15 Mart 2025 Cumartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-31

 Takiyyüddin Er Rasit (d.1521-ö.1558)



Takiyüddin ibn Manıf (Osmanlıca: İngilizce: Taqi al-Din) (d. 1521 - ö. 1585), Arap gökbilimcisi, mühendisi ve matematikçisi.

16.yüzyılda gökbilim çalışmaları sürdürülürken, Avrupa ve Osmanlı’da rasathane kuran iki çağdaş gökbilimci ortaya çıkar.

1546- 1601 yılları arasında yaşayan Danimarkalı Tyco Brahe, kral II. Frederick’i ikna ederek Hveen adasında 1576 yılında ortaçağ sonrasının ilk rasathanesini kurdu.

Tyco Brahe, Copernicus’un Güneş merkezli gezegenler görüşünü destekleyenlerden bir noktada ayrılıyordu. Brahe’ye göre, Dünya hareketsizdi ve Güneş’le Ay Dünya’nın etrafında, gezegenler de Güneş’in etrafında dönüyorlardı. Brahe kendi gözlemevinde kullandığı, döneminin en gelişmiş aletleriyle duyarlı gözlemler yaparak gökcisimlerinin koordinatlarını saptamakla kalmadı, nova ve kuyruklu yıldızları da gözledi. O’nun yaptığı gözlemler ve elde ettiği bulgular, Kepler’in ünlü kanunlarını geliştirmesine ve günümüzün Güneş Sistemi modelini kurgulamasına neden oldu. Brahe, 1563 yılında Jüpiter ve Satürn kavuşum gözlemelerini içeren Tabulae Prutenicae adlı kataloğunu yayınladı. 1577 yılında görülen kuyrukluyıldızı da inceledi ve Liber de Cometa adlı yapıtını yazdı.

Tyco Brahe, Copernicus sistemini reddetmesine ve astrolojiye inanmasına karşın yüzyılın en önemli gökbilimcilerinden biri olarak kabul edilir. Brahe’nin kurduğu rasathane, rasathanesinde kullandığı ölçüm araçları ve yaptığı ölçümler bilim tarihi açısından son derece önemlidir. Çünkü Tyco Brahe Hveen adasındaki çalışmalarını sürdürürken, çağdaşı bir gökbilimci de İstanbul’da çalışmalarını sürdürmekteydi.

1521 yılında Şam’da doğan Takiyyüddin, Mısır ve Şam’da döneminin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri aldıktan sonra ders vermek üzere yine Mısır’a atandı. Bundan sonra Takiyüddin iki kez İstanbul’a gitti ve yine Mısır’a döndü. İstanbul’a ilk gidişinde Ali Kuşçu’nun torunu Kutbeddinzade Muhammed Efendi gibi bilge kişilerle dostluk kurdu ve bilgisini artırdı. Müderris olarak geri döndüğü Mısır’dan ikinci kes İstanbul’a geldi. Edirnekapı’daki Medreseye atanmasına karşın kabul etmeyerek tekrar Mısır’a döndü. Mısır’da kadılık yapmakta olan Abdülkerim Efendi, eski gökbilimcilerden kalma risaleleri verdiği Takiyüddin’e gerekli gözlem aletlerini ve aletlerin yapımlarına ilişkin bilgileri de vererek matematik ve gökbilimle ilgilenmesini sağladı. Gökbilim konusundaki deneyimini ve yetkinliğini artıran Takiyüddin 1570 yılında üçüncü kez İstanbul’a geldi.

Takiyüddin’in İstanbul’a yerleştiği 1570 yılına kadar, gökbilimle ilgilenmek amacıyla rasathane kurulmamış olduğundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan öğrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazırlanmış olan gözlem kataloglarından yararlanılarak yapılıyordu. Bu gözlem kataloglarına dayanılarak yapılan hesaplar doğru sonuçlar vermekten uzaktı. Yeni bir gözlem kataloğu düzenlenmesi için bir rasathane kurulması gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yeteneğine büyük önem veren Hoca Sadettin Efendi’nin yardımlarıyla Padişah 4. Murat’tan rasathanenin kurtulması için izin, yer ve ödenek aldı. Kendisi de rasathanenin müdürlüğüne atanarak inşasına da nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sırtlarında kurulmuş olan İstanbul Rasathanesi’nin yapımına kesin olarak ne zaman başlandığına dair kanıt niteliğinde her hangi bir belge bulunmamasına karşın, rasathanenin aletleri ve yapımı tamamlanmamış da olsa 1575-1580 yılları arasında gözleme açık olduğu kesindir.


Takiyüddin’in Ondalık Kesirleri Trigonometri ve Astronomiye Uygulaması 


Ondalık kesirleri, Uluğ Bey’in Semerkant Gözlemevi’nde müdürlük yapan Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi’nin Aritmetiğin Anahtarı (1427) adlı yapıtından öğrenmiş olan Takiyüddin’e göre, el- Kâşi’nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayıların işlemleriyle sınırlı kalmıştır; oysa ondalık kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diğer dallarına da uygulanarak genelleştirilmesi gerekir.

Acaba Takiyüddin’in ondalık kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlıların kullanmış oldukları hesaplama yöntemlerini, yani Hint Hesabı denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabı denilen altmışlık yöntemi tanıtmak maksadıyla yazmış olduğu Aritmetikten Beklediklerimiz adlı çok değerli yapıtında Takiyüddin, ondalık kesirleri altmışlık kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz başlık altında, ondalık kesirli sayıların iki katının ve yarısının alınması, toplanması, çıkarılması, çarpılması, bölünmesi, karekökünün alınması, altmışlık kesirlerin ondalık kesirlere ve ondalık kesirlerin altmışlık kesirlere dönüştürülmesi işlemlerinin nasıl yapılacağını birer örnekle açıklamıştır. Ancak Takiyüddin’in tam sayı ile kesrini birbirinden ayırmak için bir simge kullanmadığı veya geliştirmediği görülmektedir; örneğin, 532.876 sayısını, “5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Ondabirler 7 Yüzdebirler 6 Bindebirler” biçiminde veya “532876 Bindebirler” biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmiştir.

Takiyüddin, bu yapıtında göksel konumların belirlenmesinde kullanılan altmışlık yöntemin hesaplama açısından elverişli olmadığını bildirir; çünkü altmışlık yöntemde, kesir basamakları çok olan sayılarla çarpma ve bölme işlemlerini yapmak çok vakit alan sıkıcı ve güç bir iştir; bugün kullandığımız onluk çarpım tablosuna benzeyen altmışlık kerrat cetveli bile bu güçlüğün giderilmesi için yeterli değildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamakları ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme işlemleri kolaylıkla yapılabileceği için, Ay ve Güneş’in yanında gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tabloları düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktır.

Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açıları veya yayları ondalık kesirlerle gösterirken, bunların trigonometrik fonksiyonlarını altmışlık kesirlerle gösteremeyeceğini anlamış ve ondalık kesirleri trigonometriye uygulamak için Gökler Bilgisinin Sınırı adlı yapıtında birim dairenin yarıçapını 60 veya 1 olarak değil de, 10 olarak aldıktan sonra kesirleri de ondalık kesirlerle göstermiştir. Zâtü’l-Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanıtırken, “Bir cetvelin yüzeyini altmışlı sinüse göre, diğerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarının hesaplanmasına uygun düşecek şekilde kolaylaştırıp, yararlılığını ve olgunluğunu arttırdığım onlu sinüse göre taksim ettim.” demesi bu anlama gelir.

Takiyüddin, ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasıl uygulanabileceğini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yılında bitirmiş olduğu Sultanın Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu adlı kataloğunda uygulamaya geçmiştir. İstanbul Gözlemevi’nde yaklaşık beş sene boyunca yapılmış gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diğer kataloglarda olduğu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnızca ortaçağ İslam Dünyası’nda Batlamyus adıyla tanınan Ptolemaios’un kurmuş olduğu Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmiş gezegen konumlarını gösterir tablolara yer verir.

Takiyüddin, 1584 yılında İstanbul’da tamamlamış olduğu İnciler Topluluğu adlı başka bir yapıtında, son adımı atmış ve birim dairenin yarıçapını 10 birim almak ve kesirleri, ondalık kesirlerle göstermek koşuluyla bir Sinüs -Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant - Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanımına sunmuştur. Eğer Takiyüddin bu tabloları hazırlarken birim uzunluğu 10 birim olarak değil de, 1 birim olarak benimsenmiş olsaydı, bugün kullanmakta olduğumuz sisteme ulaşmış olacaktı.

Batı’da ondalık kesirleri kuramsal olarak tandan ilk müstakil yapıt, Hollandalı matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafından Felemenkçe olarak yazılan ve 1585’de Leiden’de yayımlanan De Thiende’dir (Ondalık). 32 sayfalık bu kitapçıkta, Stevin, sayıların ondalık kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmiş ve ondalık kesirleri, uzunluk, ağırlık ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi işlemlerine uygulamıştır. Ancak, De Thiende’de ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin’in yapmış olduğu araştırmaların matematik ve astronomi tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir.

Rasathanede Kullanılan Ölçüm Araçları Takiyüddin’in İstanbul Rasathanesi’nde ölçüm yapmak için kullandığı belli başlı dokuz alet inşa ettiği saptanmıştır. Bunlardan Zât-ül-Halâk gökcisimlerinin ekliptiğe göre enlem ve boylamlarının bulunmasında  kullanılmaktaydı.  Bu  aletin ilk tanımı usturlap adıyla Batlamyus’un Almagest’inde verilmiştir. Takiyüddin’de bu aleti özgün halindeki gibi altı halkalı olarak düzenlemiştir. Bunlardan ikisi eşit çaptadır ve birbirlerine dik olarak sabitlenmişlerdir. Birbirine dik olan bu halkalardan biri ekliptiği diğeri kutuplar halkasını belirtir. Aletin üzerine küçük boylam halkası, büyük boylam halkası, meridyen halkası ve enlem halkası olarak adlandırılan dört halka daha takılır ve enlem halkasının yüzeyine iki doğrulayıcı yerleştirilir. Zât-ül-Halâk’la Güneş ve Ay ufuk çizgisi üzerinde bulunduğu zaman gözlem yapılarak Ay’ın ekliptikteki enlem ve boylamı, saptanabilir. Zât-ül-Halâk kullanımında asıl güçlük, gözlem anında aleti gökyüzündeki konumuna oturtmaktır. Yıldızların ekliptik enlem ve boylamlarını saptamak için zodyak üzerindeki takımyıldızlara ait bazı yıldızların ekliptikal boylamlarının bilinmesi gerekir.

Takiyüddin’in rasathanede kullandığı önemli araçlardan biri de Libne’dir. Libne basit olarak çeyrek daire şeklindedir ve gökcisimlerinin meridyen, doğrultusunda yüksekliklerini ölçmekte kullanılır. Bu aletle gökcisimlerinin ekvatoral koordinatları saptanabilir. Takiyüddin ortaçağ boyunca kullanılan Libne’nin bir varyasyonunu kendisi için inşa etmiştir. Takiyüddin Libne yardımıyla gökcisimlerinin yüksekliğini gözleyerek, gözlem yerinin enlemi bilindiğinden gökcisminin deklinasyonunu ve Güneş’in meridyen düzleminde en büyük ve en küçük yüksekliğini gözleyerek de ekliptiğin eğimini hesaplamıştır.

Takiyüddinin kullandığı üçüncü aletin adı Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ’dır. Bu alet eski İslam gökbilimcileri tarafından Şam’da da kullanılmıştır. Zâtü’s-Semt ve’l-İrtifâ, silindirik bir kule üzerine yatay bakır bir halka ve bu halkanın üzerine aynı çaplı bakırdan dikey bir yarım halka konulmasıyla elde edilir. Bu bakır yarı halkanın üzerinde derece ve dakika bölümleri işaretlenmiştir. Yatay halka da başlangıcı meridyende olmak üzere 360 dereceye bölünmüştür. Yarım halkanın merkezindeki bir eksen etrafında dönebilen ve yatay halka üzerinde kayabilen ikişer delikli iki küçük doğrulayıcı bulunur. Zâtü’s- Semt ve’l-İrtifâ’yla güneş gözleniyorsa, cetvel yarı halka, yarı halka da yatay halka üzerinde kaydırılarak alet, Güneş ışınları yarı halkanın merkezine düşecek biçimde ayarlanır. Bu yöntemle gözlem zamanı için Güneş’in yüksekliği yarı halka üzerinden ve azimutu da yatay halka üzerinden okunur.

Zâtü’s- Semt ve’l- İrtifâ ortaçağ gökbilimcilerinin geliştirdiği bir araçtır. Bu alet günümüzde kullanılmakta olan teodolitin ilkel ve büyük boyutlu halidir. Alet gökcisimlerinin her konumunda kullanılabilmektedir. Takiyyüddin Zâtü’s- Semt ve’l-İrtifâ’yı Merkür ve Venüs gezegenlerinin Güneş’ten en uzakta bulunduğu zamanki konumu ile diğer gökcisimlerinin yükseklik ve azimutlarını bulmakta kullanmıştır.

Zat-ü’s- şu’beteyn Takiyüddin’in kullandığı dördüncü alettir. Alet oluşmaktadır. İlk cetvel, bulunan eksenler etrafında dönebilecek şekilde düşeyleştirilir. Cetvelin üst ucunda bir çiviye asılan çekül yardımıyla düşeyliği kontrol edilir. İkinci cetvel birincinin üst ucuna takılmıştır. Böylece hem düşey düzlem içinde rahatça hareket edebilir hem de birinci cetvel boyunca açılmış oyuğa girebilir. Bu cetvel üzerinde gözlemi kolaylaştırıcı iki doğrulayıcı bulunur. Üçüncü cetvel ikincinin aksine birinci cetvelin alt ucuna bağlanmıştır. İkinci cetvel ölçüm için hareket ettirildiğinde, üçüncü cetvel de onunla birlikte ve aynı düzlemde hareket eder. İkinci cetvelin hareketi sırasında alt uç, üçüncü cetvel üzerindeki bölümlü yüzeyde hareket eder ve üç cetvel bir üçgen oluşturur. Üçüncü cetvel diğer iki cetvelden daha uzundur. Birinci ve ikinci cetveller birbirlerine dik hale geldiklerinde, üçüncü cetvel hipotenüs konumundadır. Takiyüddin Zât-ü’s- şu’beteyn’i betimlerken bazı bilim adamlarının üçüncü cetvel yerine bir daire yayı kullandıklarını ancak, cetvelin daha kullanışlı olduğunu belirtiyor.

Rasathane’de kullanılan aletlerden beşincisi Rub-ı mıstar’dır. Aletin şekli dörtte bir dairedir. Aletin tahta olduğunu anlatabilmek için Rub-u Deffe (tahta kuadrant) adı verilmiştir. rub- ı mıstar’ı yapmak için 4,5 m uzunluğunda üç tahta cetvel alınır. Bunlardan ikisi aralarındaki açı 90° olacak şekilde uç kısımlarından birbirine eklenir. Yarıçapı 4,5 m olan dörtte bir çember yayıyla boşta kalan iki uç birleştirilir ve üçüncü cetvel bir ucu daire yayının orta noktasında, bir ucu kuadrantın tepe noktasında olmak üzere sisteme eklenir. Bu üçüncü cetvelin tam ortasından geçirilen bir eksenle sistem yer düzlemine dik bir sütuna sabitlenir. Sistemin düşeyliğini sağlamak ve yükseklik açısını ölçmek için kuadrantın tam merkezine bir çekül asılır. Böylece gökcisimlerinin yükseklik açıları dereceli yay üzerinde okunabilir.

Rasathanede kullanılan altıncı alet Zatü’l-ceyb’dir. Zat-ü’s-şu’beteyn gibi iki cetvelden yapılmıştır. Aynı uzunlukta iki cetvel bir eksen etrafında hareket edebilecek şekilde uçlarından birbirine tutturulmuş ve merkezden başlayarak 60’a kadar bölümlenmişlerdir. Cetvellerden birinin üzerinde, kolay gözlem yapabilmek için, iki doğrulayıcı ve bölümlemenin son çizgisine de bir çekül yerleştirilmiştir. Bazen çekül yerine üçüncü bir bölümlü cetvel konur. Bu durumda yıldızın yüksekliğinin sinüsü bu cetvel üzerinden okunabilir.

Zatü’l-evtar Takiyüddin’in kullandığı aletlerden yedincisidir. Takiyüddin kendi buluşu olduğunu söylediği bu aleti Güneş’in ekinoks noktasına geldiği anı saptamak için kullanmıştır.

Takiyüddin’in buluşlarından biri de Müşebbehetü bi’l-monatık’dır. Bu alet yardımıyla iki yıldız arasındaki açısal uzaklıklar ölçülebiliyordu. Müşebbehetü bi’l-monatık yardımıyla Koç takımyıldızı içinde bulunan iki yıldızın açısal uzaklığı da ölçülmüştür.


Rasathane’de kullanılan son alet Bengam’dır. Bengam gökbilim gözlemlerinde Takiyüddin’in kullandığı astronomik bir saattir. Astronomik bir saatin bulunuşu ve gözlemlerde kullanılması ölçümlerin duyarlılığını artırması açısından son derece önemli bir gelişme olmuştur.





Takiyüddin’in Optiğe Katkıları


 Takiyüddin başarılı çalışmalar sergilediği optik alanında, Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu kitabın dikkat çekici yönü, temel dokusunun İslam Dünyası’nda yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılmış olan köklü ve başarılı optik çalışmaları sonucunda elde edilmiş temel argümanlardan ve problemlerden oluşturulmuş olmasıdır: Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, l7. yüzyıla kadar Batı’da güncelliğini koruyan temel tartışmaların çerçevesini oluştururken, aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bütün canlılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. Bu durumu anlamak ve anlamlandırmak zor değildir. Çünkü l7. yüzyıla kadar Batı’da optik konusunda egemen olan görüş, İbnü’l-Heysem’in bir tür gelenek haline dönüşmüş olan görüşleridir. Bu görüşe temel olan düşüncesinin iki boyutu vardır:

Optiğe ilişkin sorunların, geometrik sorunlara dönüştürülerek geometrik yoldan incelenmesi, Sorunların nedensel olarak açıklanması. Ayrıca, bu iki temel düşünce ayrıntılı ve ustalıklı olarak düzenlenmiş deneylerle de desteklenmiştir. Bu tarz bir araştırma modeli, çeviriler yoluyla Batı’ya aktarılırken, Doğu’da 14. yüzyılda Kemâlüddin el-Fârisi’nin araştırmalarıyla çok daha yüksek düzeyli tartışmalara olanak ve zemin hazırlamıştır. Daha sonra 1579 yılında, bu kez Takiyüddin, hem İbnü’l-Heysem’in Optik ve hem de Kemâlüddin el- Fârisi’nin Optiğin Düzeltilmesi adlı çalışmalarına dayanarak Gözbebeğinin ve Aklın Işığı adlı yapıtını yazmıştır; Takiyüddin’in amacı, bu iki kitabı yorumlamak ve gereksiz ayrıntılardan arındırarak asıl amaca yönelik bir olgunluk düzeyine ulaştırmaktır.

Kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş’te optiğe ilişkin bazı temel kavramlar tanımlanmış ve optik konusunda etkin olan kuramlardan kısaca söz edilmiştir.

Birinci bölüm aracısız görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışık, görme, ışığın göze ve görmeye olan etkisi ve ışıkla renk arasındaki ilişki ayrıntılı olarak tartışılmıştır. Bunun yanında tartışmaya esas olan bazı temel ilkeler benimsenmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Işığın kaynağı nesne, hedefi ise gözdür.

Işıkla birlikte göze gelen biçimler, aynı zamanda o nesnenin rengini de taşırlar.

Göz yalnızca ışıklı ya da ışıklandırılmış nesneleri algılar.

Görme geometrik bir olgudur. Çünkü yayılan ışık, tepesi kaynakta ve tabanı da gözde bulunan bir koni oluşturmaktadır.

Işık maddesel bir şeydir; ancak optik incelemeler sırasında geometrik bir nesne olarak kabul edilebilir.

Işık ışınları küresel olarak yayılırlar ve bu yayılım da doğrusal çizgiler boyunca olur.

Renk ışığa bağlıdır ve ışığın kırılması ve yansıması sonucunda oluşur.

Burada öncelikle ışığın doğrusal çizgiler boyunca, ancak küresel olarak yayıldığı savının öne çıktığını hemen belirtelim. Takiyüddin’in bu savı, daha sonra Hollandalı fizikçi Huygens (1629-1695) tarafından ortaya konulacak küresel yayılım kuramının ilk anlatımı olarak görülebilir.

Takiyüddin’e göre ışık, ışıklı bir nesneden ve o nesnedeki her bir noktadan küresel olarak yayılır ve yayılım sırasında, ister istemez bazı ışın çizgileri paralel, bazıları birbirine yakınlaşan ve bazıları ise birbirlerinden uzaklaşan doğrular boyunca yol alır. Buna bir de bu doğrusal çizgilerde yol alan ışınların küresel olarak yayıldığı düşüncesi eklendiğinde, o zaman, ışığın dalga niteliği taşıdığı ve tıpkı durgun bir suya taş atıldığında, suda oluşan dalganın etrafa doğru büyüyen daireler şeklinde yayılması gibi yayılıyor olduğunun kabul edildiği anlaşılmaktadır ki, bu da küresel yayılımın yalın bir anlatımından başka bir şey değildir.

Bunun dışında aracısız görme konusunda Takiyüddin’in üzerinde durmamızı gerektiren bir açıklaması daha bulunmaktadır. O da ışık ve renk arasındaki nedensel ilişkiyi irdelerken, rengin ışığa bağlı olduğunu ve ışığın kırılması ve yansıması sonucu oluştuğunu belirtmiş olmasıdır. Bu belirlemenin önemi de yine optik tarihinde gizlidir. Çünkü rengin gerçek doğasının anlaşılması ilk kez Newton’un ayrıntılı renk incelemeleri sonucu gerçekleşmiştir.

Newton öncesi dönemde ise renk konusunda egemen olan kuram, değişim kuramı adı verilen ve rengin ışığın zayıflamasıyla ya da aydınlık ve karanlığın karışımıyla oluştuğunu belirten Aristotelesçi kuramdır. Nitekim ünlü astronom Kepler optik üzerine kalem almış olduğu Ad Vitellionem Paralipomena (Vitelo’nun Paralipomena’sına Ek) ve Dioptric (Kırılma Üzerine) adlı kitaplarında rengin oluşumunu Aristotelesçi bir yaklaşımla açıklamıştır. Oysa Takiyüddin, bu iki bilim adamından önce rengin oluşumunda kırılmayı söz konusu etmiş, Newton’un prizması yerine cam bir küre kullanmıştır.

Kitabın ikinci bölümü yansıma aracılığıyla oluşan görme konusuna ayrılmıştır. Burada ışığın aynalarda uğradığı değişimler ve çeşitli aynalarda görüntünün nasıl oluştuğu deneysel olarak tartışılmıştır. Yansıma optiği, optik biliminin gelişimini en erken tamamlayan ve bu anlamda nisbeten daha kolay olan bir dalıdır. Bu nedenle yansıma kanunu da dahil olmak üzere bütün ilkeleri Antikçağ’da tespit edilmiştir. Bu anlamda Takiyüddin’in konuya katkısı, yansıma kanununu her tür aynada kanıtlamaya çalışmasıdır.

Üçüncü bölüm de kırılma konusu ele alınmış ve yoğunluğu farklı olan ortamlarda ışığın yol alırken uğradığı değişimler incelenmiştir. Ancak yaptığı bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda Takiyüddin, kırılma kanununu bulamamıştır. Fakat konuya değişik bir yaklaşımda bulunmuştur. Anlaşılan odur ki, Takiyüddin sinüs kanunuyla uğraşmamıştır. Çünkü çalışmalarını tamamen geometrik olarak ele almış ve trigonometriyi işin içine sokmayarak açılar arasında oranlar ya da eşitsizlikler kurmak yoluna gitmiştir. Oysa sinüs kanununa giden yol kirişler veya sinüslerden geçmektedir. Böyle bir girişimde bulunmadığı için, onun kırılma kanunu dediği şeyi, bir aritmetiksel eşitsizlik olarak nitelendirebiliriz.


Takiyüddin’in Elyazmaları 


Takiyüddin’in günümüze ulaşan elyazmaları incelendiğinde, içerdikleri bilgilerin o dönem gökbilimi hakkında sağladığı veriler yanında farklı bir önemi olduğu da görülür.

Takiyüddin el yazmalarında belirli bir biçim kullanmamıştır. Eserlerin hemen hepsi birbirlerinden farklı boyutlardadır. Kitaplarda kullanılan süsler de birbirlerinden farklıdırlar. Ancak yazmalara önemli yerleri, başlıkları, tablo ve şekilleri belirginleştirmek için farklı renklerden yararlanıldığı gözlenir. Başlangıç sayfalarında yazmaların Takiyüddin’e ait olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlayan açıklamalar, kayıtlar ve imza yer alır. Günümüz araştırmacılarını en çok sevindiren de Takiyüddin’in eserlerinin orijinallerinin bir kısmının bugüne ulaşmış olmasıdır.

O dönemlerde bilim adamlarının yazdıkları eserlerin kopyaları elle çıkarılmaktaydı. Birçok elyazmasının ancak kopyaları günümüze ulaşabilmiştir. Orijinal örneklerin kopyalama sırasında meydana gelebilecek hataları içermediği düşünülürse araştırmacılar için ne denli önemli oldukları anlaşılabilir.

Takiyüddin’e ait el yazmalarının bir bölümü Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde bulunmaktadır. Enstitü’nün UNESCO’yla (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttüğü “Memory of the World” projesi çerçevesinde, Takiyüddin’e ait el yazmalarının da içinde bulunduğu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadır. Takiyüddin’in diğer eserleri başka kütüphanelerin raflarındadır.



Rasathanenin Hazin Sonu


İstanbul Rasathanesi ilginç bir yıkım yaşamasına rağmen, yıkımın nedenine ilişkin fazlaca veri elde edilememiş. Ancak, rasathanenin yıkılışında 1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578’de baş gösteren veba salgınının nedeni olarak gösterilmesinin, daha da ileri giden çevrelerce Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentilerin, şüpheleri artırdığı söyleniyor. Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin de bu görüşleri desteklemesi üzerine, padişahın verdiği emirle, Rasathane 1580 yılında Kılıç Ali Paşa’ya yıktırılıyor.

Rasathanenin padişah emriyle yıktırıldığı kesin olmakla birlikte, konuyla ilgili aydınlanmamış birçok nokta vardır. Yaygın bir görüş Rasathane’nin, verilen hatt-ı hümayuna dayanarak Kılıç Ali Paşa emrindeki donanma tarafından denizden topa tutularak yıkıldığı biçimindedir. Ancak, topa tutma konusunda kişisel anı yazıları dışında günümüze ulaşabilmiş hiçbir yazılı resmi belge yoktur.

Bunca söylentiye karşın, kesin olarak bilinen İstanbul Rasathanesi’nde nitelikli gözlemler yapıldığı ve bu gözlemlere dayanılarak son derece hassas gözlem katalogları hazırlandığıdır. Asıl şanssızlık, Takiyüddin’in arkasından Kepler gibi bir bilim adamının gelmemesi ve yapılmış çalışmaları değerlendirecek bir bilim geleneğinin yerleşmemiş olmasıdır. Bunca söylentinin arkasında, rasathanenin yıkılmasının gerçek nedeninin, rasathanenin kurulmasına önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile Şeyhülislam’ın yer aldıkları farklı grupların siyasi çekişmesi olduğu sanılıyor.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

13 Mart 2025 Perşembe

Şeyh Edebalı Türbesi ve Külliyesi / Bilecik

 


Gündelik Hayatımızda -Mahallede

 


Mahallenin ve mahalleli olmanın ne kadar önemli olduğu, mahallesinde cami varken sebepsiz yere Cuma namazını başka camide kılan kişinin, “kıldığı camiin hatibinin yahud devirhanlarının elhamını dinlemek için ise” Ebussuûd Efendi’ye göre günah işlediği fetvasıyla örneklendirilebilir.

Osmanlı hukuk sisteminde mahalle halkı birbirine kefildir; kargaşa dönemlerinde bu kefalet, nezir adı altında, yerleşim yerinde karışıklık çıkaran veya isyan eden olursa, ora halkının belirli cezaları kabul ettiği biçiminde, yöneticilerle o beldenin ileri gelenleri arasında yapılan anlaşma biçimine de sokulmuştur. Osmanlı kanunnameleri, bir cemaat içinde bir adam öldürülürse, suçlunun bulunup yakalanması sorumluluğunu o cemaate yükler ve aksi halde cezalar öngörür. Hırsızlık, soygun olaylarında da köy, mahalle ve cemaat halkı suçluyu teslim etmek zorundadırlar, bulup teslim edemezlerse hapsedilirler ve cezalarına padişah karar verir.

Batı’nın komünlerinden Müslüman dünyanın kadılık sistemine kadar, ortaçağda yerleşim birimlerine tanınan kimliğin hukuki boyutu, bu kimlik içinde örfün yeri ile yönetim, asayiş ve kamusal ihtiyaçlar için örgütlenme biçimleri, toplumsal biçim ve sınıflardan ekonomik ve siyasal sistemler, kültür ve demokrasi tarihinin temeline yerleştirilen tartışmalarda yer almıştır. Türkiye’de belediye örgütlenmesi, Tanzimat dönemi modernistlerinin yaşama geçirmeye çalıştığı bir kurumdur ancak merkezi yönetimin onayını gerektiren seçim sisteminden başlayarak, belediye idaresi hep merkezi idarenin vesayeti altında görülmüş, hatta klasik Osmanlı sistemindeki gibi, iktidarın yerel halktan taleplerinde belediye aracı olarak kullanılmıştır. Tek parti döneminde mülki idarecilere aynı zamanda parti yerel başkanlığı ve belediye başkanlığı görevi de verilerek, belediye sisteminin yerel yönetim işlevi kalmamıştır. 27 Mayıs sürecinde ise siyasal kamplaşmaya yol açtığı ileri sürülerek köy ve mahalle düzeyinde parti örgütlenmesi durdurulmuştur. Büyük şehirlerde bile belediye seçimlerinde siyasallaşma 1970’lerden itibaren başlamışken, 12 Eylül öncesindeki kurtarılmış mahalle olgusu nedeniyle yerel yönetim geleneği ve hukuki yapısı 1980 sonrasında darbe yemiştir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi tartışması tekrar 1990’larda başlamıştır. Ancak yerel yönetimlerin hukuki ve mevcut siyasi-idari örgütlenme biçimi ne olursa olsun, genel olarak siyaset yapma biçiminden aidiyet, kimlik ve davranış kalıplarına kadar yerleşim yerlerinin ürettiği değerlerin ağırlığı, bilimsel incelemelere konu olmamışsa da, her zaman hissedilmiştir. Aile/akrabalıktan sonraki ilk büyük birim de her zaman mahalledir.

Günlük yaşamın akışında komşuluk ve mahalle ilişkileri, mahallenin namusu, çocuğu, kahvesi, esnafı gibi kavramlarda kendisini gösterir. Kadınların kabul günleri, çocukların mahalle maçları ve çeteleri bu yaşamın en örgütlü görüntüleridir. Osmanlı döneminde mahalle yaşamını belirleyen mahalle imamı, muhtarı ve bekçileri gibi kamusal görev ve işlevleri merkezi yönetimce de kabul edilen kişiler veya daha çok İstanbul şehri için bilgi sahibi olduğumuz tulumbacılık, külhanbeyi ve kabadayılık kurumları, mahalle yaşamının tarihi hakkında bize ışık tutmaktadır. Kadı, imam ve mahalle mektebinin mahalli kurumlar halinde olduğu bir yaşantıdan, modern standartlara uygunluk ve ulusal eşitlik tekdüzelik adına merkezi kurumlara geçiş süreci anımsanırsa, bütün iç göçlere, büyüyen şehirlere ve yeni kurulan mahallelere karşın, mahalle yaşamının halen toplumda taşıdığı önem değerlendirilebilir. Öğretmenlerin fazla tayin görmediği, okul ve işyeri sayısının az olduğu yakın yıllara kadar, birlikte büyüyenlerin birlikte değilse de, bir arada yaşam mücadelesi yürüttüğü mahalle, klasik örf ve âdetlere sahip çıkanların cennetidir.

Çağdaş toplumsal ihtiyaçları karşılayacak çağdaş toplumsal örgütlenmelerin gelişmemişliği düşünülürse, klasik toplumsal örgütlenme olarak mahallenin ve toplumsal derneklerin, yani yaş ve cinsiyete göre bölümlenmiş gruplaşmaların işlevini sürdürmesi doğaldır. Yüz yüze insan ilişkilerinin rahatlatıcılığı ile boğuculuğu, demokrasinin cevap vermek zorunda olduğu çoğunluk yönetimi olma ve azınlık haklarını koruma iddiasının ete kemiğe bürünmüş biçimleridir. Hızlı değişim ve nüfus hareketlerine sahne olan Türkiye’de, mahalle yaşamını konu edinen televizyon dizilerinin en beğenilenler arasında yer alması, mahalle yaşantısının idealize edilmesine duyulan ihtiyacın dışavurumu olarak da değerlendirilebilir.



Muhtar


Nüfus ve ikamet ilmühaberi ile bütün bürokratik işlemlerin başında yer alan muhtarlar bugün de Osmanlı yönetim anlayışının devamını temsil eder biçimde halk tarafından seçilip devlet görevlisi olarak çalışıyorlar. Köy muhtarları köyün hükmi şahsiyetinin ve devletin temsilcisi iken, mahalle muhtarları 1980’den sonra nüfus ve adres tespitinin asayiş sorunu olarak önem kazanması dışında, belediye ile kaymakam-valilikler arasında sıkışmışlardır. Halen değişiklikler geçiren 10 Nisan 1944 tarihli kanunla çalışan muhtarlar Nüfus Kanunu’ndan başka Askerlik Kanunu’na göre yoklama memurlarına yardımcı olup, davet pusulalarını ulaştırma görevi yaptıkları gibi, askerlik çağında olup 15 günden fazla bir süreyle şubeleri mevkii dışına çıkanların verdikleri haberi kaydederek şubelerine iletmekle de görevlidirler. Veraset ve İntikal, Kadastro ve Tapu, Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usûlü kanunlarına göre tebligat, ilmühaber vermek ve zabıtaca bina arama ve tespitlerinde hazır bulunmak görevleri yanında, öğrenim yaşına gelmiş çocukların tespiti, muzır hayvanların itlafındaki sorumlulukları ve eski kanunlardan kalan yol vergisi, hayvan satımı ve “tazmin ettirilmesi lazım gelen çalınmış hayvan bedelini mahalle halkına taksim” etmek gibi görevleri de sürmektedir. Muhtarların 1980’lerden beri önem kazanan görevlerinden biri de fakirlik ilmühaberi vermektir. Önemini başına gelenin anlayacağı 23 çeşit belgeleme ve tanıklık hizmetini ve muhtar odasının donanım ve bakımını muhtarlar yaptıkları işlemlerden aldıkları harçlarla karşılarlar. Memurin Muhakemat Kanunu’na tabi olan muhtarlara 1972 yılında Köy Kanunu’na yapılan eklemeyle özel ve cüzi maaş da bağlanmıştır.


Sokak, Meydan


Kavafis, “Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler./ Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın/ aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın/ ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların./ Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın” diyen ünlü şiiri Kent’i 1910’da yazmıştı. Eskiden yalnız memurlar ve memur çocukları için söz konusu olan şehir şehir gezme ve kiracılık yaşamı, şimdi halkın geniş kesimlerini kapsıyor ve nüfus artışıyla birlikte iç göçün yarattığı hareketlilik, toprak rantıyla da birleşince, binalar, sokaklar, mahalleler Türkiye’de insanlardan hızlı değişiyor, biri yıkılıp yerine yenisi kuruluyor. Bu yık yap süreci, toplumsal ilişkiler ve dokuyla birlikte o yerleşim yerinin dokusunu, kimliğini ve tarihini de yok ediyor, insanlar kısa ömür parçalarında mekânlardan da oluyorlar.

Kamusal mekânların çeşit ve adet olarak az olduğu klasik mahallede ortak alanı sokak oluşturur. Mahalleli ile yabancının ayırt edildiği, belirli işyerlerinin ve bekarların sokulmak istenmediği bu mahalle yaşamında sokak çocuk ve gençler için oyun alanı, toplanma yeridir. Ev kadınları ev eşiklerinde, erkekler kahvede görünürken bile sokakta oturarak toplumsal yaşama katılırlar. Bu klasik biçimin değiştiği şehirlerde bile, mahalle veya şehrin park ve oyun alanları, eğlence ve piyasa yerleri, meydan ve anıtları, anıtlaşmış yapıları, şehirlilik kimliği ve bilinci için önemli öğelerdir.


Şehirlerin modern yapıya kavuşturulması, sokaklarından araba geçebilmesi, kaldırım ve kanalizasyona (sonra su ve elektriğe) kavuşturulması isteği devlet yöneticilerinde Tanzimat’la birlikte başladı. Avrupa’da ticaretin gelişimi ve tekerlekli taşıtların sokaklara girebilmesi ihtiyacıyla geniş sokak ve meydan düzenlemeleri, Fransız Devrimi’yle başlayan devrimler sürecinde hem saldırı ve savunma gereklilikleri açısından askeri bir nitelik kazanmış, hem de yeni merkeziyetçi modern devletin ideolojik ifade biçimine dönüşmüştü. Şehrin merkezinde katedral, meclis binası veya vilayet/belediye konağının mı bulunacağı, devlet törenleri ve resmi geçitlerin nerede yapılabileceği gibi sorunlar, ‘şehircilik’ disiplininin kökenini oluşturur. Tanzimat aydınlarının iktisadi gelişimi teşvik edici bir uygulama olarak da gördükleri yeni sokak ölçülerinin uygulanabilmesi için İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde büyük yangınların çıkması fırsat sayılıyordu. İstanbul’da sokakların genişletilmesi ve çıkmaz sokak yapılmaması ile ilgili layiha 1839’da kabul edildi. Yaya kaldırımı Şehremaneti 1855’de kurulduktan sonra İstanbul ve Galata’da döşenen parke kaldırımlarla başladı, tramvayla birlikte başka semtlere de yayıldı. 1862’de sadrazam Fuad Paşa’nın desteğiyle Şehremini Hüseyin Bey’in zamanında kaldırımlar yaygınlaştı.

Şehir konak ve meydanları da Tanzimat’tan sonra düşünüldü, Cumhuriyet’ten sonra küçük parklar ve Atatürk anıt veya büstleriyle küçük beldelere kadar yaygınlaştırıldı. 10 Nisan 1927’de binalara numara, sokak ve caddelere ad verilmesine ilişkin kanun kabul edildi; 28 Ekim 1927'deki ilk nüfus sayımından üç ay önce bu konuda çalışmalar düzenlenerek hızlandırıldı. Onuncu yılda Onuncu Cumhuriyet Bayramını Kutlama Yüksek Komisyonu yayımladığı bir numaralı tamiminin üçüncü maddesinde, şenliklerin yapılacağı meydanların Cumhuriyet Meydanı adıyla adlandırılmasını istedi. Böylece Anadolu şehir ve kasabaları Cumhuriyet meydan ve caddelerine kavuştu.

Arsa Ofisi, mücavir alan, merkezi veya yerel imar çalışmaları gibi çelişkili karar ve uygulamalarla şehirlerde arsa üretimi spekülasyondan kurtarılmazken, ülkedeki siyasal dönüşümlere göre cadde ve sokaklara siyasal dürtülerle ad verme anlayışı, sokakların inşaat faaliyeti nedeniyle, görüntüsü değişirken, adlarının da değiştirilmesi sonucunu yarattı. Özellikle büyük şehirlerde, ad değişiklikleri, seçimlerden sonra belediye iktidarının el değiştirmesi gibi dönemlere bağlı uygulamaları da aşarak, ideolojik dayatma biçimini aldı. Ankara’da ise cadde ve sokakların eski adlarının kaldırılarak yerlerine yabancı devlet büyüklerinin adlarının verilmesi, uygulamanın çapını iyice genişletmiş durumda.

Meydanları yalnızca kavşak olarak algılayan Ankara Belediyesi için ise şu söylenebilir: Büyük sanayi şehirlerinin ‘yatakhane kent’ denen, on binlerce işçinin barındığı banliyölerinde bile şehir yaşamı, gece uyumaya yarayan konutlardan, gündüz işe ulaşmaya yarayan sokaklardan ibaret görülmez.




Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

12 Mart 2025 Çarşamba

RUSYA TARİHİ -22

 AVRUPA POLİTİKASINDA RUSYA'NIN EHEMMİYET KAZANMASI


I.Aleksadr zamanı (1801-1825). İç idarede değişiklikler tasavvuru ve I. Aleksandr'ın hâkimiyetinin başlangıcı  


II- Katerina'nın torunu ve Pavel'in  oğlu Aleksandr,  babasının  öldürülmesi  üzerine   tahta  geçince,  Rusya'da devlet idaresi yeniden Katerina'nın koyduğu prensipler ve kurduğu teşkilâta uygun olarak yürümeğe  başladı.  Genç İmparator henüz 24 yaşında idi. Katerina'nın nezareti altında isviçreli Lagarpe tarafından rasyonalist ve hümanist felsefî görüş ruhunda terbiye ve tahsil gören Aleksandr, tahta çıktığı zaman adeta bir cumhuriyetçi gibi düşünüyordu. Çok güzel yüzlü ve yumuşak tabiatlı bir kimse olan genç hükümdar, Katerina île Pavel arasındaki geçimsizlik havası içinde büyüdüğünden, pek erkenden "iki yüzlü» olabilmek, düşündüklerini gizlemek ve zahiren her zaman sevimli olmak sanatını öğrenmiş ve bu karakterinden ötürü "teshir edici Sfenks,, adını almıştı. Aleksandr ile temasa gelen herkes onun nezaketi karşısında tesir altında kalmakta, fakat Çar'ın hakikî düşüncelerinin ne olduğunu anlayamamakta idi. Saray dairesinde, en yakın muhitte Aleksandr'a " bizim melek „ adı verilmişti.

Aleksandr hâkimiyetinin ilk yıllarında, kendisi gibi hür görüşlü bazı genç aristokratlarla birlikte Rusya'da liberal sistem kurulması hususunda plânlar yaptı. Kont Koçubey, Novosiltsev, kont Stroganov ve knez Adam Czartoryski'den teşekkül eden ve her zaman Çar'la temasta bulunan dört kişilik bir grup'a, Aleksandr şaka kabilinden "Comite de salut public,, (Fransa inkılâbı zamanındaki müesseselerden birinin adı) diye ad vermişti. Bu komitenin tesiriyle idarede bazı yenilikler kabul edildi; Katerina zamanında ehemmiyeti azalan Senato, yeniden birçok hak kazandı. Petro tarafından ihdas edilen "Kollegya,, lar yerine, Avrupa usulü "nazırlık,, lar (Ministerstvo) teşkil edildi (1802 de). Başta yedi "nezaret,, kabul edildi ve devlet işleri "nazırlar toplantısı» nda konuşulur oldu. Komitenin tesiriyle Aleksandr, Rusya'da köleliği ilga etmeyi, yani köylü serfliğini kaldırmayı bile düşünüyordu. Fakat bu sahada ileri gidemedi, ancak "serbest çiftçilere dair kanun,, çıkarılmakla iktifa edildi (1803); buna göre, çiftlik sahipleri kendi köylülerini serbest bırakmak ve muayyen şartlar içinde onlara mülk olarak toprak vermek hakkını kazandılar. Fakat bu kanunun amelî neticesi pek az oldu. Genç çar, liberal görüşlü dostları ile iki yıl düşüp kalktıktan sonra, bunlardan soğumaya başladı ve "komite,, nin toplantılarına nihayet verildi. Aleksandr, Rusya'da yapılması lâzım gelen değişiklikler ve teşkilât işini, bu defa, halk arasından yetişen biri vasıtasiyle gerçekleştirmeyi düşünmeğe başladı; bu zat, Speranski adlı bir devlet memuru idi.


Speranski'nin faaliyeti 


Köylü bir papasın oğlu olan Speranski, zekâsı ve gayreti sayesinde mükemmel bir tahsil (1808-1812)    görmüş ve  "nazırlık» lar teşkil edildiği zaman içişleri nezaretinde mühim bir memuriyet almıştı; 1806  danberi  Aleksandr  ile  sıkı bir temas tesis eden Speranski, az sonra Çar'ın, adeta başnazırı olmuştu. Aleksandrın emriyle Speranski Rusya'da yapılması gereken idarî değişikliklerin bir plânını hazırlamağa memur edildi; aynı zamanda yeni bir kanunlar külliyatı tertibiyle meşgul olan hey'etin de faaliyetine nezaret etmek, Çar'a pek muhtelif işler hakkında rapor vermek gibi mühim vazifeleri de aldı. Speranski, 1808-1812 yılları içinde, yapılacak değişiklikler hakkında geniş bir proje hazırladı. Buna göre, Rusya ahalisi serbest bir kitle olacak, serflik kaldırılacak ve eski "kast» usulü yerine "dvoryan„lar, "orta halliler» ve "işçi zümre» olmak üzere üç sınıfa ayrılacaktı. Speranski'nin tasarladığı sistem, Rusya'da monarşinin esaslı kanunlara dayanmasını iltizam edecekti. İmparator Aleksandr, bu görüşleri tasvib ve Speranski'nin faaliyetini teşvik ediyordu. Speranski, yeni idare sisteminde, tatbik olunacak kanunlarda, Napoleon'nun "Code Civil„i tesirinde kalmış ve böylelikle devrin en ileri görüşlü bir idare şeklinin Rusya'da tatbikini tasarlamıştı. Fakat, bu tasarısı gerçekleşmedi. Speranski'nin yükselmesini çekemiyenler pek çoktu. Aleksandr ile Napoleon'un arası gittikçe açılması, nihayet Speranski'nin de gözden düşmesine sebeb oldu. Aleksandr, gözdesinden soğudu ; Speranski "Rusya'ya inkılâpçı Fransa usullerini tatbik etmek isteğiyle,, suçlandırıldı ; ve "devlet sekreteri» vazifesinden azledildi ; az sonra, kendisine karşı çevrilen entrikaların tesiriyle sürgüne gönderildi. Çar'ın kafasında hasıl olan değişiklik, Speranski'nin Rusya'da yenilikler yapmak projesini suya düşürdü. Aleksandr, artık liberal görüşlerini tamamiyle atmış ve gittikçe kendini mistisizme kaptırmış, Rusya'da tam bir müstebit rejimini tatbik ve hür fikirlere karşı şiddetle mücadele etmek yoluna sapmış bulunuyordu. O sıralarda cereyan eden büyük vak'alar, Çar'ın her bakımdan değişmesinde mühim rol oynamıştı.



Aleksandr zamanında dış olaylar


Gürcistan’ın Rusya'ya ilhakı


Daha XV. yüzyıldanberi Gürcü beyleriyle Moskova arasında münasebetin tesis edildiğini, ve Fedor İvanoviç zamanında Gürcistan’ın rus himayesini kabul ettiğini görmüştük. Fakat, bir taraftan iran'ın ve diğer yandan Osmanlı Devletinin müdahalesi üzerine, Rusların Gürcistan’a kadar ilerlemeleri önlenmişti. Büyük Petro zamanında, Azerbaycan'ın Rusya'ya katılmasıyle, rus hâkimiyeti Gürcistan sınırlarına kadar dayanmıştı. XVII. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğunun büsbütün zâfa uğraması ve Küçük Kaynarca barışından sonra, Rusya'nın kesin olarak Türkiye'ye galebe çalması üzerine, Rusların Kafkas'taki nüfuzları da çok yükselmişti. II. Katerina 1783 te çıkardığı bir fermanla Rusya'nın, Gürcistan’ı himayesi altına aldığını resmen ilân etmişti.

XIX. yüzyıl başından Gürcistan, birbirleriyle savaşan birkaç küçük beylikten ibaretti. Bu durum karşısında, gürcü beylerinden XII. Gorg, rus çar'ı I. Pavel'e, Gürcistan’ı tamamiyle Rusya'ya ilhak etmesini dileyerek bir müracaatta bulundu. Rus çar'ı bunu kabul etti ve bir rus generalinin riyasetinde Gürcülerden bir "hükümet,, kurularak 1801 de Gürcistan’ın Rusya'ya ilhakına başlandı. Bazı gürcü beylerinin rus hâkimiyetine karşı gelmek istemeleri üzerine, çar I. Aleksandr, Gürcistan’ın bir rus eyaleti haline getirilmesi için daha esaslı tedbirler aldı. Gürcü menşeli olan Tsitsianov, Gürcistan’ın idaresine memur edildi. "Rus çar'ının sadık bir uşağı olan,, Tsitsianov, az sonra Doğu Gürcistan’ı da rus idaresine koydu; Azerbaycan ve Dağıstan'ın da Rusya'ya ilhakına girişti. Mingrelya ve İmeretya da, az sonra rus hâkimiyetini tanıdılar; İmeretya beyi Solomon ise Türkiye'ye sığındı. 1804 - 1805 yıllarında Erivan ve Bakü Hanlıkları da, Tsitsianov tarafından rus hâkimiyeti altına alındılar; Tsitsianovun Bakü'da öldürülmesi üzerine, Ruslar Kafkaslara asker sevkederek Azerbaycan'ı tamamiyle ve Dağıstan'ın mühim bir kısmını işgal ettiler. 1810 yıllarına doğru bu suretle Kafkasların büyük bir kısmı (Dağıstan ve Kuzey Kafkasların bazı mıntıkaları müstesna) tamamiyle Rusların eline geçmişti. Rusya'nın sınırları, bu suretle Doğu Anadolu'ya dayanmış, Anadolu için rus tehlikesi başlamış bulunuyordu.



1812 yılına kadar Rusya'nın Avrupa siyaseti 


Napoleon'un 1804 de kendini imparator ilân etmesi  ve   Avrupa'da  fransız  hegemonyasını kurması üzerine, Fransa'ya karşı teşekkül eden devletler  blokuna  Rusya da girmişti. 1805 te Rusya, Avusturya'nın müttefiki sıfatiyle Napoleon'a karşı harbe karıştı. Kutuzov'un kumandasında bir rus ordusu Avusturya'ya girdi ve Austerlitz yanında vukubulan meydan muharebesini Ruslar kaybedince Ruslar kendi sınırlarına çekilmek zorunda kaldılar. Aleksandr, bu defa, Avusturya'nın müttefiki sıfatiyle, ertesi sene tekrar Fransızlara karşı savaş açtı. Napoleon'un Berlin'i zaptı üzerine, 1806-1807 de Königsberg dolaylarında kanlı savaşlar cereyan etti. 1807 yazında, Napoleon, Friedland meydan muharebesinde Rusları ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, rus kuvvetleri Niemen ırmağının doğusuna atıldılar. Bu durum karşısında Aleksandr, fransız imparatoru ile boy ölçüşmenin mümkün olamayacağını anladı ve 1807 de Tilzit şehri yanında, Niemen üzerinde yapılan sallar üzerinde Napoleon ile Aleksandr arasında bir görüşme yapıldı; bu mülâkat sonunda iki imparator birbirlerinden dost olarak ayrıldılar; Tilzit görüşmesinde Napoleon ile Aleksandr arasında bir ittifak bile akdolundu. Buna göre, Fransa Batı Avrupa'da; Rusya da, Doğu Avrupa'da hâkim olacaklardı. Napoleon, Rusya'nın Türkiye ve İsveç zararına genişlemesi hakkını tanıdı; Fransa ve Rusya bundan böyle İngiltere'ye karşı müşterek bir hareket takip edeceklerdi. Napoleon tarafından tatbik edilen "kıta ablukası,, (İngiliz mallarının Avrupa'ya sokulmaması) politikasını Aleksandr da tasvib etti ve Rusya'ya ingiliz mallarının getirilmesini yasak etti. Lehistan'a ait olup, Prusya'ya ilhak edilen Belostok bölgesi Rusya'ya katıldı. Bu suretle, 1807 de Rusya ile Fransa arasında İngiltere'ye karşı bir cephe birliği teşkil edilmişti.

Aleksandr, Napoleon ile dostluğundan faydalanarak, 1808 de İsveç'e harp ilân etti. Çetin savaşlardan sonra rus kuvvetleri, 1808 ve 1809 da Finlandiya'yı işgal ettiler ve İsveç'i barış akdine zorladılar. Buna göre: Finlandiya arazisi Torneo nehrine kadar, Rusya'ya bırakıldı. Rus hükümeti hiçbir sebeb olmadığı halde, 1806 yılındanberi, Türkiye ile harb halinde idi. Napoleon başta Türkleri iltizam etmişti; halbuki Tilzit mülâkatından sonra Rusları tutmağa başladı. Rus kuvvetleri Buğdan ve Eflak'ı işgal ettiler; ve birkaç defa Tuna'yı geçerek Balkanlara kadar ilerlediler. 1811 de Kutuzov'un kumandasındaki bir rus ordusu, Tuna'nın kuzey tarafında büyük bir zafer kazandıktan sonra Türkleri barış akdine mecbur etti. 1812 de akdolunan Bükreş barışıyle Ruslar Basarabya'yı ilhak ettiler.

Rusların, verdikleri söze bakmaksızın, İngiltere ile ticaret münasebetlerini devam ettirmeleri ve Fransa ile mevcut ittifak şartlarını gereği gibi yerine getirmemeleri Napoleon'u kızdırmıştı. İngiliz ticaretinin azalması ise rus yüksek tabakası ve tüccarları arasında da memnuniyetsizliği mucib olmuştu. 1. Aleksandr, bu suretle takip ettiği siyasetiyle ne Fransa'yı ve ne de Rusları tatmin edebildi. Bir taraftan Fransa'nın boyuna kuvvetlenerek Avrupa'da hegemonya tesis etmesi, diğer yandan Rusların bu durumu çekemeyerek askerî hazırlıklara başlamaları, Rusya ile Fransa arasında harbin çıkmasına yol açtı. Napoleon'un, ergeç Rusya'ya karşı harekete geçeceği aşikârdı: nitekim 1812 de harp patlak verdi.


Napoleon'un Rusya'yı istilâsı ve Rusya'nın «vatan  savaşı»  


  1811’de artık Napoleon'un harekete geçeceği anlaşılmıştı.  Ruslar  da  askerî  hazırlıklarını hızlatmışlardı;  1812  başında  220 bin kişilik rus  kuvvetleri,  üç  ordu  halinde,  Rusya'nın (1812) batı sınırlarında, Niemen nehri boyunca mevki almışlardı. Birinci rus ordusuna, rus harbiye nazırı olan Livonyalı Almanlardan, Barklay de Tolly (Barclay de Tolly) kumanda ediyordu; ikinci rus ordusu, aslen gürcü olan knez Bagration kumandasında, üçüncü ordu da, ihtiyat olarak Volınya'da bulunuyordu. Petersburg'un müdafaasına küçük bir ordu ile general Witgenstein memur edilmişti. Rus ordusunun mecmuu 480 bin kişiden ibaret olup, 1600 topu vardı. Napoleon'un kuvvetleri 685 bin kişiden ibaretti ve 1350 topu vardı. Bu kuvvetten 420 bini rus seferine iştirak edecek, kalan kısmı Lehistan'da ve Batı Almanya'da ihtiyat olarak bırakılacaktı. "Büyük ordu,, adı verilen bu fransız ordusu, Fransızlardan başka Prusyalı, Bavyeralı, İtalyan, İspanyol, Lehli ve İsviçrelilerden teşekkül ediyordu; ordu "millî bir fransız,, ordusu değildi, fransız olmayan askerlerin, sefere fazla bir istekle iştirak etmedikleri muhakkaktı. Rus generalleri, tedafüi bir harb yapmayı düşünüyorlardı. Fakat harbin muayyen bir plânı yoktu, Napoleon'un hareketine göre vaziyet alınacaktı.

Napoleon'un öncüleri, Lehli kıtalar, 12 haziran (1812) gecesi Niemen nehrini Kaunas (Kovno) şehri yanında geçmeğe başlayınca, Ruslar fransız kıtalarının hareketini durduramadılar; Barklay de Tolly ordusuna hemen çekilmek emrini verdi. Napoleon 16 haziranda Vilno şehrini işgal etti. Aleksandr, harp başlarken burada bulunuyordu; düşman Vilno'ya girmeden iki gün önce burayı terketmişti.

Rus generalleri, hattı hareketlerinde serbest olabilmek için, Çar Aleksandr'ın ordudan ayrılması hususunda ısrar ettiler; Çar da, evvelâ Moskova'ya, sonra Petersburg'a gitti; bunun üzerine Barklay başkumandan sıfatiyle, bütün askerî kuvvetleri idareye başladı.

Napoleon, rus ordularının dağınık bir halde oluşundan faydalanarak, Barklay de Tolly ve Bagration kuvvetlerine birleşmek imkânı vermeden imha etmek istiyordu; fransız kıtaları, iki rus ordusu arasında sür'atle ilerlemeğe başladılar.

Barklay ve erkân-ı harbiyesi, XII. Karl'ın Rusya'yı istilâsı teşebbüsünde, Büyük Petro'nun ihtiyar ettiği "Rusya'nın içlerine doğru çekiliş hareketini,, örnek aldılar; zaten Ruslar için yapılacak başka bir çare de yoktu; Barklay ve Bagration ordularının ancak Smolensk yanında birleşmeleri mümkün olduğundan, Rusya'nın, batı mıntakasını Fransızlara bırakmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Gerek Barklay de Tolly ve gerek Bagration, Napoleon'un ilerlemesini durduracak durumda değillerdi. Her iki general, Fransızların baskısı ve takibi altında Smolensk istikametinde çekildiler; her ikisi de düşmanla büyük bir savaşa tutuşmaktan sakındılar. Bagration, ancak çok büyük güçlüklerle ordusunu Fransızlara kaptırmaktan kurtarabildi. Napoleon'un, rus ordularını birleşmeden imha etmek plânı tahakkuk ettirilemedi; Bagration, Smolensk yanında Barklay de Tolly ile birleşmeğe muvaffak oldu. Napoleon ise, bir an evvel kat'î neticeli bir meydan muharebesinin yapılmasını arzu ediyordu; rus askerleri de mütemadi ric'attan usanmışlar, Fransızlarla boy ölçüşmek istiyorlardı. 4 ağustos (1812) günü Smolensk için yapılan savaşı Fransızlar kazandılar ve bir harabe haline gelen ve gayet mühim stratejik ehemmiyeti olân Smolensk'i işgal ettiler. Fakat, Napoleon'un esas maksadı olan, rus ordusunu imha etmek tahakkuk ettirelemedi. Barklay de Tolly, rus kuvvetlerini yine Moskova istikametinde ricat ettirdi. Mevsimin geç oluşu ve Rusya'nın içlerine ilerledikçe fransız ordusunun mühimmat ve iaşe celbinin zorlaşması nazarı itibara alınarak, fransız generallerinden bazıları, Napoleon'a 1812/1813 kışını Smolensk'te geçirmeyi ve 1813 ilkbaharında Moskova üzerine yürümeyi tavsiye ettilerse de, fransız imparatoru bu tavsiyeye ehemmiyet vermedi.

Smolensk'te Napoleon'un durdurulamaması ise rus askerleri arasında umumî bir endişe ve memnuniyetsizliği mucip olmuştu. Askerler ve generaller arasında, ricatın bilhassa Barklay de Tolly emri ve isteğiyle yapılmakta olduğuna dair söylentiler başladı; Barklay'ın menşe itibariyle bir alman oluşu da bu gibi şayialara yol açıyordu. Başkumandanlık makamına bir rus generali getirildiği takdirde harbin seyri değişecek zannediliyordu. Çar Aleksandr, bu söylentileri nazarı itibara almak mecburiyetinde kaldı ve Barklay de Tolly'yi azlederek, yerine 1812 rus-Türk savaşında nam kazanan ve rus menşeli ve artık epey yaşlı olan general M. Y. Golenişçev-Kutuzov'u başkumandan tayin etti. Umumî arzuya uyarak, Çar, rus ordusunun çekilişini durdurmasını emretti; hatta Bagration, Vitebsk üzerine bir taarruz teşebbüsünde bile bulundu; fakat az daha Fransızlar tarafından sarılmak tehlikesine maruz kaldı; ancak acele çekilmek suretiyle esas rus kuvvetleriyle birleşebildi. Bagration ordusunun bu muvaffakiyetsizliği, Rusların, Napoleon ordusu ve fransız imparatorunun askerlikteki ustalığı karşısında ne kadar zayıf olduğunu açıkça göstermişti. Başkumandanlığa Kutuzov getirildikten sonra da Fransızların ilerleyişini durdurmak mümkün olamıyacağı aşikârdı; Kutuzov ( 16/28 ağustosta ordugâha gelmişti), ricat hareketini devam ettirdi ve nihayet, Moskova'nın batısında 112 km. bir mesafede olan Borodino köyü yakınında Napoleon'la bir meydan muharebesini kabule karar verdi.

26 ağustos ( yeni takvime göre 7 eylül ) günü Borodino yakınında cereyan eden meydan muharebesi, rus tarihinin en kanlı ve en mühim savaşlarından biridir. Napoleon'un kuvvetleri, 130 bin nefer, 587 top, Ruslarınki 126 bin nefer olup, 640 topla mücehhezdi. Sabahın erken saatlerinde başlayan savaş, Fransızların arka arkaya tekrarladıkları hücumlar ve Rusların kahramanca müdafaalarıyle temayüz etti. Napoleon'un kıtaları Bagration'un kumanda ettiği rus sol kanadına şiddetli darbeler indirerek, buradaki rus tahkimli mevkileri işgal ettiler; bu sırada Bagration bir mermi parçasıyle öldü ; fransız hücumları bu defa Rayevski tabyelerine yöneltildi ; çetin çarpışmalar sonunda Rayevski tabyesi de Fransızların eline geçti. Akşam karanlığına kadar devam eden müthiş savaşlar sonunda, Fransızlar bir miktar arazi kazandılar ve Ruslar da ikinci müdafaa hattına çekilmek zorunda kaldılar. Gece olunca, savaş sona erdi. Rus başkumandanı Kutuzov ertesi gün meydan muharebesini devam ettirmek istemişti. Fakat Rusların ölü ve yaralı olarak 58 bin kişi kaybettikleri (fransız kaybı 54 bin kişiydi) anlaşılınca, Kutuzov rus ordusuna Moskova istikametinde çekilmek emrini verdi. Napoleon'un ordusu da, Borodino savaşından sonra, çok çetin bir duruma düşmüştü; rus ordusunun külliyen imhası gerçekleştirilememiş, fransız ordusu ise çok kayıb vermiş ve mesafenin uzaklığı dolayısıyle bu kayıpları dolduracak bir durumda olmadığı gibi, iaşe vaziyeti de günden güne fenalaşmakta idi. Mevsimin de geç olması, sonbaharın başlaması, Napoleon kuvvetleri için durumun zorlaşmasına sebeb oldu. Napoleon bir an evvel Moskova'ya girerek harbi sona erdirmeyi tasarlamağa başladı. Borodino meydan muharebesinde üstünlük Fransızlarda kaldıysa da, rus yenilgisi pek bariz değildi; fakat, Rusların Moskova istikametinde çekilmeleriyle, Fransızlar için Moskova yolu açılmış oldu.

Rus başkumandanlığı, Moskova yakınındaki "Fili,, köyünde yapılan askerî meclisinin kararı üzerine, ricatı devam ettirerek, Moskova'yı Fransızlara bırakmak kararını verdi. 2/14 eylül günü rus kıtaları Moskova'yı geçip gittiler; şehir ahalisinden büyük bir kısmı, düşman hareketi karşısında emniyetli gördükleri şehir, kasaba ve köylere gitmişlerdi. Rus ordusunun Moskova'dan çıktığı gün, Fransızlar da şehire girdiler ve Napoleon Kremlin sarayına indi. Bu suretle Fransızların imparatoru, eski rus paytahtına girmeğe muvaffak oldu. Napoleon'un nazarında harbin sona ermesi icabediyordu; fakat imparator bu görüşünde tamamiyle yanıldı.

Napoleon'un Moskova'ya girdiği ilk gece (yani 14/15 eylül gecesi) Moskova'da yangınlar başladı. Şehrin muhtelif semtlerinde birden yangın aldı-yürüdü; Moskova'yı terkeden ahali kendi evlerini yaktığı gibi, şehirde kalan birtakım serseri gürühu da evleri tutuşturuyorlardı; Moskova'nın askeri valisi general Rastopçin'in de Moskova'yı yakmak için önceden tedbirler aldığı anlaşılıyor. 6/18 eylüle kadar devam eden yangınlar neticesinde şehrin dörtte üçü yandı, kül oldu. Halbuki Napoleon askerleri Moskova'da kışı geçirmeyi düşünüyorlardı. Şehir baştan başa yanınca, askerler için barınacak yer bile kalmamıştı. Fransız ordusunun, rus payitahtı olan Petersburg'a yürümesine de imkân yoktu. Rus generali Witgenstein'in küçük bir ordusu, fransız kuvvetlerini durduracak bir durumda idi. Rus ana kuvvetleri ise, Kutuzov'un kumandasında, Moskova'nın güney-doğusunda (Ryazan yolu üzerinde) şehirden 20 km. lik bir yerde durmuş, Fransızların hareketine mani olmak için tertibat almıştı; Moskova'nın güneyindeki Kaluga yolu da Ruslar tarafından tutulmuştu. Napoleon, çok müşkül bir duruma düşmüş bulunuyordu. Yakılan Moskova'da ordu için yiyecek sıkıntısı başgösterdi. Etraftaki rus köylerinden bir şey getirmek imkânsızdı; rus çeteleri, Fransızları köylere bırakmıyorlardı; mesafe uzaklığından ötürü Lehistandan ve Almanya'dan yardım gelmesine de imkân yoktu. Napoleon, Çar Aleksandr'a iki defa mektup yazarak, barış teklifinde bulundu ise de, cevap bile alamadı. Moskova'da bulunan fransız ordusunun disiplini bozulmuş, askerler, evleri yağma etmekle, sarhoşluk ve zorbalıkla meşguldüler; ancak hassa alayları eski intizamlarını muhafaza etmişlerdi. Bu durum karşısında ne yapacağını bilmeyen Napoleon, şaşkın bir halde idi. Kutuzov'a "barış,, akdi maksadiyle bir elçi bile gönderdiyse de, rus başkumandanı, "sulh müzakerelerine,, başlamağa salâhiyeti olmadığını bildirmekle iktifa etti.

6/18 ekim günü, bir fransız öncü kıtası, Moskova güneyindeki Tarutin mevkiinde, Ruslar tarafından hırpalandı. Bu çarpışma, Rusların teşebbüsü ele aldıklarını gösteriyordu. Napoleon bu haber üzerine, Moskova'yı terk ile, Vilno'ya çekilmek kararını verdi. Fransızlar 8/20 ekim de eski rus paytahtını boşalttılar; fakat Kaluga yolu Ruslar tarafından tutulmuş olduğundan, tahrip edilen Smolensk yolundan gitmek zorunda kaldılar. Napoleon ordusunun Rusya'dan çekilişi böylelikle başlamış oldu. Rus kuvvetlerinin mevcudu fazla ve yiyecek-içecek stoklan da iyi olmakla beraber, rus generalleri Napoleon'u büyük bir meydan muharebesini kabule zorlayamadılar; Fransızlarla müvazi olarak yürümekle, operativ bir hareket hattını tercih ettiler. Napoleon ordusuna, muntazam rus kıtalarından ziyade, daha Fransızların Moskova'yı işgallerinden önce başlayan "rus çeteci,, leri - "partizan,, larının büyük zararı dokunmakta idi; ekserisi köylülerden veya cephe arkasında kalan asker ve Kazaklardan teşekkül eden bu çeteler, fransız kıtalarının erzak ve yem toplamalarına mani oluyorlardı. Napoleon'u ve ordusunu yakalamak maksadiyle, kuzeyden ve güneyden rus kuvvetleri Berezina nehrine doğru harekete geçtiler. Fakat fransız imparatoru gayet usta bir manevra yaparak Rusları aldattı; ve ordusunun esas kısmını Berezina'nın batı tarafından geçirebildi. Fakat âni olarak başlayan soğuklar (henüz kasım ayı olmasına rağmen sıfırın altında 25-30 dereceye düşmüştü) fransız kıtaları için asıl felâketin başlamasına sebeb oldu ; aç, giyimsiz bir halde olan fransız askerleri artık muntazam bir ordu olmaktan çıkmışlardı. Soğuktan, kardan hergün binlerce kişi donarak ölmekte, "Büyük Ordu,, süratle erimekte idi. Napoleon, Fransa'da yeni bir ordu toplamak maksadiyle, aralık başında, ordudan ayrıldı ve acele Paris'e döndü. Fransız ordusunun ancak küçük bir kısmı Kaunas'a (Kovno) gelebildi. 1812 haziranında rus hududunu geçen 420 bin kişilik "Büyük Ordu,, dan, yalnız iki bin silâhlı ve 30 bin silâhsız fransız askeri Rusya'dan çıkabildi. Mamafih Rusların kaybı da çok büyüktü; Moskova yanından hareket eden 97 bin rus askerinden Prusya sınırına ancak 27 bin kişi varabilmişti.

Bu suretle Napoleon'un 1812 de Rusya'yı istilâ etmek ve Çar Aleksandr'ı bir barışa zorlamak teşebbüsü tam bir muvaffakiyetsizlikle sona ermiş oldu. Bunun başlıca sebebleri şunlardı: Sefere geç başlanması, Smolensk işgal edildikten sonra sonbaharın gelmesi ve iaşe temininin zorlaşması üzerine ilkbahara kadar bir durak yapılmaması, Rusya'daki iklim şartları, mesafe ve yolların durumu nazarı itibara alınmaması; Napoleon ordusu çekilirken, soğukların vaktinden çok evvel başlaması. Napoleon'un, Rusya'yı istilâsı, Rusların bütün kuvvetlerini, maddî ve manevî kaynaklarını toplamalarına ve harbin bir "vatan harbi,, mahiyeti almasına sebeb oldu; rus ahalisinin vatanseverlik hislerini kamçılayarak, bütün rus halkının yabancı müstevlilere karşı ayaklanması, halk heyecanını büsbütün arttırdı. Napoleon'a karşı hiçbir meydan muharebesi kazanamadıkları halde, Ruslar, Rusya'nın tabiî ve coğrafî şartlarından faydalanarak, nihaî zaferi elde etmiş ve Rusya'yı düşman istilâsından kurtarmış oldular. 1812 de Napoleon'un Rusya'yı boşaltmağa mecbur kalması ve rus seferi neticesinde Napoleon ordusunun tamamiyle erimesiyle, Rusya'nın durumu birdenbire değişti; o zamana kadar hemen hemen bütün Avrupa'yı hâkimiyeti altında tutan fransız imparatoruna karşı galebe çalmış bir devlet sıfatiyle dünyanın en ehemmiyetli ve kuvvetli bir devleti derecesine çıkmış oldu. Çar Aleksandr'ın bu durumdan faydalanmağa çalışacağı muhakkaktı.



Avrupa'nın-«kurtarılması» İçin  savaşlar  -(1813-1814)   


Rus orduları  başkumandanı Kutuzov, Çar Aleksandr'a   Vilno'dan   gönderdiği    bir   mektupta "Fransızların  rus topraklarından çıkarılmalarıyle harbin sona  ermesi  lâzım  geldiğini,, bildirmişti. Fakat I. Aleksandr bu fikirde  değildi.  O,  Napoleon'un  Rusya'da  yenilgisinden  faydalanarak, fıransız imparatorunun son kuvvetleri imha edilinceye kadar harbin devam ettirilmesini arzu ediyordu; rus Çar'ı, Napoleon'un ezilmesinden faydalanarak, bütün Lehistan'ı Rusya'ya katmak, Balkanları ve Güney Kafkasları işgal ederek, Rusya'ya Avrupa'da hâkim bir durum sağlamak plânını kurmuştu. Fakat Çar, bu niyetlerini açıkça söylemiyor, maksadını "Avrupa milletlerini Napoleon zulmünden kurtarmak,, maskesiyle örtüyordu. Aleksandr'ın emriyle rus kuvvetleri 1/13 ocak 1813 tarihinde Prusya'ya girdiler. Almanya'nın her tarafında başgösteren "millî hareket,, Fransızlara karşı silahlı ayaklanma, Rusların işini kolaylaştırdı. Prusya kralının kıtaları da Ruslarla birleştiler. Birleşmiş orduların başkumandanlığına Kutuzov getirildiyse de, 1813 nisanında ölmesi yüzünden, bu defa rus generali Witgenstein başkumandan nasbedildi. Rus askerleri, bu suretle Batı Avrupa'da Fransızlara karşı savaşa başlamış oldular.

Mamafih harp birdenbire bitmedi; Napoleon sür'atle hareket ederek, Rusları, Prusyalıları, Saksonya'da ve Silezya'da olmak üzere iki defa yendi; Ruslar, Vistül nehrine kadar çekilmek zorunda kaldılar. Ancak, Avusturya'nın Napoleon'a karşı savaşa başlaması Rusları tam bir yenilgiden kurtardı. Avusturya'nın harbe katılması üzerinedir ki müttefikler, Napoleon'a karşı üstün bir duruma geldiler; müttefikler 1.000.000, Napoleon ise ancak 550.000 kişiyle, Leipzig yanında karşılaştılar. 16-18 ekim (1813) tarihinde yapılan ve "Kavimler Meydan Savaşı,, adiyle tanınan bu büyük meydan muharebesinde Napoleon yenildi ve Ren nehri istikametinde çekildi. Müttefikler, Fransızları takip ederek, 1814 yılı ocağında Fransa sınırını geçtiler. Fransa'da Napoleon'a karşı yer yer ayaklanmalar oldu; fransız nazırlarından Talieyrand müttefiklerle anlaşarak, Fransa'da Bourbon'lar sülâlesinin canlandırılması üzerinde mutabık kaldı, ve fransız kralcılarının davetiyle müttefik kuvvetleri Paris üzerine yürüdüler. Rus Çar'ı I. Aleksandr, müttefik ordunun başında, 31 mart 1814 tarihinde merasimle Paris'e girdi. Fransız Senato'sunun kararıyle tahtından indirilen Napoleon ise Elbe adasına sürgüne gönderildi. Napoleon'a karşı savaş bu suretle bitmiş oldu. Bu savaşta, rus kuvvetleri ekseriyetle ikinci ve hatta üçüncü rolü oynadıkları halde, Çar Aleksandr'ın bizzat orduda bulunması, Aleksandr'ın "Avrupa'nın kurtarıcısı,, rolünü oynamasına imkân verdi.


Kongre ve Varşova Dukalığının Rusya'ya ilhakı (1814 - 1815)   


Napoleon harblerinden sonra, müttefikler Avrupa'ya  yeniden  bir  düzen  vermek  maksadıyle, 1814  eylülünde  Viyana'da  toplandılar; ayrı komisyonlar halinde  çalışan ve  Osmanlı imparatorluğu  murahhaslarından başka bütün devletlerin  iştirak ettikleri  bu  toplantılara  "Viyana  Kongresi,, adı  verilmektedir. Kongrenin çalışmalarına 1815 te devam ettirildi.  Daha toplantıların başında  Rusya  ile  müttefikler  arasında  büyük  anlaşmazlıklar   olduğu   görüldü.  Çar  Aleksandr,  Lehistan'ın tamamiyle  Rusya'ya  bırakılmasını  talep etti.  Avusturya,  İngiltere  ve  Fransa  buna  karşı  geldiler; Prusya   da   buna   muvafakat   etmedi.  Rusya  ile   Prusya arasındaki  ihtilâf,  iki  devlet   arasında   bir  harb  çıkmak tehlikesini  bile  gösterdi.  Tam  bu  sırada  Napoleon'un  Elbe adasından  Fransa'ya  geldiği  haberi  alındı.  Bunun  üzerine müttefikler, aralarındaki anlaşmazlığı bir tarafa  bırakarak, Napoleon'a karşı  savaşa  giriştiler.  Waterloo meydan muharebesinden sonra  Napoleon'un  Sent  Helene  adasına  nefyedilmesini müteakip, Viyana  Kongresi çalışmalarına yeniden  devam etti ve  Avrupa  haritasını  yeni  baştan  tanzim  etti. Rusya  Lehistan'ın büyük bir kısmını, Varşova'yı aldı ve "Lehistan Krallığı,,, Çar  Aleksandr  "Leh  kralı,,  olmak  üzere,  Rusya'ya  katıldı; Pozen (Poznan') çevresi, Prusya'ya; Galiçya, Avusturya'ya verildi ; Krakovya şehri ise, "serbest şehir,, olarak tesbit edildi. Bu sınırlar (Krakovya birkaç yıl sonra Avusturya'ya katılmak suretiyle) 1914 e, yani Birinci Dünya savaşına kadar devam etmiştir. Rusya, bu suretle, Avrupa'daki ihtilâf ve savaşlardan faydalanarak, Lehista'nın en büyük kısmını  kendine ilhak  etmiş oldu. Avrupa  Devletlerinin  elinde  büyük  kuvvetler  bulunması  ve enerjik davranmalar karşısında Ruslar umumi arzuya boyun eğmek mecburiyetinde kalmışlardı.


Mukaddes İttifak (1815)    


Çar  Aleksandr,  1815 te  Paris'te iken,  Avusturya imparatoru  ve Prusya kralının "Kardeş Hıristiyan İttifakı Uzlaşması,, adiyle, üç hükümdar arasında bir uzlaşma akdi teklifinde bulundu.  Aleksandr'ın bu teklifi üzerine "Mukaddes İttifak,, adiyle bilinen ve Viyana Kongresinden sonra, uzun zaman Avrupa politikasında mühim rol oynayan bir ittifak akdedildi. Bu ittifak metnine imzalarını koyan üç hükümdar (Rusya, Avusturya, Prusya) "Mukaddes İncilin emirlerine göre,, hareket etmeyi prensip olarak aldıklarını bildiriyorlar; her memlekette meşru sülâle azalarının hâkimiyetlerini muhafaza yolunda birbirlerine yardımı taahhüt ediyorlar, her nevi ihtilâl hareketlerini bastırmak üzere birbirlerine askerî kuvvet göndermek suretiyle işbirliği yapmayı kabul ediyorlardı. I. Aleksandr, " Mukaddes İttifak „ vasıtasiyle, yalnız Avusturya'da ve Prusya'da değil, hatta bütün Avrupa'da uzun bir zaman için rus hâkimiyetini sağlamak plânını kurmuştu. " Mukaddes ittifak „ a, Avrupa'nın bütün devletleri, hatta İsviçre Cumhuriyeti bile, katıldılar; Rusya, Avusturya, İngiltere ve Prusya, bu "ittifak,, vasıtasiyle Fransa'yı daimî bir kontrol altında bulundurmakta idiler. Bu ittifaka giren devlet murahhaslarının 1818 — 1822 yıllarında dört kongresi yapıldı ve Avrupanın muhtelif yerlerinde başgösteren ihtilâlci ve "millî,, hareketlerin önü alındı. "Mukaddes İttifak „ ın önderliği, Çar Aleksandr'dan, Avusturya başvekili Metternich'e geçince rus Çar'ı ittifak'ın ruhuna karşı hareket etmeğe başladı ve, gayrı resmî olarak, Osmanlı padişahına karşı isyan eden Yunanlılara yardım etti. Ancak Avusturya ve İngiltere'nin resmen müdahaleleri, Rusların Yunanlılara yardımlarını durdurmalarını mucip oldu. Aleksandr, Avusturya ve İngiltere'nin Balkanlarda nüfuz kazanmalarını önlemek için, 1825 te Türkiye'ye karşı bir sefer açmayı kararlaştırmıştı; Çar'ın aynı senede ölümü, bu seferin gerçekleşmesine mani oldu.



I. Aleksandr zamanında reaksiyon rejimi I. Aleksandr'ın mistisizme kapılması  


Napoleon'a karşı yapılan savaşlar ve Rusyanın muzaffer bir devlet olarak Avrupa'da en yüksek bir mevkie çıkması neticesi olarak Çar I. Aleksandr'ın  görüşlerinde  büyük  değişiklikler hasıl oldu. Kendisinin bir görüşten öbürüne nasıl kolaylıkla atladığını, tahta geçtiği zaman, hatta devrin en ileri giden liberal fikirleri benimsediğini görmüştük. Fakat rus Çar'ının bu telâkkileri samimî değildi; o, karakteri itibariyle "sahtekârdı„ ve ancak geçici bir zaman için bazı parlak fikirleri benimser gibi görünür, yanındakileri aldatır, sonra büsbütün başka görüşlerin peşine takılırdı. Speranski vasıtasiyle Rusya'da "en ileri bir devlet rejimi,, kurmak isteyişinin de samimî olmadığını görmüştük. Aynı veçhile, 1815 ten sonra "Lehistan Krallığı,, Rusya'ya ilhak edilince, Çar Aleksandr'ın bir müddet Lehistan'da çok ileri giden hürriyet esaslarına dayanan "Meşrutî bir Krallık,, rejimi kurmak arzusu da, ancak bir gösterişten ibaret kaldı. Çar verdiği sözün hiçbirini tutmadı ve Lehistan'da tam bir şiddet rejimi kurmağa çalıştı. Aleksandr, 1812 yılı savaşları sırasında kendini tamamiyle dinî mistisizme kaptırmış bulunuyordu. Hele Almanya'da bulunduğu zaman, çok egzantrik bir bayan olan Barones Von Krüdener'ın tesiriyle Aleksandr büsbütün mistisizme saplandı. Çar, kendinin "Napoleon'u imha etmek ve Avrupa milletlerini Napoleon zulmünden kurtarmak,, için Tanrı tarafından seçilmiş "bir kimse olduğuna kanaat getirmişti. Birtakım din adamları, mürailer ve kendisi gibi mistisizme kapılmış görünen kimselerle temas, Aleksandr üzerinde derin tesir yapmakta ve Çarın mutaassıb bir " sofu „ olmasına hizmet etmekte idi. Aleksandr günün büyük bir kısmını ibadet, mistisizm üzerinde konuşmalarla geçiriyordu; devlet işleri ile ilgisi azalmıştı. Dinî telâkkilerin tesiriyle, Çar, tam bir müstebit rejim taraftarı olmuş, her nevi ileri görüşlerin, hürriyet fikirlerinin amansız bir düşmanı kesilmişti. Rus arhimandriti Fotius gibi cahil ve mutaassıb bir papas ve Arakçeyev gibi çok kaba ve cahil bir general, en yakın müşavirleri ve itimat edilen adamları sıfatiyle, Aleksandr'ın yaşayış ve idare tarzında en mühim rol oynamağa başlamışlardı.


Arakçeyev idare sistemi   


Aleksandr'ın  hâkimiyetinin  son  yıllarında Arakçeyev, devlet idaresinde hudutsuz bir salâhiyet sahibi oldu. Gayet kaba, cahil ve aynı zamanda fevkalâde zalim tabiatlı bir kimse  olan  bu  general, Çarlığa "sadakati,, ve doğruluğu ile Aleksandr'ın itimadını kazanmıştı. Aleksandr, devlet idaresinin her hususunda onunla, ve onun arzusuna göre hareket etmekte idi. Arakçeyev hakkında yapılan bütün şikâyetler, Çar tarafından nazarı itibara alınmamakta idi. Bu general ise Rusya'yı bir "kışla,, zannediyor ve rus ahalisini de "asker,, telâkki ediyordu. Tatbik etmek istediği idare sistemi de bir "kışla,, rejimi idi. Rus ahalisini küçük yaşta "askerliğe,, alıştırmak maksadiyle, Arakçeyev, "asker! köyler,, kurdu ve buralarda yerleştirilen köylüleri, tam bir askerî disipline tâbi tutmak sistemini tatbik etti; köylüler muayyen saatlerde ekin ekecekler, muayyen saatlerde askerlik talimi göreceklerdi. Arakçeyev'in bu teşebbüsü devlete çok pahalıya mal oldu; fakat bundan bir netice çıkmadı: askerî köylerdeki köylüler, ne iyi çiftçi, ne de iyi asker oluyorlardı. Bu sistemin Rusya için hiçbir fayda sağlamadığı anlaşılmasına rağmen, Arakçeyev'in inadı ile, sistem devam ettirildi; ve ancak I. Aleksandr'dan sonra kaldırıldı.



Rus münevver tabakalarında fikir hareketleri ve «gizli  cemiyetler»     


    

 Rus askerlerinin  1813-1815  yıllarında   Batı  Avrupa  seferlerine  iştirakleri, rus  zabitlerinden büyük bir  kısmının  görüş telâkkilerinde ehemmiyetli  değişiklikler  hasıl  olmasına  yol açtı    Ruslardan  birçoğu,   Rusya'daki  hayat şartlarının, devlet teşkilâtı ve sosyal müesseselerinin Avrupa'dakilerine nisbetle çok geride olduğunu görmek imkânını  buldular; hele rus Çarlık rejiminin istibdadı, rus ahalisinin  çoğunluğunu teşkil eden köylülerin bir  nevi  "kölelik,,  olan  "toprak serfliği,, nde kalmaları, aydın rus zabitleri ve ediblerin  hoşuna gitmemeğe başladı. XVIII. yüzyıl hürriyet fikirleri altında meydana gelen Avrupa sosyal müsseseleri,  hele  alman  milliyetçiliği  ve  alman  idealist  felsefe  görüşleri,  açık  fikirli  Ruslar tarafından da  benimsenmeğe  başlanmıştı.   Çar  Aleksandr'ın gittikçe şiddetlenen istibdat rejimi, bir irtica eseri  olan  "mistisizm,,!,  general Arakçeyev'in  "kışla  rejimi,,  karşısında yeni fikirleri benimseyenler açıkça hareket edecek durumda değillerdi; bundan ötürü "gizli cemiyetler,, kurulmağa ve ileri görüşleri benimseyenleri bir araya toplayan bazı hareketler yapılmağa başlandı. Rus zabitleri ve münevverlerinin Batı Avrupa ile yakından temasları neticesinde iki cereyan hasıl olmuştu. Biri felsefî, diğeri siyasî olan bu cereyanların her ikisi de rus cemiyeti üzerinde müessir olmağa başladı. Felsefî cereyan taraftarları, o sıralarda moda olan alman felsefe mekteplerinin tesiri altında bulunuyor, bu felsefî görüşleri Rusya'da da yayarak rus tarihini ona göre izah etmek ve rus hayatını bu prensipler üzerinde kurmayı tavsiye ediyorlardı.

Daha mühim olan siyasî cereyana gelince, bu hareketin mensupları: Avrupa'da gördükleri devlet sistemi ve sosyal müesseselerinin Rusya'ya tatbikini tasarlıyorlardı. Rus kıtaları Batı Avrupa seferinden dönünce, birçok zabit, alaylarda kendi cemiyetlerini kurmuşlar ve Avrupa'da iken edindikleri görüşlerini tatbik için hazırlık yapmaya başlamışlardı. Bu cemiyetlerin ekserisi, o sıralarda Rusya'da çok yayılmış olan " farmason loncalarını,, andırıyordu. Fakat nihaî gayeleri "farmason,, lardan büsbütün başka idi. Bu gibi cemiyetlerden en mühimi, 1816 da kurulan "Kurtuluş Birliği,, adını taşıyanı oldu. Bu cemiyetin azaları, yalnız kendilerinin "şahsî tekemmül,, kaideleriyle iktifa etmeyecekler, Rusya'da bir "meşrutî,, sistem kurulmasına da çalışacaklardı. İki yıl sonra, "Kurtuluş Birliği,, nin azaları, Almanya'da Napoleon zamanında Fransızlara karşı mücadele için kurulan "Tugendbund„u taklid ederek, gizli bir cemiyet kurdular. "Refah Birliği,, adını taşıyan bu cemiyet az sonra iki şubeye bölündü : "Kuzey,, ve "Güney,, şubeleri. Bu gizli cemiyetler artık tamamiyle ihtilâlci mahiyetle olup, Rusya'daki Çarlık rejimini, zor kullanarak devirmeyi amaç biliyorlardı. "Kuzey Birliği,, nin başında, zabitlerden Muravyev Apostol kardeşler ve şair Rıleyev bulunuyorlardı; merkezi Petersburg'da idi. "Güney Birliği„nin başında da, Albay Pestel vardı; bu şubenin faaliyet sahası, Kiyef ve Podolya vilâyetlerinde bulunan "ikinci rus ordusu,, idi. Bu gizli cemiyetler azalarının çoğu zabitlerdi, fakat sivillerden de azalar vardı; her iki "birlik,, birbirleriyle muhaberede bulunuyor ve faaliyetleri, gayeleri hakkında birbirlerini haberdar ediyorlardı.

Mevcut rejim devrildikten sonra, Rusya'da kurulacak rejim hakkında, "Birlik,, azaları arasında görüş ayrılıkları vardı: Bazıları "Meşrutî bir Monarşi,, kurmayı, bazıları ise federasyon esaslarına dayanan bir "Cumhuriyet,, tesisini tasarlıyorlardı. "Güney Birliği,, nin başı olan Albay Pestel tarafından kaleme alınan ve "Rus kanunu,, (Russkaya Pravda) adını taşıyan broşür Rusya'da kurulması düşünülen "Cumhuriyet,, hakkında en enteresan bir taslak mahiyetindedir. "Birlikler„in faaliyeti çok gizli tutulmakla beraber, az sonra bunların mevcudiyetinden, plânlarından hükümet haberdar edildi. Aleksandr'a bu hususta rapor sunuldu ise de, bunlara ehemmiyet vermedi ve vaktiyle kendisinin de kapılmış olduğu "hayalperest gençliğin hülyaları,, telâkki etti. Gizli hareketin faaliyeti artması ve aralarından birinin bütün sırları ele vermesi üzerine, general Arakçeyev bu "Birlik„ler hakkında, faaliyetlerinin amaçları, cemiyete girenlerin adları hakkında mufassal rapor hazırladı ve bu sırada Taganrog'da hastalanan I. Aleksandr'a gönderdi. Bu rapor yerine ulaşmadan, I. Aleksandr öldü. Raporun incelenmesi ve gereken tedbirlerin alınması işiyle I. Aleksandr'in halefi Çar I. Nikola (Nikolay) meşgul oldu.



I. Aleksandr'ın  ölümü   (1 aralık 1825


I. Aleksandr 1825 başında vereme tutulan karısı Yelizaveta  Alekseyevna'yı tedavi  ettirmek, hem de Türkiye'ye karşı başlanması düşünülen  sefer  hazırlıklarına  yakın   bulunmak maksadiyle, Azak  denizi sahilindeki Taganrog şehrine gitmişti,

Karısının hastalığı iyileşmediği gibi, bir de Çar kendisi de Kırım'a yaptığı seyahati esnasında dizanteriye tutuldu. Hasta olarak Taganrog'a döndükten sonra, Aleksandr, 19 kasım (1 aralık) 1825 tarihinde öldü. Çar I. Aleksandr'ın hayatının ikinci devrinde "mistisizme,, kapılışı ve bunun icabı olarak hayattan "bıkkınlığı,,, dinî telâkkiler zahitlik düsturlerine göre yaşayış tarzını ayarlamak isteyişinin icabı olarak, I. Aleksandr'ın Taganrog gibi Petersburg'tan uzak bir yerde ölmesi, kendisinin hakikatte ölmediği, başka bir isim alarak (zahit Dem'yan Kuzmiç) Rusya'da dolaşmakta olduğu şayiasına sebeb oldu. I. Aleksandr, hiçbir meydan muharebesi kazanmadığı, gerek askerlik ve gerek devlet idaresinde herhangi bir yararlık göstermediği halde, "Vatan savaşı,, zamanında Rusya'nın başında bulunmasından ötürü, büyük bir şöhret kazanmıştı. Bundan dolayı kendisine rus tarihinde "Takdis edilmiş Aleksandr,, adı verilmektedir.



I. Aleksandr'ın iki kız çocuğu vardı; fakat her ikisi de küçükken öldüklerinden, 1797 yılında imparator Pavel tarafından çıkarılan veraset kanunu gereğince tahta, I. Aleksandr'ın büyük kardeşi Konstantin'in geçmesi icabediyordu. Halbuki Konstantin daha 1819 da taht üzerindeki hakkından vazgeçmiş ve bu cihet I. Aleksandr tarafından tasdik edilmiş ve tahta, Pavel'in üçüncü oğlu Nikola'nın geçmesi lâzım gelmişti. Aleksandr, tarafından tanzim edilen, Konstantin'in tahttan vazgeçtiği ve Nikola Pavloviç'in tahta geçmesi gerektiği hakkındaki resmî ilân (manifesto), bilinmeyen sebeplerle, açıklanmamış, mühürlü bir zarf içinde saklanmıştı. Aleksandr'ın, Taganrog'da öldüğü haberi gelince Petersburg'taki devlet erkânı, Konstantin'in imparator olacağına hükmetmiş, ve paytahtaki kıtalar ona biat ettirilmeğe başlanmıştı; Petersburg'da bulunan büyük knez (grandük) Nikola Pavloviç, ister istemez, kendisi de Konstantin'e biat etmişti. Konstantin Pavloviç ise, Lehistan'ın umumî valisi sıfatiyle o sıralarda Varşova'da bulunuyordu; tahttan vazgeçmiş olduğundan o, Varşova'daki rus kıtalarını Nikola Pavloviç adına biat ettirdi. Bu suretle Rusya'da birden iki "lmparator„a biat ettirilmişti; bunun üzerine Petersburg'daki Nikola Pavloviç ile Varşova'daki Konstantin Pavloviç arasında muhabere başladı. I. Aleksandr'ın "manifesto„su açılması, Konstantin'in kat'î olarak tahttan vazgeçtiğini bildirmesi üzerine, nihayet Nikola, tahta çıktığını bir "manifesto,, (ferman) ile resmen ilân ederek, 14/26 aralık 1825 tarihinde hâkimiyeti ele aldı. 




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

5 Mart 2025 Çarşamba

Amerika Söylenceleri - Surinam-Brezilya

 


Paraparava ve Varaku: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Bu bereket söylencesi, Surinam ve Brezilya'nın tropikal yağmur ormanlarında yaşayan Trio kızılderililerine aittir. O bölgede yaşayan pek çok diğer kabile gibi büyük, yarı yerleşik köylerde sazdan evlerde yaşarlar. Esas olarak avcı-toplayıcıdırlar. Evcil hayvanları yoktur, bu nedenle de yünü bilmezler. Ancak ilkel dokuma tezgâhlarında ağaç kabuklarından kumaş dokurlar. Sepet örerler ve kilden çömlek yaparlar. Metal ya da taş kullanmayı da bilmediklerinden, bütün aletleri bitkilerin çeşitli kısımlarından yapılmıştır.

Bu orman kabilelerinin pek azının koruyucu bir tanrısı ya da ona tapmak için bir binaları vardır. Güneş, ay, yıldızlar, gök gürültüsü ve yağmur gibi doğanın çeşitli öğelerini kişileştiren doğa ruhlarına inanırlar. Bu doğa ruhları ve hayvanlar, sanki her ruhun çift kişiliği varmışçasına sık sık birbirine karışır. Bu kabilelerin söylenceleri evrende bulunan şeyleri ve bunların, örneğin çiftçilik gibi nasıl ortaya çıktığını açıklamaya yöneliktir.


Paraparava ve Varaku


Paraparava, nehrin kıyısında balık tutarken, elleriyle Varaku adı verilen küçük bir balık yakaladı. Balık elinden kurtuldu, yere zıpladı ve kayboldu. Paraparava ne kadar aradıysa da bulamadı. Bulamayacağını kabullenip omuzlarını silkti ve yeni bir balık yakalamak için hazırlanmaya başladı.

Ansızın, arkasından bir kadın sesinin "İşte buradayım" dediğini duydu.

Paraparava arkasına döndü ve garip bir kadının kendisiyle konuştuğunu gördü. "Sen de kimsin?" diye sordu.

"Ben Varaku'yum. Yakaladığın balığın ruhuyum" diye yanıtladı kadın. "Lütfen beni köyüne götür. Nerede yaşadığını görmek istiyorum."

"Orası sazlıkların derinliklerinde basit bir köy" dedi Paraparava. "Hiçbir özelliği yoktur."

"Sen beni götür yine de" dedi Varaku.

Paraparava'nın köyüne vardıklarında Varaku, "Bana şimdi evini göster. Bana ne yiyip ne içtiğini göster. Senin tam olarak nasıl yaşadığını görmek istiyorum" dedi.

"Benim yaşamım çok basittir" diye yanıtladı Paraparava. "Sana burasının hiçbir özelliği olmadığını söylemiştim. Benim bir evim yok. Dışarıda sazların arasında uyuyorum. Yiyecek olarak çevrende gördüğün sazların yumuşak kısımlarını yiyorum. Etli kısımları sulu olur. Benim basit gereksinimlerim için bunlar yeterli."

"Peki o zaman. Merakımı giderdin" dedi Varaku.

Nehre döndüklerinde, "Beni hemen bırakma" dedi Varaku. "Babam yiyeceklerle gelecek. Yerelması, tatlı patates, yuca ve muz getirecek. Getirdiklerini görmeni istiyorum."

Paraparava nehrin kıyısında dururken, birden dev bir timsahın bir ağız dolusu bitkiyle kafasını suyun üstüne çıkardığını gördü. Yaratık onlara doğru süzülürken ateş kırmızısı gözleri Paraparava'nın yüreğini korkuyla doldurdu ve oradan kaçtı.



Çekiciliği ve Değeri


"Paraparava ve Varaku", Orta ve Güney Amerika söylenceleri arasında yaygın olan bir örüntüyü izler. Balıkçı Paraparava, yediği yiyecekleri toplayarak yaşar. Yedikleri genelde otlar, yabani yemişler, yabani meyveler ve kökleri içerir. Ayrıca balık yakalarlar ve küçük hayvanlar avlarlar. Çevrede bu basit yiyeceklerden, oldukça küçük olan topluluğunun gereksinimini karşılayacak oranda bulunduğu sürece çok seyrek yer değiştirir. Ancak yaşamını sürdürebilmesi, hava koşullarındaki değişiklikler ve diğer kabilelerin onun avlanma ve yiyecek toplama alanlarını ele geçirmesi sonucu kolaylıkla tehlikeye düşer.

Doğaüstü bir varlık, Paraparava'ya yaşamının niteliğini nasıl iyileştireceğini öğretmek için gelir. Yiyecek toplamadan yiyecek yetiştirmeye geçiş, uygarlaşma sürecinde önemli bir adımdır ve kabile yaşantısına çok önemli değişiklikler getirir. Ekin eken kabile, ektiğini yetiştirmek ve hasat etmek için o yerde kalacağını bilir. Bunun sonucunda insanlar daha rahat, kalıcı evler kurabilirler. Ekinin verimi bilindiğinde, topluluk gereksiniminden fazlasını oluşturacak kadar yiyecek yetiştirebilir. Tüm kabilenin zamanını yiyecek toplamaya ayırmasına gerek kalmayınca bazıları yeni binalar yapmak ya da onarmak, kumaş dokumak, silah, araç gereç ve çömlek yapmak ve sanat yeteneklerini geliştirmek gibi başka işlerde uzmanlaşma olanağını bulurlar.

Trio benzeri kültürlerin söylencelerinde bir ortak nokta da, kadının, orijinal olarak bir balık biçiminde sudan çıkan farklı bir yaratık türü olarak düşünülmesidir. Erkek balıkçı, kadını bazı söylencelerde derin bir kuyudan veya havuzdan, bazı söylencelerde de nehirden yakalayıp çıkarır. Bu tür söylencelerde kadınlar erkeklerden daha bilgilidirler. Bir tarım toplumu haline gelerek yaşamın nasıl daha iyileştirileceğini erkeklere öğreten onlardır.

Aşağıdaki söylence, Peter Riviere tarafından, Marriage Among the Trio: A Principle of Social Organization (Trio'da Evlilik: Toplumsal Örgütlenmenin Temeli) adıyla kayda geçirilmiş ve eser 1969'da yayımlanmıştır.

Güvenli bir uzaklıkta, Paraparava tekrar nehre doğru döndü. Timsahın sürünerek kıyıya çıkıp Varaku'nun ayakları dibine bir yığın bitki bıraktıktan sonra nehrin derinliklerine dönüşünü izledi.

"Bu dev canavar Varaku'nun babası olmalı!" diye kendi kendine heyecanla söylendi Paraparava. "İyi ki balık tutarken onu yakalamamışım!"

"Artık geri gel!'' diye seslendi Varaku, bir yandan kollarıyla işaret ederek. "Babam sözünü ettiğim yiyecekleri getirdi."

Paraparava nehrin kıyısına döndüğünde, Varaku, "Bu bitkiler senin için. Bundan sonra senin yiyeceğin bunlar olacak. Onların sazların içinden daha tatlı olduğunu göreceksin. İşte yerelmaları ve tatlı patatesler. Bunlar muzlar ve bu tatlı, yenilebilir kök de yuca. Sana hem yiyecek hem de içecek sağlayacak."

"Teşekkür ederim" diye karşılık verdi Paraparava. "Fakat ben bu bitkileri nasıl yiyeceğim ve hepsini yedikten sonra ne yapacağım?"

"Yo, bunlar senin yemen için değil!" diye heyecanla bağırdı Varaku. "En azından hemen şimdi değil. Onları toprağa ekmelisin ki, büyüsünler ve kendileri gibi bitkiler üretsinler. O zaman onları yiyebilirsin ve yine de yemen için aynı bitkilerden daha bulunur. Unutma, asla elindeki yiyeceğin tümünü yeme. Daima her bitkiden biraz sakla ki toprağa ekip yeni bitkiler yetiştirebilesin. Şimdi sana bir tarlayı nasıl hazırlayacağını ve nasıl ekin ekeceğini göstereyim."

Paraparava, Varaku'yu sazların arasında izledi ve bir tarlayı nasıl açacağını ve verdiği bitkilerin her birini nasıl ekeceğini öğrendi. Bir sıraya yerelmalarını, ikinci sıraya tatlı patatesleri ekti. Yucaları üçüncü sıraya ve muzları dördüncüye ekti.

İşi bitirdiklerinde Varaku, Paraparava'ya, "Bütün yapman gereken, sazların bu tarlada büyümelerini önlemek. Bu yeni bitkiler hızla büyümelerine yetecek gün ışığı ve yağmur alacaklar. Olgunlaştıklarında, yine gelip sana nasıl yiyeceğini göstereceğim. Bu arada her sabah bu tarlada çalış; bir gün seni burada bulacağım" dedi.

Paraparava, Varaku'ya nehre kadar eşlik etti. Suya dalıp yine küçük bir balığa dönüşmesini izledi. Onu artık suda göremeyinceye kadar bekleyip tarlasına döndü; yere oturup başına gelenleri düşündü.

Paraparava'nın bitkileri hızla büyüdü. Her sabah tarlasına bakmaya geldiğinde biraz daha büyüdüklerini görüyordu. Yüreğinde bir gülümsemeyle diğer tüm bitkileri tarlasından koparıp attı. Tam Varaku'nun dediği gibi yapmak için dikkatle çalışıyordu.

Haftalar geçti. Paraparava'nın bitkilerinin artık büyük yaprakları vardı. "Muz ağaçlarında büyüyen yeşil muzlar görüyorum" dedi kendi kendine, "fakat yerelmaları ve tatlı patatesler nerede? Varaku acaba yaprakları mı yememi bekliyor? Onu bekleyip görmem gerekecek."

Her sabah tarlasına geldiğinde Varaku'yu orada görmeyi umuyordu. Her sabah hayal kırıklığına uğruyordu. Fakat sonunda Varaku'yu orada bulacağı gün geldi.

Varaku şimdi de Paraparava'ya, yetiştirdiği yiyecekleri hazırlaması ve pişirmesi için gerekli kap kacağı yapmayı öğretti. Sonra yuca bitkisinden ekmek yapmayı gösterdi.

Paraparava bütün yeni yiyecekleri nasıl yiyeceğini ve nasıl tadına varacağını öğrenmeliydi. İlk başta yeni yiyecekler alışkın olduklarından o kadar farklı geliyordu ki yutması çok güç oluyordu. Fakat Varaku, ona zaman içinde yeni yiyecekleri tercih edeceğine inandırdığı için denemeye devam etti. Varaku haklıydı. Yeni tat ve türlere alıştıkça, sazların etli kısmı giderek Paraparava'ya daha az çekici gelmeye başladı. Sonunda Paraparava artık saz yememeye başladı.

İşte halkımız yediğimiz yiyecekleri yemeye böyle başladı. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

4 Mart 2025 Salı

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-30

 Molla Lütfi

(d.? - ö.1495)



15.yüzyılda, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış meşhur matematikçilerdendir. Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmıştır. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik öğrenmiştir. Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Fatih, Molla Lütfi’yi, özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür. Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır.

Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkanına ve bilginlere latife yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Kendisini çekemeyen bazı 


kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturmaya uğradı ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi.

Ölümü üzerine pek çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit sayılmıştı.

Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. 

Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramayınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikayeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küpün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklar. Molla Lütfi Mevzuatü’l Ulüm (Bilimlerin Konuları) adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif etmiştir.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak