20 Kasım 2023 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-9

 


Şaman Davulu


Her ne kadar şaman kıyafeti günümüzde günden güne önemini yitirip, gözden kayboluyorsa da, şaman davulu Sibirya şamanının en önde gelen büyü araçlarından biri olup, hâlen bu halklar için önemini kavramaktadır. Bilindiği gibi şaman davulu, Lapon büyücülerine kadar yayılmış bir alettir. Birtakım dinî maksatlarla ortaya çıkmış olduğuna şüphe olmayan bu müzik aletinin tarihinin ne kadar eskilere dayandığını söylemek mümkün değilse de, çoğu Sibirya halkının şaman davullarının yapılış tarzı itibariyle Laponların “elek” tarzı şaman davullarını andırması dikkât çekicidir.

Türk, Moğol, Tunguz halklarının yayılmış oldukları geniş coğrafyada rastlanan şaman davulları arasında her ne kadar bazı farklılıkları varsa da, aslında hepsi aynı prototipi teşkil ederler. Tunguz, Yakut ve Dolgan şamanlarının davulları genelde oval şekilde; karaçam, söğüt veya kayın ağacından yapılma bir gövdenin üzerine tüyleri temizlenmiş ren geyiği derisinin gerilmesi ile yapılmıştır. Doğu bölgelerinde karaca veya Yakut kabilelerinde at derisi de kullanılır. Derinin gergin durması için çoğu zaman gövde çemberi ile, deri arasına ufak yonga parçaları sıkıştırılır. Davulun alt tarafı açıktır ve burada çapraz biçimde birbirine kaynatılmış iki metal çubuktan oluşan bir tutma yeri vardır ve bu çubuklar davulun gövdesine deri şeritlerle sıkıca tutturulmuştur. Bazı davulların tutma yerlerinde ayrıca bir de kuş figürü bulunur. Davulun içerisinde ziller, çıngıraklar ve ses çıkartacak muhtelif metal aksam bulunur. Davul derisinin iç ve dış tarafında ise, genelde herhangi bir resim veya tasvir bulunmaz. Buna mukabil, Georgi gördüğü bazı şaman davullarının üzerinde kuş, yılan ve muhtelif hayvan resimleri olduğunu, hâtta bu davulların tutma yerlerinde bu tarz resim ve figürlerin olduğundan bahseder.

Altay ve Sayan bölgesinde rastlanan şaman davulları da aynı şekilde imâl edilmiş olup, onların da kenarlarında davulu germek için sıkıştırılan küçük yongaların oluşturduğu yükseltiler vardır. Soyote davulları ise, neredeyse daire şeklinde, tutulacak yeri çapraz yerleştirilmiş iki çubuktan oluşur ve bunlara “kutsal” bez şeritler bağlanmıştır. Günümüzde çoğunlukla at derisi kullanılarak yapılan deri yüzeye, Soyoteler herhangi bir resim yapmazlar. Altay bölgesi ve Abakan vadisinde yaşayan Tatar boylarının şamanlarının davulları, etnografya açısından ilginç örnekler sunar. Bu davulların gövdesi, daireye yakın veya hafif oval şekilde, sedir, kayın veya söğüt ağacından, üzerlerine gerilen deri, maral (ceylan), yaban keçisi (Sibirya keçisi) veya tay derisindendir. Hildén, Lebed Tatarlarının davul için oğlak derisi kullandıklarını, kayın ağacından yapılan tutma yerinin Lapon davullarındaki gibi davulun iç tarafını ortadan ikiye ayrıldığını bildirir. Abakan Tatarlarının davullarında bu tutma yeri/çubuğu üzerinde çok ince işçilik gerektiren figürler bulunur. Altay Tatarlarının davullarında ise, bu tutma çubuğunun üzerinde bir insan figürüyle, üst tarafında bakır boncuklardan yapılma gözleri olan bir insan yüzü, alt tarafta ise onun ayakları yeralır. Boynuna çeşitli renklerde bezlerin bağlandığı bu figüre “tüngür äzi”, yâni “Davulun efendisi” adı verilir. Aralarında Lebed Tatarlarının da olduğu bazı boylarda ise, bu tutma çubuğunun her iki tarafına insan çehresi işlenir. Şaman davullarının tutma yerlerindeki figürleri andıran tasvir ve resimler, bu halklar arsında bir çok kişinin çadırlarında yeralır. Bunlar, çadırın arka tarafında diğer ruh resimleri ile beraber saklanır, onların; şamanın ölüler ülkesine gitmiş olan atalarını temsil ettiğine inanılır ve onlara dua edilir.

Altay ve Abakan Tatarlarının şaman davullarının iç tarafındaki tutma çubuğuna dik olarak yerleştirilmiş bir demir çubuk bulunur ki, bu çubuk “Davulun efendisinin kollarını” temsil eder ve şaman elbisesinin arka tarafında asılı olan çıngıraklardan bu çubuğa takılır. Çoğunlukla çubuğun bir tarafında beş, diğer tarafında dört tane olmak üzere bu çıngıraklardan dokuz tane bulunur. Bunların yanına ayrıca ziller, küçük oklar ve bez şeritler takıldığı olur. Bu zil ve çıngırakların asıl işlevi, davulun çıkardığı sesi artırmaktır.


Altay Tatarlarının davullarının en ilgi çekici yönlerinden biri, davulun derisi üzerine genelde siyah, beyaz ve bazen de kahverengi boya kullanılarak yapılan resimlerdir. Altay Telengitleri, davulun derisinin iç tarafına da bu resimlerden yaparlar. Resimlerde, davulun tutma yerinde yer alan insan suretli figürün, yâni “Davulun efendisi”nin çizimi bulunur, ama bunun dışında şaman inançlarında yer alan pek çok başka varlık da resmedilir. Davulun tutma yerine dik olarak yerleştirilen çubuğun (davulun efendisinin kollarının) üst tarafında kalan bölüme gökyüzü ve yıldızlar, alt bölüme ise gök kuşağını (solongy) temsil eden bir veya üç tane yay ve davulun tutma yerinin yapıldığı kayın ağacıyla, davulun derisinin alındığı yere maralın resmi çizilir. Diğer resimler de ölüler ülkesinin varlıkları veya şaman ayinleri, sunu törenleri ve benzeri şeyleri temsil eden resimlerdir. “Davulun efendisi” ve onun “kolları” hâtta bu “kollar”da asılı duran zil, çıngırak gibi nesneler dahi davul derisinin her iki yüzeyine de resmedilmiştir. Acaba bu resimleme işi eski dönemlerde, bu iki yüzeyden hangisiyle başlamıştır? “Davulun ruhu”nun tabiatı icabı davulun içerisinde bulunduğunu ve şamanın da ayin esnasında diğer ruhları burada topladığı gözönüne alındığında, geleneğin asıl başlangıç noktasının bu iç taraftaki resimler olduğu, dışarıdaki resimlerinse bunun bir kopyası olduğu sonucuna varırız. Zaten Karjalainen de, “Şamanın yardıma çağırdığı ruhların toplanma yeri olan davulun içinde, gökyüzü ve yeryüzü resimleri ile küçük bir dünya meydana getirilmiştir ve davulun dış tarafına bu dünyanın aynısı veya benzerinin resmi yapılmıştır” derken, bu bakış tarzını ortaya koymaktadır.

Abakan Tatarlarında ise davulun sadece dış yüzeyine resimler yapılması dikkât çekicidir. Bu davulların tutma yeri insan şeklinde olmadığı için bu davullardaki resimlerde “Davulun efendisi”ni bulamayız. Abakan Tatarlarının davullarındaki resimler çok daha değişik tarzdadır. Buradaki resimleme usûlüne göre, davulun üst yüzeyi önce enine bir ayırma şeridi ile üst ve alt bölümler olmak üzere ikiye ayrılır. Bu şerit çoğunlukla üst bölümün de etrafında dolaşır ya da kimi zaman çepeçevre davulun bütün yüzeyini dolaşır. Bu ayırma şeridinin üst tarafı gökyüzünü temsil eder, bu bölümde güneş, ay ve yıldızların resimleri bulunur. Kimi zaman da bunlara ilâve olarak başka resimler, meselâ elinde yay ile at veya başka hayvanları kovalayan atlıların resimleri bulunabilir. Davullardan birinin üzerinde elinde bir yıldızı-muhtemelen Solbon yâni Venüs- tutan at üzerinde bir adam resmedilmiştir. Bazı davullarda da, davul yüzeyinin gökyüzünü temsil eden üst bölümüne tepelerinde bir yıldızın parladığı ağaçlar veya direkler resmedilmiştir. Deri yüzeyin alt bölümünde ise, elinde davulu ile bir şaman, ölüler ülkesine ait hayvanlar ve hastalık yaratan ruhlar gibi çeşitli varlıkların resimleri görülür. Bu varlıkların sayısı tek sayılıdır. Davulun üzerindeki resimlemeler arasında çok büyük farklılıklar görülebilir ve bunlar bazen kendine has bir karakter gösterir.

Abakan Tatarlarının yaptığı gibi, sadece dış yüzeyin resimlendiği şaman davullarına nadiren de olsa Altay bölgesinde rastlanır. Ressam Gurkin’in, Teletskoi gölü kıyısındaki bir yerleşimde görüp, resmini çizdiği bir şaman davulu bunun örneklerinden biridir. Bu davulun yüzeyindeki gökyüzünü temsil eden üst bölümünün tam ortasında “dünya ağacı”nı görülür ki, bu ağacın bir tarafında ay, diğer tarafında da güneş resmedilmiştir. Davul yüzeyinin alt bölümünde ise, iki tane boynuzlu hayvan görülür. Kahverengi toprak boyası ile yapılan bu resmi ilginç kılan ise, davulun yüzeyini ikiye ayıran ayırma şeridinin alt çizgisi boyunca sarkan bazı nesnelerin yeralmasıdır. Bunlar, diğer Altay şaman davullarında yeralan ve “Davul efendisinin kolları”na asılmış olan zil, çıngırak v.b. cisimleri temsil ederler ve her ne kadar bu davulda bulunmasalar da, davul üstü resimlemelere girmiştir. Muhtemelen bu her iki tip davul da birbirinden bağımsız olarak geliştirilmiş olmasına rağmen, zaman içerisinde birbirlerini etkilemişlerdir. Her iki tip davulun ortak noktası, üzerlerinde minyatür bir dünyanın resmedilmesidir, ama bu geleneğin hangi tip davulla başlamış olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir başka ilginç nokta ise, bazı Lapon davullarında da davulun üst yüzeyinin enine bir çizgi ile ikiye ayrılması ve üst bölüme gökyüzü ve diğer gök cisimlerinin resimlerinin yapılmasıdır. Birbirlerinden bu kadar uzak yerlerde yaşayan iki halkın bu geleneği bir diğerinden öğrenmiş olmaları pek muhtemel görünmemektedir.


Altay bölgesinde gövde bölümüne yıldızlar veya başka şekillerin çizildiği davullar görülebilir. Günümüzde ise, üzerinde hiçbir resimleme olmayan davullara da rastlanmaktadır ki, Hildén, Lebed Tatarlarının davullarının üzerinde hiçbir resim olmadığını söyler. Keza, Moğol şaman davullarının üzerinde hiçbir resim yer almaz. Bazı resimlerde yer alan Moğol şamanı ve iç tarafı da görülebilen şaman davulu araştırmacı Sakari Pälsi, Kiachta ve Urga arasındaki bölgedeki malzemeleri fotoğraflamıştır.

Bu davulun içinde, tutma çubuğunun üst tarafında yer alan insan başı figürü, Altay davullarındaki “Davulun efendisi”ni akla getirmektedir.

Davulun tokmağı olarak hemen her yerde çamaşır tokacına benzer bir cisim kullanılır. Altay bölgesinde bu tokmak, genç kayın ağaçlarından yapılır, Lebed Tatarları bu tokmağı “spiraea cha-maedryfolia” cinsi bir çalının dallarını yontarak yaparlar. Tokmağın davula vurulan bölümüne tavşan derisi veya oğlak benzeri bir hayvanın uyluk bölgesi derisi sarılır. Tokmağın arka yüzeyine küçük metal halkalar takılır. Tokmağın sap bölümünün ucuna bir delik delinir, buradan bir halka geçirilip, bu halkaya renkli bezler, kumaş şeritleri gibi şeyler bağlanır. Şaman şarkılarında “kamçı” olarak geçen tokmağın şamanın elinden fırlayıp, düşmemesi için de şamanın bileğine bağlanır. Kuzeydeki bazı halklarda, tokmağın sapı bir hayvan kafası şeklinde oyulur ki, Goldeler buraya ruhların resimlerini kazırlar. Tokmağın tutma bölümüne Goldeler karacanın uyluk derisini, Tunguzlarsa ren geyiği veya başka bir hayvanın uyluk derisini sararlar.

Şaman davulu kutsal bir eşya olarak görülür ve taşınma veya göç esnasında “kirlenmemesi” için ona da şaman kıyafetine gösterilen ihtimam gösterilir. Tunguzlar, davulun gövdesi için kullanılacak ağacı da kutsal bir yerden temin ederken, benzer şekilde Altay bölgesinde, davul yapılacak ağacın insanlar veya hayvanlar tarafından zarar verilmemiş, üzerinde bir zedelenme bulunmayan bir ağaçtan olmasına dikkât ederler. Bu sebeple davul yapımında kullanılacak ağaç bulmak için el değmemiş, ücra yerlere giderler. Yakutlarsa, davul yapımında kullanacakları parçaları, seçtikleri çam ağacından, ağacın büyümesini engellemeyecek şekilde keserken, ağacın dibinde bir kurban keser ve kestikleri dalın üzerine kan ve içki dökerler. Altay bölgesinde davul, dumana tutularak ve üzerine içki serperek tütsülenir, davul eskidiğinde, genelde kasnak değiştirilmeyip, sadece derisi değiştirilir ve davul kullanılmaya devam edilir. Davul herhangi bir sebeple, meselâ evdeki birinin ölümü v.s., “kirlenecek” olursa, yine sadece derisi değiştirilir. Kullanılıp yıpranmış bir davul derisi imha edilmeyip, ormanda bir ağaca asılır. Şamanın ölümünden sonra, davulu mezarının yanına bırakılır. Şaman davulu, erkek şamanlara has bir eşya değildir, kadın şamanlar da şaman ayini esnasında davul kullanırlar.

Şaman davulunun işlevinin ne olduğu konusunda kaynaklarda çok değişik açıklamalara rastlanır. Priklonskij, Yakutların şaman davulunu, şamana ruhlar âlemine giderken eşlik eden hayvanın sembolü olarak gördüklerini anlatır. Bazı Yakut efsanelerinde adı, “şamanın atı” olarak geçer. Buryatlar da davuldan, şamanın seyahâtlerinde bindiği at olarak bahsederler. Buryat ve Yakutların yaşadıkları bölgelerde davulun derisinin at derisinden yapılıyor olmasının bununla bir ilgisi olabilir mi bilinmez? Davulun, karaca veya maral derisinden yapıldığı bölgelerde, davula karaca veya maral adı verilir ki, Karagasse ve Soyote şamanlarının şarkılarında “ben bir şamanım, yabani bir karacanın sırtında geziyorum” cümlesi bu konuda bir ipucu vermektedir. Yakut efsanelerinde, şamanın davulunu çalmaya başladığında yedi gök katında uçarak dolaştığı anlatılır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere davul, şamanın seyahâtlerine eşik eden bir nesne veya hayvan olarak tasavvur edilmektedir. Bu durumda Altay bölgesinde davulun tokmağına “kamçı” adının veriliyor olması oldukça makûl görünmektedir. Şamanın davul sesi eşliğinde kendinden geçmesi ve ruhunun bedeninden ayrılarak seyahât etmesi, bu kurguya oldukça uygun düşmektedir. Bu konuda hâlen cevaplayamamış olduğumuz soru, davulun en baştan itibaren şamanı coşturmak için kullanılıp kullanılmadığıdır. Karjalainen; “Bir Ostyak’a davul çalınmasının sebebini sorduğunda, hiç tereddüt etmeden, davul çalarak şamanın o sırada üzerinde uğraştığı konuda kendisine yardımcı olacak ruhları veya kendi koruyucu ruhlarını çağırdığını söyler” şeklinde anlatmasıdır. Golde şamanının kıyafetini giyip, davul çalmaya başlayışını ve “Seon”ları yardıma çağırışına şahit olan Lopatin ise, davul çalma ritüelini şu şekilde anlatmaktadır: “Şaman önce davulunu hafifçe çalmaya başlar, sonra daha sık aralıklarla, daha güçlü şekilde davula vurup, bir taraftan da ilâhiler söyleyerek, ruhlardan yardım ister. Sonra bir anda sanki ruhları görmüş ve onlardan istediği cevapları almış gibi davranmaya başlar” Altay halkları ve Yakutlar da ruhların davula toplandığına inanırlar. Ancak, bunların yanında şamanların davul çalarak, kötü ruhları kovmaya çalışmalarının bir çok örneğine rastlanır ki, meselâ Altay bölgesinde ölen kişinin evinin “arındırılma” ayininde şaman davul çalarak her köşeyi dolaşır ve evinden ayrılmak istemeyen ve oralarda dolaşmakta ısrar eden ruhu en sonunda “davul ve tokmak” arasına hapsetmeyi başarır. Şamanın kıyafetinin ruhları korkutmaya yönelik olduğunu gözönüne aldığımızda, sesini yükseltmek için içerisine yerleştirilen bütün o çıngırak, zil ve benzeri aksamla beraber, şaman davulunun da aslında bu maksada hizmet ettiğini düşünebiliriz. Tetkik ettiğimiz halkların çoğunun bu yöntemi evlerine giren kötü ruhları kovmak için kullanmakta olduklarını ise biliyoruz.

Dr. Lehtisolo, Ob nehrinin aşağı havzasında yaşayan Tundra Jurak şamanlarının şarkılarında davulları için “yay ağacı” veya “şarkı söyleyen yay ağacı” ifadesini kullandıklarına dikkât çeker. Samoyedler ve Fin kökenli halkların şamanlarının davul kullanmaları muhtemelen sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Bu halklarda büyücünün asıl silâhı, ruhları korkuttuğu, bazen de üzerlerine ok attığı yayıdır. Lehtisolo, şamanın yayı ile ok atarak ruhları korkutmasına ilişkin bazı örnekler sıralar ki, eğer davul ile yay arasında bir nevi halef-selef ilişkisi varsa ve ruhları kaçırmanın asıl aracı yay ise, bu durumda davulun da aslında bir nevi “seyahât vasıtası” olarak ortaya çıktığını düşünmek mümkündür. Bazı Türk halklarının şaman ayinlerinde de yay kullanılır. Radloff, Lebed nehri kıyısında gördüğü bir şamanın davul yerine, yay kullandığını ama bu yayı ruhları kovmak için değil, çağırmak için kullandığını anlatır. Anohin de, Altaylarda gördüğü erkek ve kadın, her iki cinsten şaman ayinlerini sadece bir küçük yay (yölgö) kullanarak yaptıklarını aktarır. Ayinin nasıl gerçekleştiğine ilişkin detaylar Anohin’in notlarında yer almaz, ama oktan bahsetmemesi, yay kirişinin ayin esnasında sadece bir çalgı gibi kullanıldığını düşündürmektedir.

Kırgız büyücüleri (Baksı) davul kullanmayıp, onun yerine şarkı söylerken kopuz (kobus) çalarlar. Büyücünün bir tane asası vardır ve asaya üzerinde zil ve çıngırakların olduğu bir tahta parçası iliştirilmiştir. Baksı, kopuz çalıp şarkı söyledikten sonra, asasını eline alıp sallamaya başlayarak kendinden geçmiş vaziyette dans etmeye başlar. İki şaman beraber ayin yapacak olduklarında, içlerinden biri kopuz çalıp şarkı söylerken, diğeri de elinde asasını sallayarak dans eder.

Priklonskij, Yakut şamanlarının bazen davul yerine bir asa kullandıklarını anlatır. Buryat şamanının da kayın ağacından veya demirden yapılma iki tane asası vardır. Bu asalara, “at” adı verilir, tutma yerleri at başı biçiminde ve alt uçları da at toynağını andırmaktadır. Bazen asanın orta yerine bir “diz” resmi de yapılır. Normalde sağ elde tutulan asa, sol elde tutulandan birazcık daha uzundur ve her ikisinin de üzerine çıngıraklar ve küçük hayvanların postları takılır. Changalov, her ikisinin de şamanı gitmek istediği yere taşıyan bir at olarak tasavvur edilmeleri sebebiyle, davul ve at biçimli asanın bazı durumlarda birbirlerinin yerini tuttuklarını aktarır. Davulun gövdesi gibi, asanın yapılacağı malzeme de kutsal yerlerden, genellikle eski şamanların mezarlarından tedarik edilir. Altay bölgesindeki Orman Tatarlarının şamanları da “at biçimli asa” kullanırlar.

Laponlarda görülen “davul ile kehanetlerde bulunma” geleneğine Türk kökenli halklar arasında rastlanmaz. Tunguzlar ve bazı başka Kuzey Sibirya halkları, havaya atılan tokmağın yere düşüş şeklinden kendi işlerine ilişkin sonuç çıkartmaya çalışırlar. Eğer tokmağın davula vurulduğu yüzey yukarı gelirse, bunu hayra âlamet bir cevap olarak kabûl ederler.





Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

18 Kasım 2023 Cumartesi

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 KİN:

 

Gizli düşmanlık. (Hıkd)

 

Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke iyi düşünmeyi daraltır, insanı yanıltır. (Hacı Bayram-ı Velî)

 

KİNÂYE LAFIZLAR:

 

Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.

 

Erkek kinâye söyleyince, boşamağa niyet etti ise veya öfkeli ise karısını boşamış olur. "Var yıkıl git. Artık seni istemem, babanın evine git. Seni boşamak istiyorum" gibi sözler, boşamak niyyet edilmedikçe talâk, boşama olmaz. Bırakmak, terketmek lafızları (kelimeleri) kinâye iseler de boşamak için kullanılmaları âdet olduğundan boşamada kinâye değil, sarîh (açık) sözlerden sayılır. Bunlarla derhâl boşama meydana gelir. (İbn-i Âbidîn)

 

KİRÂ:

 

Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi. (İcâre)

 

Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı olduğu gibi teslim etmesi lâzımdır. Teslim etmezse, gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için meydana gelmesi âdet olan harâblık, yıkılmalar ve bozulmalar kabahat sayılmaz. (Ali Haydar Efendi)

 

Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslim etmezse, geçen zamânın ücretleri mülkünden çıkar; kirâcıya geri vermesi lâzım olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)

 

KİRÂMEN KÂTİBÎN:

 

İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını  yazan iki melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Hâlbuki üzerinizde gözetleyici, amellerinizi yazan (Allah indinde) Kirâmen kâtibîn melekleri vardır. (Ki onlar, hayır ve şerden) işlediklerinizi (yaptıklarınızı) bilirler. (İnfitâr sûresi: 10-12)

 

Kirlenince çabuk gusl (boy) abdesti alın! Çünkü, Kirâmen kâtibîn melekleri cünüp gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

 

Kirâmen kâtibîn denilen meleklerden sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri, ibâdetleri yazar. Soldaki melek, kötülükleri yazar. (Kemahlı Feyzullah)

 

Kirâmen kâtibîn, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. Helâda iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Helâdan çıkınca yazarlar. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

Bir kimseye selâm verirken, çok kimseye verir gibi vermelidir. Çünkü mü'min yalnız değildir. Kirâmen kâtibîn adındaki iki melek, onunla berâberdir. (M. Muhammed Rebhâmî)

 

KÎSÂNİYYE (Keysâniyye):

 

Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk fırka. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de denir.

 

Hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye'nin babasından sonra imâmetini (halîfeliğini) kabûl eden Keysâniyye fırkası, Allahü teâlânın bedâ (önceki hükmünü değiştirme) sıfatı olduğunu söylerler. Muhammed bin el-Hanefiyye'nin Radvâ dağlarında yaşadığına, sağında ve solunda birer arslanın ve bir parsın onu koruduğuna ve onun gelecek Mehdî olduğuna inanırlar. (Abdülazîz Dehlevî)

 

Keysâniyye mensupları, dine, namaz, oruç, zekât v.s. gibi hükümlerin te'vilini (yorumunu)

 

öğreninceye kadar uyar. Farzların bir kısmını terk ederler. (Abdülkâhir Bağdâdî)

 

KİSVE:

 

Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

...Onların (annelerin) âdet olduğu şekli ile yiyeceği ve kisvesi; çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. Kimse gücü yettiğinden fazlasıyla sorumlu tutulmaz. (Bekara sûresi: 233)

 

Dînimizce nafaka; yiyecek, kisve ve oturacak yer demektir. Kitapların çoğunda, yalnız yiyecek mânâsına kullanılmak âdet olmuştur. Fakir olan zevcin, zengin olan zevcesine, orta hâllilere âdet olan nafaka vermesi lâzımdır. Fakir nafakası verip, aradaki farkı, zengin olunca öder. (İbn-i Âbidîn)

 

Kisve, senede iki gömlek ve iki himâr (baş örtüsü) ve iki milhâfedir. Milhâfe (ferâce veya manto), kadının sokağa çıkarken giydiği bir şeydir. Bunların biri yazlık, biri kışlıktır. Şimdi kisveye, iç donu, cübbe (kalın manto), yatak, yorgan da ilâve etmek lâzımdır. Kış mevsiminde, gömlek yünden, manto ve himâr ipekten olur. Ayakkabı, mest sokağa çıkmak için olduklarından, nafakaya dâhil edilmemiştir. Fakat zaman ve memleketin âdetine göre dâhil edilirler. Memleketin âdetine göre, kadına lâzım olan gıdâ, elbise ve ev eşyâsının hepsi nafakaya dâhil olur. Zevcin bunları getirmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)

 

Kisve-i Şerîfe:

 

Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları  hücre-i seâdet üstündeki kubbe üzerine serilen örtü.

 

Hücre-i seâdetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye, Kubbet-ün-nûr denir. Osmanlı pâdişâhlarının gönderdikleri kisve-i şerîfe bu kubbe üzerine örtülürdü. Kubbet-ün-nûr üzerine gelen, mescid-i seâdetin büyük yeşil kubbesine Kubbet-ül-hadrâ denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

KİTÂB:

 

1. Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîm.

 

Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı, bize kadar tevâtür yoluyla, yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk tarafından Arabca olarak nakledilen kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür). Bütün insanların dünyâ ve âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri bilgileri içerisinde bulundurur. İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esaslarına dâir hükümler, mükelleflerin söz ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit hükümlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

2. Amel defteri.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Biz azîmüşşân, insan için sahîfesi açılmış olarak, kendisine vâsıl olan kitab göndeririz. (İsrâ sûresi: 13)

 

Kitâb ve Sünnet:

 

Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri (söz, iş ve görüp de bir şey demedikleri hususlar) mânâsına olan bir terim.

 

Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır: "Kitâb ve sünnet" birlikte söylenince; Kitâb, Kur'ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demektir. (Farz ve Sünnet) denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünneti yâni emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, şerî'at yâni bütün ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmiyet'teki emirler ve yasaklar) demektir. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Ezan, Kitâb ve Sünnet ile bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

 

Bir velî, İslâmiyet'e uydukça ilerler. İlhâmları artar fakat, velîlere gelen ilhâmlar kitab ve sünnetin üstüne çıkamaz. (Muhyiddîn ibni Arabî)

 

İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, mezhebler, tarîkatler, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı seâdete kavuşturmazlar. Kur'ân-ı kerîmin ahkâmını, hükümlerini öğrenmeyen, hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz kitâb ile sünnettir. (Cüneyd-i Bağdâdî)

 

Çok vakit kalbime düşünceler geliyor. Kitâba ve sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)

 

Kitâb-ı Mukaddes:

 

Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.

 

Îsâ aleyhisselâma İncîl isminde bir kitâb nâzil oldu. Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Sonradan ortaya çıkan ve hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı Mukaddes iki kısımdır. Birincisi, Ahd-i atîk (Eski ahd), o zamâna kadar gelen peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve bilhassa Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiklerini ihtivâ eder. İkincisi Ahd-i Cedîddir (Yeni ahd). Esas olarak Îsâ aleyhisselâma inananlardan Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ'nın yazdıkları kitablar olup, Îsâ aleyhisselâmın hayâtı, yaptığı işler ve verdiği nasîhatları ihtivâ eder. Fakat Kitâb -ı mukaddes içinde bulunan hakîki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsâneler ve hurâfeler eklenmiştir. (Manastırlı Müderris Hâcı Abdullah Abdi Bey)

 

Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı mukaddeste zulmü, vahşeti emr eden pekçok yerler vardır. Ahd-i atik'in Huruç (çıkış) kitâbının 23. bâbının 23. ve 24. âyetlerinden sonra Mûsâ aleyhisselâmın kadınları sağ bıraktığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emr ettiği yazılıdır. (Harputlu İshâk Efendi)

 

Bugün elde bulunan Kitâb-ı mukaddeste mevcut olan ilim, akıl ve ahlâk dışı yazılar meydandadır. Buna karşılık İslâm âlimlerinin akla, ilme, fenne ve medeniyete ışık tutan yazıları da dünyâ kütübhânelerini doldurmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)

 

KİTÂBET:

 

Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.

 

1. Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.

 

Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: Ulûm-i âliyye (yüksek din bilgileri) ve ulûm-i ibtidâiyye (âlet ilimleri). Yüksek din bilgileri sekizdir. Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan âlet ilimleri on ikidir. Bunlar; sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân, me'ânî, bedî, belâgât ve inşâ ilimleridir. Din âlimi olmak için sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleri ile fen bilgilerini de lüzûmu kadar öğrenmek lâzımdır. (Abdülgânî Nablüsî)

 

2.    Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme. (Mükâteb)

 

KİTABLI KÂFİRLER:

 

İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler. (Ehl-i Kitab)

 

Müslüman erkeğin kitablı kâfir kadını nikâh etmesi câizdir. Başka kâfir kadınla ve mürted olmuş, dinden çıkmış kadınla evlenmesi câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

 

KİTABSIZ KÂFİRLER:

 

Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizler.

 

Müslümanlar, âhirete inanıyor. Kitabsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir. (Hazret-i Ali)

 

Kitabsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve kız verilmez. (Muhammed Hâdimî)

 

Her müslüman iyi bilsin ki, bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitablı kâfirler keşf etsin, bulsun, ister kitabsız kâfirler, her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

KOMŞU:

 

Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.

 

Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz! (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

Komşuya    hürmet    etmek    ana-babaya    hürmet    etmek    gibi    lâzımdır.                        (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

 

Zımmî (gayr-i müslim vatandaş) komşunun bir hakkı, müslüman komşunun iki hakkı, akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

 

Allahü teâlâ, bir sâlih müslüman hürmetine, komşularından binlerce belâyı, felâketi uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

 

Komşusunun aç yattığını bildiği hâlde, kendisi tok yatan, kâmil (îmânı olgun, tam) bir mü'min değildir. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)

 

Hukûk-i ibâd, kul hakkını gözetmektir. Kul hakkının en önemlisi, ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı, sonra hükûmetin hakkı gelir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Dünyâda en kıymetli şey; müslüman, sâlih, Allahü teâlânın ve mahlûkların haklarını bilen ve gözeten komşudur. Herhangi bir kimseye yapılması haram olan bir fenalık, komşuya yapılırsa, günâhı katkat daha fazla olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevâb olan bir iyilik, komşuya yapılırsa, sevâbı katkat daha fazla olur. (Seyyid Alizâde)

 

Kâfir olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak, ihsân etmek lâzımdır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

 

KONAK:

 

Tasavvufta ilerlerken her iki derece arası.

 

Allahü teâlâya yakın olmak, ulaşmak husûsunda tasavvuf büyükleri; "İnsanı kavuşturan konaklar sonsuzdur, bitmez tükenmez" demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KÖLE:

 

Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Bir de ana- babaya iyilik edin. Akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizdeki kölelere de iyilik edin. Çünkü Allah büyüklenen ve övünen kimseyi sevmez. (Nisâ sûresi: 36)

 

Şu iki güçsüz, yâni köle ve kadın hakkında Allah'tan korkunuz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyâhut onu döğse, onun keffâreti (cezâsı) köleyi âzâd etmesidir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

 

İslâmiyet, bütün kölelere ve hizmetçilere iyi muâmele edilmesini, onlara şefkat ve merhametle davranılmasını emretmiştir. (Van Denberg)

 

KÖTÜ ARKADAŞ:

 

İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.

 

İşin temeli iyi insanlarla konuşmak, kötü arkadaştan sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmânın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı (arzu ve istekleri), önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytan. Bunların hepsi insanın îmânını almak isterler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı, insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâ ve âhiretine, ebedî seâdetine saldıranlardır. Îmânımızı, bu düşmanların şerrinden ve İslâm düşmanlarının aldatmalarından Allahü teâlâ emîn eyleye. (Muhammed İznikî)

 

Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi' olup, İslâmiyet'e uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette seâdete, huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb kararır, bozulur. Nurlu, temiz kalb, İslâmiyet'e uymayı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytâna uymayı sever. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocukların kalblerini temiz olarak yaratmaktadır. Bunları, sonraları anaları, babaları ve kötü arkadaşları karartmakta, kendileri gibi yapmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Kötü arkadaş kötü yılandan daha kötüdür. Zîrâ kötü yılan can alır. Kötü arkadaş ise can ve îmân alır. (Ali Râmitenî)

 

KÖTÜ DİN ADAMI:

 

İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile amel etmeyen, insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din adamı.

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kâbe'yi tavâf ediyorken; "Hangi insan daha kötüdür?" diye soruldu; "Kötü olanı sorma, iyi olanı sor! Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler bilerek günâh işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm; "Kötü din adamları, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni olur" dedi. Hadîs-i şerîfte; "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı

 

olmayan din adamınadır" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

 

Kalbe gelen hâtıranın (düşüncenin) cinsini anlamak için, İsâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih (iyi, dindar) olan bir âlime sorulur. Sâlih olmayan, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhut, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme kadar üstadlarının hepsi bilinen hakîkî bir rehbere, yetişmiş ve başkalarını yetiştirmeye ehil bir İslâm âlimine sorulur. (Muhammed Hâdimî)

 

İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehennem'e sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan, din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş, Şeytan demiş ki: "Bu zamânın kötü din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar." (İmâm-ı Rabbânî)

 

KÖTÜ HUY:

 

Dînin ve aklın beğenmediği huy.

 

İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da, hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy; hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) mahveder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür. Bâzan küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Kötü huylar, kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, küfür (Allahü teâlâya ortak koşmak) ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir, hemen öldürür. Îmânı olmayanın kalbi temiz olmaz. Ölmüş, kokmuş olan kalbin temiz olması düşünülemez. (Muhammed Hâdimî)

 

Her müslüman, kalbinden kötü huyları çıkarıp, iyi huyları yerleştirmelidir. Bir kaçını çıkarıp, birkaçını yerleştirmekle, insan güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı olgunlaştıran yoldur. Böyle olmayan yola tasavvuf denmez. (Muhammed Hâdimî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak