Mahallenin ve mahalleli olmanın ne kadar önemli olduğu, mahallesinde cami varken sebepsiz yere Cuma namazını başka camide kılan kişinin, “kıldığı camiin hatibinin yahud devirhanlarının elhamını dinlemek için ise” Ebussuûd Efendi’ye göre günah işlediği fetvasıyla örneklendirilebilir.
Osmanlı hukuk sisteminde mahalle halkı birbirine kefildir; kargaşa dönemlerinde bu kefalet, nezir adı altında, yerleşim yerinde karışıklık çıkaran veya isyan eden olursa, ora halkının belirli cezaları kabul ettiği biçiminde, yöneticilerle o beldenin ileri gelenleri arasında yapılan anlaşma biçimine de sokulmuştur. Osmanlı kanunnameleri, bir cemaat içinde bir adam öldürülürse, suçlunun bulunup yakalanması sorumluluğunu o cemaate yükler ve aksi halde cezalar öngörür. Hırsızlık, soygun olaylarında da köy, mahalle ve cemaat halkı suçluyu teslim etmek zorundadırlar, bulup teslim edemezlerse hapsedilirler ve cezalarına padişah karar verir.
Batı’nın komünlerinden Müslüman dünyanın kadılık sistemine kadar, ortaçağda yerleşim birimlerine tanınan kimliğin hukuki boyutu, bu kimlik içinde örfün yeri ile yönetim, asayiş ve kamusal ihtiyaçlar için örgütlenme biçimleri, toplumsal biçim ve sınıflardan ekonomik ve siyasal sistemler, kültür ve demokrasi tarihinin temeline yerleştirilen tartışmalarda yer almıştır. Türkiye’de belediye örgütlenmesi, Tanzimat dönemi modernistlerinin yaşama geçirmeye çalıştığı bir kurumdur ancak merkezi yönetimin onayını gerektiren seçim sisteminden başlayarak, belediye idaresi hep merkezi idarenin vesayeti altında görülmüş, hatta klasik Osmanlı sistemindeki gibi, iktidarın yerel halktan taleplerinde belediye aracı olarak kullanılmıştır. Tek parti döneminde mülki idarecilere aynı zamanda parti yerel başkanlığı ve belediye başkanlığı görevi de verilerek, belediye sisteminin yerel yönetim işlevi kalmamıştır. 27 Mayıs sürecinde ise siyasal kamplaşmaya yol açtığı ileri sürülerek köy ve mahalle düzeyinde parti örgütlenmesi durdurulmuştur. Büyük şehirlerde bile belediye seçimlerinde siyasallaşma 1970’lerden itibaren başlamışken, 12 Eylül öncesindeki kurtarılmış mahalle olgusu nedeniyle yerel yönetim geleneği ve hukuki yapısı 1980 sonrasında darbe yemiştir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi tartışması tekrar 1990’larda başlamıştır. Ancak yerel yönetimlerin hukuki ve mevcut siyasi-idari örgütlenme biçimi ne olursa olsun, genel olarak siyaset yapma biçiminden aidiyet, kimlik ve davranış kalıplarına kadar yerleşim yerlerinin ürettiği değerlerin ağırlığı, bilimsel incelemelere konu olmamışsa da, her zaman hissedilmiştir. Aile/akrabalıktan sonraki ilk büyük birim de her zaman mahalledir.
Günlük yaşamın akışında komşuluk ve mahalle ilişkileri, mahallenin namusu, çocuğu, kahvesi, esnafı gibi kavramlarda kendisini gösterir. Kadınların kabul günleri, çocukların mahalle maçları ve çeteleri bu yaşamın en örgütlü görüntüleridir. Osmanlı döneminde mahalle yaşamını belirleyen mahalle imamı, muhtarı ve bekçileri gibi kamusal görev ve işlevleri merkezi yönetimce de kabul edilen kişiler veya daha çok İstanbul şehri için bilgi sahibi olduğumuz tulumbacılık, külhanbeyi ve kabadayılık kurumları, mahalle yaşamının tarihi hakkında bize ışık tutmaktadır. Kadı, imam ve mahalle mektebinin mahalli kurumlar halinde olduğu bir yaşantıdan, modern standartlara uygunluk ve ulusal eşitlik tekdüzelik adına merkezi kurumlara geçiş süreci anımsanırsa, bütün iç göçlere, büyüyen şehirlere ve yeni kurulan mahallelere karşın, mahalle yaşamının halen toplumda taşıdığı önem değerlendirilebilir. Öğretmenlerin fazla tayin görmediği, okul ve işyeri sayısının az olduğu yakın yıllara kadar, birlikte büyüyenlerin birlikte değilse de, bir arada yaşam mücadelesi yürüttüğü mahalle, klasik örf ve âdetlere sahip çıkanların cennetidir.
Çağdaş toplumsal ihtiyaçları karşılayacak çağdaş toplumsal örgütlenmelerin gelişmemişliği düşünülürse, klasik toplumsal örgütlenme olarak mahallenin ve toplumsal derneklerin, yani yaş ve cinsiyete göre bölümlenmiş gruplaşmaların işlevini sürdürmesi doğaldır. Yüz yüze insan ilişkilerinin rahatlatıcılığı ile boğuculuğu, demokrasinin cevap vermek zorunda olduğu çoğunluk yönetimi olma ve azınlık haklarını koruma iddiasının ete kemiğe bürünmüş biçimleridir. Hızlı değişim ve nüfus hareketlerine sahne olan Türkiye’de, mahalle yaşamını konu edinen televizyon dizilerinin en beğenilenler arasında yer alması, mahalle yaşantısının idealize edilmesine duyulan ihtiyacın dışavurumu olarak da değerlendirilebilir.
Muhtar
Nüfus ve ikamet ilmühaberi ile bütün bürokratik işlemlerin başında yer alan muhtarlar bugün de Osmanlı yönetim anlayışının devamını temsil eder biçimde halk tarafından seçilip devlet görevlisi olarak çalışıyorlar. Köy muhtarları köyün hükmi şahsiyetinin ve devletin temsilcisi iken, mahalle muhtarları 1980’den sonra nüfus ve adres tespitinin asayiş sorunu olarak önem kazanması dışında, belediye ile kaymakam-valilikler arasında sıkışmışlardır. Halen değişiklikler geçiren 10 Nisan 1944 tarihli kanunla çalışan muhtarlar Nüfus Kanunu’ndan başka Askerlik Kanunu’na göre yoklama memurlarına yardımcı olup, davet pusulalarını ulaştırma görevi yaptıkları gibi, askerlik çağında olup 15 günden fazla bir süreyle şubeleri mevkii dışına çıkanların verdikleri haberi kaydederek şubelerine iletmekle de görevlidirler. Veraset ve İntikal, Kadastro ve Tapu, Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usûlü kanunlarına göre tebligat, ilmühaber vermek ve zabıtaca bina arama ve tespitlerinde hazır bulunmak görevleri yanında, öğrenim yaşına gelmiş çocukların tespiti, muzır hayvanların itlafındaki sorumlulukları ve eski kanunlardan kalan yol vergisi, hayvan satımı ve “tazmin ettirilmesi lazım gelen çalınmış hayvan bedelini mahalle halkına taksim” etmek gibi görevleri de sürmektedir. Muhtarların 1980’lerden beri önem kazanan görevlerinden biri de fakirlik ilmühaberi vermektir. Önemini başına gelenin anlayacağı 23 çeşit belgeleme ve tanıklık hizmetini ve muhtar odasının donanım ve bakımını muhtarlar yaptıkları işlemlerden aldıkları harçlarla karşılarlar. Memurin Muhakemat Kanunu’na tabi olan muhtarlara 1972 yılında Köy Kanunu’na yapılan eklemeyle özel ve cüzi maaş da bağlanmıştır.
Sokak, Meydan
Kavafis, “Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler./ Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın/ aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın/ ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların./ Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın” diyen ünlü şiiri Kent’i 1910’da yazmıştı. Eskiden yalnız memurlar ve memur çocukları için söz konusu olan şehir şehir gezme ve kiracılık yaşamı, şimdi halkın geniş kesimlerini kapsıyor ve nüfus artışıyla birlikte iç göçün yarattığı hareketlilik, toprak rantıyla da birleşince, binalar, sokaklar, mahalleler Türkiye’de insanlardan hızlı değişiyor, biri yıkılıp yerine yenisi kuruluyor. Bu yık yap süreci, toplumsal ilişkiler ve dokuyla birlikte o yerleşim yerinin dokusunu, kimliğini ve tarihini de yok ediyor, insanlar kısa ömür parçalarında mekânlardan da oluyorlar.
Kamusal mekânların çeşit ve adet olarak az olduğu klasik mahallede ortak alanı sokak oluşturur. Mahalleli ile yabancının ayırt edildiği, belirli işyerlerinin ve bekarların sokulmak istenmediği bu mahalle yaşamında sokak çocuk ve gençler için oyun alanı, toplanma yeridir. Ev kadınları ev eşiklerinde, erkekler kahvede görünürken bile sokakta oturarak toplumsal yaşama katılırlar. Bu klasik biçimin değiştiği şehirlerde bile, mahalle veya şehrin park ve oyun alanları, eğlence ve piyasa yerleri, meydan ve anıtları, anıtlaşmış yapıları, şehirlilik kimliği ve bilinci için önemli öğelerdir.
Şehirlerin modern yapıya kavuşturulması, sokaklarından araba geçebilmesi, kaldırım ve kanalizasyona (sonra su ve elektriğe) kavuşturulması isteği devlet yöneticilerinde Tanzimat’la birlikte başladı. Avrupa’da ticaretin gelişimi ve tekerlekli taşıtların sokaklara girebilmesi ihtiyacıyla geniş sokak ve meydan düzenlemeleri, Fransız Devrimi’yle başlayan devrimler sürecinde hem saldırı ve savunma gereklilikleri açısından askeri bir nitelik kazanmış, hem de yeni merkeziyetçi modern devletin ideolojik ifade biçimine dönüşmüştü. Şehrin merkezinde katedral, meclis binası veya vilayet/belediye konağının mı bulunacağı, devlet törenleri ve resmi geçitlerin nerede yapılabileceği gibi sorunlar, ‘şehircilik’ disiplininin kökenini oluşturur. Tanzimat aydınlarının iktisadi gelişimi teşvik edici bir uygulama olarak da gördükleri yeni sokak ölçülerinin uygulanabilmesi için İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde büyük yangınların çıkması fırsat sayılıyordu. İstanbul’da sokakların genişletilmesi ve çıkmaz sokak yapılmaması ile ilgili layiha 1839’da kabul edildi. Yaya kaldırımı Şehremaneti 1855’de kurulduktan sonra İstanbul ve Galata’da döşenen parke kaldırımlarla başladı, tramvayla birlikte başka semtlere de yayıldı. 1862’de sadrazam Fuad Paşa’nın desteğiyle Şehremini Hüseyin Bey’in zamanında kaldırımlar yaygınlaştı.
Şehir konak ve meydanları da Tanzimat’tan sonra düşünüldü, Cumhuriyet’ten sonra küçük parklar ve Atatürk anıt veya büstleriyle küçük beldelere kadar yaygınlaştırıldı. 10 Nisan 1927’de binalara numara, sokak ve caddelere ad verilmesine ilişkin kanun kabul edildi; 28 Ekim 1927'deki ilk nüfus sayımından üç ay önce bu konuda çalışmalar düzenlenerek hızlandırıldı. Onuncu yılda Onuncu Cumhuriyet Bayramını Kutlama Yüksek Komisyonu yayımladığı bir numaralı tamiminin üçüncü maddesinde, şenliklerin yapılacağı meydanların Cumhuriyet Meydanı adıyla adlandırılmasını istedi. Böylece Anadolu şehir ve kasabaları Cumhuriyet meydan ve caddelerine kavuştu.
Arsa Ofisi, mücavir alan, merkezi veya yerel imar çalışmaları gibi çelişkili karar ve uygulamalarla şehirlerde arsa üretimi spekülasyondan kurtarılmazken, ülkedeki siyasal dönüşümlere göre cadde ve sokaklara siyasal dürtülerle ad verme anlayışı, sokakların inşaat faaliyeti nedeniyle, görüntüsü değişirken, adlarının da değiştirilmesi sonucunu yarattı. Özellikle büyük şehirlerde, ad değişiklikleri, seçimlerden sonra belediye iktidarının el değiştirmesi gibi dönemlere bağlı uygulamaları da aşarak, ideolojik dayatma biçimini aldı. Ankara’da ise cadde ve sokakların eski adlarının kaldırılarak yerlerine yabancı devlet büyüklerinin adlarının verilmesi, uygulamanın çapını iyice genişletmiş durumda.
Meydanları yalnızca kavşak olarak algılayan Ankara Belediyesi için ise şu söylenebilir: Büyük sanayi şehirlerinin ‘yatakhane kent’ denen, on binlerce işçinin barındığı banliyölerinde bile şehir yaşamı, gece uyumaya yarayan konutlardan, gündüz işe ulaşmaya yarayan sokaklardan ibaret görülmez.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder