14 Aralık 2023 Perşembe

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİ

 


FATİH ve İSTANBUL'UN FETHİ


ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN ve ZİRVENİN YOLUNU AÇAN LİDER


Osmanlı Devleti, Fatih'in işbaşına gelmesiyle beraber 150 yıl sürecek bir yükseliş dönemine girdi. Bu dönemde her bakımdan dünyanın en üstün ve kudretli imparatorluğu haline geldi. Ön Asya, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika'da dört yüz yılı aşkın süreyle nüfuz ve aktifliğini devam ettirdi.

Şüphesiz II. Mehmed'i «Fatih» yapan, İstanbul'u alarak Bizans İmparatorluğu'na son vermesi olmuştur. Yönetime gelir gelmez ilk iş olarak ciddi bir hazırlığa girişmiş, askeri ve diplomatik tüm tedbirleri alarak İstanbul'u alma hedefine yoğunlaşmıştır. Bu ulvi gayesine eriştiği «29 Mayıs 1453» tarihi, bütün dünyada Orta Çağ'ın kapanışı ve Yeni Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.


İSTANBUL'UN FETHİNİ MECBURİ KILAN SEBEPLER


Il. Mehmed, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da yaşadığı askeri buhranlar ve beklenmedik başarısızlıkların ardından ilk hükümdarlık tecrübesini 1444-1446 yılları arasında yaşadı. Kaynaklar, daha o yıllardan itibaren Fatih'in fütuhat taraftarı bir ekiple birlikte hareket ettiğini ve İstanbul'u alma fikriyle meşgul olduğunu ifade eder.

Zağanos, Şahabettin Şahin ve Saruca Paşalar ile Akşemseddin, Molla Ahmed Gurani ve Hoca Turhan gibi cihadı önceleyen alimler; başta «İstanbul'u fethetme» ideali olmak üzere Fatih'in diğer hedef ve ideallerini gerçekleştirebilecek güçlü bir kadro oluşturmaktaydı.

Esasen İstanbul'u almak, çeşitli milletlerden pek çok hükümdar ve komutanın da rüyasıydı. Geçmişte Avarlar, Bulgarlar, Rus ve Macarlar tarafından değişik zamanlarda gerçekleştirilen birçok kuşatma, başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu başarısızlıklarda en önemli amil; İstanbul'un Bizans İmparatoru II. Theodosios (408-450) döneminde yapılmış olan, Orta Çağ'ın en güçlü savunma surlarına sahip olmasıydı.

Kritovoulas ve Taci Beyzade Cafer gibi önemli iki kaynak, İstanbul'un fethinin kararlaştırıldığı toplantıda II. Mehmed'in şehrin mutlaka fethedilmesi gerektiğine dair şu sözlerini naklederler:

"Gaza yapmak, atalarımız kadar bizim de temel görevimizdir. Memleketimizin tam ortasını işgal eden Bizans, devletimizin düşmanlarını korumakta ve onları bize karşı kışkırtmaktadır. Osmanlı Devleti'nin güvenliği ve geleceği için bu şehrin fethedilmesi zaruri olmuştur."

Gerçekten de Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul'un fethine kadar geçen süre incelendiğinde, bu dönemde çıkan bütün isyan ve karışıklıkların arkasında Bizans'ın etkilerinin olduğu görülür.

Derin bir devlet geleneğine ve güçlü bürokratik kurumlara sahip olan Bizans; genç ve tecrübesiz şehzadeleri padişahın otoritesini zayıflatmaya teşvik ediyor, Balkan milletlerini ve haçlıları Osmanlı'ya karşı savaşa kışkırtıyordu. Ayrıca Anadolu beylikleriyle işbirliği içine girip Osmanlı'nın batıya yöneldiği her hamlenin öncesinde bu beyliklerin Osmanlı'ya problem çıkarmalarını sağlıyordu. Osmanlı coğrafyasının merkezinde adeta bir fitne odağı olarak varlığını sürdürmesi ise Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü engelleyen bir başka olumsuz özelliğiydi. Osmanlı'nın önünde önemli bir engel olmakla beraber eski gücünden hayli uzaklaşmış olan Bizans; köhne yapısı ve sosyolojik handikaplarıyla her an tarihe intikal etmek üzere son günlerini yaşamaktaydı.



FETHİN MERHALELERİ


Babası II. Murad'ın vefatı üzerine 19 yaşında tahta çıkan II. Mehmed, ilk iş olarak Bizans Devleti'ne son vermek için ciddi hazırlıklara girişti. Bu amaçla Anadolu'da problem çıkarabilecek güçlerle barış anlaşmaları yaptı. Bilhassa Karamanoğullarını kontrol altına alan diplomatik ataklarla, Anadolu’da çıkabilecek problemlerin önünü kesti. Öte yandan Balkanlarda yaşayan topluluklarla yapılmış barış anlaşmalarını da yenileyerek bu toplumlardan Bizans'a aktarılabilecek muhtemel yardımları önlemiş oldu.

Sultan Mehmed, Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa'yı Güzelcehisar'ın karşısında bulunan mevkie daha sonra Rumeli Hisarı adını alacak olan Boğazkesen Hisarı'nı inşa etmekle görevlendirdi. Ayrıca hisarın yapımına yardım için çok sayıda askerle birlikte Geliboludan harp ve nakliye gemileri sevk ettirdi. Sultan Mehmed, hisar inşaatının gidişatını denetlemek amacıyla bizzat kara¬ yoluyla bir keşif ziyaretinde de bulunarak bu hisarın yapımına verdiği önemi ortaya koydu. 1000 usta ve 2000 yardımcıdan oluşan inşaat ekibine zaman zaman Saruca, Zağanos ve Şahabeddin Paşalar da destek verdiler.

Kaynaklar, söz konusu hisarın kısa sürede bitmesi için bizzat vezirlerin bile taş ve kireç taşıdıkları yönünde rivayetler içermektedir. Hisarın bitirilmesinin ardından içerisine 400 asker yerleştirildi ve askerler Boğaz'ın denetimiyle görevlendirildi.

Silivri civarındaki bazı Bizans toprakları ele geçirilerek Bizans'ın hakimiyet alanları iyice daraltıldı. Sultan Mehmed, Egedeki Yunan adalarından, bilhassa Mora'dan gelebilecek yardımları önlemek için Turhan Bey'i oğullarıyla birlikte görevlendirerek bu bölgeye önemli miktarda kuvvet gönderdi.

Ancak Fatih'i çağındaki diğer hükümdarlardan farklı kılan temel özelliği, bilim ve teknolojiye büyük önem vermesi ve bu alanla bizzat ilgilenmesidir. Bu ilgi ve yatkınlığın tabii neticesi olarak o güne kadar görülmemiş büyüklükte toplar döktürmüş, bu konuda yapılan teknik çalışmalara bizzat kendisi de katılmıştır.

Macar Urban tarafından dökülen Şahi isimli büyük top; şehrin kalın ve sağlam surları üzerinde büyük tahribat yapmış, ancak mukavemeti artırıcı metal alaşımdan dökülmemiş olması ve sürekli kullanılması sebebiyle çatlamış ve paramparça olmuştur. Hatta pek çok kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açtığı; ölenler arasında Urban'ın da olduğu rivayet edilmektedir. Ancak Osmanlı'nın elinde surların tahribini devam ettirecek çok sayıda başka güçlü toplar da bulunmaktaydı.


KUŞATMA


Sultan Mehmed, 5 Nisan'da üç büyük top ve on dört batarya ile desteklenen 80 bin kişilik ordusu ile Topkapı önüne gelip otağını kurdu. 6 Nisanda büyük topun ateşlenmesiyle elli dört gün sürecek olan İstanbul kuşatması başlamış oldu.

Son Bizans İmparatoru'na İslam geleneklerine uyularak İstanbul'u barış yoluyla teslim etmesi; bu yapıldığı takdirde kendisine Morada hakimiyet alanı bırakılacağı teklifinde bulunuldu. Ancak İmparator Konstantin Dragazes bu teklifi reddederek Osmanlı Devleti'ne karşı müdafaa savaşı vermeyi tercih etti. Esasen İmparator, çok güç bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Bizans'ın tek ve en büyük teminatı, surların onarılması ve askeri birliklerle tahkim edilmesiydi.

Bu amaçla fevkalade bir çaba gösterilerek surlar onarılmaya ve tahkim edilmeye başlandı. Bu arada Haliç de bir zincirle kapatılarak hariçten gelebilecek deniz araçlarına engel olundu. Ancak öteden beri Bizans'ın elinde tuttuğu en büyük kozu «Grajuva» diye bilinen Rum Ateşi'ydi. Yanıcı ve yakıcı bir sıvı olan bu silah, öncelikle surlara tırmanma cesaretini gösterenlere karşı kullanılacaktı.

Şehrin, denizden savunulması amacıyla Bizans donanmasına ait 10 büyük gemi, Kaptan Antonio komutasında Haliç'te mevzilenmişti.

Kuşatma, şiddetli top atışlarıyla başlayarak diğer savaş sahneleriyle devam etti. Kara ve deniz çarpışmaları 19-20 Nisanda şiddetlenmiş, surlarda önemli gedikler açılmasına ve çok sayıda kayıplar verilmesine rağmen kesin bir sonuca ulaşılamamıştı.

Bu süre içerisinde Bizans tarafından zincir açılarak Cenevizlilere ve Papalık güçlerine ait bazı yardım gemilerinin Haliç'e girmesi sağlandı. Yenikapı açıklarında meydana gelen ilk deniz savaşı ise Osmanlı donanmasının büyük kayıplar vermesiyle sonuçlandı. Dönemin önemli kaynaklarından Francise göre Osmanlı kayıpları on iki binden fazla, Zorw Dolfıne göre ise on bin civarındaydı. Kayıp sayıları biraz abartılmış olmakla beraber, Fatih; bu duruma çok üzülmüş, başarısızlığın hesabını sorarak donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman'ı hiddetle huzurundan kovmuştur.

Bu arada gerek Macarlar, gerekse Bizans'tan gelen barış teklifleri, Çandarlı Halil Paşanın;

"Kabul edelim, hıristiyan dünyasının tamamını karşımıza almayalım." şeklindeki ısrarına rağmen reddedildi. Çandarlı Halil Paşa başından beri İstanbul'un fethine karşı olup, diplomatik mücadeleyle sonuç almaktan yanaydı. Oysa cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed, şehrin ele geçirilmesi konusunda son derece kararlıydı. Kaynaklar bu kararlılığını;

"Ya ben şehri zaptederim, ya da şehir beni ölü veya sağ olarak zapteder." sözleriyle ifade ettiğini nakletmektedir.

Gerçekten de sarsılmaz bir iradeyle hedefine kilitlenen genç padişah, fethi geciktiren askeri ve siyasi tıkanıklığı açmak üzere dahiyane bir yöntem uyguladı ve Tophanedeki 67 parça gemiyi kızaklarla bir gecede Kasımpaşa sırtlarından Haliç körfezine indirerek düşmanı şaşkına çevirdi. Bu başarı, Galata sırtlarında yerleşmiş Zağanos Paşa'ya bağlı kuvvetlere çok önemli bir moral kaynağı olduğu gibi; Bizans ve yardımcı İtalyan güçlerine de ağır bir darbe oluşturdu. Bu eşi görülmemiş hamleden sonra Bizanslılar olanca dirençlerini de kaybederek., büyük bir şaşkınlık ve ümitsizlik içerisine düştüler.

Mayıs ayı boyunca, kuşatma karadan ve denizden daraltılarak Bizans'ın gırtlağı iyice sıkıştırıldı. Bu arada Haliç'e indirilen Osmanlı gemilerini kundaklama teşebbüsleri Osmanlı kuvvetleri tarafından boşa çıkarıldı. Artık nihai hücuma geçerek son darbeyi vurma vakti gelmişti. 29 Mayıs 1453 sabahı başlatılan son hücumun ardından Ulubatlı Hasan ve 30 arkadaşı tekbir nidaları eşliğinde Topkapı surlarına sancağı dikmeyi başardı. Osmanlı askerleri son direnişi de kırarak Topkapı istikametinden şehre girdi.

Bu haberin Sultan II. Mehmede ulaşması üzerine, artık Fatih unvanını hak eden genç padişah, atının sırtından inmiş ve başını yere koyarak şükür secdesine kapanmıştır.


lmtisal-i «Cahidu fıllah» olubdur niyyetim Din-i İslamın mücerred gayretidür gayretüm


mısralarını tarihe maleden Sultan Fatih, kuşatma süresince başta Akşemseddin olmak üzere ulemanın teşvik ve dualarını almayı ihmal etmemiş, ümitsizliğe kapılan komutanlarını da Akşemseddine göndererek ordusunun moralini en üst seviyede tutmayı bilmiştir.

Fetih zaferinin hangi manevi donanımla kazanıldığı, şair Seyri tarafından şu mısralarla dile getirilmiştir:


Nesle lazım olan güç, Fatihlerin bileği ...

O bileğe gereken, Akşemseddin yüreği .. .


FATİH'İN RUMLARA ve GALATA'DA YAŞAYAN KATOLİKLERE TANIDIĞI HAKLAR


İstanbul'un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmed Han beyaz atına binerek beş bin güzide askeri ve ileri gelen sivil ve askeri kurmaylarıyla beraber halkın sevgi gösterileri; «Yaşasın!» ve «Maşaallah!» şeklindeki tezahüratları eşliğinde doğruca Ayasofya'ya gitti. Orada kendilerini karşılayan, akıbetleri konusunda ciddi endişeler içinde diz çökerek beklemekte olan Rum din adamlarına şöyle seslendi:

"Kalkınız! Ben Sultan Mehmed Han, hepinize söylüyorum ki; bu andan itibaren ne hayatınıza, ne de hürriyetinize gazab-ı şahanemden bir zarar gelmez:”

Fetihten birkaç yıl sonra 1456 yılında Fatih Sultan Mehmed, saraydan ulemasıyla birlikte o günkü Rum Ortodoks Patriği Gennadios Scholarios'u ziyaret etti. Bu görüşme sırasında hıristiyanların inanç esasları ve ayinleri hakkında bilgiler istedi. Bunun üzerine Rum Patriği, kaynaklarda Gennadios İtikatnamesi diye geçen ve hıristiyan inançlarının özetlendiği bir risale kaleme alarak padişaha takdim etti. Böylece cihan padişahı, tebaasını daha iyi tanıma ve onların inanç ve ibadet esaslarını dikkate alma konusunda ne kadar hassas olduğunu göstererek devlet politikalarının bu doğrultuda oluşmasını sağladı.

Osmanlı Devleti'ni güçlü ve muteber bir imparatorluğa dönüştüren Fatih, müslim ve gayrimüslim vatandaşlarına sağladığı din ve vicdan hürriyeti ile sonraki Osmanlı hükümdarlarının da titizlikle uyguladığı temel esasların belirleyicisi oldu.

Temel insan haklarından olan din ve inanç özgürlüğü ilkesine gösterilen bu özen, Osmanlı'nın XV. yüzyılın ortalarındaki yüksek ahlaki seviyesini göstermektedir.

Oysa aynı yüzyıl içerisinde İspanyadaki İslam toplumu ve yahudi azınlığı; galip hıristiyan orduları tarafından ezilmiş, ya çeşitli baskı ve işkencelerle asimilasyona tabi tutulmuş ya da her şeylerine el konularak yurtlarından sürgün edilmişlerdir.

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda Fatih'in insanlığın medeniyet skalasına neler kazandırdığı daha kolay anlaşılır. Nitekim yine aynı yüzyıldan itibaren Batı Avrupa'da başlayan kilise çatışmaları, engizisyon mahkemelerinin aldığı acımasız kararlar; farklı bir mezhebin görüşlerini benimsedikleri için yüz binlerce insanın yakılarak öldürülmesi gibi tarihe kara lekeler olarak geçen olaylarla kıyaslandığında, Fatih'in ve onun gönülden bağlı olduğu İslam medeniyetinin üstünlüğü açıkça ortaya çıkmaktadır.

İstanbul'un fethiyle beraber Galata'daki Latinlerin elinde ayrı bir şehir gibi hareket eden Ceneviz kolonisi de yönetim olarak lstanbul'la birleşmiş oldu. Fatih burada yaşayan ahaliye de en geniş anlamda din ve vicdan hürriyeti tanıyarak yüksek bir hoşgörü örneği verdi:

"Buyurdum ki, kendülerin ayinleri ve erkanları ne veçhile cari ola gelürse, yine ol üslup üzere adetlerin ve erkanların yerüne getüreler. Ben dahi üzerlerine varup kal'alarun yıkıp harap etmeyem:”

Bu sözler, daha önce verilmiş imtiyazların devam edeceği; can ve mal güvenliklerinin bizzat Fatih tarafından garanti altına alındığı anlamına geliyordu. Cenevizliler, Galata semtini Zağanos Paşa'ya bu şartlar altında teslim etmişler; Fatih'in verdiği ahitnameyi alarak imtiyazlarını teminat altına almışlardı. Bu barış politikası, Karadeniz ve Ege denizindeki Ceneviz kolonilerini de padişah ile anlaşmaya zorladı.


İki Kıtanın ve İki Denizin Hakimi: SULTAN FATİH


FATİH DÖNEMİNDE BATIDA GELİŞMELER


1450'li yıllar, geçmişin kayıt altına alınması konusunda teknolojik değişimin süratlendiği yıllardı. Nitekim Johannes Gutenberg ve birkaç başka zanaatkar; Almanya'da metalürji, ahşap baskı, üzüm presleme, kumaş baskısı ve kağıt yapım tekniklerinden yararlanarak, dökülmüş metal harflerle baskı tekniğini icat ettiler. Böylece dünyanın ilk modern matbaası kurulmuş oldu. Bu icat çok kısa zamanda Almanya'dan diğer ülkelere de yayıldı. 1500'lere gelindiğinde Avrupa'da 200'den fazla şehirde matbaa vardı. Bu durum, şüphesiz İstanbul’un fethi gibi dünya çapında bir gelişmeydi. Avrupa'nın çehresini değiştirdi ve kültürel hayatını görülmemiş bir biçimde etkiledi. Sadece bir kaç yıl içinde binlerce yıllık kültürel birikimi katlayacak kitap basımı gerçekleşmişti.

Aynı dönemde Avrupa'nın iki önde gelen ülkesi Fransa ve İngiltere arasında yüz yılı aşkın süren savaş sona ermiş ve Fransa topraklarındaki İngiliz hakimiyeti kuzeyde Calais kentine kadar gerilemişti (1453).

İtalya yarımadası güçlü şehir devletlerinden oluşuyor, Papalık ise; gücü, Roma'dan tüm Avrupa'ya uzanan etkili bir fenomen olarak bulunuyordu. Almanya; Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na gevşek bağlarla bağlı irili¬ ufaklı birçok şehir devleti, kontluk ve dükalık, din adamları, toprak ağaları ve soylular arasında adeta parsellenmişti. Ancak Il. Albrecht, 1438 yılından itibaren Almanya'nın bir kısmı ile Avusturya topraklarında güçlü Habsburg Hanedanı'nın temellerini attı. Avrupa'nın bu en şöhretli hanedanı, iktidarını kesintisiz olarak 1806 yılına kadar sürdürdü.

İspanya da siyasi parçalanmışlık içerisindeydi. Aragon, Kastilya, Navara ve Portekiz hıristiyan krallıkları arasında kalan ve papanın gönüllü güçleri tarafından sıkıştırılmış bulunan Gırnata İslam Devleti, güneyde siyasi varlığını güçlükle devam ettirmekteydi.

Kuzey Avrupa'da 1397 yılında Danimarka Kraliçesi'nin önderliğinde Kalmar Birliği oluşturularak Norveç ve İsveç krallıkları bir araya gelmişti. Birlik, Alman kuvvetlerine karşı Baltık Körfezi'nde ortak bir savunma hattı oluşturmaktaydı. Ancak her ülke iç işlerinde kendi kanunları ve gelenekleri çerçevesinde hareket etmekteydi.

Baltık Denizi'nin doğusunda ve güneyinde güçlü soylular, Prusya Dükleri, Litvanya Arşidükleri, Polonya Krallığı ve nihayet henüz tarih sahnesinde önemli bir icraatı görülmemiş Moskova Prensliği hüküm sürmekteydi.


İSTANBUL'UN FETHİNİN AVRUPA'DAKİ YANKILARI


İstanbul'un Türkler tarafından fethi, Avrupa'da büyük infial uyandırmış; batı dünyası, başta Papalık ve İtalyan şehir devletleri olmak üzere bu gelişmeyi şaşkınlıkla karşılamıştı. Ancak büyük çapta tepki ortaya konamamıştı. Nitekim Papa V. Nikola'nın yeni haçlı çağrısı da neticesiz kalmıştı. Üstelik çağrıya muhatap olan ülkeler İstanbul'un fethini tebrik için ardı ardına Fatih'e elçiler göndermişler ve yıllık vergilerini kendiliklerinden artırarak ödeme yoluna gitmişlerdi. Buna göre Sırp elçisi on bin, Sakızdaki Ceneviz Beyi üç bin, Midilli Beyi iki bin, Trabzon İmparatoru da yine iki bin düka vergi vererek Osmanlı'yla münasebetlerindeki hassasiyetlerini ortaya koymuşlardı.

Alman İmparatoru Frederik de yeni bir haçlı seferi için harekete geçmiş, ancak bu arzusunu tam olarak gerçekleştirememişti. Balkanlarda ise Sırp lider Brankoviç, Arnavut Beyi İskender ve Macar Kralı Jan Hunyad da aynı amaçla girişimlerde bulunmuşlarsa da çeşitli sebeplerle hedeflerine ulaşamadılar. Osmanlılara karşı savaşmak üzere hıristiyan dünyasına şiddetli çağrılar yapan Papa Il. Pius, bu çağrısına gösterilen ilgisizlik ve duyarsızlıktan şöyle yakınmıştı:

"Biz koyunları için canını vermekte tereddüt etmeyen mukaddes ve saf çoban tanrımız ve efendimiz İsa Mesih'i taklit edeceğiz. Biz de canımızı sürümüz için vereceğiz. Çünkü Türk güçleri tarafından ayaklar altına alınan hıristiyan dinini başka türlü kurtaramayız. Kilisenin kaynaklarının elverdiği büyüklükte bir donanma oluşturacağız. Yaşlı ve hasta olmamıza rağmen biz de gemiye bineceğiz. Yelken açıp Yunanistan'a ve Asya'ya gideceğiz.

Fısıldadığınızı duyuyoruz. Şöyle diyorsunuz: «Savaşın bu kadar zor olacağını düşünüyorsan, yeterli güç sağlamadan nasıl gidebilirsin?» Bu konuya geliyoruz. Türklerle kaçınılmaz bir savaşa girmek üzereyiz. Silaha sarılıp düşmanla savaşmazsak dinimiz adına her şeyin biteceğini düşünüyoruz. Biz hıristiyanlar aşağılanan yahudi ırkını nasıl görüyorsak, Türkler de bizi öyle görecekler. Bizim için iki seçenek var: Savaş ve şerefsizlik ... «Ama» diyorsunuz «para olmadan savaş olmaz.» Biz de para için nerelere başvurabileceğimiz sorusunu soruyoruz. Tüm yollar denenmiştir. İsteklerimize kimse cevap vermemiştir. Vilayetlere elçiler yolladık. Hakaretlere uğradılar, horlandılar. İnsanlar, yaptığımız her şeye bir kulp takıyorlar. İnsanlar; bizim lüks içinde yaşadığımızı, bir servet oluşturduğumuzu, ihtirasımızın kölesi olduğumuzu, en güçlü ve hızlı atlara bindiğimizi, sırmalı kaftanlar giydiğimizi, kırmızı şapka ve cüppe giyip şiş yanaklarla sokaklarda dolaştığımızı, av köpekleri beslediğimizi, aktörlere ve parazitlere para döktüğümüzü ve dinimizi savunma adına hiçbir şey yapmadığımızı söylüyorlar:

Papaların tüm ısrarlarına rağmen yeni bir haçlı saldırısının organize edilememesinde Fatih'in Nisan 1454 yılında Venediklilere geniş imtiyazlar veren bir anlaşma yapmasının ve Cenevizlilere bazı ayrıcalıklar tanımasının önemli payı vardır. Bu iki deniz devleti kendilerine tanınan ticari ayrıcalıkları kaybetmek istemediklerinden papanın savaş çağrılarına karşı isteksiz bir tavır sergiliyorlardı.


BALKANLARDA MERKEZİ YÖNETİMİN KURULMASI


Balkanlar her zaman Osmanlı'nın kaderinde çok önemli rol oynayan bir bölge olma özelliği taşımış ve Osmanlılar Balkan hakimiyeti konusunda başından itibaren hassas bir tutum sergilemişlerdir. Rumeli halkına daima iyi davranıldığı gibi çok sayıda kişi de yüksek kademelerde devlet yöneticisi olarak Osmanlı bürokrasisinde yer almıştır.

Esasen İstanbul alınmadan çok önce de Balkanlar'da ciddi bir Osmanlı varlığından söz edilebilir. Kuruluş döneminde gerek bölgedeki küçük krallıklara, gerekse birleşik haçlı ordularına karşı üst üste kazanılan zaferlerin ardından Osmanlılar, Rumeli’de tutunmayı başararak kalıcı bir güç haline gelmişti. Nihayet bu ilerleyiş sistematik bir biçimde gelişmiş ve Tuna Nehri'ne kadar bütün Balkan toprakları, Osmanlı atlılarının ulaştığı yerler olmuştur. Bu süreçte başta Bulgaristan olmak üzere Mora, Arnavutluk, Makedonya, Romanya ve Sırbistan; Osmanlı'ya bağlı ülkeler haline geldiler. Fatih'in merkeziyetçi bir imparatorluğun temellerini atmasıyla Tuna Nehri'ne kadar bütün Balkan toprakları merkeze bağlı kalıcı bir Osmanlı yurdu haline geldi.


BİZANS'IN DİRİLTİLEBİLECEĞİ GELİŞMELERE KARŞI ÖNLEMLERİN ALINIŞI


Fatih, Rumların yoğun olarak yaşadığı ve Bizans Devleti'nin yeniden kurulabilme riskinin bulunduğu Mora ve Teselya bölgesindeki gelişmeleri dikkatle izlemekteydi. Mora'nın hakimiyeti ve Rum liderliği konusunda Paleolog Hanedanı'ndan Tomas ve Dimitrios kardeşler amansız bir iktidar mücadelesi içerisine girmiş, bunun sonucu olarak bölgede bir iktidar boşluğu meydana gelmişti. Bu karışıklık ve karmaşadan yararlanan Osmanlılar, bölgede kısa zamanda ve kolayca hakimiyet alanlarını genişleterek kontrolü ele geçirdi. Bu amaçla, Moraya ardı ardına iki sefer düzenlendi. Bunlardan ilkinde Fatih, Korint ve Atina civarını ele geçirdi. İkinci seferde ise Fatih'in gönderdiği Mahmud Paşaya bağlı kuvvetler Spartayı alarak Dimitrios'u etkisiz hale getirdi. Tutuklanan tekfur, Fatih'in danışmanlarının aracılığıyla affedildi. Kendisine Enez kasabasının tuz gelirinden oluşan bir tahsisat bağlandı. Dimitrios 1470 yılında «Rahip Dorotheos» unvanıyla Edirnede öldü. Kardeşi Tomas da Türklere karşı daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayarak İtalyaya iltica etmek zorunda kaldı. Böylece Mora, kesin olarak Türk hakimiyetine girdi. Fatih, Morayı Teselya ile birleştirerek başına Zağanos Paşayı getirdi. Böylece bugünkü Yunanistan, sahilde Venediklilere ait bazı kale ve Ege Denizi'ndeki adalar hariç, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak haline getirildi (1460).

Eflak (Romanya) Prensi III. Vlad, Macarlar ile anlaşarak Osmanlı Devleti'ne taahhüt ettiği vergileri ödememişti. Üstelik Hamza Paşa komutasındaki iki bin kişilik bir orduyu pusuya düşürerek katletmişti. Ayrıca Fatih'in Karadeniz'de Trabzon Seferi'ne çıkmasını fırsat bilerek Niğbolu, Vidin ve Tuna kıyılarındaki şehirlere saldırıp bu şehirleri harap etmişti. Fatih'in elçilerini kazığa vurdurarak öldürme cüretini gösteren bu Voyvodaya karşı Fatih Sultan Mehmed 1462 yılında güçlü bir orduyla Eflak'a doğru imha seferine çıktı. Kazıklı Voyvoda lakaplı III. Vlad, karşı koyamayacağını anlayarak Osmanlı kuvvetlerinin önünden süratle kaçtı ve Macaristan Krallığı'na sığındı. Bu takip sırasında Voyvoda'nın süvari birliklerine ait askerlerinden iki bin kadarı yok edildi, bin civarındaki askeri de esir alındı. Ayrıca bu sefer sırasında iki yüz bin at ve yük hayvanı ganimet olarak ele geçirildi.

Eflak'ta kontrolü sağlayan Fatih Sultan Mehmed buraya güvenilir bir idareci tayin etti ve Eflak ülkesini kesin olarak merkezi otoriteye bağladı. Bu tarihten sonra Eflak, Osmanlı'nın mümtaz bir eyaleti haline geldi. Kazıklı Voyvoda ise Osmanlı ile ilişkilerini iyi tutmak isteyen Macar Kralı Matyas Korven tarafından hapse atıldı. Sonradan kurtulup Eflak'ta iktidar mücadelesine giriştiyse de, öldürülerek tarih sahnesinden çekildi.

Öte yandan Fatih, Orta Avrupa hakimiyeti için Sırbistan'a iki sefer düzenledi. Bunun sonucunda Belgrat hariç bu toprakları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine kattı. Bir diğer Balkan topluluğu olan Boşnaklar da bu dönemde kesin olarak Osmanlı'nın bir parçası oldu. Bosna halkı hıristiyan olan ancak teslis inancını reddeden Bogomil mezhebindendi. Fatih'in bölge halkıyla sağlıklı bir iletişim içerisine girmesi sonucunda Bosnalılar İslamiyet’i seçti. Bosna, her zaman Osmanlı Devleti'ne gönülden bağlı kaldı ve devlette çok sayıda asker, yönetici ve alimle temsil edildi.

Arnavutluk; coğrafi bölge olarak dağlık, engebeli bir özellik taşımaktaydı. Arnavutlar başlangıçta inatçı kişilikleriyle Fatih'in güçlü bir merkezi yönetim kurma ve bölgede etkinliklerini artırma gayretlerine şiddetle direnç gösterdiler. Fakat Fatih'in ısrarlı gayretleri sonucunda Arnavutlar da büyük ölçüde merkeze bağlandı. Çoğunluğu Müslüman olan Arnavutlar, Osmanlı varlığının Balkanlardaki koruyucu unsuru ve Osmanlı kimliğinin çok önemli bir parçası olarak Osmanlı'nın son yıllarına kadar devlete bağlı kaldılar. Asker, alim ve bürokrat olarak birçok Arnavut, uzun yıllar devlet hizmetinde bulundu.


KARADENİZ HAKİMİYETİ İÇİN YAPILAN SEFERLER


Fatih, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının hakimiyetini ele geçirdikten sonra ekonomik açıdan bu önemli geçitlerle doğrudan ilgili olan Karadeniz sahillerine de sahip olmak ve bu denizi bir Osmanlı gölü haline getirmek için harekete geçti. Kurdukları kolonilerle Cenevizliler, bu bölgede çok etkili bir konumdaydı. Uzun zamandan beri Kırım'ın da içerisinde bulunduğu yarımadayı merkez tutarak Kefe ve Suğdak limanlarından bölgenin ticaretini kontrol altında tutmaktaydılar. Fatih, boğazların hakimiyetini sağladıktan sonra Cenevizlileri önce kontrol altına alarak vergiye bağlamış; İstanbul’a buğday, kürk, deri ve tuz sevkiyatını düzenli hale getirmişti. En önemlisi, Kefeden Mısır'a köle ticaretini yasaklamıştı. Diplomatik kanalları daima açık bırakarak bu denizci ve paralı devletin kendi düşmanlarıyla ittifaklar kurmasını önlemişti.

Fatih 1459 yılında artık bölgede ağırlığını iyiden iyiye artırma zamanının geldiği kanaatine vararak harekete geçti. Önce 150 parçalık bir filoyla Ceneviz kolonisi olan Sinop yakınlarındaki Amasra Kalesi'ni denizden abluka altına aldırdı. Kendisi de karadan gelerek şehri kuşattı. Mukavemetin bir çare olamayacağını gören kale teslim oldu. Sahildeki fetih, sırasıyla Sinop'un İsfendiyaroğulları'nın elinden alınışıyla devam etti. Yine Bizans'ı diriltme ihtimali bulunan Rum Pontus Devleti'nin merkezi Trabzon'a yönelerek şehri karadan ve denizden kuşattı. Yapılan müzakereler sonucunda Rum Pontus devletine sulh yoluyla son verildi (1461). Trabzon ve civarında başarılı bir iskan politikası uygulanarak bölgeye yerleştirilen Türk ahaliyle, demografik yapı köklü bir değişime uğradı.

Fatih, Trabzon'un fethinin ardından ilgisini Karadeniz'in kuzey kıyılarında bulunan Kırım Hanlığı'na kaydırdı. Zaten İstanbul'un fethinden sonra Giraylar hanedanıyla diplomatik temas kurulmuş ve Cenevizlilere karşı ittifak yapılmıştı. Artık limanlardaki Ceneviz ablukasının kaldırılması zamanı gelmişti.

Fatih 1475 yazında Vezir-i Azam Gedik Ahmed Paşayı içerisinde vurucu gücü yüksek 10.000 azap, kapıkulu ve Rumeli askeri bulunan güçlü bir donanmayla Kırım sahillerine gönderdi. Osmanlı donanması dört günlük bir kuşatmanın ardından Kefe'yi zaptetmeye muvaffak oldu. Aralık 1475 yılına gelindiğinde bölgedeki bütün Ceneviz direniş noktaları kontrol altına alınmıştı. Cenevizlilerin esaretinden kurtarılan Kırım hanı Mengli Giray; Osmanlılara sadık kalmak, padişahın dostuna dost, düşmanına düşman olmak şartıyla tahtına tekrar oturtuldu. Uzun süre Osmanlı Devleti'nin ayrılmaz bir parçası olarak varlığını devam ettiren Kırım Hanlığı, 1783 yılında Rusların yönetimi altına girmek zorunda kalmıştır.


EGE ADALARININ OSMANLI HAKİMİYETİNE GİRMESİ


Güçlü Venedik ve Ceneviz şehir devletleri, uzun bir dönemden beri Ege Denizi'ndeki birçok adayı ve Mora sahillerindeki bazı kaleleri denetim altında tutuyordu. Bizans'ın bu eski topraklarında, Venedik ve Ceneviz devletleri, güçlü bir abluka kurarak deniz kolonileri oluşturmuştu. Fatih, karada eriştiği askeri güce henüz denizlerde ulaşamadığının şuurundaydı. Bu sebeple Venediklilerle fazla çatışmadan, önce Egede var olma, ardından da bütünüyle Ege Denizi'nde tek söz sahibi olma hedefine ulaşmayı sağlayacak teşebbüslerde bulundu. Öncelikle Papalığın siyasi etkisinde olan adalara seferler düzenledi ve Kuzey Egede; Enez. İmroz ve Limni adalarını ele geçirdi. Fatih tarafından gönderilen İsmail Bey idaresindeki donanma, Midilli Adası Dükası'nın Ege Denizi'nde gerçekleştirdiği askeri hareketliliğe son vererek bölgedeki Osmanlı ağırlığını yeniden sağladı. Bu çerçevede Taşöz ve Semendirek adaları da ele geçirildi.

Nihayet Midilli adasının fethinin ardından 16 yıl sürecek olan Osmanlı-Venedik deniz savaşları başladı. Papanın himayesinde güçlerini birleştiren Venedik, Macaristan ve Arnavutluk devletleri 1463 yılında topluca saldırıya geçtiler. Venedikliler Argos'u geri aldı. Morada birçok şehir ve kale de isyan ederek Venediklilerle birleşti. Bölgede yaşayan Müslüman ahali ve görevliler kalelerde mahsur kaldılar. Öte yandan Macarlar da Bosna'nın başkenti Yayiçe'yi zapt etti. Tüm Ege Denizi'nde üstünlük, müttefik haçlı güçlerinin eline geçmiş, haçlı ablukası Çanakkale Boğazı'na kadar genişlemişti.

Fatih, büyüyen ve gittikçe daha tehlikeli bir hal alan bu duruma acilen müdahale ederek karadan ve denizden köklü askeri tedbirler aldı. Bir yandan Mahmud Paşayı kuvvetli bir orduyla Mora'ya gönderdi. Osmanlı, bu müdahalenin ardından Mora'da üstünlüğü yeniden tesis etti. Öte yandan donanmayı takviye etmek için Kadırga limanı tersanesini yaptırdı. Çanakkale Boğazı'ndan İstanbul'a yönelebilecek tehditlere karşı Çanakkale Boğazı'nın her iki kısmına Sultaniye ve Kilitbahir kalelerini inşa ettirdi. Balkanlarda baş gösteren tehlikeye karşı karadan bizzat harekete geçen Fatih, Bosna ve civarındaki askeri gücünü tahkim ederek Arnavutluk üzerine yöneldi. Bir yandan da Venediklilerle barış görüşmelerini başlatarak hıristiyan ittifakını dağıtma yollarını aradı. Arnavutluk içlerinde İlbasan Kalesi'ni yaptırarak buraya bir miktar asker yerleştirdi. Fakat Arnavutluk'ta askeri hakimiyet tam olarak kurulamadı. Nitekim Fatih, bu geçit vermez coğrafi bölge için bir müddet sonra yeniden dönerek uğraşmak zorunda kaldı.

Nihayet Ege adalarının büyük çoğunluğunun Osmanlı hakimiyetine girmesinin ardından 1479 yılında Venediklilerle bir barış yapıldı. Buna göre Venedikliler, her yıl için 10 bin altın vergi ödeyecekler, İstanbul'da elçi bulundurabilecekler, kaybettikleri adaların bulunduğu Egede serbestçe ticaret yapabileceklerdi.


OSMANLI-AKKOYUNLU MÜCADELESİ ve OTLUKBELİ SAVAŞI (1473)


İran merkezli göçebe geleneğine bağlı güçlü bir devlet olan Akkoyunlular, Doğu Anadolu'da Fırat ve Dicle nehirleri arasında kurdukları hakimiyeti Anadolu'nun diğer bölgelerine de yayma arzusu taşıyordu. Nitekim rakibi Karakoyunluları 1467 yılında ortadan kaldırıp topraklarına el koyduktan sonra Karamanoğulları Beyliği'ndeki taht kavgalarına da müdahale etti.

Bu durum Türklerin yönettiği iki Müslüman devleti karşı karşıya getirdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Timur'un siyasetini izleyerek Orta Anadolu işlerine karışıyor; Fatih'in etkisiz hale getirdiği beyleri de himaye ediyordu. Ayrıca Trabzon-Rum İmparatorluğuyla da dayanışma içerisinde bulunuyordu. Daha da önemlisi, Osmanlı'ya karşı Venedik, Kıbrıs ve Rodos şövalyeleriyle işbirliğine yönelik müzakerelerde bulunuyordu. Nihayet Uzun Hasan'ın 1472 yılında Tokat'ı yağmalaması ve Karamanlı güçleriyle birleşerek Akşehir'i alması iki devleti Otlukbeli mevkiinde karşı karşıya getirdi.

Fatih'in 100 bin kişilik ordusu, rakiplerini bu mevkide kesin bir bozguna uğrattı. Böylece doğuda tehlikeli bir şekilde ilerleyen Uzun Hasan bertaraf edilerek ikinci bir Timur vakasının yaşanması engellenmiş oldu. Yenik hükümdar; Karahisar Kalesi'ni teslim ettiği gibi, Osmanlı'ya karşı bir daha saldırmayacağına yemin ederek barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu kesin zaferin ardından Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri, Torosları ve Akdeniz eteklerini ele geçirerek Karaman ülkesini hakimiyet altına aldı.


FATİH'İN İTALYA ÜZERİNDEKİ EMELLERİ ve OTRANTO SEFERİ (1480)


Bizans İmparatorluğu'na son verip Hz. Peygamber'in müjde ve iltifatına mazhar olan Sultan Fatih, Akdeniz'in kapısı anlamına gelen Rodos Adası'nı almak ve Roma İmparatorluk tacını da ele geçirmek istiyordu. Bunun için askeri olarak İtalya'ya sarkmak gerekiyordu. Bu amaçla görevlendirilen Mesih Paşa, Rodos'u almaya teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. Ancak Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir donanma, şiddetli bir kuşatmanın ardından Otranto şehrini almayı başardı. Böylece İtalya'da bir köprübaşı kurulmuş oldu. Gedik Ahmed Paşa Otranto'ya bir miktar asker yerleştirerek Arnavutluk'a geçti ve «Çizme»yi bütünüyle ele geçirmek için hazırlıklarını yoğunlaştırdı. Türklerin İtalya'ya çıkması çok büyük bir heyecan yarattı. Artık hedef Roma idi. Papa, Roma'dan ayrılıp Fransa'ya sığınmak için hazırlık yapıyordu. Akdenizden esen Türk rüzgarının meydana getirdiği endişe ve şaşkınlık Fatih'in beklenmedik vefat haberiyle ortadan kalktı. Fatih, çıktığı son seferinde Gebze yakınlarında Sultançayırı olarak bilinen yerde ani olarak vefat etti (1481).

Kaynaklar, vefat sebebini tüm Osmanlı hükümdarlarında görülen ve halk arasında gut/damla olarak bilinen nikris hastalığına bağlamaktadır. Ancak Aşıkpaşazade tarihinde ölümünün özel doktoru İtalyan asıllı Yakub Paşanın yavaş yavaş zerk ettiği zehirden olduğu yönünde farklı bir rivayet de bulunmaktadır. Fatih'in vefatı üzerine Gedik Ahmed Paşa Otranto'yu terk ederek geri çekilmek zorunda kaldı.


FATİH'İN ŞAHSİYETİ


30 Mart 1432'de Edirne'de dünyaya gelen II. Mehmed; henüz on bir yaşındayken Manisa'ya vali olarak gönderilmiş, ağabeyinin beklenmedik ölümü üzerine Osmanlı tahtının tek varisi olarak kalmıştı. Doğu Roma İmparatorluğu'nu ortadan kaldırarak hakkıyla Fatih unvanını alan Sultan Mehmed; 1481 tarihine kadar 30 sene padişahlık etmiş, bizzat 21 sefere katılmıştır.

"Yıl oldu sefere gitti. Yıl oldu ki, iki-üç seferi birlikte yaptı. Mevcut Osmanlı mülküne on sekiz iklim kattı. Anadolu'da tek bir hıristiyan devleti bırakmadı."

Kaynaklar; Fatih'in son derece atılgan, şan ve şerefine düşkün, sert mizaçlı, zevk ve sefaya sırtını çevirmiş, büyük hükümdarlarda mutlaka olması gereken kudretli bir asker ve diplomat kişiliğe sahip bir padişah olduğunu nakletmektedir. Türkçe, Rumca ve Slav dillerini ileri seviyede bildiği gibi; Farsça ve Arapçaya da hakimdi. Aynı zamanda güçlü bir şairdi ve «Avni» mahlasıyla şiirler yazmıştı. Bu özellikleri, geniş görüşlü bir kültür adamı olmasına büyük katkı sağlamıştır. Fatih, din ve felsefe alanında da mukayeseli bir birikime sahipti. Her nerede yüksek bir alim duysa, onu İstanbul'a getirmek isterdi. Meşhur astronomi bilgini Ali Kuşçu'yu ve büyük fıkıh alimi Molla Cami'yi de İstanbul'a davet etmiş; hak ettikleri izzet ve ikramla da gönüllerini almıştır.

Meşhur İtalyan ressam Bellini de İstanbul'a gelerek Fatih'in resmini yapmış ve o da büyük bir himaye görmüştür.

Fatih Sultan Mehmed, yönetim alanında da birçok yeniliğe ve gelişmeye imkan hazırlamıştır. Her şeyden önce büyük bir devlet için gerekli olan yeni kanunlar yaptırmış ve bunları yürürlüğe koymuştur.

«Saltanat Veraseti»ne dair çok tartışılan «Fatih Kanunnamesi», devletin parçalanmasına yönelik kaygıları giderme maksadını taşıyordu. Divan-ı Hümayun'un oluşumunu temel esaslara bağlayan kanun ile devlet hizmetlilerinin görevlerine dair kanunlar, «Konargöçer Devlet» anlayışından müesses devlet anlayışına geçildiğini gösteren belgelerdir. Buna göre, devlet görevlileri; «Babu's-Saade» ve «Bab-ı Ali» namıyla iki bölüme ayrılmaktaydı. Bu kanun ayrıca Osmanlı'ya mahsus orijinal kurumlar olan Enderun ve Birun yöneticilerinin görev ve yetkilerini de tanımlıyordu.

Esaslı bir teşrifat geleneğinin oturtulması, vakıflar kanunu ve devletin maliyesini tanzim eden diğer kanunların yürürlüğe konulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devletine yakışır düzenlemelere kavuşmuştur. İlk Osmanlı altın parası da yine Fatih döneminde (1478) «Venedik Dükası»nın vezin ve ayarında İstanbul'da basılmıştır. Bu parayla birlikte Osmanlıda yeni mali politikalar izlenmeye başlanmıştır. 




 


Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

13 Aralık 2023 Çarşamba

İRAN TARİHİ-6

 İRAN'IN KÜLTÜR TARİHİ


Arkeoloji ve tarih araştırmalarının bugün ki Medeniyeti verimlerine göre İran,  ilk medeniyetin en eski izlerini sinesinde barındıran bir ülkedir.  Bu memleketin kuzey-doğu, kuzey ve batı bölgelerinde yapılan kazılar, menşei Aral gölüyle Altay dağları arasındaki alana dayanan medeniyet tohumlarının İran'da yayılış yönlerini belirttiği gibi, gelişme merkezlerini de meydana çıkarmıştır. Bu araştırmaların belirttiğine göre Avrupa henüz paleolitik medeniyetin son merhalesinde iken İran ve Yakın Şark bakır çağında süratle ilerliyorlardı. Buralarda da gerçi taş aletler kullanılıyordu. Fakat, madeni tanımış olan insan, bunlardan faydalanmak yollarını bulmağa koyulmuş, aynı zamanda ağaçları ve hayvanları da evcilleştirmeğe başlamıştı.

Arkeologlar, Cemdet-Nasr’da has buğdayla altı sıralı, arpa taneleri bulmuşlardır. Bu keşif, Türkistan'ın kuzey-doğu İran sınırına yakın bölgesindeki Anav'da yapılan kazılarda en aşağı tabakada bulunan buğday ve arpa tanelerinin keşifleri derecesinde önemlidir.

İran'ın her tarafında bulunan renkli keramikler üzerinde koyun ve uzun boynuzlu hayvanları tasvir eden resimler bulunması, bu hayvanların evcilleştirilmiş olduğunu anlatmaktadır. İran'ın Bakır çağı insanları tarafından yapılmış olan bu keramikler, bu memleketin eski kalkolitik çağı keramiklerinin tevalisidir.

Sus I keramikleri denilen ilk keramiklerin tekâmül etmişleri Zagroslarda Nehavend ve Kirmanşahda, güneyde Buşir'de, Tahran civarında, plâtonun merkez bölgesinde, Şirazda ve Kaşan'da, Seistan’da ve doğu Belucistan’da bulunmuşlardır.

Bütün bu yerlerden çıkarılan materyellerin heyeti umumiyesi, keramik medeniyetinin ilerleyen bir gelişme gösterdiği çağlarda, İranda yayılmış olan renkli keramik medeniyetinin olduğu gibi kaldığını göstermektedir. Yalnız plâtonun güneybatı kenarındaki Sus’ta medeniyet Mezopotamya ile ahenkli olarak gelişmekte devam etmiştir.

Çünkü o zamanki tabiî coğrafya durumuna göre Sus, filizlerin gelişme ve serpilmelerine en çok elverişli bir alanda bulunuyordu.

Zagros eteklerinin aşağı Mezopotamya'ya hakim tepelerinde kurulan Sus şehri M.ö. dördüncü binden beri meskûn bulunuyordu. Diğer merkezlerde de pek kıymetli eserler bulunmuş ise de hiç bir yerde Sus’ta olduğu gibi prehistorik devirlerden itibaren medeniyet gelişmesinin bütün safhalarını belirten bol anıtlar, yazıtlar ve diğer eserler bulunamamıştır.


Halbuki Sus kazıları bize türlü devirleri canlandıran beş medeniyet kalıntılarını kapsayan tabakaların birbiri üzerine yığılmış olduklarını göstermiştir. En aşağıda 20 -25 metre derinlikte ve ham toprak üzerinde bulunan eserler, prehistorik devir medeniyetini belirtmektedir. Bu tabaka üzerindeki ham bir toprak tabaka üstünde de ikinci bir medeniyet eserleri bulunmuştur. Evvelki tabakadakilere nisbetle müterakki olduğu anlaşılan bu tabaka medeniyeti, ile tarihe girilmiş, ilk Elâm hiyeroglif yazısı bu devirde görülmüştür. Sus II adı verilen bu ikinci tabaka medeniyeti tarihî devirde Sinear’ın Akad krallığı zamanına kadar devam etmiştir.

'Bunun üzerindeki üçüncü tabaka medeniyeti ise bu zamanda ikinci bin başlarına, yani Sinear”ın birinci Babil krallığı devrine, dördüncü tabaka ise İran’da tek bir devlet kuran ve bütün Ön Asya'yı hükmü altında toplayan Ahamaniş’ler zamanına yani M. ö. altıncı asır ortalarına kadar süren zamana ait eserleri ihtiva etmektedir. Gerçi yukarıda görüldüğü gibi, Asur krallarından Asurbanipal İran’ın güney -batı bölgesindeki belli başlı şehirleri yıktırmış, medeniyet eserlerini Ninova’ya götürmüş veya yakıp yıkmış olmakla beraber, Ahamaniş'lerin zuhuruna kadar geçen 77 yıllık devirde İran medeniyetinde bir değişiklik olmamıştır.

İran'ın bu eski medeniyeti bir çok bakımdan Sinear'ın Sumer medeniyetine benzemekte ise de, Akad 'lar zamanından sonra sıkı münasebetlerin artmasına rağmen, genel esaslarda derin ayrılıklar bulunduğu anlaşılmaktadır.  Bu ayrılıklar, sâmî ırkın hususiyetlerini belirten cihetlere taalluk etmektedir. Kadının şahsiyeti hakkında Elâmlı’larla Mezopotamya sâmileri arasındaki telâkki ayrılığı bunun güzel bir misalidir. Sâmiler kadın için bir şahsiyet ve hak tanımadıkları halde, Elâmlılarda kadın erkek kadar ve hatta ondan üstün haklara sahip bir varlık telâkki edilmektedir.


İran’da ilk devlet teşkilâtı

Elâmlılar, takvim hususunda da sâmîlerden ayrılmışlardır.

Sâmi kavimler umumiyetle ay (kamer) takvimi kullandıkları halde Elâmlılar Zühre yıldızının hareketine göre düzenlenmiş bir takvim kullanmışlardır.

Bugüne kadar ele geçen yazılı tablet ve stellerden ilk devirlerde İran’ı işgal etmiş olan ve veraset brakisefal dalgalarının, yerleştikleri bölgelerde, birbirlerine nisbetle bağımsız bir takım küçük prenslikler kurmuş oldukları anlaşılmaktadır.

Başlangıçta bu küçük prenslikler bir site ile çevresindeki toprakları ihtiva eden küçük varlıklardı. Bu küçük prensliklerin gelişme seyri hakkında bilgimiz yalnız güney-batı Iran bölgesine inhisar etmektedir. Elâm adı verilen bu bölgede ikinci binin başında duruma hâkim olan Silhaha hanedanı feodalite temeline dayanan bir devlet usulü kurmuştur.

Bu usule göre, hanedanın en büyük ve kudretli şahsiyeti büyük kral tanınıyor, diğer sitelerin başında da bu hanedana mensup prensler bulunuyorlardı. Baş kral Sukkalmah unvanı ile anılıyor, sülâleye mensup küçük krallara da Sukkal, yani nâzır unvanı veriliyordu . Bu küçük prensler, yaşlarına göre inhilâl oldukça aşağıdan yukarıya derece derece yüksele yüksele baş krallığa kadar çıkabiliyorlardı. Buna göre meselâ ilk kademede Sus sukkalı unvanını taşıyan bir prens sonra Sus-Anzan sukkallığına yükseliyor, daha sonra da Sukkalmah yani baş kral oluyordu. Görülüyor ki baş kralın veliahtı oğlu değil, kardeşleri veya onların çocukları, yani hanedan prenslerinin yaşça en büyüğü oluyordu. Bu sebepten Elâm'da yalnız baş kral değil, bütün hanedan prensleri kutsî bir mahiyete haizdi. Yani kutsiyet fertlere değil, hanedana isnat ediliyordu. Sonraları küçük prenslerden bazılarının Sinear'ın site beyleri gibi Ensi (Patesi) unvanı ile de anıldıkları görülmektedir.

Prensler, hangi unvanı taşırlarsa taşısınlar, her zaman bulundukları yerde hem din ulusu, hem de hükümdar tanılıyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki Sumer’lerde görüldüğü gibi, Elâm'lılarda da krallara, tanrıların vekili gözü ile bakılıyordu. Bu yüzden otoriteleri de sınırsız idi.

Elâmlar, en eski zamanlardan itibaren idarî teşkillerini olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. M. Ö. üçüncü bindeki teşkilat ile Asurlular devrindeki teşkilât arasında büyük ayrılıklar görülmemesi bunu göstermektedir. Sinear’a yakın yerlerde veya Sinear'da hüküm süren Elâm prenslerinden bazıları istisna edilirse, aynı muhafazakârlık isimlerde de görülmektedir. En eski çağlarda hükümdar adlarını, birinci bin ortalarına doğru yaşayan prensler de aynen taşımışlardır.

Elâm'da askeri ve mülkî idare birbirlerinden ayrı idi. Fakat kral,  her iki idarenin başı ve âmiri idi. Kralın yanında dörtler kurulu denilen bir danışma  meclisi vardı.  Dörtler kurulu,  Başişu-rabu (baş kişi) denilen baş rahiple muavini, askerî komutan ve baş yargıçtan teşekkül ediyordu. Önemli işler görüşülürken dörtler kuruluna kral başkanlık ederdi.

Veraset Elam’larda kutsiyet hanedana ait olduğundan tahta kanuna varis olabilmek için baba gibi ananın da hanedana mensup prenseslerden olması şarttı. Bu sebepten tahta çıkacak prensler, birbirleriyle evlenen iki kardeşin çocukları oluyorlardı. Hanedana mensup bir prensesin en büyük erkek kardeşiyle evlenmesinden dünyaya gelen çocuk kanuni varis oluyordu.


Son zamanlara kadar sıkı sıkıya riayet edilen bu kanuna göre kral öldüğü zaman yerine alt payedeki erkek kardeşi geçiyor, dul kalan kız kardeşiyle evleniyor, karısının büyük kardeşinden olan çocuklarını evlat ediniyordu Bu kral da öldüğü zaman tahta, kendinin de evladı sayılan bu prenslerden en yaşlısı geçiyordu.

Yakın evlenmelerle hanedan prenslerini bünyece gittikçe zayıf düşüren bu kanun neticesindedir ki, bunlarda sar'a vesair asabi ve bünyevi hastalıklar çok görülüyordu. Yine bu kanun neticesi olarak memlekette sık sık iç kargaşalıklar baş gösteriyordu. Çünkü yaşları küçük prensler arasında kudretli ve haris adamlar bulunduğu zaman bunlar, yaşça büyük olan liyakatsiz kardeşi düşürerek yerlerine geçmek için entrikalar çeviriyor, ihtilaller çıkarıyorlardı.

Elam'da kadının faaliyet alanı evle sınırlandırılmamıştı. Hayat alanında erkekle kadın aynı haklara sahipti. Kadınlar da ortaklık eder, taahhütlere girişir, mukaveleler yapar, hakimlik eder, köle ve cariye sahibi olabilirlerdi. Rolünün ve öneminin zamanla artmış olduğunu görüyoruz. En eski Elam belgelerinde, hükümdarların adları ile beraber, analarının, kız kardeşlerinin, hemşirelerinin ve kızlarının da adlarını görmekteyiz.

Daha sonraki çağlarda krallığa vâris olmak için, ananın birinci derecede nazarı itibare alınmış olduğu anlaşılıyor. Bu kanuna göre tahta varis olmak hakkı, baba ile değil ana ile gerçekleşmektedir. Yani tahta çıkmak için bir kral sulbünden gelmiş olmak kafi değildir. Behemahal hanedana mensup bir prensesten doğmuş olmak şarttır. Ana kraliçenin, ölünceye kadar saltanat ortaklığı devam etmektedir. Elam'lılar gibi Sumerler ve Etrüskler'de de kadın hakkı erkekten üstün tutulmuştur.

Fikirlerin birtakım işaretlerle belirtilmesi usulü Elam’da pek erken bulunmuştur.  Fakat,  Elam keramikleri gibi Elam'ın ilk hiyeroglif yazı işaretlerinin belirdiği zamanı tayin için de elde hiçbir belge yoktur. Mezopotamya'da ilk kil tabletler, Uruk’da bulunmuşlardır. Cemdet-Nasr'da ise piktografik tabletler elde edilmişlerdir. İhtimal-ki Elam hiyeroglifleri de aynı çağlara aittir. Sus yazıtları gibi merkezî İran belgeleri de, Proto - Elamit denilen şekillerle yazılmışlardır. Sus ve Uruk yazılarının bir menşeden çıktıkları sanılıyor. Fakat birbirlerinden farklı olarak gelişmişlerdir. Sonraları Elam'lılar Sumer yazısını aldıklarından tabiatiyle kendi yazıları gelişememiştir, Basra körfezinde o zaman Liyan denilen bugünkü Buşir adasında bulunan bir yazıt, Elam’ların Akad kıralı Sargon I den pek az evvel dillerini Sumer işaretleriyle yazmağa başlamış olduklarını meydana koymuştur. Elâm'lar, sonraki zamanlarda ve hele XII inci yüzyılda Elam dilinin esas noktalarını belirten birçok yazıtlar bırakmışlardır. Şikago üniversitesi şark dilleri profesörü George G. Tameron, Şikago Şark Enstitüsünün tertip etmiş olduğu büyük Asur lugatini örnek alarak yazıtlardan çıkardığı kelimelerle bir Elam lügati yapmıştır.

Elam dili Proto-Elamit yazıtların incelenmesinden çıkan sonuçlara göre Elam dili bitişken bir dildi. Bu bakımdan Sami ve Hind-Avrupalı dillerden ayrılıyordu. Filoloji incelemelerinin belirttiğine göre Elam'lıların konuşma dilleriyle yazı dilleri arasında dikkate şayan ayrılıklar vardır. Elâm’lılar yazıda tanınan konsonlarla, yoğun konsonlar arasındaki farkı nadiren belirtmişler, çok defa bunları birbirleri yerinde kullanmışlardır. Bu sebeptendir ki krallarından birinin adı bazı yazıtlarda Kudur, bazılarında Kutur veya Kutir, bir tanrı adı ise bazan Lagamer bazan da Lakamer, bir memleket adı da Anzan ve Anşan şekillerinde yazılmışlardır.

Türkçede olduğu gibi Elâm dilinde de müzekker isimle müennes isim arasında fark yoktu. Elâm’canın karakteristik unsurlardan büyük bir kısmının, Kas, Lulubi, Guti, Haldi, Hurri dilleriyle bazı Küçük Asya kavimlerinin (Proto-Hatti, Likya’lı, Lidya’lı ve Etrüsk’lerin) dilleri ile müşterek olduğu anlaşılmaktadır. Her halde Elâm dili ile bu diller arasındaki benzerlik, hepsinin tek bir menşeden çıkmış olduğunu belirttiğine göre, bu dilleri konuşan kavimler arasında etnik bir akrabalık olduğu şüphesiz görünmektedir.

İran'dan Mazdeizimden önce İran’ın türlü bölgelerinde yaşayan halkların, dini telâkkileri hakkında esaslı bilgimiz olanı yalnız Elâmlılardır.  Diğer bölgelerde yaşayanlar, yazılı belge bırakmamış olduklarından,  oralardaki insanların dini telâkkileri hakkında ancak ihtimal yürütülebilir. Elâm’lılar, İran'ı ilk önce istilâ eden halka mensup bir grup olduklarına göre, türlü bölgelerde yapılan kazılarla meydana çıkarılan bu çağların genel kültür eserleri arasındaki benzerliğin, din telâkkisinde de mevcut olmaması için hiç bir sebep yoktur. Buna göre Elâm'ın din telâkkisi bakımından geçirdiği anlaşılan üç merhaleden birincisinin, yani naturizm'in, İran'ın Elâmlılarla bir soydan inen bütün halkı arasında müşterek bir din telâkkisi olması pek tabiidir.

Öyle görünüyor ki ilk çağlarda Elâm'da olduğu gibi Iranın kazılarla meydana çıkarılan türlü merkezlerinde yerleşen insanlar nazarında bazı ağaçlar, nebatlar, hayvanlar mukaddes tanılıyor, bunlarda mukaddes bir varlık bulunduğuna inanılıyordu. Bunlardan başka güneş ve ay başta gelmek üzere gökteki yıldızlara da tanrılık isnat ediliyordu.

Din fikrinin ilk gelişme devresi olan bu çağlara ait olarak Sus'ta bulunan anıtlarda yıldızlara, nebatlara, hayvanlara ve hele Kaprides’e ait bir takım İlâhî tasvirler görülmektedir. Anlaşıldığına göre bu çağlarda Elâm'da Kaprides’e neşvünema tanrısı rolü isnat olunuyor, sarılmış yılanlar, gergin kanatlı kartallar, tanrılık sembolü olarak tasvir ediliyordu.

İlk çağlara ait bu gibi semboller arasında bir sap üzerinde bulunan üçgen şeklinde bir mızrak da görülmektedir. Bu mızrağı, Babil tanrısı Marduk'un marru veya mar denilen silâhına benzetebiliriz.

Elâm’da dinî gelişmenin ikinci merhalesi, hayvan şeklinde tanrıların zoomorf ve bilhassa insan başlı arslanların belirmesiyle ayrılır. İlk zamanlarda koruyucu tanrılar telâkki edilen zoomorflar, sonraları cinleri temsil için yapılmışlardır.

Din telâkkisinin yükseldiği devri temsil eden üçüncü merhalede tanrılar, insan şeklinde tasavvur edildiğinden adsızlıktan kurtulmuşlar, kendilerine isnat edilen rollere göre isimler almışlardır. Bu suretle tanrıların mahiyetleri ve rolleri belirtilmiştir.

Sus'un Asur'lular tarafından yakılıp yıkıldığı zamana kadar süren bu devirde, Elâm dini, çok tanrılı bir din olmak karakterini taşıdığından, tanrıların sayısı pek çoktu. Bunlardan bir kısmının adları Akad ideogramlariyle yazılmış olduklarından ancak rolleri anlaşılmakta, Elâm dilindeki adları bilinememektedir. Meselâ Tanrı-Güneş anlamını ifade eden ideogramın Akkadca karşılığı Şamaş olduğu halde, Elâmca karşılığı tabiî başka idi. Elâm'lılar belki bu ideogramı Nahhunte diye telâffuz ediyorlardı. Nahhunte hem ışık, hem de adâlet tanrısı tanılıyordu.

Sayısı fazla olan tanrılardan resmî belgelerde en üstün olarak belirtilen iki tanrıdır. Bunlardan biri Huban, diğeri de İnşuşinak'tır. Elâm yazıtlarında birincinin adı çok defa Akad ideogramile yazılmış ve (büyük bütün) anlamı verilmiştir. İnşuşinak ise (Sus Hüdası) diye tasvir edilmiştir.

İnşuşinak, adının belirttiği gibi, yalnız Sus sitesi tanrısı değildi. Umumî telâkkiye göre tanrıların başı, yerin ve göğün mevlâsı, kâinatın yaratıcısı idi. Bazan kendisine Babil tanrısı Adad’a isnat edilen roller veriliyor, ona yıldırım ve fırtına tanrısı gözüyle bakılıyor, bazan da bolluk getiren feyiz ve bereket tanrısı diye niyaz ediliyordu.

Elâm kralları bu iki tanrının üstünlüklerini belirtmiş olmakla beraber Kiririşa adındaki üçüncü bir tanrının da onlardan aşağı olmadığı anlaşılıyor.

Yazıtlarda Kiririşa ana tanrıça olarak tasvir edilmektedir. Elâm’ın her yerinde kilden küçük istatülerinin yapılmış olması, bu ana tanrıçanın Elâm’lıların nazarında yüksek bir mevkii olduğunu gösteriyor. Kiririşa, Babil’in büyük tanrısı Marduk’la bir tutulan tanrı Huban’ın zevcesi idi.

Elâm panteonunu dolduran tanrılar arasında Şimut, Lagamer, Partikira, Aman Kasibar (bazıları bunu Huban’ın aynı sayarlar), Uduran (Hutran), Şapak, Ragiba Sungursara, Karsa, Kirsamas, Şudanu, Aiapaksina, Belala, Panintimri (Pinikir) Napirtu (Napir), Kindakarbu, Silagara, Napsa adları son zamanlara ait yazıtlarda çok geçmektedir. Bunlardan Lagamer'e Sumer’lerin akıl ve bilgi tanrısı sayılan Ea’nın oğlu nazariyle bakılıyordu. Bu tanrılardan bazılarının İran’ın Elâm bölgesi dışında yaşayan kavimlere ait olmaları kuvvetli bir ihtimal dahilindedir. Bunlardan tanrı Şapak'ın, Kas’ların Şipak adlı tanrıları olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Asur’luların Elâm’ı istilâsından sonra Ninova'ya götürülen bu tanrılara orada da tapınıldığı, Asur tabletlerinden anlaşılıyor.

Yazıtlarda bunlardan başka Hurbi, Narut, Amal,  Ninkarak adlarındaki tanrılardan da bahsedilmiştir. Kendilerinden yardım istenilen bu tanrılara ait kült şekilleri hakkında bilgimiz yoktur. Elâm’lılar, Sinear’ı istilâ ettikleri zaman tanrılarını da beraber götürmüş oldukları gibi, Elâm bölgesi Akad ve üçüncü Ur sülâlesi hükümdarları tarafından istilâ edildikten sonra Sinear tanrıları da Elâm'a sokulmuşlardır.  Elâm’da takdis edilen Sinear tanrılarının başında Uruk tanrıçası Nana bulunuyordu.

Tapuakkr Çok tanrılı bir dine bağlı olan Elâm’lıların, Ön Asya’nın o çağlardaki diğer kavimleri gibi, tapınak kurmağa büyük önem vermiş, krallar bunu kendilerinin ilk ve büyük ödevleri saymışlardır. Bu sebepten her sitede ayrı ayrı tanrılar adına büyüklü küçüklü bir takım tapınaklar kurulmuş: olduğunu, bu zamanlardan kalan yazıtlardan öğreniyoruz. Fakat bu yazıtlarda tapınakların binaları, içleri ve buralarda yapılan kültler, ibadetler hakkında esaslı bilgi verilmemiş, yalnız bunların ya yeniden kuruldukları veya tamir edildikleri anlatılmıştır.

Elâm'ı istilâ eden Asurbanipal askerlerinin hiç bir iz bırakmayacak surette Elâm şehirlerinde yaptıkları yağma ve tahripler, yazıtlarda sık sık inşa veya tamirlerinden bahsedilen bu tapınakların plânları ve tezyin şekillerini belirtecek izleri silip süpürmüştür. Yalnız büyük kral Şilhak-lnşuşinak'ın yaptırmış olduğu iki tapınak grubu hakkında, tesadüfün yardımı ile ele geçen ve üzerinde bu tapınakların plânları bulunan bronz levha ile, Sus’ta yapılan kazılarda bunların harabelerinin meydana, çıkması, bu harabelerde bir çok eserler, yazılı steller ve heykeller bulunması sayesinde, az çok bir fikir edinmek mümkün olabilmiştir. Bundan başka Sus'u yıktıran Asurbanipal'in bu tapınakları tasvir eden büyük yazıtının bulunması da oldukça aydınlığı artırmıştır.

Bronz levhadaki plânın belirttiğine göre, bu iki tapınak grubundan küçüğü iki, büyüğü ise üç katlı idi. Tapınak kuleleri çini ile kaplanmış, fil dişi ile süslenmişlerdi. Bronz levhanın çıkıntısı üzerinde bulunan yazıtta doğan güneş unvanı ile anılan büyük kral Şilhak-lnşuşinak’ın bu tapınakları nasıl yaptırmış olduğu anlatılmaktadır. Bu yazıttan öğrendiğimize göre iki tapınak gurubundan küçüğü daha eski zamanlarda Sinear'ın üçüncü Ur sülalesi büyük hükümdarı Şulgi tarafından tanrıça Ninhursag için yaptırılmış olan tapınağın yerinde kurulmuştu. İhtimal ki kral Şilhak-lnşuşinak devrinde bu tanrıça Elâm'da Kiririşa veya Pinikir adiyle anılıyordu.

Plânda anlatıldığına göre küçük tapınak, tanrıya nezredilen şeylerin, vakfedilen eşyanın muhafazasına ait dört depo ile çevrilmişti. Bu depoların yanlarında ayrıca birtakım odalar bulunuyordu. Tapınak içindeki sunak (mezbah)ın köşelerinde de ayrıca dört depo daha vardı. Depoların adedi bize tapınaklara yapılan adakların, vakıfların miktarı hakkında bir fikir verebilir. Tapınak, pişmiş ve bitum ile sıvanmış tuğla kaldırım ile çevrilmişti. Bu kaldırım döşemede yer yer, memlekete ait stellerle kesilmişti Tapınağın içinde Puzur İnşuşinak'ın statüleriyle, birinci Babil krallarından Maniştusu’nun bir steli bulunuyordu. Mukaddes harimde de Untaş-Huban’ın karısı Napü asu'nun bronz statüsü duruyordu.

Sus’un koruyucu tanrısı İnşuşinak'ın tapınağı büyük grubu teşkil ediyor, ihtişamca evvelkine üstün bulunuyordu. Tapınak, uzunluğu 40 metreden fazla, genişliği ise 20 metreden ziyade bir taraça üzerinde bulunuyordu. Bina köşeleri kuzey ile güneye müteveccihti. Tapınağın pişmiş bitumla sıvanmış tuğladan yapılan depolarından başka altında da sekiz depo daha bulunuyordu. Alt depolardan dördü tapınağın köşesi altında, dördü de iç sunağın altında bulunuyordu. Bu depolara Puzur İnşuşinak’ın, Üzerlerinde Proto-Elâm yazıtlar bulunan statüleri konulmuşlardı.

Asurbanipal'in belirttiğine göre tapınak kapısının iki tarafında tabiî büyüklükte birer arslan bulunuyordu. Bunlara tapınağın koruyucusu gözüyle bakılıyordu. Kapıların rezeleri üzerinde o zamana kadar tapınağı tamir ettirmiş olan eski kralların adları yazılmıştı. Medhal, pişmiş kilden kakmalar, dekoratif konilerle süslenmişti. Buradaki yazıtlarda Şilhak-lnşuşinak eski kralların yaptırmış oldukları tapınakları nasıl tamir ettirdiğini anlatarak övünmekte, onların bu hizmetlerinin kendi zamanında yadedilmesi için bu kitabeleri yazdığını söylemektedir.

İnşuşinak tapınağı duvarları, pişmiş tuğlalarla yapılmıştı. Bu tuğlalardan bazıları üzerine bu tanrı adına tapınak yaptırmış olan eski kralların adları yazılmıştı. Bu tuğlalardaki yazılar sayesindedir ki bugün Sukkalmah’lardan birçoğunun adlarını öğrenmiş bulunuyoruz. Tapınağın ahşap çatısı, bina içinde tuğladan yapılmış direkler üzerine oturtulmuştu. İç duvarlar, çiniler ve kabartmalarla süslenmiş, gereken renkler verilmişti. Kabartmaların en önemlisi, üzerinde yolda birbiri arkasından giden, başlarında siperlikli miğferler, arkalarında kolsuz gömlekler, kısa eteklikler, ucları kalkık ayakkabıları bulunan savaşçıların yürüdüklerini gösteren bronz kabartma idi. Bunların gür sakalları göğüslerine kadar inmekte, miğferlerinin enselikleri kulaklarını ve enselerini iyice örtmektedir. Sağ ellerindeki kısa ve eğri kılıçları dikine tuttukları, sol taraflarında da birer yay asılmakta olduğu görülüyor. Üzerinde bugün okunamayan kitabede Manzat, Nahhunte, Lagamer, Pioikir ve Kiririşa gibi tanrılara takdim edilen ganimetlerden bahsedilmiş olduğu sanılıyor. Mihrap üzerindeki kitabe, kral Şilhak-İnsuşinak’ın kendisi ve ailesi efradı adına tanrı İnşuşinak'a yaptığı bir ithaf ile bunları tahrip edenler için bir lânetlemesi bulunmaktadır.

Şilhak-lnşuşinak, steller üzerindeki yazıtlarında da tapınak içinde bakırla müzeyyen muhteşem bir mihrab kurduğunu, burayı külte mahsus vazolar ve diğer eşyalarla süslediğini anlatır.

Büyük İnşuşinak tapınağının çevresinde kaldırımlarla döşenmiş ve etrafı duvarlarla çevrili bir avlu bulunuyordu. Bu duvarlar üzerinde de bir çok kabartmalar ve Elamca yazılı steller vardı. Bu stellerden üçünde Şilhak-lnşuşinak'ın savaşları anlatılmış, ikisinde tapınakla sunağın inşası hakkında bilgi verilmiş, altıncısına İnşuşinak için tapınak yaptıran eski kralların adları ile krallığın türlü bölgelerindeki Elim tanrılarına mahsus tapınakların isimleri yazılmıştı. Yedinci stelde ise Manzat ve Şimut'a yapılan bir tapınağın inşası anlatılmıştır. Sekizinci stelin yalnız bir parçası ele geçmiştir. Asurbanipal yazıtından öğrenildiğine göre, bu büyük tapınağın medhali vaktiyle Sinear'dan ganimet olarak getirilen birinci Babil krallarından Hammurabi kanununun yazılmış olduğu stel ile Akad krallarından Maniştusu’nun muhteşem dikili taşı yine Akad krallarından Naram-Sin’in meşhur zafer steli ile tezyin edilmişti. Bunlar arasında Elam kralları tarafından verilmiş topraklara ait fermanları ihtiva eden türlü sınır taşları dizilmişti. Bütün bunlar, Şilhak-İnşuşinak ile kendisinden önceki Elam krallarının harp başarılarını iç ve dış alanlardaki parlak muvaffakiyetlerini canlandıran maddi şahit olarak tanrı lnşuşinak'ın huzuruna dikilmişlerdi. Bu iki tapınak grubu, Elam krallığının Şilhak-lnşuşinak devrindeki haşmetini temsil ediyordu. Ne yazık ki ondan sonra git gide parlaklığını kaybeden bu medeniyet âbideleri, Asurbanipal’in bir emri ile yok edilmişler, eski varlıkları bile ancak binlerce yıl sonra tarihin ıttıla’ına girebilmiştir.

Sus’ta ve İran'ın diğer bölgelerinde yapılan kazılar, Ticaret işlerinden önce bu memlekette sanatın, heykeltıraşlığın, mimarlığın, ve ticaretin durumu hakkında bizi aydınlatacak önemli örnekler vermiştir. Üzerlerinde yazıtlar bulunan altın varaklar, mühürler, istatüler, çok eski zamanlarda sanatın bilhassa Elâm'da pek çok gelişmiş olduğunu belirtmektedir. Altından, gümüşten, kurşundan yapılmış gerdanlıklar bilezikler, bronz toplu iğneler, madalyonlar, sanattaki terakkiyi gösterdikleri gibi, altın kaplı gümüşten veya bronzdan maharetle yapılmış yılan başları da hem sanattaki ilerleyişi, hem de tanrıça yılanın son zamanlara kadar takdis edildiğini anlatmaktadır.

Fildişi eşyalarla lapislazuli’den bir maymun, o çağlarda Elâm’la iç Iran ve Hindistan arasında ticaretin gelişmiş olduğunu, sedef eşyalar da Basra körfezi çevresi ile münasebetin ilerlemiş bulunduğunu, çiniler, plâklar ve kabartmalar ise sanatkârların maharetlerini göstermektedir.

Sus kazılarının meydana çıkardığı bu sanat eserleri yanında, bu sitedeki tapınakların temelleri de, mimarlıktaki terakkiyi belirtmektedir. Kral Şilhak –lnşuşinak zamanında en parlak devrini yaşayan iki tapınak binası, çevrelerindeki ek binalar ve adak depolariyle ayrı bir mahalle teşkil ediyordu.

Tapınaklarda bulunan eşyalardan altın vazolar, taş vazolar, bronz leğenler, bronz levhalar bu zamanlardaki sanat tekâmülünün derecesini belirten eserlerdir.

Heykeller ve Elâm’da bulunan heykellerden bir kısmı, burada kabartmalarla yapılmış bir kısmı da Elâm krallarının Sinear’a yaptıkları seferler esnasında buralardan iğtinam edilerek Elâm’a getirilmişlerdir. Doğrudan doğruya Elam sanatını belirten en eski eserler, Sus II devrine ait siyah asfalt heykelcikler ile ilk önce, Sus Işakku’su olarak tanıdığımız ve sonra Anzan kralı olarak gördüğümüz Puzur-lnşuşinak devrine ait heykeldir. Kireç taşından yapılmış olan bu heykel oturan bir tanrıçayı tasvir etmektedir. Bu heykelde eski Sinear sanatının tesirini görenler vardır. Tanrıçanın arkasında uzun tüylü bir hayvan postu bulunmaktadır. Heykelin altında arkaik bir Elâm yazıtı, yanında ise Akkadca bir kitabe vardır. Bun¬dan sonra en önemli heykel, Anzan, Sus krallarından Untaş-Huban (M. ö. 1265 - 1243) ın karısı Napir-asu'nun tunç heykeljdir. Güzel endamlı kraliçeyi ayakta tasvir eden bu heykel Elâm sanatının şaheseri sayılmaktadır. Kraliçenin arkasında kısa kollu bir bluz ile süslü uzun bir eteklik vardır. Heykelin alt kısmında uzunca bir yazıt bulunmaktadır. Başı ve bir kolu kırılmış olduğu halde ağırlığı 1800 kilogram tutmakta olan bu tunç heykel, Elâm'lıların en önemli sanat eserlerinden biridir.

Elâm'lı bir kadını temsil eden, fakat kime ait olduğu bilinmeyen diğer bir heykel de sanat bakımından çok kıymetlidir.

Sus'ta bulunan eserler arasında tunç kabartmalarda Sinear tesiri sezilmektedir. Küçük bir iskemle üzerinde oturarak yün büken bir kadını tasvir eden kabartmada ise Asur tesiri açıkça görülüyor. Sus'da bulunan ve burayı istilâ etmiş olan Sumer ve Akad kralları tarafından dikilen heykeller, sanat bakımından tamamiyle Sinear eserlerinin aynıdır. Bunlar arasında Akad kralı Maniştusu heykeli, muvaffak olmuş bir sanat eseridir.

Elâm'da bunlardan başka Sinear'dan getirilmiş olan bir takım heykel ve dikili taşlarda bulunmuştur. Bunlar Sinear'ı istilâ etmiş olan Elâm krallarının oradaki tapınakları soyarak memleketlerine götürdükleri sanat eserleridir. O zamanlar Sus’ta Inşuşinak tapınağına konulmuş olan bu anıtlar arasında Akad kralı Naram -Sin'in meşhur zafer anıtı ile birinci Babil Kralı Hammurabi kanununun yazılmış olduğu stel, asırların tahribinden kurtularak zamanımıza kadar gelmiş, Sus kazılarında meydana çıkarılmıştır. Sus kazılarında, Sinear'da Kas'lar devrinde görülen Kudurru'lara benzeyen bir çok dikili taşlar da bulunmuştur.





İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

Sille Barajı / Konya

 


Şırnak Uludere Dağları

 


12 Aralık 2023 Salı

Siyahkaya ( Silopi) Barajı

 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-23

 OLİMPİYAT OYUNLARI


Kendi adıyla anılan "Tantalos işkencesi" yöntemini insanlığa armağan etmiş(!) olan acımasız Frigya kralı Tantalos; tanrıların ne ölçüde uzgörür ve uyanık olduklarını bilmek, bunu yakından gözleriyle görmek istiyordu... Bu amaçla Olimpos'ta oturan tanrı ve tanrıçaları, sarayında düzenlediği yemekli bir şölene buyur etti bir gün. Gencecik öz oğlu Pelops'u da parça parça doğrattırıp bir yemek hazırlattı. Ve bu yemeği konuk tanrılara sundu...

Olimposlu tanrıçalardan Demeter, çok acıktığından olacak, Pelops'un bir omzunun içinde bulunduğu bir tabak yemeği, bir solukta midesine indiriverdi! Diğer tanrılar da tam yemeğe başlayacağı anda Pelops, eskisinden daha güzel bir delikanlı olarak yeniden yaşama dönüverdi! Ve bütün tanrıların önünde sevinçten taklalar atmaya başladı!.. Tanrılar da olup bitenlerden bir anda şaşkına döndüler...

Ne var ki durumu hemen anladılar; artık bir omuzu noksan Pelops'a da çok acıdılar. Ama ilkin babası kral Tantalos'u sonsuz bir işkence çekmek üzere tanrı Hades'in yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ne yolladılar!.. Delikanlı Pelops'a da çeşitli armağanlar sundular. Örneğin tanrı Poseydon; altın kakmalı, kartal kanatlı bir koşu arabası armağan etti ona... Demirci tanrı topal Hepaystos; tanrıça Demeter'in yediği ve çukur kalan eksik omzunun yerine, fildişinden yapılma pırıl pırıl ışıldayan bir omuz yerleştirdi. Bu yüzden Pelops'un daha sonraki soyağacını oluşturan akrabalarının resimlerini ve heykellerini canlandıran sanatçılar, onların omuzlarına parlak birer yıldız yerleştiriyorlardı hep...

Başına gelenlerden sonra prens Pelops; tanrıların da öğüdüyle, ülkesinden ayrılıp Yunanistan'daki Elis bölgesindeki Pisa krallığına göç etti. Savaş tanrısı korkunç Ares'in oğlu olan Pisa kralı Oenomas'ın da güzelliği dillere destan Hippodameya (Hippodameia) adında bir kızı vardı. Yazgının bir cilvesi olarak Pelops, kent içinde dolaşırken bu güzel prensesle karşılaşıp tanıştı ve onun güzelliğine deli divane vuruldu... Artık onsuz yapamayacağını anlayan Pelops, gidip babası kral Oenomas'tan onu eş olarak istemeyi kafasına koydu...

Bir söylentiye göre bir gün sarayın demirbaş bilicisi, ölümünün damadının elinden olacağı yollu bir uzgörüde bulunmuştu kral Oenomas'a... Bazılarına göre de kral, kendi kızına âşıktı! Söylentilerin hangisi doğru olursa olsun, sonuç olarak kimselere vermek istemiyordu kızını!.. Ve kral; kız vermezliğine bir kılıf uydurmak üzere, kendisiyle yarışacak damat adayları için arabalı at yarışları düzenlemeye başladı. Bu yarışta kendisini geçen adaya kızını verecekti!.. Ne var ki kral Oenomas, kendisini hiçbir yarışçının geçemeyeceğinden de emindi. Çünkü babası savaş tanrısı Ares; böylesi koşularda hiçbir ölümlünün onu geçip alt edemeyeceği ölümsüz koşu atları armağan etmişti ona. O yüzden kızının da içinde bulunduğu koşu arabasıyla giriştiği her yarışmada; ilkin kendi arabasını arkalarda bırakıyor, sonra da bilerek açtığı arayı aniden kapatıyordu... Önündeki yarış arabasını geçerken de damat adayını kılıcıyla vurup düşürüyordu!.. Bu yarış Pisa kentinde başlıyor, Korintos'taki Poseydon Sunağı'nda son buluyordu... Yarışma başlamazdan önce kral Oenomas, Baştanrı Zeus adına bir kurban kesmeyi unutmuyordu...

Hemen hemen bütün damat adayları başlarına gelecek kesin ölümü bile bile, kralı geçebilecekleri umuduyla bu yarışlara katılmaktan da kendilerini alamıyorlardı... Çünkü güzel Hippodameya'ya öylesine tutkundu her biri! İşte zaman içinde yarışlara katılan on iki damat adayı, böylesi bir yöntemle kralın kurbanları arasına katıldılar bir bir... Kral bu yarışmada ölenler için bir tören bile düzenletmiyor; üstelik onların kafasını kestirip yarış alanının kapısına astırıyordu... (O yüzden bu yarış kurbanlarının mermer büstleri, günümüzdeki yarış alanlarındaki giriş kapılarının üstlerini süslemekteydi!..)

Günlerden bir gün ünlü Tantalos'un oğlu ve Egeli göçmen Pelops da damat adayı oldu. Kendi sonunun da, önceki on iki aday gibi büyük bir olasılıkla kılıçlanmak olacağını biliyordu. Böyle bir yazgıdan kurtulabilmenin çeşitli yöntemleri üzerinde de uzun uzun kafa yormaya başladı. Sonunda, yarışı kesin olarak kazanabilmek için kralın en yakını ve onun yarış arabasının onarımcısı Mirtilos ile anlaşıp bir tuzak hazırlamaya karar verdi. Mirtilos'a gitti ve yarışı kazanması karşılığında ona krallığın yarısını rüşvet olarak vermeyi önerdi. Ne var ki yazgının bir cilvesi olarak bu kez, aşılması çok daha zor başka bir engel çıkıyordu karşısına Pelops'un: Mirtilos da kralın kızına gizliden gizliye, derinden âşıktı! Haliyle o da kızın bir başkasıyla evlenmesini istemiyordu!.. Bunun üzerine Pelops; "Yarışı kazanırsam, kraliçe ile bir gece geçirebileceksin!" şeklinde ikinci bir rüşvet önerdi: Böylesi bir sunuya anında tav olan Mirtilos; kralın yarış arabasının çelik donanımında bir tuzak düzeneği hazırladı hemen...

Damat adayı Pelops'la yarış başladıktan az sonra, kral Oenomas'ı koşturan araba parçalandı! Kral da yerlerde yuvarlana yuvarlana kan revan içinde kaldı. Ölmek üzereyken en yakın dostu bildiği onarımcı Mirtilos'a ilençler yağdırdı ve onun ölümünün de Pelops'un elinden olması için babası tanrı Ares'e yalvarıp yakardı... Artık Pelops da hem ölen kralın güzel kızıyla evlendi, hem ondan boşalan tahta kuruldu...

Mirtilos da, kurduğu tuzağın bedelini istemek üzere yeni kral Pelops'un huzuruna çıktı... Kral Pelops, daha önce önerdiği ama yerine getiremeyeceği rüşvetin ağırlığından kurtulmak için Mirtilos'u adamları aracılığıyla öldürttü. Sonra da işlediği günahlardan arınmak üzere, topal tanrı Hefaystos'a yalvar yakar oldu. Pelops'a acıyan ve ona hak veren tanrı, onu günahlarından arındırdı. Böylece günahlarından arındırılan ve acımasız kayın-babasının tahtına kurulan Pelops, gelecek kuşakların kendisini hep anımsamasını istedi. Bunun için de savaş tanrısı iğrenç Ares'in oğlu olan acımasız kralla giriştiği yarıştaki yengisini unutturmamak için, Olimpiyat oyunlarını ve yarışlarını, belirli aralıklarla kutlanan barış şölenlerine dönüştürdü ve bu şölenleri kurumlaştırdı. Damatlık yarışında can veren masum yarışçılar için de görkemli törenler düzenletmeyi unutmadı. Bu arada Mirtilos'un kan günahından arınmak için tanrı Hermes adına büyük bir tapınak yaptırdı. Günümüz Mora yarımadasındaki krallığının adını da, kendi adı Pelops'u anıştıracak şekilde Peloponez olarak değiştirdi...

Pelops'un krallığı çağında Yunanistan, hem barışa hem de ekonomik bir rahatlığa kavuştu. Onun ölümünden sonra da Yunanlılar; çok sevdikleri bu krallarının anısını yaşatmak üzere, Olimpiya'da çok görkemli bir tapınak yaptırdılar...

Kral Pelops'un Baştanrı Zeus onuruna Olimpiya kentinde kurumlaştırdığı bu "Olimpiyat Yarışları"; MÖ 776 yılından beri hemen hemen kesintisiz, her beş yılda bir düzenlenegelmekteydi. Bu oyunlara katılan yarışçılarda aranan ilk koşul; onların Yunanlı ve özgür yurttaş olmaları, yani köleler sınıfından olmamalarıydı.

Bu oyunlar giderek bütün ulusların katılabildiği ve barış amaçlı evrensel bir yarışın ve birlikteliğin simgesine dönüşecekti... 




Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


11 Aralık 2023 Pazartesi

İLMİHAL-9 / NAMAZ-4

 


NAMAZIN KILINIŞI



Namazın farz ve vâciplerine, sünnet ve âdâbına uygun şekilde kılınışına ilmihal dilinde "sıfâtü's-salât" denilir. Namaz kılacak kişi abdestli ve kıbleye yönelik olarak durup ellerini kaldırır ve niyet ederek Allahüekber der, ellerini bağlar. Sübhâneke'llâhümme ve bihamdike ve tebârekesmüke ve teâlâ ceddüke velâ ilâhe gayrük der. İmama uymuş (muktedî) değilse, Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm der ve Fâtiha'yı okur. Fâtiha'nın bitiminde âmin der, besmelesiz olarak bir sûre veya birkaç âyet okur (zamm-ı sûre). Ardından Allahüekber diyerek rükûa gider. En az üç kere Sübhâne rabbiye'l-azîm dedikten sonra Semiallâhü limen hamideh diyerek doğrulur ve Rabbenâ lekel-hamd der. Ardından Allahüekber diyerek secdeye gider. Bedensel bir engeli yoksa yere önce dizlerini, sonra ellerini ve sonra yüzünü koyar, kıyama dönerken de bunun aksini yapar. Secdede en az üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra yine Allahüekber diyerek ara oturuşu (celse) yapar, sonra yine Allahüekber diyerek ikinci secdeye gider ve yine üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra Allahüekber diyerek ikinci rek`ata kalkar.

İkinci rek`at da birinci rek`at gibidir. Şu kadar ki ikinci rek`atta elleri kaldırma, Sübhâneke ve eûzü yoktur. Ayağa kalkınca el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin dedikten sonra Fâtiha'ya bir sûre veya birkaç âyet ekler. Daha sonra birinci rek`atta olduğu gibi rükû ve secdeleri yapar. İkinci secdeden sonra ka`de yapıp et-Tahiyyâtü lillâhi ve's-salavâtü ve't-tayyibât. es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh der. Kılacağı namazın rek`at sayısı ikiden fazla ise bu "ilk oturuş" (ka`de-i ûlâ) olur. Bu oturuşta Tahiyyât'a bir şey eklenmez ve Allahüekber diyerek üçüncü rek`ata kalkılır. Kalkacağı zaman ellerini dizleri üzerine getirir, öyle kalkar. Kıyamda el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin der. Bundan sonra yapılacak şeyler namazın farz olup olmamasına göre küçük değişiklikler gösterir:

Bu kıldığı farz namaz ise Fâtiha'dan sonra sûre veya âyet okumayıp rükûa varır. Secdelerden sonra, eğer varsa dördüncü rek`ata kalkar, dördüncü rek`at da üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`at yoksa ikinci secdeden sonra oturur (son oturuş=ka`de-i ahîre).

Kıldığı namaz farz değilse, farklı olarak üçüncü rek`atın Fâtiha'sına âmin dedikten sonra, bir sûre veya birkaç âyet okur. Sonra rükûa ve secdeye varır. Dördüncü rek`at, üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`atın secdeleri yapılınca oturulur. Bu oturuş, üç rek`atlı namazların üçüncü rek`atının ve iki rek`atlı namazların ikinci rek`atının bitiminde yapılan oturuş gibi, son oturuş (ka`de-i ahîre) adını alır. Son oturuşta Tahiyyât'tan sonra salavat ve dualar okunur, ardından selâm verilir.

Salavat şudur: Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd.

Dualar: Son oturuşta salavat getirdikten sonra yapılacak dua, âyetlerden iktibas edilebileceği gibi hadislerden de edilebilir.

Âyetlerden alınarak yapılabilecek duaya örnek:

Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr, bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn (el-Bakara 2/201).

Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba`de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente'l-vehhâb (Âl-i İmrân 3/8).

Rabbic'alnî mukýme's-salâti ve min zürriyyetî rabbenâ ve tekabbel duâ. Rabbenağfir lî ve li-vâlideyye ve li'l-mü'minîne yevme yekumü`l hisâb (İbrâhîm 14/40-41).

Hadislerden iktibas edilebilecek duaya örnek:

Allahümme innî es'elüke mine'l-hayri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem ve eûzü bike mine'ş-şerri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem.

Türkçesi: "Allahım bildiğim bilmediğim bütün iyilikleri senden istiyorum, bildiğim bilmediğim bütün kötülüklerden sana sığınıyorum".

İsteyen bu duaların anlamlarını da söyleyebilir. Şimdi bu vesileyle namazda Türkçe dua etmenin namazı bozup bozmayacağı konusu ile Hz. Peygamber'den nakledilenlerden başka bir duanın namazda okunup okunamayacağı sorusuna açıklık getirmeye çalışalım.


Namazda Türkçe Olarak Dua Edilebilir mi?


"Namazda insanların kelâmından hiçbir şey uygun olmaz. Çünkü namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" (Müsned, V, 447-448; Nesaî, "Sehv", 20; bk. Müslim, "Mesâcid", 35; Ebû Dâvûd, "Salât", 174).

Hadiste geçen "insanların kelâmı" sözü, başka biriyle karşılıklı konuşmak anlamına gelebileceği gibi insanların kendi aralarındaki konuşmaları türünden konuşma, gündelik konuşma ve insan sözü anlamına da gelebilir.

"Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" ifadesi ise, hasr ifade edecek şekilde anlaşılacak olursa, namazda bunların dışında bir şey yapılamayacağı sonucu çıkar. Nitekim bazı Hanefîler bu noktadan hareketle Kur'an lafızları dışında bir şeyle namazda dua edilemeyeceğini söylemişlerdir. Diğer âlimler ise, namazda konuşma yasağının Mekke döneminde geldiğini, halbuki namazdaki özel dua ve zikirlerin pek çoğunun Medine döneminde hadislerle sabit olduğunu ve bu hadislerin "Namaz tesbihten ibarettir" hadisinin kapsamını daralttığını öne sürerek, namazda her türlü lafızla dua edilebileceğini savunmuşlardır.

Hz. Peygamber bir gün namaz kılarken arkasında bir adamın "Ey Allahım, bana ve Muhammed'e merhamet et, başka da hiç kimseye merhamet etme" diye dua ettiğini duymuş, selâm verdikten sonra bu şekilde dua eden bedevîye dönerek "Geniş olan bir şeyi (Allah'ın rahmetini) daralttın" demiştir (Buhârî, "Edeb", 27). Hz. Peygamber, namazda bu şekilde dua ettiği için o kişiye namazı yeniden kılmasını söylememiş, sadece bencillik yapmaması için uyarmıştır. Bu olay, namaz kılan kimsenin namazın dua ve münâcâta ayrılmış bu bölümünde Kur'an ve Sünnet lafızları dışında fakat onlara uygun içerikte sözlerle istediği gibi dua edebileceğini göstermektedir.

Hz. Peygamber rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demiş, kendisiyle birlikte namaz kılan arkadaşlarından Rifâa "ve leke'l-hamd hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh" diye ilâve etmiş; Hz. Peygamber selâm verince arkaya dönerek "Demin konuşan kimdi?" diye sormuş; Rifâa "Bendim" deyince, bunun üzerine Hz. Peygamber, "Otuz küsur melek gördüm, senin söylediğin o sözü önce yazıp göğe götürmek için birbirleriyle yarışıyorlardı" diyerek, Rifâa'nın ihdas ettiği bu sözü onaylamıştır (bk. Şevkânî, II, 317-322).

Bu hadisler, namazda konuşma yasağının başka biriyle konuşmaya ilişkin olduğunu, içerik bakımından uygun olmak şartıyla, kişinin istediği lafızlarla dua edebileceğini göstermektedir.

Namazda "Ey Allahım, beni evlendir, karnımı doyur" gibi insanların konuşmalarına benzeyen sözler söylenirse, Hanefîler'e göre bunu söyleyen kişinin namazı bozulur. Çünkü bu söz, Kur'an'daki dualara ve Hz. Peygamber'in namazda okuduğu veya okunabileceğini bildirdiği dualara benzememekte, içerik olarak namazın genel çerçevesine aykırı düşmektedir. Fakat Şâfiî, dünyevî bir arzunun gerçekleşmesine yönelik olmakla birlikte sonuçta bunun da bir dua olduğunu, dolayısıyla bu şekilde dua etmekle namazın bozulmayacağını ileri sürmüştür. 




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak