29 Şubat 2024 Perşembe

İLMİHAL-15 / NAMAZ-10

 


NÂFİLE NAMAZLAR


Nâfile, farz ve vâcip olan ibadet yerine getirildikten sonra, onlar dışında daha fazla sevap elde etme amacıyla yapılan ilâve ibadeti ifade eder. Bunun ötesinde aşağıda görüleceği gibi nâfile kapsamında yer alan sünnet namazları mümkün oldukça kılmak, kılmaya çalışmak, Peygamberimiz'e olan muhabbeti ve bağlılığı pekiştirme bakımından son derece yerinde bir tutum olur.


A) REVÂTİB SÜNNETLER


Bir vakti bulunan nâfile namazlara revâtib sünnetler denir. Bunlar belli bir düzen ve tertip içinde, beş vakit farz namazlarla birlikte kılındığı için bu şekilde adlandırılmıştır. Bunların bazıları müekked, bazıları gayr-i müekked sünnettir. Hanefî literatüründe, sünnet-i müekkede olan nâfile namazlar kısaca "sünnet" diye, gayr-i müekked olanlar ise "müstehap" veya "mendup" diye adlandırılmıştır. Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan teravih namazı da, sünnet-i müekkede türündendir ve ramazan ayına mahsus olmak üzere teravihten sonra düzenli olarak kılındığı için aynı zamanda revâtib kapsamında yer alır.


Vakit Namazlarıyla Birlikte Düzenli Olarak Kılınan Sünnetler(Farzlara Tâbi Olan Nâfile Namazlar)


Farzlara tâbi nâfile namazlar; sabah namazının farzından önce iki; öğle namazının farzından önce dört, farzından sonra iki; ikindi namazının farzından önce dört; akşamın farzından sonra iki; yatsının farzından önce dört, farzdan sonra iki olmak üzere toplam 20 rek`attır. Cuma namazının farzından önce ve sonra kılınan dörder rek`atlık nâfile namazlar da farzlara tâbi nâfile kapsamında yer alır. Bunların bir kısmı müekked, bir kısmı gayr-i müekkeddir.


aa) Müekked Sünnetler


Sabah, öğle, akşam ve cuma namazının sünnetleri ile yatsının son sünneti müekked sünnettir. Hz. Peygamber bunları daima kılmış, ender olarak terketmiştir. Mümkün oldukça bunlara riayet etmelidir.

Şâfiî mezhebine göre müekked sünnetler, sabahın farzından önce iki, öğlenin farzından önce ve sonra ikişer, akşamın farzından sonra iki ve yatsının farzından sonra iki olmak üzere toplam 10 rek`attır. Cuma namazının farzından önce ve sonra kılınan ikişer rek`at sünnet de müekked sünnettir.


bb) Gayr-i Müekked Sünnetler


İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gayr-i müekkeddir. Peygamberimiz bunları bazan kılmış bazan terketmiştir. Bunları da kılmaya çalışmalı, kılmamayı alışkanlık haline getirmemelidir.

Şâfiî mezhebine göre, öğlenin sünnetlerini dörder rek`at kılmak, ikindinin farzından önce dört rek`at, akşamın farzından önce iki rek`at namaz kılmak gayr-i müekked sünnet sayılmıştır. Cuma namazının sünnetlerini dörder rek`at olarak kılmak da böyledir. Hanefîler'den farklı olarak Şâfiîler'de, yatsının farzından önce dört rek`at sünnet yoktur, buna mukabil yine Hanefîler'in tersine olarak akşam namazından önce iki rek`at sünnet vardır.

Nâfile namazların en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. Bu yüzden bütün nâfile namazlar oturarak kılınabildiği halde, sabah namazının sünnetini mazeret olmaksızın oturarak kılmak câiz görülmemiştir. Aynı şekilde, cemaat imamla birlikte namaza başladıktan sonra mescide gelen kişinin nâfile namaz kılması câiz değilken, sabah namazı bundan istisna edilmiştir. Buna göre, sabah namazının farzı kılınırken, imamın selâm vermesinden önce farza yetişebileceğini kestiren kişi önce sabah namazının sünnetini, gerekirse en kısa şekilde kılar, sonra imama uyar. Sabah namazının sünnetinin ilk rek`atında Fâtiha'dan sonra Kâfirûn, ikincisinde İhlâs sûresini okumak sünnettir.

Sabah namazının sünnetinden sonra en kuvvetli sünnet, bazı âlimlere göre akşamın sünnetidir ve bundan sonra öğle namazının ilk sünneti gelir. Kimi âlimler ise sabah namazının sünnetinden sonra en kuvvetli sünnetin öğle namazının ilk sünneti olduğunu, geri kalanların aynı kuvvette bulunduğunu söylemişlerdir.

İlgili olduğu farz namazın vaktinde kılınamayan sünnetler, daha sonra kazâ edilmezler. Fakat sabah namazının kazâya kalması durumunda, henüz başka bir vakit namazının vakti girmediği için, farzıyla birlikte sünneti de kuşluk vaktinde kazâ edilebilir. O gün öğle namazından önce kuşluk vaktinde kılınamamışsa sabah namazının sünneti artık kazâ edilmez.

Başlanmış nâfile namazın tamamlanması gerekir. Başlanmış nâfile namaz herhangi bir nedenle bozulacak olursa kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâcip, Mâlikîler'e göre farzdır. Şâfiîler'e göre ise bozulan nâfile namazın kazâ edilmesi gerekmez.

Mekruh vakitler dışında olmak üzere gece-gündüz istenilen vakitte nâfile namaz kılınabilir. Nâfile namazların evde kılınması daha faziletlidir.

Nâfile namazların bütün rek`atlarında kıraat farzdır. Şâfiîler'e göre nâfile namazlarda iki rek`atta bir selâm vermek sünnet iken, Hanefîler'e göre iki veya dört rek`atta bir selâm verilebilir. Gündüz kılınan nâfilelerde dört, gece kılınan nâfilelerde sekiz rek`attan fazlasını tek selâm ile kılmak mekruhtur.

Diğer dört rek`atlı nâfilelerden farklı olarak ikindinin sünneti ile yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Tahiyyât'tan sonra Salli-Bârik ve ayağa kalkınca namaza yeni başlıyormuş gibi Sübhâneke okunur.

Nâfile namazlarda mutlak niyet yeterlidir. Yani bir belirleme yapmaksızın namaz kılmaya niyet edilebilir. Farz namazlarla kazâ namazlarında ve vâciplerde hangi namazın kılındığının belirlenmesi ve ona niyet edilmesi gerekir.

Nâfile namazlar, farz namazlardan farklı olarak binek üzerinde kılınabileceği gibi binek üzerinde olmaksızın istenirse oturarak da kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamberimiz gece namazını hiçbir zaman oturarak kılmamış, fakat yaşı ilerleyince, nâfile namazlarda kıraati oturarak yapmış, rükûa gitmek istediğinde ayağa kalkarak otuz kırk âyet kadar ayakta okuduktan sonra rükû yapmıştır. Zaten nâfile namazın oturarak kılınabileceği hükmü, kıraatin oldukça uzun tutulma geleneği dikkate alınarak verilmiş bir hükümdür. Yoksa normal şartlarda, Fâtiha'dan sonra Kevser ve İhlâs sûresinin okunacağı iki rek`at nâfile namazın oturarak kılınması tabii ki uygun değildir. Nâfile namazlarda uzun kıraat esprisi, teravih namazında da söz konusudur. Nitekim rivayetlere göre Hz. Peygamber'in sekiz rek`at olarak kıldırdığı teravih namazı, bazan gecenin ilk üçte birlik kısmını, bazan yarısını kaplamış ve bir keresinde bu sekiz rek`atlık namaz sahur vaktine kadar sürmüştür. Bu bakımdan teravih namazında sünnet olan sekiz rek`at kılmaktır derken, bu sekiz rek`atın ne kadar sürdüğünün de dikkate alınması uygun olur.

Hz. Peygamber'in farzların evvelinde ve sonrasında, kaçar rek`at nâfile kıldığı net olarak tesbit edilememiştir. Bununla birlikte bazı farzların öncesinde, bazılarının sonrasında, bazılarının ise hem öncesinde ve hem sonrasında düzenli olarak nâfile kıldığı bilinmektedir. Bu noktayı her zaman göz önünde tutmalı, nâfile namazların rek`at sayısındaki ihtilâfları bir tarafa bırakarak, vaktin müsaadesine göre bu revâtib sünnetleri kılmaya çalışmalıdır. Önemli olan farzlara bağlı nâfile namazlarının kılınması olup rek`at sayıları ikinci planda gelir. Meselâ Peygamberimiz, öğle ve yatsı namazlarının ikişer rek`at olan son sünnetlerini bazan dört, akşam namazının sünnetini de altı rek`at olarak kılmıştır. Bu sebeple Hanefî mezhebine göre, öğle ve yatsının son sünnetlerine iki rek`at daha ilâve edilerek dörder rek`at kılmak ve akşam namazının sünnetini altı rek`at olarak (evvâbîn) kılmak  mendup sayılmıştır.

Nâfile namazların kılınışına ilişkin olarak Peygamberimiz'den nakledilen bilgiler, bu namazlarda uzun sûrelerin okunması, kıyam şartının aranmaması ve binek üzerinde kılınabilmesi gibi noktalarda toplanmaktadır. Bu hükümler toplu olarak değerlendirildiğinde, nâfile namazın anlamı da daha belirgin hale gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, uzun okuma, okuduğu üzerinde düşünme, tefekkür ve tezekkür etme işi özellikle nâfile namazlarda yapılmaktadır. Belki de bu uzun okuma, tezekkür ve tefekkür etme sebebiyle, oturarak kılınabileceği söylenmiştir. Hal böyle olunca nâfile namazlar, yeterli vakti ve imkânı bulunan insanlar için âdeta özel bir ibadet ve münâcât halidir. Bu namazlarda kişinin dilediği dilde dilediği duaları yapabilmesini, okuduğu Kur'an âyetleri üzerinde uzun uzun düşünmesini câiz gören ve tavsiye eden âlimler de bu noktadan hareket etmişlerdir.


b) Teravih Namazı


Teravih, Arapça tervîha kelimesinin çoğulu olup "rahatlatmak, dinlendirmek" gibi anlamlara gelir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rek`atının sonundaki oturuş, tervîha olarak adlandırılmış, sonradan bu kelimenin çoğulu olan terâvih kelimesi ramazan gecelerinde kılınan nâfile namazın adı olmuştur.

Teravih, sünnet-i müekkededir. Kadın ve erkek için orucun değil ramazan ayının sünnetidir. Teheccüt namazı 12 rek`atı geçmediği halde, teravih namazı yirmi rek`attır. Yatsı namazı kılındıktan sonra ve vitirden önce kılınır. Teravihin cemaatle kılınması kifâî sünnettir. Teravih on selâm ile kılınır ve beş tervîha (dinlenme) yapılır. Yani her iki rek`atta bir selâm verilip, her dört rek`atta bir istirahat edilir. Beşinci tervîhadan sonra yine cemaatle vitir namazı kılınır.

Peygamberimiz ramazan gecelerini ihyaya daha fazla önem vermiş olmakla birlikte, rivayetlerden anlaşıldığına göre bu, o gecelerde Peygamberimiz'in daha çok sayıda nâfile namaz kıldığı anlamına değil, gecenin her zamankine göre daha büyük bir bölümünü ibadetle geçirdiği anlamına gelmektedir.

Teravih namazının 20 rek`at olduğu çoğunluk tarafından kabul edilmekle ve müslümanlar arasında yerleşik teamül de bu yönde olmakla birlikte, zaman zaman bunun 20 rek`at kılınmasının sünnete aykırı olduğu, 8 rek`at kılınmasının daha doğru olacağı iddiaları gündeme gelmektedir. Bu sebeple teravihin rek`at sayısını tesbit amacıyla teravih uygulamasının tarihçesine bir göz atmak istiyoruz.

Hz. Peygamber, teravih namazını birkaç gece dışında sürekli olarak tek başına kılmış ve arkadaşlarını "Kim ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır" diyerek bu namaza teşvik etmiştir (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 1; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 174).

Bu husustaki rivayetlerden birisi şöyledir: Hz. Peygamber ramazanda Mescid-i Nebevî'de itikâf için hasırdan bir hücre edinmişti. Ramazanın son on gününde birkaç gece (Âişe'nin rivayetine göre iki veya üç gece) buradan çıkıp cemaatle hem yatsı namazını hem de teravih namazını kılmıştı. İnsanların yoğun ilgisini görünce bir gece yatsı namazını kıldırıp hücresine çekilmiş ve teravihi kıldırmak için çıkmamıştı. İnsanlar Hz. Peygamber'in çıkacağını umdukları için beklemişler, hatta uyuduysa uyansın diye öksürmeye başlamışlardı. Hz. Peygamber (sabah namazı vaktinde) dışarı çıkıp, orada bekleyenlere şöyle demiştir: "Sizin teravih kılmak hususundaki arzunuzun farkındayım, bu namazı size kıldırmam için bir engel de yoktur, fakat teravihin size farz kılınmasından endişe ettiğim için çıkıp kıldırmadım. Şayet farz kılınacak olsa bunu hakkıyla yerine getiremezsiniz. Haydi evlerinize gidiniz. Farz namazlar dışında, kişinin kıldığı en faziletli namaz evinde kıldığı namazdır" (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 2; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 178).

Ebû Zerr'in bir rivayeti ise şöyledir: Hz. Peygamber ramazanın bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize farz dışında hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın 23. gecesinde gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar bize namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ben, "Ey Allah'ın resulü, gecenin kalan yarısında da bize namaz kıldırsaydınız" deyince, Hz. Peygamber cevaben "İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılmak bütün geceyi ihya etmeye eşdeğerdir" buyurdu. Ramazanın bitmesine dört gece kala, gecenin üçte birine kadar beklediğimiz halde, Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca Hz. Peygamber ehlini, kadınlarını ve arkadaşlarını topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz sandık. Ramazanın geri kalan gecelerinde Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı (Ebû Dâvûd, "Salât", 318).

Kuvvetli rivayetler, Hz. Peygamber'in ramazanın son birkaç günü mescidde teravih namazı kıldırdığını göstermektedir. Bu rivayetlerde, teravihin kaç rek`at olduğu belli değildir. Yine teravih namazına ilişkin bu rivayetlerin sunuluş şekli ve içeriğine bakılarak teravih namazının, sadece Hz. Peygamber'in son ramazan ayında söz konusu olduğu gibi bir izlenim de edinilmektedir. Çünkü teravih uygulaması, birkaç ramazan devam etmiş olsaydı, hiç değilse sayısı konusunda bir netlik elde edilmiş olurdu.

Buhârî'deki ifadeye göre "Hz. Peygamber'in gece namazı" hususunda sorulan bir soruya cevaben Âişe şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber ramazan geceleri de dahil hiçbir gece on bir rek`attan fazla nâfile namaz kılmamıştır. Öyle bir dört rek`at namaz kılardı ki, o dört rek`atın ne kadar uzun ve ne denli güzel olduğunu hiç sorma! Ardından aynı şekilde bir dört rek`at daha kılardı. Daha sonra üç rek`at daha kılardı. Ben bir keresinde `Ey Allah'ın resulü! Vitir kılmadan mı uyuyacaksın?' diyecek oldum, bana dedi ki: Ey Âişe, benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz" (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 1).

Bu rivayete göre Hz. Peygamber'in geceleyin kıldığı nâfile namaz üç rek`atlık vitir hariç tutulacak olursa toplam sekiz rek`at olmaktadır. Hz. Peygamber'in, arkadaşları ile sekiz rek`at teravih, sonra da vitir kıldığına dair olan rivayetler de dikkate alınacak olursa, teravih namazını sekiz rek`at kıldığı ortaya çıkmaktadır. Öte yandan Hz. Peygamber'in teravih namazını 20 rek`at kıldırdığına dair bir rivayet de bulunmaktadır. Hadis bilginleri bu rivayetin, öteki meşhur rivayetlere aykırı olduğu ve senedinde cerhedilmiş bir kişi bulunduğu için zayıf olduğunu söylemişlerdir.

Teravih namazı konusunda sahâbe uygulamasına gelince; Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ebû Bekir ve kısmen de Ömer döneminde teravih namazı münferiden, yani cemaat olmaksızın kılınmaktaydı. Bir ramazan gecesi Ömer mescide çıktığında, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldığını görmüş ve dağınık bir şekilde kılmak yerine insanları bir imamın arkasında toplayıp teravih namazının cemaatle daha derli toplu ve düzenli bir şekilde kılınmasının uygun olacağını düşünmüş ve ertesi gün Übey b. Kâ`b'ı teravih imamı tayin etmiştir. Ömer insanların bu şekilde derli toplu ve düzenli olarak teravih namazı kılmalarını da "Bu ne de güzel bir yeniliktir!" diye nitelemiştir. Yenilik diye tercüme ettiğimiz bid`at kelimesi, Hz. Peygamber zamanında olmayıp, ondan sonra ortaya çıkan anlayış ve uygulamalar için kullanılmaktadır. Teravih namazı, Hz. Peygamber tarafından birkaç kez cemaatle kılındığına göre, Hz. Ömer'in "Bu ne güzel bir yeniliktir" sözü, teravih namazı kılmanın bir yenilik olduğunu göstermez. O halde Hz. Ömer bu sözle ya teravihin düzenli olarak cemaatle kılınmasını, ya Hz. Peygamber'in kıldığı sayıya ziyade yapılmış olmasını, yani sekizden yirmiye çıkarılmış olmasını, ya da her ikisini birlikte kastetmiş olacaktır.

Öte yandan, sahâbe zamanında teravih namazının yirmi rek`at kılındığı konusunda icma bulunduğu ileri sürülmektedir. Mâlik, Muvatta adlı eserinde Hz. Ömer'in, Übey b. Kâ`b ile Temîm ed-Dârî'yi ramazanda cemaate 11 rek`at namaz kıldırmak üzere teravih imamı tayin ettiğini, imamın her rek`atta yaklaşık 100 âyet okuduğunu, kıyamın uzaması sebebiyle bir kısım cemaatin bastona dayanmak ihtiyacını hissettiğini ve fecrin doğmasına yakın bir zamanda evlere dağıldıklarını kaydetmiştir. Kimi bilginler teravih namazının 11 rek`at kılındığı rivayetinin yanlış olduğunu ileri sürerken, kimileri 11 rek`at kılma uygulamasının teravihin cemaatle kılınmaya başladığı ilk günlere ait olduğu, sonraları teravih namazının 20 olarak yerleştiği yorumunda bulunmuşlardır. Bu yorum, Hz. Peygamber'in 11 rek`at dışında gece namazı kılmadığı rivayetiyle uyumludur.

Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre teravih namazı sekiz rek`at olarak kıldırılıyor, fakat her bir rek`atta yaklaşık 100 âyet okunduğu için bu namaz oldukça uzun sürüyordu. Maksat belli bir sayıda namaz kılmak değil, geceyi ihya etmek olduğu için gitgide, her bir rek`atta okunan âyet sayısı azaltılmış, buna mukabil teravihin rek`at sayısı artırılmıştır. Ömer'in uygulamasıyla bu sayı 20 olarak yerleşmiş, Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ve daha sonraları bu şekilde devam etmiştir. Gerek Sünnî gerek Şiî fıkıh mezhepleri içinde teravih namazının 20 rek`attan az olduğunu söyleyen bir mezhep yoktur.

Bu açıklamalara göre teravih namazının sekiz rek`atının Hz. Peygamber'in sünneti, geri kalan 12 rek`atının ise, teravihin 20 rek`at olduğuna dair zayıf rivayet dikkate alınmayacak olursa, sahâbenin sünneti ve İslâm ümmetinin ramazan ayını ihya gayesiyle yaşattığı geleneği olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumu birbirinden ayırmak için bazı Hanefîler teravih namazının ilk sekiz rek`atının râtibe sünnet, geri kalan 12 rek`atının ise müstehap olduğunu söylemişlerdir.


B) DİĞER NÂFİLE NAMAZLAR


Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlar ise sünen-i regaib adını alır. Bunlar, Hz. Peygamber'in uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veya bazı vesilelerle ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah'a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kılınan namazlardır. Bunlar gönüllü olarak kendiliğinden kılındığı için "gönüllü (tatavvu) namazlar veya arzuya bağlı namazlar" olarak da adlandırılır.


a) Teheccüt Namazı


"Hem uyumak hem uyanmak" anlamına gelen teheccüd sözcüğü, terim olarak "geceleyin uyanıp namaz kılmak ve gece namazı" anlamındadır. Dilimizde teheccüt kelimesi, farz ve vâcip namazlarla teravihin dışında, geceyi ihya için kılınan namazların tümünü ifade edecek şekilde kullanılmaktadır.

Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz yatsıyı kıldıktan sonra ve vitiri kılmadan uyur, gecenin ortalarından sonra uyanıp bir müddet namaz kıldıktan sonra vitir namazını ve daha sonra sabah namazının sünnetini kılardı (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 26).

Teheccüt namazının rek`at sayısı, bu konuda çeşitli rivayetler bulunmasından dolayı net olarak belli olmamakla birlikte dört veya sekiz rek`at olarak kılınabileceği gibi iki rek`at olarak da kılınabilir.


b) Kuşluk Namazı


Diğer adı, "duhâ namazı"dır. Peygamberimiz'in kuşluk vaktinde nâfile namaz kıldığına ve arkadaşlarına bu vakitte namaz kılmayı tavsiye ettiğine dair çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Peygamberimiz'in kuşluk vaktinde 12 rek`at namaz kılan kişi için Allah'ın cennette bir köşk bina edeceğini söylediği nakledilmektedir (Tirmizî, "Vitr", 15).

Kuşluk namazı kılmak müstehap olup, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani güneşin doğması üzerinden takriben 45-50 dakika geçmesinden zeval vaktine kadar olan süre içerisinde iki veya dört veya sekiz veya on iki rek`at kılınabilirse de, en faziletlisi sekiz rek`at kılmaktır.


c) Evvâbîn Namazı


Evvâb "tövbe eden, sığınan" anlamına geldiğine göre evvâbîn namazı, tövbe eden ve Allah'a sığınanların namazı demektir. Peygamberimiz "Kim akşam namazından sonra kötü bir şey konuşmaksızın altı rek`at namaz kılarsa, bu kendisi için on senelik ibadete denk kılınır" demiştir (Tirmizî, "Salât", 202). Ayrıca kendisinin de akşam namazından sonra altı rek`at namaz kıldığı rivayet edilmektedir (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 64). Bununla birlikte Peygamberimiz'in evvâbîn namazının kuşluk vakti kılınacağını ifade ettiği de hadis kitaplarında yer almaktadır (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 19).

Altı rek`atlık bir namaz olan evvâbîn namazı, tek selâmla kılınabileceği gibi üç selâmla da kılınabilir.


d) Tahiyyetü'l-mescid


Tahiyyetü'l-mescid, mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek ise de esasında mescidlerin sahibi olan Allah'a saygı ve tâzim anlamını içermektedir. Bu bakımdan Peygamberimiz "Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rek`at namaz kılsın" buyurmuştur (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 11).

Şâfiî mezhebine göre mescide ne zaman girilirse girilsin bu namazın kılınması müstehaptır. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre ise kerâhet vakitlerinde mescide giren kimsenin bu namazı kılması mekruhtur. Kişi bunun yerine tesbih ve tehlîlde bulunarak ve salavat getirerek mescidi selâmlamış olur. Normal vakitlerde mescide girdiği halde tahiyyetü'l-mescid kılamayan kimsenin, bunun yerine dört defa "Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber" demesi menduptur.

Cuma vakti hatip hutbedeyken mescide giren kimse Hanefî ve Mâlikîler'e göre tahiyyetü'l-mescid kılamaz. Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre ise uzatmamak ve iki rek`atı geçmemek şartıyla bu durumda tahiyyetü'l-mescid kılınır.

Mescide günde birden fazla girilmesi halinde bir kere tahiyyetü'l-mescid kılmak yeterlidir. Mescide girildikten sonra tahiyyetü'l-mescid kılmadan oturulursa, Hanefî ve Mâlikîler'e göre bu namaz, yine de kılınabilir; ancak oturmadan önce kılmak daha faziletlidir. Şâfiîler'e göre ise eğer kişi kasten oturmuşsa bu namaz sâkıt olur.

Bir mescide, herhangi bir namazı kılmak için veya farz kılmak ve imama uymak niyetiyle girmek ve oturmadan o namaza başlamak da tahiyyetü'l-mescid yerine geçer.


e) Abdest ve Gusülden Sonra Namaz


Peygamberimiz "Her kim şu benim aldığım gibi abdest alır ve aklından bir şey geçirmeyerek iki rek`at namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur" buyurmuştur (Buhârî, "Vudû", 14; Müslim, "Tahâret", 5, 6, 17). Bu sebeple, abdest alındıktan sonra veya gusül yapıldıktan sonra iki rek`at namaz kılmak güzel karşılanmıştır. Bu namaz, Hanefîler'e göre mendup (müstehap), Şâfiîler'e göre sünnettir. Bununla birlikte abdest aldıktan hemen başka bir sünnet veya farz namaz kılınacaksa, kılınan namaz aynı zamanda abdest namazı yerine de geçer.

İhrama girmek için iki rek`at namaz kılmak da müstehap görülmüştür.


f) Yolculuğa Çıkış ve Yolculuktan Dönüş Namazı


Peygamberimiz'in yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra iki rek`at namaz kıldığı rivayet edilmektedir (bk. Müslim, "Müsâkat", 21). Bu namaz, yolculuğa çıkarken işlerini kolaylaştırması ve sağ salim yuvasına kavuşturması için Rab Teâlâ'ya yakarmak, yolculuktan döndükten sonra da yuvasına, eşine, dostuna kavuşturduğu için teşekkür etmek için kılınır ve menduptur. Faziletli olan, yolculuğa çıkarken evde, yolculuktan döndükten sonra mescidde kılmaktır.


g) Hâcet Namazı


İnsanlar hayatları boyunca birçok şeye ihtiyaç duyarlar, birçok şeye kavuşmayı arzu ederler. Bunlar doğaldır. Dünyalık veya âhiretlik bir isteği ve dileği bulunan, bir şeye ihtiyaç duyan kimse ihtiyaçlarını karşılamak veya arzularına ulaşmak için öncelikle onlara götürecek sebeplere tutunmalı, ayrıca bunların gerçekleşmesi için Allah'tan yardım istemelidir. Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Kimin Allah'tan veya insanlardan bir dileği varsa, şartlarına uygun güzel bir abdest alsın, sonra Allah'ı övgüleyip senâ etsin, Allah resulüne salât ve selâm getirsin. Daha sonra şöyle desin:

Lâ ilâhe illallâhü'l-halîmü'l-kerîm. Sübhânallâhi Rabbi'l-arşi'l-azîm. Elhamdü lillâhi rabbi`l âlemîn; Es'elüke mücîbâti rahmetike ve azâime mağfiretik; ve'l-ismete min külli zenbin ve'l-ganîmete min külli birrin ve's-selâmete min külli ism. Lâ teda' lî zenben illâ gaferteh; ve lâ hemmen illâ ferrecteh; velâ hâceten hiye leke rıdan illâ kadaytehâ. Yâ Erhame'r-râhimîn!" (Tirmizî, "Salât", 140, 348).

Hâcet namazı dört veya on iki rek`at olarak kılınır. Dört rek`at olarak kılındığı takdirde birinci rek`atında Fâtiha'dan sonra üç Âyetü'l-kürsî, diğer üç rek`atında ise Fâtiha'dan sonra birer kere İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunur. Namazdan sonra hadiste bildirilen hâcet duasını okur ve isteğini Cenâb-ı Rabbi'l-âlemîn'e iletir.

"Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder."


h) İstihâre Namazı


İstihâre "hayırlı olanı istemek" anlamına gelir. İnsanlar, kendileri için önemli olan bir karar verecekleri veya bir seçim yapacakları zaman, bazan belki eldeki verilerin yetersizliği sebebiyle veya çeşitli sebeplerle dünya ve âhiret bakımından kendileri için hangi seçimin hayırlı olacağını kestiremezler ve bunu bilmek için çeşitli çarelere başvururlar. Meselâ, Peygamberimiz'in nübüvvetle görevlendirildiği sıralarda Araplar'dan bir kimse yolculuğa çıkmak istediğinde, bu yolculuğun kendisi için hayırlı olup olmadığını anlamak için fal oklarına başvururdu. Peygamberimiz bu âdeti kaldırarak onun yerine istihâreyi getirmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Biriniz bir iş yapmaya niyetlenince farzın dışında iki rek`at namaz kılsın ve şöyle desin: Ey Allahım, ilmine güvenerek senden hakkımda hayırlısını istiyorum, gücüme güç katmanı istiyorum. Sınırsız lütfundan bana ihsan etmeni istiyorum. Ben bilmiyorum, ama sen biliyorsun, ben güç yetiremem ama sen güç yetirirsin. Ey Allahım! Yapmayı düşündüğüm bu iş, benim dinim, dünyam ve geleceğim açısından hayırlı olacaksa, bu işi benim hakkımda takdir buyur, onu bana kolaylaştır, uğurlu ve bereketli eyle. Yok eğer benim dinim, dünyam ve geleceğim için kötü ise, onu benden, beni ondan uzaklaştır. Ve hayırlı olan her ne ise sen onu takdir et ve beni hoşnut ve mutlu eyle!" (Buhârî, "Teheccüd", 25; Tirmizî, "Vitr", 15).

Peygamberimiz'in öğrettiği duanın anlamından da anlaşılacağı gibi istihâre, bir bakıma yapılacak işin hayırlı olmasını veya hayırlı ise gerçekleşmesini Allah'tan dilemek ve O'na danışmak demektir. İstihâre yapmak isteyen kişi, kalbinden her şeyi atarak ve kalbini bütünüyle bu işe teksif ederek iki rek`at namaz kılmalı ve ardından Peygamberimiz'in öğrettiği bu duayı yapmalıdır. Samimi olarak yapıldığı takdirde Allah'ın hayırlısını lütfedeceğine ümit bağlanır, kalbe doğuş olabilir. İstihârenin sonucunda bir rahatlık ve ferahlık hissedilirse o işin hayırlı olacağına, buna karşılık sıkıntı ve darlık hissedilirse, olumsuz olacağına yorulur. İstihâre gündüz yapılabileceği gibi tam konsantre olmak, iyice yoğunlaşmak için geceleyin hemen yatmadan önce yapılması tavsiye edilir. İstihâre namazını kılıp yattıktan sonra, Allah bunu samimi olarak isteyenlere bir işaret veya ipucu verir. Birinci defada sonuç alınamazsa üç kere veya yedi defa tekrarlanabilir. Kişi bu duanın Arapça'sını okuyabileceği gibi Türkçe anlamını da okuyabilir. İstihâre için uykuya yatma ve rüya bekleme şartı yoktur.


i) Tövbe Namazı


Günah ve çirkin sayılan işleri yapmaktan kaçınmak dinimizin emridir. Bununla birlikte insanlar suç ve günah işleyebilirler. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde bir günah işlenmesi durumunda, kişinin günahta ısrar etmeyerek hemen tövbe etmesi gerektiği ve Allah'ın içten yapılan tövbeleri kabul edeceği belirtilmiştir. Esasen tövbe ve istiğfarda bulunmak için günah işlemiş olmak gerekmez. Peygamberimiz, geçmiş-gelecek günahlarının affolunduğu/affedileceği bildirildiği halde, günde yetmiş kere, yüz kere tövbe istiğfarda bulunmuştur. Özellikle mübârek gecelerde ve seher vakitlerinde olmak üzere, kıldığı namazların sonunda selâm vermeden önce ve selâmdan sonraki tesbîhatın ardından kulun tövbe ve istiğfarda bulunması durumunda, Cenâb-ı Allah'ın bağışlaması umulur. Ayrıca Peygamberimiz tövbe namazına ilişkin olarak, "Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rek`at namaz kılarak Allah'tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder" buyurmuş ve arkasından şu âyeti okumuştur: "Onlar çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulüm ve haksızlık ettikleri zaman hemen Allah'ı hatırlayıp, günahlarının affedilmesini isterler; zaten günahları Allah'tan başka kim affedebilir ki! Bunlar o günahı bile bile bir daha yapmazlar" (Âl-i İmrân 3/135).

Tövbe namazı iki rek`at olarak kılınabileceği gibi daha fazla da kılınabilir.


j) Tesbih Namazı


Tesbih namazı, ömürde bir kez olsun kılınması tavsiye edilen mendup bir namazdır. Peygamberimiz amcası Abbas'a "Bak amca sana on faydası olan bir şey öğreteyim; bunu yaparsan günahlarının ilki-sonu, eskisi-yenisi, bilmeyerek işlediğin-bilerek işlediğin, küçüğü-büyüğü ve gizli yaptığın-açıktan yaptığın on türlü günahını Allah bağışlar" diyerek bu namazı tavsiye etmiş ve öğretmiş, Abbas bunu her gün yapamayız deyince Peygamberimiz, bu namazın haftada bir, ayda bir, yılda bir veya ömürde bir defa kılınmasının yeterli olacağını belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Tatavvu'", 14, "Salât", 303; Tirmizî, "Salât", 350, "Vitr", 19).

Tesbih namazı dört rek`at olup şöyle kılınır: Allah rızâsı için namaz kılmaya niyet edilerek namaza başlanır. Sübhâneke'den sonra 15 kere Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber denir. Sonra eûzü besmele çekilir, Fâtiha ve sûre okunduktan sonra 10 kere daha tesbih edilir yani 'Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber' denilir. Bu tesbih, rükûa varınca 10 kere, rükûdan doğrulunca 10 kere, birinci secdede 10 kere, secdeden kalkınca 10 kere, ikinci secdede 10 kere söylenir. Böylece her rek`atta 75 tesbih yapılmış olur. İkinci rek`ata kalkılınca yine 15 kere tesbih okunur, ardından geri kalan kısım aynı şekilde tekrarlanır ve böylece 4 rek`at tamamlanmış ve toplam üç yüz tesbih edilmiş olur. Aslolan herkesin bu namazı tek başına kılmasıdır.

Tesbih namazında sehiv secdesini gerektiren bir şey olursa, sehiv secdesi normal olarak yapılır, o secdelerde bu tesbih yapılmaz.


k) Yağmur Duası


Bir bölgede kuraklık olması durumunda o bölge sakinlerinin mümkünse topluca bölge dışına, açık bir alana çıkıp tövbe istiğfardan sonra Cenâb-ı Allah'tan bolluk ve berekete vesile olacak yağmur göndermesini istemeleri, bunun için dua etmeleri, yalvarıp yakarmaları sünnettir. Bu duaya "istiska duası" denir ki, su isteme, yağmur isteme anlamına gelir. Yağmur duasına çıkıldığında duadan önce iki rek`at namaz kılınabilir.

Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz bir cuma günü hutbe okurken bir adam gelip, "Ey Allah'ın elçisi! Hayvanlar telef oldu, dua et de Allah bize yağmur versin!" demiş, Peygamberimiz de bunun üzerine ellerini kaldırarak, "Allahümme, eskınâ! Allahümme, eskınâ!" (Ey Allahım! Bize su ver, yağmur ver)" diye dua etmiş ve bu duanın ardından gökte hiçbir yağmur belirtisi yokken birden bulutlar görünmüş ve ardından yağmur yağmaya başlamıştı. Bu durum bir hafta sürdü. Ertesi cuma bir adam gelerek "Ey Allah'ın elçisi, yağmur sebebiyle, mallarımız telef oldu, yollarımız kapandı. Allah'a dua etseniz de şu yağmuru durdursa!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Allahümme havâleynâ velâ aleynâ. Allâhümme! ale'l-âkâm ve'd-dırâb ve butîni'l-evdiye ve menâbiti'ş-şecer (Allahım! Üzerimize değil, çevremize; Allahım, dağlara, tepelere, vadilerin içlerine ve ağaç biten yerlere) diye dua etti ve yağmur hemen kesildi (Buhârî, "İstiska", 6; Müslim, "İstiska", 2, 8).

Bazı rivayetlerde, yağmur duasına çıkıldığında Peygamberimiz'in iki rek`at namaz kıldırdığı, namazda açıktan okuduğu, namazdan sonra ridâsını çıkarıp ters çevirerek giydiği ve kıbleye dönüp ellerini omuz hizasına kadar kaldırarak dua ettiği belirtilmiştir (Müslim, "İstiska", 1).

Yağmur duası, sulamak ve bol yağmur almak için başka tedbirler almaya engel değildir; müminler hem tabii ve teknik tedbirleri alır, hem de her şey iradesine bağlı bulunan Rablerine dua ederler.


l) Küsûf ve Hüsûf Namazları Güneş ve Ay Tutulması Esnasında Namaz)


Güneş tutulmasına küsûf, ay tutulmasına hüsûf denir. Peygamberimiz oğlu İbrâhim'in öldüğü gün güneş tutulması üzerine şöyle demiştir: "Ay ve güneş Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren alâmetlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veya yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veya güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin" (Buhârî, "Küsûf", 1, 15).

Güneş tutulduğu zaman, ezansız ve kametsiz olarak, en az iki rek`at olmak üzere toplu olarak namaz kılınır. İmam her rek`atta normal namazlara göre daha uzun ve açıktan kıraatte bulunur. Namazdan sonra imam kıbleye karşı ayakta veya cemaate dönük şekilde oturarak dua eder. Cemaatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir.

Küsûf namazının sünnet olduğu ve cemaatle kılınmasının daha faziletli sayıldığı konusunda müctehidler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte, hüsûf namazının sünnet olup olmadığı ve cemaatle kılınıp kılınmayacağı tartışmalıdır.

Ebû Hanîfe ve Mâlik, ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla olduğu halde Peygamberimiz'in bu sebeple namaz kılmadığını öne sürerek, hüsûf namazının sünnet olmadığını söylemişlerdir. Ancak böyle bir durumda tek başına iki rek`at namaz kılınabilir, müstehaptır. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise hüsûf namazı da küsûf namazı gibi sünnettir, cemaatle kılınır.

Şiddetli rüzgâr, aşırı yağmur, aşırı soğuk ve benzeri durumlarda, bunların can ve mal kaybına yol açabilecek doğal âfete dönüşmemesi için dua etmek ve bu anlamda iki rek`at namaz kılmak güzel (müstehap) bulunmuştur. Nitekim Peygamberimiz şiddetli bir rüzgâr estiğinde şöyle dua etmiştir:

"Allahım! Senden rüzgârın en hayırlısını, rüzgârla gönderdiklerinin en hayırlısını isterim. Bu rüzgârın kötülüğünden, bu rüzgârdakilerin kötülüğünden ve rüzgârla gönderdiğin şeylerin kötülüğünden sana sığınırım" (Tirmizî, "Da`avât", 48, 88; Müslim, "İstiska", 15).

Bu durumlarda namaz ve dua, tabiat olaylarının insanlarda ve çevrede hâsıl edebileceği olumsuz etkilere karşı Allah'tan yardım dileme mahiyetindedir.


m) Mübarek Gecelerde Namaz Kılmak


Müslümanlar için çeşitli sebeplerle mübarek sayılan birçok gece mevcuttur. Üç ayların birincisi olan recep ayının ilk cuma gecesi Regaib gecesi ve 27. gecesi de Mi`rac gecesidir. Üç ayların ikincisi olan şâban ayının 15. gecesi Berat gecesidir. Üç ayların üçüncüsü olan ramazan ayının 27. gecesi ise Kadir gecesidir.

Bu mübarek gecelerle ilgili özel nâfile namaz yoktur. Fakat bu geceleri vesile ederek nâfile namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerîm okuyarak üzerinde düşünmek, tezekkür ve tefekkür etmek yararlı olur. Peygamberimiz Kadir gecesinde nasıl dua edebileceğini soran Âişe vâlidemize şöyle demesini tavsiye etmiştir: Allahümme, inneke afüvvün tühibbü'l-afve fa`fü annî (Ey Allahım! Sen şüphesiz çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni affet) (Tirmizî, "Da`avât", 84).




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

27 Şubat 2024 Salı

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-26

 



"İLYADA DESTANI" KAHRAMANLARI 

İLYADA DESTANI


"Yazının yaygın olmadığı antikçağda birtakım destanlar, halk arasında dilden dile dolaşıyordu. Gezici ozanlar, bu destanları soyluların konaklarında sözlü olarak okuyorlardı. MÖ 8. yüzyıla doğru, yeni yeni oluşan burjuva sınıfı da, yalnızca soyluların dinleyip öğrendiği bu destanları kendileri de öğrenmek istedi. Bunun için de İzmirli ozan Homeros'tan, Anadolu kaynaklı destanlardan bir seçki yapıp bunu yazıya dökmesini istediler. İşte Homeros da sayısız sözlü destan arasından seçtiklerini, kendi dünya görüşüyle harmanlayıp şiirleştirdi ve yazıya döktü. Bu ölümsüz şiire, "İlyon (yani Troya) Destanı" anlamında "İlyada" adını verdi.

Bu destanda Homeros; insanlığın elini ayağını bağlayan o ürkünç tanrıları insanlaştırıp insancıllaştırdı... Aşıladığı evrensel hümanizmayla sanatları, bilimleri binyıllardan beri sürekli tetikledi ve savaşı anlatırken savaşın insanlıkdışılığını ve uygarlığın en büyük engeli olduğunu bütün ürkünçlüğüyle gözler önüne serdi... Yarattığı hümanizmayla, insanlığı Altınçağına götürecek uygarlığın önünü açtı.

Söz konusu destana göre, Troyalı prens Paris, bir iş gereği Yunanistan'a gittiğinde, güzelliği dillere destan Helena'yla tanıştı. Ne var ki tanrıça Afrodit'in saldığı aşk kıvılcımları yüzünden güzel Helena, kral Menelaos'la evli olmasına karşın Paris'e deli divane vuruldu ve onunla Troya sarayına gelin olarak geldi...

Bu olayın ardından Başkral Agamemnon, Baştanrı Zeus'la üç kez konuştuğunu ve kendisini Helena'nın namusunu temizlemekle görevlendirdiğini açıkladı. Bu gerekçeye dayanaraktan topladığı en seçkin ordu ve krallarla birlikte Troya surlarına dayandı.

Daha savaşın başlarında Başkral Agamemnon; yarı ölümsüz ünlü komutan Ahilleus'un kendisine onur payı olarak askerlerinin sunduğu ve sevgili edindiği güzel Briseyis'i çadırına alıp götürdü! Bu olayı onuruna yediremeyen Ahilleus da Başkral'a küfürler yağdırdı uzun uzun. Sonra da; "Ben sırf sen hazineler, güzel kadın köleler derleyesin diye mi geldim buraya? Troyalılar bana ne kötülük etti de onlarla savaşacağım?!" deyip çadırına çekildi.

İşte İlyada destanı; on yıl süren savaşın yalnızca Ahilleus'un öfkesiyle ilgili olan bu sürecini anlatır.

Troyalılar, on yıl süresince Akhalar da denen Yunanistanlı ordulara geçit vermedi. Anadolu halkları da dört bir yandan kuşatma altındaki Troyalıların yardımına koşuştular. Ta Habeşistan'dan bile yardıma gelenler oldu! Surları aşamayan yağmacı Akhalar, o ünlü Troya Atı'nı yaptılar sonunda. Karnı askerlerle dolu bu tahta atın, tanrıça Atena'nın Troyalılara gönderdiği bir yengi armağanı olduğu düzmecesini yaydılar. Troyalılar da buna inanıp coşkuyla, Troya Atı denen tahta atı surlardan içeri aldılar...

Ve böylece Troya, bir gecede alevler içinde düştü..."



TROYA'NIN KURUCUSU İLOS


Frigya (Phrygia) kralının düzenlediği bir koşu yarışmasında birinciliği kazanan İlos, Çanakkaleli çiftçi Tros'un oğluydu. Yarışmanın ödülü; köle olarak çalışacak "elli genç kız ve elli delikanlı"dan oluşan bir topluluktu!.. İlos, kölelik denen olguyu hiç kabul etmediği ve etmeyeceği için de kazandığı bu ödülü almadı! Böyle bir tepki karşısında şaşkına dönen kral, sarayın bilicisine başvurdu. Bilici de bu ödüle ek olarak, kara benekli bir inek vermesini öğütledi krala. Frigya kralı, birkaç gün düşünüp taşındıktan sonra İlos'u çağırttı ve bütün iyi yürekliliğiyle; "Sen bu genç kız ve erkeklerle birlikte ineği de al götür. Ve bu kara benekli inek nerede durursa orayı yurt edinin. Oraları ve çevresini size bağışlıyorum," dedi...

İlos ve onun köle olarak değil ama can dostları olarak benimseyip yanına aldığı elli genç kızla elli delikanlı, kara benekli ineğin ardı sıra yol almaya başladılar. İnek akşama doğru yorulup şimdilerde Gaflettepe dediğimiz Çanakkale yakınlarındaki bir yerde durdu; biraz otlandı, sonra da oraya çöküp uyuklamaya başladı. İlos ve genç arkadaşları orayı ve çevresini hemen yurt edindiler. Bu tepenin az ötesindeki ovada, günümüzde Küçük Menderes dediğimiz Skamandros Nehri ile o zamanlar Smoeyis denen Dümrül Çayı akıyordu. Bu akarsuların ikisi de tanrıydı. Artık İlos'la arkadaşları; Çanakkale bölgesindeki denize karşı bu boş toprakları ekip biçmeye, evler-yollar yapıp o yöreyi kentleştirmeye başladılar. Kent günden güne genişliyor, güzelleşiyordu...

İşte bu kentleşme çalışmaları böylece sürüp giderken, hiç beklenmeyen bir anda tahtadan bir tanrıça heykeli düştü gökyüzünden!.. İlos ve arkadaşları, böylesi bir olayı çok iyiye yordular. Palladyon (Palladion) adını verdikleri bu tahtadan heykeli, yeni kurmakta oldukları kente ölümsüz Olimposlu tanrıların bir armağanı olarak algıladılar... Ve bir tapınak oluşturup heykeli oraya yerleştirdiler.

Ondan sonra da, köleliği dışlayan İlos'un adını anıştıracak şekilde, "İlyon" adını verdiler bu yeni kurdukları kente. Daha sonraları İlos'un babası Tros'u da anıştıracak şekilde, iki sözcüğü kaynaştırıp "Troya" demeye başladılar.

İlos ve arkadaşlarının kurduğu Troya kenti tez gelişti; kıyısında bulunduğu Çanakkale Boğazı'nın ayrıcalıklarını da çok iyi kullanmaya başladı. Zaten bu kent konumu gereği, Karadeniz ve bütün Akdeniz'i kapsayan alışveriş odaklarının da merkezini oluşturuyordu. Üstelik o ilkçağlarda, Anadolu halkları arasında savaş olgusu pek fazla söz konusu olmadığı için, halklar bolluk ve rahatlık içinde yaşıyor; uygarlık yolunda durmadan ilerliyorlardı. Krallığın kulaktan kulağa yayılan bu varsıllığı komşu Yunanistanlı kralların düşlerine bile giriyordu artık. O yüzden de Troya'yı talanlamak için, yakım-yıkım ve sömürü savaşlarının zembereğini kurmaya başladılar.

Bir süre sonra da İlos'un arkadaşlarıyla el ele verip kurdukları ve kardeşliğin egemen olduğu bu ilk Troya'dan sonra nice Troyalar; ardı ardına yağmalandı, yakılıp yıkıldı...



GÖKTEN DÜŞEN HEYKEL PALLADYON


Troya'nın kuruluşu sırasında gökten düşen ve hakkında pek çok söylenceler üretilen Palladyon (Palladion) adlı o ünlü tahta heykelin öyküsü, aslında tanrıça Atena'nın ta çocukluk günlerine dek uzanıyordu...

Atena, çocukluğunu deniz tanrısı Triton'un küçük kızı Pallas'la birlikte geçirdi... İki kız çocuk birbirlerini çok seviyorlar, aralarında kendi uydurdukları değişik değişik oyunlar oynuyorlardı. Çok zaman olduğu gibi, Pallas'ın vur-kırcı babası tanrı Triton da kızların oyunlarına karışıyor; büyüdüklerinde uygulasınlar diye onlara çeşit çeşit savaş oyunları öğretiyordu. Zaten tanrıça Atena'nın savaş aygıtları kullanma ve daha sonraları savaşlara katılma huyu, ne yazık ki hep çocukluğundaki bu savaş oyunlarıyla ilgili alışkanlıklarından kaynaklanıyordu!..

Zaman içinde barışseverliğe, daha da insancıllaşmaya doğru dönüşümler geçirecek olan tanrıça Atena, zeytin ağacını bütün Akdeniz halklarına armağan edecekti. Aslında güzel sanatlara karşı üstün yetenekleri de olan bu tanrıça, büyüdüğünde bütün Akdeniz coğrafyasındaki genç kızlara dikiş, nakış, dokumacılık sanatlarını da öğretecekti... Bütün tanrılar ve insanlar gibi gene geçireceği evrimler sonunda, topal tanrı demirci Hefaystos'la birlikte, çalışan bütün kadın ve erkeklerin tanrıçası olacaktı...

İşte Pallas'la Atena, büyüklerin öğrettiği kavga-dövüş oyunları oynarken, sık sık aralarında tartışmaya, hatta saç saça, baş başa girmeye başladılar. Gene bir gün böyle tanrı Triton'un öğrettiği teke tek bir dövüş oyunu oynarken şaka gerçeğe dönüşüverdi aniden ve Atena, canı gibi sevdiği arkadaşı Pallas'ı kıyasıya pataklamak için ardı sıra hırsla koşmaya başladı. Bu koşuşma sırasında kızı Atena'nın düşüp yaralanacağını anlayan Baştanrı Zeus da, o ünlü kalkanını Pallas'ın önüne dikiverdi!.. Zavallı küçük Pallas, Zeus'un önüne birden koyuverdiği kalkanın şangırtısından öylesine ürktü ki, hemen bayılıp düştü oracığa ve bir daha da ayağa kalkamadı! Olaydan çok büyük üzüntüye kapılan Atena; arkadaşının anısını yaşatmak üzere, kendi elleriyle oyup işlediği tahtadan bir heykelini yaptı... Ve onun adını anıştıracak şekilde bu tahta heykele Palladyon adını verdi. Daha sonra da onu götürüp babası Baştanrı Zeus'un sarayındaki özel salona koydu...

Zaman zaman yitirdiği arkadaşı Pallas'ın bu heykeline baktıkça, Atena'nın gök gözleri dolu dolu oluyordu. Ölümüne neden olduğu bu arkadaşından için için özürler dileyip biraz da olsa avunmaya çalışıyordu...

Günlerden bir gün, her zamanki gibi ayran gönüllü Baştanrı Zeus; sarayına konuk olarak gelen ve dünyamızı omuzları üstünde taşımakla cezalandırdığı tanrı Atlas'ın güzel kızı Elektra'ya hemen deli divane vuruluverdi!.. Ve kızı yakalayıp kucaklamak istedi! Elektra da onun ne kendisinden, ne de yıldırımlar saçan silahından hoşlanmadığı için kaçmaya ve Zeus da onu yakalamak için ardısıra koşmaya başladı... Bu koşuşmalardan yorulan Elektra, sonunda salondaki tahtadan heykel Palladyon'a sıkı sıkıya sarıldı. Öfkelenen Zeus da, heykeli Elektra'nın ellerinden sıyırıp aldı ve sarayının penceresinden, yıldızlarla ışıl ışıl yanıp sönen o derin boşluğa doğru fırlatıverdi! Tahta heykel Palladyon da boşlukta, yıldızlardan yıldızlara savrula savrula, Troya ovasındaki Gaflettepe denen yere düştü...

İşte o sırada Troya kentinin kuruluş çalışmalarını sürdüren İlos ve arkadaşları, gökten düşen bu heykeli uzun uzun incelediler. Bu heykel; yeni kurulmakta olan bir kente gökyüzünün derinliklerinden düştüğüne göre, bunun kutsal bir armağan olduğu üzerinde hemen görüş birliğine vardılar. Sonra da onu tanrıça Atena'nın tapınağına özenle yerleştirdiler. Geçen zaman içinde Palladyon, Atena'nın heykeli olarak algılanıp benimsendi. Ne var ki bazı tarihçiler; Troyalıların, bu heykelin aslını tapınaktaki gizli bir bölmeye kapattıklarını ve yeniden yaptıkları bir benzerini de tapınağın salonuna koyduklarını öne sürdüler...

Yüzyıllar sonra patlayan ünlü Troya savaşları sırasında da bu heykel çok önem kazandı. Troyalıların başkomutanı yiğit Hektor, işgalci Akhaları püskürtmesinde tanrıça Atena'nın kendilerine yardımcı olması için anası Hekabe'ye, Palladyon'la ilgili olarak şöyle dedi: Evindeki en güzel, en büyük örtü hangisiyse, Hangi örtüye en çok değer veriyorsan al onu, Git doyumluk toplayan Atena'nın tapınağına, Ört güzel saçlı Palladyon denen Atena'nın dizlerine...

Hatta Troyalıların danıştıkları ünlü bir tanrı bilicisi; bu Palladyon denen heykel, gök gözlü tanrıça Atena'nın tapınağında durdukça, Troya'nın işgalcilerce ele geçirilmesinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağını söylemişti... O yüzden Troyalıların yenilmezliğinin Palladyon'dan kaynaklandığını öğrenen yağmacı Akhalar, onu casusları aracılığıyla tapınaktan çaldılar! Bu olaydan sonra da Troya düştü; yakılıp yıkıldı... Ne var ki Latin yazarlar da; Troya işgal edilip ateşe verildiğinde, Roma imparatorluğunu kuracak olan Troyalı Ayneyas'ın (Aineias) ilk iş olarak bu kutsal heykeli ve özürlü babasını yanına alıp Kazdağları'na sığındığını, sonra da İtalya'ya götürdüğünü söylemekteydiler. Gene onların söylediğine göre Romalılar, bu heykeli Vesta Tapınağı'na koydular.

Vesta Tapınağı'nda yayılmacı Roma İmparatorluğu'nun yenilmezliğini simgeleyen ve hiç söndürülmeyen bir ateş yanmaktaydı. Bu ateşin bekçileri olan güzel rahibeler de aynı tapınakta saklı tutulan Palladyon adlı heykeli sürekli koruyorlardı.

Tanrıların yeryüzündeki temsilcileri olduklarını söyleyen Roma imparatorları da, savaşa çıkmadan önce, tapınakta düzenlenen görkemli şölenlere katılıyorlar ve tanrıça Palladyon'un heykeliyle konuşuyorlardı. Savaşı kazanabilmek ve bol ganimetle dönebilmek için ona dualar ediyorlar, hep yanlarında olmalarını diliyorlardı.

Ve tapınaktan ayrılırken, başlatacakları savaşa tanrıçanın da katılacağını duyuruyorlardı halklarına...



ODİSSEUS VE AHİLLEUS'UN SAVAŞA KATILMASI


Odisseus, yüzlerce Yunanlı kent krallıklarından biri olan Ege denizindeki İtake adasının kralı Laertes'in oğluydu... Ama yaygın bir söylenceye göre anası, kral Laertes'le evlenirken ünlü kral Sisifos'tan (Sisyphos) gebeydi! Zaten bütün kurnazlığı ve cin gibi akıllılığıyla da Odisseus, gerçek babası Sisifos'un hık deyip burnundan düşmüş gibiydi! Çünkü gerek el işlerinde, gerekse en çetrefil sorunların çözümünde babası Sisifos gibi son derece becerikliydi. O yüzden de kral Laertes yaşlanınca, her giriştiği işte kendi aklının dediklerine uyan bu üstün yetenekli oğluna bıraktı tahtını...

Odisseus kral olunca, güzel Helena'yla evlenmek isteyen damat adayı kralların ve prenslerin arasına o da katıldı... Ne var ki damat olamayacağını sezinleyince de şöyle bir öneri attı ortaya: Güzel Helena, bu damat adaylarından birini gönlünce seçmekte özgür bırakılsın. Seçeceği kişiye de herkes saygı göstersin. Ama geçen zaman içinde Helena'ya bir şey olursa, bütün damat adayları ona arka çıksın... Bu öneri bütün adaylarca benimsendi. Bunun üzerine Helena da kalkıp kral Menelaus'u kendine eş seçti. Odisseus da gidip Helena'nın amcasının kızı, güzel ve soylu Penelopeya (Penelopeia) ile evlendi. Bu evliliklerinden de Telemahos adlı bir oğlan çocukları oldu...

Gerçekten Odisseus savaşı kutsayan bir kral değildi. Tam tersine savaşın ne menem insanlıkdışı bir yıkım aracı olduğunu aklıyla kavrayabiliyordu. Bu yüzden o, yaşadığı dünyanın nimetlerine bağlı ve babası kral Laertes gibi sürüleriyle ve toprakla uğraşmayı seven, doğanın gizemlerini çözmeye çalışan biriydi. Bir işe girişmeden önce bin kez düşünenlerdendi! Tanrıların söylediklerine de pek önem vermezdi. Onun varı yoğu, uğraş olarak sürdürdüğü tarıma ve hayvancılığa dayanmaktaydı. Diğer krallar gibi komşu halkları savaş yoluyla sömürmeyi hiç düşünmedi. Kısacası Odisseus, Akdeniz'deki dingin İtake adasındaki yurttaşları ve çok sevdiği çoluk çocuğuyla sorunsuz yaşayıp gitmeyi yeğliyordu. Ne var ki günün birinde evli barklı güzel Helena, Troya prensi yakışıklı Paris'le Troya sarayına kaçınca, Başkral Agamemnon, Troya'ya savaş açtı. Odiseus'un önerisiyle kabul edilen anlaşma uyarınca da bütün kent krallarının savaşa katılmasını istedi.

Başkral Agamemnon'un bu girişimlerini duyan Odisseus da, savaşa katılıp sağ kalsa bile yıllarca çoluk çocuğundan ve de çok sevdiği halkından ayrı kalmasının söz konusu olacağını düşündü hemen! Zaten ülkesinden ayrılmayı hiç düşünmeyen kurnaz ve akıllı Odisseus; bu savaşı çıkaran Agamemnon'un, Helena'nın namusu dediği örtülerin altındaki gerçek niyetinin ne olduğunu göremeyecek denli safdil de değildi... Ülkesini de yurttaşlarını da ilgilendirmeyen bir savaş bataklığına saplanmamak için kendisini almaya gelen Başkral Agamemnon'un elçilerine delirmiş gibi davrandı. Deniz kıyısındaki kumların üstüne tuz ekti. Sonra da çifte koştuğu öküzleriyle kumlu sahili sürmeye başladı!.. Ancak kendisini izleyen elçilerden birinin kafası bu oyuna pek yatmadı! Bu yüzden öküzlerin geçeceği yere, Odisseus'un oğlu Telemahos'u koydu, o da oğlunu çiğnetmemek için hemen çifte koştuğu öküzlerin yönünü değiştiriverdi!.. Böylece kendini ele veren Odisseus, Troya savaşına katılmak zorunda kaldı...


Denizkızı tanrıça Tetis de, hem işgal ve talan amaçlı Troya savaşına karşıt olanların, hem de oğlu Ahilleus'un bu savaşa katılmasını istemeyenlerin başında geliyordu. Çünkü çocuğunu doğurduğundan beri biliyordu ki, oğlu bir gün patlayacak Troya savaşına katılırsa Troya düşecek; oğlu büyük bir ün kazanacaktı... Ama savaş sırasında da, gencecik ölecekti!.. İşte bütün bunları bildiğinden denizkızı tanrıça ölümsüz Tetis; oğlu Ahilleus'u da kendisi gibi ölümsüzlüğe ulaştırmak için, daha bebekken onu ayak bileğinden tutup ateşin üstünde tavlamış, ölümlü hücrelerini yok etmişti. Ama eliyle tuttuğu topuğu ateş görmediği için, orası silahlara karşı tek duyarlı yeri olarak kalmıştı! Bunu da bildiğinden, savaşa katılıp gencecik ölmemesi için onu küçük yaşta hep kız çocukları olan kral Likomedes'in (Lykomedes) sarayına göndermişti. Ama Troya savaşı başlayınca da ünlü bilici Kalhas, Ahilleus olmadan Troya'nın düşmeyeceğini söyledi Başkral Agamemnon'a. Kız kılığında onun saklandığı yeri de açıkladı!.. Bunun üzerine Agamemnon, yazgının bir cilvesi olarak, Ahilleus'u kızların arasından bulup çıkarma görevini kurnaz Odisseus'a verdi!

Odisseus da bohçacı bir kadın kılığına girdi; çok çekici rengârenk giysiler ve takılarla doldurduğu bohçasının içine bir iki tane de pırıl pırıl yanan kılıç koydu ve genç kızların oturduğu saraya gitti. Kız kılığındaki Ahilleus da bohça açılır açılmaz, büyük bir ilgiyle hemen kılıçları eline alıp incelemeye başladı!.. Böylece Ahilleus da kendini ele vermiş oldu!..

Troya'yı yağmalayacak ve sonunda ateşe verecek işgal ordularından birinin en ünlü komutanı olacak Ahilleus da, artık Odisseus örneği, nice canlar yakacak bu savaşa bulaşmış oldu...


KRALLAR KRALI AGAMEMNON


Troya fatihi ve Mükene kralı Agamemnon'un soyu konusundaki söylenceler çok çeşitliydi. Kimilerine göre ta Baştanrı Zeus'a dek uzanıyordu soyu!.. Bazı tarihçiler de onun işkenceci kral Tantalos'un soyundan geldiğini ileri sürüyorlardı.

Agamemnon, zaman içinde Yunanistan'daki yüzlerce kent krallıklarının başı olmayı becerdi. Sparta kralı Menelaos da onun kardeşiydi. Bu iki kardeş aynı zamanda bacanaktılar da! Çünkü Meneleos, o ünlü güzelliğiyle tanrıçaları bile kıskandıran güzel Helena'yla evliydi. Agamemnon da onun kız kardeşi Klütaymestra'yla (Klytaimestra)...

Krallar kralı Agamemnon'un söylediğine göre, kendisi aynı zamanda yeryüzünde Baştanrı Zeus'un temsilcisiydi... Hatta elindeki krallık değneğini bile o armağan etmişti!.. Bu krallar kralı; ülkesini daha da genişletme, sarayını tıka basa dolduracağı güzel kadınlar, ziynetler devşirip getirme sevdasındaydı hep. Zaten bu yüzden de komşu Troya krallığının hazineleri ve güzel kadınları durmadan uykularını kaçırıyordu. Gene bu yüzden, buyruğundaki bütün kralları kendi çevresinde kenetlendirecek bir savaş nedeni yaratması için Baştanrı Zeus'a gece gündüz yalvarıp yakarıyor; onun onuruna sık sık kurbanlar kestiriyordu. Gerçekten de duaları gerçekleşti ve bir savaş nedeni kendiliğinden oluşuverdi... Ne var ki bu savaş nedeni çok çetrefil olaylar içinde oluştu...

Bir gün Olimpos'taki tanrılar, kendi aralarında bir düğün şöleni düzenlemişlerdi. Tanrılar tarihinde ilk kez Baştanrı Zeus; deli divane tutkun olduğu ayağı gümüş halhallı tanrıça güzel Tetis'i, ölümlü bir insan olan kral Peleus'la evlendiriyordu içi yana yana. Çünkü çok sevdiği bu tanrıçayla ilişkiye girerse, doğacak çocuk ileride kendi tahtına kurulacağı yollu bir duyum almıştı bir yerlerden. Böyle bir olasılığı düşünmek bile onu uykularından ediyordu. O yüzden Olimpos'taki sarayında düzenlediği bu düğün şöleninde, tanrıça Tetis'i bir dünyalıyla başgöz ediyordu.

Kesinlikle bir tatsızlık çıkaracağı bilindiği için çağrılmayan kavga tanrıçası Eris dışındaki bütün tanrı ve tanrıçalar, Zeus'un sarayında eğleniyorlardı. Eğlencenin tam ortasında tanrıça Eris, bu düğüne çağrılmamasının acısını çıkarmak için yapacağını yaptı! Baştanrı Zeus'un masasının üstüne havadan bir altın elma düşürüverdi! Masadaki Zeus'un karısı tanrıça Hera ve kızı Atena hemen elmayı kaptılar! Üzerinde; "Baştanrı Zeus bu altın elmayı tanrıçaların en güzeline sunsun!" diye bir yazı vardı. Zeus, zıpkın yemişçesine bir süre donakaldı! Öyle ya, karısı tanrıça Hera da, kızı Atena da kendilerini tartışmasız evren güzeli sayıyorlardı. Üstelik sonradan Olimpos'a gelen, ama güzelliğiyle gerçekten evreni büyüleyen tanrıça Afrodit de Zeus'un masasındaydı. Bu altın elmayı hangisine verebilirdi ki! Bir süre düşündükten sonra, bu belalı seçicilikten kurtulmak için üç tanrıça arasında bir güzellik yarışması düzenlenmesini önerdi. Bu öneri hemen kabul edildi ve Troya kralının oğlu prens Paris'in de seçici olması uygun görüldü. Ve tanrıçalar arasındaki bu ilk evrensel güzellik yarışması, prens Paris'in çobanlık yaptığı Kazdağları'nda düzenlenecekti.

Yarışmaya katılan bu üç tanrıçadan her biri, birinci seçilme karşılığında bir rüşvet önermek üzere gizli gizli Paris'in Kazdağları'ndaki çoban kulübesine gitti. Kulübeye ilk giden Zeus'un karısı tanrıça Hera, bütün Asya kıtasının imparatorluğunu sundu Paris'e rüşvet olarak. Ne var ki Paris öyle mal-mülk delisi değildi. Troya ülkesi, hem halka hem kendine çoktan yetip artıyordu... Daha sonra giden tanrıça Atena da, girdiği her savaşta bir başarı ve bütün dünyaya yayılacak ün ve şan önerdi... Paris bu rüşvete de gülüp geçti içinden, çünkü ülkesinin onu tanıması bile yeterliydi... Zaten oldum olası hiç sevmiyordu savaşları. En sonunda tanrıça Afrodit geldi kulübesine. Ve Paris, tanrıçayı görünce çarpılmışa döndü! Çünkü Afrodit'in yanındaki görünmeyen aşk tanrısı yaramaz Eros, elindeki yayla onun yüreğine aşk okları salıyordu durmadan... Tanrıça, çoban Paris'in önünde şal ve entarisini savuraraktan bir oyuna başlar gibi kırıttı; birkaç kez havada takla attı... Ve Paris'in başı döndü! Sonra da tanrıça Afrodit; "İşte, sana benim kadar alımlı olan Yunanistanlı güzel Helena'nın aşkını öneriyorum!" dedi usulca kulağına ve çekip gitti...

Bir süre sonra Kazdağları'nda, Baştanrı Zeus'un ve tekmil tanrıların huzurunda düzenlenen ilk evrensel güzellik yarışmasında Paris, tanrıça Afrodit'in tanrıçaların en güzeli olduğunu açıklayıverdi!.. Böylece evren güzeli seçilen Afrodit de, bir ara Yunanistan'a giden Paris'e verdiği sözü tutmak üzere Eros'u görevlendirdi. Eros da aşk okları gönderip Yunanistan'daki güzel Helena'yı Paris'e deli divane âşık etti... Ve Helena da apar topar Paris'le kaçıp Troya sarayına gelin geldi... Ne var ki bu olayın hemen ardından Yunanistanlı Başkral Agamemnon, güzel Helena'nın zorla kaçırıldığını öne sürdü. Bu konuda Baştanrı Zeus'la birkaç kez konuştuğunu söyledi. Ve Zeus'un kendisini Helena'nın namusunu temizlemekle görevlendirdiğini açıkladı. Bu nedene dayanaraktan kent krallıklarından topladığı ordularla, Troya surlarına dayandı... 


AGAMEMNON'LA AHİLLEUS BARIŞIRKEN


Troya surlarını aşamayan Agamemnon'un orduları, hem yaşamlarını sürdürebilmek için yiyecek içecek, hem de altın, kadın-kız türünden ganimetler talanlamak için çevredeki kentlere çapulculuk baskınları da düzenliyorlardı. Devşirip getirdikleri ganimetleri ve güzel kadınları, aslan payı Başkral Agamemnon'da kalmak üzere, bir tanrı elçisinin gözetiminde paylaşıyorlardı.

Bu paylaşımların birinde savaş ganimeti güzel Briseyis'i onur payı olarak Ahilleus'a sundular. Ahilleus da bu güzel köleyi çok sevdi; kendisine sevgili edindi. Ne var ki Başkral Agamemnon; bir süre sonra Briseyis'i kavga-dövüş alıp kendi çadırına götürdü. Bu olayı onuruna yediremeyen Ahilleus, Başkral'a küfürler yağdırdı uzun uzun. Sonra da; "Ben sırf sen hazineler, güzel kadın köleler derleyesin diye mi geldim buraya? Troyalılar bana ne kötülük etti de onlarla savaşacağım?!" deyip çadırına çekildi.

Çok kısa bir süre sonunda da Agamemnon, Ahilleus olmadan Troya savaşını kazanmanın olanaksızlığını çok iyi anladı. Bu yüzden de en sözü geçer elçiler yollayıp onu yeniden savaş alanına döndürmenin yollarını aramaya başladı. Ama Ahilleus nal diyor mıh demiyordu; artık savaşa katılmayacaktı! Ne var ki yıllar içinde Akhalı orduların Troyalılar önünde çok büyük bozgunlar yaşamaları üzerine, kendisine savaşa katılması için sürekli yalvaran bazı elçilerin hatırını kıramadı Ahilleus; kendi yerine can dostu Patroklos'u göndermeye razı oldu. Savaş alanına gönderirken de, tanrıların armağanı kendi özel silahlarıyla donattı onu...

Troya kralı iyi yürekli Priyamos'un oğlu komutan Hektor; Yunanlı komutan Ahilleus'un kendi yerine savaşa gönderdiği can dostu Patroklos'u daha ilk gün teke tek dövüşte öldürdü... Sonra da üstündeki Ahilleus'un armağan ettiği tanrı yapısı silahlara el koydu... Bunun üzerine anlatılmaz bir yasa ve öfkeye kapılan Ahilleus büyük bir hışımla can dostunun öcünü almak üzere savaşa katılmaya karar verdi. Ve hemen sahile inip Hektor'un el koyduğu Patroklos'un sırtındaki silahların yerine yeni silahlar yaptırması için deniz dibindeki sarayında oturan anası tanrıça Tetis'i çağırdı yanına ağlaya sızlaya.

Anası denizkızı Tetis de köpükler saça saça püskürüp geldi denizin dibinden... Durmadan hıçkıran Ahilleus, derdini zar zor anlatabildi anasına. Bunun üzerine Tetis, oğlu Ahilleus'a bir süre beklemesini; kendisinin yokluğunda kesinlikle savaşa katılmamasını öğütledi. Yeni silahlar dövdürmek üzere hemen havalandı ve hızla Olimpos'taki tanrılar ülkesine doğru bulutların arasında süzülüp gitti...

Silahları ve savaşları hiç sevmemesine karşın tanrıça güzel Tetis, güçlü silahlarla donatırsam oğlumun ölümünü belki de geciktirebilirim, diye düşünüyordu. Çok sevdiği demirci topal tanrı Hefaystos'un işliğine gitti doğruca... Bir zamanlar bu topal tanrının anası tanrıça Hera, diğer tanrıçalar topallığıyla alay ediyor diye, Olimpos'taki sarayının penceresinden yıldızlarla kaynaşan o büyük boşluğa fırlatıp atıvermişti onu! Hefaystos da yıldızlardan yıldızlara savrularaktan Ege denizine çakılmış, sulara gömülmüştü. Denizkızı tanrıça Tetis de denizin dibindeki sarayına yakın yerde onu yara bere içinde bulmuş; sonra da yıllarca analık etmişti ona. Yeraltındaki büyük demirci işliklerindeki demirci Tepegözlerin yanına çıraklığa da vermişti... Bir sanat öğrensin, öğrendiklerini de içinde yaşadığı bu dünyanın acılı insanlarına aktarsın, onların yaşamını güzelleştirsin diye...

Gerçekten de topal tanrı demirci Hefaystos, tanrıça Atena'yla birlikte bütün işçileri eğiten ve yönlendiren tanrılara dönüşeceklerdi... Tanrıça Atena kadınlara örgü örmeyi, kumaş dokumayı öğretecekti. Hefaystos da işçilere, madenlerden insanlığa en yararlı aletler üretme hünerini öğretecekti.

O yüzden demirci işliğinde demir döverken tanrı Hefaystos; iyi yürekli tanrıça Tetis'in kendine doğru geldiğini görünce elindeki çekici bıraktı hemen! Terli yüzünü, boynunu bir süngerle silip topallaya topallaya, doğruca yanına gitti. Büyük bir sevecenlikle sarıldı tanrıça Tetis'e ve onu can kulağıyla dinlemeye başladı. Durumu anlayan Hefaystos; "Oğlun Ahilleus için delinmez bir kalkan ve başka silahlar da döveceğim. Beni burada bekle..." dedi ve doğruca demirci işliğine döndü.

İşçilerin ve sanatçıların sadık tanrısı demirci topal Hefaystos, hemen hemen hiç silah üretmezdi demirci işliğinde... Yalnızca insanlara yararlı olacak aygıt ve otomatlar üretmekle ve bu konudaki bildiklerini, becerilerini sanatçılara aktarmakla geçirirdi zamanını.

Ne var ki bir ana olarak benimsediği tanrıça Tetis'i de kesinlikle kıramazdı... O yüzden döveceği silahlar konusunu biraz düşündü... Sonra da hiçbir mızrağın delemeyeceği, kat kat çelikten bir kalkan dövdü. Onun üstüne de ressamlara bile parmak ısırtacak renk renk desenler, resimler işlemeye başladı. Yeri göğü, tekmil denizleri yerleştirdi kalkanın üstüne. Gökyüzünde ateşböcekleri gibi kaynaşan yıldızları ve her gün orada koşmaktan yorulmayan güneşin atlarını da resimlemeyi unutmadı. Kalkanın sağ köşesine, kahramanlıkları ve özverileri karşısında tanrıların bile hayran olup ölümsüz yıldız takımlarına dönüştürdüğü kahramanların resimlerini çizdi maden uçlu kalemiyle... Kalkanın sol köşesine de, iki güzel kentteki insanların yaşamlarını betimleyen sahneler resimleyip dövdü... Bu kentlerden biri; şen şakrak düğünler, şölenler içindeydi... Çıra ışığında evlerinden alınıp ağır ağır gezdirilen gelinler vardı sokaklarda. Gitar, flüt sesleri eşliğinde, hasret yüklü kavuşma türküleri geliyordu dört bir yandan... Delikanlılar el ele tutuşmuş, ayaklarını yerlere vura vura oyunlar oynuyor, halaylar çekiyorlardı. Ve meydanın az ötesindeki genç kızlar da, süzgün bakışlı gözleriyle onları izliyor ve ellerini bir uyum içinde birbirine vura vura şaklatıyorlardı... Ama ikinci kentin surları önünde, birbirine hasım iki ordu pusuya yatmış, öylece bekliyordu... Erlerin silahları pırıl pırıl yanıyordu dolunayın altında. Bu iki hasım ordu; ya kentin varını yoğunu ikiye bölüp barışacaklar ya da içindeki masum çocuklarla, analarla, yaşlılarla birlikte baştan sona yıkıp yakacaklardı... Hefaystos'un hiç sevmediği savaş tanrısı Ares de, hemen savaşın başlaması için iki ordu arasında habire mekik dokuyor, onları kışkırtmaya çalışıyordu. Ama surların arkasındaki çoluk-çocuğun, yaşlıların tümü de olup bitenlerden habersizdi.

Hefaystos; elindeki kalkanın alt köşesine, iri iri salkımlarla, çeşit çeşit meyvelerle yüklü ve köylülerin dikip yetiştirdikleri, ürünlerini birlikte toplayıp bölüştükleri kocaman bir bağ yerleştirdi. Kara kara üzüm salkımları bile açık seçik görülüyordu kalkanın üstünde. Gümüş bir çitle çevrili bu bağın ortasında da tek bir yol vardı ta köye dek uzanan... Köyün genç kızları ve delikanlıları; bağbozumu başladığında, bu yolda şarkılar söyleyerekten yürüyorlar ve bahçeye geliyorlardı. Bahçede topladıkları bal gibi üzümleri kardeşçe bölüşmek üzere, köy meydanına sepet sepet omuzlarında taşıyorlardı. Omuzlarındaki üzüm dolu sepetlerle yürüyen bu şen şakrak gençler, insanlığın Altınçağını dillendiren ezgiler söylüyorlardı... Onların ortalarında da bir çocuk, elindeki sazla ve incecik sesiyle, arada bir türkü tutturuyor; büyüyünce gerçekleştirmek istediği savaşsız ve mutlu bir dünyadan söz ediyordu. Omuzları üzüm sepetli genç kızlar da çocuğun türküsü bitince, o andaki güzel birlikteliklerinden duydukları mutluluğu dillendiren yeni bir ezgiye başlıyorlardı... Sepetlerini meydana boşalttıktan sonra da kızlı erkekli bu gençler, el ele tutuşup oyunlar oynuyor, ıslık çala çala, gelecek yıl gene birlikte olacaklarını söylüyorlardı. Bu arada ayaklarını da habire uyuyan toprağa vuruyor, onu uyandırıp şölenlerine ortak ediyorlardı...

Hefaystos böyle böyle daha pek çok resimle birlikte, acılı dünyamızdaki insanların gerçekleştireceği mutlu yaşamları dillendiren iç içe görüntüler resimlemeyi de unutmadı... Ve kimsenin delemeyeceği bu kalkanı bitirdikten sonra, Ahilleus'un başını kulaklarına dek örtecek sağlam bir tolgayla iki dizlik ve tunçtan bir kargı dövdü örsün üstünde. Sonra da bütün bu dövdüklerini, doğruca ayağı gümüş halhallı tanrıça güzel Tetis'in yanına götürdü soluk soluğa...

Tanrıça Tetis de hemen bir ana gibi boynuna atıldı tanrı Hefaystos'un! Getirdiği silahları sevinçle aldı. Biraz hoş beş ettikten sonra tanrıça Tetis, bir zıplayışta ışıl ışıl yanıp sönen yıldızların içine attı kendini... Yıldızları okşaya okşaya ve süzülerekten, Troya'da onu dört gözle bekleyen oğlu Ahilleus'un yanına indi usulca... Ve Ahilleus da anasının getirdiği pırıl pırıl yanan silahları kuşanmaya başladı hemen... Kuşanır kuşanmaz, karşısındaki Kazdağları'nı bile sarsan ve oradaki kurtları kuşları titreten naralar atmaya başladı!.. Bu naraları duyan asker arkadaşları onun sesini hemen tanıdılar ve sevinçten başlarındaki tolgaları havaya atıp atıp kapıştılar... Ne var ki aynı sesi tanıyan hasım Troyalı askerlerin içlerini de, buz gibi soğuk bir korku kasırgası sardı aniden... Çünkü Ahilleus'un savaşa katılmadığı zaman içinde Troyalılar, Yunanistanlı Akhaları bozgun üstüne bozguna uğratmışlardı... Bu yüzden nice yiğitlerini yitirmişti Yunanlılar... Kalanların çoğu da yaralıydı. Hatta Başkral Agamemnon'un baldırını da Troyalı bir askerin fırlattığı tunç bir kargı yırtıp geçmişti!..

Naraları duyan Yunanlı askerler, Ahilleus'u karşılamak üzere sahilde apar topar toplanmaya başladılar. Başkral Agamemnon da koşaraktan geldi oraya. Tekmil Akhalar bir araya gelince, silahlarından ışıltılar saçan Ahilleus, oradaki bir kayanın üstüne çıkıp; "Ne dersin, Agamemnon, birbirimizin arasına öfke sokmakla iyi mi ettik?" diye bağıra bağıra konuşmaya başladı. "Sen benim sevdiğim ve onur payı olarak bana verilen Briseyis'i zorla elimden alıp barakana götürdün! Ben de artık savaştan çekildiğim için, düşman oklarıyla yerlere yıkılan nice askerimiz, toprağı dişleye dişleye yok olup gittiler... Ne gerek vardı bütün bunlara? Gelecek kuşaklar hep bunları anlatacaklar birbirlerine... Ama olanlar oldu... Ben artık bu öfkeme burada son veriyorum!.."

Ve Agammnon'a hemen savaşa başlayalım çağrısında bulundu. Ardından söz alan Agamemnon da, olup biten bütün bu üzücü olayların nedenini tanrılara bağladı... Baştanrı Zeus sırf kötülük olsun diye Çılgınlık denen öz kızı tanrıça Ate'yi onun başına salmış, bir süreliğine de olsa aklını başından aldırmıştı! İşte bu yüzden Briseyis'i saygısızca çadırına alıp götürmüştü... Artık bu saygısızlıktan çok pişman olduğunu açıkladı biraz ezile büzüle...

Savaşa katıldığı için daha önce sözünü ettiği armağanları eksiksiz çadırına göndereceğini söyledi. Sevgilisi Briseyis'i de geri vereceği gibi ayrıca başka köle kadınlar da sunacaktı ona... Ve bu arada Briseyis'in yatağına bir kez bile çıkmadığı konusunda Cehennem'in Stiks Irmağı üzerine ant üstüne ant içti!.. Bu sözlerinin ardından orada tören için hazır bekleyen semiz bir domuzun boğazını tunç bıçakla kesti hemen. Yere akan kandan bir parmak alıp hem kendi, hem de Ahilleus'un alnına sürdü...

Törenden sonra Akhalı askerler ve komutanlar dağıldılar. Bu arada Agamemnon sözünü ettiği armağanları Ahilleus'un çadırına gönderdi. Tabii bütün öfkelerin ve bunca kırımın nedeni olan ve zorla Ahilleus'un elinden aldığı Afrodit'e benzer güzel Briseyis'i de yolladı. Üstelik onun yanına beş güzel köle kız daha ekledi! Briseyis, Ahilleus'un çadırında Patroklos'un sivri tunçla delinmiş ölü bedenini görünce çığlıklar attı; üstüne kapandı. Sonra göğsünü, yüzünü yoldu; giysilerini paraladı çığlıklar ata ata... Yaktığı dokunaklı ağıtlar arasında, buraya köle olarak gelmeden önce başına gelenlerden söz etti yana yakıla... Troya'ya bağlı bir kentin kralı olan babasını, anasını ve üç erkek kardeşini bir yağma savaşı sırasında şimdi sevgilisi olan Ahilleus öldürmüştü. Üstelik kocasını da o yağma hengâmesinde ölü bulmuştu... İşte o acılar içinde kıvrandığı sırada, Ahilleus'un yanından ayırmadığı can dostu Patroklos onu avutmaya çalışmış; "Seni Ahilleus'un karısı yapacağım!" diye söz vermişti. Üstelik Briseyis'i gemilerle Ahilleus'un kral olduğu ülkeye alıp götüreceğini de söylemişti. "İşte sen beni hep böyle sözlerle avutmaya çalışıyordun, sevgili Patroklos!" dedi hıçkıra hıçkıra...

Güzel Briseyis böyle böyle Patroklos'un ölüsü başında yas tutarken, diğer beş köle kız da gözyaşları döküyordu sessiz sessiz... Bu gözyaşları görünüşte Patroklos içindi. Ama gerçekte her köle kız, kendi derdine ağlıyordu.

Çünkü onlar buraya getirilmeden önce çocuklarını, kocalarını, ana-babalarını, en yakınlarını yitirmişlerdi; evleri, barakaları ateşe verilmişti...


YUNANİSTANLI BÜYÜK AYAS


Troya savaşları sırasında Büyük Ayas (Aias); yarı-tanrı komutan Ahilleus'tan sonra en kahraman ve en güçlü savaşçı olarak tanıttı kendini. Hatta "Yunanlıların Kalesi" demeye bile başladılar ona! Zaten ondaki insanüstü gücü, Baştanrı Zeus bağışlamıştı ona!.. Yaygın söylenceye göre de bir zamanlar Ayas'ın babası Telamon, ünlü Herakles'e çok iyilikler etmişti. Bunun karşılığında da Herakles, babası Zeus'un bu aileye çok güçlü bir çocuk bağışlamasını dileyince Zeus da bu dileği kabul ettiğini belirten bir kartal uçurmuştu hemen havada! Bu yüzden Herakles de, Yunanca kartal demek olan "ayetos"tan türeme Ayas diye bir ad verilmesini önermişti doğacak çocuğa. İşte Troya savaşına on iki gemiyle katılan bu ünlü kartal kral Ayas, Yunanlı ordular nerede bir sıkıntıya düşerse hemen oraya yetişiyor ve bütün gücüyle vuruşuyordu!..

Yunanlı komutanların da gözleriyle gördüğü gibi, Troya yakınlarındaki bir kentten yağmalanan ganimetlerin paylaşımı sırasında Ahilleus'un payına düşen güzel Briseis'i Başkral Agamemnon, bir süre sonra zorla götürüp kendi barakasına kapattı! Buna haliyle kudurmuşçasına öfkelenen Ahilleus savaştan çekildi. Bu yüzden de anası tanrıça Tetis, Olimpos'a çıkıp Yunanlıların Troyalılar önünde sürekli yenilgiye uğramasını diledi Zeus'tan. Zeus da bir zamanlar deli divane sevdiği ve ilk gözağrısı olan ayağı gümüş halhallı tanrıça Tetis'in dileğini yerine getirmeye başladı... Artık sürekli yenilgiye uğrayan Başkral Agamemnon da, sözde yaptığına pişman olup sırf savaşa katılsın diye Ahilleus'a elçi üzerine elçi göndermeye başladı. Ama Ahilleus savaşa katılmayıp kendi yerine can dostu Patroklos'u gönderdi savaş alanına. Patroklos da Hektor'un kılıcıyla can verince, bu kez Büyük Ayas çıktı Troyalı Hektor'un karşısına... Gerçekten de yüreklilik yönünden birbirine denk olarak algılanan bu iki hasım kahraman, gene hasım orduların gözleri önünde teke tek vuruşmaya başladılar... Daha dövüşün başında Hektor'un fırlattığı ilk ok; Ayas'ın yedi kat deriden yapılmış ünlü kalkanının altı katını delip yedinci katında bükülüverdi! Bunun üzerine yerden kaptıkları kaya parçalarını birbirlerinin üstüne fırlata fırlata karşılıklı vuruştular akşama dek! Yenişemeyince de araya giren yaşlıların önerisiyle vuruşmaya son verdiler. İki hasım kahraman el sıkışıp birbirlerine armağanlar sundular. Hektor herkesin hayran olduğu en etkin kılıcını az önce kıyasıya vuruştuğu Ayas'ın eline tutuştururken; "İlerideki kuşaklar bizim nasıl vuruştuğumuzdan söz ederken sonunda dost olduğumuzu da unutmasınlar!" dedi ve gülümseyerekten askerlerinin arasına karıştı. Ayas da arkasından yetişip anasının armağanı ve yanından hiç ayırmadığı oyalı mendilini tutuşturdu az önce öldüresiye vuruştuğu Hektor'un eline!

Daha sonraları yarı-ölümsüz Ahilleus da savaşa katılmak zorunda kaldı. Ne var ki anası tanrıça Tetis; bu ilençli Troya savaşında oğlu Ahilleus'u yitireceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden "oğlum hemen vurulup ölmesin" diye ta Olimpos'a çıkıp işçilerin tanrısı demirci Hefaystos'tan bir kılıçla bir kalkan dövmesini istedi. İnsanlar arasındaki kavga-dövüşü sevmeyen iyi yürekli demirci Hefaystos da, sırf tanrıçanın hatırı için işliğinde dövdüğü kılıcın ve kalkanın üstüne, barışı ve onun dünyamıza getireceği huzuru simgeleyen olağanüstü sahneler işledi...

Bu tanrısal silahlarla savaşa katılan Ahilleus, gün gelip Paris'in fırlattığı okun gelip onun tek duyarlı yeri olan topuğunu delmesi sonucu yıkılıp düştü... Ahilleus'un cenaze töreninden sonra onun silahlarının kime verileceği konusu bir sorun oldu. Bunun üzerine Ahilleus'un anası tanrıça Tetis, onların en kahraman Yunanistanlı birine verilmesini istedi. Bu kahraman da haliyle Büyük Ayas'tan başkası olamazdı!. Ne var ki araya Başkral Agamemnon girdi. Odisseus'u çok seven tanrıça Atena girdi... Ve bu benzersiz silahları tutup Odisseus'a verdiler!..

İşte ondan sonra olanlar oldu... Büyük Ayas; kahramanlık onuruna hakaret edildiğini düşünüp büyük bir bunalıma girdi. Ve bir gece yatağından fırladığı gibi önüne çıkanı kılıçtan geçirmeye başladı! Daha sonra aklı başına gelince, bir koyun sürüsünü kesip biçtiğinin ayırdına vardı! Bu da onu büsbütün üzdü; utandırdı...

Birden savaş sırasında kıyasıya vuruştuğu can düşmanı Troyalı Hektor geldi gözlerinin önüne... O sözde hasım yiğit; savaşı bırakıp karşılıklı dost olmanın onuruna, en değerli kılıcını armağan etmişti ona!.. Ama şu anda da, Ahilleus'a bile hayır getirmeyen tanrı yapısı silahların neden ille de kendisine verilmesini istiyordu? Gerçekten de bu anlamsız tutkusundan utandı...


Öldürüp yerlere serdiği masum koyunlardan utandı! Kıydığı nice masum yiğitlerin ölürken attıkları çığlıklar yankılandı kulaklarında... Kendisi de utancından çığlıklar atmaya başladı...

Ve Büyük Ayas, Hektor'un armağan ettiği kılıcı tersinden toprağa sapladı hemen ve göğsünü delip geçecek şekilde, bütün hışmıyla kendini bu kılıcın üstüne attı...



KRALİÇE HEKABE'NİN EVLAT ACILARI


Kraliçe Hekabe, Troya sarayına gelin geldiğinde, kocası kral Priyamos'un otuz kadar çocuğu vardı... Kısacası kendinin doğurduğu yirmi çocukla birlikte elli çocuğa analık etmeye başladı... Zaten bu yüzden de Troyalılar ona Hekabe Ana diyorlar; hepsi de onu bir ana olarak benimsiyor, çok seviyorlardı... Troya halkı da, saraydaki Priyamos ailesi de savaşsız bir yaşamın bütün nimetleriyle mutlu mutlu, günlerini gün edip gidiyorlardı. Ne var ki güzel Hekabe'nin mutluluğu, son çocuğu Paris'e gebeyken gitgide çileli bir yazgıya dönüşmeye başladı...

Bir gece şişkin karnından alevlerle karışık kara kara dumanlar püskürdüğünü gördü düşünde. Dumanlar bütün Troya göklerini sardığı gibi, surları da aşıp ta güneşin doğduğu yerlere doğru savrula savrula çekilip gidiyordu... Uyandığında da yüreği zıpkın yemişçesine çırpınmaya başladı. Hiçbir anlam veremedi bu düşünde gördüğü ürkünç şeylere! Üstelik danıştığı saray bilicisi de hiç hayra yormadı bu düşü... Doğuracağı çocuğun ülkeye yıkımlar ve kırımlar yağdıracağını söylemekle yetindi. Gerçekten de kendi öz kızı bilici prenses Kassandra da aynı şekilde yorumladı bu düşü. O yüzden de çocuğunu doğurur doğurmaz Hekabe, kocası kral Priyamos'la birlikte onu Kazdağları'nda, ulu ağaçlar içindeki bir koruluğa bırakıp geldi. Bir dişi ayının bir süre sütüyle beslediği bu bebeği, daha sonra bir çoban alıp evine götürdü. Çoban ailesinin Paris adını verdiği bu bebek biraz serpilip büyüyünce de, binbir pınarlı Kazdağları'nda çobanlık etmeye başladı. Ne var ki Hekabe Ana'nın "artık kurtuldum" dediği acı yazgısı, aslında yavaş yavaş örülmeye başlıyordu...

Çünkü aradan daha çok zaman geçmemişti ki bir gün, Yunanistanlı güzel Helena, deli divane vurulduğu Paris'le birlikte Troya sarayına gelin olarak geldi. Bu yüzden de Yunanistanlı Başkral Agamemnon, kent krallıklarından derlediği en seçkin ordularla gelip Troya surlarına dayandı...

Troyalıların saldırgan Yunanistanlı ordulara karşı on yıl sürdürdüğü direniş savaşları sırasında nice Troyalı yiğitlerle birlikte, Hekabe'nin çocukları da, birer ikişer yıkılıp yıkılıp gittiler... Ama Hekabe Ana'yı yıkan en büyük acı, Troyalı direniş ordularının komutanı olan oğlu Hektor'un başına gelenlerdi...

Bütün Troyalıların bir tanrı gibi benimsediği komutan Hektor, aslında Yunanistanlı komutan yarı ölümsüz Ahilleus gibi ün ve servet için savaşmıyordu. Anadolu halklarına özgü barış içinde yaşama ve ürettiklerini kavgasız gürültüsüz bir sofrada bölüşme içgüdüsü yönlendiriyordu onun yaşamını... Bu düşüncelerle yaşayıp giden Hektor, Helena'nın namusunu temizlemeye gelen Başkral Agamemnon'un Yunanistanlı yağmacı ordularına karşı Troya'yı savunmak zorunda kaldı.

Savaşın son yıllarına doğru Hektor, savaşa katılmaya karar veren Ahilleus'un can dostu Patroklos'u öldürdü bir çatışmada. Bunun üzerine inanılmaz bir öfkeye kapılan Ahilleus da, anası tanrıça Tetis'in Olimpos'ta dövdürüp getirdiği tanrısal silahları kuşanıp Hektor'u aramaya başladı. Önüne gelen Troyalıyı yıkıp deviriyordu. Ama aslında öldürmeyi hedeflediği tek insan, can dostu Patroklos'u öldüren Troyalı komutan Hektor'du...

Artık tanrı Apollon'un da yardımıyla Ahilleus'tan kaçabilen Troyalı askerler tümden surlardan içeri girmiş; sur kapılarını da arkadan iyice demirlemişlerdi... Yalnızca Hektor kalmıştı surların dışında! Tanrılar da Olimpos'tan apar topar Kazdağları'na inmişler, baş başa kalan iki ünlü komutanı oradan izliyorlardı...

Olup bitenleri surların üstünden izleyen kral Priyamos ve karısı kraliçe Hekabe de; bir an önce oğulları Hektor'un surlardan içeri girmesi için ağlayıp dövünüyorlardı durmadan... Kraliçe Hekabe, sonunda kendini tutamayıp üstündeki gömleğini parçalayıp attı surlardan aşağı; memelerini kaldırdı havaya elleriyle; "Hektor, yavrucuğum, saygı göster bu memelere!" diye haykırmaya başladı:

Onları sana uzattığım günleri getir aklına!

Hani, unuturdun koynumda bütün dertlerini...

Anasıyla babasının bu gözyaşları ve çığlıkları Hektor'u ilgilendirmiyordu artık. Kalkanını duvara dayamış, elinde tuttuğu kılıcıyla öylece bekliyordu. Nice Troyalı direnişçileri kırıp geçiren, ovayı cesetlerle doldurup ırmakları kıpkızıl akıtan ve şimdi bütün hışmıyla üstüne doğru gelen biraz ötelerdeki Ahilleus'a kilitlenmişti gözleri. "Yuh olsun bana surlardan içeri girersem!" diye kendi kendine söylendi birden. "Nice askerlerimi kırıp geçirdi Ahilleus! En iyisi artık sonuna dek direnmek! Ya onu öldürür öyle girerim surlardan içeri ya da onun kılıcıyla ölürüm. Ama onurumla!.."

Gitgide daha da yaklaşıyordu Ahilleus... Hem ona bakıyordu Hektor, hem de içinden gürleyip gürleyip gelen yepyeni duygularla cebelleşiyordu soluk soluğa:

"Yoksa kalkanımı, kılıcımı, tolgamı surların önüne bırakıp dosdoğru çıksam mı karşına? 'Madem bu savaşın nedeni Helena; öyleyse alın Helena'yı! Helena'nın getirdiği çeyizleri de alın!' desem... 'Artık savaşa son verelim!' desem, acaba beni dinler mi?"

Ne var ki bu düşüncesini tam sindiremedi içine..."Acaba; 'biz nasıl olsa kardeş halklarız; gel, Troya'da nemiz var nemiz yoksa her şeyimizi kardeşçe bölüşelim... Üstelik Troyalı ihtiyarlara ant içireceğim; hiçbir şeyi saklamayacaklar. Hem malı-mülkü, hem de hazinelerimizi ikiye bölecekler... Gel artık yıllardır süren bu çirkin savaşa son verelim' desem, beni dinler, bana saygı gösterir mi?"

Bu düşünce tam gönlüne uygun düşer gibi olduğunda bir başka kuşku girdi içine: "Böyle olduğum gibi silahsız gidersem, azgın Ahilleus hemen üstüme çullanıp öldürmez mi beni?.." Bu içsel konuşmadan sonra; "Bir kızla bir delikanlının fiskos etmesi gibi böyle şeylerle oyalanmanın da sırası mı şimdi?" diye söylendi kendi kendine. "En iyisi tezelden kozumuzu paylaşmak! Bakalım Olimposlu Zeus kime bağışlar yengiyi?.."

Ahilleus daha da yakınlaşmıştı Hektor'a... Canhıraş bir öfke içinde, tanrı Hefaystos'un dövdüğü kalkanı ve tunçtan tolgasıyla, ışıklar içinde süzülerekten geliyordu Hektor'un üstüne... Onun kendine çok daha yaklaştığının ayırdına vardığında birden eli ayağı dolaştı Hektor'un; içi dışı titremeye başladı!.. Sonra da arkasına dönüp hızla koşmaya başladı... Ahilleus da takıldı ardına haliyle! Onu yakalayacağından emin, naralar atıyordu durmadan... Bir çaylağın ürkek bir kumruya saldırması gibiydi olup bitenler... Ürkek bir kumru gibi surları biraz uzaktan izleyerek uçarcasına koşuyordu Hektor. Çok geçmeden Küçük Menderes nehrinin iki kaynağının fışkırdığı yere ulaştı... İki pınar vardı orada. Bu pınarların birinden insanın ellerini donduran su akardı çocukluğunun o barış yıllarında!.. Ötekinden de hep buhar tüten sıcacık bir su... Pınarların çevresinde de büyük bir yunak vardı... Bir an oralara bir göz attı son hızla koşan Hektor; hepsi de yerli yerindeydi!.. Troya'nın genç güzel kızları, rengârenk çamaşırlarını, en güzel giysilerini yıkamaya gelirlerdi oraya... Delikanlılar da çamaşır yunma bahanesiyle gelen sevgilileriyle buluşurlardı... Bir prens olmasına karşın kılık değiştirip sık sık kendisi de gelirdi oraya... Halk çocuklarıyla yarenlik ederdi... Oyunlar oynarlar, arada o pınardan buz gibi sular içerler, sonra da birbirlerinin yüzlerine serperlerdi bu sudan. Birden büyük bir susuzluk duydu Hektor... Ağzı dili tutuşur gibi oldu birden! Ah böyle canhıraş koşmasaydı da, bir avuç su içebilseydi çocukluğunun bu barış çeşmesinden!.. Ama arkasında çılgın gibi koşan Ahilleus vardı...

Yalnızca her iki tarafın askerleri değil, bu dillere destan iki savaşçıyı; Kazdağları'na konuşlanmış tanrılar bile soluklarını tutmuş öylece izliyorlardı...

Surların üstünden durmadan bağıran anası Hekabe'yi haliyle artık duyamazdı Hektor. Çünkü talancılara karşı Troyalıların giriştiği bu direniş savaşının sonunda, bütün Anadolu halklarının özgürlüğü ve geleceği söz konusuydu. O yüzden Hektor kendini çoktan aşmış, binyıllar ötesine uzanmıştı... Artık kaçamazdı...

Zaten karşı karşıya gelmişlerdi... Tanrı Hefaystos'un sırf bu savaş için Olimpos'taki demirci işliğinde dövdüğü üstün silahlarla donanmış Ahilleus'a Hektor'un fırlattığı oklar, hasmına değer değmez hep geri geri sıçrıyordu... Ve Hektor, bedenine silah bile işlemeyen tanrıça oğlu Ahilleus'la vuruşa vuruşa can verdi... Ne var ki Ahilleus, Hektor'u öldürmekle yetinmedi; onun kan revan içindeki bedenini atlı arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürükleye sürükleye, Troya surlarının çevresinde tam dokuz kez dolandırdı!.. Bütün bunları Kazdağları'ndan izlemekte olan tanrı Apollon'la tanrıça Afrodit bile isyan ettiler. Hemen konuşlandıkları dağın doruklarından inip Hektor'un kan revan içindeki bedenine, güneşte kuruyup çatlamasın diye zeytinyağı ve yumuşatıcı merhemler sürdüler...


İşte bu ilençli savaşta hem oğullarının, hem de bütün Troyalı ve Yunanlı masum yiğitlerin kırılıp kırılıp gittiklerini gördü Hekabe Ana. Et-kemik olarak onların analarının yürekler yakan ağıtlarını duydu hücrelerinde... Ve kendisi de yiğit oğlu Hektor'un külleri savrulurken;


"Bak anana yavrum, talihsiz anana,

Senin acını göreyim, öldüğünü göreyim de,

Bundan böyle nasıl yaşayayım ben, nasıl?

Gece gündüz yüreğimin ışığıydın bu kentte,

Troyalı kadınların erkeklerin gücü ve desteğiydin.

Bir tanrı gibi selamlardı onlar seni,

Sen onların büyük şanıydın sağken

Ama yavrum, kaderle ölümün elindesin şimdi..." 

diye başlayan nice ağıtlar yaka yaka dövündü...



LAOKON VE TROYA ATI



Troya'daki Apollon tapınağının rahibi Laokon, babası gibi barışsever, insancıl ve olayları değerlendirme yönünden her zaman aklını kullanan gerçekçi biriydi. Babası Antenor, Troya kralı Priyamos'un yakın arkadaşı ve krallığın İhtiyarlar Kurulu'nun da hatırı sayılır etkin bir üyesiydi. Hatta herkesin sevgi ve saygı beslediği bu yaşlı Antenor; Troya savaşına sözde neden olan evlibarklı güzel Helena'nın Paris'le Yunanistan'dan kaçıp geldiğinde, bu olayı tatlıya bağlamak istemişti... Helena'yı geri almak için ta Yunanistan'dan elçi olarak gelen kocası kral Menelaos'la Odiseus'u, Anadolululara özgü içten bir konukseverlikle kendi evinde günlerce ağırlamıştı. Helena'nın ve getirdiği çeyizin geri verilmesi için birçok girişimlerde de bulunmuştu. Ne var ki güzel Helena'nın, Yunanistan'dan birlikte kaçıp geldiği Paris'ten başkasını görmüyordu gözü! İşte Antenor'un sonuçsuz da kalsa Helena'nın geri verilmesi için yaptığı insanca girişimleri ve konukseverliği, Yunanistanlı elçileri çok duygulandırmıştı. Bu elçiler Troya'dan elleri boş ayrılırken, Antenor'un kapısına bellenti olarak bir pars postu asmışlardı... Troya savaşı sonunda bütün ülke talan ve kıyıma uğradığında, bu bellenti yardımıyla Antenor ve ailesini, Yunanistanlı askerler esirgeyip koruyacaktı!..

Antenor'un oğlu insancıl ve gerçekçi Laokon da, dinsel bir görevle yükümlü olarak tanrı Apollon'un tapınağında bir rahip olarak çalışmasına karşın, tanrıların kapris ve dayatmalarına da sürekli karşı çıkardı. Babası gibi içinde yaşadığı dünyanın gerçekleriyle yaşamayı yeğlerdi. Örneğin tapınakta bir gece nöbeti sırasında, Apollon'un kutsal heykeli önünde, kesinkes yasak olmasına karşın karısıyla sevişti; karısı da daha sonra doğuracağı ikiz çocuklarına orada gebe kaldı. Bu yüzden de tanrı Apollon'un giderek şahlanacak kin ve öfkesini üzerine çekti... Ne var ki rahip Laokon'un işlediği günahlar, yalnızca bununla da sınırlı değildi! Tanrı dayatmalarını hep kulak ardı eden bu gerçekçi rahibin bir başka günahı daha vardı! Hem de savaş sonrasında sağ kalabilen Troyalılarca bile binbir pişmanlıkla anımsanacak bir günah!

Eğer halk, rahip Laokon'u o zaman dinleyip o ünlü tahta atın bir tanrı armağanı olmayıp bir tuzak olduğu uyarılarına kulak verseydi, Troya o ürkünç yakım ve kıyımlara uğramayacak; Anadolu binyıllar boyunca ardı ardına gelecek işgal ve talan dalgaları altında ezilmeyecekti...

Çünkü on yıl boyunca her türlü saldırıyı püskürten Troya halkı karşısında surları düşüremeyeceğini anlayan Yunanistanlı yağmacı ordular; tahtadan yaptıkları bir atı tuzak olarak kullandılar. Bu tahtadan dev atın içine de en seçme askerlerini yerleştirdiler ve onu Troya surlarının dışına bıraktılar. Gemilerini gözlerden ırak kuytulara sakladılar ve kendileri de bir yerlere sinip sözde gerisin geri dönüp gitmiş süsü verdiler. Sonra da casuslar aracılığıyla bu tahta atın tanrılarca Troya halkına kazandığı yenginin bir armağanı olarak gönderildiği safsatasını yaydılar. Troyalılar da kazandıklarını sandıkları direniş savaşının coşkusu içinde, bu yalana dört elle sarıldılar. Bir teşekkür olarak denizler tanrısı Poseydon'a on bir boğa kurban etmeye karar verdiler. Ve geleneklere uygun olarak, bu boğaları kurban etme görevi rahip Laokon'a düşüyordu...

İşte kurban kesme görevini yerine getirmek üzere deniz kıyısındaki sunağa gelmezden bir gün önce Laokon; tahta atı yetkililerin ve halkın önünde uzun uzun inceledi; kargısıyla karnını, sağını solunu iyice yokladı... Sonunda atın karnının oyuk olduğunu, bunun bir tanrı armağanı olamayacağını söyledi yetkililere... Hatta daha ileri giderek, bunun saldırgan Yunanlılarca kurulmuş bir tuzak olduğunu, bu yüzden de surlardan içeri alınmaması gerektiğini öne sürdü. Yetkililer rahip Laokon'a inanmadı. Hatta onu tanrılara meydan okuyan bir günahkâr olmakla ve dinsizlikle suçladılar! Bu yüzden Laokon'un uyarıları, özellikle yetkililerin kör bilincinden yalnızca bir tepki olarak yankılandı...

Bu olaydan bir gün sonra Laokon, görevi gereği on bir boğayı kurban etmek üzere ikiz oğullarıyla birlikte sahile yakın sunağa geldi. Halk da tanrılara adadıkları boğaların kurban edilişini doyasıya seyretmek için sabırsızlanıyordu. Laokon, boğalardan birini tam kurban etmek üzereyken denizden dev boyutlu iki azman yılan çıkageldi. Yılanlar, ikiz delikanlıları boğmak üzere, onların bedenlerine sarmal sarmal dolandı. Laokon, çocuklarını kurtarmak için bu beklenmedik canavarlara canhıraş saldırdı kılıcıyla; ama kendisi de onların sarmalına girip çocuklarıyla can verdi... Olayı dehşetle izleyen halk Laokon'un ölümünü; tanrıların armağanı olan tahta atı küçümsemesinden ve onun surlardan içeri alınmasını istememesinden kaynaklanan bir ceza olarak yorumladı... Oysa yılanlar, tanrı Apollon'un gönderisiydi: Çünkü Apollon, bir zamanlar tapınağında karısıyla sevişen Laokon'a ve bu olay sonrası doğan ikiz çocuklara karşı duyduğu kin yüzünden o yılanları gönderip onları boğdurmuştu! Bu gerçeği bilmeyen halk ve yetkililer, doğruca surların dışında bekleyen ve büyük bir kutsallık kazanan tahta atın yanına gittiler. Kocaman tahta at; tanrılardan binbir özür dilenerek büyük bir özenle surlardan içeri alındı... Bütün gece Troyalılar yediler, içtiler, eğlendiler...

Ve sabaha karşı tahta atın oyuk karnından yılanlar gibi sağıla sağıla çıkan asker ve komutanlar; surların dışında pusuya yatmış orduların kente girip Troya'yı talanlamaları ve yakıp yıkmaları için, sur kapılarını ardına dek açtılar...



TROYALI PRENSES KASSANDRA


Troya kralı iyi yürekli Priyamos'la karısı kraliçe Hekabe; tanrı Apollon adına düzenledikleri bir şenlik sonunda bebekleri Kassandra'yla (Kassandra) ikizi Helenos'u her nasılsa tapınakta unutup gittiler... Akılları başlarına gelip de apar topar geri döndüklerinde, uykudaki bebeklerin gözlerini kulaklarını yalayan iki azman yılan gördüler. Bebekleri uzun uzun yalayan yılanlar, onların duyma ve ileri görme yetilerini bu yolla son derece güçlendirip keskinleştirmişti. Bu yüzden de büyüdüklerinde, kimsenin önceden göremediği ve sonucunu algılayamadığı olayları ve gerçekleri, daha başından duyabilme ve anlayabilme yetisini kazanmışlardı...

Gene genç kızlığında prenses Kassandra, yalnız başına tanrı Apollon'un tapınağına geldiği bir gün, Apollon ona aniden vuruldu ve dile gelip duygularını da açık açık söyledi... Doğrusu ya prenses de, ozan olduğunu ve çok iyi lir çaldığını bildiği bu yakışıklı tanrıya ilgisiz kalmadı!.. Artık yalnız başına ve kimselerin olmadığı zamanlarda tapınağa gelip gitmeye başladı. Ne var ki tanrı Apollon; çok daha ileri gidip Kassandra'ya aşkına yanıt vermesi karşılığında, "ileriyi görme ve olacakları önceden haber verebilme" yetisini bağışlayacağını, böylece bir çeşit tanrısal etkinlik kazanacağını söyledi... Aklını kullandığı sürece bilicilik yönünden kendisini zaten yetkili gören Kassandra; tanrının bu önerisine iş olsun gibilerden olur dedi ve Apollon da ona bilicilik yetisini bağışladı. Ne var ki Kassandra; bu yeteneği elde etmenin bedeli olan aşkını verme sözünü tutmadı... Çünkü zaten bilici olduğu için tanrı Apollon ona fazladan bir şey vermiş olmuyordu! Kassandra bunu açık açık Apollon'un yüzüne karşı da söyledi... Bir ölümlü kadının buncasına açık ve isyancı tutumuna çok öfkelenen Apollon, tutup ağzına tükürdü güzel Kassandra'nın! Bu yüzden Kassandra o olağanüstü geleceği bilme yetisini yitirmedi yitirmemesine, ama bütün öngördüğü şeyleri açıkladığında, kimseler onu dinlemez oldu. İleride yaşanacak kötü şeyleri nice yırtına yırtına anlatmaya çalışsa da, karşısındakilerin hep sağır duvarlarına çarpmaya başladı artık bütün öngörüleri. Bunlardan en yıkımcıl olanı da Paris'le evlenen güzel Helena konusundaki görüşleriydi... Kardeşi Paris'in daha yeni doğduğu günlerde sarayın bilicisi, bu çocuğun gün gelip Troya'nın ve halkının başına nice yakımlar yıkımlar getireceği uzgörüsünde bulunmuştu. Bunun üzerine anası kraliçe Hekabe de bu bebeği Kazdağları'na götürüp orada yaşayan çobanların, geyiklerin, kurtların, kuşların insafına bırakıp gelmişti... Bu yüzden Paris, Kazdağları'nda geçirmişti çocukluğunu ve ilk gençliğini. Delikanlı olunca da gezmek için gittiği Yunanistan'da, tanrıça Afrodit'in aracılığıyla kendine âşık ettiği Yunanistanlı güzel Helena'yla Troya'ya dönmek istediği haberini saldı. Bu kez kız kardeşi Kassandra, Helena'nın saraya alınmamasını istedi... Çünkü onun hem saraya, hem de Troya'ya yıkımlar ve yakımlar getireceğini söyledi yeniden. Ama kimseler kulak asmadı uyarılarına!.. Haliyle Paris'le Helena da gelip Troya sarayına yerleştiler...

Ama gene de Kassandra, Troya'yı bekleyen kötülükleri önleyebilmek için rahip Laokon'la birlikte krallığın en etkin kişilerini de yanına alarak, Helena'nın geri verilmesi konusunda sayısız girişimlerde bulundu. Ama kimselere sözünü geçiremedi!. Ne var ki hem kendinin hem başkalarının başına geleceğini sezinlediği bütün yıkımlar, zaman içinde bir bir gerçekleşti. Örneğin Hektor'un da Paris'in de o uğursuz Troya savaşında öldürüleceklerini söylemişti; uzgörüleri bir bir gerçekleşti...


Gene savaşın onuncu yılında da, kesinlikle surlardan içeri alınmamasını önerdiği ama gene de kente büyük törenlerle alınan içi asker dolu tahta at, Troya'nın sonunu getirdi! Geceleyin atın karnından çıkan askerler, ülkeyi içeriden ele geçirdiler. Böylece Yunanistan'dan gelen yağmacı ordular; bir yandan krallığın hazinelerini yağmalarken öte yandan güzel genç kızları, kadınları köle ve kuma olacak şekilde derleyip toparlamaya başladılar. Bu hengâmede Kassandra da, ardısıra koşarak gelen Yunanlı Ayas'ın elinden kurtulabilmek için tanrıça Atena'nın tapınağına sığındı. Bu kez tapınağa giren Ayas'ın eline düşmemek için tanrıçanın mermer bedenine sıkı sıkıya sarıldı. Ama gözü dönmüş Ayas onu zorla heykelden sıyırıp aldı; hemen orada kirletti! Tanrıça Atena'nın heykeli bile, olup bitenleri görmemek için, başını başka yöne çevirdi! Ne var ki savaş süresince hep Yunanlıların tarafını tutmuş olan Atena, daha sonra bunun öcünü yaman alacaktı onlardan...

Diğer güzel kadın tutsaklarla birlikte gemilere doldurulurken Kassandra, Yunanistanlı Başkral Agamemnon'un çok ilgisini çekti. Uzun süre bakışlarını ayıramadı. Artık bu soylu Troyalı prensesin güzelliğine vurulan Başkral, en değerli savaş ganimeti olarak onu Mükene'deki karısı Klütaymestra'ya kuma ve köle olarak götürmeye karar verdi...

Kısa sürede talan edilmiş hazineler ve güzel kadınlarla genç kızlarla tıkabasa doldurulan gemiler, tanrıların yalan rüzgârlarıyla şişine şişine Yunanistan'a doğru geri dönerken Kassandra; saraya vardıklarında başlarına gelecekleri bir bir anlattı Başkral Agamemnon'a. "Saraya varır varmaz karın Klütaymestra ikimizi de öldürecek!" dedi.

Agamemnon da güzel kölesi Kassandra'nın bu uzgörülerine kahkahalarıyla yanıt verdi.

Çünkü bu talan savaşını kazanmak uğruna her şeyi yapabileceğini kanıtlamak için nice özverilerde bulunmuştu Başkral! Örneğin öz kızı masum İfigeneya'yı bile karısı Klütaymestra'nın ve de orduların gözleri önünde, hem de kendi elleriyle tanrıça Artemis'e kurban etmişti! Gerçi namus temizleme amacıyla başlattığı bu ilk kıtalararası savaş sonunda, savaşın nedeni güzel Helena'yı Troya'da unutmuştu unutmasına, önemli değildi. Çünkü bundan böyle dünya imparatoruydu artık! Ve tanrılarla içli dışlıydı... Ne var ki binyıllar süresince dünya halklarının bile göremeyeceği bir gerçeği; yani bu savaşın bir yağma savaşı olduğu gerçeğini, Mükene sarayında oturan karısı Klütaymestra çok iyi görmüştü... O yüzden Kassandra'nın uzgörüde bulunduğu gibi, saraya vardıkları gün kraliçe Klütaymestra; kanına girdiği öz kızı İfigeneya'nın ve bütün Yunanistanlı, Troyalı nice masum yiğitlerin öcünü almak üzere, yıllardır kiniyle bilediği hançerini, kocası Agamemnon'un sırtına, ardı ardına sapladı... 




Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

SOKULLU MEHMED PAŞA'NIN AVRUPA SİYASETİ

 



SOKULLU'NUN SADRAZAMLIĞI


Sokullu Mehmed Paşa; Kanuniden sonra meydana gelen siyasi boşluğu doldurarak, devleti, başta batı dünyası olmak üzere her zeminde başarıyla temsil eden, Osmanlı Devleti'nin en büyük veziriydi. Gerçekten de Bosna'nın Sokoliç kasabasında dünyaya gelen Bayo'nun; devrin en büyük devletinin en tanınmış ve muktedir sadrazamı olacağı, rüyaların konusu arasında bile yer almayacak bir hadiseydi.

Sokullu Mehmed Paşa, Bosna kökenli bir hıristiyan çocuğu iken; devşirme yoluyla Osmanlı sarayına getirilmiş, Enderun saray okulunda parlak zekasıyla eğitimini başarıyla tamamlayarak devlet kademelerinde yükselmiş çok önemli bir şahsiyettir. Başta Kanuni'nin son iki yılı. ardından tahta çıkan II.Selim ve lll. Murad devrinde sadrazamlık vazifesini üstlenmiş ve dünya gündemini belirleyen siyaseti, ileri görüşlülüğü ve projeleriyle adından söz ettirmişti.

Devrin kuralları gereği; devşirme yoluyla İstanbul'a getirilen hıristiyan çocukları, ciddi bir İslam terbiyesinden geçirilip, kabiliyetlerine göre saray hizmetlerinde, Yeniçeri Ocağı'nda veya seçkin yöneticilerin çıktığı Enderun saray okulunda yetiştirilirdi. Küçük Mehmed de bir süre Edirne sarayında kaldıktan sonra İstanbul'a getirilir. Sarayda yaptığı hizmetlerde tebarüz eden Mehmed (Sokullu) Padişah'tan da takdir görür. Silahtarlık ve Sancakbeyliği unvanıyla devlet kademelerinde yükselişini sürdürür. Barbaros'un vefatı üzerine Kaptan-ı Deryalığa getirilen Mehmed Paşa, Kanuninin güvenini kazanarak üçüncü vezir olur ve Divan'a dahil olur. Rumeli Beylerbeyi iken, fetihlerde önemli katkıları olur. Kanuni'nin oğulları Şehzade Selim ve Şehzade Bayezid arasındaki çatışmada, Selimin mücadeleyi kazanmasında aktif rol oynar. Ve nihayet Sadrazam Semiz Ali Paşa'nın Haziran 1565 yılında vefatıyla, yaklaşık 50 yıl boyunca imparatorluğun en etkili kişisi olacağı sadrazamlık makamına getirilir.

Sokullu Mehmed Paşa; ilk olarak Padişah'ın son seferine, Zigetvar'ın fethine iştirak eder. Padişah'ın vefatını, üç hafta boyunca saklayarak ordunun moralinin bozulmasını önler. Öte yandan aldığı önlemlerle II. Selim'in tahta çıkışına kadar oluşabilecek karmaşanın önüne geçer. Böylece daima büyük sancılar oluşturmuş olan taht değişikliğini suhuletle gerçekleştirmesi, II. Selim'in güvenine yol açar ve sadrazamlık görevine devam eder.

II. Selim; zirveden dönüşün ilk işaretlerini veren padişah olarak, saraya çekilmiş; gölgede kalmayı tercih ederek, devlet idaresini Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Şeyhülislam Ebussuud ve Nişancı Celalzade Mustafa olmak üzere devlet adamlarına bırakmıştır. Böylece siyasetin dizginleri fiilen Sokullu Mehmed Paşa'nın eline geçmiş oldu.

Sokullu Mehmed Paşa; devlet yönetiminde dengeli ve barış yanlısı politikalar takip ederek Kanuni döneminde yorulan Osmanlı ordusunu dinlendirmek istemiş, ancak zamanı geldiğinde de askeri hareketlerden çekinmemiştir. Nitekim Zigetvar Seferi'nden sonra Avusturya'ya yönelik askeri hareketlilik durmamış, birçok kalenin Osmanlılar tarafından elde edilmesi üzerine Avusturya Kralı bir kere daha Türklerle barış tazelemek zorunda kalmıştı. Sokullu; iki devlet arasında yapılan barış müzakerelerinde etkili olmuş, isteklerini büyük ölçüde kabul ettirmişti. Tazelenen antlaşmaya göre; Avusturya eskiden olduğu gibi yıllık 30.000 Macar altını verecek ve mevcut sınırlara riayet edecekti. Ayrıca suçlular, iki ülke arasında karşılıklı iade edilecek; Avusturya İstanbul’da daimi elçi bulundurabilecekti.


KIBRIS'IN FETHİ (1571)


Kıbrıs'ın alınışı; Sokullu'nun gölgesinde kalmış olan II. Selim döneminin en önemli olayları arasında yer almıştır. Öteden beri Kıbrıs; Doğu Akdeniz'de stratejik konumundan dolayı, bölgede söz sahibi olan Osmanlı'nın ilgi alanında bulunmaktaydı. Mısır ve Suriye'yi yöneten imparatorluğun; deniz ulaşımındaki zorlukları aşması, Doğu Akdeniz'in ticaret yollarını denetim altında tutması, ancak bu adanın alınmasıyla mümkün olacaktı. Üstelik adanın mutlaka fethini gerektiren başka bir sebep de hıristiyan korsanlarının faaliyetleriydi. Başta Venedik korsanları olmak üzere, Sicilya, Malta ve Girit korsanları; Kıbrıs'ta üsleniyor, bölgeden geçmek zorunda kalan Müslümanlara ait ticaret gemilerine ve hacıları taşıyan gemilere saldırıyordu. Ancak tüm bu şartlara rağmen, adanın Müslümanların eline geçmesinin doğuracağı şartların iyi hesap edilmesi gerekmekteydi. Nitekim bazı devlet adamları; yeni bir haçlı ittifakının oluşmaması için, barışı bozacak maceralara girişilmemesinin, bazıları da ne pahasına olursa olsun fetih siyasetinin sürdürülmesinin doğru olacağını savunuyordu.

Sokullu; bu seferi, hıristiyan dünyasının tepkisinin şiddetli olacağı, haçlıların birleşerek Osmanlı'ya yeni gaileler açacağı endişesiyle gereksiz bulmaktaydı. O, Avusturya ile bir türlü sona erdirilemeyen sınır problemleri, Yemende devam eden karışıklıklar yüzünden; adanın fethinin daha uygun bir zamana bırakılmasını savunuyordu. Nihayet Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Hz. Peygamber'in süt teyzesinin şehid olarak orada yatıyor olması ve geçmişte bir İslam toprağı olması durumunu da gerekçelerin arasına katarak, Kıbrıs'ın alınması için fetva verdi.

Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs için hazırlıklarını öğrenen Papa; hıristiyan devletlerinden ispanya, Venedik ve Malta kuvvetlerini birlikte hareket etmeye davet ederek, adanın Müslümanların eline geçmesini önlemek istedi. Osmanlılara karşı hazırlanan müttefik donanması, 200 parça gemiden 1300 top ve 16 bin askerden oluşmuştu. Haçlılar, Girit'in Suda limanında birleşerek hareket etme kararı almıştı. Ancak Venedik donanması Suda'ya zamanında gelmesine rağmen, diğer kuvvetler gecikmişti. Müttefiklerin bir araya gelmesi Ağustos ayına kadar sarkınca, Osmanlı kuvvetlerinin Kıbrıs'a çıkarma yapmalarının önünde büyük bir engel kalmadı.

Kıbrıs'ın fethi için Lala Mustafa Paşa görevlendirilmiş, donanma serdarlığına ise Piyale Paşa getirilmişti. Osmanlılar; Nisan ayında başlayan seferin ardından, Temmuz ayında Tuzla bölgesinden adaya asker çıkarmayı başardı. Savaşa iştirak eden Anadolu askerleri, Fenike limanından gemilerle adaya taşındı. Bazı stratejik kalelerin alınmasının ardından, Girne teslim oldu. Lefkoşa'nın alınması ise, oldukça sıkıntılı süreçlerin ardından gerçekleşti. 250 topla savunulan şehir, taş tabyalar ve istihkamlarla aşılması güç bir konumdaydı. Nihayet şiddetli top atışları, lağımlar kazılarak kale duvarlarının yıpratılması, etkisini göstermiş; elli gün süren direnişi sona erdirmişti. Direnişini beyhude bir biçimde sürdürmek isteyen Lefkoşa Valisi de öldürüldü. Şehrin ele geçirilişinin ardından bazı kiliseler, camiye dönüştürüldü. Bu fethin ardından Baf ve Limasol şehirleri de teslim oldu. Ancak askeri bir Venedik karargahı konumundaki Magosa şehri, şiddetli kuşatmalara rağmen direnişini sürdürmekteydi. Venedikliler bu merkezden, tüm adayı kontrol altında bulunduruyordu. Şehir, sağlam surlarla çevrili olduğu gibi, deniz yoluyla da yardım almaktaydı. Kuşatmanın şiddetlendiği bir sırada Venedikliler kazdıkları lağımı patlatarak kendi askerleriyle birlikte, üç bin Osmanlı askerini şehid ettiler. Kuşatma uzuyor ve Osmanlı baskısı artıyordu. Nihayet daha fazla direnemeyeceklerini anlayan Venedikliler, vire ile (anlaşarak) Magosa Kalesi'ni teslim ettiler. Böylece Kıbrıs'ın fethi tamamlanmış oldu. Yapılan antlaşmaya göre; kaleyi savunanlar silah ve eşyalarıyla Girite gidecek; Magosa halkından da isteyen, mallarıyla adayı terk edebilecekti.

Fetihten sonra öncelikle Kıbrıs'ta yeni bir yapılanmaya gidilerek Kıbrıs Beylerbeyliği oluşturuldu. Muzaffer Paşa'nın yönetimine verilen Kıbrıs Beylerbeyliğine; Magosa, Girne, Baf dışında Anadoludan İçel, Tarsus ve Sis sancakları bağlandı. Sultan II. Selim yayınladığı bir fermanla, Anadolu'dan birçok ailenin adaya tehcirini sağladı. Adanın tahriri yapıldıktan sonra buraya Konya, Karaman, Niğde ve Kayseri’den Türk nüfus nakledilerek Kıbrıs'ın üçte birinin Müslüman olması sağlandı. Issızlaşan ve iktisadi yönden geri kalmış ada, şenlendirildi. Adada yaşayan Ortodokslara geniş dini ve sosyal özgürlükler tanındı ve kiliseleri müstakil bir statüye kavuşturuldu. Esasen adada bulunan Rum Ortodokslar da Katolik Venedik yönetiminden hiç memnun değillerdi.

Kıbrıs bu tarihten, 1878 yılına kadar doğrudan Osmanlı yönetiminde kaldı. Adada Osmanlı döneminde cemaatler arasında son derece hoşgörülü bir ilişki ve barış ortamı mevcuttu. 1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Osmanlı Devleti; siyasi yalnızlığını aşmak, ekonomik sıkıntılarını hafifletmek adına Kıbrıs'ın yönetimini geçici olarak İngiltere'ye bırakmak zorunda kaldı. Nihayet 1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı'nda İngilizler adayı ilhak ederek Osmanlı idaresine kesin olarak son verdi. Oysa Kıbrıs, her açıdan Türklerin ilgi alanında stratejik bir yerdi. İlk İslam fetihleriyle adada var olan İslam kültür ve medeniyetinin izleri, Anadolu insanının Kıbrıs'a olan bağını daima güçlü tutmuştu. Adada ilk İslam fetihleri sırasında şehid düşmüş Ümmü Haram adına Osmanlılar fetihten bir müddet sonra türbe oluşturmuş ve ilk fetihlerin ruhu daima canlı tutulmuştur.

Osmanlı deniz kuvvetleri, 1914 yılına kadar Kıbrıs açıklarında seyir halindeyken Larnaka önlerine gelindiğinde Peygamberimiz'in süt teyzesi Hala Sultan adına bayrakları yarıya indirir ve top atışlarıyla Kıbrıs'ta ilk fetih yıllarında şehid olmuş Hala Sultan Ümmü Haram'a bağlılık ve hürmetlerini arz ederdi. Esasen bu bağlılık, İslam geleneklerine göre Peygamber'e ve O'nun yoluna bağlılığın nişanesi olan bir tavırdı ve fetih ruhunun temelini oluşturmaktaydı.


İNEBAHTI BOZGUNU (1571) ve DONANMANIN SÜRATLE YENİLENİŞİ


İnebahtı; Kıbrıs zaferinden sonra meydana gelen ve Osmanlı deniz tarihinde yenilgiyle sonuçlanarak, donanma kaybedilen ilk büyük savaştır.

İnebahtı, Yunanistan'da Korint körfezinin kuzey sahilinde ve Patras şehrinin karşısında yer alır. Kıbrıs'ın Osmanlı hakimiyetine girmesi; başta Venedik olmak üzere bütün Avrupa'da büyük şaşkınlık, heyecan ve endişe meydana getirmişti. Papa V. Pius tarafından oluşturulan haçlı ittifakı; Venedik ve İspanyanın liderliğinde, Kıbrıs adasını geri almak için harekete geçmişti. Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti'ni muhtemel bir deniz savaşı için gerekli hazırlığı yapmaya sevk etti. Bu harp için gerekli olan kürekçi ve askerlerin tedarikini bildirir emirler çeşitli kadılıklara gönderildi. Hatta kadılıklara gönderilen fermanlarda, gerekli asker bulunamaz ise bu askerlerin gayrimüslimlerden tamamlanması talep ediliyordu.

Hazırlıklarını tamamlayan Osmanlı donanması, Venedik ve haçlı kuvvetlerine karşı gözdağı vermek amacıyla Adriyatik kıyılarına açıldı ve bazı önemli kaleleri zaptetti. Venedik'te paniğe yol açan bu sefer ve kuzeye ilerleyiş, kışın yaklaşması sebebiyle durduruldu. Donanma geri dönmek zorunda kaldı. Bu geri dönüş esnasında İnebahtı'ya gelen Osmanlı donanması, Ekim 1571de Kutsal İttifak donanmasının taarruzuna uğrayarak büyük bir bozguna uğradı. Savaşta her ne kadar iki taraftan önemli kayıplar verilmişse de, Osmanlı donanmasının bu baskında yok edilmesi şok edici bir mağlubiyetti. Haçlılar içinse, İnebahtı Savaşı büyük bir zafer olarak tarihte yerini almıştır. Nitekim Fernand Braudel, «Akdeniz ve Akdeniz Dünyası» isimli kitabında Preveze Deniz Savaşı'nı birkaç satırda geçerken İnebahtı Deniz Savaşı'na otuz sayfa yer ayırarak hıristiyanlar açısından bu zaferin önemini vurgulamıştır.


Donanmanın feci bir baskına uğraması ve ağır darbelerle büyük kayıplar vermesine rağmen Uluç Ali Paşa; donanmanın sağ cenahından Malta Şövalyelerine ait gemilere karşı yarma hareketinde bulunarak, düşman gemilerine büyük zararlar vermişti. Böylece filosunu bölgeden çıkarmayı başaran Uluç Ali Paşa, Padişah tarafından ismi Kılıç'a dönüştürülerek kaptan-ı derya makamına getirilmiştir.

Büyük donanmaların karşılaştığı bu son deniz savaşı; hıristiyanlar açısından büyük bir zafer olmasına rağmen, kalıcı bir niteliğe dönüşememiş, Akdenizde Osmanlı deniz hakimiyetini sarsması ve geriletmesine rağmen ortadan kaldıramamıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri Osmanlı Devleti'nin, donanmasını süratle yenilemesi olmuştur. Nitekim 4 ay gibi kısa bir süre içerisinde 134 parça kadırga hazırlanarak denize indirilmiş ve İnebahtı yenilgisinin izleri silinmek istenmiştir.

Bu beklenmedik gelişme, hıristiyan dünyasında şaşkınlık uyandırmış ve Venedik Devleti bu gelişmenin ardından Osmanlı Devleti'yle yeni bir anlaşmayı imzalayarak Kıbrıs'ın Osmanlı Devleti'ne ait olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu anlaşmaya göre Venedik, Kıbrıs Seferi'nin tazminatı olarak 300 bin düka altınını üç senede ödemeyi taahhüt ediyor, ayrıca elinde tuttuğu Zanta Adası için 1500 düka altın vergi vermeyi ve Sopata Kalesi'ni terk etmeyi kabul ediyordu.

Buna karşılık Osmanlı Devleti de Kanuni devrinde yapılan anlaşmaları tekrar onaylayarak Venediklilere Akdeniz ve Karadenizde hareket imkanı sağlıyordu. Tarihçi Hammer'e; "lnebahtıda kazanan Türkler oldu." dedirtecek kadar önemli bu barış antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti, Batı Akdenizde daha rahat hareket edebilme fırsatı yakalamıştı.

Tunus hakimiyeti yüzünden İspanyollarla yapılan mücadele, Osmanlıların lehine dönüşmüş ve Tunus, Sokullu Mehmed Paşa zamanında Osmanlı hakimiyetine girmiştir.



MÜSLÜMAN TOPLULUKLARA YARDIM TEŞEBBÜSLERİNİN AKİM KALMASI


Sokullu Mehmed Paşanın etkili olduğu II. Selim döneminde Sumatra Adası ve Malaka Yarımadası'nın bulunduğu bölgede hüküm süren Açe Sultanlığı, Portekizlilere karşı Osmanlılardan yardım istedi. Ancak yardım talebine olumlu cevaplar verilmesine, bölgedeki Osmanlı kuvvetlerine yardım için talimat gönderilmesine rağmen; çıkan Yemen isyanı, hazırlanan filonun yola çıkmasını engelledi.

Öte yandan 1492 yılından beri İspanyada kalan Müslümanların durumları her geçen gün daha da kötüye gitmekte, zorla hıristiyanlaştırma faaliyetleri artarak devam etmekteydi. Ancak her şeye rağmen bölgede var olma mücadelesi veren Endülüs Müslümanları, hıristiyanların kendi aralarındaki çelişkilerinden istifade ederek yeni ve büyük bir kıyamı başlattılar. 1569 yılındaki Endülüs direnişini, Melik Muhammed Mansur yönetiyordu. Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Paşa da askeri yardım mahiyetinde bir miktar top, tüfek, barut gibi malzemelerle birlikte birkaç yüz gönüllü Türk asker desteği de vermişti. Hatta bir aralık Müslümanlar, Gırnata şehrini ele geçirmeyi de başardılar. Ancak Mansur'un bir türlü sona erdirilemeyen iç çekişmeler yüzünden öldürülmesi ve İspanyolların büyük kuvvetlerle saldırması üzerine, Müslümanlar yenilerek dağlara çekilmek zorunda kaldılar. Osmanlıdan yardım istedilerse de Kıbrıs Seferi sebebiyle zamanında yardım yapılamadı. Yardıma karar verildiğinde de direniş iyiden iyiye zayıflamıştı. Böylece İstanbul'a ulaşan Açe ve Endülüs Müslümanlarına ait mersiyelerle, sadece acıların birlikteliği taze tutulmuştu.


II. SELİM'İN VEFATI


II. Selim 1574 yılının Aralık ayında hiç beklenmedik bir biçimde vefat etti. İstanbul'da vefat eden ilk padişah olan Sarı Selim; hiç sefere çıkmamıştı. Buna rağmen, sekiz yıllık saltanatı sırasında batıda ve denizlerde birçok seferler yapılmış, Osmanlı Devleti; güçlü sadrazamın marifetiyle de olsa, zirvedeki yerini korumuştu. Avlanmayı seven ve saray eğlencelerine düşkün olan II. Selim musıkişinas ve şair kimliği de olan bir hükümdardı. Selimi mahlasıyla yazdığı mısralarında hayat felsefesinden de kesitler taşımaktaydı:


Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzar-ı firakız, 

Ateş kesilür geçse saba, gülşenimizden ... en. Selim)


Mimar Sinan'ın ustalık dönemi şaheserlerinden olan Edirne'deki Selimiye Camii onun döneminde inşa edilmiş, ölümünden kısa bir süre önce ibadete açılmıştı. Ayrıca Lefkoşa'da adını taşıyan Selimiye Camii'ni kiliseden dönüştürmek suretiyle yaptırmıştır.


SOKULLU MEHMED PAŞA'NIN PROJELERİ


Sokullu'nun ileri görüşlü kişiliğe sahip oluşunu gösteren hadiselerden biri de, Don ile Volga nehirleri arasında bir kanal açmak suretiyle Orta Asya'ya denizden donanma ve asker sevk etmek hususundaki teşebbüsüdür. On kilometrelik kazı için amele ve asker gönderilerek işe başlandığı halde, öteki vezirlerin işin ehemmiyetini takdir edememeleri, Kırım Hanı'nın orduda isyan çıkarması ve Rusya'nın saldırıları yüzünden bu son derece önemli teşebbüs hedefine ulaşamamıştı. Oysa bugün iki nehrin birbirine en çok yaklaştığı yerden, kanallar kazılarak birbirlerine bağlanması gerçekleştirilmekte, böylelikle Karadeniz’den bu yol kullanılarak, Hazar Denizi'ne ulaşım sağlanabilmektedir.

Moskova Prensliği'nin, Altınordu Devleti'nin parçalanmasından sonra bölgede varlığını devam ettirmek isteyen Müslüman hanlıkları birer birer ele geçirip tehlikeli bir biçimde büyümesini sürdürmemesi için önlem alınmalıydı. Bu kanalın açılması mümkün olabilseydi; donanmayla Karadeniz’den Hazar'a, Kafkaslara kolayca kuvvet sevk edilebilecekti. İpek Yolu ticareti canlandırılabilecekti.

Sokullu, Süveyş Kanalını da açtırmayı o zamanlar düşünmüş ve Portekiz'in Hint Okyanusu'ndaki faaliyetlerini önlemek ve Akdeniz ticaretini canlandırmak istemiştir. Ancak bu proje de benzer ihmallerle ertelendi ve başarılamadı.



SOKULLU MEHMED PAŞA'NIN VEFATI


II. Selim'in ardından tahta çıkan oğlu III. Murad döneminde; Sokullu Mehmed Paşa yıpranmış, giderek gözden düşmeye başlamıştı. Silik ve zevkine düşkün padişahlardan biri olan III. Murad; devlet işlerinde babası II. Selim gibi davranmış, saraya çekilmeyi tercih etmişti. Yüzün üzerinde çocuğu olan bu hükümdar döneminde de sadrazamlık görevini devam ettiren Sokullu, artık devletin dizginlerini tutmakta zorlanmaktaydı. Devlet içerisinde de kendisine hasım gruplar oluşmuştu.

Diplomatik kabiliyetiyle; Lehistan'a bir Osmanlı dostunu, Fransa'nın yardımıyla hükümdar yapmıştı. Bu büyük Osmanlı paşası, daima barışı savaşa tercih etmekteydi. Oysa bazı devlet adamları sınır problemleri yüzünden İran üzerine sefer düzenlenmesini savunuyor, bu yönde III. Murad'ı kışkırtıyordu. Perde arkasında iktidar mücadelesi bulunuyordu. Nihayet 12 Ekim 1579 tarihli divan toplantısında, yanına sokulan bir meczup tarafından şehid edildi. Onun ölümüyle zirve yılları artık geride kalmış, Osmanlı Devleti'nin duraklama yıllarına adım atılmıştı. 





Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

26 Şubat 2024 Pazartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-16

 İbn Miskeveyh



İbn Miskeveyh (Ahmed bin Muhammed Miskeveyh) (d.940-ö.1030) Fars asıllı ünlü filozof.

İran’ın Rey kentinde 940’ta (hicri 320) doğdu. Aktif politik kişiliğini filozof rolüyle birleştirdi. Tarihçi yönü de olan Miskeveyh Bağdat, Isfahan ve Rey şehirlerindeki Büveyye hanedanına hizmette bulundu. Aralarında Sicistaninin de olduğu bir entelektüel grubunun üyesiydi. İslam dünyasında Neoplatonik geleneğin ortaya çıkışında Miskeveyh’in telifçi rolünün etkisi bulunmaktadır. İbn Miskeveyh tarihten psikolojiye, kimyadan metafiziğe kadar pek çok farklı alanda çalışmalarda bulundu ve eserler kaleme aldı. Yunan filozoflarının tevhid ile ilgilendiklerini öne sürmekle Miskeveyh din ile felsefeyi uzlaştırma hususu probleminden uzak durmuştur.


Hayatı


Tam adı Ebû Ali Ahmed bin Muhammed bin Yakub bin Miskeveyh olan İbn Miskeveyh 936 senesinde İran’ın Rey kentinde doğdu.

İbn  Miskeveyh  öğrenimini,  doğduğu kent olan Rey kentinde tamamladı, iyi bir eğitim gördü. İbn Miskeveyh döneminin ünlü bilginlerinden ve hocalarından ders aldı. Çağının önde gelen filozofları (İbn Sinâ, Ebu Reyhan el-Beyrûni ve Ebu Hayan et-Tevhidi gibi) ile bilgi alışverişinde bulundu. İbn Miskeveyh özellikle Farabi’den çok etkilenmiş ve meşşai ekolün önemli isimlerinden olmuştur. Müslüman filozoflar evrimden bahsetmişlerdir.


İbn Miskeveyh asıl ilgi alanı olan felsefenin dışında uzunca bir süre kimya ile de ilgilendi, çeşitli araştırmalar yaptı. Kimya alanında yaptığı çalışmalardan hiçbiri bugüne ulaşmamıştır. İbn Miskeveyh felsefe ve kimya dışında tıp, edebiyat, tarih, ahlak ve metafizik ile de ilgilenip, bu konularda birçok eser kaleme aldı. Özellikle ahlak sistemi ile dikkat çeken İbn Miskeveyh ahlak konusunda çok önemli bir yere sahip olmuştur. Eserlerinde Farâbi metodunu izlese de, genel olarak Farâbi’nin aksine pratiğe nazariyeden önce yer verip, pragmatizme yaklaştı. Kendisinden önceki Meşşai ekolü filozofları gibi Eflatun ile Aristo’nun fikirleriyle İslam dinini uzlaştırmaya çalıştı.

İbn Miskeveyh dönemin önemli isimlerinin yanında kâtiplik ve kütüphanecilik yaptı. İlk önce vezir Ebu’l-Fadl İbnu’l Amid’in kütüphane memurluğunu yapmış, ün ve itibar kazanmaya başlamıştı.

Daha sonra da sarayda kâtiplik, özel kütüphane memurluğu, hazinedarlık ve muallimlik gibi çeşitli görevler aldı.

Ahlâk felsefesinde özellikle Eflatun, Aristo ve Calinos’tan etkilenen İbn Miskeveyh ahlâkın gayesinin üstün saadete erişmek olduğunu düşünmekteydi. Ona göre ahlâkın dört temel fazileti hikmet, şecaat, rikkat ve adaletti. Bu faziletlerin tek başına yaşayan bir insanda değil de toplumda oluşabileceğini öne sürdü. Bu nedenle ona göre ahlâk, “sosyal ahlâk”tı. Miskeveyh daha çok etik alanındaki eserleriyle İslam Felsefe geleneğinde tanınmıştır. Hatta etik konuları ilk ele alan İslam filozofu olduğundan bazı kimselerce kendisine “Muallim-i Selase” (Üçüncü Öğretmen) -bu sıfat, Aristo’nun “Muallim-i Evvel”, Farabi’nin “Muallim-i Sâni” oluşu gözönüne alınarak kendisine verilmiştir- unvanı verilmiştir. Miskeveyh Plato ve Aristo’nun yanı sıra, Porfirius, Pisagor, Galen, Afrodisyaslı İskender gibi Yunanlı filozofların eserlerinden etkilenmiş ve yararlanmıştır. Felsefe tarihçilerine göre İbn Miskeveyh öldüğünde geride 20 cilt eser bıraktı. Fakat bu eserlerin çoğu bugüne ulaşamamıştır. 1030 senesinde İsfahan’da öldü.


Türk Milleti Hakkındaki Görüşleri


El Fevzü`l Asgar isimli kitabında Türk Milletinden şu şekilde bahsetmiştir:

“...Nihayet nefsin onun üzerindeki etkisi güçlenince anlama ve ayırt etme güçleri sayesinde verilen eğitimi de alır. İnsanlık mertebesine oldukça yakın olan bu mertebe behimiyet (hayvan olma durumu) mertebesidir. Kuzey ve güneyde yeryüzünün en en uzak meskun bölgesinde ve onun civarında bulunan Türk ve Zenciler böyledir. Onlar ile anlattığımız hayvanlığın son mertebesi arasında büyük bir fark yoktur. Onlar yararlarına olan pek çok şeyi anlayacak durumda değillerdir. Kendileri hikmet ortaya koyamadıkları gibi komşu milletlerdekini de kabul etmezler. Bu yüzden durumları çok kötü ve yaşama düzeyleri düşüktür. Gıpta edilecek bir şeyleri olmadığı gibi hayvanların kullanıldığı iş alanlarında köle gibi kullanılmaktan başka bir işe de yaramazlar...”


Başlıca Eserleri


Tezhibu’l-Ahlâk (Tadhib al-akhlaq) ve Tathiru’l-A’rak, neşr. Hasan Temim, Beyrut 1398, Mısır 1329; İngilizce Çevirisi:The Refinement of Character, translated by Constant K. Zureyk; Fransızca Çevirisi:Traité d’ethique, Muhammed Arkoun, Dımaşk 1969; Türkçe Çevirisi: Ahlâkı Olgunlaştırma, Türkçe’ye çevirenler A. Şener-İsmet Kayaoğlu-Cihat Tunç, K.B.Y., Ankara, 1983.

el-Fevzü’l-Asgar (Al-Fawz al-Asghar), neşr. A.F. Fuad, Bingazi 1974, Salih Uzeyme, Tunus 1987; Fransızca Çevirisi: Le Petit Salut, Fransızca’ya çeviren Roger Ar-naldez; İngilizce çevirisi: Sweetman, Islam and Christian Theology, London, 1947


Kitabu’l-Hevâmil ve’ş-Şevâmil, (Ebû Hayyan et-Tevhidi ile beraber), neşr. Ahmet Emin-Seyid Ahmed Sakar, Kahire,1370/1952.


el-Hikmetu’l-Halide-Câvidan-ı Hi-red, neşr. Abdurrahman Bedevi, Mektebet el Nahdat al-Mısrıyye, Kahire, 1952.


Kitabu’s-Saâde, el-Mektebetu’l-Mahmudiyye, Mısır 1928.


Risâle fi Mahiyyeti’l-Adl, neşr. Abdülaziz İzzet, İbn Miskeveyh: Felsefetühü’l-Ahlâkiyye ve Mesâdiruha, Kahire, 1946. An Unpublished Treatise of Miskawaih on Justice, Leiden, 1964.


Risâle fi’l-Lezzati ve’l-Alâmi fi Cevherin Nefs, Ragıp Paşa Kütüphanesi, no. 1463.


Ecvibetün ve Esiletün fi’n Nefsi ve’l-Akl, neşr. Abdurrahman Bedevi, Dırâsat ve Nusûs fi’l Felsefe ve’l-Ulûm inde’l-Arab içinde, Beyrut 1981.Deux epitres de Miskawayh, BEQ, IXVII, 1961-62, s. 71-74.


Kitabu’l Akl ve’l Ma’kul, neşr. Mu-hammed Arkoun, “Mıskawayh: De’l Intellect et de l’Intelligible”, Arabica, XI, Leiden 1964, s. 83-87.An Epistle on The Intellect and Intelligible, Roxanne Marcote, ICLXX/2, Haydarabad 1996.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak