21 Şubat 2024 Çarşamba

SURİYE SELÇUKLULARI-3

 



HALEP SELÇUKLU MELİKLİĞİ



1 ·-   FAHRÜ'L-MÜLÜK RIDVAN DEVRİ


A -  MELİKLİGİN KURULUŞU


Tacüddevle Tutuş, Rey savaşında yenilip öldürüldükten sonra Suriye Selçuklu Devleti, oğulları Rıdvan ve Dukak tarafından ayakta tutulamamış; devlet, merkezleri Halep ve Dımaşk olmak üzere Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi iki küçük melikliğe bölünmüştü.

Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti'nin hanedan mensubu olarak hükümdarı olan Tutuş, Büyük Selçuklu Devleti'nin sultanı olma mücadelesine başlamak üzere Dımaşk'tan ayrıldığı zaman, oğlu Fah¬rü'l-Mülk Rıdvan'ı Artukoğlu İlgazi ve Mirdasi emiri Vessab gibi emirlerle kendisinin naibi olarak Dımaşk'ta bırakmış ve bu emirlere «İki oğlu Rıdvan ile Dukak'a itaat etmelerini» bildirmişti.

Tutuş, Rey savaşından önce Hemedan'da bulunduğu sırada Rıdvan'a gönderdiği bir mektupta “Suriye'de bıraktığı kuvvetlerle süratle kendisine yardıma gelmesini” bildirmişti. Babasının mektubunu alan Rıdvan, beraberinde İlgazi, Vessab ve birkaç Arap emiri olduğu halde, Dımaşk'tan Haleb'e gelmiş ve burada bulunan eski şehir valisi Kasirnüddevle Aksungur'a ait Türk asıllı memluk askerler de kendisine katıldıktan sonra, Rahbe yoluyla Bağdat'a hareket etmişti. Fakat o, Fırat ırmağı kıyısındaki Ane şehrinde konaklamaktayken babasının Rey savaşında yenildiği ve öldürüldüğü haberini aldı. Bu habere son derece üzülen Rıdvan, derhal çadırlarını toplatıp beraberindeki çok az sayıda asker ile Haleb'e hareket etti. Rıdvan yola çıkarken ordusunu bile beklememiş, yakalanmak korkusu ile durup dinlenmeden Haleb'e gelmişti. Bu sırada şehirde babasının naibi olarak Vezir Ebu'l Kasım b. Muhammed b. Bedi el-Harezmi bulunuyordu. Ebu'l-Kasım tarafından iyi bir şekilde karşılanan Rıdvan'a babasının vasiyeti gereği şehir ve kale derhal teslim edilmiştir. Böylece Rıdvan, iç kaledeki hükümdarlık sarayına yerleşmiş ve hiçbir muhalefetle karşılaşmaksızın babasının yerine Suriye Selçuklu meliki olmuştur. Rıdvan'ın yönetimine geçen devlet, Berkyaruk'un başında bulunduğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi bir meliklik olarak devam etmiştir.

Rıdvan'ın melik sıfatıyla Halep'teki hükümdarlık sarayına yerleşmesinden bir süre sonra, Rey savaşından sağ salim kurtulan kardeşi Şemsü'l-Mülük Dukak, atabegi Cenahüddevle Hüseyin, Antakya valisi Yağısıyan ve daha sonra da Emir Adbüddevle Abak, Urfa üzerinden Haleb'e gelmişlerdir.

Uzun yıllar Rıdvan'ın atabegliğini yapmış olan ve ayrıca onun annesiyle evlenmek suretiyle nüfuzunu daha da artıran Cenahüddevle, şehir ve kale yönetimini tahakküme varan geniş yetkilerle yürütmeyi sürdüren ve buradaki bütün Selçuklu ailesine karşı saygısız ve soğuk davranan Vezir Ebu'l-Kasım'ın bu tutumunu hoş karşılamamış ve onu bertaraf etmek için Melik Rıdvan'la işbirliği yaparak birtakım faaliyetlere girişmiştir. Bu maksatla Cenahüddevle, şehir kalesindeki çoğunluğunu Mağripli askerlerin oluşturduğu muhafızları kendi tarafına çekmiş, bir gece yarısı harekete geçerek bu muhafızlarla vezirin evini kuşatmış, onu yakalatıp hapse attırdıktan sonra münadiler vasıtasıyla Ebu'l-Kasım'ın bertaraf edildiğini ve Rıdvan'ın gerçek hükümdarlığını halka duyurmuştur. Bununla birlikte Melik Rıdvan, bir süre babasının vezirliğini yapmış olan Ebu'l Kasım'a haber yollayarak emniyet içinde olacağını bildirmiş, böylece onun gönlünü almayı da ihmal etmemiştir. Ölümünden iki ay sonra (Mart-Nisan 1095) Tutuş'un adı hutbelerden kaldırılarak Rıdvan'ın adı okutulmaya başlanmıştır. Böylece Rıdvan, babasının ölümünden sonra büyük oğlu olarak tahta geçmiş, Ebu'l-Kasım'dan boşalan vezirlik makamına da Antakya valisi Yağısıyan'ın muhalefetine rağmen atabegi ve babalığı Cenahüddevle Hüseyin'i atamıştır.


B - SURİYE SELÇUKLU MELİKLİĞİNİ İHYA TEŞEBBÜSLERİ


Seruc ve Urfa Seferleri:


 

Melik Rıdvan, Halep Selçuklu melikliğini kurduktan sonra Emir Yağısıyan ile diğer ilerigelenlerin teşvik ve tavsiyeleri üzerine, melikliğinin sınırlarını genişletmek için askeri hazırlıklara başladı. Bu maksatla o, ilk hedef olarak savunmasız bir durumda olan Diyarbekir bölgesini seçti. Beraberinde veziri Cenahüddevle olduğu halde kuvvetleriyle birlikte bu bölgeye yönelmiş, çok geçmeden Yağısıyan ile Abakoğlu Yusuf da kuvvetleriyle kendisine katılmışlardır. Böylece kalabalık bir orduyla harekete geçen Rıdvan, Tutuş tarafından kendisine ıkta edilmiş olan Artukoğlu Sökmen'in idaresindeki Seruc'a yaklaşmış bulunuyordu ( 489 /1096) .

Rıdvan'ın askeri harekatını yakından izleyen Sökmen, Rıdvan'dan daha çabuk hareket ederek Seruc'a girip savunma hazırlıklarına başladı. Ancak iki taraf kuvvetleri arasında herhangi bir çatışma meydana gelmemiştir. Sökmenin tavsiyesi üzerine Seruç halkından bir heyet, Melik Rıdvan'ın huzuruna çıkıp askerlerinin özellikle ekinlere zarar vermemeleri, şehri kuşatmaktan vazgeçmesi hususunda istirhamda bulunmuşlar, bunun üzerine Rıdvan, Sökmen'in kendisini metbu tanıması şartıyla Seruc'u işgalden vazgeçmiş, daha sonra Urfa'yı itaat altına almak üzere buradan ayrılmıştır.

Melik Rıdvan, Urfa önlerine geldiği zaman şehrin iç kalesi Tutuş tarafından atanan bir Türk komutanının yönetiminde olmasına karşılık şehir, Bizans sarayında yetişmiş Kürpolat Ermeni Hetumoğlu Toros'un elinde bulunuyordu. Urfa'nın yönetimini Tutuş'un ölümünden sonra ele geçirdiği anlaşılan Toros, iç kaleye de hakim olmak için bir kısım surları tahkim ettirdikten başka, yeni surlar ve yirmibeş kadar da kule inşa ettirmiştir. Kalede bulunan Türk komutanı, Toros'un bütün bu faaliyetlerini komşu kale ve şehirlerdeki Türk emirlerine bildirmişti. Bununla birlikte iç kalede, muhafız kuvvetleri arasında Ermeni askerlerini de istihdam eden Türk komutanı, iç kaleyi Toros'a karşı savunamayarak bir Ermeninin ihaneti yüzünden burasını terketmek zorunda kalmış ve böylece iç kale de Toros' un eline geçmişti.

Melik Rıdvan beraberinde Urfalı bazı rehineler olduğu halde şehri kuşatmaya başladı. İbnü'l-Esir'e göre; Ermeni Toros'un umulmadık bir cesaret ve azimle savunmasına rağmen Rıdvan şehri almayı başarmıştır (489/1095). İç kale, isteği üzerine Yağısıyan'a verilmiş, o da burasını tahkim ettirerek bir miktar kuvvet yerleştirmiştir. 

Urfa'nın alınmasından sonra Rıdvan'ın beraberindeki emirler arasında gerginlik başgösterdi. Yağısıyan ve Abakoğlu Yusuf, Rıdvan'ın veziri Cenahüddevle Hüseyin'i bertaraf edip Halep'te melikliğin yönetimini ellerine alma konusunda anlaşmaya vararak onu yakalayıp hapsetmek üzere gizli hazırlıklara başladılar. Esasen, Yağısıyan, Cenahüddevle'nin vezirliğine karşı çıkmıştı. Fakat öte yandan her iki emirin karar ve faaliyetlerini haber alan Cenahüddevle, derhal ordudan ayrılıp yakın arkadaşlarıyla birlikte Haleb'e dönmüştür. Çok geçmeden Melik Rıdvan da kuvvetleriyle birlikte Haleb'e gitmek üzere, Urfa'dan ayrıldı. Fakat yolda Vezir Cenahüddevle'nin Halep'te bulunduğu öğrenilince Emir Yağısıyan şehre girmek istememiş, eski Halep veziri Ebu'l-Kasım el-Harezmi ile birlikte Rıdvan'dan ayrılarak valisi bulunduğu Antakya'ya gitmiştir. Bunun üzerine veziri Cenahüddevle'den başka, kendisine karşı da cephe aldığı anlaşılan Yağısıyan ve Abakoğlu Yusuf'un herhangi bir ortak hareketinden kuşkulanan Melik Rıdvan, süratle Haleb'e gelmiştir.

Onun Haleb'e dönüşünden kısa bir süre sonra Yağısıyan'ın düşmanca davranışları karşısında Cenahüddevle, Rıdvan'ın da tasvibini almak suretiyle, onun ıktaı olan Maarratü'n-Numan'ı almak için harekete geçti. Bu maksatla o, Adbüddevle Abak komutasında gönderdiği kuvvetler, burayı şiddetle kuşatmış, savunmada başarılı olamayan Yağısıyan'ın oğlu, şehri teslim etmek zorunda kalmıştır (1096). Böylece Yağısıyan'ın nüfuz alanı az da olsa daraltılarak Halep melikliğine karşı herhangi bir harekete geçmesi şimdilik önlenmiş oluyordu.



--  RIDVAN - DUKAK MÜNASEBETLERİ


1--Birinci Dımaşk Seferi:


Rey savaşında babası Tutuş'un yanında bulunan Şemsü'l-Mülük Ebu Nasr Dukak, bozgundan sonra babasına bağlı emirlerle Haleb'e gelmeyi başarmıştır. O, Halep'te ağabeyi Melik Rıdvan'ın yanında kısa bir süre kaldıktan sonra, babası Tutuş adına Dımaşk'ta hala yönetimi elinde tutan Emir Savtegin'in daveti üzerine, bir gece, gizlice Halep'ten ayrılıp Dımaşk'a hareket etti. Kardeşinin kaçışını haber almakta geciken Rıdvan, arkasından birkaç atlı göndermişse de onu yakalatamamış, Dımaşk'a ulaşan Dukak ise burada Suriye Selçukluları'nın Dımaşk kolunu kurmuştur. Fakat babasının Suriye'de tesis ettiği hükümranlığı tek başına sürdürmek isteyen Rıdvan, kardeşinin Dımaşk'ta ayrı bir meliklik kurmasına razı olmayarak onu bertaraf edip Dımaşk'a da hakim olma kararında idi. Fakat o, Yağısıyan ve Abakoğlu Yusuf gibi iki değerli emirin destek ve yardımından yoksun kalması sebebiyle Seruc hakimi olan Artukoğlu Sökmen'e elçiler göndererek Dımaşk'ı almak için kendisine yardımda bulunmak üzere Haleb'e gelmesini bildirdi. Melik Rıdvan'ın mektubunu alan Sökmen, emrindeki Türkmen süvarileriyle Halep yönüne hareket ettikten bir süre sonra beraberinde çok sayıda Türkmen kuvveti bulunan ve Yağısıyan ile birlikte Rıdvan'a karşı işbirliği yapan Abakoğlu Yusuf'a rastladı. Rıdvan'a yardıma giden ve böylece Yusuf'un hasmı durumuna düşen Sökmen, onun kendisine saldıracağından korkmuş ancak Yusuf'un güvence vermesi üzerine, iki Türkmen emiri birlikte Halep yönüne hareket etmiştir. Öte yandan Sökmen'in, kendi çağrısı üzerine yardıma gelmesine rağmen daima kuşkulu davranışlarda bulunmakta olan Emir Yusuf ile birleştiğini gören Rıdvan, her iki emirin Haleb'e herhangi bir saldırı düzenlemesinden şüphelendiği için beraberinde Emir Vessab ve Abak olduğu halde, veziri Cenahüddevle komutasında bir miktar kuvvet göndermek zorunda kaldı.

Cenahüddevle, her iki emiri Mercidabık yakınlarında karşılamış ve onlarla çarpışmaya girişmiştir. Emir Yusuf ile istemeyerek birleşmek zorunda kalan Sökmen'in yardımına gelmekte olduğu Rıdvan'ın askerlerine karşı çarpışmaya katılmaması üzerine Yusuf, Antakya'ya kaçmak zorunda kalmış ve bütün ağırlıkları yağma edilmiştir. Sökmen'in, Melik Rıdvan'a sadakati sayesinde Yusuf'u yenip bertaraf etmeyi başaran Cenahüddevle; Sökmen, Vessab ve Abak ile birlikte Haleb'e dönmüştür.

Rıdvan, Sökmen'in kendisine yardıma gelmesinden sonra, kardeşi Melik Dukak'tan Dımaşk'ı alma hazırlıklarına başladı. Sökmen ile birleşen Rıdvan'ın ordusu, Dukak'ın sefere çıktığı ve dolayısıyla şehirde bulunmadığı bir sırada, Dımaşk üzerine yürüyerek kuşatmaya başladı ( 489 başları / 1096). Dımaşk'ta Dukak'ın veziri Zeynüddevle Muhammed b. Ebu'l-Kasım, Şahne Salar Bahtiyar ve Dımaşk yerli muhafız kuvvetleri reisi Eminüddevle Ebu Muhammed b. es-Süfi ile az sayıda asker bulunuyordu.

Çarpışmalar sürüp giderken surlardan atılan bir mancınık taşı, askerleri daha iyi savaşmaya teşvik etmekte olan Rıdvan'ın bir hacibinin başına düşerek ölümüne sebep olmuştur. Hacibin ölümü, kuşatma savaşı yapan askerler üzerinde olumsuz bir etki yapmış ve askerler çadırlarına çekilmişlerdir. Bu arada seferden dönmekte olan Melik Dukak'ın da Dımaşk'a yaklaşmakta olduğu haberi alınmıştı. Sökmen'in de ordudan ayrılması üzerine Rıdvan, hiçbir başarı kazanamadan kuşatmayı kaldırıp Haleb'e dönmek zorunda kalmıştır.




2 --   Kudüs'ün Fatımiler Tarafından İşgali:


Rıdvan ve Dukak arasında hükümranlık mücadelelerinin başladığı sıralarda, Suriye Selçuklu melikliğinin yönetiminde bulunan Kudüs, Mısır Fatımileri tarafından geri alınmıştı. Suriye ve Filistin'de Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi bir meliklik kuran Emir Atsız, 1071 yılının sonlarında Kudüs'ü Fatımilerden savaşsız olarak almayı ve Selçuklu hakimiyetine katmayı başarmıştı. Onun Suriye ve Filistin'deki. hükümranlığının Tutuş'a geçmesinden sonra (1079), Kudüs'de onun yönetimi altına girmişti. Tutuş, bu şehri, Anadolu'da Bizanslılara, Ahsa ve Bahreyn'de de Şii Karmatilere karşı başarılı mücadelelerde bulunduktan sonra kendi hizmetine giren Artuk Bey'e ıkta etmişti (1085-1086) . Artuk Bey'in 1091 yılında ölümü üzerine Tutuş, bu önemli şehrin idaresini oğulları Sökmen ve İlgazi'ye vermişti.

Suriye ve Filistin'de ortaya çıkan bu çekişmelerden faydalanmak isteyen Fatımi halifesi el-Mustansır, eski veziri Bedrülcemali'nin oğlu Emirü'l-Cüyuş Ebu'l-Kasım Şahinşah komutasında bir ordu gönderdi. Fatımi ordusu, şehir yakınlarına geldiği zaman Efdal, bu sıralarda Suriye Selçuklu melikliğine tabi olarak şehirde bulunan İlgazi ve Sökmen'e elçiler göndermiş ve şehrin kan dökülmeden teslimini istemiştir. Efdal'in bu teklifi reddedilince, Fatımi ordusu Kudüs'ü kuşatıp sıkıştırmaya başladı. Fatımi ordusunun sayı ve silah bakımından üstünlüğü, ayrıca Halep ve Dımaşk Selçuklu melikliklerinden de herhangi bir yardımın gelmemesi ve özellikle şehir surlarının büyük ölçüde yıkılması sebebiyle savunmanın son derece güçleşmesi sonucunda, İlgazi ve Sökmen, Kudüs'ü Fatımilere teslim etmek zorunda kalmışlardır (Şaban 489 / Ağustos 1096). Artuklu hanedanının uzun süre içinde oturduğu ünlü Davud burcu da Fatımilere teslim edilmiştir.

Böylece 1071 yılından beri Suriye ve Filistin Selçuklu hakimiyetinde kalmış bulunan Kudüs, yeniden Fatımi yönetimine geçmiş ve Filistin'de Selçuklu hükümranlığı tamamen sona ermiştir.



3 --  İkinci Dımaşk Seferi:


Melik Rıdvan, kardeşi Dukak'ın melikliğine son vermek malumuyla yeni bir girişimde bulunmak için askeri hazırlıklara koyuldu. Fakat kendisini yakından takibeden Yağısıyan, onun bu hazırlıklarını haber almış ve derhal Antakya'dan Dımaşk'a giderek durumu Melik Dukak ile atabegi Tuğtegin'e bildirmişti. Ayrıca Rıdvan'ın saldırması halinde kendilerine yardımda bulunacağını da vaat etmişti. Öte yandan hazırlıklarını tamamlayan Rıdvan, beraberinde veziri Cenahüddevle olduğu halde, ordusuyla Dımaşk üzerine yönelmişti.

Yağısıyan'ın, kuvvetleriyle kardeşine yardıma gittiğini haber alan Rıdvan, şehir surlarının da çok sağlam olduğunu göz önüne alarak Dımaşk'ı kuşatma girişiminde bile bulunmamıştır. Bu başarısız seferden sonra Rıdvan, Fatımiler tarafından geri alınan Kudüs'ü tekrar ele geçirmek için Nablus üzerinden Kudüs'e gitmişse de hiç bir başarı elde edememiş ve Haleb'e geri dönmek üzere buradan ayrılmıştır. Bu dönüş sırasında Rıdvan, Dımaşk Selçuklu melikliğine bağlı Mercü's-Suffer ve Havran yörelerinde birtakım yağma hareketlerinde bulunmuştur. Fakat Halep ordusunun hareketini yakından izleyen Dukak, Tuğtegin ve Yağısıyan ile birlikte bu yağma hareketlerine engel olmak maksadıyla Halep ordusunu takibe koyuldu. Öyle ki; her iki taraf kuvvetleri arasında çok az bir mesafe kalmıştı. İşte bu sırada durumun ciddileştiğini anlayan Vezir Cenahüddevle, komutasındaki bir kısım askerlerle çöl yoluyla Haleb'e gitmek üzere Rıdvan'dan ayrıldı. Vezirinin kendisinden ayrılmasıyla kuvvetleri azalan ve kardeşi Dukak ile bir savaşı göze alamayan Rıdvan da Dımaşk melikliğine ait yörelerde giriştiği yağma akınlarına son vererek Haleb'e dönmek zorunda kaldı. Öte yandan Dukak ve Tuğtegin Dımaşk'a, Yağısıyan da Antakya'ya dönmüşlerdi (Muharrem 490 / Ocak-Şubat 1096-1097). Melik Rıdvan'ın, babasının zamanındaki Suriye Selçuklu devletine ait bütün memleketleri yalnız kendi hükümranlığında toplama girişimlerinden biri de böylece başarısızlıkla sona ermiş oldu.



4 -  Kınnesrin Savaşı:


Melik Rıdvan'ın Suriye ve Filistin Selçuklu devletini ihya etmek için kardeşi Dukak'ın yönetimindeki Dımaşk'a karşı düzenlediği iki sefere karşılık olmak üzere; Dukak ve veziri Tuğtegin'in kumandasındaki Dımaşk ordusu, Halep Selçuklu melikliğine karşı harekete geçti. Dımaşk kuvvetleri, Hama üzerine yürüyüp yağma akınlarında bulundukları sıralarda, Antakya'dan atlılarıyla gelen Yağısıyan da bu kuvvetlere katıldı. Böylece daha kalabalık ve güçlü bir duruma gelen Dukak'ın ordusu, Hama'nın kuzeybatısındaki Kefertab bölgesine girdi (2 Rebiülevvel 490 / 17 Şubat 1097). Dımaşk ordusu, Halep bölgesindeki harekatını sürdürerek el-Cezr ve diğer bazı bölgelere akınlar düzenlemiştir.

Dukak'ın, Halep melikliği topraklarında giriştiği bu askeri harekat karşısında Rıdvan, karşı tedbirler almakta gecikmemiş, bu sıralarda Seruc'da bulunan Sökmen'i yardıma çağırdıktan başka Türk, Arap ve Halep yerli muhafız kuvvetlerinden oldukça kalabalık ve güçlü bir ordu hazırlamıştır. Rıdvan derhal ordusuyla harekete geçip Kınnesrin'deki Kuvayk çayının kıyısında konaklamış bulunan Dukak'ın kuvvetlerinin karşısında karargah kurdu. Burada iki kardeşin temsilcileri arasında bir kaç defa yapılan görüşmelere rağmen herhangi bir anlaşmaya varılamadı (5 Rebiülahir 490 22 Mart 1097) 'de her iki taraf kuvvetleri arasında oldukça şiddetli bir savaş başladı.

Kaynakların özellikle belirttikleri gibi; Sökmen, akşama kadar süren bu savaşta, son derece cesaret ve yiğitlik göstermiş, bunun sonucunda Melik Dukak'ın ordusu ağır bir yenilgiye uğramış ve bütün ağırlıkları yağma edilmişti. Bu yenilgi üzerine Dukak ve veziri Tuğtegin Dımaşk'a çekilmek zorunda kalmışlardı.

Öte yandan Melik Rıdvan ve beraberindekiler, muzaffer olarak Haleb'e dönmüşlerdi. Sıbt b. el-Cevzi, Halep ve yöreleri Rıdvan'ın, Dımaşk ve Meyyafarikin de Dukak'ın hükümranlığında kalması şartıyla iki kardeş arasında bir anlaşma yapıldığını belirtmiş, İbnü'l Esir, ise Kınnesrin savaşından bir süre sonra Rıdvan'ın adının Dımaşk ve Antakya'da Dukak'ın adından önce hutbelerde okutulması hususunda bir anlaşmaya varıldığını kaydetmiştir. Kınnesrin savaşı sonucunda Melik Rıdvan, ele geçirmek için çeşitli faaliyetlerde bulunduğu Dımaşk üzerinde az da olsa bir hakimiyet kurabilmiştir. Ayrıca veziri Cenahüddevle sebebiyle kendisine karşı muhalefeti savaşacak kadar ileri götüren babasının sadık emiri Yağısıyan'ın, elinde tuttuğu Antakya'ya dönmesini ve şimdilik etkisiz bir duruma getirilmesini sağlamıştır.



5 -   Vezaret Makamında Değişiklik ve Fatımilerle Antlaşma:


Kınnesrin savaşından sonra Melik Rıdvan ile atabegi, veziri ve babalığı Cenahüddevle Hüseyin arasında anlaşmazlık başgöstermiştir. Rey savaşını izleyen günlerde Haleb'e gelerek Rıdvan'ın devlet işlerini tam bir yetki ile yürütmüş, Halep melikliği için ortaya çıkan iç ve dış meselelerde daima onun yanında yer almış olan Cenahüddevle bu anlaşmazlık üzerine yanında karısı (Rıdvan'ın annesi) olduğu halde, yakınları ve kendi muhafızlarından bir kısmıyla birlikte Halep'ten ayrılarak ıktaları arasında yer alan Humus'a gitti. Burasını kendi adına yöneten naibi Karaca, onu karşılayarak şehir ve kalesini kendisine teslim etmiştir. İç kaleye yerleşen Cenahüddevle, kaleyi tahkim ettirerek düşmanlarının muhtemel saldırılarına karşı kendisini emniyet altına almıştır (Şaban 490 / Temmuz-Ağustos 1097) .

Cenahüddevle'nin vezirlikten ayrılıp Haleb'i terketmesini izleyen günlerde Yağısıyan, derhal Haleb'e; Melik Rıdvan'ın yanına gelmiş, onunla barışıp anlaşmış ve yeniden onun hizmetine girerek Halep Selçuklu melikliğinin mülki ve askeri yönetimini üzerine almıştır. Rıdvan ayrıca Yağısıyan'ın kızı Çiçek Hatun ile de evlenmiştir.

Suriye ve Filistin'in Selçuklular tarafından fethini ve bu ülkelerde Sünniliğin hakim bir mezhep durumuna gelmesini izleyen yıllarda Mısır Fatımileri, bu ülkelere yeniden hakim olmak maksadiyla askeri ve siyasi yönlerden, özellikle Selçuklu hakimiyetinin sarsıldığı sıralarda birçok defa girişimlerde bulunmuşlardı.

Suriye Selçuklu devletinin birbirine düşman iki şubeye ayrıldığı, birbirleriyle çatışmaların sürüp gittiği ve her iki şubede de iç kaynaşmaların sürdüğü sıralarda, Fatımi halifesi el -Müstali, Melik Rıdvan'a özel bir elçi heyeti göndermiştir. Mısır'dan değerli armağanlarla Haleb'e gelip Rıdvan'ın huzuruna çıkan Mısır heyeti, halifenin mektubunu ona takdim etmiştir. Mısır halifesi mektubunda Rıdvan'a şu tekliflerde bulunmuştur:

1--   Mısır Fatımi halifeliğini metbu tanıması,

2 - Hakim olduğu memleketlerde Sünni hutbeyi kaldırıp Fatımiler adına hutbe okutması,

3 - Hutbede, önce el-Müsta'li, sonra veziri Efdal, daha sonra da kendi adının yer alması,

Bütün bunlara karşılık olarak da kendisine mali ve askeri yardım yapılacak ve böylece Dımaşk'ı alması sağlanacaktı.

Melik Rıdvan, Fatımi halifesinden gelen bu teklifi aldığı sıralarda, el-Hakim Esad adlı müneccimi tarafından Şiilik lehine sürekli olarak etki altında tutuluyordu. O, kardeşi Dukak'ın elindeki Dımaşk'ı alma arzusu yanında, Halep'ten ayrılıp Humus'a yerleşen eski veziri Cenahüddevle'nin de kendisine karşı muhalif bir duruma geçmesi karşısında Halep'teki hükümranlığını sürdürebilmek için Şii Fatımi devleti ile işbirliğine karar verdi: Bu itibarla başta Halep olmak üzere hakim olduğu bütün memleketlerin camilerinde hutbenin Şii Fatımiler adına okunması için emir verdi. Bunun tabii bir sonucu olarak Rıdvan, Bağdat halifeliği tarafından atanan Ebu Ganaim Muhammed b. Hibetullah'ı Halep kadılığı ve hatipliğinden uzaklaştırıp, hatipliğe Şii taraftarı Ebu Turab Haydere b. Ebü. Üsame, kadılığa da Fazlullah ez-Zevzeni el-Acemi'yi atadı. Bu atamalardan sonra başkent Halep'te 17 Ramazan 490 (28 Ağustos 1097) 'da yapılan bir törenle Sünni hutbesi yerine Şii hutbe okutulmaya başlanmıştır. İlk olarak Hatip Ebu Turab tarafından okunan hutbede, anlaşma gereğince, önce Halife el-Müsta'li, sonra Efdal ve daha sonra da Rıdvan'ın adları sırayla okunmuştur. Aynı şekilde Şii hutbesi, Rıdvan'ın yönetimi altında bulunan şehirlerdeki camilerde de okutulmuştur. Böylece Suriye Selçuklularının Halep şubesi, Mısır Fatımi Halifeliğine maddi ve manevi bağlarla bağlanmak suretiyle tabi bir duruma gelmiş ve tarihte ilk defa bir Selçuklu meliki Şii Mısır Fatımi halifeliğini metbu tanımıştır. Selçuklular tarihinin çeşitli safhalarında gerek hanedan mensupları gerekse bazı emirler Mısır Fatımileriyle maddi ve manevi işbirliğine girişmişlerse de bunlardan hiç biri uygulama safhasına konulamamıştı. Ancak Rıdvan, bunu gerçekleştiren bir melik olarak tarihe geçmiştir. Fakat bununla birlikte Rıdvan'ın uyguladığı bu karara karşı, Sünni İslam dünyası büyük bir tepki göstermiştir.

Önce kendisinin hizmetinde bulunan en yakın dostları Yağısıyan ve Sökmen, durumdan haberdar olunca derhal Haleb'e gelerek Sünni İslam alemi aleyhinde olan bu kararından dolayı onu çok ağır bir şekilde kınamışlar ve kendisinden Fatımiler adına okunan hutbeyi kaldırmasını istemişlerdir. Fatımi devletinin, kendisine vaat ettiği mali ve askeri yardımda bulunmamış olması ve hükümdarlığının devamı için bu iki emiri kırmaya cesaret edememesi yüzünden Rıdvan ancak dört hafta kadar Fatımi halifeliği adına okuttuğu hutbeyi, yeniden Abbasi halifeliği ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu adlarına değiştirmek zorunda kalmıştır (12 Şevval 490 / 22 Eylül 1097). Bu değişikliğe paralel olarak Ebu Ganaim Muhammed yeniden Halep kadılığı ve hatipliğine atanmıştır. Ayrıca Rıdvan, Bağdat'a Halife el-Müstazhir Billah'a elçiler göndererek ondan özür dilemiştir.

Rıdvan bu önemli meseleyi böylece çözümledikten sonra beraberinde Yağısıyan ve Sökmen olduğu halde, ordusuyla Halep'ten ayrılıp Humus'a yürümek maksadıyla, Şeyzer'e hareket etti. Fakat çok geçmeden Haçlı ordularının Yağısıyan'ın yönetiminde bulunan Antakya yönünde ilerlemeye başladıkları haberi geldi. Yağısıyan, derhal Antakya'ya gidilip Haçlılarla savaşılmasını teklif etmiş, ancak anlaşmazlık çıkması üzerine Melik Rıdvan Haleb'e dönmüştür.

Melik Rıdvan, bundan sonra kötü davranışlarıyla bir huzursuzluk kaynağı haline gelen el-Micenn adıyla tanınan Halep Reisi Berekat b. Faris el -Favi'yi bertaraf etmek için hazırlıklara girişti. el-Micenn, eşkiyalık yapmaktayken Sultan Melikşah'ın Halep valisi Kasimüddevle Aksungur tarafından cesaret ve azameti takdir edilerek şaki ve müfsitleri iyi tanıdığı; onlarla iyi mücadele edebileceği düşüncesiyle Halep Reisliğine atanmıştı. Gerçekten o bu görevi, Aksungur ve Tutuş zamanlarında başarılı bir şekilde yürütmüştü. Fakat Rıdvan zamanında devlet adamlarına baskı ve tahakküme başlamış, hatta daha da ileri giderek bazı şehir yerli muhafızları ile Haleplilerden çevresine topladığı başıbozuk kimselerle Halep melikliğine karşı ayaklanmıştı. Ancak askeri birlikler tarafından çok sıkı bir şekilde takip edilmesi ve yanındakilerin yavaş yavaş kendisini terketmeleri üzerine Halep kalesinde gizlenmek zorunda kaldı. Fakat sonunda, kale kuşatılmış, Zilkade 490 (Ekim-Kasım 1097) 'da Rıdvan, el-Micenn'in Halep reisliğinden azledilip yerine Said b. Bedi'in atandığını münadiler vasıtasıyla ilan ettirmiş ve çok geçmeden de gizlendiği yerden çıkartılarak hapse atılmıştır. el -Micenn, sahip olduğu bütün mal ve paralara el konulduktan sonra öldürülmüştür (491/1098). 



D --  HAÇLILARIN HALEB'E HAKİM OLMA FAALİYETLERİ


Haçlılar, Antakya'yı işgal ettikten sonra Suriye Selçuklu Melikliğine bağlı şehir ve kasabaları istilaya giriştiler. Halep melikliğine bağlı er-Hüc'u işgal eden ve burasını hareket üssü yapan Raymond, Azaz askeri harekatına katıldıktan bir süre sonra Godefroi ile birlikte Halep melikliğine bağlı olan Maarratü'n-Numan'ın batısındaki el-Bare"yi kuşatmaya başladı (Zilkade 491 / Ekim-Kasım 1098). Kalabalık Haçlı ordusu karşısında direnemeyen halk, susuz ve yiyeceksiz kalmaları, Halep'ten de yardımcı kuvvetin gelmemesi üzerine, şehri eman karşılığında savaşsız olarak Haçlılara teslim etmek zorunda kalmıştır. Bununla birlikte şehre giren Haçlı kuvvetleri, anlaşmaya uymamış, pek çok müslümanı öldürmüş, bir kısmını da Antakya'ya gönderip satmışlardır. Müslüman halkın bütün mal ve parasına el koyan Haçlılar, şehir ve kaleyi de yağmalamışlardır. Raymond, ayrıca Ulu Camii kiliseye çevirterek kendi rahiplerinden Pierre de Narbonne'u piskoposluğa atamış ve şehre hristiyan halkı yerleştirmiştir.

Ekim 1098 başlarından itibaren Raymond, Godefroi, Flandr kontu Robert ve öteki Haçlı ilerigelenleri Kudüs'e yürüme planları hazırlamak üzere Antakya da St. Pierre kilisesinde toplandılar. Burada yapılan müzakereler sonunda, Kudüs'e ne zaman hareket edileceği belirlenememekle birlikte bir an önce, Kudüs'e yürümekte ısrar eden Haçlı askerlerinin meşgul edilmesi için Halep melikliğine bağlı Maarratü'n-Numan'ın işgaline karar verildi. Bu kararı uygulamak üzere Raymond, Flandr kontu Robert ile Antakya'daki Ermeni ve Nasrani kuvvetlerinin de katıldığı kalabalık Haçlı ordusu ile 27 Kasım'da Maarratü'n-Nüman'a gelerek şehri kuşatmaya başladı. Bu durum karşısında şehir ileri gelenleri, Melik Rıdvan ile Humus emiri Cenahüddevle'den acele yardım istedilerse de hiçbir cevap alamadılar. Kendi mukadderatıyla baş başa bırakılan Maarratü'n-Nüman halkı, şehir ve kalesini sayıca çok üstün Haçlı kuvvetleri karşısında ümitsizce savunuyordu. Öte yandan Haçlılar, yöredeki bütün ağaçları kesmek suretiyle direnen şehri çepe çevre kuşatmaktaydılar. Maarratü'n-Numan'ı almaya kararlı olan Haçlılar, daha ciddi ve şiddetli bir kuşatma savaşının yapılması gerektiği fikrinde birleşerek tekerlekler üzerinde hareket edebilen tahtadan büyük bir burç yaptılar. Bu tahta burç, Guillaume de Montpellier'in yönetiminde şehir burçları önüne getirilmiş böylece Haçlılar surlara daha yakın çarpışma imkanını bulmuş, bu tahta burç etrafında bütün bir gün yapılan çarpışmalar sonunda, pek çok asker telef olmuştur. Haçlılar, bu tahta burçtan merdivenler uzatarak kent surları üzerine inmişler, çok geçmeden de Maarratü'n-Numan'ı hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirmişlerdir (11 Aralık 1098) . Sabahleyin Haçlı askerlerini şehir içinde gören halk, panik ve şaşkınlık içinde evlerine çekilerek eman dilemek zorunda kalmışlardır. Kaynaklara göre haçlılar, şehri işgal ettikleri sırada aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu halktan pek çok kişiyi işkence ile öldürmüşlerdir. Ayrıca onlara ödeyemeyecekleri kadar ağır vergiler yüklenmiş, bütün mal ve yiyeceklerine el konmuştur.

Hatta su kullanmanın bile yasak edilmesi sebebiyle birçok kimse susuzluktan ölmüştür. Bu arada bütün şehir surları yıkılmış, ev, cami ve mescitler yakılıp yerle bir edilmiş ve şehrin hakim noktalarına Haçlılar yerleştirilmiştir.


-·   Kella Bozgunu:


Antakya'yı işgal ederek burada bir devlet kuran Haçlılar, esas gayeleri olan Kudüs'ü ele geçirmek için hakimiyet alanlarını sürekli olarak genişletmiş; Halep Selçuklu melikliğine bağlı er-Ruc, el-Bare ve Maarratü'n-Numan'ı da işgalden sonra el-Cezr, Zerdana ve Sermin şehirlerini de ele geçirmek suretiyle Haleb'i adeta kıskaca almış bulunuyorlardı. Böylece Haçlılar, Haleb'i de almak ve buradaki Selçuklu melikliğine son vermek için girişecekleri harekata dışardan yapılabilecek herhangi bir müdahaleye kolayca engel olmak için gereken tedbiri almış oluyorlardı. Durumun ciddiyetini anlamakta oldukça geç kalmış olan Melik Rıdvan, Haçlıların son olarak işgal ettikleri Kella kalesini geri almak için kuvvetleriyle birlikte Esarib üzerinden Kella'ya geldi (25 Şaban 493 / 5 Temmuz 1110) .

Bunun üzerine Antakya prensi Bohemond, Halep bölgesinde, daha önce işgal ettiği kalelere yerleştirdiği kuvvetlerle Rıdvan'ı karşıladı. Kella'da yapılan savaşta Rıdvan'ın askerleri yenilmiş; bir çokları öldürülmüş, aralarında bir emirin de bulunduğu birçok asker Haçlılar tarafından esir alınmıştır. Bu başarı üzerine Kefertab ile el- Hazır kaleleri de Haçlılar tarafından kolayca ele geçirilmiştir.

Bu yenilgi üzerine Melik Rıdvan, eski veziri Cenahüddevle'nin yanına Humus'a giderek Haçlılarla mücadele için ondan yardım istemiş; geçmiş bütün kırgınlıkları bir yana atan Cenahüddevle, onun bu isteğini olumlu karşılamış ve beraberindeki kuvvetlerle Haleb'e gelmiştir. Ancak Bohemond Antakya'ya çekilmiş olduğu için Haçlılara karşı hiç bir harekatta bulunulamamıştır. Askerleriyle birlikte bir süre Halep dışında kalan Cenahüddevle, bu sıralarda Haçlı saldırısından uzak kalmış olan Rıdvan'dan fazla bir ilgi göremeyince Humus'a geri dönmüştür.

Kella savaşından sonra Antakya prensi Bohemond, birtakım önemli kaleleri işgal etmek suretiyle Haleb'i ele geçirmek ve buradaki Selçuklu melikliğini ortadan kaldırmak için hazırlıklara girişti. Kuvvetlerini Haleb'in batısında el-Cezr ve Sermin'de toplamış ve böylece saldırı için ordusunu hazırlamıştı. Beraberinde Tancred olduğu halde Halep yakınlarına kadar gelen Bohemond, şehrin kıble yönünde bulunan Kuvayk çayı kıyısındaki el-Müşerrif'te karargahını kurdu. O, gizli istihbaratı sayesinde Rıdvan'ın ordusunun dağıldığını ve kendilerine karşı ciddi bir direnme gösteremeyeceğini öğrenmiş bulunuyordu. Bunu fırsat bilen Haçlı komutanları, Haleb'i daha sıkı kontrol altında tutmak, bölgedeki yiyecek maddelerini ele geçirmek ve nihayet gerektiğinde savunma yapabilmek maksadıyla Meşhedü'l-Ceff, Meşhedü'd-Dekke ve Meşhedü Karanbiya'da kaleler inşa etmeye karar verdiler (495 başları 1101 sonları) .

Fakat çok geçmeden Bohemond, Danişmend Gazi Gümüştegin'in sürekli saldırıları karşısında sıkışan Malatya hakimi Ermeni Gabriel'in, «şehri ve kızı Morfia'yı verme karşılığında» yardım isteği üzerine, derhal Haleb'i kuşatma faaliyetlerine son vererek Malatya'ya gitmek için Antakya'ya döndü.

Böylece Haçlı kuvvetlerinin, Haleb'i kuşatıp ele geçirmek için giriştikleri bütün hazırlıkları olduğu gibi bırakıp çekilmelerinden sonra Melik Rıdvan, derhal harekete geçerek Haçlıların depo ettikleri bütün yiyecek maddelerini kolaylıkla ele geçirmiş ve Sermin yakınlarında karargah kurmuştur. Öte yandan Cenahüddevle de kuvvetleriyle birlikte Humus'tan hareketle Haçlıların kontrolüne geçen Esfüna kalesini işgal etmiş ve kale içindeki bütün Haçlı askerlerini kılıçtan geçirmiştir. Buradan Sermin'e giden Cenahüddevle, bu bölgede konaklayan Rıdvan'ın kuvvetlerine ani bir baskın yapmış ve onları yağmalamıştır.

Yapılan çarpışmada Rıdvan'ın kuvvetleri bozularak çekilmiş, Vezir Ebu'l-Fazl b. el-Mevsfü ile Rıdvan'ın ilerigelen devlet adamlarından bazı kimseler Cenahüddevle tarafından esir alınarak Humus'a götürülmüştür. Bu arada Cenahüddevle, Rıdvan'ın yanında bulunan ve Rıdvan ile arasının açılmasında önemli rol oynayan Batıni reislerinden el-Hakim el-Müneccim'i yakalatmak için çaba göstermişse de başarılı olamamıştır. el-Hakim, bozgun sırasında canlarını kurtarıp kaçanlarla birlikte Haleb'e gelebilmiştir.

Cenahüddevle, Melik Rıdvan'a karşı kazandığı bu başarıdan sonra Sermin, Maarratü'n-Numan, Kefertab ve Hama bölgelerindeki bütün ürünlere el koymuştur. Daha sonra Cenahüddevle, Rahbe'yi almak için harekete geçmişse de buranın, Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak tarafından işgal edildiğini görünce, derhal buradan uzaklaşmış ve Nukra'ya gidip orada konaklamıştır. Bunu haber alan Rıdvan aralarının son derece açık olmasına rağmen hiç çekinmeden yanına giderek onunla barış yapmış ve hatta onu Haleb'e getirmiştir. Böylece Rıdvan, üvey babası ve eski veziri Cenahüddevle ile olan kırgınlık ve düşmanlıklarına son vermiş oldu.

Halep'te bir süre kaldıktan sonra memleketi Humus'a dönen Cenahüddevle, 22 Heceb 496 (1 Mayıs 1103) Cuma günü, muhafızlarıyla şehir camiinde namaz kılarken eski düşmanı Batıni reisi el-Hakim el-Müneccim'in gönderdiği sufi kılığındaki üç Batıni fedaisi tarafından hançerlenerek öldürülmüştür. Halep'te oturan el-Hakim'in, Melik Rıdvan'ın yakınlarından olması sebebiyle bu öldürme olayında onun da rolü olabileceği kaynaklarda belirtilmiştir.

Cenahüddevle'nin öldürülmesi üzerine Haçlı liderlerinden Raymond, Humus'u ele geçirme hazırlıklarına girişti. Bu arada Cenahüddevle'nin karısı (Melik Rıdvan'ın annesi) oğluna bir elçi göndererek Humus'a gelip şehri teslim almasını ve Haçlılara karşı savunmasını bildirdi. Bu durumu öğrenen şehrin ilerigelenleri, Cenahüddevle'yi destekledikleri için Rıdvan'ın, kendileri hakkında pek olumlu fikirlere sahip olmayacağı kuşkusu ile onun hasmı durumundaki Melik Dukak'a Humus'u teslim etmek üzere çağrıda bulundular. Bu sıralarda Dukak'ın Dımaşk'ta bulunmamasına rağmen naibi Aytegin el-Halebi, hemen bir miktar kuvvetle harekete geçerek Humus'a gelmiş ve kaleyi Dımaşk Selçuklu melikliği adına teslim almıştır.

Öte yandan Humus'u işgal etmek için Resten'e gelerek burayı kuşatan Raymond ile annesinin çağrısına uyarak harekete geçip el-Kubbe'ye gelen Rıdvan Humus'un Dukak'ın eline geçtiğini öğrenince artık şehre girmenin gereksizliğini düşünerek memleketlerine geri dönmüşlerdir. Böylece Humus sessiz, sedasız Dımaşk Selçuklu melikliğine katılmış oldu.

Halep Selçuklu melikliğine tabi olan Azaz valisi Ömer, Antakya Haçlı prensliğine ait el- Cume'ye saldırarak yağma akınlarında bulunmuştur. Bunun üzerine Tancred, Antakya ve Urfa kuvvetleriyle karşı harekete geçerek Halep yakınlarındaki el-Müslimiyye'de karargahını kurduktan sonra bölgedeki köy ve kasabaları vergiye bağlamıştır.

Tancred, bir süre Halep yörelerinde askeri hareketlerde bulunduktan sonra, kendisine karşı hiçbir önlem almayan Melik Rıdvan'a ulaklar gönderip ondan bazı isteklerde bulunmuş, sıkışık bir durumda olan Rıdvan, bunları kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ikisi arasında yedibin altın ile on baş hayvan verilmesine karşılık; el-Müslimiyye harekatı, sırasında alınan esirlerin (emirler · dışında) salıverilmesi şartlarını ihtiva eden bir anlaşma imzalanmıştır (496 sonları / 1103 sonları).

Fakat çok geçmeden, Antakya prensliğine bağlı kuvvetler, yeniden Halep bölgesinde harekatta bulunarak Tellü Başir'e, özellikle kuzey ve doğu yörelerine yağma akınları yaptıktan sonra Beserfüs kalesine saldırarak eman ile teslim almışlardır. Daha sonra Keferlasa'ya yönelen Haçlılar, Uleymoğulları kabilesinin karşı saldırıları üzerine, yeniden Beserfus'a çekilmişlerdir ( 497 /1108 sonları).

Melik Rıdvan, hakimiyet alanlarını sürekli olarak genişletmek isteyen Antakya Haçlılarının Halep bölgesinde giriştikleri askeri hareketler karşısında, hiç bir karşı harekatta bulunamamıştır. Esas itibariyle Sultan Melikşah'ın ölümünden sonra başlayan iç karışıklıklar sebebiyle Selçuklu devletinin otoritesinin zayıflaması tabi devlet ve beylikler üzerindeki nüfuz ve hükümranlığının hemen hemen yok denecek bir duruma gelmesi, bunun tabii sonucu olarak vasallar arasında sürekli çatışmaların ortaya çıkması ve nihayet Şii Mısır Fatımilerinin İslam dünyası içinde olumsuz davranışları, Haçlıların Suriye ve Filistin'de tutunmalarını sağlamış oldu. Özellikle Kudüs'ün işgali (15 Temmuz 1099), Haçlıların büyük hedeflerinin gerçekleşmesiyle sonuçlandı. Böylece Suriye'de Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı öteki meliklikler gibi, Halep melikliği de Haçlı istilasının tehdidi altında bulunuyordu.

Öte yandan Selçuklu sultanı I. Kılıçarslan, Anadolu'da zor şartlar altında, Bizans ve Haçlılarla başarılı mücadelelerde bulunuyordu. Kılıçarslan, Bizans imparatoru Aleksius ile bir anlaşma yaparak batı sınırını emniyet altına alarak Doğu Anadolu seferine çıkmış ve Maraş'ı Ermenilerden almayı başarmıştı (1103).

Bu sıralarda Danişmend Gümüştegin Antakya prensi Bohemond'u esir almıştı. Bunun üzerine Kılıçarslan Antakya üzerine bir sefer düzenlemeye karar verdi. Bu maksatla Haleb'e bir elçi göndermiş ve sefer sırasında ordusunun yiyecek ihtiyaçlarının sağlanmasını bildirmiştir. Halep halkı, buna son derece sevinmiş, etrafa müjdeler yollanmıştır. Ancak Kılıçarslan, Gümüşteginin esir alınan Bohemond'u, yüzbin altın karşılığında salıverdiğini öğrenince Antakya seferinden vazgeçmiştir.



2 ---  Rıdvan'ın Karşı Harekatı:


Halep bölgesinin birçok önemli kale ve stratejik mevkilerinin Haçlılar tarafından ele geçirilmesi sonucunda bu bölge, Haçlıların kontrolüne girmişti. Böylece Halep Selçuklu melikliği çok ciddi bir devreye girmiş oluyordu. Melik Rıdvan ise Haçlıların, Halep melikliği aleyhine sürekli olarak artan bu askeri hareketlerini durdurabilecek kuvvete sahip değildi. Bu yüzden başarılı karşı saldırılar da düzenleyemiyordu. Fakat özellikle Halep bölgesinde askeri faaliyetlerde bulunan Antakya Prensliğine bağlı kuvvetlerin, başlarında Danişmend Gümüştegin'in esaretinden kurtularak Antakya'ya gelen Bohemond ile yeğeni Tancred olduğu halde, Harran üzerine yürümekte olan Urfa kontu II. Baudouin'in çağrısına uyarak ona yardıma gitmeleri sonucunda bu bölgede Haçlı harekatı durmuş oldu. Şaban 497 (Nisan-Mayıs 1104) 'de Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun Musul valisi Çökürmüş ile imparatorluğun vasalı Hısnıkeyfa (Hasankeyf) emiri Artukoğlu Sökmen'in birlikte sevk ve idare ettikleri Selçuklu ordusu karşısında, Harran'da Belih çayı yörelerinde II. Baudouin, Joscelin, Bohemond ve Tancred gibi ilerigelen Haçlı liderlerinin komutasındaki Haçlı ordusunun ilk defa büyük bir bozguna uğraması ve hatta Baudouin ve Joscelin'in esir alınması, bütün İslam alemini sevindirirken, özellikle Halep bölgesindeki Haçlı prensliğinin askeri harekatlarını büyük çapta sekteye uğratmıştır.

Rıdvan, bu harekatı daha yakından izlemek maksadıyla bir miktar kuvvetle Halep'ten çıkıp Fırat ırmağı yönünde ilerlemişti. Bu sıralarda Urfa ve Antakya Haçlı ordusunun kesin bir yenilgiye uğradığını öğrenen Rıdvan, süratle geriye dönüp Haçlıların işgalleri altında bulunan Halep bölgesindeki kale ve stratejik bölgeler üzerine yönelerek bunları birer birer kuşatmaya başladı. Böylece el-Cezr, el Füa, Sermin, Maarretü Masrın ve bazı kaleleri yeniden ele geçirmeyi başardı; birçok Haçlı askeri de tutsak alındı. Rıdvan'ın bu istirdat harekatından başka melikliğe bağlı emirlerden Şemsü'l-Havas Yaruktaş da bir miktar kuvvetle harekete geçerek Savveran'ı fethetmiştir.

Bütün bu askeri başarılar neticesinde Latmin, Kefertab, Maarratü'n-Nüman ve el-Bare'de bulunan Haçlılar, Antakya'ya kaçmışlardır. Böylece bu kale ve şehirler de yeniden Halep Selçuklu melikliğinin yönetimine geçmiştir. Daha sonra Melik Rıdvan, Balis ve el-Faya'yı Cenahüddevle'nin adamlarından teslim almış, ayrıca Yaruktaş'ı istemeyen Hama halkının çağrısı üzerine burayı ve Selemiyye'yi de melikliğine katmıştır ( 497/1104). Melik Rıdvan'ın, Haçlıların zaafiyetinden faydalanarak giriştiği bu askeri harekat sonunda Halep bölgesinde bulunan ve Halep için stratejik önemi haiz olan bir çok kale ve şehir geri alınmış ve buralarda oturan halk emniyet ve süküna kavuşturulmuştur. Öte yandan Belih çayı savaşında yenilmesinden sonra yeğeni Tancred ile birlikte Antakya'ya dönen Bohemond, Melik Rıdvan'ın bu askeri hareketlerine karşı yeni bir harekata girişecek durumda değildi. Esasen Belih çayı zaferi, Kılıçarslan ve Danişmend Gümüştegin'in 1100 ve 1101 yıllarında Malatya ve Amasya'da Haçlıları yok etmelerinden sonra onlara ikinci ağır bir darbe olmuş ve böylece Halep bölgesi bir süre Haçlı tehlikesinden uzak kalmıştır.


--  Artah Mağlubiyeti:


Halep bölgesindeki Haçlı baskı ve işgalini kısmen de olsa kaldırmayı başaran Rıdvan, kardeşi Dukak'ın ölümü (Ramazan 49'"/ / Haziran 1104) üzerine eskiden beri hakim olmak istediği Dımaşk'a ordusuyla hareket etmiş, bir süre kuşatmış, adına hutbe okutmayı ve para bastırmayı kabul ettirmişti. Fakat her an yeni bir Haçlı tehlikesinin ortaya çıkabileceği düşüncesiyle Haleb'e geri dönmüştür. Böylece o, Dımaşk melikliğini kendine tabi kılmayı başarmış oldu.

Aşağı yukarı bir yıl sonra (Receb 498 / Mart 1105) Melik Rıdvan, Trablusşam'ı kuşatmakta olan Haçlı kuvvetlerini bertaraf edebilmek maksadıyla şehir hakimi Fahrülmülk İbn Ammar'ın yardım çağrısına uyarak Halep'ten ordusuyla hareket etmişti. Fakat bu sırada, Bohemond'un askeri yardım için Avrupa'ya gitmesi sebebiyle Antakya prensliğinin yönetimini üzerine alan Tancred; Maraş, Tellü Başir ve Urfa Haçlı kontluğundan da yardım alarak Halep melikliği için çok önem taşıyan Artah üzerine yürüdü. Artah 496 (1102-1103) yılında Haçlıların zulümleri sebebiyle kalede bulunan Ermeniler tarafından Melik Rıdvan'a teslim edilmişti.

Haçlı kuvvetlerinin şehri kuşatmaları üzerine kalede bulunan Rıdvan'ın naibi, derhal ona haber göndererek Haçlı kuşatmasını bildirmiş ve süratle yardıma gelmesini istemiştir. Bu haber üzerine Rıdvan, bütün Halep bölgesinden sağladığı üçbini gönüllü olmak üzere' yedibin yaya ve pek çok da süvariden oluşan oldukça kalabalık bir orduyla Halep'ten ayrıldı. Artah'a yaklaşan Halep Selçuklu ordusunun çokluğu karşısında savaşa cesaret edemeyen Tancred, Rıdvan’a haber göndererek barış teklifinde bulundu. Rıdvan, bu teklifi kabul etmek istemişse de beraberinde bulunan İspehbud Sabave buna engel olmuştu. Böylece Tancred'in barış teklifi reddedilmiş ve savaş kaçınılmaz bir duruma gelmişti. İbnü'l-Esir'in ifadesine göre; her iki taraf arasında savaş başlar başlamaz Haçlılar, çarpışmaya girişmeyerek süratle geri çekilmişlerdir.

Fakat çok geçmeden Haçlı komutanlarının aralarında yaptıkları müzakerelerde, geri dönülüp son bir saldırıda bulunulması, aksi takdirde tamamen bozguna uğranılacağı kararına varılmış ve yeniden çarpışmalara başlamışlardır. Halep kuvvetlerinin başarılı bir çarpışma sonunda Haçlı ordugahına girmeye muvaffak olmalarına rağmen süvari kuvvetler bozguna uğramaktan kurtulamadılar. Onların bu bozgunu, Haçlı ordugahında yağmaya dalan piyade askerlerin çok büyük kayıplar vermesine sebep olmuş, bunlardan pek az sayıda asker kurtulabilmiştir. Tam anlamıyla bozguna uğrayan Rıdvan'ın ordusu, Haleb'e çekilmek zorunda kalmıştır (3 Şaban 498 / 20 Nisan 1105) . Halep tarihçisi Kemaleddin İbnü'l-Adim'in Halep için, daha önceki «Kella felaketinden daha büyük bir felaket» olarak ifade ettiği bu Artah yenilgisinde, Rıdvan'ın kuvvetleri atlı ve yaya olmak üzere üçbin civarında zayiat vermiştir.

Halep ordusunun Haçlılar karşısındaki bu bozgununu, Leylun'dan Şeyzer'e kadar bütün Halep bölgesi halkını, hatta İbnü'l-Kalanisi'nin ifade ettiği gibi, bütün Suriye topraklarında yaşayan insanları, memleketlerinin her an bir Haçlı istilasına maruz kalabileceği endişesiyle baş başa bırakmıştır.

Nitekim çok geçmeden Tancred'in komutasındaki Antakyalı kuvvetler, bu bozgundan geniş ölçüde faydalanmak için Halep bölgesinde yağma ve istila hareketlerine giriştiler. İstilaya uğrayan el-Cezr ve Leylun halkının büyük bir kısmı Haleb'e göç etmişlerdir. Tancred, daha önce Melik Rıdvan'ın işgal ettiği Haleb'e bağlı stratejik önemi olan kaleleri kolaylıkla ele geçirmiştir. 


E ----· HAÇLILARA KARŞI İTTİFAK TEŞEBBÜSLERİ


Antakya prensliği yönetimini geçici olarak yürüten Tancred'in Halep bölgesinde giriştiği askeri harekat neticesinde Halep Selçuklu melikliği ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştı. Melik Rıdvan, melikliğini bu tehlikeden kurtarmak için Muhammed Tapar taraftarı olduğu için Bağdat şahneliğinden uzaklaştırılan Artukoğlu İlgazi, kısa bir süre hizmetinde bulunan İspehbud Saba ve Sincar emiri Arslantaşoğlu Alpı ile Haçlılara karşı girişecekleri askeri harekat için anlaşmaya vararak bir ittifak oluşturdu. Müttefikler, Haçlılarla nerede ve nasıl savaşılacağı konusunu müzakere için yaptıkları toplantıda İlgazi, Sultan Berkyaruk adına Musul ve bölgesinde valilik yapan Çökürmüş'ün yönetimindeki şehirleri ele geçirip buralardan elde edilecek asker ve paralarla Haçlılara karşı daha etkili bir mücadele yapılabileceğini ileri sürmüştü. İlgazi'nin bu teklifi, Rıdvan ve Alpı tarafından da olumlu bulununca süratle hazırlanan onbin kişilik bir kuvvet, Ramazan 499 başlarında (Mayıs 1106) Çökürmüş'ün yönetimi altında bulunan Nusaybin üzerine yürümüştür. Kuşatma sırasında Emir Alpı, surlardan atılan bir okla ağır yaralanmış ve Sincar'a dönmek zorunda kalmıştır.

Öte yandan, bu sıralarda Tanza yörelerindeki bir ılıcada tedavi gören Emir Çökürmüş, Rıdvan ve müttefiklerinin Nusaybin harekatını öğrenir öğrenmez Musul'a giderek askerlerini topladı ve Nusaybin'e hareket etti. Fakat müttefiklerin kalabalık ordusu karşısında savaşı göze alamadı. Bunun üzerine Melik Rıdvan'ın ordusunda yer alan bazı ilerigelen emirlere mektuplar gönderip birtakım vaatlerde bulunarak onları Rıdvan aleyhine kışkırtmayı başaran Çökürmüş, Nusaybin'de bulunan naiplerine Rıdvan'a yakınlık gösterip hizmet etmelerini, para ve armağanlar takdim etmelerini» bildirdi. Ayrıca Rıdvan'a elçiler gönderip; «Sen İlgazi'nin nasıl şer ve fesat sahibi bir insan olduğunu iyi bilirsin. Eğer onu yakalatıp hapse atarsan sana itaat eder, asker, silah ve para bakımından yardımda bulunurum» demiştir. Musul emirinin bu teklifini Halep bölgesini ciddi bir şekilde tehdit eden Haçlılara karşı yapılacak mücadeleler için, onun da yardımını sağlamak bakımından yerinde bulan ve uygulamaya karar veren Rıdvan, hizmetinde bulunan İlgazi'yi çağırtarak ona, Nusaybin'in alınmasının çok güç olduğunu söyledikten sonra; «Haçlılar, Halep bölgesini istila etmiş durumdadır. Büyüle kuvvetlerle bize katılacak olan Çökürmüş ile barış yapıp hep birlikte Haçlılara karşı harekete geçelim, böylece bizim bu hareketimiz, Müslümanların küffara karşı birleşmesi olacaktır» demiştir.

Küçümsenemeyecek kadar bir Türkmen kuvvetine sahip olan gazi, onun tavsiyesini kabul etmemiş; “Sen, kendi başına buyrukmuşsun gibi hareket ediyorsun, halbuki şu anda benim buyruğum altında bulunuyorsun; Nusaybin alınmadan sana buradan çekilme izni vermem, eğer çekilmeye kalkacak olursan seninle savaşmaya hazırım” demek suretiyle hizmetinde bulunduğu Rıdvan'a çok sert ve tehdit dolu bir tepkide bulunmuştur. Böyle bir tepkiyle karşılaşabileceğini düşünen Rıdvan, İlgazi'yi yakalatmak için daha önce tedbir almıştı. Nitekim birkaç askeri vasıtasıyla onu kıskıvrak yakalatıp bağlattıktan sonra artık düşmanı olmadığı Nusaybin kalesinde hapsettirmiştir. Fakat çok geçmeden beylerinin tutuklandığını öğrenen Türkmenler, İlgazi'yi kurtarmak için surlardan içeri girmeye ve önlerine gelen her şeyi yağmalamaya başlamışlardır. Bunun üzerine Rıdvan, askerleriyle birlikte süratle Haleb'e dönmüştür. Böylece Melik Rıdvan'ın, Halep bölgesini istila eden Haçlılara karşı kurmayı başardığı bu ittifak cephesi, Çökürmüş'ün siyasi oyunları sonucu dağılıp gitmiştir.



Batınilerle İşbirliği ve Efamiye Olayları:


Başarısızlıkla sona eren Nusaybin harekatından sonra Humus'a bağlı Kefertab'ın batısındaki önemli kalelerden biri olan Efamiye Halep Selçuklu melikliğinin hakimiyetinden çıkmıştı. Selçuklu vasalı Humus emiri Seyfüddevle Halef b. Mülaib'in yönetiminde bulunan Efamiye kalesi, 483 (1090) yılında Tutuş tarafından alınmıştı. Tutuş'un ölümünden sonra Efamiye kalesi oğlu Melik Rıdvan'a tabi olmuştu. Fakat bir süre sonra Rıdvan'ın bu kaledeki naibi, Mısır Fatımilerine başvurarak kaleyi kendilerine teslim edeceğini, bu sebeple bir naibin gönderilmesini bildirmişti. Bunun üzerine Mısır'da bulunan İbn Mülaib: «Haçlılarla mücadele etmek istiyorum» diyerek halifeyi ikna etmiş ve yeniden Efamiye'ye gelip yönetimi eline almayı başarmıştı. Fakat şehir ve kalesini eline geçirdikten sonra vasalı olduğu Fatımilere de itaat etmemeye başlayan İbn Mülaib, yeniden yolları kesip soygunlar ve müsadereler yapmaya başladı.

Halkının çoğu Şii olan Sermin, Haçlılar tarafından işgal edilince müslüman halk, burayı terkedip başka yerlere göç etmişti. Bu arada bir Şii daisi olan Sermin kadısı Ebu'l-Feth es-Sermini de Efamiye'ye sığınarak İbn Mülaib'in yanında kalmaya başladı. Böylece bu kalenin yeniden Halep Selçuklu melikliğine katılması kolaylaşmış oluyordu. Bu konuda Melik Rıdvan'ı ikna eden Batıni reisi Ebu Tahir es-Saig, Ebu'l-Feth ile haberleşerek İbn Mülaib'in öldürülüp kalenin Halep melikliğine bağlanması için girişimlerde bulundu. Büyük bir maharetle İbn Mülaib'in şüphelerinden sıyrılmayı başaran Ebu'l-Feth, Ebu Tahir ile münasebetlerini gizlice sürdürüyordu. Nihayet Ebu'l- Feth'in emri üzerine, güya Rıdvan'ın kötü davranışları sebebiyle Halep'ten kaçan üçyüz kadar Serminli beraberlerine verilen Haçlılara ait bir at, silah ve bir Haçlı reisi olduğu halde, Efamiye'ye gelerek «Haçlılarla savaşmak maksadıyla İbn Mülaib'in hizmetine gireceklerini ve yolda rastladıkları bir Haçlı birliğini yok edip neleri varsa aldıklarını» bildirdiler. Bunlara inanan İbn Mülaib, Serminlileri sevinçle karşılamış ve oturmalarına izin vererek adamlarına, onları kaleye yerleştirmelerini emretmişti. Artık her şey tamamlanmış ve Ebu'l-Feth'in planlarının uygulanmasının zamanı gelmişti.

Bir gece, kale muhafızlarının uykuya daldıkları bir sırada, Kadı Ebu'l-Feth ve kalede ikamet eden birkaç Batıni fedaisi, sessizce surlara gidip aşağıya ipler atarak, Üçyüz Serminliyi büyük bir gizlilikle yukarı çekmeyi başardılar. Yataklarında uyumakta olan İbn Mülaib'in çocukları ve amca oğulları, bir baskın sonunda öldürüldüler. Daha sonra da ayrı bir odada yatan İbn Mülaib de aynı şekilde öldürüldü. Bundan sonra da «Melik Rıdvan'ın kaleye hakim olduğun halka münadiler vasıtasıyla duyuruldu (3 Şubat 1106) .

İbn Mülaib'in öldürülüp Efamiye'nin ele geçirildiğini öğrenen Ebu Tahir, şehir yönetiminin Rıdvan'a tabi olarak kendisine bırakılması gerektiği düşüncesiyle süratle Halep'ten Efamiye'ye gelmişse de olaylar planladığı gibi cereyan etmedi. Şehir ve kaleye hakim durumda bulunan Kadı Ebu'l-Feth'in ona; «Bana hiçbir şekilde karşı gelmeyip benimle burada kalırsan hoş geldin, o takdirde senin emirlerini dinlerim, aksi halde, derhal geldiğin yere geri dön» demesi üzerine Ebu Tahir, ona karşı hiçbir harekette bulunamamış, böylece Efamiye Ebu'l-Feth'in yönetiminde kalmıştır. Fakat öte yandan Efamiye olaylarını yakından izlediği anlaşılan Tancred, beraberinde tutsak bulunan Ebu'l-Feth'in kardeşi olduğu halde, yediyüz süvari ve bin piyadeden oluşan kuvvetleriyle Efamiye'ye yürümüştür. Fakat o, şehre karşı hiçbir askeri harekatta bulunmamış, yalnızca Ebu'l-Feth'den kardeşinin serbest bırakılması karşılığında bir miktar para aldıktan sonra Antakya'ya dönmüştür.

Öte yandan Ebu'l--Feth'in şehri ele geçirmesinden önce, bir fırsatını bulup kaçarak canını kurtaran İbn Mülaib'in oğlu Musbih, önce Şeyzer'e gitmiş, orada bir süre kaldıktan sonra ailesinin intikamını almak için adamlarıyla birlikte Antakya'ya gitmiş ve Tancred'e sığınarak onunla işbirliğine başlamıştır. Musbih, kendi ailesine ait olan Efamiye'den kaçmak zorunda kaldığını, Ebu'l-I Feth ve Ebu Tahir'e karşı kendisiyle birlik olup sadık kalacağını, şehir ve kalenin alınmasından sonra da kendisinin bir vasalı olarak hüküm süreceğini söyledikten sonra, kale ve ambarlarda ancak bir aylık yiyecek maddelerinin bulunduğunu ve halkın uzun bir süre kuşatmaya dayanamayacağını belirterek onu Efamiye'ye yürümeye ikna etti. Bunun üzerine Tancred, beraberinde Musbih olduğu halde, kuvvetleriyle birlikte Efamiye üzerine yürüyüp kuşatmaya başladı.

Şehir ve kale halkı, şiddetli bir yiyecek sıkıntısına maruz kaldığı için eman ile teslim olmak zorunda kaldı. Burayı işgal eden Tancred, Serminli Kadı Ebu'l-Feth'i işkence ile öldürttü. Bununla birlikte şehir yönetiminde ikinci planda kalan Ebu Tahir ve arkadaşları, öldürülmeyip esir olarak alıkonulmuş, çok geçmeden de bunlar, kurtuluş akçesi karşılığında salıverildikten sonra Haleb'e dönmüşlerdir. Böylece Efamiye, 13 Muharrem 500 (14 Eylül 1106) 'de Haçlıların eline geçmiş oldu.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu metbu tanıyan Melik Rıdvan'ın Halep'te Batınilerle sıkı bir işbirliği yapması, Sultan Muhammed Tapar'ın dikkatini çekmiş ve Rıdvan, bu hareketinden dolayı şiddetle kınanmıştır. Bunun üzerine Rıdvan, Efamiye emiri İbn Mülaib ve aile fertlerinin öldürülmesinde önemli rol oynamış olan Ebu'l-Feth'in kardeşi Ebu'l-Ganaim ve taraftarlarını Halep'ten çıkartmış ve bazılarını öldürtmüştür (501/1107-1108). Böylece Rıdvan, Halep'teki Batınilerin faaliyetlerine son vermiş, fakat Haçlıların esaretinden kurtulan Ebu Tahir'in faaliyetlerine engel olmak cesaretini gösterememiştir.

Haçlılarla mücadele etmesl için Sultan Muhammed Tapar tarafından Musul valiliğine atanan Çavlı Sakave, bölgeyi elinde bulunduran ve Anadolu Selçuklu devleti sultanı Kılıçarslan'ı metbu tanıyan Emir Çökürmüş'ü bozguna uğratıp öldürmeyi başarmıştı (Muharrem 500 / Eylül-Ekim 1106). Fakat çok geçmeden Musul ilerigelenleri, Çökürmüş'ün onbir yaşındaki oğlu Zengi'ye vali olarak itaat ettiler. Çökürmüş'ün kale muhafızı olan Oğuzoğlu, Musul'u Çavlı'ya karşı savunmak için hazırlıklara girişti.

Ayrıca Zengi ve şehir ilerigelenlerinin de tavsibiyle; Hille emiri Seyfüddevle Sadaka, Bağdat şahnesi Aksungur Porsuki ve Anadolu Selçuklu sultanı Kılıçarslan'a elçiler göndererek Musul'u kendilerine teslim edeceğini vaat etti. Sadaka bu çağrıya, Sultan Muhammed Tapar'a sadakatı sebebiyle red cevabı vermiş, Porsuki ise Musul'a yaklaşmasına rağmen hiç kimsenin kendisine yüz vermemesi sebebiyle Bağdat'a geri dönmüştür. Bu sıralarda Doğu Anadolu'daki fetihleri dolayısıyla Malatya'da bulunan Kılıçarslan, bu çağrıya uyarak bir kısım kuvvetleriyle birlikte süratle Musul'a yöneldi. Nusaybin'de bir süre kalan Kılıçarslan, burada kendisini karşılayan ve itaatlerini arzeden Musul ileri gelenleriyle birlikte şehre gelip Sultan Muhammed Tapar adına okunan hutbeyi kendi adına değiştirdi ve böylece şehir, Büyük Selçuklu yönetiminden çıkıp Anadolu Selçuklu hakimiyetine geçmiş oldu (25 Receb 500 / 19 Nisan 1107).

Kılıçarslan'ın Musul'a gelmekte olduğunu önceden haber alan Çavlı, çabucak şehirden ayrılarak Sincar'a çekilmişti. Çok geçmeden Artukoğlu İlgazi ve Çökürmüş'ün askerlerinden bir kısım kuvvetler kendilerine katılmış ve böylece Çavlı, dörtbin süvariden oluşan bir kuvvete sahip olmuştu. İşte bu sıralarda Melik Rıdvan, Çavlı'ya bir mektup göndermiş ve: “Suriyeliler, Haçlıları yurtlarından uzaklaştırmada aciz kaldılar” diyerek Haçlılarla mücadele etmek için Suriye'ye gelmesi hususunda çağrıda bulunmuştu. Bu sıralarda Rahbe'yi kuşatmakta olan Çavlı, Rıdvan'a gönderdiği cevapta, önce Musul'a yeniden hakim olabilmesi için kendisine askeri yardımda bulunmasını, bunu gerçekleştirdikten sonra da Haçlılara karşı savaşıp onları Halep bölgesinden atmanın daha doğru olacağını bildirdi. Çavlı'nın öne sürdüğü bu şartları benimseyen Rıdvan Antakya prensi Tancred ile barış yaptıktan sonra askerleriyle derhal Halep'ten ayrılıp Rahbe'yi kuşatmakta olan Çavlı'ya katılmıştır.

Çavlı, Rıdvan ve İlgazi'nin kuvvetlerinden oluşan kalabalık ordu, Rahbe'yi şiddetle kuşatmaya başladı. 1107 ortalarına kadar sürdürülen kuşatmadan sonra burçlardan birisini savunanların ihaneti sebebiyle Melik Dukak tarafından atanmış olan Muhammed eş -Şeybani, şehri Çavlı ve müttefiklerine teslim etmek zorunda kaldı. Böylece Rahbe'nin itaat altına alınmasından sonra müttefikler, yönetimi Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı olan Musul'u kuşatarak Anadolu Selçuklularına bağlayan Kılıçarslan'a karşı harekete geçtiler. Her iki taraf arasında Hapur ırmağı kıyısında yapılan şiddetli savaş sonunda, kuvvetlerinin azlığı ve özellikle maiyyetinde bulunan başta Amid beyi Yınaloğlu İbrahim ve Harput emiri Çubukoğlu Muhammed ile öteki Doğu Anadolu beylerinin, kuvvetleriyle ordusunun saflarından ayrılması sebebiyle tek başına pek çok yiğitlikler göstermesine rağmen Kılıçarslan, yenilgiden kurtulamadı; kendinin ve atının zırhlarının ağırlığı dolayısıyla ok yağmuru altında girdiği Hapur ırmağında boğularak öldü (20 Zilkade 500 / 13 Temmuz 1107).

Bu zaferden sonra Çavlı, Musul'a Büyük Selçuklu İmparatorluğu adına yeniden hakim olmakta hiçbir güçlük ve engelle karşılaşmadı. Bununla birlikte o, yönetimindeki Musul'un Kılıçarslan tarafından kuşatılması sırasında Rıdvan'ın desteğini sağlamak için onunla yaptığı antlaşmayı yerine getirmemiştir. Melik Rıdvan ise, bu savaştan hemen sonra, Çavlı'nın saflarında birlikte çarpıştığı İlgazi'yi tutuklatması üzerine Çavlı'dan ayrılarak kuvvetleriyle birlikte Haleb'e dönmüştür. Böylece Melik Rıdvan'ın Haçlılara karşı giriştiği bu ikinci ittifak teşebbüsü de olumlu bir netice vermemiş ve dolayısıyla sürekli olarak Haleb'i tehdit etmekte olan Haçlılara karşı herhangi bir askeri harekata girişilememiştir.

Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar, Musul ve el-Cezire bölgeleri valiliğine atadığı Emir Çavlı'nın devlet hazinesine vergi göndermemesi, isyan eden vasal Hille emiri Seyfüddevle Sadaka'yı tedip için Bağdat'a geldiğinde kendisine katılmaması ve kendi aleyhine Sadaka ile işbirliğine başlaması gibi sadakatsizlikleri sebebiyle onu azletmiş ve yerine komutanlarından Altuntiginoğlu Mevdud'u atamıştı. Ayrıca Çavlı'yı bu bölgeden uzaklaştırabilmesi için Aksungur Porsuki, Sökmen el-Kutbi, Nasr b. Mühelhil ve Ebu'l-Heyca'yı kendisine yardımla görevlendirmişti.

İmparatorluk kuvvetlerinin Musul üzerine yürüdüğünü haber alan Çavlı, yanında Belih çayı savaşında (Nisan-Mayıs 1104) esir alınan Urfa kontu Baudouin olduğu halde, süratle şehirden ayrılmış ve bu sıralarda Mardin Artuklu emiri İlgazi'nin elinde bulunan Nusaybin'e gelmişti. Sultana karşı mücadelede yalnız kalan Çavlı, kendisini Bağdat şahneliğinden alması sebebiyle sultana kırgın bulunan İlgazi'ye elçiler göndererek sultana karşı kendisiyle birlik olması için büyük çabalar göstermiş ise de onu ikna edememişti. 

Bunun üzerine Çavlı, Rahbe yakınlarındaki Makisin'e geldi; burada, yanında tutsak bulunan Baudouin'i yetmişbin altın kurtuluş akçesi ödemek, müslüman esirleri serbest bırakmak ve gerektiği zaman da kendisine askeri yardımda bulunmak şartlarıyla serbest bıraktı. Ayrıca Baudouin, bu şartları yerine getirebilmesi için Salim b. Malik'in yönetimindeki Caber kalesinde bir süre oturmak zorunda bırakılmıştı.

Caber kalesine yerleşen Baudouin, kısa bir süre sonra, kendisiyle birlikte esir alınıp sonradan yirmibin altın kurtuluş akçesi ödemek suretiyle salıverilen kızkardeşinin oğlu, Tellü Başir prensi Joscelin'i getirterek Caber'de kendi yerine rehin olarak bıraktı; doğruca Antakya'ya Tancred'in yanına giden Baudouin, ondan otuzbin altın ile at, silah, elbise ve daha başka şeyler almış ise de Tancred, esareti sırasında yönetimine aldığı Urfa'yı ona geri vermeyi kabule yanaşmamıştı. Bunun üzerine Baudouin, Antakya'dan ayrılıp yeğeni Joscelin'in elindeki Tellü Başir'e gelmişti. 

Öte yandan sultana karşı mücadelede sıkışık bir durumda kalan Çavlı, Baudouin ile yaptığı anlaşma şartlarını bir an önce yerine getirmesini sağlamak için Caber'de Baudouin'in yerine rehin bulunan Joscelin'i serbest bıraktı. Gerçekten Baudouin, anlaşma şartlarının tümünü yerine getirmiş, hemen hepsi Halep bölgesine ait olan müslüman esirler ile kurtuluş akçesini Çavlı'ya yollamıştır. Böylece durumu düzelen Baudouin, yeğeni Joscelin ile birlikte Urfa'yı kendisine vermemekte direnen Tancred'e karşı harekete geçerek onun elinde  bulunan bir çok bölgede yağma ve tahrip akınlarına girişmiştir. Bunun üzerine her ikisi arasında yapılan müzakereler sonucunda Tancred, 18 Eylül 1108'de Urfa'yı Baudouin'e teslim etmiştir. 

Bir süredir Makisin'de oturan Emir Çavlı, buradan Rahbe'ye geldi. Babaları Seyfüddevle Sadaka'nın, Sultan Muhammed Tapar ile yaptığı savaşta (Mart 1108) yenilip öldürülmesi üzerine emirlik başkenti Hille'den ayrılıp Caber kalesinde Salim b. Malik'in himayesi altında oturan Ebu'n-Necm Bedran ve kardeşi Ebu Kamil Mansur, Rahbe'ye gelerek Çavlı'ya katıldılar ve sultana karşı onunla birleştiler. Bu sıralarda, sultanın maiyyetinden ayrılan Emir İspehbud Sabave de Çavlı'ya gelerek onunla işbirliğine başlamıştı.

Sabave, Irak'ta kaldığı takdirde daima sultanın tedip ve tehdidine maruz kalınacağını ifade ederek: «Suriye'de yeteri kadar İslam askerinin bulunmaması dolayısıyla bu ülkenin Haçlı istilasına uğramış olduğunu ileri sürmüş ve kuvvetleriyle birlikte Suriye'ye hakim olmanın kendileri için daha olumlu sonuçlar doğuracağını bildirmiştir. Sadakaoğullarının Hille'ye gidip orada sultana karşı birlikte mücadele etme isteklerine önem vermeyen Çavlı, Sabave'nin bu teklifini olumlu bulmuş ve bunu gerçekleştirmek için de birlikte Rahbe'den ayrılmışlardır.

Bu sırada hakimiyeti altında bulunan Rakka'nın Nümeyroğulları tarafından işgal edilmesi üzerine Caber kalesi hakimi Salim b. Malik, elçiler göndererek onlara karşı Çavlı'dan yardım istedi. Bunun üzerine Çavlı, Rakka'ya yürüyüp şehri yetmiş güne yakın bir süre kuşatmış ise de Nümeyroğullarının kendisine para ve at vermesi üzerine kuşatmayı kaldırmış ve Salim'e buradan bir elçiyle haber göndererek daha önemli işlerinin olması sebebiyle Irak'a gideceğini, mücadelesinde başarılı olduğu takdirde Rakka ve daha başka yerlerin yönetimini kendisine bırakacağını bildirmiştir. 

Öte yandan Çavlı'nın Suriye'ye yürümekte olduğunu haber alan Melik Rıdvan, kuvvetleriyle birlikte süratle Halep'ten ayrılıp onu karşılamak üzere, Rakka-Balis arasındaki Sıffin'e geldi. Rıdvan, burada Baudouin tarafından doksan Haçlı askeriyle Çavlı'ya gönderilmekte olan kurtuluş akçesine elkoymuş ve birkaç Frank askerini de esir alarak yanında alıkoymuştur. Daha sonra Rıdvan, Rakka'yı işgal ederek Salim b. Malik ve müttefikleri Çavlı'ya karşı hasım durumuna geçen Nümeyroğulları ile müşterek düşmana karşı görüşme yapmak üzere, Rakka'ya gitmiş ve onlarla bir miktar para karşılığında, Çavlı'ya karşı birleşme niteliği taşıyan bir antlaşma yaptıktan sonra Haleb'e dönmüştür.

Öte yandan Sultan Muhammed Tapar, hizmet ve itaattan ayrılan Çavlı'nın birtakım olumsuz faaliyetlere girişmesi üzerine ona Fahrülmülk b. Ammar ve Kutluğtiginoğlu Emir Hüseyin'i aracı olarak göndermiş, kendisine karşı mücadeleyi bırakıp eski ıktaı olan Musul'a dönmesini ve İbn Ammar ile birlikte Haçlılara karşı cihada başlamasını bildirmişti. Böylece onun gönlünü almış ise de Musul valiliğine atanan Mevdud'un tutumu sebebiyle bunu gerçekleştirmek mümkün olamamıştır.

Bunun üzerine eski ıktaına dönme ümidi ortadan kalkmış olan Çavlı, kuvvetleriyle birlikte Suriye yönüne hareket ederek Halep Selçuklu melikliğine tabi bulunan Fırat ırmağı kıyısındaki Balis üzerine yürüyerek burayı kuşatmıştır (13 Safer 502 / 22 Eylül 1108) . Rıdvan'ın naipleri şehri terkettikten sonra Çavlı, beş gün şiddetli bir kuşatma savaşı yapmış ve nihayet şehir, burçlarından birinin tahrip edilmesi üzerine düşmüştür.

Melik Rıdvan, Çavlı'nın Halep Selçuklu melikliğine ait bölgeleri istila ve işgale başlaması üzerine en yakın komşusu durumunda olan Antakya prensi Tancred'e bir mektup yazarak Çavlı'ya karşı birleşme teklifinde bulundu. Rıdvan, bu mektubunda, Çavlı'nın kendisine yaptığı hile ve zulümleri anlatarak onun Haleb'i ele geçirmesi halinde, Haçlıların Suriye'de barınmalarına imkan kalmayacağını bildirdikten sonra, ondan yardım ve ittifak talebinde bulunmuştur. Mektubu alan Tancred, derhal askeri hazırlıklarını tamamlayıp harekete geçmiştir.

Öte yandan, kendisine karşı yapılan bu ittifakı haber alan Çavlı, Urfa kontluğunu yeniden eline geçiren Baudouin'e elçiler göndererek durumu anlatmış, kurtuluş akçesi olarak ödemesi gereken paralardan artık vazgeçtiğini bildirdikten sonra kendisine yardıma gelmesini istemiştir. Çavlının bu davetini kabul eden ve bu sıralarda Menbic'te bulunan Urfa kontu, kuvvetleriyle gelip Çavlı'ya katılmıştır. İşte tam bu sıralarda, başında Sultan Muhammed Tapar'ın vali olarak atadığı Altuntiginoğlu Mevdud'un bulunduğu Selçuklu ordusunun Musul'a girdiği; şehirdeki para ve hazineye el konulduğu haber alınınca Çavlı'nın ordusunda bir telaş ve heyecan başlamış, yanında bulunan Aksunguroğlu Zengi, Nihavendli Bektaş ve daha birçok emirlerle birlikte kendisinden ayrılmıştır. Ancak bin süvarisi kalan Çavlı, Baudouin ve ona katılan Joscelin ile birlikte Tellü Başir yörelerine gelip konaklamışlardır. Bu arada Tancred, Melik Rıdvan'ın gönderdiği altıyüz süvari ile ikibinyüz kişilik bir kuvvetin başında Tellü Başir yönüne hareketle Çavlı ve müttefiklerine yaklaşmaktaydı.

İki taraf arasında Tellü Başir civarında şiddetli bir savaş başladı (Safer 502 / Ekim-Kasım 1108). Tancred, merkez hattında bulunan Baudouin ve Joscelin'in kuvvetleri üzerine saldırarak onları geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu sırada Çavlı'nın sol kanat kuvvetleri, Tancred'in piyade askerlerine saldırarak onları bozup ağır kayıplar verdirdiler. Fakat bu sırada Çavlı'nın bir kısım askerlerinin, Frankların yedek atlarına saldırıp onları ele geçirmeleri üzerine, Frank kuvvetleri çekildiler.

Çavlı, çekilen Frank askerlerinin arkasından giderek yeniden çarpışmaya katılmaları için çaba göstermişse de onları ikna edememiş, kendisi de Musul'un kesinlikle elinden çıkması sebebiyle kuvvetlerine söz geçirememiş ve savaşı terketmek zorunda kalmıştır. Bütün ağırlıklarını savaş alanında bırakan Baudouin ve Joscelin Tellü Başir'e, Çavlı Rahbe'ye, İspehbud Sabave Suriye'ye, Bedran b. Sadaka eski ikamet yeri olan Caber kalesine ve nihayet Çavlı'nın hizmetine girmiş olan Çökürmüşoğlu da Ceziretü İbn Ömer'e gitmişlerdir. Savaşta gerek Haçlılar, gerekse Rıdvan'ın Halep askerleri oldukça ağır kayıplar vermişlerdir. Buna karşılık Tancred'in kuvvetlerinin eline çok sayıda mal ve eşya geçmiştir. Savaştan sonra Tancred, Antakya'ya dönmüş ve savaştan sağ olarak kurtulan Rıdvan'ın kuvvetlerini Haleb'e göndermiştir. Rıdvan'ın katılmayıp yalnızca bir askeri birlik gönderdiği bu Tellü Başir savaşı sonunda, Çavlı'nın Suriye'ye ve dolayısıyla Haleb'e hakim olma planları böylece başarısız kalmıştır.


 

F - SELÇUKLU ORDUSUNUN HAÇLILARA KARŞI İLK HAREKATI


Tellü Başir savaşında hakimiyet çatışmalarının da etkisiyle ikiye ayrılan Haçlılar, bu savaştan sonra birlikte hareket ederek özellikle Suriye kıyılarında büyük başarılar kazanıp Trablusşam, Banyas ve Cübeyl (Temmuz 1109) ve Beyrut (Mayıs 1110) gibi önemli şehirleri işgal etmişlerdir. Haçlıların İslam dünyası aleyhine kazandıkları bu başarılar karşısında, başta Dımaşk emiri Tuğtegin ve Halep Selçuklu meliki Rıdvan olmak üzere, Suriye'deki Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu metbu tanıyan mahalli emirliklerin Haçlılar karşısındaki durumları ciddi bir şekilde tehlikeye düşmüştür. Sultan Berkyaruk'un ölümünden sonra imparatorluk içinde istikrarı sağlayan Sultan Muhammed Tapar, MusuI valisi Mevdud, Mardin Artuklu emiri İlgazi ve Ahlat şahı Sökmen el-Kutbi'ye birer mektup göndererek Haçlılara karşı savaşmak üzere, harekete geçmelerini bildirdi. Haçlıların Anadolu, Suriye ve Filistin'e yerleşip birer devlet kurmalarından itibaren onlara karşı bütün İslam alemini temsil eden müşterek bir ordu, böylece oluşturulmuş oluyordu. Kısa zamanda Cizre'de toplanan Selçuklu ordu komutanları arasında yapılan müzakereler sonunda, Urfa Haçlı Kontluğu üzerine yürünmesi kararlaştırıldı.

Vakit kaybetmeksizin Nümeyroğulları topraklarından Urfa'ya hareket eden kalabalık Selçuklu ordusu, Şevval 503 (Nisan-Mayıs 1110) 'de Urfa'yı kuşatmaya başladı. Şehirde, giriş çıkışların kontrol altına alınması sebebiyle şiddetli bir yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Önemli bir Haçlı kontluğu olan Urfa'nın kuşatılması, Suriye ve Filistin Haçlılarını harekete geçirmekte gecikmedi. Nitekim Kudüs kralı I. Baudouin ile Trablus kontu Bertrand, Ermeni askerlerinden de takviye aldıktan sonra Urfa'nın yardımına koşmuşlardır. Bu Haçlı kuvvetlerinin Fırat ırmağını geçmesi üzerine Selçuklu ordusu, onlarla ovada savaşıp yok etmek maksadıyla taktik gereği kuşatmayı kaldırarak Harran'a çekilmiştir (Zilhicce 503 sonları / Temmuz,. Ağustos 1110) . Bunun üzerine Haçlılar, şehre yiyecek maddeleri ile savaş aletleri getirip depo etmişlerdir.

Böylece Urfa'nın bütün ihtiyaçları giderilmiş oldu. Haçlı kuvvetleri, Urfa'da birtakım savunma önlemleri aldıktan sonra yardıma gelen kuvvetler şehirden ayrılmışlardır. Haçlıların kolayca ve hiçbir engellemeye uğramadan giriştikleri bu faaliyetler sırasında, Selçuklu ordusu, hiç bir müdahalede bulunamamıştır. Ancak Urfa'yı terkeden yardımcı Haçlı kuvvetleri ile Selçuklu birlikleri arasında Fırat ırmağı kıyısında küçük çapta yapılan çarpışmalar neticesinde bazı Haçlı askerleri öldürülmüş ve bir kısım ağırlıkları da ele geçirilmiştir. Daha sonra Selçuklu ordusu, yeniden Urfa üzerine yürüyüp bir kuşatma denemesinde bulunmuşsa da başarılı bir sonuç alınamamıştır.



G --   ANTAKYA HAÇLI PRENSLİĞİYLE ÇATIŞMALAR


Urfa harekatına katılmamış olan Melik Rıdvan, bazı bölgelere askeri hareketlerde bulunmuştur. Böylece Haçlılara karşı Urfa'dan başka ikinci bir cephe açılmış oluyordu. O, Tellu Başir savaşı sırasında bir antlaşma imzalamış olmasına rağmen özellikle Antakya Haçlı kuvvetlerinin Urfa kontluğuna yardıma gitmesi sebebiyle kuvvetlerini toplayıp, daha önce Tancred tarafından işgal edilen Halep melikliğine bağlı yöreleri geri almak için çeşitli faaliyetlere girişti. Ayrıca Antakya'ya bağlı birtakım yörelere akınlar yaparak pek çok ganimet ele geçirdi.

Antakya'daki Haçlıların, bu harekatı dolayısıyla aralarında yapılan antlaşmayı bozmuş olduğunu bildirmeleri ve çok geçmeden de Tancred'in kuvvetleriyle birlikte Urfa'dan döndüğünü haber alan Rıdvan, askeri faaliyetlerine son vererek Haleb'e dönmüştür. İbnü'l Adim'in bildirdiğine göre, Urfa'dan dönerken Rıdvan'ın birtakım istila ve akınlarda bulunduğunu haber alan Tancred, Fırat ırmağını geçip Haleb'in doğu topraklarına girerek istilaya başladı. Halkı kılıçtan geçiren Tancred, pek cok sürü ele geçirdi. Daha sonra Antakya'ya dönen Tancred, kuvvetleriyle birlikte Esarib'i kuşatmaya başlamıştır. O, özellikle yöredeki Müslüman çiftçilere dokunmayarak yiyecek maddelerinin kaleye nakledilmemesini sağlamış, böylece Esarib halkı yiyecek sıkıntısı çekmeye mahkum edilmiştir.

Bu sırada, kaledeki Müslüman halktan birkaç fedai, Tancred'i öldürmeyi planlamışlarsa da bir Ermeni'nin ihbarı üzerine başarılı olamamışlardır. Bunun üzerine kuşatma daha da şiddetlenmiş ve surlardan bazıları yıkılmıştır. Halep melikliğinin bu çok önemli kalesinin düşmek üzere olduğunu haber alan Rıdvan, Tancred'e elçiler yollayarak yirmibin altın karşılığında, kuşatmadan vazgeçmesini bildirmiş, bunu az bulan Tancred ise ancak otuzbin altın karşılığında kuşatmayı kaldırabileceğini, ayrıca, elinde esir olarak bulunan bütün Haleplileri de serbest bırakacağını Rıdvan'a bildirmiştir. Onun istediği meblağı çok bulan Rıdvan, olayların gelişmesini beklemeyi daha uygun görmüştür. Bununla birlikte Esarib kalesinde durum oldukça ciddi idi.

Hazinedar, kale hazinesinde kalan yüz kadar altını alıp Haçlılar tarafına geçtiği gibi, bir gurup müslüman yine Haçlılara iltica etmek zorunda kalmıştı. Kalede çok güç ve ağır şartlar altında savunmayı sürdüren askerler, Melik Rıdvan'a posta güverciniyle gönderdikleri mektupta, gerek yiyecek, gerekse asker bakımından içinde bulundukları ciddi durumu anlatmaya çalışmışlarsa da güvercinin Frank askerleri tarafından okla vurulması ve mektubun Tancred'in eline geçmesi neticesinde, onların bu faaliyetleri de başarılı olamamıştır. Her şeye rağmen Esarib'in durumunu yakından izleyen Melik Rıdvan, Tancred'e ikinci defa başvurarak kuşatmayı kaldırması için istediği otuzbin altını vermeye razı olduğunu, ancak bunu belirli taksitlerle ödeyeceğini, ayrıca rehineler vereceğini bildirmiş, fakat Tancred, bunu da kabule yanaşmamıştır.

Öte yandan uzayıp giden kuşatma karşısında Rıdvan'ın herhangi bir müdahale ve yardımda bulunamaması karşısında ümitsizliğe düşen askerler, kaleyi Haçlılara teslim etmek zorunda kalmışlardır (Cemaziyelahir 504 / Aralık-Ocak 1110-1111). Tancred, kaleyi teslim etmeleri sebebiyle halka ve askerlere dokunmamış, onların Esarib'den ayrılmalarına da engel olmamıştır. Esarib'in işgalinden sonra askeri harekatını durdurmayarak Haleb'in batısında bulunan Zerdana kalesini kuşatan Tancred; çok geçmeden bir emirin yardımları sayesinde kaleyi ele geçirmiştir. 

Daha sonra Tancred, Bikisrail kalesini de işgal etmiştir. Halep için hayati bir önem taşıyan bu kalelerin Haçlı işgaline uğraması; bölge halkını derin bir endişeye düşürmüş, özellikle Menbic ve Balis halkı, ev ve mallarını bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardır.

Bu kalelerin kaybedilmesinden sonra Melik Rıdvan, Halep yörelerindeki Haçlı istila ve işgallerini kısmen de olsa durdurmak maksadıyla Tancred'e üçüncü defa başvurarak barış isteğinde bulunmuştur. Haleb'e ait önemli kaleleri almak suretiyle daha karlı bir duruma gelen Tancred, bu defa Rıdvan'ın barış teklifini kabul etmiştir. Böylece ikisi arasında «Tancred'e yirmibin altın, on at ve son Antakya seferi sırasında aldığı Ermeni esirleri geri vermesi, kuşatma sırasında Esarib yörelerinden toplanıp Haleb'e götürülen ürünlerin Haçlılara teslimi» şartlarını ihtiva eden bir barış antlaşması yapılmıştır.

Melik Rıdvan'ın Halep melikliği için oldukça ağır sayılabilecek şartlarla barış yapmak zorunda kalması, Halep bölgesinde iktisadi bir krizin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle anlaşma şartları arasında yer alan «bu yılki ürünlerin Haçlılara verilmesi· şartı» sebebiyle, yiyecek maddelerinde geniş ölçüde bir azalma oldu. Bundan başka İbnü'l-Adim'in kayıtlarından; artan Haçlı istila ve işgali yüzünden Halep bölgesinde oturan yerli halkın yurtlarını bırakıp daha emniyetli bölgelere göç etmek eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır. Melik Rıdvan, halkın göçünü önlemek ve onları toprağa bağlamak maksadıyla Halep Selçuklu hazinesine (Beytü'l -Mal) ait altmış parsel işlenmemiş araziyi uygun fiyatlarla halka sattırmıştır.

Rıdvan, bir gün, hatta bir saat gibi çok kısa bir sürede satışı tamamlanan bu toprakların sahipleriyle sınır ve fiyatlarını belirleyen bir Temlikname'yi bizzat kaleme almış ve böylece ilerde herhangi bir şekilde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları ortadan kaldırmıştır. Rıdvan, toprak reformu mahiyetindeki bu olumlu kararı ile bölge halkını yurtlarına bağlamış ve dolayısıyla Halep bölgesinin boş topraklarını işletmek suretiyle daha verimli ve mamur bir duruma getirmek için çaba göstermiştir.



H - SELÇUKLU ORDUSUNUN İKİNCİ HAREKATI


Tancred'in son askeri hareketleri sebebiyle Halep Selçuklu melikliği gerçekten çok ciddi ve tehlikeli bir durumla karşı karşıya gelmişti. Kendilerine yardımda bulunabilecek tek devlet Büyük Selçuklu İmparatorluğu idi. Bu itibarla Halep'teki Haşimi ailesinden birisinin başkanlığında sufi, fakih ve tacirlerden oluşturulan bir heyet, bu sıralarda Bağdat'ta bulunan Sultan Muhammed Tapar'a gönderildi. Halep heyeti ve bunlara katılan Suriye'nin öteki bölgelerinden gelen heyetlere mensup bir çok kimse, 17 Şubat 1111'de sultanın özel camiine giderek Cuma namazı sırasında bağırıp çağırmaya, feryad ederek Suriye'de Haçlı istilasının elim sonuçlarını açıklayıp gösteriler yapmaya başladılar.

Sultan ve halifenin bu ciddi durumla hiç ilgilenmediklerini, din gayretlerinden yoksun olduklarını söylediler. Hatta heyecan ve taşkınlıkları o derece arttı ki; camide hutbe okuyan hatibi aşağıya indirip minberi parçaladılar ve halkın Cuma namazını kılmasına engel oldular. Fakat çok geçmeden sultan adına gönderilen bir hadim ve komutanların, sultanın Haçlılara karşı kendilerine yardım göndereceğini vaat ettiğini bildirmeleri üzerine gösteri ve tahribata son verdiler. Bir hafta sonra yine bir Cuma günü (24 Şubat 1111), bu defa halifenin özel camiine gidildi, zorla içeri girilerek orada da taşkınlık ve tahribat yapıldı.

Bu sırada sultanın kızkardeşi Halife el-Mustazhir Billah'ın karısı Seyyide Hatun, birçok ağırlıklarla İsfehan'dan Bağdat'a gelmişti. Halife, yapılan bu hareketlere kızmış, bunlara önayak olanların yakalanıp cezalandırılmalarını istemişse de sultan, onu ikna ederek bundan vazgeçirmiş ve beraberinde bulunan emir ve komutanlara, Haçlılara karşı sefer hazırlıklarına başlamalarını bildirmiştir. Bunun üzerine Bağdat'taki heyetler, ümit ve sevinç içinde memleketlerine dönmüşlerdir.

Halep Selçuklu melikliğinin ve Suriye'deki diğer emirliklerin metbu tanıdıkları Büyük Selçuklu İmparatorluğu sultanı Muhammed Tapar'a, Haçlılara karşı yardım hususunda başvurmaları, özellikle Bağdat gösterileri müspet bir netice vermiş ve Selçuklu sultanı, Musul valisi Emir Şerefüddin Mevdud'u başkomutan olarak görevlendirdikten başka, Haçlılara karşı yapılacak cihat için İslam alemindeki tabi ve temsilcilerine mektuplar göndererek çağrıda bulunmuştur.

Bunun üzerine Ahlat emiri Sökmen el-Kutbi, Emir Porsuk'un Hemedan bölgesi emirleri olan iki oğlu İlbeyi ve Zengi, Meraga valisi Ahmedil, Erbil emiri Ebu'l-Heyca, İlgazioğlu Emir Ayaz ve Bekçiyye emirlerinin kuvvetlerinden oluşan birlikler, sultandan aldıkları emir üzerine Şehzade Mesud ve Emir Mevdud'un kuvvetlerine katılmak üzere memleketlerinden ayrıldılar. Başkomutan Mevdud, Musul'dan hareketle Şebahtan bölgesine gelmiş ve burada Tellü Kurad, Kotedil, Çalman ve daha bazı kaleleri fethetmiştir. Çok geçmeden bu emirlerin komutasındaki kuvvetler birer birer gelerek 1110 yılındaki seferde olduğu gibi, bir kısmında Nümeyroğulları kabilesinin oturduğu Harran arazisinde toplanmaya başlamışlardır. Bu sırada Şeyzer emiri Sultan b. Munkız'dan, Selçuklu ordusu başkomutanı Emir Mevdud'a bir mektup gelmişti. İbn Munkız bu mektubunda Antakya prensi Tancred'in Şeyzer topraklarına girdiğini, Şeyzer'in tam karşısına, yeniden girişeceği akınların hareket üssünü oluşturacak olan Tellü İbn Ma'şer kalesinin yapımına başlandığını bildirdikten sonra ordunun Şeyzer'e gelip Haçlılara karşı savaşmasını istiyordu.

Haçlılara karşı savaş için önceden belirlenmiş bir planı olmadığı anlaşılan Selçuklu ordusu, İbn Munkız'ın bu çağrısına uyarak Harran'dan Suriye yönüne harekete geçti. Muharrem 505 ortalarında (Temmuz 1111 sonları) Fırat ırmağını geçen ordu, 19 Muharrem'de (28 Temmuz) Joscelin'in yönetiminde bulunan Tellü Başir önlerinde karargah kurarak burayı kuşatmaya başladı. Aynı zamanda burada Sultan Muhammed Tapar'dan Selçuklu ordusuna katılmak üzere emir alan Hemedan emiri Porsukoğlu Porsuk da beklenecekti. Durumun kendi aleyhine son derece ciddi ve tehlikeli olduğunu gören Joscelin, oldukça kalabalık bir kuvvete sahip olan Emir Ahmedil'e özel elçilerle gizlice para ve birtakım değerli armağanlar göndererek ona; ordudan ayrılıp kendisiyle birlik olmasını, buna karşılık istediği miktarda para vereceğini» bildirmişti.

Selçuklu ordusundaki öteki emir ve komutanların kendisini kınamalarına rağmen Joscelin'in teklifini kabul etmekten çekinmeyen Ahmedil, ayrıca orduda bulunan ve ağır hasta olan «Sökmen el-Kutbi'nin ölümü halinde sultanın, onun yönetimindeki memleketleri kendisine ıkta edeceği» vaadi üzerine kuvvetleriyle birlikte kuşatmayı terkedip Meraga'ya hareket etmiştir. Bunun üzerine Selçuklu ordusunun öteki kuvvetleri de düşmesi bir an meselesi olan Tellü Başir kuşatmasına devam etmemişlerdir (22 Ağustos 1111). Fakat esas itibariyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na tabi Halep Selçuklu melikliğinin durumu, Haçlı istilası ve işgalleri sebebiyle ciddi bir safhaya girmiş bulunuyordu. Melik Rıdvan bu bölgedeki Haçlılara karşı mücadele edebilmek için Başkomutan Mevdud, Ahmedil ve öteki komutanlara birer mektupla başvurdu. Rıdvan bu mektubunda; «Gerçekten ben mahvolmuş durumdayım, artık Halep'ten ayrılmak istiyorum, süratle buraya geliniz» diyordu.



Emir Mevdud, Rıdvan'ın bu mektubu üzerine, Selçuklu ordusunu Halep bölgesine yöneltti. Kalabalık ordu, Halep önlerine gelip konakladıktan sonra askerler, bölge halkına kötü hareketlerde bulunmaya başladılar. Kendilerini yok etmek isteyen Haçlılara karşı yardım çağrısında bulunduğu Selçuklu askerlerinin Halep halkına karşı giriştikleri bu kötü hareketler neticesinde Rıdvan, bu çağrıdan dolayı pişman olmuştu. Bunun bir sonucu olarak daha önce söz vermiş olmasına rağmen kuvvetleriyle birlikte Selçuklu ordusuna katılmak şöyle dursun Selçuklu ordusuna karşı birtakım savunma tedbirleri almaya başladı.

Halep önlerinde konaklayan Selçuklu ordusundan Emir Sökmen el-Kutbi ağır hasta olması sebebiyle kuvvetleriyle birlikte memleketine gitmek üzere, ordudan ayrılmak zorunda kaldı. Bu sıralarda, daha önce sultan tarafından kendisine çağrı mektubu yazılan Dımaşk emiri Tuğtegin, askerleriyle gelip Selçuklu ordusuna katıldı. Müttefiklerin Halep önlerinde boş yere beklemelerinin faydasızlığını gören Tuğtegin ordunun Haçlılarla savaşmak üzere, bütün Suriye'ye yayılmasını teklif etti. Selçuklu ordusu, Safer 505 sonlarında (Eylül 1111 başları) Halep'ten ayrılarak daha güneydeki Maarratü'n-Numan'a yöneldi. Fakat Selçuklu ordusunda tam bir çözülme başladı. Esasen bir mahfelde taşınacak kadar hasta olan Emir Porsuk, kuvvetleriyle ordudan ayrılmak zorunda kaldı.

Bunun üzerine, Mevdud ve Tuğtegin dışındaki öteki emirler de birer birer ayrılıp memleketlerine döndüler. Böylece Suriye'de geniş çapta istila ve işgallerde bulunan Haçlılara karşı hemen hiç bir başarılı harekata girişmeden Selçuklu ordusu, dağılıp gitmiş ve bu arada ciddi bir sarsıntı geçiren Halep Selçuklu melikliği de bütün problemleriyle Rıdvan'ın hükümranlığında kalmış oldu.



1 --   TUĞTEGİN İLE İTTİFAK


Gittikçe artan Haçlı istila ve baskısı yüzünden Halep'te adeta kuşatılmış bir durumda kalan Rıdvan, Halep Selçuklu melikliğini Haçlılara kaptırmamak için her ne pahasına olursa olsun mücadeleyi bırakmıyordu. Buna rağmen kuvvetlerinin azlığı sebebiyle Haçlılarla yeterince mücadele edemediği gibi, sürekli olarak; Halep melikliğine ait kale ve toprakların elden çıkışına engel olamamış ve hatta Antakya Haçlı prensliğine zaman zaman para ödemek zorunda kalmıştır. Bu sebeplerle Halep'te ve melikliğe bağlı bölgelerde iktisadi düzen bozulmuş, kendisine karşı kuvvetli bir muhalefet başlamıştı.

Bu sıralarda Antakya prensi Tancred, Azaz kalesine saldırı hazırlıklarını tamamlamış bulunuyordu. Rıdvan, onun bu harekatını durdurmak maksadıyla yirmibin altın ile at ve birtakım armağanlar vermeyi teklif etmişse de Tancred bunu kabule yanaşmamıştır. Kendisini tehdit eden bu iç ve dış olaylar karşısında tek başına kalmış olan Rıdvan, aralarının pek iyi olmamasına rağmen Dımaşk emiri Selçuklu vasalı Tuğtegin'e elçiler göndererek onu Haleb'e davet etmiştir. Bu çağrıyı kabul ederek Haleb'e gelen Tuğtegin ile Rıdvan arasında yapılan bir antlaşmaya göre, her iki hükümdar, gerektiğinde birbirlerine para ve askeri yardımda bulunacak, Tuğtegin, Rıdvan'ı metbu tanıyarak adına Dımaşk'ta para bastırıp hutbe okutacaktır (506/1112 başları) . Daha sonra Dımaşk'a dönen Tuğtegin, gerçekten antlaşma gereğince Dımaşk'ta Rıdvan adına para bastırdığı gibi hutbe de okutmuştur. 

Fakat bu antlaşma çok uzun sürmedi. Kudüs kralı Baudouin'in Dımaşk bölgesinde özellikle Beseniyye'de giriştiği istila hareketleri üzerine Tuğtegin, dostu ve müttefiki Musul emiri Mevdud'a başvurarak ondan yardım istedi. Derhal harekete geçen Mevdud, beraberinde Sincar emiri Temirek ve İlgazioğlu Ayaz olduğu halde, Fırat'ı geçip Suriye'ye yöneldi (Zilkade 506 / Mayıs 1113) . 

Öte yandan Dımaşk'tan ayrılan Tuğtegin, Selemiyye çayırında Mevdud'un kuvvetleriyle birleşti. Burada Tuğtegin, müttefiki Melik Rıdvan'a haber göndererek Haçlılara karşı girişecekleri savaş için kuvvetleriyle birlikte kendilerine katılmasını bildirdi. Buna rağmen Rıdvan, bu isteği hemen yerine getiremedi. Ancak o, Mevdud ve Tuğtegin'in Kudüs kralı Baudouin ve Joscelin'e karşı kazandıkları Taberiyye savaşından (28 Haziran 1113) hemen sonra yüz süvariden oluşan bir kuvveti müttefiklere göndermişti. Müttefiki Rıdvan'ın bu tutumuna son derece kızan Tuğtegin, onun adının Dımaşk'taki hutbe ve paralardan derhal çıkartılması emrini verdi ( 1 Rebiülevvel 507 / 16 Ağustos 1113) . Böylece bu ittifak da hiç bir faydalı sonuç vermeden bozulmuş oldu.



İ -- MELİK RIDVAN'IN ÖLÜMÜ VE ŞAHSİYETİ


Tacüddevle Tutuş'un ölümünden sonra iki kola ayrılan Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti'nin Halep kolunun ilk hükümdarı olan Fahrü'l-Müluk Rıdvan, yakalandığı şiddetli bir hastalık sebebiyle 28 Cemaziyelahir 507 (10 Aralık 1113)'de Halep'te vefat etmiş ve Meşhedü'l-Melik'e defnedilmiştir. Onun ölümünden sonra meliklik yönetimi büsbütün bozulmuş ve dolayısıyla melikliğin ileri gelen yöneticileri onun ölümü dolayısıyla büyük bir üzüntü ve ümitsizliğe kapılmışlardır. Eseri, günümüze kadar erişemeyen ünlü tarihçi Hemedanlı Muhammed b. Abdülmelik'e göre, Melik Rıdvan, içinde değerli eşyanın da bulunduğu bir milyon altın değerinde bir hazine bırakmıştır.

Rıdvan Halep'te hükümdarlık tahtına oturduğu zaman Suriye Selçuklu Devleti'nin biricik hakimi bulunuyordu. Fakat çok geçmeden kardeşi Dukak'ın, devletin başkenti olan Dımaşk'ta ayrı bir meliklik kurmayı başarmasından sonra Suriye Selçuklu Devleti, Halep ve Dımaşk olmak üzere iki ayrı kola ayrılmış oldu. Bununla birlikte Melik Rıdvan, kardeşinin Dımaşk'taki melikliğini tanımayarak Suriye ve Filistin ile birlikte babasının hakim olduğu bütün memleketleri yalnız kendi hükümdarlığı altında birleştirme siyasetini gaye edinmiştir. O, bu gayesine ulaşmak için bir çok defa girişimlerde bulunmuş ise de hemen hemen hiç bir başarı kazanamamıştır.

Bunun en önemli sebebini, kendisinin pek kudretli bir kişiliğe sahip olmaması yanında, vaktiyle babasına hizmet etmiş olmaları dolayısıyla maiyyetinde toplanan, başta atabegi Cenahüddevle Hüseyin olmak üzere, Yağısıyan, Artukoğlu Sökmen, İlgazi, Adbüddevle Abak ve Abakoğlu Yusuf gibi değerli emir ve komutanları kendi hizmetinde tutmayı başaramamasında aramak yerinde olacaktır. Bu emirlerin her türlü destek ve yardımlarından mahrum kalan Rıdvan babasının hakim olduğu memleketleri elinde tutamadığı gibi, devletin üzerinde kurulduğu Filistin'in bile Mısır Fatımilerinin eline geçmesini önleyememiş ve sonunda hükümranlık sahası, ancak Halep bölgesini kapsayan bir melikliğin hakimi durumuna düşmüştür. Onun, Dımaşk'ı, kardeşinden alıp bütün Suriye'ye hakim olabilmek için Şii Fatımi devletiyle bir ittifak yapması ve daha da ileri giderek Halep ve yörelerindeki camilerde hutbeyi Şiiler adına okutması, o devir Sünni İslam aleminin tepkisine yol açmıştır.

Haçlıların Orta-Doğu'ya girerek Urfa, Antakya, Kudüs ve Trablus'ta birer devlet kurmalarından sonra Halep Selçuklu melikliği diğer Müslüman emirlik ve devletler gibi, ciddi ve tehlikeli bir duruma düşmekten kurtulamadı. Bu devre içinde Rıdvan, hakimiyet sahasını genişletme yerine, melikliğine ait şehir ve kalelerin savunması ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Haçlılara karşı mücadele gayesiyle birleşik bir İslam cephesi oluşturmak için birçok defa girişimlerde bulunmuş ise de bazen müttefiklerinin özel çıkarları ve entrikaları, bazen de kendisinin olumsuz çekingen ve kuşkulu davranışları sonucunda başarılı olamamıştır.

Haçlı istilası sebebiyle Orta Doğu'nun, özellikle Suriye ve Filistin'in buhranlar içinde kıvrandığı bir devirde, hiçbir yerden yardım ve destek göremeyen Melik Rıdvan, İran'dan gelerek Halep'te yerleşen ve yoğun faaliyetlere girişen Batınilerle işbirliği yapmak ve böylece Haçlı baskısına karşı biraz daha güçlü bir durumda bulunmak ihtiyacını hissetmiştir. O, hiçbir zaman ne samimi bir Şii, ne de bir Batıni yanlısı olmuştur. Fakat melikliğin içinde bulunduğu güç ve ciddi şartlar, kendisini Batınilerin yardımına muhtaç bir hale getirmiştir. Suriye Batıni teşkilatının merkezinin ve yöneticilerinin Halep'te oluşu Haçlılara karşı askeri yönden çok zayıf bir durumda olan Rıdvan üzerinde oldukça kuvvetli bir etki yapmış, bunun sonucu olarak o, Batınilerin Halep'te propaganda merkezi (Daru'd-Da've) kurmalarına izin vermek zorunda kalmıştır.

Kaynaklar, Batınilerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle onu suçlayan ifadeler kullanmışlardır. Bununla birlikte Melik Rıdvan'ın, özellikle Haçlıların Suriye ve Filistin'e yerleşmelerinden sonra karşılaştığı ciddi tehlikelere rağmen onsekiz yıl gibi pek kısa sayılamayacak hükümdarlık devresinde, hakim olduğu memleketlerin sükun ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için, büyük çabalar gösterdiği bir gerçektir.



2 -  ALPARSLAN DEVRİ



al Halep Meliki Oluşu ve İlk İcraatı:


Melik Fahrü'l-Mülük Rıdvan'ın ölümü üzerine yerine onaltı yaşındaki Tacüddevle Ebu Şuca Alparslan Muhammed el-Ahras hiç bir muhalefetle karşılaşmaksızın Halep Selçuklu meliki olmuştur. Bu sıralarda Halep melikliği çok ciddi iç ve dış problemlerle karşı karşıya bulunuyordu. Rıdvan'ın, Halep'te Suriye Batınileri için bir propaganda merkezi kurulmasına izin vermesi neticesinde başta reisleri Ebu Tahir es-Saig ve el-Hakim el-Müneccim olmak üzere Batıni daileri, Suriye'de ve özellikle Halep'te büyük faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Ayrıca melikliğin yönetimine karışmaya, özellikle ordu saflarına girmeye başlamışlardı. Gerek propagandalarının etkisiyle, gerekse mal ve can güvenliklerini sağlamak bakımından, birçok kimse, Batıni yanlısı olmak durumunda kalmıştı.

Batıniler, özellikle Rıdvan'ın ölümünden sonra adeta Halep melikliğinin yönetimini ellerine almışlardı. Böylece içte, etkili bir Batıni baskısı altında bulunan Selçuklu melikliğinin, dışta Haçlılarla olan ilişkileri de son zamanlarda kritik bir safhaya girmişti. Özellikle Antakya Haçlı prensleri olan Bohemond ve Tancred'in askeri faaliyetleri neticesinde, Haleb'in kuzey, güney ve batısındaki melikliğe bağlı önemli kaleler, birer birer elden çıkmış ve hatta onlara her yıl yirmibin altın vergi ödemek zorunda bırakılmıştır. İşte Tacüddevle Alparslan, Halep Selçuklu melikliğinin yönetimini böyle bir zamanda eline almıştır. Bu sırada meliklik işlerini, atabegi ve babası Rıdvan'ın hadimlerinden olan Lü'lü adlı bir emir yönetiyordu.

Vezirlik makamında Rıdvan'ın değerli devlet adamlarından Ebu'l Fazl b. el-Mevstu, ordu komutanlığında Gümüştegin el··Baalbeki ve Halep yerli muhafız kuvvetleri komutanlığında ise Halep reisi Said Bedi bulunuyorlardı. Ebu Tahir es-Saig de Rıdvan zamanından beri Suriye Batınileri reisi olarak Halep'te oturmaktaydı. Böylece Halep melikliğinin yönetici kadrosu Rıdvan devrindeki şeklini korumuş oluyordu. Alparslan, Halep Selçuklu melikliği tahtına geçer geçmez babasının ihdas ettiği birtakım vergileri kaldırmış, daha sonra da bir cariyeden olan kardeşi Mübarekşah ile öz kardeşi Melikşah'ı öldürtmüştür.



1 -· Batınilerin Tenkili:


Babası Melik Rıdvan'ın kendilerine karşı gösterdiği hoşgörü ve ılımlı davranış neticesinde Halep melikliğinin yönetimine sızmayı başaran ve böylece etkili bir duruma gelmiş olan Batıniler, genç ve tecrübesiz Alparslan zamanında, yönetimdeki etkinliklerini daha da artırmışlar ve kalabalık halk kitlelerini çeşitli yöntemlerle taraftarları durumuna sokmuşlardır. Meliklik yöneticileri ve Halep ilerigelenleri (Ayan) aşırı bir hale gelen bu Batıni baskısından ciddi olarak endişe duymaktaydılar. Öte yandan Rıdvan devrinden beri Halep'teki Batıni faaliyetlerini yakından izleyen ve zaman zaman duruma ihtar niteliğinde müdahalelerde bulunan Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar, bu defa genç Melik Alparslan'a bir mektup göndererek; “Baban, Batıniler konusunda bana muhalefette bulunuyordu; halbuki şimdi senden, benim evladım olarak, onları yok etmeni istiyorum” demek suretiyle Batınilerle mücadele edip onları tamamiyle bertaraf etmesini istiyordu.

Bu sırada, başta Halep reisi ve Ahdas komutanı Said b. Bedi olmak üzere şehir ilerigelenleri de Melik Alparslan'a Batınileri bertaraf etmesi için sürekli telkin ve tavsiyelerde bulunmakta idiler. Ayrıca kendisine yardımda bulunacaklarını bildirdiler. Bu uyarı ve tavsiyeler üzerine genç melik, derhal harekete geçmiş, başta Batıni reisi Ebu Tahir olmak üzere İsmail ed-Dai, kardeşi el-Hakim el-Müneccim ve Halep'te bulunan öteki Batıni ilerigelenlerini birer birer yakalatıp boyunlarını vurdurmuştur.

Ayrıca Alparslan, ikiyüz kadar Batıniyi yakalatıp mal ve paralarına el koyduktan sonra bir kısmını hapse atmış, bir kısmını salıvermiş ve bir kısmını da öldürtmüştür. Böylece Melik Alparslan, babası Rıdvan'ın yapmaya cesaret edemediği Halep yönetimine tam anlamiyle hakim olmuş bulunan Batınileri bertaraf etme hareketini büyük bir başarı ile sona erdirmiştir.


2 --   Tuğtegin İle İşbirliği:



Melik Alparslan, Haçlılarla etkin bir mücadelede bulunabilmek için melikliğin iç işlerinde daha sağlam bir yönetim düzenine ihtiyaç duymaktaydı. Mevcut yönetici kadrosu ise bu düzenlemeyi yapabilecek durumda görünmüyordu. Ayrıca yöneticiler arasında da bir çekişme ve mücadele hüküm sürmekteydi. Bunun bir sonucu olarak Alparslan'ın bazı yakın devlet erkanı, Dımaşk emiri Atabeg Tuğtegin'e başvurarak onun yardımını sağlamasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine genç melik, Tuğtegin'e bir mektup göndererek “Haleb'e gelip devlet işlerini ve orduyu iyi bir düzene sokmasını” bildirdi.

Onun bu davetini olumlu bulan Tuğtegin, Alparslan'ın çocuk yaşta, tecrübesiz ve bu sebeple küffarın ondan çekinmemesi ve dolayısıyla Haleb'in herhangi bir tehlikeye maruz kalmaması için melikin bu davetini kabulde hiçbir sakınca görmedi. Bununla birlikte o, derhal Haleb'e gitmemiş, aksine durumu görüşmek üzere Alparslan'ı Dımaşk'a davet etmiş ayrıca bir melik olarak ona tabilik ve bağlılığını göstermek maksadıyla Dımaşk'ta Selçuklu devleti sultanı Muhammed Tapar'ın adından sonra, onun adını hutbelerde okutup, adına para bastırmıştır (Şubat 1114) .

Tuğtegin'in daveti ve kendisine tabiiyetini bildiren davranışlarda bulunması üzerine Melik Alparslan, yakın devlet adamlarıyla birlikte onunla görüşmelerde bulunup kararlar almak için Dımaşk'a hareket etti. Alparslan ve maiyyeti erkanını Dımaşk'ın iki konak önünde karşılayan Tuğtegin, onu Dımaşk kalesine çıkartarak vaktiyle amcası Melik Dukak'ın oturduğu meliklik tahtına oturttu.

Melik Alparslan ve beraberindekiler, Dımaşk'ta müzakerelerde bulunup bir süre kaldıktan sonra Haleb'e hareket etmişlerdir. Anlaşma uyarınca, meliklik işlerini düzenleyip yoluna koymak üzere Atabeg Tuğtegin de beraberinde kalabalık bir askeri birlik olduğu halde Alparslan ile birlikte Mart 1114 tarihinde Haleb'e geldi. Fakat çok geçmeden Tuğtegin'in önderliğinde Halep yönetiminde tasarlanan ıslahat hareketleri henüz başlamadan, Melik Alparslan'ın yüksek düzeydeki meliklik yöneticilerini tutuklatma veya öldürtmeye başlaması, anlaşılması güç bir durum yaratmıştır.

Kaynaklarda belirtilmemekle birlikte onun atabegi durumunda bulunan ve devlet yönetimini tamamen kendi elinde tutmaya çalışan Lü'lü Tuğtegin'in yapacağı ıslahat sonucunda, bertaraf edilme endişesiyle, genç ve tecrübesiz melik üzerinde etkili olmuş ve onu mevcut yöneticilere karşı harekete geçirmiştir. Bunun sonucu olarak Alparslan, Lü'lü ve yakınlarının geniş çapta yardım ve destekleriyle misafiri Tuğtegin'e haber vermeden, önce Halep ordu komutanı Gümüştegin el-Baalbeki ve diğer ordu ileri gelenlerini tutuklattı. Daha sonra da yetenekli veziri Ebu'l-Fazl b. el-Mevsül ile babası Rıdvan'ın gözde emirlerinden Halep reisi Ahdas komutanı Said b. Bedi'i yakalatıp hapse attırdı. Daha sonra Halep'ten uzaklaştırılan İbn Bedi'in yerine Halep reisliğine İbrahim el-Furati atanmıştır. Bu tenkil hareketleri sırasında Alparslan, babasının hadimi Altuntaş, haciplerden Alptegin ve daha birçok hadim ve hasları öldürmekten çekinmemiştir.


Melik Alparslan'ın kendisinden habersiz olarak giriştiği bu kanlı hareketleri doğru bulmayan ve buna son derece canı sıkılan Tuğtegin, girişim ve ricaları sonucunda, tutuklanan ordu komutanı Gümüştegin'in salıverilmesini sağlamış ise de Lü'lü ve yakınlarının tam anlamıyla hakim olduğu Halep yönetiminde hedeflenen ıslahat hareketine girişme imkanı bulamamıştır. Alparslan'ın bu tutumu sonucunda Tuğtegin, beraberindeki askeri birlikle derhal şehirden ayrılarak Dımaşk'a dönmüştür. 


Melik Alparslan'ın Öldürülmesi:


Atabeg Tuğtegin'in Halep'ten ayrılmasından sonra Emir Lü'lü artık Halep yönetiminin tek ve rakipsiz hakimi olmuştu. Bunun bir sonucu olarak Lü'lü, Melik Alparslan'a hiç danışmaksızın yönetimde tahakküme başlamış, birçok kimselerin mal ve paralarına el koyduktan başka, görevden alınmasına önayak olduğu vezir Ebu'l-Fazl b. el Mevsül'ü, yeniden görevine iade etmiştir. Artık meliklik yönetimiyle hiç ilgilenmeyen Alparslan, eğlence, zevk ve sefa ile günlerini geçirmekteydi. Melikliğin ileri gelen mülki ve askeri yöneticileri, Alparslan'ın bu garip davranışlarından ciddi şekilde endişeye kapılmışlardır.

Öte yandan, melikliğin tek hakimi durumunda bulunan ve melikin kendisine karşı herhangi bir olumsuz hareketinden endişelenen Atabeg Lü'lü, bunu fırsat bilerek Alparslan'ı ortadan kaldırmayı planladı. Başta Emir Karaca et-Türlü olmak üzere melikliğin birçok ileri gelen emir ve komutanının destek ve yardımını sağladıktan sonra Eylül 1114 tarihinde, kaledeki odasında bulunduğu bir sırada Melik Alparslan'ı öldürtmeyi başardı.




3 -  SULTANŞAH DEVRİ


al  Lü'lü'nün İcraatı:


Halep yönetimini kendi tekelinde toplayan Atabeg Lü'lü, Melik Alparslan'ı ortadan kaldırttıktan sonra, daha henüz altı yaşında bir çocuk olan kardeşi Sultanşah'ı Halep Selçuklu melikliği tahtına geçirdi. Sultanşah'ın naibi sıfatıyla şehir kalesine yerleşen Lü'lü, yakın arkadaşı Şemsü'l-Havas Yaruktaş'ı ordu komutanlığına getirmiş ve böylece melikliğin tek hakimi durumuna gelmişti.

Lü'lü, ilk icraat olarak Ebu'l-Fazl b. Mevsül'ü görevinden almış, yerine Ebu'r-Reca b. Sertan'ı atamış ancak bir süre sonra onu da azletmiş ve Caber kalesine Malik b. Salim'in yanına gidip sığınan eski vezir Ebu'l-Fazl'ı davetle yeniden vezaret makamına getirmiştir. Daha sonra Lü'lü ve ordu komutanları, hala Halep için ciddiyetini korumakta olan Haçlı tehlikesine karşı, Atabeg Tuğtegin ve diğer emirlere mektuplar göndererek onları yardıma çağırmışlardır. Fakat daha önce, Melik Alparslan devrinde, melikliğin iç ve dış işlerini düzenleyip tedbirler alması için kendisine başvurulup Haleb'e davet edilen, fakat tavsiye ve görüşleri alınmayan Tuğtegin, güvenememesi dolayısıyla, Haleb'in bu davetine hiç bir cevap vermediği gibi, başvurulan diğer emirler de buna ilgisiz kalmışlardır.

Böylece Halep gibi, Kuzey Suriye'nin en önemli şehrine hiç bir Müslüman emir sahip çıkmıyor ve Haçlı tehlikesi de sürüp gidiyordu.

Öte yandan Halep'teki iktisadi durum da iyi değildi. Halep topraklarının büyük bir bölümü Haçlı istilası ve işgaline uğradığı için çok az ekim yapılabiliyor, hazinede para kalmadığı için ordu ve memleket ihtiyaçları karşılanamıyordu. Bu durumu önlemek maksadıyla Lü'lü, Kadı Ebu Ganaim Muhammed b. Hibetullah'ın yönetiminde, Halep bölgesinde pek çok köyü sattırmış ve elde edilen paraların ordu ve memleket ihtiyaçlarına sarfedilmesini bizzat kendi yürütmüştür.

Böylece gerek Haçlı tehlikesi, gerekse iç yönetimin zalim baskısı ile en kötü günlerini yaşayan Halep halkı deprem sebebiyle yeni ve daha güç şartlar altında yaşamak zorunda kalmıştır. 


Sultan Muhammed Tapar'a Başvurulması


Halep Selçuklu melikliğinin içte ve dışta hayati tehlikelerle karşı karşıya kalması, yönetimi tamamen elinde tutan Atabeg Lü'lü'yü ciddi bir şekilde endişelendirmişti. Haleb'i, içinde bulunduğu bu güç durumdan kurtarmak ümidiyle o, Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'a bir mektupla başvurmuş, «Rıdvan ve oğlu Alparslan'ın bıraktıkları hazinelerle birlikte Haleb'i kendisine teslim edeceğini ve bu sebeple asker göndermesini» bildirmişti.

İmparatorluğu metbu tanıyan Mardin emiri Artukoğlu İlgazi ile Dımaşk emiri Tuğtegin'in imparatorluk kuvvetlerine karşı savaşacak derecede isyan halinde bulunduklarını ve ayrıca yine imparatorluk aleyhine Haçlılarla ittifak yaptıklarını haber alan Sultan Muhammed Tapar, buna son derece kızmış, her iki vasal emirin kesinlikle cezalandırılmalarına karar vermiştir. Bu sebeple o, Hemedan emiri Porsuk b. Porsuk'u, emirlerinden Çavuş Bey ve Gündoğdu ile birlikte Musul ve el-Cezire kuvvetlerinin de katılacağı büyük bir orduya başkomutan atayarak ona, «Önce, isyan halinde bulunan İlgazi ve Tuğtegin'e karşı savaşması, bunları yola getirdikten sonra da Haçlılara karşı mücadeleye girişmesi» emrini vermiştir. Derhal harekete geçen Porsuk'un komutasındaki kalabalık Selçuklu ordusu, Fırat ırmağını geçerek Haleb'e yöneldi (Mayıs-Haziran 1115). Ordunun Haleb'e yaklaştığı sırada Emir Porsuk, Lü'lü ve Yaruktaş'a, elçilerle sultanın menşur niteliğindeki mektubunu göndererek «Haleb'in derhal kendisine teslimini» istedi. Fakat Halep yönetimini elinden bırakmak istemeyen Lü'lü, daha önce, şehrin ve hazinenin teslimi konusunda sultana verdiği sözden dönerek Porsuk'a hiç bir cevap göndermedi. Ayrıca imparatorluğa isyan halinde bulunan İlgazi ve Tuğtegin'e elçiler göndererek «Haleb'i kendilerine teslim edeceğini, buna karşılık Dımaşk'a bağlı bir yerin yönetiminin kendisine verilmesini, bu sebeple derhal Haleb'e gelmelerini» istedi. Lü'lü'nün teklifinin bu defa samimiyetle yapıldığını düşünen Tuğtegin, müttefiki İlgazi ile birlikte ikibin kişilik bir süvari birliğiyle derhal Haleb'e gelerek Selçuklu ordusuna karşı savunma hazırlıklarına giriştiler.

Öte yandan Selçuklu ordusu, Balis'e gelince Emir Porsuk, Haleb'in iki müttefik emir tarafından işgal edildiği ve kendisiyle savaşa hazır duruma getirildiğini haber almış, bunun üzerine şehre gitmekten vazgeçip yolunu değiştirerek Dımaşk'a bağlı olan ve içinde Tuğtegin'in ağırlıklarının bulunduğu Hama'ya yürüyüp kuşatmış ve çok geçmeden de işgal etmiştir. Şehri üç gün yağma ettiren Porsuk, sultanın emri üzerine, burayı Humus emiri Hayır Han'a vermiştir.

Öte yandan Tuğtegin, İlgazi ve Halep komutanı Yaruktaş, müttefikleri olan Antakya prensi Roger'in yanına giderek ondan “Dımaşk ve Hama'yı sultanın ordusuna karşı savunabilmeleri için kendilerine askeri yardımda bulunulmasını” istemişlerdir. Fakat bu sırada Hama'nın Selçuklu ordusu tarafından işgal edildiği haberini almışlardır. Çok geçmeden Emir Porsuk'a karşı girişilecek savaş için Kudüs kralı Baudouin ile Trablus prensi Pons ve öteki Haçlı komutanları da Roger ve müttefiklerine yardım maksadıyla Antakya'ya gelmişlerdi. Kış mevsiminin yaklaşması sebebiyle Selçuklu ordusunun harekatını sürdürmeyip geri çekileceği ihtimalini düşünen müttefikler, saldırıya geçmeyi uygun bulmayıp Efamiye kalesi önlerinde karargah kurdular (1115). Müttefik ordusu ile Şeyzer'de konaklayan Selçuklu ordusu, birbirlerine karşı saldırıya cesaret edemeyerek iki aya yakın bir süre birbirlerini kollamışlardır. Eylül ortalarına doğru, her iki taraf da memleketlerine dönmüşlerdir.

Bu sıralarda Selçuklu ordusu, Haçlıların elinde bulunan Kefertab üzerine yürüyerek kuşatmış, çok geçmeden de fethederek içindekileri kılıçtan geçirmişti. Ordu daha sonra yine Haçlıların eline geçmiş bulunan Efamiye üzerine yürümüşse de sağlam surlara sahip olan bu kaleyi alamayarak güneye inip Haçlı işgaline uğramış olan Maarratü'n-Nüman üzerine yürümüştür. Selçuklu kuvvetlerinin gelmesi sebebi ile bu bölge halkı, büyük sevinç gösterileri yaparak bazı yerleri yağmalamıştır. Bu sırada, yönetimi Yaruktaş'a ait olan Buzaa'dan bir elçi gelerek buranın Selçuklu kuvvetlerine teslim edileceğini bildirmiş, ancak kendisine «Yaruktaş'ı Lü'lü'nün hapsettiği,» söylenmiştir. Bununla birlikte Selçuklu ordu komutanlarından Çavuş Bey, Buzaa'ya girerek ele geçirmiştir.

Maarratü'n-Nüman önlerinde bulunan Selçuklu ordusu, fetih girişiminde bulunmaksızın buradan ayrılarak başlarında Porsuk ve Rahbe emiri Candar olduğu halde, kuzeye yöneldi. Haleb'e bağlı Danis yakınlarına gelen ordu buradan da Halep üzerine yürüyecekti (Eylül 1115) . Fakat öte yandan Halep yönetimini elinde tutan Lü'lü, Selçuklu ordusunun bütün hareketlerini dikkatle izliyor ve bundan müttefiki Antakya prensi Roger'i haberdar ediyordu. Danis'ten Halep yönüne hareket eden Selçuklu ordusunun savunmasız olarak önden gönderilen bütün ağırlıkları, Haleb'in güneybatı bölgesindeki Cebelü's- Summak'a geldiği zaman Selçuklu ordusunun hareketini her an izletip bilgi alan ve beşyüz süvari ikibin piyadeden oluşan bir kuvvetle Kefertab'ı savunmaya giden Antakya prensi Roger tarafından baskına uğratılıp tamamen ele geçirilmiş ve bunları getiren askerlerin hemen hepsi kılıçtan geçirilmiştir. Geriden bölük bölük gelen Selçuklu kuvvetlerinden bir kısmının da Roger tarafından tuzağa düşürülüp yok edilmesi üzerine Selçuklu ordusu İran'a dönmüştür.

Böylece Halep bölgesini Haçlı tehlikesinden kurtarmak maksadıyla Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'a başvuran Lü'lü, Halep hakimiyetinin elinden çıkacağı düşüncesiyle imparatorluğa isyan halinde bulunan Tuğtegin ve İlgazi ile birlikte sultana karşı Haçlılarla ittifak yapmak suretiyle Haleb'i elinde tutmayı başarmıştır.

Gerek Melik Alparslan, gerekse onu öldürttükten sonra yerine geçirdiği çocuk yaştaki Sultanşah zamanında Halep'te yönetime hakim olan Lü'lü, iki yıla yakın bir süre içinde melikliğin tam bir çıkmaza giren iç ve dış problemlerini çözmede başarı gösterememiş, hatta Halep iktidarı uğruna melikliğin metbu tanıdığı Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na karşı Haçlılarla oluşturulan ittifaka dahi girmekten kaçınmamıştır. Bu yüzden başına gelebileceklerden korkup Halep'te kalmak istemeyen Lü'lü, ava çıkma bahanesiyle yönetimi sırasında sağladığı mal, hazine ve bir miktar askerle birlikte azledilen emir ve devlet adamlarının sığınak yeri haline gelen Caber kalesi hakimi Malik b. Salim'in yanına gitmek ve onunla birleşmek maksadıyla Halep'ten ayrılmıştır (1116) .

Haleb'in doğusunda bulunan Nadir kalesine veya başka bir rivayete göre Deyrü Hafir'e gelince, Emir Çökürmüş'ün memluklerinden Emir Sungur'un askerleri tarafından öldürülmüştür. Lü'lü'nün öldürülmesinden hemen sonra askerler, onun hazinesini yağma etmişlerse de çok geçmeden hazineyi, Halep'ten gelen bir meliklik temsilcisine teslim etmişlerdir. Böylece Lü'lü'nün Halep melikliğindeki tahakküm ve diktası sona ermiş oldu.



el Yaruktaş'ın Yönetimi Ele Geçirmesi ve İcraatı:


Halep Selçuklu meliki Sultanşah'ın naibi Lü'lü'nün ölümünden sonra Halep yönetiminde uzun süreden beri görülen buhran daha da artmıştı. Lü'lü'nün Halep'ten kaçması üzerine kale, Rıdvan'ın kızı Sultanşah'ın ablası Amine Hatun'un yönetimine geçmişti. Fakat iki gün sonra, Tuğtegin'in hizmetine girmiş olan ve Halep olaylarını yakından izleyen eski ordu komutanı Şemsü'l-Havas Yaruktaş Dımaşk'tan süratle Halep'e gelip bir naip yetkisiyle yönetimi eline almayı başarmıştır.

İbnü'l-Adim ve İbnü'l-Kalanisi'de kaydedilen başka bir rivayete göre Sultan Muhammed Tapar tarafından kendisine Rahbe ve Halep ıkta edilen Aksungur Porsuk şehri daha kolay ele geçirmek maksadıyla Rahbe'ye yerleşti. Halep'ten ayrılıp doğu yönüne kaçmakta olan Lü'lü'yü, birkaç adam göndererek hile ile öldürtmeyi başaran Aksungur Rahbe'den ayrılıp Haleb'e hareket etti. Öte yandan Lü'lü ile beraber bulunmuş olan bazı emirler, Halep yönetimini ellerine geçirmek için süratle Haleb'e yönelmişlerse de Rıdvan'ın hadimlerinden Yaruktaş, onlardan daha çabuk davranarak Haleb'e gelip Amine Hatun'dan yönetimi teslim almıştır. Öte yandan Haleb'i teslim almak üzere Balis'e erişen Aksungur (Mayıs 1117) , Yaruktaş'a ve Halep halkına elçiler göndererek şehrin kendisine teslimini istemişse de müspet bir cevap alamamıştır. Böylece Haleb'e hakim olamayan Aksungur, Balis'ten Humus'a gitmiş, daha sonra da buranın emiri Hayır Han ile birlikte Tuğtegin'in yanına Dımaşk'a gelmiştir. Tuğtegin onu son derece iyi karşılamış ve Haleb'i ele geçirmesi için kendisine yardımda bulunacağına söz vermiştir.

Böylece Melik Sultanşah'ın Halep yönetiminin başına geçmeyi başaran ve kaledeki saraya yerleşen Yaruktaş, ilk iş olarak, kendisi için de herhangi bir harekete girişmelerini önlemek maksadıyla Lü'lü'yü öldüren bir kısım Halep askerini yakalatıp etkisiz hale getirdi; ancak bunlardan bazıları Halep'ten kaçarak bu sırada Balis'te bulunan Aksungur'un hizmetine girdiler.

Halep hakimiyetini kaybetmemek ve Aksungur'un herhangi bir hareketine engel olmak için Yaruktaş, daha önce Lü'lü'nün müttefiki olan Mardin Artuklu emiri İlgazi ve Antakya Haçlı prensi Roger'e birer mektup göndererek onları kendisine yardıma çağırdı. Bu çağrı üzerine, derhal kuvvetleriyle Halep bölgesine gelen Roger, Yaruktaş ile yaptığı anlaşma gereğince, ondan Halep- Selemiyye-Dımaşk yolu üzerindeki el-Kubbe kalesi ile bir miktar para almıştır. Böylece Yaruktaş'ın, Halep'teki iktidarını koruma uğruna Roger'le yaptığı bu antlaşma neticesinde Halep melikliğinin zaten iyi olmayan siyasi ve iktisadi durumu büsbütün bozulmuş oldu.

Yaruktaş, meliklik yönetimine tam anlamıyla hakim olmak gayesiyle daha önce Lü'lü'nün yaptığı gibi şehir kalesine çıkarak oradaki komutanları bertaraf edip, kaleyi ele geçirme faaliyetlerine girişti. Fakat henüz uygulama safhasına bile geçemeden onun bu girişimi haber alınmış ve başta Amine Hatun olmak üzere Sultanşah'ın ablalarının emriyle komutanlar, onu yakalayıp görevine son verdikten sonra Halep'ten uzaklaştırmışlardır. Çok geçmeden Yaruktaş'ın yerine, Halep ordu komutanı Dımaşklı Ebu'l-Meali el-Muhsin b. el Müllahi atanmış, kale komutanlığına da Rıdvan'ın hadimlerinden birisi getirilmiştir.




dl Halep Selçuklu Melikliğinin Yıkılışı ve Sultanşah'ın Sonu:


Meliklik tahtında bulunan Sultanşah'ın çok küçük yaşta bir çocuk olması sebebiyle naiplik yetkileriyle yönetimi ellerinde tutan devlet adamlarının başarısız yönetimleri, sık sık artırılan vergilerin halk üzerinde yarattığı ağır durum yanında, Haçlıların sürekli saldırı ve baskıları sonucunda, onlarla yapılan ve şartları oldukça ağır antlaşmaların dayanılmaz yükleri, Haleb melikliğinin otoritesini ve ekonomik durumunu çok ciddi bir biçimde sarsmaktaydı. Öyle ki Halep bir saldırı sonucunda Haçlıların eline geçebilecek bir hale gelmiş bulunuyordu. Böylece Halep için durumun ciddiyetini gören yöneticiler, Selçuklu sultanı ve diğer müslüman hükümdarlardan yardım ümitlerini keserek derin bir ümitsizlik içine düşmüşlerdi. Bununla birlikte onlar, yaptıkları bir toplantıda şehir ileri gelenleri ve komutanlarından oluşacak bir heyeti, çok sayıda Türkmen kuvvetine sahip olan ve uzun bir süre Sultan Muhammed Tapar adına Bağdat şahneliği görevini başarı ile yürüten Mardin Artuklu emiri İlgazi'ye göndererek “Haleb'e gelip yönetimi ele almasını ve Haçlılarla mücadele etmesini” teklife karar verdiler. Nihayet Mardin'e gelen Halep heyetinin teklifini kabul eden İlgazi; beraberinde oğlu Temürtaş, bazı yakın adamları ve az sayıda bir kuvvetle Haleb'e gelmişse de bu defa yöneticiler arasında kendisinin içeri alınıp alınmaması konusunda anlaşmazlık çıkmıştır. Bunun üzerine İlgazi, derhal Halep'ten ayrılmış, fakat onun şehre girmesine karşı koyanların ikna edilmesi sonucunda, Ebu'l- Fazl b. el-Haşşab ve bazı komutanlar, süratle İlgazi'ye yetişerek ondan özür dileyip geri dönmesini istemişlerdir. Bunun üzerine İlgazi, onlarla Haleb'e gelmiş kaleyi teslim aldıktan sonra buradaki askerleri ve Rıdvan'ın adamlarını çıkartarak kendi asker ve adamlarını yerleştirmiştir.

Böylece mülki ve askeri yönetimi eline alan İlgazi, kaledeki meliklik sarayında oturan Sultanşah ile aile fertlerini buradan çıkararak başka bir eve nakletmiş ve onları göz hapsine almıştır. Böylece Suriye Selçuklu melikliğinin Halep kolu, fiilen sona ermiş oldu.

  İlgazi, Sultanşah adına meliklik işlerini yürüten Ebu'l-Meali b. el-Müllahi'yi azlettikten sonra bunların hizmetindeki bütün yöneticileri tutuklamıştır (1117-1118). Fakat Halep'teki iktisadi durum henüz düzelmemişti. Halkın kendilerine yüklenen ağır vergileri ödeyememeleri sonucunda vergiler toplanamaz olmuştu. Tahsil edilebilen vergiler ise İlgazi ve askerlerinin ihtiyaçlarını bile karşılayacak düzeyde değildi.

Halep Selçuklu melikliğine fiilen son veren İlgazi, yönetimi eline aldığı zaman Melik Rıdvan'ın bıraktığı devlete ait hazine ve paraların, sonradan yönetime hakim olan naip niteliğindeki hadim ve taraftarları tarafından tamamen bitirilmiş olduğunu ve yiyecek depolarının da bomboş kaldığını görmüştü. İlk tedbir olarak İlgazi, bu hadimlerin birçoğunu yakalatıp gaspettikleri melikliğe ait mal ve paraları ellerinden alarak meliklik hazinesine iade etmiştir.

Sultanşah ve ailesi, babası İlgazi'ye karşı isyan ederek yönetimi ele geçiren Süleyman tarafından Halep'ten uzaklaştırılmaları üzerine,. Caber kalesine gidip Emir Malik b. Salim'in yanında oturmak zorunda kalmışlardı. Fakat çok geçmeden İlgazi'nin Haleb'e gelerek isyanı bastırmasından sonra Caber kalesine yerleşen Sultanşah ve ailesini derhal Haleb'e getirtmiş ve hatta Rıdvan'ın kızlarından biriyle de evlenmiştir. İlgazi'nin ölümü (19 Kasım 1122) üzerine naibi durumunda bulunan yeğeni Bedrüddevle Süleyman, Haleb'e hakim olmakta güçlük çekmedi. Fakat İlgazi'nin ölümünden istifade eden Kudüs kralı II. Baudouin, Halep üzerine yeniden saldırılara başlamış, Buzaa ve Bire gibi iki önemli. kaleyi de ele geçirmişti. Bu saldırıları durdurmak maksadıyla Süleyman, kralla barış yaparak Esarib kalesini de terk etmek zorunda kalmıştır (Nisan 1123) . Böylece Haçlılar tarafından yeniden ve ciddi bir şekilde kuşatılan Halep, Haçlılara büyük darbeler vuran İlgazi'nin diğer yeğeni Nuruddevle Belek Gazi tarafından ele geçirilmiş (Haziran 1123) ve Haçlı istilasına karşı daha kuvvetli bir hale gelmişti. Belek, yönetimi ele geçirmek için herhangi bir harekete girişmesine meydan vermeden Sultanşah ve ailesini, Halep'ten çıkararak Harran'a göndermiş ve orada ikamete mecbur etmiştir.

Belek'in Menbic kuşatması sırasında, kaleden atılan zehirli bir okla ölmesi üzerine, beraberinde bulunan Mardin Artuklu emiri İlgazioğlu Temürtaş, 22 Mayıs 1124 tarihinde, Haleb'e gelerek şehri hakimiyeti altına almıştı. Halep yönetiminde birtakım değişiklikler yapan Temürtaş, Belek tarafından Harran'a sürülen Sultanşah'ı buradan Mardin'e getirterek kalede hapsettirmiştir. Fakat çok geçmeden Sultanşah, kaleden kaçmayı başarmış, önce Daralya, oradan da Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) 'ya Artuklu emiri Sökmenoğlu Davud'un yanına gitmiştir. Burada da çok kalamayan Sultanşah, Haleb'e yeniden hakim olmak maksadıyla Suriye'ye gelerek Halife el-Müsterşid ile mücadele halinde bulunan Hille emiri Dübeys b. Sadaka ile birleşerek Temürtaş aleyhine bir ittifak yapmıştır.

Öte yandan Halep kalesinde esir bulunan, fakat Temürtaş ile yaptığı bir antlaşma sonucunda salıverilen Kral II. Baudouin, bu defa Temürtaş aleyhine, Halife et-Müsterşid'e yenilerek Hille'yi terketmek zorunda kalan Dübeys ile bir ittifak yapmıştır. Dübeys, krala “Halep halkının Arap ve Şii olması sebebiyle şehrin kolayca ele geçirilebileceği” konusunda garanti vermişti. Böylece Temürtaş'a karşı Dübeys, Sultanşah ve II. Baudouin'den oluşan bir ittifak gurubu meydana gelmiş oluyordu. Haleb'i kesinlikle ellerine geçirmeye karar veren müttefikler, “Halep yönetiminin Dübeys'e bırakılması ve şehirden elde edilecek mal ve paraların Haçlılara verilmesi” hususunda anlaşmaya vardılar. Çok geçmeden müttefikler, Temürtaş'ın Haleb'i savunmak maksadıyla hazırlıklarda bulunmak için Mardin'e gitmesinden istifade ile harekete geçmekte gecikmediler. Dübeys ve Joscelin, kuvvetleriyle Tellü Başir'den hareketle Vadil Buzaa'da tahribat ve yağmalarda bulunduktan sonra, kendilerine katılan Sultanşah, Balis emiri Artuklu Abdülcebbaroğlu Yağısıyan, Devser kalesi hakimi İsa b. Salim ve II. Baudouin ile birlikte Haleb'i kuşatmaya başladılar. Yüzü müslüman kuvvetlerin iki yüzü de Haçlıların olmak üzere üçyüz müttefik çadırı kurulmuş, bunların Üzerlerine kralın, Sultanşah'ın ve Dübeys'in bayrakları çekilmişti.

Temürtaş, Haleb'i herhangi bir Haçlı saldırısına karşı savunabilmek için asker toplamak üzere Mardin'e gitmişti. Halep'te naip olarak beşyüz süvariden oluşan bir kuvvetle amcaoğlu Bedrüddevle Süleyman ve Hacip Ömerü'l-Has ve Kadı Ebu'l-Fazl b. el-Haşşab bulunuyorlardı. Şehri kuşatan kuvvetlerin giriştikleri korkunç hareketler ve özellikle Dübeys'in Haçlılarla birleşmiş olması, Halepliler üzerinde derin bir nefret duygusu uyandırmıştı. Kuşatmanın uzun sürmesi sonucunda halk, büyük bir yiyecek sıkıntısına düşmüştü. Her iki taraf arasında kuşatmanın kaldırması konusunda elçiler gidip gelmişse de anlaşma sağlanamamıştı. Kuşatmanın getirdiği bu güç durumdan bir an önce kurtulmak için özel bir Halep heyeti, gece karanlığından istifade ederek gizlice Halep'ten çıkıp Mardin'de bulunan Temürtaş'a giderek ona, “Haleb'in çok sıkı bir baskı altında tutulduğunu, bu yüzden ciddi ve tehlikeli bir durumla karşı karşıya geldiklerini” bildirmiştir. Temürtaş, heyete yardım vaadinde bulunmuşsa da bu sırada, Kadı Ebu Ganaim'in oğlundan gelen ve “Halkın ölü eti yiyecek kadar” sıkıntıya düştüğünü ifade eden mektubun eline geçmesi üzerine son derece kızan Temürtaş, “Şu sefillerin yaptığı işlere bakınız. İşin bu derece sarpa sardığını gizleyip beni yardıma çağırıyorlar” diyerek onları şiddetle azarlamış ve Haleb'e gitmekten vaz geçtiği gibi, yardımcı kuvvet de göndermemiştir.

Daha sonra gizlice Mardin'den kaçmayı başaran Halep heyeti, Musul'a giderek ağır hasta olan Emir Aksungur Porsuki'den Haleb'i kurtarması için ricada bulunmuşlardır. Kısa bir süre sonra iyileşen Aksungur'un kuvvetleriyle Haleb'e gelmesi üzerine müttefik kuvvetler kuşatmayı bırakıp çekilmek zorunda kalmışlardır.

Netice olarak daha çocuk denecek yaşta Halep Selçuklu tahtına çıkarılan Sultanşah, hiçbir zaman melikliğin yönetimine hakim olamamıştır. Yönetim, onun adına önce Lü'lü, daha sonra da Şemsü'l  Havas Yaruktaş'ın uhdesinde toplanmıştır. Nihayet Artukoğlu İlgazi'nin melikliğe son vermesinden sonra, bütün ailesiyle birlikte Halep hükümdarlık sarayından çıkartılmıştır. Daha sonra Caber kalesi, Harran ve Mardin'de bir süre sürgün hayatı yaşayan Sultanşah kaçmayı başarmıştır. Bu sırada Haleb'e yeniden hakim olabilmek için Dübeys ile işbirliğine girişmişse de başarılı olamamış ve adı “Son Halep Selçuklu Meliki” olarak tarihe karışmıştır.




Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ

16 Şubat 2024 Cuma

İRAN TARİHİ-12

 PERS İMPARATORLUĞU-4





Artakhşatra II 'nin ölümünden İmparatorluğun yıkılışına kadar (M.o.359-334)



Ohos


 Ohos tahta kardeşlerinden ikisini öldürdükten sonra çıkmıştı. Cülüsunu daha geniş ve kanlı bir saray hailesi takip etti.  Kendisinden başka hanedana mensup tek prensin hayatta kalmasını taht için tehlikeli görüyordu. İlk işi krallık soyundan hayatta bulunan 180 prensi boğazlatmak oldu. Bu suretle mevkiini sağlamlaştırdığına kanaat getirdikten sonra sarayına kapandı. Her tarafta devam eden isyanları bastırmak görevini generallerine bıraktı. Fakat generallerinin ehliyetsizliği, kendisinin kayıtsızlığı, istiklal teşebbüslerini büsbütün körüklüyordu.

Pers hakimiyetinin Nil boylarında yeniden kurulması ilk sırada geliyordu. Çünkü takriben altmış yıldan beri İran boyunduruğunu kırmış olan Mısır, imparatorluğu huzursuz bırakmak için hiç bir fırsatı kaçırmıyordu; Pers hakimiyetine karşı ilk isyan bayrağını açmış olan Amirte hareketinin geçici bir ihtilal olduğu ve kolayca bastırılacağı sanılmıştı. Fakat sonraları Nil boylarında yerli hanedanlar kurulmuş, yalnız cesur Asyalı orduları değil, en mahir Yunan generallerini de aciz bırakmışlardı. Bunu gören Suriye - Filistin halkı da Mısır - Iran mücadelesinde kendi menfaatlerini gütmek yolunu tutmuşlardı.

Anadolu’da veya Suriye-Filistin’de bir satrap veya tabi prenslerden biri isyana hazırlanınca, yüzünü tabii bir müttefik gördüğü Mısır’a çeviriyordu. Mısır kralları da, ihtiyaç içinde kıvransalar bile yardım isteyen bu asiye para buluyor, silah veriyorlardı.

Bu durum karşısında Ohos, sarayında kapanmağa son vererek ordusunun başına geçmek zorunda kaldı. Fakat, Mısır üzerine yaptığı ilk sefer büyük zayiatla akamete uğradı. Firavun Nektanebo II’ nin ordularına komutanlık eden Atinalı Diyofantos ve Ispartalı Lamiyos, büyük Pers kralına karşı kanlı bir zafer kazanarak onu süratle geri çekilmeğe mecur ettiler. Darbe çok ağır olmuştu. Çünkü mağlup olan İran generalleri değil, bizzat Krallar Kralı idi. O zamanlarda yaşayan bir Atinalı hatip Büyük Kralın bu hezimetini “Ohos hakarete, zillete uğrayarak geri dönmek zorunda kaldı" cümlesiyle hülâsa etmiştir.

Evagoras isyanındanberi daimi bir galeyan halinde bulunan Anadolu'nun Akdeniz kıyıları bu fırsatı kaçırmadılar. Silâha sarılmak için durumu pek müsait buldular. İyonya satrabı Orontes ile Hellespontos Firigyası satrabı Artabaz isyan bayrağını açtılar. Yunan kaynakları Orontes'in bu sırada Atina ile sıkı münasebette bulunduğunu göstermektedir. Artabaz, Mentar ve Memnon adlarında maharetli ve cesaretli birer komutan olan iki kardeşi maiyetine almış, kız kardeşleriyle evlenerek onlarla sıhriyet kurmuş, bunları ücretle Yunanlılardan teşkil ettiği ordunun başına geçirmiş, küçük Asya'yı ayaklandırmıştı. Atina komutanlarından Khares, Kharidemos ve Fokiyon da kendisine yardım ediyorlardı.

Kıbrıs’taki dokuz prens istiklâllerini ilân ettiler. Bu prensler de İran hâkimiyetinden kurtulmak istiyorlardı. Bunlar gemilerini savaş için hazırlatmış, Yunanlılardan ücretli asker almışlardı. Fakat, Ahamaniş hanedanından olan Karya satrabı Mausollos, Büyük Krala sadık kaldı. Hatta Rodos, Kos (Istanköy), Khios (Sakız) başta olmak üzere Atina birliğine girmiş olan müttefikleri, Artabaz'dan ayırdı. Fakat Atina âsi satraba bütün kudretiyle yardım etmekte devam etti. Fenike isyan bayrağını açmaktan henüz çekiniyordu. Fakat satrabın küstahlığı, Mısır’dan dönen generallerin ve disiplinsiz askerlerin soygunculukları, nihayet Fenike’lileri de silâha sarılmağa sürükledi, Trablus’ta toplanan bir mecliste Fenike siteleri, Sidon prensi Tennes'i askerî kuvvetleri sevk ve idareye memur ettiler. Tennes'in ilk işi Iran’lıların Lübnan'daki saraylarını, şatolarını ve meşhur kral parkını yıkmak ve Mısır seferi için Fenike limanlarına yığılan erzak ve mühimmat anbarlarını yakmak oldu.

Ohos, taraftarlarının bu isyanları bastıracaklarını ümit etmişti. Önce böyle oldu. Karya tiranı İdriyos, Atinalı Fokiyon'un komutası altında bulunan ve yağma hırsiyle kıvranan sekiz bin kadar ücretli Yunan askeriyle adaya çıktı. Kıbrıslılar üstün kuvvetler karşısında ezildiler. Teslim olmak zorunda kaldılar. 

Artabaz, Atinalı Khares’in ve Teb’lilerin yardımiyle üzerine gönderilen 70 bin kişilik kuvvete karşı koyabildi. (M.ö.356). Fakat Büyük Kralın Atina’ya gönderdiği elçilerin, Khares asi satraba yardım etmekte devam ettiği takdirde 300 gemi ile Atina’nın düşmanlarına yardım edileceği yolundaki tehditleri Atiya’yı anlaşmağa mecbur etti (355). Gerçi Artabaz, Atina’nın yardımı kesildikten sonra da isyanında devam etti. Kendisine Thebai’lılar yardımda devam ediyorlardı. Değerli bir komutan olan Pamnenes maiyetinde 500 kadar ücretli asker göndermişlerdi. Artabaz bunların yardımiyle Büyük Kralın ordularını iki meydan muharebesinde mağlup etti. Fakat Pamnenes'in, altınlarına meclup olarak Iranlılarla gizli temasa geçtiğini anladığından onu hapsettirdi. Bundan sonra Artabaz kuvvetini kaybetti. M. ö. 351 tarihlerine doğru, Memnon ile birlikte Makedonya kralı Filip’e (Philippos) sığınmak zorunda kaldı. Diğer kayın biraderi Mentor ise Mısır’a kaçtı Firavun’un hizmetine girdi. Mısır, uzun zamandanberi Pers devletine karşı dört bucakta açılan mücadelelerin körükleyici rolünü oynuyordu. Fenike isyanının başında bulunan Tennes de Mısır’dan gönderilen ve Mentor ve Rodiyen gibi generallerin komutası altında bulunan aylıklı askerlerin yardımiyle birbiri arkasından Suriye satrabı Belesis ile Kilikya valisi Mazaios’u mağlup etti.

Fenike’nin Bu mağlubiyetleri karşısında Ohos bizzat harekete geçmek kararını verdi. Üç yüz otuz takribi bin Asyalı ve on bin de Yunanlı askerle Fenike üzerine yürüdü. Fenikeliler kale duvarlarını tahkim ettiler.  Sidon’un etrafını üçgen bir hendekle çevirdiler. Fakat, şefleri Tennes enerjiden mahrum bir adamdı.

Hayatı, isyan ettiği güne kadar musiki ve rakkaseler arasında zevk ve safa ile geçmişti. Lüks ve tantana itibariyle Kıbrıs’taki Salamin prensi Nikoles’i geride bırakmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Ohos’un yaklaşması, pek az olan cesaretini büsbütün kuruttu. Metbuuna karşı yaptığı hiyaneti, tabaasına ihanetle örtmeğe ve affettirmeğe teşebbüs etti. Veziri Tessation'u Pers karargâhına gönderdi. Hayatı bağışlanmak ve mevkii korunmak şartiyle Sidon'u teslim ve Mısır seferinde Büyük Krala kılavuzluk etmeği taahhüt edeceğini bildirdi. Ohos, tutmamak karariyle âsi tâbiinin tekliflerini kabul etti.

Tennes de taahhütlerini yerine getirmek teşebbüsüne hazırlandı. İran ordusu yaklaşınca Fenike siteleri ileri gelenlerini Sidon'da toplantıya davet etti. Bunlardan yüz kişi alarak Büyük Kralın karargâhına götürdü. Bunlar orada mızrak darbeleriyle öldürüldüler.

Kralları giden Sidon’lular, yine mukavemet etmek istiyorlardı. Fakat ücretli yabancı askerler komutanı Yunanlı Mentor, ilk teklifte kaleyi teslim edeceğini bildirdiğinden Sidonlular Büyük Kralın affına sığınmağa karar verdiler. İleri gelenlerden beşyüz Sidonluyu ellerinde zeytin dalları olarak Büyük Kraldan merhamet dilenmeğe gönderdiler.

Ohos, İran’da o zamana kadar hüküm süren kralların en zalimi, belki de kan dökücülükte emsalsiz bir tipiydi. Hiç acımaksızın bunları kılıçtan geçirtti. Geri kalan Sidonlular ölmekten başka kurtuluş yolu olmadığını görünce, evlerine kapandılar. Şehri ateşe verdiler. Kırk bin kişi alevler içinde yanıp gitti. Sidonlular çok zengindiler. Evlerde altın, gümüş eşya pek çoktu. Iranlılar yangın yerlerinde altın ve gümüş külçe aramak müsaadesini büyük paralarla sattılar. Faciadan sonra Tennes de cellâda teslim edildi. Fenike'nin diğer siteleri, Sidon'un âkıbetinden dehşete düşerek mukavemetsiz kapılarını açtılar.

Ohos’un Fenike'yi kan ve ateş ile amansızca tedip etmesi, tereddüt içindeki eyâletlerin akıllarını başlarına getirdi. Dört taraftan tebrik ve bağlılık teyidi için gelen heyetler; Büyük Krala altın, gümüş, halı, mücevherat olarak pek çok hediyeler getirdiler.


Mısır'ın yeniden fethi


Ohos, Suriye işlerine nizam verdikten sonra başlıca amacı olan Mısır seferine hazırlanmağa başladı. Belli başlı Grek sitelerine elçiler göndererek onları Mısır seferine iştirake davet etti. Atina'lılar ve Lakedemonya'lılar, İran'la aralarındaki dostluğu muhafazaya önem vermekle beraber Mısır seferine iştirak için asker gönderemiyeceklerini bildirdiler. Teb'liler ve Argi'liler 3000 asker gönderdiler. Küçük Asya Grek'leri ise 6000 asker verdiler.

Ordu hazırlandıktan sonra üç koldan Mısıra doğru harekete geçildi. Her kolorduda bir Iranlı ve bir Yunanlı komutan bulunuyordu. Sirbon bataklığından geçerken bazı taburlar müteharrik kum dalgaları altında kalarak mahvoldular. Filofron'un komutasındaki 5000 Yunanlı tarafından müdafaa edilen, Mısır'ın Pelus (Pelusion) sınır kalesi önüne geldikleri zaman, müdafileri kendilerini karşılamak için hazırlanmış buldular. Firavun Nektanebo II’nin kuvveti, adetçe Ohos ordusundan azdı, altmış bin Mısır'lı, yirmi bin Libya'lı ve bu kadar da ücretli Yunanlıdan mürekkepti. Fakat, Nektanebo II, evvelce daha büyük lran ordusuna karşı kazandığı zaferin sarhoşluğunu geçirememiş olduğundan, bu defa da behemahal muzaffer olacağını umuyordu. O, evvelki zaferi mahir iki ecnebi generale medyun olduğunu unutuyor, kendini emsalsiz bir komutan sanıyor, kimse ile istişareye lüzum görmüyordu.

Donanması denizde Fenike ve Kıbrıs gemilerinden mürekkep düşman filosuna karşı pervasızca yürüyecek kadar kuvvetli değildi. Fakat, Nil'in ağızlarını müdafaa edecek kadar altı düz gemileri vardı. Cephesinin zayıf yerleri kalelerle müdafaa edilecek şekilde nizamlanmıştı.

Lokrates komutasında Iran ordusunda hizmet eden Tebliler, cesaretlerini belirtmek üzere şehir ile aralarındaki bir derin kanalı aştılar. Filofron bu meydan okumayı karşılayarak geceye kadar muzafferane çarpıştı. Lokrates ertesi gün kanal üzerine traversler atarak bütün kuvvetlerini geçirdi. Pelus surlarını makineleriyle döğmeğe başladı. Birkaç gün sonra nihayet surda bir gedik açıldı. Fakat cansiperane çalışan Mısırlılar, kılıç kadar kazma kullanmaktada maharetli olduklarını gösteriyorlardı. Dış duvarlardan biri yıkılınca, arkasında, üzerinde ahşap bir kule yükselen yeni bir sur meydana çıkıyordu.

Nektanebo II, otuz bin Mısır ve beş bin kadar da Yunanlı askerle Pelus’un imdadına geldi. Iranlılarların başarılarını önledi,  Muhasaranın akametle neticeleneceği sanılıyordu. Fakat İran ordusunda bulunan Argos’lu Nikostrates adında Herkül'ü andıran bir subay, esir köylülerden Nil ağızlarında müdafaasız bir yer bulunduğunu öğrenerek maiyetindeki kuvvetlerle buraya çıktı. Nektanebo ll’nin arkasını çevirdi. Teşebbüs, az bir kuvvetle yapılmış, çok cüretli bir hareketti. Mısır ordusundaki ücretli askerler harbi kabul etmiyerek Nikostrates’i tâciz etmekle yetinselerdi, onu ricat etmeğe veya teslim olmağa mecbur bırakacaklardı. Fakat ihiyatsızca sabırsızlıkları her şeyi kaybettirdi. Kos'lu Kliniyas idaresindeki beş bin kişilik kuvvetle Nikostrates üzerine atıldılar ve mağlup oldular. Rahne açılmıştı. Nikostrates’in muvaffakiyetinden cesaretlenen İranlılar, hücuma geçtiler, Nektanebo II deltaya doğru çekilmek zorunda kaldı. Maksadı, Menfis'de yeni bir ordu hazırlamaktı. Fakat arkada bıraktığı Mısır kıtaları, kendilerinin Firavun tarafından terk edildiklerini sanarak sarsıldılar, dağıldılar. Pelus, Lokrates’in eline geçti. Mentor da Bubast’ı işgal etti.

Mısır'ın diğer müstahkem şehirleri Sidon’un âkıbetine uğramaktan korkarak mukavemet göstermeden kapılarını Iran’ lılara açtılar. Kalelerinin ve şehirlerinin birbirlerini takiben iran'lılara teslim olmalarından yeise düşen Nektanebo II, hazînelerini alarak Nil’in kaynaklarına doğru çekildi. Habeşistan’a kaçtı (M.ö.341). Nikostrates'in cüretli bir hareketi, Nektanebo ll’nin hodbinliği, İran'lılara tekrar Mısır'ı kazandırmış, dağılmak üzere olan imparatorluğu tekrar perçinlemişti. İran'ın bu defaki Mısır hâkimiyeti sekiz yıl (341 -333) sürecekti.

Mısır, son yerli Firavunlar devrinde ( M. ö. 404 - 341 ) refaha kavuşmuştu. Amirte (404 -398) den Nektanebo II ( 359-341)ye kadar geçen Firavunlar, yabancı istilası izlerini silmek için maharetle ve büyük bir şevkle çalışmışlar, Mısır'ın esarete düşmeden önceki durumunu, iadeye muvaffak olmuşlardı. Psammetik (380 -379) ve Teos (Tachos 361 -359) gibi tahtta az bir zaman durabilmiş olan firavunlar bile bir takım yeni tapınaklar kurmuş veya mevcutları tamir ettirmişlerdi.

Fakat Ohos’un zaferi, Mısır için belki Kambis ( 525- 522 ) zaferinden daha felâketli ve daha meş'um oldu. Çünkü Ohos Mısır'lılara karşı müthiş bir husumet besliyordu. Bu da sebepsiz değildi. Mısır’lılar, istiklâllerini kazandıktan sonra devamlı surette İran imparatorluğu aleyhine çalışmış, imparatora karşı başkaldıran herkese yardım etmişlerdi. Bunu unutamıyan muzaffer Ohos, Menfis'e girdiği zaman dostlarına verdiği ziyafet için Mısır'lıların tapındıkları Apis öküzünün boğazlanması emrini verdi. Ptâh tapınağına eşek bağlattı. Mısır'lıların dinini tahkir için her şeyi yaptı. Tapınaklar yağma edildi. Mukaddes kitaplar toplatılarak gasb olundu. Şehirlerin surları yıkıldı. Halkın ileri gelenleri boğazlandı. Haile sona erdikten sonra ücretli Yunan askerleri hesapsız ganimetlerle memleketlerine döndüler.

Büyük Kral Artakhşatra III (Ohos), Mısır satrablığına Ferendates'i tayin ettikten sonra kendisi de ordusiyle Sus’a döndü. Ohos’un bu parlak zaferi kazanmasında başlıca iki şahsın büyük rolü olmuştu. Bunlardan biri haremağası Bagoas, diğeri de Mentor idi. Ohos payitahta döndükten sonra imparatorluğun idaresini bu iki adama tevdi etti. Bagoas, Yukarı Asya satrablığiyle beraber imparatorluğun iç siyasetini tedvire memur edildi. Mentor da Küçük Asya sahil satrablığına tayin olundu. Süratle buraları itaât altına aldı. Anlaşıldığına göre kendisine vaktiyle Kuraş’a verildiği gibi Karanos payesi, yani Küçük Asya başkomutanlığı da verilmişti. Mentor’un teklifi ile Büyük Kral, Makedonya sarayına iltica etmiş olan âsi satrab Artabaz ile Memnon’u aileleriyle birlikte affetti. Bunlar da Anadolu’ya döndüler. Ege ve Hellespontos kıyılarına hâkim olan Tiran’lar, arzulariyle Büyük Krala itaatlerini ilân ettiler. Filosof Aristo’nun (Aristotales) dostu Atarneus Tiranı Hermeias gibi mukavemet gösterenler de yakalanarak öldürüldüler. Ohos'da Artakhşatra ll'nin cülusundanberi sarsılmış olan imparatorlukta birkaç yıl için, otorite yeniden kurulmuş oldu.  Halk arasında Ohos,  Ahamanişlerin büyük hükümdarı Kuraş, Kambis ve Darius gibi şanlı büyük bir kral şöhretini kazandı.

Fakat, haddi zatında Ohos, Fenike ve Mısır zaferlerine rağmen, kana susamış kurnaz, zevk düşkünü fakat enerjili, soğuk kanlı, kararlarında korkunç, âdi tipte bir despottu. Bu yaradılış, ona içten çökmeğe yüz tutmuş olan imparatorluğu, muvakkat bir zaman için olsun, ayakta tutmak kabiliyet ve kudretini vermişti. Bu sayede ayaklanmış milletleri, âsi satrabları muvakkaten sindirmiş, onları sarhoşluklarına, adam öldürmekten duyduğu zevkine, çılgınca eğlencelerine baş eğmek zorunda bırakmıştı. Fakat, otoritesi zâhiri idi. Merkezde devlet nüfuzu, Mentor ile birleşmiş olan harem ağası Bagoas’ın elinde idi. Bu kudretli adam, Sus sarayında bir nevi saltanat Atabeyi rolünü oynuyordu.

Eyaletlerin merkeze bağlılıkları ise satrabların inkıyadiyle ilgili bulunuyordu. Satrapların zulümleri altında inleyen milletler, imparatorlukla olan bağları koparmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.

Yüz elli yıl önce büyük Darius'un kurmuş olduğu satrablıklardan bazıları yalnız ismen baki idiler. Kuzeyde, Fırat-Dicle ve Kızılırmak kaynakları bölgelerindeki kavimlerden yalnız Ermeni'ler, İran hegemonyasını tanıyorlardı. Gordiyuk (Gordiouque) lar, Taok’lar, Kalip’ler, Kolki (Colchien) ler, Mosinek'ler, Tibari'ler diğer kavimler, hiç bir otorite kabul etmiyorlardı.

Bitinya, Paflagonya ve Pont kralları henüz ara sıra vergilerini veriyorlardı. Misya’lılar, Pisidya’lılar, Likaonyen’ler ise artık Büyük Kralı tanımıyorlardı. Dicle’nin ötesinde de kargaşalık az değildi. Hazer denizi dağlarına dayanan Kadw; (Cadusien) ler Amard’lar, Tapur’lar, Iran hegemonyasından kur-tulmak için cesurane çarpışıyorlardı. Pencap bölgesi halkı ile Türkistan Saka’ları Büyük Kralın tabii olmak durumundan iyi niyetli dostu ve müttefiki vaziyetine geçmişlerdi. Saka’lar, ileride göreceğimiz İskender’le olan Arbel harbinde, Darius’un yanında bir tâbi gibi değil, bir müttefik olarak bulunmuşlardı. Gedrosya ve Paropanisos’un vahşi kıyıları ise her türlü otoriteye kafa tutuyorlardı.

Hudutlar bu suretle daralırken büyük Darius’un o kadar maharetle kurmuş olduğu idare makinesi de haleflerinin ihmal ve liyakatsizliği yüzünden iyi işlemiyordu. Yalnız her yıl satrablıklara müfettiş göndermek usulü ki bazan da unutuluyordu formalite halinde devam ediyordu. Fakat askeri kudretle sivil kudretin ayrı ayrı şahıslar tarafından temsili usulü ortadan kalkmıştı. Askeri kuvvetleri elinde tutan komutan hemen her yerde sivil idare görevini de ifa ediyor, birçok satrabları hükmü altında bulunduruyordu.

Ordu ve gelir, her şeye rağmen o zamanki dünya ordu ve gelirlerinin en büyüğü idi. Fakat gerek para ve gerek askerin cesaret ve disiplini, eski kıymetlerini kaybetmişlerdi. Perslerin, Med’lerin, Sakaların ve diğer kavimlerin yiğitlikleri azalmış değildi. Fakat hiç kimse bu yiğitlikten eskisi kadar istifade etmeği düşünmüyordu. Bunlardan teşekkül eden kıtalar, disiplinsiz çeteler haline gelmişlerdi. Bu askerlerin tâlim ve terbiyeleri uzun ve belki de tehlikeli bir işti. Bu sebepten bunların aylıkla tutulan yabancı askerlerle birleştirilmeleri yolu tutulmuştur.

Artakhşatra II zamanındanberi aylıklı Grek askerleri imparatorluk ordusunun nüvesini teşkil ediyordu. Büyük Kralın ordusuna Agesilas, İfikrat, Epaminandos gibi devrin en mahir taktikci Yunan generalleri kumanda ediyorlardı, lran filosu da Yunanlı amirallerin emrine verilmişti. Yunanlı komutanların gayret ve maharetleri sayesinde idi ki Ohos Fenike ve Mısır zaferlerini kazanmış, şöhreti Akdeniz kıyılarına yayılmıştı. İnhitatın bu kadar hızlı olması mesuliyeti halka ait değildi. Persler, önceleri olduğu gibi, yine kanaatkâr, namuslu, cesaretli insanlardı. Bozulanlar hanedan mensuplariyle onların çevresinde hale teşkil eden zadegân sınıfı idi. İdareyi ellerinde tutan bu adamlar, dejenere oldukları için inhitatı önleyecek enerji ve kabiliyeti gösteremiyorlardı.

İlk Ahamaniş kralları devlet işlerini bizzat idare ediyor, harp alanlarında ordunun başında bulunuyorlardı. Fakat Kşayarşa I'in Yunanistan harbinin verdiği yılgınlıkla tehlikeli çarpışma şerefini komutanlarına, devletin idaresini de saray hadım ağalarından Aspamitres’e bırakarak hareme kapanmak yolunu açtığındanberi eski kralların ananeleri bırakılmıştı. Bu yolu takip eden haleflerinin de askeri hareketlere iştirakleri pek nadir olmuştu: ne Artakhşatra 1, ne Darius II (Nothos), savaş alanında görünmemişler, Artakhşatra II ise uzun devrini kanlara boyayan harplerden yalnız ikisinde bulunmuştu. İmparatorluğu kuranların yolunu güder gibi görünen Ohos da Suriye ve Mısır’daki zaferlerinden sonra, Sus sarayına kapanmıştı.

Hanedan prenslerinin hayatı, harem cinayet ve entrikaları içinde telef oluyordu. Kadınlarla haremağaları arasında lüks ve süs iptilâsı içinde uyuşup kalan bu adamlar da düşünmek ve hareket etmek kabiliyeti erkenden felce uğradığından, krallığa geçtikten sonra ailelerinden veya harem ağalarından birinin vesayeti altına sürükleniyorlardı: kanlı Parisatis önce kocası Darius I’in, sonra da oğlu Artakhşatra II’nin adlarına hüküm sürmüş, Bagoas da altı yıl kadar Ohos’u arzusuna ram etmeğe muvaffak olmuştu . Fakat bu sonuncunun tesiri hiç olmazsa memleketinin hayrına olmuştu.


Ohos'on âkıbeti ve halefi


Ne yazık ki bu kudretli ve fettan Bagoas, Makedonya’da beliren Filip tehlikesini önlemeğe çalışırken, Sus’taki rakipleri kendisini efendisinin gözünden düşürmeğe çalışıyorlardı. Düşmanlarının bu devamlı manevraları nihayet Bagoas'ı, kralı öldürmek veya kendi ölümüne razı olmak gibi iki yoldan birini tâkibe mecbur etti. Ohos’u doktoru vasıtasiyle zehirletti (M. ö. 338). Yerine oğullarının en genci olan Arses’i oturttu. Diğerlerini de öldürttü.

Mısır, Ohos’un zehirlenmesi haberini sevinçle karşıladı. Mısır fatihinin feci âkibetini, tahkir ettiği tanrıların bir cezası gibi telâkki etti. Hattâ Mısır’da, aslen buralı olan Bagoas’ın tanrı Apis’in intikamını almak için Ohos’u öldürerek naâşını kedilere attırdığı, kemiklerinden bıçak sapı ve düdük yaptırttığı hikâyesi şayi olmuştu.

Arses önceleri vezirinin elinde bir oyuncak olmuştu. Fakat, bir müddet sonra kendisinde istiklâl ruhu uyandıkça onun tahakkümü ağır gelmeğe başladı. Gittikçe ona tahammül edemez oldu. Bunu hisseden Bagoas canını kurtarmak için Arses’i de babasının yanına gönderdi (M. ö. 327) .

Fakat, devam edip gelen bu gibi saray faciaları, Ahamaniş hanedanı prenslerinin kökünü kurutmuştu. Öldürülen Arses’in yerine hanedandan bir prens bulmak müşkül oldu. Bagoas Ahamaniş hanedanından, fakat maktül kralların uzak akrabalarından Kodaman’ı krallık mevkiine çıkardı. Bir rivayete göre Kodaman, Darius II'nin oğlu Ostanes’in torunu idi. Diğer bir rivayete göre de Ahamaniş hanedaniyle bir münasebeti yoktu, Gençliğinde postacılık etmiş bir adamdı, Fakat Bagoas’ın teveccühünü kazanmış ve kendisine muti görünmüş olduğu için Darius unvaniyle Ahamanişler tahtına çıkarılmıştı.

Cesur, cömerd, merhametli ve iyi niyetli bir adam olan Kodaman, selefine nisbetle krallığa daha lâyıktı. Bagoas, onu bir kukla olmak üzere tahta çıkarmış, imaparatorluğu onun adına istediği gibi idare edeceği ümidine düşmüştü. Fakat, çok geçmeden Kodaman’ın bu vesayetten kurtularak bizzat hüküm sürmek hırsını beslediğini sezdi. Onu da seleflerinin yanına göndermeğe karar verdi.

Fakat, adamlarından birinin ihaneti neticesi olarak Kodaman suikast teşebbüsünü haber aldı. Bagoas'ın kendisini öldürmek için hazırladığı zehiri, ona içirdi. Artık müstakil kalmıştı. Fakat Kodoman, memulün hilâfına bu krallıkta uzun zaman duramıyacaktı.

Kendisi, dış görünüşü bakımından haşmetli, hakikatte ise içten çürümüş bir iskelet halinde bulunan imparatorluğun başına geçtiği yılda, Makedonya'da Yenice, Vardar yakınındaki Pella şehrinde, büyük İran imparatorluğuna ve o zamanki medeni dünyaya hâkim olmak planını çizmekle uğraşan ikinci Filip, kızının düğününde arkasında beyaz bir elbise ve silâhsız olarak tantanalı bir alayla tiyatroya giderken hassa ordusuna mensup biri tarafından hançerle Aifai'da öldürülmüş, (M.ö.336) henüz yirmi yaşında olan oğlu İskender, tabetiyle beraber bu tasavvurlarına da varis olarak yerine geçmişti.


Darius III’ün cülusunda imparatorluğun durumu:


Kodaman, haris Makedonyalının imparatorluğuna gözdiktiğini pek çabuk anlamıştı. Fakat, aynı zamanda, bunu önlemek hususundaki kudretsizliğini de hissetmişti. Tedbirli, azimli ve tecrübeli bir adam olan Bagoas, hayatta olsaydı, belki bu kudretsizliği göstermiyecek, İskender istilâsını önleyecek tedbirleri bulacaktı. Ne çare ki zamanının en kudretli bir komutanı olan Büyük İskender Küçük Asya kıyılarına ayak bastığı sırada, Bagoas ölmüş, Kodaman da gereken tecrübe ve nüfuzu henüz kazanmamıştı.

İmparatorluk, Ohos’un zaferleriyle görünüşte eski haşmet ve azametini kazanmıştı. Sınırları resmen Asya’da Ceyhun kıyılarından, Türkistan eteklerinden, Afrika’da Nil boylarına, Hind'in indus (Sind) vadilerinden küçük Asya’nın Marmara ve Adalardenizi kıyılarına kadar uzanıyordu. Doğu Akdenizle Ege denizi kıyıları, imparatorluk bayrağını taşıyan 400 gemiden mürekkep bir filonun cevelângâhı idi.

Fakat, geniş imparatorluk hakikat halde içinden çürümüştü. Buralarda yaşıyan çeşit çeşit kavimler üzerindeki metbuluk iddiasına rağmen, bunlarla merkez arasındaki bağlar çok gevşemiş, hattâ birçok yerlerde tamamiyle kopmuştu.

Asırlardan beri birbirlerine düşman gözüyle bakan, devamlı surette birbirleriyle boğuşan bu kavimler, önce Asur, sonra da İkinci Babil imparatorluklarının akıttıkları kan deryaları içinde, tek bir bayrak altında yaşamağa mecbur kalmışlardı. Fakat, anâne, âdet, din ve dil bakımından birbirleriyle kaynaşamıyorlardı.

Kuraş ve Birinci Darius gibi büyük hükümdarların kudretli pençeleri, nisbeten adaletli idareleri bu bin bir çeşit kavimleri bir arada yaşatmakta devam ettirebilmişti. Fakafonlar da ancak bu kavimlere hâkim olmak düşüncesiyle hareket etmiş, onların temayüllerine lâkayt kalmış, dinlerini, dillerini, dileklerini kaynaştırmak teşebbüsünü akıllarına bile getirmemişlerdi.

Bu kudretli hükümdarlara zayıf ve iradesiz prensler varis olduktan, sarayda başlayan taç ve taht ihtirası, iktidar mücadelesi alevlendikten sonra satrapların hareket tarzları kontrolsuz kalmış. İmparatorluk ufuklarını karartan zulümler, soygunculuklar alabildiğine inkişaf etmiş, neticede bu yabancı ve rakip unsurların imparatorlukla olan ve gitgide gevşeyen bağları kopacak hale gelmişlerdi.

İmparatorluğun merkezi İran ’ın güney batı dünyasısındaki yüksek Elâm bölgesinde Sus şehri idi. Sâmi ırk sınırları üzerindeki Elâm, mukadderatları farklı iki bölgeyi ihtiva ediyordu. Dağlık bölgedeki Uksi'ler, Elime'ler, Kosse'ler serazad yaşıyor, çevrelerindeki alanları pervasızca talan ediyor, sığındıkları dağlar arasında hiç bir takibe uğramıyor, hiç bir ceza görmüyorlardı. Buna mukabil ova bölgedeki halk Ahamaniş'lerin hükmü altında yaşıyor, kendilerine efendi olmak kudretini gösteren her kuvvete boyun eğmeğe hazır görünüyorlardı. Bu bölgedeki eski Sus şehrinin elverişli vaziyeti erkenden Ahamaniş’lerin dikkatlerini üzerine çekmişti.

Eski Elâm krallarının sun’i bir tepe üzerine kurmuş oldukları bu şehir, yazları, yüksek plâtonun rüzgârlariyle serin, kışları ise Basra körfezinin ılık meltemi altında sıcak bir iklime malikti. Bu sebepten Ahamanişler Sus saraylarını seviyor, burada yaşamağı tercih ediyorlardı.

Küçük Asya’nın doğu bölgelerinde Dicle ve Fırat ırmaklarının çıktıkları dağlık alanlarda yaşayan Urartu'lar, Muşki’ler ve Tabal’lar ile kuzeye doğru, eski Asur sınırlarına yakın yerlerde oturan kavimler Perslere boyun eğmişlerdi. Muşki ve Tabal’lar, iki büyük parçaya bölünmüşlerdi. Kabilelerinden bir çoğu, ihtimal ki Kimmer’lerin bakiyeleriyle karışarak Toros’un derin vadilerinde, Malatya, Meliten, ve Kataon’da yerleşmişlerdi. Kabilelerden kuzeye doğru çekilenler ise Herodote devrinde Makron’lar, Mosinek’ler ve Mars’larla beraber Pontoksin kıyılarındaki kantonlarda oturuyorlardı.

Med’lerin fatih hükümdarı bunların işgal ettikleri bölgeler civarındaki Katpatuka (Kappadokya) ya girdiği zaman, buralarda Hatti’lerin bakiyeleriyle Ermenilere rastlamıştı. Ermeniler, milâttan önceki yedinci yüzyıl sonlarına doğru Frikya’dan doğuya ilerlemiş, Anadolu ile Hazer denizi arasındaki dağlık sahaya yerleşmişlerdi. Ahamanişlerin son zamanlarında oturdukları bölge on üçüncüyü teşkil ediyordu. Urartu'lar, Alarodi’ler ise Mati’ler ve Saspir’lerle beraber on sekizinci satrablığı teşkil ediyorlardı. Yunan harbini takip eden kargaşalık devrinde mahalli manzara değişmişti. Mosk’lar, Tibare’lerden ayrılarak Fas (Phase) havzasındaki Kolkid’lerin yanına gitmişlerdi. Kuzeye doğru çekilen Alarodi'ler ise Kafkaslara dayanan yarı vahşi halk arasına sokulmuşlardı.

Kappadokya iki eyalete bölünmüştü. Biri asıl Kappadokya diğeri Pont bölgesi. Pont eyâleti Ahamaniş hanedanına mensup ırsî satrablarla idare ediliyordu. Bunlar kral olmak fırsatını beklemekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

Eski Asurluların, Mezopotamya ovasiyle Karadeniz arasındaki alanda tanıdıkları eski hanedanlar ve eski kahraman barbar ırklar artık mevcut değildi. Bunların harabeleri üzerinde üç yeni krallık teşekkül etmiş, eskilerin hatıralarını bile unutturmuşlardı.

Sâmi ırkın yayıldığı Akdeniz kıyılarıyle Iran plâtosu eteklerinin ucu arasındaki alanda inhitat, daha az umumi ve daha az mahsus idi. Yalnız eski halktan yarısı kaybolmuştu. Eski Amurru’lar, Hatti'ler sahneden çekilmiş Kargamış, Arpad, Kadeş yıkılmışlardı. Tahripten kurtulmuş olan Batua, Khalibon, Hamal, Kimaşk (Şam) gibi şehirler karanlıklar içinde yaşıyorlardı. Fakat bütün çevre, çalışacak kavimler bulunmamasından çöl halini almıştı.

Fenike ve Sidon'un tahribi, Tir ve diğer sitelerin yağma edilmeleri yüzünden fakirleşmişti. Kıbrıs'taki küçük Kition ve Amatont krallıkları Yunanlıların tecavüzlerine karşı varlıklarını zor koruyabiliyorlardı.

Asur, Ninova, uzak mazi içinde kaybolmuş bir hatıra hâlini almıştı. Arazinin Dicle ile Fırat arasındaki kısımı hemen hemen ıssız bir halde bulunuyordu. Dağlar civarındaki Sangara, Nizibis, Resaina, Edes gibi bazı beldeler, halâ iyi kötü kendi kaynaklariyle yaşıyorlardı. Fakat güneye doğru gittikçe, Ninova krallarının Suriye'ye doğru hareketlerinde yakıp yıkmış oldukları şehirlerin perişan harabelerinden başka birşey görülemiyordu, Ağaçsız, ekimsiz eski münbit ovalar, yabani otlar, bodur fundalıklarla örtülü, hazin bir manzara arzediyordu. Hayvanlarını otlatmak üzere gelen bedevi kabilelerin zaman zaman şenlendirdikleri bu sahalar, arslan, tilki, yabani eşek, deve kuşu gibi hayvanların cevelangâhı olmuştu.

Fırat'la kollarının kıyılarında Korsote gibi bazı metrûk kalelerle bazı küçük köyler, bedeviler için zaman zaman konak vazifesini görüyorlardı. Dicle boylarına gelince, buralarda da halk kalabalık olmadığı gibi müreffeh de değildi. Babil'in sukutundan sonra Kuraş tarafından serbest bırakılan sürgünler, Asur şehrini tekrar kurmuş, ziraat ve ticaretle zengin olmuşlardı. Fakat iki Zab ırmağı arasındaki bölge çalılıktan başka bir manzara arzetmiyordu. Asıl Asur ili denilen saha ise kendisini yıkan darbenin altından kalkmış değildi. Kalakh boştu. Fakat ehram şeklindeki tapınağı henüz yıkılmamıştı. Ninova’da çevresi gibi harabe halinde bulunuyordu. Muazzam Asur krallığından ancak harabelerle masallar kalmıştı.

Babilonya, istiklâlini kaybetmiş olmakla beraber umran ve servetinden bir şey zayi etmemişti. Sık sık çıkan isyanlar, o kadar zararlı neticeler vermemişti. Belli başlı şehirlerinden çoğu hâlâ payidâr idi. Babil, imparatorluğun ikinci payitahtı idi. Babilliler zaman zaman istiklâllerini kazanmak teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, Kşayarşal’in tedibinden sonra mukadderatlarına boyun eğmiş, bu sayede harabeden kurtulmuşlardı.

Filistin, imparatorluğun en sükûnetli bölgesi idi. Yahudiler kendilerini esirlikten kurtaran Ahamaniş’lere karşı minnettarlıklarını unutmamışlardı. Şesbazzar refakatinde Filistin’e dönmüş olan Babil sürgünlerinden bir kısmı Or'telim (Kudüs) harabesi üzerinde yerleşmiş, bir kısmı da şehir çevresine dağılmışlardı. Kuzey ve batıda yerleşmek müşkülâtsız olmuştu. Sürgünden sonra yarı ıssız çöl haline gelen Betlehem; Anatot, Geba, Kiriat Learim, Mihmaş, Bethel, Ono, Jeriho, yeni gelenleri sevinçle karşılamışlardı. Fakat güneyde Edomi’ler eski yahudi yurduna yayılmış, Hebron, Juda, Akrabaten'e sahip olmuşlardı. Mâbed yeniden kurulmuş, fakat yahudiler eski yurtlarında eski refahı henüz bulamamışlardı.

Babil’de işlerini yoluna koyarak zenginleşen Yahudiler, buradan ayrılmamış, mukaddes şehrin yeniden kurulması şerefini fakirlere bırakmışlardı. Peygamberlerin telkinleriyle her türlü refah ve saadeti Arz-ı Mevud'da bulacaklarını bekleyen yoksullar, Filistin'e büyük bir heyecanla dönmüşlerdi. Fakat burada hakikatle karşılaşınca hayal kırıklığına uğramışlardı.

Darius 1'in zaferlerinden sonra Filistin'de başlayan huzur ve sükûn devri, Yahudilere refaha doğru yol açmıştı. Yahudiler, serbestçe âyinlerini yapıyor, İran kralına muayyen vergilerin muntazaman vermek şartiyle Perslerden bir tazyik görmüyorlardı.

M.ö. 385 tarihlerine doğru Büyük Kral Artakhşatra II ’nin sâkisi ve nedimi Yahudi Nehemiya’yı Süleyman mâbedini kurmak, Yahudilerin iktisadi ve sosyal hayatlarını düzenlemek müsaadesiyle Filistin’e göndermesi, İsrail oğullarını Ahamaniş'lere sıkı bir surette bağlamıştı. Beyt Mukaddesin inşası bittikten sonra Tevrat’ta Azra denilen Üzeyr (Esdras) ın Babil çevresinde kalmış olan Yahudilerden bir grup ile Kudüs’e dönmelerine müsaade verilmesi, Yahudilik için yeni bir ufuk açmış, onlara ebedi bir varlık başlangıcı olmuştu. Bir taraftan Nehemiya Kudüs surlarını tamir ve tahkim ederek Yahudilerin emniyet ve refahını temine çalışırken Azrada Musa dinine yeni bir inkişaf vererek Yahudileri varlıklarının temeli olan dinlerine sıkı sıkı bağlamıştı. Ahamanişlerden bu lütufları gören Yahudiler, imparatorlukta kargaşalık başgösterdiği zamanlarda bu minnettarlığı unutmamış, ihtiyatlı karaketleriyle imparatorluğun sadık tabaası vasfını muhafaza etmişlerdir.

Ohos'un zaferleriyle, yeniden İran’ın yüksek hâkimiyetini kabul eden batı Anadolu’daki lyonya şehirleri hiç bir zaman samimî bir surette bağlanmamış oldukları bu sûri hâkimiyetten kurtulmak için fırsat bekliyor, belki de intikam hırsiyle için için yanıyorladı.

Aynı hal Mısır’lılarda da vardı. Hiçbir zaman istiklâllerini unutamıyan ve milli sülâleler altında yaşamak saadetini özleyen Mısır’lılar, İran hâkimiyetinden kurtulmak için öteden beri olduğu gibi, fırsat bekliyorlardı.


Büyük İskender’in Asya seferleri

Yirmi yaşında babası Filip'in tahtiyle beraber tasavvurlarına da varis olan İskender, bu emeli tahakkuk ettirmek için M.ö.334 yılı ilkbaharında Makedonya’lı ve adetleri çok olmayan Yunanlı askerlerden mürekkep 30 bin piyade ve 5 bin süvari ile 180 gemi içinde, karadan ve denizden hiç bir mukavemet görmeksizin Anadolu’ya geçti.

İskender’i, Asya’nın meçhul derinliklerine dalmağa sevk eden sebep, Yunan gümüş parası ile Pers altın parası yüzünden çıkan ihtilâftan ibaret değildi. Asya Yunanlılar için meçhul bir alemdi. O zamana kadar yalnız küçük bir Yunan kuvveti asi Kuraş ile Mezopotamya’ya kadar sokulabilmiş, o da Konaksa perişanlığından sonra Xenophone sayesinde kurtulmuştu. İskender'i Asya'ya götüren başlıca âmil, intikam hırsı idi. İskender, ihtiyatlı bir harp plânı düşünmüştü. Çünkü ordusiyle Anadolu'ya geçtikten sonra denizlere hâkim olan Pers'ler, Yunanlılarla birleşerek, arkasını kesebilirlerdi. Makedonyada bırakmış olduğu kuvvet sayıca böyle bir hareketi önleyebilecek kuvvette değildi. Böyle bir tehlikeye meydan bırakmamak için ilk önce Perslerin deniz kuvvetlerinin faaliyetlerini akim bırakacak yolda hareket etmek icab ediyordu. Bu düşünce ile İskender Asya içlerine girmeden evvel, Pers donanmasının Anadolu ve Suriye sahillerindeki üslerini birer birer karadan zabtetmeği plânının başına koymuştu. İstilâ hareketinin inkişafı, böyle bir plânın önceden düşünülmüş olduğunu belirtmektedir.


İran kuvvetleriyle ilk çarpışma


Filip, Pers’lere Yunanlılığı esaret altına almak isteyen zalim bir devlet göziyle bakıyor, muharebeyi düşmanın kalbgâhına kadar götürerek Yunan Alemini kurtarmağı düşünüyordu.

İskender de bu hırsla Küçük Asya kıyılarına çıkmıştı. Truva'da Aşil'in mezarı başında bir âyin yaptırdıktan sonra Granikos suyu (Biga çayı) arkasında toplanmış olan İran ordusu üzerine atıldı. 110 bin kişiden mürekkep olan İran ordusunun 50 bini ücretli yunanlı askerdi. Bunlar Rodos'lu Memnon adlı mahir bir komutan idaresinde bulunuyorlardı. İran satrabları Memnon’un her tarafı yakıp yıkarak çekilmek ve düşmanı içerilere çekerek ezmek yolundaki teklifini reddederek meydan muharebesine giriştiler. Sağ kanaddaki süvarilerin başında bulunan İskender’in hemen hücuma geçerek karşısındaki düşman kanadını dağıtması, harbin talihini Makedonyalılara çevirdi. İran ordusu çarpışmada perişan oldu. Sardes, Efes, Milet gibi Küçük Asya’nın batıdaki büyük şehirleri İskender’in eline düştü (334). Nisbeten kolay kazanılan bu zaferin verdiği neşe ile Halikarnasos (Bodrum) üzerine yürüdü. Şehir, Orentobates adında bir Perslinin idaresinde karşı koydu. 

 

Memnonda denizden kendisine yardım etti. İskender vahşiyane bir mücadeleden sonra bu eski tarihi şehri de ele geçirdi. Bütün sahilde ve adalardaki Yunan kolonilerinin istiklallerini ilân etti. Ege kıyılarındaki limanları birer birer zabtetmek suretiyle denizden Avrupa ile muvasalatı kesmeğe çalışan Pers donanmasının faaliyetini akim bıraktıktan sonra, doğuya doğru yoluna devam etti. Pers donanmasına komutanlık eden Memnon’un ertesi yıl Midilli’de ölmesi bu endişeye de son vermiş oldu.

İskender doğuya giderken bir aralık kuzeye dönerek Frigya’ya girdi. Bölgenin Sakarya nehri üzerinde merkezi olan Gordiyon (Yassıhöyük) şehrini aldı. 334-333 senesi kışını burada geçirdi.


İssos Savaşı


İskender Gordiyon’u aldıktan sonra Ankyra (Ankara) üzerinden doğuya ilerledi. Kappadokya’dan ve Toroslardan geçerek Kilikya ovalarına indi. Tarsus şehrini aldı. Burada Büyük Pers kralının ordusiyle, Amanos dağlarının gerisinde Sohoni ovasında bulunduğunu öğrendiğinden, kıyıyı takip ederek İskenderun körfezi dolaylarına geldi. İskender, Beylan geçidinden Suriye’ye geçmek tasavvurunda idi. Fakat Darius da bu esnada İskender’i bulmak üzere Amanos'un kuzey geçitlerinden Kilikya’ya girmiş, güneye doğru ilerlemeğe başlamıştı. Bu suretle İran kuvvetleri, İskender'in ricat yollarını kesmiş oluyordu. İskender bunu anlayınca geriye dönerek kuzeye doğru ilerlemeğe başladı. Nihayet iki ordu İskenderun körfezinin batısındaki lssos yöresinde Pinaros suyu kenarında, İranlılar Anadolu’dan, Makedonyalılar da Suriye’den geliyorlarmış gibi karşılaştılar. İskender, ordusunun sağ kanadiyle karşısındaki İran ordusunun ücretli Yunan kıtaları üzerine atıldı. Bunları dağıttıktan sonra Darius III’ün bulunduğu merkez üzerine yürüdü. Büyük Kral, sahadan çekilmek zorunda kaldı. Krallarının kaçtığını gören Pers ordusu paniğe uğradı (333).

Kodoman, muharebe mevkiini iyi seçememişti. Çünkü dağ ve deniz arasında sıkışmış olan bu saha, Pers süvarilerinin muvaffakiyetle neticelenecek bir hücumuna elverişli olamıyacak kadar dardı. Çarpışmada süvari kıtası serbestce harp edemediğinden Pers ordusu büyük hezimete uğramıştı. Gece yarısı harp sahasından kaçmış olan Büyük Kral müşkülâtla Fırat'ı geçerek nefes alabildi. Parmenion Şam'daki büyük karargâhı basarak büyük bir ganimetle beraber, kralın anasını, kızını, kız kardeşini elde etti. İran kralının ailesine iyi muamele etmek büyüklüğünü gösteren İskender, bu parlak zafer üzerine Küçük Asya'dan herhangi bir hücuma uğramak ihtimalinden korkmaksızın Asya içerilerine girebilirdi. Fakat böyle yapmadı.

Pers donanmasını Suriye kıyılarında da üssüz bırakmak için buraları karadan zabtetmek plânından vazgeçmedi. Asya, imparatorluğunu artık kesin görüyordu. Bu sebepten Darius III‘ün pek elverişli şartları ihtiva eden sulh teklifini kabul etmedi. Suriye kıyılarına doğru yürümeğe başladı.


Suriye ve Fenikenin Zaptı


Suriye, Fenike Asya içlerine dalmadan evvel arkasında kendisini tehdit edebilecek hiç bir kuvvet bırakmak istemiyordu. Fenike şehirleri mukavemet göstermeksizin Makedonyalı fatihe kapılarını açtılar. Yalnız adada müstahkem bir kale içinde olan Tir (Sur) sitesi mukavemet etti. İskender, kara ile ada arasındaki denizi doldurttuktan sonra, Tir’i muhasara etti. Yedi ay muhasaradan sonra surları yavaş yavaş tahrip ederek kaleyi hücumla aldı (332). Ön Asya'nın Akdenize ticaret mahreci olan bu mamur ve zengin şehrini yaktı yıktı. Tir‘in zabtı neticesinde Fenike ve Kıbrıs gemilerinden teşekküleden Pers donanması Makedonyalılar tarafına geçti. Bu suretle lskender‘in denizden hiçbir tecavüze uğramaksızın Mısır üzerine yürümesi kolaylaşmış oldu.

İskender, Tir’i tahrip ettikten sonra güneye inmekte devam etti. Aynı şiddetle Gazze üzerine atıldı. Burası da iki ay mukavemet ettikten sonra nihayet düştü. Mukavemetin ruhu olan komutan beygir kuyruğuna bağlatılarak işkencelerle öldürüldü.

Gazze de yakıldı yıkıldı. Bu iki şehir halkından kılıçtan kurtulabilenler esir olarak satıldılar. Suriye tamamen ele geçtikten sonra İskender ordusu Kudüs kapılarında göründü. Fatih hükümdarlara karşı koymanın acıklı maceralarını unutmamış olan Yahudiler, başlarında resmi elbiseleriyle hahamlar olduğu halde İskender'i karşıladılar. Şehri teslim ettiler.

İskender Kudüs’te çok durmadı. Yahudilere teminat verdikten sonra Mısır üzerine yürüdü. Mısır, dört yüz yıla yakın bir müddet evvel Habeşlilerin elinden sırasiyle Asur’luların, Babil'lilerin ve nihayet İran’lıların hâkimiyetleri altına düşmüş, fakat milli istiklâl ruhunu kaybetmemişti.


Mısır’ın İstilası

  

İskender M.ö.332 yılı sonlarına doğru Mısır kapılarına dayandı. İran hâkimiyetine karşı bir türlü ısınamıyan Mısırlılardan hiç bir mukavemet görmeksizin Menfis şehrine girdi. Makedonyalı fatih, ne Mısır’ı ilk defa istilâ eden Kambis (Keykâvus) ne de ikinci defa zabteden Ohos’un yaptıkları gibi, eski Firavunların mumyalarına, tanrılara ve tapınaklara karşı hakaret göstermedi. Bilâkis ilk işi Menfis’in mukaddes buzağısı Apis’e kurban kesmek oldu. Mısır tapınaklarının esrarlı loşlukları İskender'in mantıksız dindarlık ruhunu kolayca teshir etmişti. Bu sebepten Amon tapınağının kâhinini isticvap için uzun bir yolculuğa bile katlanmıştı. Bu hareketleriyle Mısırlıların kalblerini tehsir ederek bir halâskâr mevkiine yükselmiş, kendisine dini unvanlar verilmiştir.

İskender M.ö.331 yılı baharında Mısır'dan Fenike’ye döndü. Mısır’da iken Akdeniz kıyısında Rakoti’nin bulunduğu yerde bir şehir kurdu. Faros adasiyle Mareotis gölü arasında, kurulan ve İskenderiye adını alan bu şehir, coğrafî durumunun müsaadesi neticesi olarak kısa bir zamanda Akdenizin en şöhretli bir limanı oldu. 

İskender Mısır’da bulunduğu sırada öteden beri bir kehanet yeri olarak şöhret alan, çöl ortasında Amon tapınağının bulunduğu Siva vahasına gittiğini görmüştük. O, Büyük Pers kraliyle son kat’i muharebeye girişmeden önce talihini öğrenmek istemişti. Amon kâhininin burada kendisini, bir Mısır kralı olarak (Amon'un oğlu sıfatiyle) takdis etmesi İskender'in ruhunda büyük bir değişiklik yapmıştı. İskender artık kendisini Makedonyalı Filip’in değil, tanrının oğlu sanmış ve yeni bir ruhi halet kazanmıştı.




Pers imparatorluğunun çökmesi


Fenike’ye dönen İskender, Suriye çölünü sağda bırakarak eski Asur iline doğru yürüdü. Darius III hatırası ihtimal ki hâla eski dehşetiyle yaşayan muazzam Asur imparatorluğunun Medlerle Babil’lilerin müttefik kuvvetleri tarafından yakılıp yıkılan başkenti Ninova harabesi yakınında son topladığı büyük ordusiyle hasmını bekliyordu.

Yunan tarihçilerinin ihtimal ki biraz mübalağa ile miktarını 700 bine çıkardıkları İran ordusu İssos hezimetinden sonra Büyük Kralın toplayabildiği çeşit çeşit ırklardan mürekkep disiplinsiz, idealsiz bir kalabalıktı. Tabiatiyle karşısına çıkan İskender'in harp talimlerine alışkın ordusu önünde darmadağın olacaktı. M. ö.331 yılı ekim ayının birinci günü Arbela (Erbil) yöresindeki Gavgamela ovasında vukubulan kanlı meydan muharebesi tabit olan bu neticeyi verdi. Pers ordusunun Makedonya ordusundan herhalde üç kere daha fazla olmasına rağmen, İskender’in cür'et ve mahareti bu defa da zafer perisini Makedonyalılara güldürdü. İskender bu muharebede de sağ kanaddaki süvarilerle taarruza geçerek karşısındaki düşman hatlarını yardıktan sonra, merkezde bulunan Darius III’ün üzerine atıldı. Büyük Kralı bu defa da kaçırdıktan sonra Pers ordusunu tarumar etti. Hezimet o kadar kesin ve dehşetli olmuştu ki artık buralarda bir yerde tutunamıyacağını anlıyan Darius III, Medya dağlarına doğru kaçarak canını kurtarabildi. İskender, şiddetle takip ettirdiği halde Büyük Kralı ele geçiremedi.


Sonun Başı 


Gavgamela zaferinden sonra ordusu tarafından Asya kralı ilân edilen İskender artık bir kuvvet olmaktan çıkan Darius III’ün peşini bıraktı. Hammurabilerin, Nabohodonosor'ların payitahtları olan Babil'e indi. Menfis gibi bin kocadan arta kalan Babil, yeni sahibini de aynı beşaşetle karşıladı. Hemen kapılarını açtı. Babil rahipleri kendisini meşru hükümdar ilân ettiler.

İskender Mısır'da takip ettiği siyaseti Babil'de de tatbik etti. Ahamaniş hükümdarı Kşayarşa (Kerkes) nın vaktiyle tahrip etmiş olduğu Bel-Marduk tapınağını yeniden yaptırdı.

Mısır'ın Apis’ine yaptığı gibi Babil’in bu tanrısına da kurbanlar takdim etmeği unutmadı. Sonra vaktiyle artık hatıraları unutulmuş Elâm krallarına, şimdi de Darius III’e payitaht olan Sus (Şuster) üzerine yürüdü. Buradan sonra da Ahamaniş’lerin diğer payitahtları olan Persepolis (İstahr), Pasargad şehirlerini aldı., Ahamaniş’lere payitahtlık etmiş olan bu şehirlerin zabtı, Pers imparatorluğunun kat’i inkırazının ilânı demekti.


Darius III’ün Akibeti


Makedonyalı fatih, Ahamaniş'lerin tarihi başkentlerini zabtettiklen sonra Darius III'ü takip etmeği hatırladı. Medyaya çıktı. Ekbatan (Hagmatana=Hemedan) şehrini aldı. Burada ordusunda bulunan Yunanlı askerlerin birçok para ve ganimetlerle memleketlerine dönmelerine izin verdi. Bu suretle Yunan birliği (Synhedrion) intikam seferinin sona ermiş olduğunu resmen ilân etmiş oldu. lskender artık intikam seferinin komutanı olmaktan çıkmış, yeni fetihlere hazırlanmağa başlamıştı. Evvelâ yeni bir ordu toplamağı düşünen Büyük Kralı araştırmak üzere her tarafa askeri kıtalar saldırdı. Gavgamela hezimetinden sonra, beraberinde kaçan iki satrap, İskender Makedonya'ya döndükten sonra İran imparatorluğunu aralarında paylaşmak maksadiyle Darius III’ün vücudunu ortadan kaldırmağa karar vermiş, onu nezaret altına almışlardı. Bunlardan Bakteriyan satrabı olan Besos Ahamanişlerden idi ve Kodoman’ın halefi olmak istiyordu. Büyük Kralın İskender tarafından araştırılması üzerine Besos ile cürüm ortağı Barsaentes, Darius III'ü beraber sürükliyerek doğuya doğru kaçtılar. Fakat, İskender’in takibine memur ettiği Ptoleme, birgün şafakla beraber onlara yetişti. Besos, harekete engel olacak her şeyi bu arada kadınları ve ağırlıkları bırakarak çılgınca bir süratle kaçmağı emretti. Darius lll’ü de katıra yüklü mahfesinde hançerleterek yolda terk etti. Makedonyalı neferlerden biri, İranlıların kaçtıkları yolun kenarındaki bataklık kıyısında katıra yüklü bir mahfe içinde vücudu on yerinden hançerlenmiş fakat henüz ölmemiş bir adam buldu. Bu adam, Orta Asya’dan Nil boylarına, Hint sınırlarından Ege bölgesine kadar hükmeden Büyük Kral Darius Kodoman idi. Büyük Kral kendisini esir eden Makedonyalı neferden bir içim su istemiş, sonra gözlerini kapamıştır (Temmuz 330). Güneş doğduktan biraz sonra İskender buraya geldiği zaman muazzam Ahamaniş imparatorluğunun talihsiz son büyük hükümdarı artık yaşamıyordu (M.ö. 330 Temmuz). Bu sırada Medya’da Baryakses tarafından çıkarılan bir isyan hemen bastırıldı.

Şark’ta Darius III’ ün feci âkibetinden sonra İskender kendisini Büyük İran imparatorluğunun meşru varisi görmeğe başlamıştı. Bu itibarla M. ö. 330-327 tarihleri arasında Pers imparatorluğunun doğu satrablıklarını da fethetmeğe kalktı. Fakat buralardaki savaşlar o kadar kolay olmadı. Bu taraflarda oturan kavimler cesur ve cenkci insanlardı. Oturdukları yerlerde büyük orduların sevk ve idaresine elverişli değildi. İskender buralarda ancak çete muharebeleri yapılabileceğini anladığından, o suretle hareket etti. Halkı daha ziyade iç istiklâllerine dokunmamak suretiyle elde etmek, onları itaatli tebaa durumuna sokmaktan ziyade itimad edilir dost yapmakla mümkün olacağını anladı ve bu yolda hareket ederek Arya (Herat), Arahosya (Kandehar) havalisini aldıktan sonra Yaksart boylarına dayandı. Kirapolis (Uratube) şehrini zabtetti. Burada iken takipciler tarafından yakalanmış olan Besos huzuruna getirildi. Hükümdarına karşı ihanetinin cezasını gördü. Avdetinde Sogdiyana satrabı Oksiyartes’in kızı meşhur Roksana ile evlendi. Kışı burada geçirdi. Cesur, okçulukta maharetli yerlilerden süvari kıtaları teşkil etti.



Hint Seferi


İskender ertesi yaz Türkistan dağları eteklerinden Hindistan’a doğru inmeğe başladı. Ricat hattını emniyet altına almak ve Seyhun ötesinden gelecek herhangi bir kuvvetin orasını tehdit edebilmesine imkân bırakmamak için Merv, İskenderiye (Hocend), Belh, Herat ve Kandehar şehirlerini tahkim ettikten sonra M.ö.333 yılı kışında lran ve Orta Asya'dan aldığı askerlerle sayısı yüz yirmi bini bulan bir ordu ile kuzeyden Hint'e giden geçide hakim olan Kabil’e indi. Birçok çetin muharebelerden sonra Hayber geçidini aştı. Artık Makedonyalı fatihe Hindistan kapıları açılmıştı. 326 senesi ilkbaharında Indus (Sind) ırmağını geçerek Pencap hudutlarına girdi. Bu esnada Pencap kıtasiyle Indus’un yukarı havzası birbirleriyle boğuşan küçük racaların elinde idi. Bunlar arasındaki rekabet İskender'in ilerlemesini kolaylaştırdı.

Racaların en kuvvetlileri Hind'in kuzey batı bölgesi yani Taksila hükümdarı Ambhi (Ompli) ile Keşmir racası Abisara ve Pencap mihracesi Poros idi. Bunlardan Taksila racası Ambhi İskender'i dostca karşıladı. Ona sarayında mutantan bir ziyafet çekti. Askerlerini emrine verdi. Pencap ve Keşmir racaları ise bilâkis İskender'e karşı koymak istediler. İskender, bunların birleşmelerine meydan vermemek üzere Taksila racasının da yardımı ile hemen Pencap mihracesi Poros üzerine atıldı. Müttefikini bekleyen Poros’u, Hidaspes (Celum) ırmağı kenarında harbi kabule mecbur etti (M.ö.326 haziran). İskender burada dördüncü meydan muharebesini yapacaktı. Dev cüsseli bir adam olan Poros, kahramanca döğüştü. Ordusundaki 200 muharebe fili az kalsın zaferi kazandırıyorlardı. Fakat bu muvakkat üstünlüğe ve Pencablıların çokluğuna rağmen sonunda İskender sevkulceyş maharetiyle harbi kazandı:

İskender ordusunun bir kısmını düşmanın karşısında bırakmış, kendisi on bir  bin kişilik bir kuvvetle gizlice yukarı kısımlarından nehri geçerek Poros ordusunun yanlarına düşmüştü.

Burada karşısına çıkan Hint kıtalarını imha ederek filleriyle galip gelmek üzere olan Poros’u yandan vurdu. Bunu gören düşman karşısındaki Makedonyalılar da cesaretlenerek hücumlarını arttırdılar. Hint ordusu tam bir bozguna uğradı. Poros da esir edildi. İskender esir düşen Pencab mihracesinin kahramanlığına meftun olmuştu. Ona, kendisine ne muamele yapılacağını tahmin ettiğini sordu. Poros da "İskender gibi kahraman bir fatihten ne beklenirse onu ,, cevabını verdi. Bu cevap İskenderin meftunluğunu bir kat daha arttırdı. Esirine bir misafir dost hükümdar muamelesi yaptı. Kendisini metbu tanımak şartiyle memleketini ve hükümdarlığını iade etti.

Pencab mihracesine yapılan muameleyi gören Keşmir racası Abişara da Makedonyalı fatihe inkiyadını arzetti. İskender aynı şartlarla bunu da yerinde bıraktı.

Hidaspes (Celum) zaferi lskender’e mukaddes Ganj vadisi yollarını açmıştL Pencab’ın son büyük nehri olan Hifasis (Bisa) kıyılarına indi. Bu suretle Hind’in Magadha imparatorluğu sınırlarına dayanmıştı. Makedonyalılar burada yeni bir âlemle karşılaşmışlardı. Bu geniş ve esrarlı âlemin merkezi olan Pataliputra da Nanda hanedanı hüküm sürüyordu.

İskender sınırları geçerek buraya hücum etmek üzere Ganj boylarına inmeği tasarladı. Bu sırada Magadha imparatorluğundan kovulmuş olan Çandragupta adlı sergüzeşt arayan bir adam karargâhına gelerek kendisini bu tasavvuru fiile koymağa teşvik etti. İskender hazırlığa başladı. Fakat, tropik iklim ve sürekli yağmurlardan pek fazla yıpranmış ve yorulmuş olan askerleri, nerede sona ereceği belli olmayan harekete son verilmesini istediler. İlerlemek emrine karşı dayattılar. Muzaffer komutanı dönmeğe icbar ettiler. İskender Hidaspes nehrine kadar geldikten sonra burada büyük bir donanma yaptırdı. Muvaffakiyetlerinin hatırası olarak Pencab’da diktirdiği zafer sütunları önünde mutad eğlenceleri yaptırdıktan sonra 326 senesinin son baharında donanmasiyle İndus’ten denize doğru inmeğe başladı. Nehrin her iki kıyısından hareket eden ve donanmayı koruyan ordu, hem de nehir etrafındaki şehirleri inkiyat altına ala ala, bugünkü Haydarabad yakınındaki Pattala limanına indi (325 ağustos).

İskender burada bir deniz üssü ve bir ticaret limanı kurdu. Dostlarından Nearkhos'u donanmasına amiral tayin etti. Onu Hindistan'dan Dicle ve Fırat ağızlarına kadar ulaşan deniz yolunu takibe memur etti. Maksadı zabtettiği ülkeleri deniz yoluyla birbirlerine bağlamaktı. Nearkhos görevlendiği işi başarı ile bitirdi. T etkikleri hakkında "Parplus,, adında bir de eser yazdı. İskender, Pattala'da ordusunun bir kısmının başına geçerek denizden pek fazla uzaklaşmamak üzere Gedrosy ve Karmanya yoluyla hareket etti. Bir kısmını da generallerinden Krateros komutasında daha içerlerden geçmek ve Karmanya’da kendisiyle birleşmek üzere yola çıkardı. Bunlar büyük müşküllerle pençeleşerek nihayet Ahamaniş’lerin en eski payitahtlarından Persepolis’e dönebildiler (324). Yolda yorgunluktan ve açlıktan ordusunun en gürbüz ve kuvvetli kıtalarını teşkil eden askerlerin üçte ikisi mahvolmuştu. Pattala’da iken sefere kudretli olmayan hasta ve zayıf askerleri gemilere bindirerek Basra körfezi yoluyla Babil’le göndermişti.

İskender, ordusunun zayiatından müteessir olarak kendisini Persepolis'de sarhoşluğa ve sefahate verdi. Bir gece, fazla sarhoş olarak Ahamanişler sarayını yaktırdı. Bütün eski eserler ve âbideler mahvoldu. Bu hareketini vaktiyle Kşayarşa’nın Atinayı yakmış olmasının karşılığı olduğunu ilân ederek Sus’a döndü. Burada Darius lll’ün büyük kızı Statira (Borsin) ile evlendi. Pers büyüklerinden Erdavan'ın üç kıziyle de generalleri Ptolemeus, Eumenes ve Selevkus'u evlendirdi. Bu münasebetle şaşaalı eğlenceler tertip olundu. Makedonyalı askerlerden Iranlı kızlarla evlenmiş olan bir kaç bin ere de hediyeler dağıttı. Tarihçi Plutarkhos bu macerayı Avrupa ile Asya’nın evlenmesi diye anmıştır.

İskender Sus’ta balayını geçirdikten sonra Hagmatana üzerinden Babil’e döndü Pattala limanından Nearkhos’un komutasına vermiş olduğu donanma da bu sıralarda Basra körfezi bölgesine gelmiş bulunuyordu. İskender’in Sus’a 324 yılında dönebilmiş olduğuna göre, önasya arkalarına doğru yapmış olduğu askerî hareket altı yıl kadar sürmüştü. Kendisinin beş altı yıl merkezde bulunmayışını fırsat bilerek yer yer ayaklanmış olan satrabları büyük bir hız ve şiddetle cezalandırdı. Huzuru temin etti. Batı bölgelerindeki Makedonyalı satraplar da ücretli askerden teşkil etmiş oldukları ordularını dağılmak zorunda kaldılar. Yalnız hazine başkanı mürtekip Harpalos, beş bin talenlik bir servet ve altı bin kişilik bir ordu ile Yunanistan’a kaçmağa muvaffak oldu.

İskender, Küçük Asya’ya ayak bastıktan sonra geçtiği yerlerdeki halkın tanrılarına kurbanlar vermek, âdet ve geleneklerine hürmet etmek, mahalli otoriteleri yerlerinde bırakmak gibi tedbirler almak suretiyle kendisini sevdirmiş, muvaffakiyetlerinin gelişmesine yol açmıştı.

İran'ı zabtettikten sonra kendisinin Büyük Kralın kızıyle, komutanlarının Pers büyüklerinin kızlariyle evlenmeleri, subay ve erlerinin de bu hususta onlara uymaları istilâcılarla yerli halkı birbirlerine yaklaştırmış, Yunan kültürüyle doğu kültürünü kaynaştırmıştı. Bu bakımdan İskender'in Asya istilâsına, cihan tarihinde bir devrin sona ermesi ve yeni bir devrin başlaması gözüyle bakılabilir. İskender ordulariyle birlikte Hindistan sınırlarına kadar sokulan Yunan kültürü, Önasya'da geniş bir sahaya yayılmış, Iranlıların Avrupa'ya geçmeleriyle başlayan Doğu-Batı mücadelesi de, İskender'in istilâsı üzerine Batının galebesiyle neticelenmiştir.

Fakat İskender'in pek erkenden ölmesi, bu geniş ülkelerin çok muhtaç olduğu huzuru bozmuş, Asya'da Ceyhun boylarından Afrika'da Nil kıyılarına, Avrupa’da Adriyatik sahillerine kadar uzayan ülkelerin yıllarca kanlı bir boğuşma alanı haline gelmelerine sebep olmuştur.

Bu bakımdan, Asya'nın batı bölgelerinde huzur ve sükunu temine çalışan Pers imparatorluğunun yıkılışı, buralarda yaşayan halk için büyük bir felâket olmuştu. Sürekli boğuşmaların doğurduğu sefalet ve fecaatler içinde kıvranan önasyalıların, Ahamanişlerin hâkimiyetleri devrini hasretle yâdetmiş olduklarını tahmin edebiliriz.

İskender'in Vasiyeti

Eski çağların en büyük komutanı olan İskender o zamana kadar Asya’nın Avrupa'ya akınını durdurmuş, Batının doğuya galebesile neticelenen yeni bir devir açmıştı. Hind'den Babil'e dönerken yeni hülyalar besliyordu. Bu tasavvur, Babili yeniden imar ederek şarkta hükumet merkezi yapmak, sonra Kartaca’dan Ispanya'ya geçmek, Pirene dağlarını aşarak İtalya üzerinden muzafferane Makedonya'ya dönmek gibi yeni bir fütuhat plânı idi. Fakat yaşadığı sefahat hayatı bu plânın tahakkukuna müsaade etmedi. O, Küçük Asya’ya ayak basmasını takip eden yedi sene içinde bütün manasiyle bir Iran imparatoru olmuş, eski Asur krallarının sefahat hayatlarını yaşamağa başlamıştı. Ahamaniş krallarının bütün gelenek ve törenlerini kabul etmiş, onlar gibi kırmızı renkli geniş elbiseler giymiş, ağır taçlarla başını süslemişti. Eski Asur ve lran imparatorları gibi herkesin, önünde yerlere kapanarak secde etmelerini istemeğe başlamıştı.

İskender de iki şahsiyet beliriyordu. Babası Filip'ten tevarüs ettiği metin ve keskin zekâ, onu büyük bir asker yapmış, Aristo'nun dersleri fikrini kâinatın nizamı hakkında müsbet bir safhaya sevketmişti. Onun bu şahsiyeti, cihangir İskender'i temsil ediyordu. Halbuki hırçın, cani ruhlu, mecnun anası Olimpiyas'dan tevarüs ettiği müşevveş muhayyile, sebatsız, heyecana müstait karakter, onda kandan ve garip dini sergüzeştlere atılmaktan zevk alan ikinci bir şahsiyet yaşatıyordu. Menfis'e girdiği zaman Mısır tapınaklarının esrarlı loşlukları onun mantıksız dindarlık ruhunu teshir etmişti. Amon tapınağının kâhininden istikbali hakkında malumat almak için uzun bir çöl yolculuğuna katlanmış, Babil tapınakları da kendisinde aynı duyguları beslemişti. Bu duygularla Makedonyalı Filip gibi bir insanın sulbünden indiğine bir türlü ihtimal vermiyordu. Zaferlerin heyecana getirdiği bu duygu ile Ceyhun boylarında Allahlık davasına kalkıştı. Herkesi kendisine tapınmağa davet etti. Filosof Aristo'nun yeğeni ve talebesi olan Filosof Gallistenes'i, halkı kendisine tapınmaktan men ettiği için astırdı. Aynı duygu ile babasının ve kendisinin sadakatli dostu ve pek maharetli bir generali olan Parmeniyos ile oğlu filotas’ı sebebsiz yere öldürttü. Bir sefahat âleminde de Granikos zaferinin kahramanı Klitus'u vahşice hançerlemesi de, yine anasından tevarüs ettiği karakterin bir tecellisi idi. Yakalanmış olduğu hummaya rağmen, sefahatle geçen insabahına doğru can verirken sanki bu kanlı karakterini belirtmek üzere burnundan boşanan kanlar, yastığının altındaki demir kalkanı kırmızı renge boyamıştı. 




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

10 Şubat 2024 Cumartesi

Afrika Söylenceleri-Zaire

 



Mvindo: Sunuş


M.vindo destanı 1956 yılında, Daniel Biebuyck tarafından Zaire'deki Nyanga kabilesi halkından derlenmiştir. Destan on iki gün boyunca okunur ve bu okuma işinin, ozanı hastalıktan ve ölümden koruduğuna inanılmıştır. Destan, 1997'de Daniel Biebuyck ve Kohombo C. Mateene'in çevirisi ve editörlüğünde, The Mzvindo Epic, From The Bsmyanga adıyla yayımlanmıştır.

Destanın yazıya geçirildiği yıllarda, Nyanga toplumu yirmi yedi bin kişiden oluşmaktadır. Halk tuzakla hayvan yakalayarak, yiyecek tarımı ve toplayıcılık yaparak yaşamını sürdürmektedir. Her destan gibi, Mvindo da kabile inançlarına ve değer yargılarına ışık tutar.

Söylencenin çekiciliği, büyük ölçüde, dünyanın belli başlı söylencelerininkine benzer bir teması olmasından gelmektedir. Kahraman, bir kral ailesinde, kabile şefinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Mvindo da ana babasından birisi tarafından ülkeden sürgün edilir. Bu söylencede, ana baba onu öldürmeye bile kalkışır. Ama Mvindo, bir bebekken bile en güçlü ve en zeki yetişkinlerden daha akıllıca davranışlarda bulunur.

Birçok kahraman gibi, Mvindo da hayatını kurtarabilen en az bir özel, sihirli nesneye sahiptir. İçinde yaşadığı topluluğun üyelerini kötü güçlerden kurtarmak amacıyla yaşamını tehlikeye atar. Ayrıca Mvindo kendisinden daha büyük güçlerle arkadaşlık yapar, onların gücünden yardım alır. Son olarak, Mvindo dünyanın çevresinde, Yeraltı Dünyası'na ve gökyüzüne yolculuk yapar. Deneylerinden çok şey öğrenir ve halkını eğitmek amacıyla ülkesine geri döner.

Mvindo destanının en olağandışı yönü, Mvindo'nun, halkına doğru davranış kuralları (kodu) sunmasındadır. Destanda verilen mesaj, kişiler arası ilişkilerin en az kahramanlıklar kadar önemli olduğudur. Yiğitliğin, savaştaki becerinin, onurun bir yeri ve önemi vardır; ama bunlar, incelikli ve iyi niyetli davranışlar pahasına elde edilmemelidir. İnsanlar, çok yönlü evrenin yalnızca bir parçası oldukları gerçeğini gözden kaçırmanın bedelini karşılayamazlar. İnsanlar doğanın bazı varlıklarından üstündürler, ama tanrılar ve doğaüstü varlıklar da insanlardan üstündür.

Bu söylencenin temelinde, bütün yaşam biçimlerinin güzel ve saygıya değer olduğu görüşü vardır. Erkekler ve kadınlar, gençler ve yaşlılar, sakatlar ve sağlıklı insanlar eşit derecede saygı görmelidirler.



Başlıca Karakterler


Şemvindo: Tubondo köyünün şefi; Mvindo'nun babası.

Nyamvindo: Şemvindo'nun en sevdiği kansı; Mvindo'nun anası.

Mvindo: Kabile şefi Şemvindo'nun ve onun karısı Niamvindo'nun kahraman oğlu.

İyangura: Şemvindo'nun kızkardeşi; Mvindo'nun halası.

Mukiti: İyangura'nın kocası.

Kasiyembe: Köyün yaşlısı; İyangura'nın koruyucusu.


Başlıca Tanrılar


Onfo: Yaratıcı tanrı.

Efendi Muisa: Yeraltı Dünyası'nın yöneticisi; ölülerin tanrısı.

İyi Talih Perisi: Yeraltı Dünyası'nda Mvindo'ya öğüt veren peri.

Efendi Şimşek: Mvindo'nun koruyucusu ve dostu.


Mvindo


I. Bölüm


(Karılarına erkek çocuk doğurmalarını yasaklayan kabile şefi Şemvido'nun Mvindo adlı bir oğlu olur. Şemvindo'nun oğlunu öldürme girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır. Mvindo tüm engelleri aşar ve köylerden birinde, babasının kız kardeşi İyangura'yı bulur. Mvindo, burada da, ona zarar vermek isteyenleri alt eder.)

Çok çok zaman önce, Şemvindo adlı bir kabile şefinin yedi karısı vardı. Şemvindo, halkının önünde şu kararını bildirdi: "Karılarım yalnızca kız çocuğu doğurmaya izinlidirler. Doğan erkek çocuğu öldüreceğim ve o erkek çocuğu doğuran karımı hor göreceğim."

Şemvindo'nun yedi karısı aynı zamanda hamile kaldılar ve aynı zamanda çocuklarını doğurmayı beklediler. Zamanı gelince, Şemvindo’nun altı karısı kız çocuğu doğurdular.

Yedinci karısı Nyamvindo, "Gözbebeği" diye çağrılırdı; çünkü Şemvindo'nun gözdesiydi. Günler geçti ve Nyamvindo'nun karnındaki çocuktan, doğum sürecine girdiğini gösteren bir işaret gelmedi. Gecikme nedeniyle Nyamvindo'nun sinirleri altüst oldu, çünkü karnı burnundaydı ve yükü çok ağırdı. "Bu durumda kalmak ne korkunç!" diye söylendi kendi kendine. "Şemvindo'nun benden başka bütün karıları doğurdu! Böylesine inatla karnımda kalmayı sürdüren çocuğu doğrusu çok merak ediyorum!"

Günler geçtikçe garip olaylar ortaya çıkmaya başladı. Nyamvindo bir gün, evinin kapısının yanında özel istiflenmiş bir odun yığını bulunduğunu gördü. Odun yığınlarını oraya kimsenin yerleştirmeyeceğini biliyordu. Başka bir gün, evinde temiz su dolu bir kap buldu. Başka bir gün de, evinde taze sebzelerle karşılaştı. Nyamvindo çok şaşırdı, bu olağanüstü olaylara bir anlam veremedi. Rahmindeki çocuğun evin günlük işlerine yardımcı olduğu hiç aklına gelmedi.

Çocuk, kendi doğum gününü ve biçimini de kendisi belirledi. Sıradan bir kadının sıradan bir çocuğu gibi, alışılmış biçimde doğmaya razı değildi. Yarasaların doğduğu gibi, annesinin ağzından doğmayı da istemedi. Sağ elin orta parmağından doğmak için, annesinin gövdesinden yukarı doğru çıkarak, kolundan aşağı inmeyi seçti.

Çocuk erkekti ve doğduğu andan itibaren bir yetişkinmiş gibi gülmeye, konuşmaya başladı. Doğduğunda, sağ elinde bir asa, sol elinde bir balta tutuyordu. Ayrıca içinde uzun ve hayret verici bir halat olan küçük bir "iyi talih çuvalı"nı omzunda taşıyordu. Güzelliği öyle büyüleyiciydi ki, çevresine ayın ve güneşin aydınlığını saçıyordu.

Doğumun gerçekleşmesinde ebelerin hiçbir yardımı olmadı. Ebeler çocuğa Mvindo ("doğan ilk erkek çocuk") adını verdiler, çünkü Mvindo'dan önce doğan çocukların hepsi kızdı. Ebeler bebeği ve annesini korumak için, Şemvindo'ya doğum haberini vermediler.


Ne var ki, bir çekirge Mvindo'nun doğumu sırasında orada bulunmuştu. Böcek Şemvindo'ya gitti ve tiz sesiyle cırıldayarak, Nyamvindo, Gözbebeği doğurdu; erkek bir çocuğun babası oldun! Diğerleri doğumdan haberinin olmasını istemedikleri için haberi vermeye ben geldim" dedi.

Şemvindo hemen ayağa kalktı, mızrağının ucunu sivriltti, doğum kulübesine doğru yürüdü. "Olmaz böyle bir şey!" diye bağırdı kendi kendisine. "Buna izin vermeyeceğim! Oğlumu öldüreceğim. Bir erkek çocuğu doğurmasının cezası olarak, kocasının 'Gözbebeği', kocasının 'Yüzkarası' olacak. Gözlerimi topuklarından yukarıya kaldırmayacağım" diye konuştu.

Şemvindo mızrağını yukarıya kaldırmış ve doğum kulübesinin dışında durmuştu ki, evin içinden çocuğunun sesinin geldiğini duydu. "Babamın mızrağı ebeleri, annemi ve beni ıskalayarak, evin orta direğinin dibine çarpsın!"

Şemvindo tüm dikkatini topladı ve altı kez mızrağını hedefe doğrultup fırlattı. Mızrak, her defasında evin orta direğinin dibine çarptı. Sonunda Şemvindo kızgınlık, yorgunluk ve hüsranla geri çekildi. "Danışmanlar ve soylular" diye konuştu. "Bir mezar kazın, o yeni doğmuş erkek çocuğu içine atın ve canlı canlı toprağa gömün! Ben erkek çocuğu görmek istemiyorum."

Danışmanlar ve soylular, tartışmaya girmeden şeflerinin emirlerini yerine getirdiler. Mvindo'yu gömmüşler, mezarın üzerine muz ağaçları ve toprak atmak üzereydiler ki, çocuğun sesi duyuldu. Mvindo, "Ah, babam ah!" diye seslendi. "Büyük acılar çektikten sonra bu şekilde can verecek olan kişi sensin!"

Şemvindo oğlunun lanetini duydu, çevresindekilere, "Çabuk olun, çabuk. Mezarı kapatın'' diye emir verdi. Kendi kendisine, "Oğlum daha bebekken, böylesine büyük güçlere sahip. Köyde başıma bela olacağı belli! Oğlumu öldürmem gerekli, yoksa beni tahtımdan eder" diye konuştu.

O gece, cenaze töreninden sonra, Mvindo'nun mezarından kızgın güneş kadar sıcak ve parlak bir ışık doğdu. Herkes uykudayken, Mvindo mezarından ayrıldı ve Şemvindo'nun bile ağlayışlarını duyabileceği bir yere, annesinin evine gitti.

Şemvindo çocuğunun büyük güçleri karşısında korkuyla titredi. Ağlayanın gerçekten de Mvindo olup olmadığından emin olmak için, Nyamvindo'nun evine bir yılan gibi sessizce süzüldü. Sonra da, danışmanlarını ve soylularını topladı ve şöyle konuştu: "Yarın, bir davul yapmak üzere, bir ağacın gövdesinden bir parça kütük kesmenizi ve içini oymanızı istiyorum. Mvindo'yu davulun içine koyun ve davulun üzerini işlenmiş antilop derisiyle kaplayın. İki usta dalgıç arayıp bulun ve onlara, davulla birlikte ırmağın ortalarına kadar yüzmelerini ve sonra davulu ırmağın en derinine kadar batabileceği bir yere atmalarını emredin."

Danışmanlar ve soylular kabile şefinin emirlerini, bu kez de hiç tartışmadan yerine getirdiler. Şemvindo dalgıçları eş vererek ödüllendirdi. Ancak yedi gün süren şiddetli yağmurlar Şemvindo'nun köyüne kıtlık getirdi.

Bütün bunlar olurken, Mvindo, yüzeyin çok altındaki ırmağın kumlu tabanına oturmuş davulun içinde uzanmış duruyordu. Kendi kendisine, "Akıntı yönünde sürüklenmeden önce, babamı ve köyümün halkını, bana böyle davranmalarının cezasının ne olabileceği konusunda uyarmalıyım. Eğer ben Mvindo'ysam, onlar da sesimi duyacaklardır" diye konuştu. Bu sözleri söylemesiyle, davulun ırmak yüzeyine yükselmesi ve orada kımıltısız durması bir oldu.

Bir grup genç kız su kaplarıyla birlikte ırmak kıyısına geldiklerinde, su üslünde duran davulu gördüler ve Mvindo'nun şarkı söylediğini duydular: "Babam Şemvindo'ya elveda. Danışmanlar ve soylular babama doğru yolu göstermedikleri için kuru yapraklar gibi ölecekler."

Kızlar su kaplarını bırakıp Mvindo'nun döndüğünü duyurmak için köye koştular. Genç kızların haberi Şemvindo'yu ırmak kıyısına getirdi. Mvindo babasına vedasını yineledi. Sonra kabile şefi ve köylülerin gözleri önünde, davul ırmak tabanına geri döndü.

Mvindo ırmağın yukarısında yaşayan halası İyangura'yla görüşmeye karar verdi. Davuldan ayrıldı ve gücünü bütün balıkları, yengeçleri korkutup kaçırmada kullanarak akıntıya karşı yüzdü. Ve tekrar tekrar şöyle konuştu: "Ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Yolumdan çekilin, çünkü benim gücüme karşı koyamazsınız!"

Sonunda, Mvindo'nun karşısına, İyangura'nın kocası Mukiti tarafından görevlendirilmiş bir muhafız çıktı. Muhafız Mvindo'ya, "Bu setten geçmek yasaktır" dedi.

Mvindo, "Nereye istersem oraya gidebilirim ben" diye karşılık verdi. "Benim gücüme Mukiti bile karşı koyamaz; çünkü ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum!" Mvindo ırmağın tabanına daldı, toprağı kazdı, yolunu kapatan su bendinin altından geçti.

Mukiti gökyüzünü ve yeri sarstı, ama yoluna devam eden Mvindo'yu korkutamadı. İyangura'nın muhafızı Kasiyembe köyün yaşlılarındandı. Kalbi nefret dolu birisi olduğu için, öyle kolay kolay pes etmezdi. Mvindo'yu öldürmek umuduyla, toprağa hendekler kazdı ve hendekleri tabandan yukarıya doğru yükselen keskin ve sivri uçlu kazıklarla döşeyerek tuzaklar kurdu.

Neyse ki, Mvindo'nun düşmanları olduğu gibi dostları da vardı. Efendi Kirpi, Mvindo'ya, "Yuva kurmak için toprağı kazarken, seni tuzağa düşürmek için hazırlanmış olan kazıklarla döşeli hendekler buldum. Aman dikkat et! Seni halanın evine götürecek olan bir yeraltı geçiti inşa edeceğim" dedi.

Efendi Örümcek kazıklarla döşeli hendeklerin üzerine köprüler kurdu. "Biz ona yardım etmek için burada durduğumuz sürece Mvindo'yu kimse yenemez!" diye haykırdı.

Mvindo çok geçmeden halasının evine ulaştı. Halası, "Seni gördüğüme sevindim Mvindo!" dedi. "Ama yemek yemeden Önce dans etmelisin! Davul seni şenlendirecek. Kasiyembe böyle emretti, çünkü seni yormak istiyor."

Bunun üzerine, Mvindo dans etti de etti. Onu öldürmek için kazılmış bütün hendeklerin içinde dans etti. Elindeki asasını sallayarak ve şarkı söyleyerek sivri çubukların üzerinde dans etti. Dans ettikçe etti ve hiçbir şey ona zarar vermedi.

Kalbi nefret dolu Kasiyembe, Mvindo'yu öldürmek isteğinden caymadı. "Bacak kadar bir çocuğun gücünden niye korkayım?" diye sordu kendi kendisine. "Efendi Şimşeği yeryüzüne getirteceğim ve şimşekleriyle Mvindo'yu ortadan ikiye böldüreceğim!"

Mvindo, "Efendi Şimşek, sen de benim dostumsun! Eğer bu eve saldırmakta ısrar edersen, oturduğum yerden uzak durmaya çalış! Sana gelince Kasiyembe, ateşle ölecek olan kişi sensin. Ottan yapılma bir kulübede yaşayan kişi ateşten sakınmalı!" dedi.

Efendi Şimşek, evlerinin Mvindo'nun bulunduğu yüzüne yedi kez çarptı ve yedi kez Mvindo'yu ıskaladı. Evin diğer yüzü yanıp kül olurken, Mvindo hiç yara almamıştı.

Sonra Mvindo evden çıktı ve herkese, "Ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Benim gücüm şimşeğin bile üstündedir! Şimdi Kasiyembe'nin saçlarının nasıl yanıp kül olduğunu göreceksiniz!" diye konuştu.

Tüm köylülerin gözü önünde, yaşlı adamın saçları alev aldı ve yandı. Alevlerin hırsla havaya sıçrayışını herkes dehşetle izledi.

Köylüler, yaşlı adamın öleceği korkusuyla su kaplarına doğru koştular. Ama su kapları kupkuruydu; içlerinde bir damla su kalmamıştı. Köylüler bu kez sulu meyvelere doğru koştular, fakat onlar da kurumuştu; içlerinde bir damla sıvı kalmamıştı. Köylüler daha sonra, Mukiti'nin havuzuna koştular, fakat havuz da tümüyle kurumuştu. Kelebekler ve sinekler oraya buraya uçuştular, ama içinde bir damla su bile kalmamıştı. Köylüler, çaresizlik içinde tükürüklerinin kızgın alevleri söndüreceğini umarak, Kasiyembe'nin saçlarına tükürmeyi denediler, fakat ağızları kupkuruydu, bir damla tükürükleri bile yoktu.

Halası lyangura Mvindo'ya, "Oğlum, artık kalbine merhamet girsin. Mukiti'yı ve muhafızım Kasiyembe'yi bağışla. Bırak huzur içinde yaşasınlar" dedi.

Mvindo asasını salladı ve "Ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Gücümü Mukiti ve Kasiyembe üzerinde göstereceğim. İkisi de eski hallerine dönecekler" diye yanıt verdi.

Birden alevler Kasiyembe'nin başından geri çekildi. Su kapları ve Mukiti'nin havuzu suyla doldu, sulu meyvelere su geri geldi. Ve herkesin ağzı tükürüklendi.

Köylüler, "Selam, Mvindo! Gerçekten de büyük bir adamsın" diye sevinçle bağrıştılar. Köylülerin gösterilerine, kalbi nefretle dolu Kasiyembe de katıldı.

Mvindo, "Yarın babamdan öç almaya gideceğim, çünkü babam, üç kez (mızrakla, toprağa gömerek, su altında bırakarak) beni öldürmeye çalıştı" diye konuştu.

lyangura, Mvindo'ya, "Seni yeniden düşünmeye çağırıyorum!" diye çıkıştı. "Büyük güce sahip olabilirsin, fakat babanı yenmek için daha çok gençsin, babanın yedi kapılı büyük köyünü yönetmek için daha çok gençsin. Yine de bunu yapmaya kararlıysan, seninle gelirim ve babanın seni parça parça ettiğini görürüm."

Mvindo kendi kendine homurdanarak, İyangura'nın sözlerinin gücünü kesti.


II. Bölüm 


(Mvindo öç almak amacıyla yola koyulur. Babasının köyünü ve köy halkını mahveder, ama babası Şemvindo kaçmayı başarır. Mvindo babasının arkasından Yeraltı Dünyası'na iner. Yeraltı Dünyası'nın hâkiminin verdiği görevleri yerine getirir. Sonunda Şemvindo'yu yakalar. Birlikte yeryüzüne dönerler.)

Mvindo, lyangura ve Iyangura'nın yanındaki kişilerle birlikte dayılarını görmeye gitti. Mvindo'nun dayıları usta demircilerdi. Mvindo, "Babam Şemvindo'yla savaşmaya gidiyorum" diye konuştu. "Büyük ama hafif mızraklarınızla tanınıyorsunuz. Ocaklarınızı ateşleyin ve bana büyük savaş için ne gerekiyorsa yapın. Hem güvenliğe hem de güce ihtiyacım olacak."

Mvindo'nun dayıları ona demir gömlek, demir pantolon, bir çift demir ayakkabı, demir başlık yaptılar. "Bu demir giysiler babanın ardı arkası kesilmez mızrak darbelerine karşı seni koruyacak" dediler. "Biz de seninle gelip savaşı izleyeceğiz."

Şemvindo'nun köyüne vardıklarında, lyangura, "Ben korkuyorum Mvindo, Baban ve halkı bizi ezer geçer! Köye büyük bir yağmur fırtınasında ulaştık ve sığınağımız yok. Köye bir sürü insanla birlikte geldik ve yiyeceğimiz yok" diye bağırıp çağırdı.

Mvindo, "Ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Korku nedir bilmez yüreğim! Babamın kalbinde çok fazla gurur var. Kendi yerini ve görevini öğretmek için, onunla savaşmam gerek! Yağmurdan, şimşekten, gök gürültüsünden kurtulacağız. Bolca yiyeceğimiz olacak" diye karşılık verdi.

Mvindo daha sonra da, "iki sıra ev, doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'nun evini çevrelesin!" diye bağırdı. İki sıra ev Mvindo'nun tek başına duran evini çevreledi.

Mvindo gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve şu şarkıyı söyledi: "Şemvindo'nun köyünün tüm odunları, ateşi, suyu ve palmiye ağaçları doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'ya gelsin. Onlardan yararlanacak kimse kalmasın! Şemvindo'nun köyünün tüm hayvanları, muz bahçeleri, tütün ve tuz, doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'ya gelsin. Onlardan yararlanacak kimse kalmasın! Şemvindo'nun köyünün tüm su kapları, sepetleri, çanakları, çuvalları ve tahta tabakları doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'ya gelsin. Onlardan yararlanacak kimse kalmasın! Şemvindo'nun köyünün tüm giysileri, gerdanlıkları, yüzükleri, davulları ve yatakları doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'ya gelsin. Onlardan yararlanacak kimse kalmasın! Şemvindo'nun köyünün tüm mızrakları, bıçakları, iğneleri, ateş çıkartan çubukları ve araç gereçleri doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'ya gelsin. Onlardan yararlanacak kimse kalmasın! Çünkü Mvindo, babası Şemvindo ile savaşacak ve onu yenecek!"

Mvindo'nun istediği her şey ona geldi. Beraberindekiler, hayretler içinde "Mvindo bizim önderimiz ve büyük kahramanımız! Onunla boy ölçüşmeye kalkışanların sonu kesin ölüm!" diye konuştular.

Mvindo, dayılarını köy halkına karşı savaşmaya gönderdi. Mvindo'nun dayıları karada ve havada savaştılar, ama köy halkının gücüne karşı koyamadılar. Suyun güneş altında topraktan ayrılması gibi, onların da güçleri kurudu; kanlar içinde can verdiler.

Mvindo halasına, "Babamın köyüne gireceğim ve dayılarımın nasıl yenilgiye uğratıldıklarını öğreneceğim. Sonra da babamla yüz yüze savaşacağım. Yanımda asam olacak; ama sizin baltamla ve iyi talih çuvalımla burada kalmanızı istiyorum. Çuvalın içinde uzun ve sihirli bir halat var" dedi.

İyangura, "Çok akılsızca davranıyorsun, Mvindo!" diyerek çıkıştı. "Hepimizin ölümüne neden olacaksın!" Yine de İyangura, Mvindo yola çıkmadan önce, onun baltasını ve çuvalını aldı.

Şemvindo oğlunun köye girdiğini gördü, ama korkmadı. "Hepimize karşı tek başına savaşmaya gelen bacak kadar bir çocuğun gücünden niye korkayım!" diye bağırdı. "Köye yaklaşmaya devam ederse boğazını keseriz ve canını gövdesinden çıkartırız!"

Köylüler, "Yanılıyorsun!" dediler. "Mvindo'nun küçük olmasına bakma; o bizden daha güçlü. Hepimizi kendi köyümüzden dışarıya sürecek! Kendi oğluna karşı durma!" Köylüler, tüm korkularına karşın Mvindo'yla alay ettiler, çünkü Mvindo çok genç ve küçüktü.

Mvindo gökyüzüne yükselen sesiyle, "Ben doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Kalbimi kin bürüdü! Babamdan öç almaya geldim, çünkü babam üç kez (mızrakla, toprağa gömerek, su altında bırakarak) beni öldürmeye kalkıştı, ölüsü kuru yapraklar gibi kuruyup toz olsun! Babamın danışmanları ve soyluları ona doğru yolu göstermediler. Onlar da ölüp kuru yapraklara dönsünler! Babamın köylüleri, babamın beni öldürme girişimlerinde ona yardımcı oldular. Onlar da ölüp kuru yapraklara dönsünler!" diye ilendi.

Sonra Mvindo asasını gökyüzüne kaldırdı ve "Efendi Şimşek, dostum, benim yanımı tut ve bana zafer getir! Babamın köyünün yedi kapısını kapatmak için yedi şimşek gönder" diye haykırdı.

Mvindo'nun ricasını duyan Efendi Şimşek, Şemvindo'nun köyüne yedi kez çarptı. Alev sardı evleri. Hepsi içlerinde yaşayan insanlarla birlikte yanıp kül oldu. Bir tek Şemvindo kaçabildi. Bir eğreltiotu görünceye dek köyünden uzaklara koştu. Otu alelacele kökünden söktü ve burada açtığı delikten toprağın içine girdi.

Mvindo, Şemvindo'yu izlemek üzere hazırlık yaptı. Halasını ve beraberindekileri yanıp yıkılmış köye götürdü. Tüm malları mülkleriyle birlikte kendi başlarına köye ulaştılar. Daha sonra Mvindo, ölen dayılarının her birine asasını dokundurarak onları hayata döndürdü. İyangura'ya, "Şimdi, Efendi Muisa'nın toprağın derinliklerindeki karanlık ve soğuk ülkesinde babamı aramaya gidiyorum. İyi talih çuvalının içindeki halatın bir ucunu çıkar. Halat aşağıya indiği sürece yaşıyorum demektir; bu durumda beni burada bekleyin. Eğer halat hareket etmezse bilin ki öldüm" dedi.

Efendi Serçe alçaldı ve "Mvindo, sana babanın Yeraltı Dünyası'na inerken hangi yolu izlediğini göstereceğim, çünkü Şemvindo aydınlık dünyadan ayrılırken gökyüzünden onu izliyordum" dedi.

Mvindo babasını Yeraltı Dünyası'na götüren yolu izledi. Orada "iyi talih perisi" tarafından karşılandı. İyi talih perisi ona nerden gitmesi gerektiği konusunda öğüt verdi. "Toplantı yerindeki ocağın kıyısındaki küllerin içinde yatan iri cüsseli bir adamla karşılaşırsan, bil ki o bu karanlık ve kasvetli ülkenin hakimi Efendi Muisa'dır" dedi. "Eğer onun köyünden ayrılmak düşüncesindeysen dikkatli olmalısın, çünkü Efendi Muisa kendisiyle birlikte kalmanı sağlamak için her türlü hileyi yapar. Ona 'önderim' ve 'babam' diye hitap et. O seni kutsadığında, sen de karşılık olarak onu kutsa. Bir yere oturmanı teklif ederse, teklifini kibarca geri çevir. Sana içecek olarak kabaktan yapılmış tasın içinde muz birası ve yemen için kül macunu ikram ederse, onları da kibarca geri çevir."

Mvindo akıllı öğütleri için periye teşekkür etti, sonra yoluna devam etti. Küllerin içinde yatan Efendi Muisa'yı buldu, uygun biçimde selamladı ve Muisa'nın oturma, içme, yeme tekliflerini kibarca geri çevirdi.

Efendi Muisa Mvindo'ya, "Yarın benim için yeni bir muz bahçesi hazır etmelisin. Uşağım, görevlerini hakkıyla yerine getirip getirmediğinden emin olmam için seni izleyecek. Bana muzları getirdiğinde, babanı sana geri vereceğim" dedi.

Ertesi gün, Mvindo ve Efendi Muisa'nın uşağı yola koyuldular. Uşak, demir araçların Mvindo'nun yardımı olmaksızın görevlerini yerine getirmesini izledi. Mvindo'nun bazı araçları patikalar açtı, bazıları ağaçları ve otları kesti, bazıları çimenleri biçti, bazıları muz ağaçlarına dayanak olacak sırıklar kesti. Araçların toprağı dikime hazır hale getirmesiyle birlikte, muz fideleri kendilerini toprağa diktiler, büyüdüler, olgun muzlar verdiler.

Mvindo her sınavı başarıyla verince, Efendi Muisa sihirli kayışına, "Mvindo'yu bul ve onu öyle bir şiddetle kamçıla ki, ortadan ikiye aynisin. Yere düştüğünde ağzı burnu dağılsın" dedi.

Sihirli kayış efendisinin buyruğunu yerine getirdi. Mvindo yere düştü ve halatı kımıltısız kaldı. Neyse ki, Mvindo'nun asası kendisini yerden kaldırdı ve Mvindo'ya dokundu. Asa daha önce nasıl Mvindo'nun dayılarını hayata döndürdüyse, efendisi Mvindo'yu da hayata döndürdü.

Mvindo, Efendi Muisa'nın köyüne geri dönünce, Yeraltı Dünyasının hâkimi ona, "Yarın benim belirlediğim bir ağaçtan bal toplamalısın. Bana bir sepet balla döndüğünde, babanı sana geri vereceğim" dedi.

Mvindo'nun bu görevi de yerine getireceği anlaşılır anlaşılmaz, Efendi Muisa yine sihirli kayışını Mvindo'yu öldürmeye gönderdi. Mvindo'nun halatı yine kımıltısız kaldı. Asa hemen harekete geçerek efendisini hayata döndürdü. Efendi Serçe gökyüzünden Yeraltı Dünyası'na doğru uçtu ve Mvindo'ya babasının kaçtığını söyledi. Mvindo, Efendi Muisa'yı ölesiye dek dövdü ve sonra Şemvindo'yu aramak üzere yola çıktı. Serçenin yardımıyla, yakınlarda bir yere gizlenmiş olan babasını buldu. Yeraltı Dünyası'ndan ayrılmadan önce, Efendi Muisa halkını yönetebilsin diye, asasını kullanarak onu hayata döndürdü.

Mvindo, babasını yakaladıktan sonra, ona gerekli saygıyı gösterdi. "Sen hatalıydın baba" diye söze başladı. "Bir oğul sahibi olmayı kabul etmedin. Yaratıcı tanrı Onfo'nun yarattığı bir varlığı değiştirmek senin görevin değildi. Ama gururunun cezasını fazlasıyla çektin."

Mvindo, Şemvindo'yu toprağın yüzüne götürürken, "Doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo, kahraman bir oğlu olan en değerli baba Şemvindo'yla birlikte geri dönüyor!" diye şarkı söyledi.



III. Bölüm


(Mvindo babasının köyünün halkını hayata döndürür. Bir toplantıyla, baba ve oğul resmen barışır. Şemvindo krallığını ikiye bölüp oğluyla paylaşır, oğlunu da şef olarak ilan eder. Mvindo bir ejderhayı öldürür. Bunun üzerine, Efendi Şimşek Mvindo'ya evrendeki yerini ve görevini öğretmek için onu gökyüzüne çıkarır. Mvindo ülkesine dönünce, halkına iyi bir yaşam sürmenin kurallarını öğretir.)

Mvindo ve Şemvindo bir eğreltiotunun kökünden girdikleri Yeraltı Dünyası'nı aynı yerden terk ettiler. Yoldaşlarına kavuştuklarında, Mvindo onlara Yeraltı Dünyası'ndaki büyük serüvenlerinin şarkısını söyledi.

Sonra lyangura, "Mvindo, burada yaşayan insanlar olmayınca burası ıpıssız kaldı. Efendi Şimşeğin büyük ateşinde can veren tüm insanları hayata döndürerek gücünü kanıtla. Ancak o zaman, herkese babanın haksızlığını ve senin kahramanlıklarını anlatabilirim" dedi.

Bunun üzerine Mvindo, ölen tüm insanlara hayat verdi. Birer birer hepsine asasıyla dokundu ve onların hayata gözlerini açmalarını sağladı. Gebe olarak ölenler gebe olarak uyandılar. Kim hangi yiyeceği hazırlarken ölmüş ise, uyandığında o yiyeceği hazırlamaktaydı. Tuzak kurarken ölenler, uyandıklarında tuzak kurmaya devam ettiler. Ekin ekerken ölenler, uyandıklarında ekin ekmeyi sürdürdüler. Kap çanak yaparken ölenler, uyandıklarında kap çanak yapmayı sürdürdüler. Birisiyle kavga ederken ölenler, uyandıklarında kavga etmeyi sürdürdüler. Birileriyle sevişirken ölenler, uyandıklarında onlarla sevişmeyi sürdürmekteydiler.

Şemvindo'nun köyü çok büyük bir köy olduğu için, Mvindo'nun tüm köylüleri hayata döndürmesi üç uzun ve yorucu gün aldı. Sonunda köy, Efendi Şimşek'in çarpmasından önceki haline döndü. Yaşlılar ve gençler, soylular ve avam takımı evcilleştirilmiş çeşitli hayvanlarıyla birlikte köy yollarında dolaştılar. Herkes ölmeden önce sahip olduğu eşyaların yine sahibiydi. Şemvindo sekiz gün sonra bir halk toplantısı yapılacağını ve büyük bir şölen verileceğini duyurdu.

Toplantı günü geldiğinde ve halk toplandığında, Şemvindo, Mvindo ve İyangura en iyi giysilerini giydiler. Sonra köy halkının önüne çıktılar. Mvindo babasının kendisine neden böyle kötü davrandığını açıklamasını istedi.

Şemvindo suçunu kabul ederek söze başladı. Sonra erkek çocuğa karşı tutumunun eskiden nasıl olduğunu açıkladı ve Mvindo'yu öldürme girişimlerini anlattı. "Oğluma karşı kötü davranışlarım, bana yalnızca acı ve dert getirdi" diyerek konuşmasını sürdürdü. "Kafamda kötü düşünceler oldukça ve kötü işler yaptıkça, ruhum bayat bir muz gibi kuruyup soldu. Mvindo beni yakalayıp ruhumu kurtardı ve ruhumu hayata döndürdü; beni köyümüze geri getirdi. Gerçekten, Mvindo kalbime yaşam sevinci doldurdu. Bana halkımızla birlikte olmanın ve her gün doğumundaki güzelliğin değerini öğretti. Oğlumun benim için yaptıkları nedeniyle şimdi, tüm erkek çocuklarına saygı gösteriyorum ve onları onurlandırıyorum!"

Daha sonra İyangura sözü aldı. "Mvindo, babasını yapraklar arasında bir hayvan gibi ölmekten kurtardı. Bu iyiydi. Şemvindo'nun oğluna yaptıkları ve danışmanlarının, soylularının ona doğru yolu göstermemeleri kötüydü. Yaratıcı tanrı Onfo bize ne bağışlarsa, o iyi ve yararlıdır. Tüm çocuklar iyidir. Şemvindo bazı çocukların kötü olduğunu düşünmekle hata etti. Eğer bu köyden herhangi bir adam çocuğuna Şemvindo'nun çocuğuna davrandığı gibi davransaydı, Şemvindo o adamın boğazının kesilmesini emrederdi. Şemvindo bu köydeki herkesin ölümünden sorumluydu. Neyse ki, Mvindo hayat ve düzeni geri getirdi de her iş yoluna girdi."

Son olarak Mvindo sözü aldı: "Ben, birçok başarıların adamı ve doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum ve babama karşı hiç öfke duymuyorum" diye konuştu. "Babamın bana yaptıkları ve benim ona yaptıklarım geçmişte kaldı. Şimdi geleceğe bakalım. Huzur ve sevgi içinde birlikte yaşayalım, halka sahip çıkalım. Önemli olan budur."

O zaman Şemvindo, "Bir kabile şefi, oğlunun ve halkının önünde mahçup duruma düşmemeli. Ama ben oğluma karşı yaptıklarımdan utanç duyuyorum. Bu nedenle, oğlumu bu yurdun şefi yapmayı istiyorum" diye konuştu.

Mvindo babasına, "Baba, sen tahtında otur. Sağ olduğun sürece, bu yurdun şefi ancak sen olabilirsin. Yerine geçecek olursam yaşayamam, ölürüm" diye karşılık verdi.

Danışmanlar ve soylular da aynı görüşteydi: "Mvindo haklı. İktidarı tümden Mvindo'nun eline bırakacak olursan, zamanla onu kıskanırsın ve hepimizin başına iş açarsın. Böyle olacağına, ülkeyi ikiye böl; sen ve Mvindo eşit güce sahip olun."

Bunun üzerine, Şemvindo yurdun yönetimini oğluyla paylaştı. Mvindo babasının köyünün şefi oldu ve Şemvindo başka bir köye taşındı. Şef Şemvindo büyük bir törenle oğluna hükümdarlık bağışladı. Mvindo'ya şenlik elbiselerini giydirdi ve eline iktidar nişanları ve hükümdarlık silahları verdi. Danışmanlarına ve soylularına Mvindo’ya destek olmalarını emretti.

Mvindo'nun şef olarak ilk işi şu konuşmayı yapmak oldu: "Ben, doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo, şimdi ünlü bir şefim. Benden önce köyü yöneten babamdan daha açık fikirli ve daha iyi yürekli birisi olarak köyü yöneteceğim. Yalnız kendi ailemi değil, çok değişik aile topluluklarını da tanıyıp saygı göstereceğim. Erkek olsun kız olsun, sağır olsun kör olsun, sakat olsun ya da sağlıklı olsun her çocuğun doğumunu sevinçle karşılayacağım. Hiçbir ülke bir örnek ve kusursuz değildir."

Günler sonra Mvindo yabanıl domuz eti yemek istedi; Mvindo'nun Pigmeleri ormanın içlerine doğru yola koyuldular, yabanıl bir domuz buldular ve Öldürdüler. Hayvanın ölüsünü parçalara ayırırken çıkardıkları gürültü büyük ve korkunç bir ejderhayı uyandırdı. Ejderha gökyüzü kadar büyüktü; yedi başı, yedi boynuzu ve yedi gözü vardı. Canavar ormanı istila eden Pigmelere doğru bir yılan gibi kaydı ve dört Pigme avcısının üçünü mideye indirdi. Dördüncü Pigme korkunç haberle birlikte köye koştu.

Mvindo o sıralarda köye ziyarete gelen babasına hemen, "Ben ejderhayla savaşmaya gidiyorum, sen burada kal" dedi.

Şemvindo oğlunu uyardı: "Oğlum, ejderhayı kendi haline bırak. Eğer onu kızdırırsan, hem kendini hem yurdunu yok etmiş olursun. Canavar senin etini kemiğini siler süpürür."

Mvindo, "Olabilir" diye karşılık verdi. "Ama ormandaki avcılarıma istediğini yapmasına izin vermeyeceğim."

Ertesi sabah, Mvindo asasını eline alıp havaya kaldırdı ve asaya, "Bugün zafer getir bana!" dedi. Sonra dördüncü Pigme'yi yanına kılavuz olarak aldı ve birlikte yola koyuldular.

Mvindo öldürülmüş domuzun yanında duran ejderhaya yaklaştı. Sonra Pigme'ye fısıldayarak, "Sen burada kal. Eğer ejderha beni midesine indirirse, haberle birlikte köye geri dönebilirsin" dedi.

Mvindo asasını havaya kaldırdı ve o da yılanmış gibi kıvrıla kıvrıla ejderhaya yaklaştı. Mvindo, ejderha onu görmeden önce, onun karşısına çıktı. "Ejderha!" diye konuştu. "Ben, doğar doğmaz yürüyen küçük çocuk Mvindo'yum. Benim adamlarımı yedin, ama benim gücüme karşı koyamazsın!"

Ejderha dev ağzını açtı ve Mvindo'yu midesine indirmeye hazırlandı. Mvindo durur mu, hemen asasım havaya kaldırdı ve ejderhayı ölünceye dek dövdü. Sonra Pigme'ye, "Asamı, ejderhayı eve taşımamızda yardımı olacak adamları buraya getirmesi için köye göndereceğim. Babamın ne büyük başarılar elde edebileceğimi görmesini istiyorum" dedi.

Mvindo'nun asası Şemvindo'ya gitti ve onun önünde sallandı. "Ya Mvindo öldü, ya ejderha!" diye Şemvindo bağırdı. "Sanırım Mvindo ejderhayı taşımak için yardım istiyor. Şemvindo bir kahramanın babası!"

Ejderha çok ağır olsa da, halk onu köye taşımayı başardı. Köydekiler ejderhanın görünüşü karşısında dehşete düştüler. Mvindo erkeklerin canavarı parçalara ayırmasını emrettiğinde, ilk bıçak darbesiyle birlikte çok şaşırtıcı bir olay oldu. Pigmelerden birisi hayvanın yarılan karnından dışarıya canlı olarak çıktı, bu Pigmeyi diğer iki Pigme izledi. Mvindo, "Bu canavarı tamamen bitene kadar yiyin" diye buyurdu.

Halk köyün ortasında kurdukları büyük ateşte et parçalarını kızarttı. Canavarın gözleri pişerken dışarıya fırladılar ve gözlerin içinden toprağa sıvılar fışkırdı. Her bir damla sıvıdan bir İnsan var oldu. Canavarın yedi gözü de kavrulduğunda, fışkıran sıvılardan bin insan ortaya çıkmıştı. Mvindo gururla, "Bu insanlar benim halkım!" diye bağırdı.

Ne var ki, her iş yolunda gitmedi. Efendi Şimşek, Mvindo kadar canavarın da dostuydu; bu yüzden, ejderhanın öldürülmesinin öcünü almakla yükümlüydü. Mvindo'nun köyüne geldi ve ona, "Dostum ejderhayı öldürme cüreti gösterdiğin için, seni köyünden alıp götüreceğim ve sana bazı dersler vereceğim" dedi.

Mvindo, “Seninle geleceğim. Ama doğar doğmaz yürüyen Şemvindo'nun kahraman oğlu Mvindo'ya karşı koyamayacağını da bil" diye karşılık verdi.

Bulutların yukarısına ulaştıklarında, Efendi Şimşek, Mvindo'ya, "Birçok kez, seni büyük tehlikelerden kurtardım. Yine de benden daha güçlü olduğunu söylüyorsun. Göster öyleyse gücünü!" dedi.

Böylece, Efendi Şimşek gibi Mvindo da gökyüzünde yaşamaya başladı; hiçbir barınağı olmaksızın oradan oraya dolaştı, kesti, sert rüzgârların saldırıları karşısında titredi.

Mvindo bu sınavı aştığında.  Efendi Şimşek onu Efendi yağmur'a götürdü. Efendi Yağmur, Mvindo'ya, "Kahramanlıklarından haberimiz var. Hadi seni bir de gökyüzünde görelim. Kahraman olman burada işe yaramayacak" dedi.

Mvindo, Efendi Yağmur”un on dört fırtınasının verdiği acılara katlandı, soğuk sularıyla sırılsıklam oldu. Daha sonra, Efendi Yağmur, Mvindo'nun üzerine, onu yaralayacak kadar büyük dolu taneleri gönderdi.

Mvindo bu sınavda da başarılı olunca, Efendi Şimşek onu Efendi Ay'a götürdü. Efendi Ay, "Ne kadar gururlu olduğunu duyduk. Seni kimse eleştiremez; eleştirirse, hayatta kalamaz. Hadi seni bir de burada, gökyüzünde görelim. Gururun burada işe yaramayacak" dedi.

Mvindo, Efendi Ay'ın saçlarını yakmasına katlandı. Alevler öyle acı vericiydi ki Mvindo, "Babacığım, asamın ellerimden düşmemesi için bana dua et!" diye feryat etti.

Mvindo bu sınavı da verince, Efendi Şimşek onu Efendi Güneş'e götürdü. Efendi Güneş, "Ne kadar dirençli olduğunu duyduk. Hadi seni bir de burada, gökyüzünde görelim. Direncin bir işe yaramayacak" dedi.

Mvindo, Efendi Güneş'in alevli ışınlarını onun üzerine göndermesine dayandı. Mvindo yakıcı sıcağa karşı korumasızdı. Boğazı yanıp kurudu, katlanılmaz bir susuzlukla kıvrandı. Mvindo, Efendi Güneş'ten ve Efendi Şimşek'ten su dilendiğinde, "Gökyüzünde bir damla su yoktur, susuzluğa katlanmak zorundasın!" yanıtını aldı.

Mvindo bu sınavı da atlatınca, Efendi Şimşek onu Efendi Yıldız'a götürdü. Efendi Yıldız, "Gördüğün gibi, gökyüzünde kahramanlığın bize sökmez. Sana saygı duymasaydık, seni çoktan öldürmüş olurduk. Şimdi söyleyeceğimiz sözleri iyi dinle ve aklından çıkarayım deme. Köyünde olsun, ormanda olsun, ırmaklarda olsun herhangi bir hayvanı ya da böceği öldürmeni yasaklıyoruz. Efendi Şimşek seni izleyecek. Yaptıklarını gözleyecek. Kötü bir iş yaptığında, hemen yakana yapışacak. Sonra da seni öldüreceğiz" dedi. Efendi Yıldız, Mvindo'nun kulaklarını on dört kez çekip, "aklından çıkarma" demeyi de unutmadı.

Mvindo, gökyüzünde, Efendi Şimşek’in yanında tam bir yıl geçirdi; orada neyin iyi neyin kötü olduğunu gördü. Sonra Efendi Şimşek, Mvindo'yu köyüne indirdi.

Mvindo halkını topladı ve onlara şu konuşmayı yaptı: "Ben, doğar doğmaz yürüyen ve sonra büyük zaferler kazanan küçük çocuk Mvindo, sizin şefiniz olmak üzere gökyüzünden döndüm. Bundan böyle, hayvanları ve böcekleri öldürmem ölüm cezasıyla yasaklandı. Geçtiğimiz bir yıl içinde, gizli olan birçok şeyi gördüm, ama gökyüzünün efendileri onları size aktarmamı yasakladı. Bir kahraman olmanın ne denli iyi ve önemli olduğunu öğrendim, ama bunun yanında, kahramanlığın bağışlayıcılık ve sevecenlikten daha önemli olmadığını da anladım. Kahramanların en büyüğünün karşısına, onu yok edecek güçte daha büyük bir kahraman bir gün mutlaka çıkar."

Sonra şef Mvindo, halkına bilgece yasalarını duyurdu: "Çok çeşitli yiyecekler veren çeşitli ürünler ekin, yetiştirin. İyi evlerde yaşayın ve köyünüzü güzelleştirin. Birbirinizle tartışmayın, iyi geçinin; çünkü tartışma insanları öfkeye ve kine götüren yoldur. Başkasının karısının peşinde koşmayın, çünkü başkasının karısını ayartan bir erkek öldürülecektir. Yaratıcı tanrı Onfo'nun size bağışladığı her şey iyi ve yararlıdır. Erkek olsun kız olsun, kısa olsun uzun olsun, sağlıklı olsun sakat olsun tüm çocuklarınızı bağrınıza basın. Köy yollarında yürüyen hasta insanlara karşı düşünceli olun. Şefiniz sizi nasıl kabullenmeliyse, sizden korkmalıysa, sizi koruyup kollamalıysa, siz de şefinizi kabullenin, ondan korkun ve onu koruyup kollayın."

Mvindo kendi ülkesinden çok uzaktaki ülkelerde bile bilinen, tanınan bir şef oldu. Yalnızca kendi halkı değil, diğer ülkelerin halkları da ona bağlılıklarını bildirerek destek oldular, saygı gösterdiler. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak