hazinesinden büyük miktarda para çıkartmıştı. Abbasilerde diğer saray kadınlarının da etkinlikleri bundan farklı değildi. Kadınların bu sultası mevalinin sulta ve etkinliği gibi kabul edilirdi. Bunun nedeni söz konusu kadınların çoğunun Arap olmamasıdır.


Abbasi Devletinde İşlerin Karışması Güç ve Sulta Üzerinde Rekabet



Abbasiler altın çağlarına ilk halifeleri Harun Reşid ve Me'mün'un zamanlarında, İranlı vezirler ve bilhassa Bermekilerin himmet ve gayretiyle ulaşmıştı. Bu kişilerin devrinde devletin şan ve şevketi büyümüş, hakimiyet bayrağı o zamanın tüm uygar memleketleri üzerinde dalgalanmıştı. lslam devleti doğuda Hindistan, batıda Atlas Okyanusu, kuzeyde Sibirya ve Hazar Denizi, güneyde ise Hint Okyanusu'yla Nube topraklarına kadar uzanıyordu. Fakat Bermeki vezir ailesi ortadan kaldırılıp zamanla Türk askeri hükümet işlerini kontrollerine alınca, devlet - özellikle Mütevekkil'in halifeliğinden sonra- büyük bir anarşi içine düşmüştü. Türk kölemenlerin kendisini öldürmesi, sonraki halifelere karşı yaptıkları kötü muameleler, onları hal', nasb veya katletmeleri, gözlerine mil çekmeleri gibi eylemler bu anarşinin ilk örneğini oluşturmuştu. Bu yüzden halifeler devletin başında oldukları, kendi namlarıyla emirler verdikleri halde hükümet işlerini idareden aciz kalmışlardı. Devletin en mühim işleri vezirler, kumandanlar, saray görevlileri, mevali ve kadınlardan oluşan güç odaklarının, kısacası vezir ve komutanların etkisi ve yönlendirmesiyle icra olunuyordu. Halifeyi en fazla memnun eden, yahut kurnazlık ve hilekarlıkta en becerikli olan her kimse, gücü ele geçiriyor, işlerin idaresini tasarrufuna alır almaz servet toplamaya koyuluyordu. Çünkü nüfuzunu kötüye kullandığı halifenin iktidar mevkiinde kalıp kalmayacağından emin değildi. Veya düşmanlarının fitne ve desiseleri nedeniyle azlolunmaktan korkardı. Bu durumda özel mal varlığı olmaz ise görevden alındıktan sonra zillet ve yoklukla yaşayacağı belliydi. Bununla birlikte komutanlar tehdit veya gammazlıkla da sultalarını devam ettiriyor, bu hal şahıs ve ortamın değişmesine bağlı olarak çeşitli şekillerde kendini gösteriyordu. Velhasıl devlet otoritesi, vezirlerle komutanlar arasında kaybolmuştu. Bu iki sınıf, devlet ileri gelenleri kontrolü ele geçirdikleri dönemde onlardan topladıkları paradan başka hizmet ve çabalarına karşılık ayrıca bir mükafat beklemezlerdi. Çünkü göreve getirilmelerinden iki sene sonra azl, hapis veya katl yoluyla siyasi hayatlarına son verileceğini biliyorlardı. İktidarı ele geçiren bir vezirin her ne şekilde olursa olsun para toplamak ve servet edinmekten başka bir şeyi düşünmeyeceği ve devrin en büyük veziri olan lbnü'l Murat'ın, "Hükümet işlerini doğru yaparak tıkamaktansa hatalı da olsa yürütmek daha iyidir," kuralına uygun olarak ileride ortaya çıkacak kötü sonuçlara asla önem vermeyeceği ortadaydı. Halifeler de vezirlerinin bu hırs ve açgözlülüklerini iyi bildiklerinden, birini azlettiklerinde tüm mal ve mülküne de el koyar, bir başka deyişle müsadere ederlerdi. Zamanla bu müsadere usulü bütün hükümet memurlarına hatta halka kadar yayılmış, devlet için başlı başına bir gelir kaynağı haline getirilmişti. Valiler halkı, vezir valileri, halifeler ise vezirleri ve her sınıf halkı müsadere ederdi. Öyle ki müsaderelerin bu derece yayılması üzerine diğer hükümet daireleri gibi müsadere malları için de özel bir nezaret kurulması zaruri hale gelmişti. Ticaret dünyasında para nasıl elden ele dolaşıyorsa, müsadere yoluyla da aynı şekilde şahıstan şahsa intikal ediyordu.



Abbasi Devleti'nin Bölünmesi


Abbasi Devleti'nin yukarıda açıkladığımız şekilde İranlılarla Türkler, vezirlerle asker veya devlet hizmetlileriyle kadınlar arasında fesat ve anarşiyle içine düştükleri baskı, zulüm karşısında halifelerin eski ihtişam ve güçleri kalmayınca, kendilerine bağlı olan eyalet valileri birer birer merkezi otoriteden ayrılarak bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan etmiş, gelirleri kendi hazinelerine aktarmaya cesaret etmeye başlamışlardı. Bağımsızlıklarını ilk ilan eden valiler hilafet merkezinden en uzak bölgede hüküm süren valilerdi. Bunlardan ilki Kuzey Afrika valisi olan İbrahim ibn Agleb'di. H. 184 yılında bağımsızlığını ilan eden bu valinin bağımsızlığının nedeni kötü idare ve merkezi otoritenin zaafından ileri gelmemişti. Bağımsızlığını ilan ettiği dönemde Abbasi devletinin başında Harun Reşid gibi son derece güçlü bir halife vardı. Abbasiler devletlerinin en görkemli dönemini yaşıyorlardı. Bu valinin bağımsızlığının en önemli sebebi bulunduğu bölgenin hilafet merkezinden çok uzak olmasıydı. Devlet işlerindeki karışıklık veya halifelerden kaynaklanan otorite boşluğu nedeniyle bağımsızlığını ilan edenler, önce İranlılar, sonra Türkler ve Kürtler olmuştu. Bu milletlerin halifeler üzerindeki baskı ve hakimiyetleri de aynı sıraya göre gerçekleşti. Her biri önce valilikten başlamış, zamanla emir, melik veya sultan olmuştu. İranlılardan bağımsızlığını ilan eden valiler önce küçük emirlikler daha sonra büyük devletler kurmuşlardı. Türkler ve Kürtler de aynı şekilde hareket etmişlerdi. Aşağıda önce Abbasi devletinden ayrılan İran asıllı yönetimleri, daha sonra da Türk ve Kürt asıllı beylik veya devletleri göstereceğiz. 


Abbasilere Bağlı Bulunan Fars Hükümetleri


İranlılar İslam hilafetini ele geçirip Me'mün'a teslim edince, doğal olarak halife yanındaki konumları ve devlet yönetimindeki etkinlik ve güçleri daha bir artmıştı. Halife Mu'tasım'dan sonra bu kez de Türkler halifeleri kontrolleri altına almışlar, yönetimdeki İran nüfuzunu ortadan kaldırmışlardı. İranlılar hilafet merkezinde kaybettikleri nüfuzlarını, ellerinde bulunan valiliklerin bağımsızlıklarını ilan etmesi suretiyle telafi etmeye çalışmışlardı. Bununla beraber bağımsızlıklarını ilan eden valiler yine de Abbasi hilafetini tanır, halifenin dini hakimiyeti altında saltanatlarını sürdürürlerdi. Bu şekilde Abbasi Devleti'nden ayrılan çeşitli devletçikler türemişti.

Iran asıllı olanların kurdukları devletler, bu devletlerin kuruluş tarihleri ve kurucularının isimleri şöyledir:

Devletin Adı idare Merkezi Hak. Müddeti Kurucusu

Tahiriler Horasan H. 205-259/M. 820-872 Tahir b. Hüseyin

Safariler Fars H. 254-290/M. 867-902 Yakub b. Leys

samaniler Maveraünnehr H. 261-389/M. 874-998 Nasr b. Ahmed

saciler Azerbaycan H. 266-318/M. 879-930 Ebu's-Sac

Zeyyariler Cürcan H. 31 6-434/M. 928-1042 Murad b. Zeyyar 

lran ülkesi çeşitli valilikler şeklinde bağımsızlıklarını ilan edince Ehl-i Şia yeniden hayat bulmuş, Şia'ya öteden beri verdikleri destek ve yardımla lslam'dan önce olduğu gibi yeniden büyük lran devletini kurabilme yolunda takip ettikleri ümitlerin bir kısmına kavuşmuşlardı. Fakat bu valilikler yukarıdaki listede açıkça görüldüğü gibi çok uzun ömürlü olmamış, sonunda Buveyhiler devleti kurulmuştu. Buveyhiler devleti söz konusu medeniyet döneminde Abbasi devletinin gölgesi altında doğuda kurulmuş olan lran asıllı en büyük yönetim oldu.


Buveyhiler Devleti


Bu devletin yöneticileri ve destekçileri Horasan bölgesinin daha da ötesinde bulunan Ceylanlı Deylemlilerse de hükümdarları olan Buveyhiler ailesi İranlıydı. Bunların nesepleri Eski lran padişahlarına kadar uzanıyordu. Buveyhilere Deylemli denilmesinin nedeni Deylem topraklarında yaşamalarındandır. Şia bu bölgede Harun Reşid devrinden beri davetlerini sürdürüyorlardı. Hz. Hüseyin'in neslinden gelen Hasan bin Ali Atroş H. 3. yüzyılın sonlarında Deylem halkını mezhebine davet etmiş, onlar da bu mezhebi kabul etmişlerdi. Devleti tesis eden Buveyh ailesinin en yakın dedelerinin adı Buveyh, lakabı da "Ebu Şüca" idi. Bunun üç oğlundan biri kendisine "imadü'd- devle" lakabı verilen Ali, diğeri "rüknü'd-devle" lakabı verilen Hasan, üçüncüsü de "muizü'd-devle" adını alan Ahmed idi. Buveyh, malı mülkü olmayan birisi olduğundan, oğulları askerlik mesleğini seçmişlerdi. O dönemde askerlik en rahat geçim kapılarından sayılıyordu. lmadü'd-devle, Zeyyariler devletinin kurucusu olan Merdavic'in maiyetinde bulunmuş, zamanla ilerleyip üst makamlara çıkmış ve Kere vilayetine vali tayin olunmuştu. Bu görevi sırasında servet ve nüfuzunu her geçen gün artırmış, H. 329 yılında vefat eden devrin halifesi Razibillah'a mektup yazarak hilafet merkezine belli bir meblağ para göndermek şartıyla Fars bölgesinde bulunan vilayetlerin kendisine ikta olunmasını talep etmiş, Razi de bunu kabul ederek kendisine hil'at göndermişti. Diğer taraftan kardeşi Rüknü'ddevle Hasan da Harezm bölgesini hakimiyeti altına almıştı. Her iki kardeş Şiraz'da bulunan üçüncü kardeşleri Muizü'd-devle'ye gelerek üçü birlikte batıya yönelmiş ve H. 324/935 yılında halife Müstekfi devrinde Bağdat'a girmişlerdi. Halife bunlara hilatler giydirmiş ve yukarıda zikredilen lakapları vermiş, Muizü'ddevle'yi de "emirü'l-ümera" tayin etmişti. Buveyhiler vakit geçirmeksizin Bağdat'ta yönetimi ele geçirerek baskıcı ve zorba bir yönetim kurmuş, halifeleri bile azl ve nasba başlamış, Şiiliği güçlendirmiş, Türk nüfuz ve etkisini de kırmışlardı. Abbasi halifeliğinin merkezi yine Bağdat'tı. Emiru'l-ümeralık görevi Addü'd-devle'nin eline geçince İslam dünyasında ilk defa kendisine "melik" lakabı verilmiştir. Buveyhiler devleti H. 320 yılından H. 447 yılına kadar hüküm sürmüştür.


Abbasilerin Siyasi Egemenliği Altında Teşekkül Eden Türk Hükümetler


Abbasi devletinde Türklerin güç ve etkileri her geçen gün artarak halifeleri bile korkutacak noktaya ulaşınca, İranlıların yaptığı gibi bazı vilayetlerdeki Türk valiler de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Böylece Abbasilerden ayrılarak Fars toprakları dışında çeşitli Türk devletleri kurulmuştu. Bu dönemde kurulan Türk devletleri ile kuruluş tarihleri, kurucularının adı ve idare merkezleri şöyledir:

Devletin Adı İdare Merkezi Hak. Müddeti Kurucusu

Toluniler Mısır H. 254-292/M. 868-904 Ahmed bin Tolun

llkiye Türkistan H. 320-560/M. 932-1 164 Abdülkerim Satuk

lhşidiler Mısır H. 323-358/M. 935-968 Muhammed lhşid

Gazneviler Afganistan, H. 351 -582/M. 961-1 1 86 Alptekin

Hindistan

İranlıların yaptığı gibi Türkler de aynı şekilde yavaş yavaş güçlerini artırmış, bağımsızlık yolunda emirlikle başlayarak saltanata ulaşmışlardı. lslam tarihinde ilk kez sultan lakabını kullananlar Türkler, yani Gazneli hükümdarlardı. Hindistan'ı fethederek oralarda lslamiyet'i neşreden Sultan Gazneli Mahmud bu devletin en önemli hükümdarlarından biriydi.


Selçuklu Devleti ve Kolları


Türk devletleri her ne kadar bağımsız birer yönetim sergilemişlerse de, esas itibarıyla Abbasi devletinden ayrılmış devletlerdi. Kurucuları olan emir veya sultanlar da daha önce Abbasilere bağlı vali yahut komutan veya valiliklerin emrinde küçük birer kumandandılar. İranlı unsurun kurmuş olduğu devletler de böyleydi. Türklerle İranlılar hem ırk hem de mezhep itibarıyla birbirlerinden ayrı iki ayrı millet olduklarından, nüfuz ve hakimiyet alanında da birbirleriyle sürekli rekabet içinde olmuşlardı.

Türk devletlerinin ortaya çıkışı Sünnilik mezhebine büyük bir güç vermişti. H. 4. yüzyılın ortalarında Irak ve Fars'ta lran asıllı Buveyhiler devletinin ve aynı yüzyılda Mısır'daki Şii Fatımi devletinin kuruluşu lslam dünyasında Şiiliğin gücünü ve etkisini artırmış, buna mukabil Sünnilik perişan bir duruma düşmüş, Abbasi devletini de oldukça yıpratmıştı. Sünniliğin bu derece zayıf ve perişan bir hale düştüğü H. 5. yüzyılın ortalarında, kurucusunun atası Selçuk adına nispetle Selçuklu Devleti adını alan büyük Türk devleti tam bu kritik dönemde kurulmuş, dağınık ve mecalsiz bir halde bulunan Abbasi devletini tekrar derleyip topladığı gibi Mısır, Şam, Irak, Fars ve Horasan bölgelerinde Şiilerin direnci ile yok olmaya ramak kalmış olan Sünniliğe de büyük bir kuvvetle yardım edip arka çıkmıştı. Söz konusu yüzyılda Fatımiler bütün Mağrip topraklarına hakim olmuş, doğu lslam dünyasını bütünüyle ele geçirmeye ramak kalmıştı. Ancak Selçuklular doğunun uzak bölgelerinden bir kurtarıcı olarak lslam topraklarına yürümüş, Abbasi devletini ele geçirmiş, perişanlığına ve çaresizliğine son vererek güçlendirmiş; lranlı,Türk, Kürt ve Arap valiler elinde bağımsız vilayetlerden oluşan Abbasi hilafetinin himayesi altında kendilerine tabi bir tek devlet şekline döndürmüşlerdi.

Selçuklu Devleti'nin kurucusu Selçuk, bir Türk beyiydi. Kendisi Türkistan hanlarından birinin maiyetinde bulunurken Abbasi Devleti'nin zayıflayıp yıkılışa yüz tuttuğunu anlayarak hakimiyeti ele geçirmeye karar vermiş ve bunun yolunun da lslamiyet'ten başka bir din ile elde edilemeyeceğini takdir etmiş, kabilesi, ordusu ve adamlarıyla beraber hep birlikte lslam'ı kabul etmiş, batıya yönelerek Ceyhun Nehri'ni geçmiş, yol üzerinde bulunan şehir ve kasabaları birer birer fethetmiş, Abbasi ülkesini bir baştan diğer başa egemenliği altına almıştı. Selçukluların hakimiyetleri Afganistan'dan Akdeniz'e kadar uzanmıştı. Bu dönemde lslam dünyası, en büyüğü doğuda Selçuklular, ikincisi Mısır'da Kuzey Afrika bölgesinde Fatımiler, üçüncüsü de Endülüs bölgesinde hüküm süren Emeviler olmak üzere üç lslam devletinin elindeydi. Selçuklu Devleti daha önce kurulmuş olan küçük Türk devletleri gibi basit bir devlet değildi. Bu devletçikler Abbasi devletinden doğup onun kucağında kurulmuş devletlerdi. Oysa Selçuklular bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmış, kısa sürede büyümüş hariçten bir kuvvet ve orduyla gelerek Abbasi Devleti'ni fethetmişti. Bununla birlikte Karahanlılar bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmışlarsa da, lslam memleketinde Selçuklular gibi büyük ve kalıcı bir tesir uyandıramamışlardır.

Selçuklular lslam tarihinde oldukça önemli roller oynamış, derin izler bırakmışlardır. Bunların zamanında Fars, Irak, Şam bölgelerine yerleşen Selçuklular desteğinde, geçimlerini temin etmek amacıyla Türkistan'dan lslam dünyasına büyük göçlerle birçok Türk göç etmişti. lslam dünyası H. 5. yüzyıl ortalarında Melikşah'ın veziri Nizamülmülk'ün himmet ve gayretiyle devrinin en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmış, buna paralel olarak lslam dünyasında ilk medreseleri de Selçuklular kurmuşlardı. Nizamülmülk her ne kadar Dehkanzadelerden Fars asıllı bir şahsiyet olsa da kurduğu medreseler ile tekkeler, hankahlar, mescitler ve maristanları hükümdarı olan Melikşah'ın adına yapmıştı.

Selçuklular hepsi de aynı soydan türeyip şubelere ayrılmış ancak tümü bir isimle bilinen bir grup devletten oluşuyordu. Birbirlerinden hüküm sürdükleri ülke ve topraklarla ayrılıyorlardı. Bu devletlerin en büyüğü büyük Selçuklular Devleti olup bunlar tüm Selçukluların kökü ve en güçlüsüydü. Selçuklu devletleri ile hakimiyet müddetleri şöyledir:

1 . Büyük Selçuklular Hakimiyeti: H. 429-552/M. 1037-1157

2. Karaman Selçukluları Hakimiyeti: H. 433-583/M. 1041-1187

3. Suriye Selçukluları Hakimiyeti: H. 487-51 1/M. 1094-1 1 17

4. Irak ve Kürdistan Selçukluları Hakimiyeti H. 511-590/M. 1094-1 1 94

5. Anadolu Selçukluları Hakimiyeti H. 470-700/M. 1077-1300

 

Selçuklular devleti yaklaşık üç yüzyıl kadar hakimiyet sürmüş topraklarının genişliği de Çin sınırından Şam bölgesi hududunun sonuna kadar uzanmıştı.


Selçuklu Devleti'nin Atabeyler Eline Geçmesi


Selçuklu hükümdarları kendilerine bağlı vilayetleri kendi kölelerinden atabey adı verilen birtakım komutanların idaresine verirlerdi. Arapça karşılığı "büyük baba" anlamına gelen atabey kelimesi, önce vezir manasında kullanılmışsa da daha sonra hükümdar ve melik anlamında kullanılmıştır. Atabeyler zamanla bulundukları vilayetlerde birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamış, sonunda devleti parça parça bölmüşlerdi.


Yalnızca Anadolu'da bulunan şube Selçukluların elinde kalmış, H. 7. yüzyılın sonlarında Osmanlıların ortaya çıkışına kadar varlığını devam ettirmişti. Büyük Selçukluların köleleri olan atabeyliklere bölünüşü ve bunların her birinin hakimiyet müddetini gösteren tablo:  

 

Buriye devleti Şam H. 497-549/1 103-1 1 54

Zengiye El-Cezire ve Şam H. 521-648/1 127-1250

Bekticinye (Beyteginler) Erbela vs H. 539-639/1 144-1241

Artukiye Diyarbekir ve Mardin H. 495-712/1 101-1312

Şahlar devleti Ermeniye H. 493-604/1099-1207

Azerbaycan Atabeyleri Azerbaycan H. 531-622/1 136-1225

(lldenizliler) H. 543-686/1 148-1287

Selefriye devleti Fars

Hazar Sebiyye Luristan H. 543-740/1148-1339

Harezmiye (Harezmşahlar) Harezm H. 470-628/1077-1230

Kutlugiye (Kutluklular) Kirman H. 619-703/1222-1303

Burada sıralanan ülkeler Moğol istilasına kadar Selçuklu Devleti'ne bağlı atabeyler ile kumandanların hakimiyetleri altında bulunmuştu.


Anadolu Selçukluları veya Rum Selçukluları


Anadolu'da hakimiyetlerini sürdüren Selçuklular da kendi içinde birtakım devletçiklere veya beyliklere bölünmüştü. Hepsinin başında da mutlaka Selçuklu soyundan gelen hanedanlar bulunuyordu. Söz konusu beylikler ve başlarındaki Selçuklu aileler şunlardı:

Mysia: Karesi hanedanı

Pisidia: Hamit hanedanı

Phrygia: Germiyan hanedanı

Lycia: Teke hanedanı

Lydia: Saruhan ve Aydın hanedanı

Karla: Menteşe hanedanı

Paphlagonia: Kızılahmetli hanedanı

Lycaonia: Karaman hanedanı

 

Söz konusu beylikler Selçuklu hanedanları yönetimindeyken Osmanlılar ortaya çıkmış ve bu bölgeleri birer birer ele geçirerek H. 8. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'ni kurmuşlardır.


Abbasilerin Hakimiyeti Altında Kurulan Kürt Devletleri (Küçük Hükümetler)


Çoğunlukla bedevi ve gayri medeni çeşitli kabile ve aşiretlerden müteşekkil olan Kürtler, medenileşme bakımından İslam uygarlığı devirlerinde, İslam'a boyun eğmiş olan İranlılar, Türkler ve diğer doğu toplumlarına kıyasla daha az yeteneklidirler. lslam medeniyetinin muhtelif dönemlerinde de Kürtler bedeviliği devam ettirmişlerdi. Bulundukları bölgeye hakim olan her devlet, Kürtleri savaş dönemlerinde saldırı ve yağmalama amaçlı kullanırlardı. Yaşadıkları bölge Kürdistan, Ermenistan, Ceziretü'l-Irak, Musul ve Diyarbekir havalisiydi. Günümüzde de nüfuslarının en yoğun olduğu bölge burasıdır.


Abbasiler, Kürtleri uygarlıktan uzak yaşamlarından dolayı devlet işlerinde nadiren görevlendirmişlerdi. Bu yüzden İslam uygarlığı öncesinde Kürt soyundan hiçbir bağımsız vali ve hiçbir siyasi ve idari şahsiyet öne çıkmamıştır. İslam tarihinde ilk defa bağımsız bir Kürt hükümeti kuran zat H. 4. yüzyıl ortalarında Kürdistan'da bazı Kürt aşiretlerinin reisi bulunan Hüseyin Berzegani'dir. Bu zatın hakimiyeti Dinaver, Nihavent, Sermac şehirleri dahil olmak üzere Kürdistan'ın büyük bir bölümünü içine alıyordu. Abbasi halifesi de bu devleti tanımış, kendisinden sonra beyliğin başına gelen oğluna Nasirü'd-devle lakabını vermişti. Ancak söz konusu devlet uzun ömürlü olmamış, sadece H. 348-406/M. 960 -1013 yılına kadar devam edebilmişti. Daha sonra yine Kürt asıllı olan Ebu Ali bin Mervan H. 380/M. 990 yılında Diyarbekir'de bağımsızlığını ilan etmiş, hakimiyetini Amid, Erzan ve Meyyarfarikin'e kadar genişletmişti. Ebu Ali'nin halefleri bir müddet Fatımilere tabi kalmışlarsa da sonunda da H. 489/M. 1095 devletleri de tarih sahnesinden çekilmişti.


 

Eyyubiler Devleti


Bununla beraber H. 564-648/M. 1168-1250 yılları arasında hüküm sürmüş olan Eyyübilerden önce Kürtlerin lslam dünyasında zikre şayan bir ehemmiyetleri yoktu. Eyyübi Devleti'nin kurucusu ünlü kahraman Selahaddin Eyyübi idi. Akıl, siyaset, cesaret, kahramanlık ve idarecilik yeteneği açısından İslam aleminin yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan ve mücahitlerden birisi kabul edilen Selahaddin, Mısır'da hüküm sürmüş, devletini Fatımilerin enkazı üzerinde kurmuş, Abbasilerin hilafetini tanımış, haçlı ordusuyla çok çetin mücadelelerde bulunmuş ve onları Suriye'den kovarak yaklaşık bir asırdır ellerinde bulunan mübarek Kudüs şehrini geri almıştı. Selahaddin Eyyübi'nin fevkalade önemli icraatları ve serüveni lslam tarihi kaynaklarında son derece ayrıntılı olarak yer alır. Kürtler, Eyyübiler devrinde şan ve şereflerini yükseltmişler, Mısır, Şam, Kürdistan ve Horasan bölgesinde emirlik ve valilikler yapmışlardı. Ne yazık ki Selahaddin'in vefatı üzerine devlet, kardeşleriyle kardeş çocukları arasında bölünüp parçalanmış ve Eyyübi Devleti de çok uzun ömürlü olamamıştır. Ülkenin topraklarının büyük kısmı daha önce Selçuklu atabeyleri arasındaki duruma benzer şekilde Eyyübilere bağlı kölelerin kontrolüne geçmişti. Neticede Mısır'da "selatin-i memalik" adıyla iki kölemen hükümeti teşekkül etmiştir.




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök

Habur Gümrük Kapısı / Silopi

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak