5 Temmuz 2023 Çarşamba

İSLAM TARİHİ-7

 


ABBASİLER DÖNEMİ (750..1258)






ABBASİLERİN İKTİDARA GELİŞİ EHL-İ BEYT'İN ROLÜ



Hz. Peygamber döneminde gönüllerde başlayan köklü değişim, öncelikle Arap Yarımadası'nda idaresini Hz. Peygamber'in yürüttüğü bir İslam devletinin oluşmasına yol açmıştı.


Ancak Dört Halife döneminde meydana gelen inanılmaz zaferlerin ardından giderek bir imparatorluk büyüklüğüne ulaşan İslam Devleti; Emeviler döneminde, lslamiyet'in ruhuna yani devletin var oluş felsefesine taban tabana zıt birçok uygulamayla karşı karşıya gelmişti. En azından idare temelinde inananlar açısından utanç verici ve izahında zorluk çekilen yanlışlar istisnai bir durum olmaktan çıkmıştı. Çoğunluğu Dört Halife döneminde olmak kaydıyla İslamiyet'e giren bölgelerdeki yeni müslüman olan milletlerin eğitimi ihmal edilmiş, kabullendikleri müslüman kimliği derinleştirilememişti. Baş döndürücü bir süratle İslamiyet'e geçen ve İslam devletinin tebaası olan kitlelere, aynı süratle Hz. Peygamber döneminin merhamet ve adaleti öne çıkaran İslam anlayışı kazandırılamamıştı. Emevilerin, başta Hz. Peygamber'in ev halkına takındığı düşmanca tavır olmak üzere, geniş kitleler üzerinde kurdukları baskı, bazı sahabilere karşı gösterdikleri hürmetsiz tavır ve Araplardan bir, Arap olmayandan iki vergi almak gibi İslamiyet' in ruhuna aykırı uygulamaları çok geniş bir muhalif kitlenin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Emevilere muhalefetin önüne geçilemezdi. Ancak muhalefet acaba hangi temel değerler ve manivela üzerinden yapılacaktı?


Emevi tarihine bakınca satır başlarını incelemek bile bu hareketin alternatifinin kim olabileceğinin ve neleri bayrak yapabileceğinin ipuçlarını taşımaktaydı.


Hz. Peygamber'in damadı, raşid halife Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra yönetimi ele geçiren Emeviler, kendileri için en büyük siyasi tehdit olarak gördükleri Hz. Peygamber'in ev halkını (ehlibeyt) gözetim altına almışlardı. Bu dönemin bir parçası olarak Hz. Hasan'ı, hilafeti kendilerine devretmeye mecbur bırakmışlar, direnen Hz. Hüseyin'i ise şehid etme cüret ve küstahlığından sakınmamışlardı. Ömer bin Abdülaziz dönemi dışında hemen hemen tüm Emevi tarihi boyunca hutbelerden Hz. Ali'ye ta'n ve sövgü sıradan bir cürüm haline getirilmişti.


Gayet tabiidir ki, Haşimoğulları'ndan Hz. Ali'nin evlatları da kaynak ve delillerini bizzat Peygamber evinde yaşanmış değerlerden alarak Emeviler aleyhinde bir muhalefet geliştirmişlerdi. Emeviler; sadece Hz. Peygamber'in ev halkının temsilcisi olan Hz. Ali ve evlatlarına değil, sahabe ve tabiinden muteber birçok zata da zulüm ve baskıdan geri durmamışlardı.


Öte yandan Emevilere önemli bir muhalefet de Haricilerden geliyordu. Dar düşünceli, kıt akıllı, firaset ve basiretten mahrum olsalar da, Hariciler diye bilinen bu topluluk; temel kaygıları tetkik edildiğinde, dini daha iyi yaşama istekleri öne çıkan bir kimliğe sahiptiler. Şüphesiz muhalefetin topluluk olarak malzemesi yeni fethedilen topraklarda yaşayan halk kitleleriydi.


Abbasiler, Emevilerin baskıcı yönetimine karşı muhalefeti çok iyi organize etmişlerdi. Daha Hişam bin Abdülmelik döneminden itibaren gizlice teşkilatlanmış, meşruiyetlerini; iktidarın Hz. Peygamber'in ehlibeytine ait olduğu kabulü üzerine oturtmuşlardı. Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas'ın soyundan geldikleri için kendilerini de ehlibeyte sahip çıkma konusunda yetkili görmekteydiler.


Nitekim Emevilerin son otuz yılında, güttükleri davanın «ehlibeytin haklarını koruma» olduğu tezini işleyerek muhalefetin olgunlaşmasını beklemişlerdi. Bu zaman zarfında Hz. Ali'nin evlatları etrafında kümelenen sevgi halesini görüyorlar, onlarla çatışmadan, onların gücünü kendi lehlerine kullanmanın altyapısını hazırlıyorlardı. 

Nihayet 750 yılında Horasan eyaletinde Ebu Müslim önderliğinde başlayan ve kartopu gibi büyüyerek etkisini artıran isyan, Şam'ın ele geçirilmesi ile başarıya ulaştı.


Ancak Peygamberimiz'in ehlibeytini bayrak edinerek iktidara gelen Abbasiler, kısa bir süre sonra Hz. Ali'nin evlatlarına, Emeviler dönemindeki haksız muamelenin bir benzerini reva görmekten çekinmediler. Ehlibeyt savunucularının ve dolayısıyla iktidarın meşru temsilcisinin kendileri olduğunu ileri sürerek Hz. Ali'nin evlatlarıyla yollarını ayırdılar. Oysa Abbasiler adına halkı yönlendiren davetçiler, kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtmışlardı. İleri sürdükleri dava, haksızlığa karşı hakkın korunması davası idi. Bey'ati de kendileri adına değil, ileride Peygamber ailesinden ittifakla belirlenecek bir şahıs adına almışlardı.


ABBASİ İHTİLALİ


750 yılında Ebu'l-Abbas Abdullah'ın Kufede halife ilan edilmesiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Hz. Peygamber'in vefatından 118 yıl sonra işbaşına gelen Abbasilerle birlikte İslam devleti, hakim Arap karakterinden sıyrılarak İran etkisinin ağır bastığı bir İslam devletine dönüştü. Böylece Araplar da, Arabistan da bu yeni devletin hakim unsuru olma rolünü kaybetmişti. Öyle ki, Abbasi halifesi kendini Sasani medeniyetinin varisi olarak görmekteydi. Devlet, Sasanilerin saray örf ve adetini, medeniyetini, mimarisini ve zenginliğini benimsemişti. Oysa Emeviler Hz. Peygamber' in cihanşümul İslam devletini giderek bir Arap devletine dönüştürmüşler; yönetim ve orduda Arapları, mevaliye (Arap dışı unsurlara) üstün tutan bir anlayışı benimsemişlerdi. Esasen Araplar da tarihte izini sürebilecekleri bir devlet tecrübesine sahip değillerdi.


Dört Halife ve Emeviler döneminde gerçekleştirilen fetihlerle müslüman Araplar Mezopotamya, İran ve Mısır gibi kadim medeniyetlerin yer aldığı bölgelerin büyük bir kısmını ele geçirmişlerdi.


Abbasiler bu geniş memleketlerde günlük hayatı sevk ve idare edecek, vergi toplayacak, askerlik ve güvenlikle ilgili işleri yoluna koyacak devlet birimlerinin oluşturulmasında mevaliden (Arap olmayan unsurlardan) önemli ölçüde yararlandılar. Bununla beraber diğer milletlere yapılan ikinci sınıf insan muamelesine son vererek daha hoşgörülü bir devlet yapısı oluşturdular. Ümmet şuuruna daha yatkın olan bu tavır, Arap olmayan milletlerin İslamiyete geçişlerini hızlandırdı. İranlılar ve Türkler bu dönemde hızla İslamiyete geçtikleri gibi, İslam devletinde çeşitli görevler de üstlendiler.



Yeni devletin maliye ve yönetim işleri, İran'ın Toharistan bölgesinden Bermekoğulları tarafından düzenlendi. Türkler için hususi olarak Samarra şehri kurularak onların askeri yönünden faydalanıldı. Nitekim Harun Reşid' in oğulları Me'mun ve Mu'tesım dönemlerinde Türklerin orduda ve dolayısıyla devletteki ağırlıkları artmıştı. Kaynaklar Me'mun döneminde ordudaki Türk askerlerinin sayısını 8- 10 bin olarak göstermektedir. Halife Mu'tasım ise zaten Türklerin desteği ile halife olmuştu.



Abbasi ihtilali'nin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Horasanlılar yeni devletin yüksek makamlarını paylaştılar. Hareketin askeri lideri Ebu Müslim büyük bir nüfuz ve iktidar sahibi oldu. İlk halife Seffah adeta onun gölgesinde kalmıştı. Halife Mansur, Ebu Müslimin bu hakimiyetine daha fazla tahammül edemeyerek onu öldürttü. Bermeki ailesi devlet içinde bütün bürokrasiyi elinde tutan kudretli bir konumda idi. 803 yılında Harun Reşid bir bahane ile Bermeki ailesini bertaraf etti.


HARUN REŞİD DÖNEMİ


Beş yüz yıl devam eden Abbasiler dönemi İslam tarihinin dördüncü büyük halkasını oluşturur. Bu dönemin en parlak yılları Harun Reşid'in iktidar dönemidir. Bu dönemde, Bizans'la yapılan savaşlarda başarılı olmak, sınır güvenliğini sağlamak ve İslam dinini yaymak amacıyla Diyarbakır'dan Tarsus'a uzanan hat boyunca Avasım ismi verilen ordugah şehirleri oluşturuldu. Bizans'a akınlar tekrar başladı. Abbasi ordusu Konya'ya kadar geldi. Zor durumda kalan Bizans İmparatoriçesi İrene yılda 90 bin dinar vergi vermeyi kabul edince ordu Bağdat'a geri döndü.


Bizans'la savaşılırken Batı Avrupa ile daha çok barışa yönelik bir ilişki geliştirilmişti. Nitekim Frenk Kralı Şarlman, Harun Reşide elçiler göndererek hıristiyanların Kudüs'ü serbestçe ziyaret etmelerine izin verilmesini istedi. Harun Reşid, Şarlman'ın bu ricasını kabul etmekle kalmamış, ona elçiler vasıtasıyla içerisinde henüz Avrupa'da bilinmeyen çalar saatin de bulunduğu hediyeler göndermişti.


IX. yüzyıl başlarında halifelik; dünyanın en zengin ve güçlü devleti, başkenti Bağdat da medeniyetin merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, ücret alınmayan büyük bir hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin'de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kağıt imalathanesi bulunmaktaydı. Su kanalı şebekesi; Harun Reşid'in, bu iş için 23 milyon dinarlık bağış yapan eşi tarafından finanse edilmişti.


Ünlü romancı Amin Maalouf, doğuya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan batılıların buğday samanından kağıt imal etme sanatını Suriye'de öğreneceklerini yazarak Bağdat'ta yükselen İslam kültür ve medeniyetinin geldiği noktayı ortaya koymaktadır.


BAŞKENT BAĞDAT


Başkent Bağdat, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada kurulmuştu. Anadolu ve başta Çin olmak üzere Uzakdoğudan gelen yollar burada birleşiyordu. Orta Asya'dan Endülüse kadar uzanan İslam dünyasının ünlü bilginleri kısa zamanda bu yeni kentin cazibesine kapıldılar. Filozoflar, matematikçiler, şairler, sanatçılar, toplum fertlerini nefsin azgın isteklerine karşı hazırlayan cemaat liderleri akın akın gelerek Bağdat'ta toplandılar.


Bağdat, bin bir gece masallarında anlatılan refahın doruğuna Halife Harun Reşid zamanında ulaştı. İlerleyen dönemlerde tarıma dayalı zenginliği artan Bağdat, aynı zamanda bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi haline geldi. Ortaçağda dünyanın hiçbir şehrinin nüfusu henüz 100 binlere ulaşmazken, bütün İslam dünyasının merkezi konumuna gelen Bağdat, çok sayıda fikir ve ilim adamının yaşadığı, akademi çapında okulların açıldığı, bir milyona ulaşan nüfusuyla göz kamaştıran bir dünya şehri idi.


TERCÜME HAREKETLERİ VE BEYTÜ'L-HİKME


İslam dünyasında alimlerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamışlardır.

İlk kütüphane Bağdat'ta Harun Reşid zamanında kuruldu. Harun Reşid'in veziri Cafer bin Yahya el-Bermeki ise ilk kağıt fabrikasını kurmuştur. Temelini Harun Reşid'in attığı ve Me'mun'un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytü'l­ Hikme, Abbasiler döneminde Bağdat'ın en büyük kütüphanesine sahipti. Beytü'l-Hikme Araplara ait her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. «Hizanetü'l-Hikme» veya «Hizanetü'l-Kütüb» denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunların en önemlileri Beytü'l-Hikme, Büveyhi veziri Sahur bin Erdeşir'in kütüphanesi ve Mustansıriyye Medresesi kütüphaneleridir.



Beytü'l-Hikme'nin binaları tarihte ilk defa Dicle nehrinin solunda Rasafe bölgesinde 800 yılında Harun Reşid' in kızı Ümmü Habib adına inşa edilmiştir.


Halife el-Mansur'la birlikte yoğun tercüme faaliyetleri, felsefe metinleri ve farklı bilim dallarıyla ilgili kitaplar İslam dünyasında tenkit mantığının gelişimine zemin hazırladı. Bu doğrultuda yeni telif eserler yazıldı. Müslümanlar tercüme eserler yoluyla ödünç aldıkları Antik-Yunan bilimini yeniden yorumlayarak bambaşka bir çehreye büründürmeyi başardılar.


Hıristiyan dünyası da Yakın Doğu'nun hakimi müslümanların İran, Suriye ve Mısır'dan taşıdıkları bilgilerden yararlandı ve bilhassa İspanya; Arap-Yunan medeniyeti ile batı medeniyetinin kültür takasının yapıldığı yer oldu.


Araplar, Suriye ve İran'ı fethettikleri zaman, Yunan ve Hint düşüncelerinin buluşmasıyla zenginleşmiş ileri bir medeniyetle ilişki kurdular. Bir yandan Sasanilerin yaydığı Yunan kültüründen yararlanırken bir yandan da Hint medeniyetinin ve felsefesinin elemanlarını İslam ilkeleriyle birleştirerek yepyeni bir karışım ve oluşum meydana getirdiler.


IX. yüzyıldan itibaren muazzam İslam coğrafyasının tek bir merkezden yönetilmesinde büyük güçlükler baş gösterdi. Bu durumu aşmak için geniş yetkilerle donatılmış «emir-i ümeralık» sistemine geçildi. Bu sistemin gereği olarak eyalet valilerinin yetkileri oldukça artırılmıştı. Bu yetkileri daha da abartarak yorumlayan bölge valileri, zamanla İslam dünyasının parçalanmasına yol açacak yeni bir dönemi başlattılar. Bu dönemin sonunda halifeler, siyasi etkilerinin sadece Irak'la sınırlı kaldığı, diğer İslam beldelerinde ise sadece ruhani ağırlığı olan güçsüz bir vaziyete düştüler. Esasen Abbasiler, Emeviler'in aksine, dünyevi otoriteden daha çok ruhani otoriteye eğilimli bir iktidar anlayışına sahipti. Halifeler toplum içerisinde dini merasimlere dikkat eder, ruhani liderliklerine zarar verecek aleni uygunsuzluklardan kaçınırlardı.


Parçalanma süreciyle beraber Kuzey Afrika'da Ağlebiler, Fatımiler; Mısır'da Tolunoğulları ve İhşidiler; Suriye'de Hemdaniler; Horasan'da Büveyhoğulları; İran ve Horasan'da Samanoğulları bu parçalanmanın mahalli yansımalarını oluşturmuşlardı. İspanyada Endülüs Emevileri zaten 756 yılında istiklalini ilan etmişti. Bu dönemden itibaren İslam dünyası bir daha bütün müslümanları kapsayan bir bütünleşmeyi yakalayamadı. Bu bütünlüğe en çok yaklaşabilen İslam devleti, 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti oldu.


ABBASİLERİN YIKILIŞI VE MOĞOL İSTİLASI


11. yüzyıla gelindiğinde Abbasi halifeliğinin maddi ve manevi nüfuzu giderek azalmıştı. Halifenin siyasi gücü Irak'ın ancak yarısını kapsamaktaydı. Büyük Selçuklu Devleti parçalanmış, Mısır'da Eyyubiler, Güneydoğu Anadolu'dan Hicaz'a kadar uzanan bir hakimiyet kurmuşlardı. İslam dünyası yoğun Haçlı saldırıları altında büyük bir çalkantı içerisine girmişti. Diğer taraftan Moğollar; Cengiz Han idaresinde Çin'e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra, 1218 yılından itibaren batıya yönelerek İslam dünyasını istila etmeye başladılar. Harizmşahlar Devleti'nin ortadan kaldırılmasından sonra İran ve lrak'ta Moğollar'ın karşısında duracak kuvvet kalmamıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Harizm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerliyorlardı.


Cengiz Han'dan sonra da Moğol İstilası devam etti. Onun torunlarından Hülagu, İran'da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine geldi. Bağdat Moğollar'a karşı dayanacak güçte değildi. Barış teşebbüslerinden de hiçbir müspet netice alınamayınca son Abbasi Halifesi Musta'sım, devlet erkanı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülagu, teslim olanların hepsini idam ettirdi. Kuruluşundan kısa süre sonra parlak dönemi iç çekişmelerle solan, büyüklüğü ve zenginliği sebebiyle devamlı saldırılara uğrayan, beş asırdan beri İslam dünyasının başşehri durumunda olan Bağdat, 1258 yılında 800 bin kişinin kılıçtan geçirildiği Moğol İstilası'yla bir daha eski ihtişamına ulaşamayacak şekilde yıkıma uğradı. Bütün İslam şehirlerinde olduğu gibi Bağdat da dünya tarihinde eşine pek az rastlanır cinayetlere şahit oldu. Bütün medeni müesseseler Moğollar tarafından yerle bir edildi. Camiler ahır haline getirildi; kütüphaneler tahrip edildi, kitaplar yakıldı veya Dicle Nehri'ne atıldı.

Moğolların Bağdat'ı işgali İslam tarihinde büyük bir felaket olarak kabul edilmektedir.


750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasiler, İslam tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Amasra / Bartın

 


2 Temmuz 2023 Pazar

İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-5

 


Cahiliye Çağında Hitabet (Hatiplik)


Hitabet, güçlü bir hayal gücüyle birlikte, etkili ve iyi konuşma gerektiren bir sanattır. Bu nedenle şiir gibi kabul ediyoruz. Veya her ikisi ayrı olmakla beraber şiir "manzum şiir" hitabet ise "mensür şiir" sayılır. Hitabet, hamaset (yiğitlik ve yüreklilik) ister. Hitabetin en yoğun etkisi, çoğunlukla fürosiyyet çağında (atcılık ve binicilik çağı) kişilik ve onur sahibi, hürriyet aşığı olan milletlerde görülmüştür. Şiirde ise böyle koşul ve sınırlama söz konusu değildir. Bu açıdan bakıldığında Arapların Cahiliye devri, Yunanlıların Cahiliye devrine benzer. Her iki ulusta da şiir ve hitabet çok gelişmişti. Her ikisi de kişilik sahibi ve bağımsız toplumlardı. Aynı özellikleri taşımadıklarından dolayı, Romalılarda şiir sanatı daha geç dönemlerde gelişmiş olmasına karşın, hitabet büyük bir yarış ortamında oldukça gelişmişti. Aynı nedenle, lbranilerde şiir sanatı çok ilerlemişken hitabet oldukça geri kalmıştı. lbraniler, Arap ve Yunanlılar gibi bağımsız uluslar olamadıklarından, kişilik ve onurlarını koruyacak güce de erişememişler bu nedenle de zayıflık ve zillet, onlar üzerinde baskın bir huy ve özellik haline gelmişti. Bunun için lbranilerde şaire yakışır hayal ve duygular, yakınma, yalvarma ve dua etmeye yönelmiştir. Zihin ve yetenekleri mersiye ile birlikte, hikmetli ve öğüt verici şiirler türü üzerinde yoğunlaşmıştı.


Arap toplumları, içinde bulundukları çevrenin etkisiyle, bağımsızlık ve yiğitlik duygularıyla özdeşleşmiş, şairlere özgü hayal ve duygularla dolu olan diğer uluslar gibi hassas bir millet olduklarından, hitabet sanatı oldukça önemli bir konum ve etkiye sahip olmuştu. Bazen etkili ve edebi bir söz uyandırdığı etki ve heyecanla onları ayaklandırırdı. Konum ve geçim yolları etkisiyle aralarında ortaya çıkan tartışmalar, birbirleriyle rekabetleri, birbirlerine karşı övünmelerini gerektirdiğinden etkili ve vurgulu sözlerle rakiplerini inandırmak ve kendilerine destekçi bulmak için etkili söz söyleme ve nutuk atmak zorundaydılar. Nutukların konusu çoğunlukla genel ve özel toplantı yerlerinde soy sop, ahlak ve terbiye ile övünmelerinden oluşuyordu. Arap hatipleri hitabet kürsüsüne çıktıklarında, başlarında sarık ve ellerindeki bastona dayanarak, ayakta nutuk atarlardı. Kimi zaman, baston yerine, üzerine dayandıkları ok veya mızrakla, sözün gelişine uygun olarak, özel işaretler yaparlar ve söylediklerinin dinleyenler üzerinde daha etkili olması için çaba harcarlardı. Kimi zaman da deve üzerine binmiş oldukları halde nutuk atarlardı. Şiirle hitabetin benzerliğini gösteren kanıtlardan biri de, şairlerden çoğunun aynı zamanda hitabetle ve hatiplerden çoğunun da şiirle uğraşmalarıdır. Bunların pek çoğu hem hatip hem de şairdiler. Her iki sanatla uğraşırlar, hangisinde daha baskın gelirlerse ona göre kendilerine hatip veya şair adı verilirdi. Hatipleri çok olan kabilelerin çoğunlukla şairleri de bol olurdu. Arapların şiir ve hitabet tarihiyle ilgili söyledikleri sözlerden biri de: "Abdülkays kabilesi lyad savaşından sonra iki gruba ayrılmış. Bunlardan biri Umman bölgesini yerleşim yeri olarak seçmiş Arap hatipleri bu grupla beraber yaşamışlar, diğer grup Bahreyn bölgesine yerleşmiş. Arapların en ünlü şairleri bunlar arasından çıkmış." Oysa bunlar çölün göbeğinde ve fesahatin kaynağındayken böyle değildiler. Bu durum, daha önce söylediğimiz gibi, yabancılarla karışma sonucu, ortaya çıkan kültür alışverişi Arap edebiyatındaki gelişmenin temelini oluşturmuştur. Yemen bölgesinde birçok hatibin yetişmiş olması da burdan kaynaklanıyordu. Yemen halkı Araplar gibi hitabet sanatında üstat olan lranlılarla kültür alışverişi içindeydiler.


Hutbelerin (Nutuklar) Konuları


Araplar okuma yazma bilmeyen bir toplum halindeyken bile, dili çok ustaca kullanırlar, insanlar üzerinde etki yaratacak kelimeleri seçerler ve bunlarla nutuklarını süslerlerdi. Şiir sanatı gibi, hatiplik ve yaratılışlarından gelen bir yetenekti. Bu yeteneğe ek olarak, çocuklarını küçük yaştan başlayarak bu konuda eğitirler, etkili konuşma ve nutuk alanında pratik yaptırırlardı. Onların düşüncesine göre, soylarının korunması, ırz ve namuslarının savunması için şairlere nasıl gereksinim duyuyorlarsa, gerektiğinde çevre bölge ve şehirlere heyet göndermek için de hatiplere de gereksinim duyuyorlardı. Bununla birlikte Cahiliye çağında şairler, hatiplere tercih ediliyordu.


Ancak lslamiyet'ten sonra, ikna etme ve taraftar toplama açısından daha yararlı oldukları için hatipler ön plana çıkmıştır. Temsilci veya vekillik için duyulan gereksinimden dolayı da hatipler, o kabilenin en büyüğü ve başkanı sayılırdı. Bu şekilde bir adam bir kabileye, bir dil birçok dillere denk anlamına geliyordu.


O yüzyıla göre vekil ve temsilciler göndermek her ülkede geçerli bir gelenekti. Rum, Hint, Çin, lran devletleri aradaki dostluk ilişkilerini güçlendirmek veya övünmek amacıyla birbirlerine özel heyetler gönderirlerdi. Arapların o tarihlerde heyetler gönderecek belli başlı bir devleti yoktu. Ancak lrak'ta bulunan Arap melikleri (al-i münzir) kisraların ve özellikle Kisra Nuşirvan'ın huzuruna çıktıklarında, Arapların dildeki ustalık ve yeteneklerini anmaktan geri kalmadıkları için, kisra bu dil üstatlarını görmek ve dinlemekten büyük zevk alırdı. Bu meliklerinden Numan, birgün Nuşirvan'ın huzurunda bir konudan söz edince Nuşirvan, bu söz söyleme üstatlarından birini görmeyi arzu etmişti. Bunun üzerine, melik Numan, her Arap kabilesinden ikişer veya üçer hatip seçip, kisranın huzuruna çıkarmıştır. Arapların filozof ve büyükleri olan bu hatipler arasında Temim kabilesinden Eksen, Hacib b. Zürare ve Bekir kabilesinden Hars b. Zalim ve Kays b. Mesud ve Amir oğulları kabilesinden Halid ibn Ca'fer vs. gibi kişiler bulunmaktaydı. Bunlar kisranın huzuruna çıkarak sırayla nutuk atmışlardı. Ibn Abdi Rabbih el-Ikdü'l-ferid adındaki kitabının 3. cildinde bu nutukları ayrıntılarıyla kaydetmiştir.


Bununla birlikte Yemen Arapları ile Arap Yarımadası'nın doğusunda yaşayan Araplar kendi topraklarında egemen olan Iran valilerinden yakınmak ve diğer bazı Araplar ise -Muaviye'nin babası Ebü Süfyan'ın yaptığı gibi- at vs.'den oluşan hediyeler sunarak bir düşmana karşı yardım istemek için Iran hükümdarlarının huzurlarına çıkarlardı.

Arap meliklerine gidip misafir olmak veya özel heyetler göndermek de geçerli bir adetti. Ünlü şair Hassan ibn Sabit, Hirede Münzir oğulları ve Belka'da Gassanlı meliklerine gidip misafir olurdu. Seyf b. zi Yüzn, Yemen bölgesini ele geçiren Habeşlileri öldürüp ülkeyi kurtardığı zaman, Kureyş büyükleri özel bir heyet kurarak kendisinin huzuruna çıkıp teşekkür ve tebriklerini sunmuşlardı. Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalip de bu heyetin hatipleri arasındaydı. Islamiyet'in yayılması üzerine çeşitli kabilelerden Hz. Peygamber'in huzuruna çıkan kasideciler de böyleydi. Islamiyet yayılıp güçlenince çevre kabilelerin en seçkin hatipleri ve büyükleri Islam'a girmek veya bazı konuları sormak için Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmışlardı.

Gassan ailesi meliklerinden Cebele ve Yemen büyüklerinden Amr b. Ma'dikerb'in Hz. Ömer'in ve Yemame halkının Hz. Ebubekir'in yanlarına gelmeleri ve burada anlatılması uzun sürecek diğer Arap kasidecilerinin, selamlamak veya kutlamalarda bulunmak amacıyla halifelerin huzuruna çıkmaları da aynı nedenden kaynaklanmaktadır.


Hatipler


Özetlemek gerekirse, Cahiliye çağındaki uyanış döneminde hatipler, şairler gibi oldukça bol yetişmiş ve bunların çoğunluğu kabile başkanları, büyükleri veya hakimleri olmuşlardır. Her kabilenin bir veya daha çok hatibi vardı. Cahiliye hatiplerinin en ünlüsü lyad oğullarından Kuss b. Sa'ide idi. Hz. Peygamber bu kişinin zamanına yetişerek kendisini Ukaz panayırında kırmızı bir deve üzerinde görmüş ve halka hitaben "Ey insanlar! Geliniz dinleyiniz, düşününüz. Her kim yaşarsa ölür. Her kim ölürse göçmüş bulunur. Bir şey ki mutlaka olacaktır. Er veya geç gelip çatacaktır" dediğini işitmiştir. Dilindeki ustalık ve akıcılıktan dolayı "Sehban Vail'den daha büyük hatip" denilerek deyim haline gelen Sehban Vail Bahili" o zamanın büyük hatiplerindendi. Bu kişi nutuk atarken üzerinden terler boşanır, hiçbir kelimeyi tekrar etmez, hiçbir yerde şaşırıp durmaz ve nutkunu bitirmeden oturmazdı. Himyer'den Duveyd b. Zeyd, Züheyr b. Habbab. gibi birçok hatipler vardı. Diğer kabilelerden Haris b. Ka'b, Kays b. Züheyr, Rebi' Dahi', Altı Parmak Advani, Eksem b. Sayfi, Amr b. Gülsüm vs.'de diğer büyük hatip arasındaydılar.


Arap hatipleri nutuklarında ince ve etkileyici sözleri ve alışılmış anlamları seçerlerdi. Nutukları uzun veya kısa olmak üzere iki çeşitti. Kısa nutuklar kolaylıkla ezberlendiği için daha çok kullanılıyordu. Nutuklara çok fazla önem verdiklerinden öncekilerden sonrakilere geçen bir miras olarak korur, aktarır ve her nutka özel bir isim verirlerdi.



Edebiyat Meclisleri ve Ukaz Panayırı


Araplar şiir söylemek, düşünce ve olaylar hakkında görüş alışverişinde bulunmak, yarışmalar yapmak gibi genel veya özel birçok konuda görüşmelerde bulunmak için, birtakım meclisler kurar ve bunlara "endiye" (meclis, encümen ve kulüpler) adını verirlerdi. Kureyş meclisi ile Kabe yakınında bulunan "Dar al-Nedve" (danışma meclisi) bu çeşit meclislerdendi. Bununla beraber boş zamanlarında bir yerde toplandıklarında özellikle "esvak" adını verdikleri panayırlarda şiirler okurlar, eğlence ve yarışmalar yaparlardı.


Esvak (Panayırlar)


"Sfık"ler (pazar-panayır), şehir veya köy halkının alışveriş yapmak, görüşmek veya konuşmak amacıyla belli zamanlarda toplandıkları yerdir. Bu gibi pazar veya panayırlar günümüz uygarlığından uzak bulunan köy ve kentlerde hala kurulmaktadır. Bununla birlikte Kahire gibi büyük şehirlerin bazılarında da haftanın belli günlerinde pazarlar kurularak o günlerin adlarıyla anılır. Kahire'de kurulan "sak el-sebt veya sebtiye" (cumartesi pazarı), "sük el selase" (salı pazarı gibi). Halk çevreden bu pazarlara gelir ve alışveriş yapar.


Söz konusu pazarların her hafta kurulanı olduğu gibi, ayda veya yılda yalnız bir kez kurulanı da vardır. Bazıları ise birkaç yılda ancak bir kez kurulur. Hintlilerin her yıl Ganj (gange) Irmağı kenarında ve Delhi (Hardwar) şehrinde kurdukları pazar veya panayırda 300 bin kişi toplanır. Aynı şekilde Hintliler her on iki yılda bir kez söz konusu yerde hac törenleri yapar. Buraya giden ziyaretçilerin sayısı 1 milyona ulaşır. Dünyada en büyük panayır bu panayırdır. Gerek Rusya'da gerek Osmanlı ülkesinde, Almanya, İngiltere ve Amerika'da da bu gibi pazarlar kurulmaktadır.


Rusya'nın Novgorod şehrinde yılda iki kez panayır kurulur. Rusya'nın her köşesinden, Doğu Avrupa ülkelerinden on iki bin kişi bu panayırlara katılır. Bu panayırın alışveriş hacmi on iki milyon ruble civarında tahmin olunmaktadır.


Eski devirlerde bu gibi birçok panayır ve pazarlar vardı. Ancak söz konusu devirlerde, hac gibi dinsel bir amaç olmazsa halk bu panayırlara çok fazla rağbet etmezdi. Cahiliye çağında kurulan Ukaz vb. panayırlar buralarda toplanan hacıların yiyecek, içecek vs. ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, çeşitli kültürel faliyetlerde bulunmak amacıyla kuruluyordu.


Arap Panayırları


Cahiliye çağında Arapların yılın her ayında ayrı yerde kurulan panayırları vardı. Bir yerde panayır süresi bitince diğer şehre giderek oradaki panayıra katılırlardı. Araplar uzak ve yakın yerlerden buralara gelerek alışverişte bulunurlardı. Örneğin, Necid'in yukarı bölgelerinde bulunan Dümetülcendel'de Rebiyülevvel ayının başlarında panayır kurulurdu. Daha sonra Hicr bölgesine gidilir orada da bir ay pazar kurulduktan sonra Umman'a geçerlerdi. Daha sonra Hadramut ve Aden'e gidilirdi. Panayırcılardan bazıları San'a'ya kadar giderlerdi. Daha sonra haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) Ukaz panayırına gidilirdi. Bunun dışında değişik yerlerde de panayırlar kurulurdu.


Ukaz Panayırı


Cahiliye çağında Arapların en ünlü panayırı Taif ile Nahle arasında kurulan Ukaz idi. Araplar hacca gittiklerinde Zilkade ayının başlangıcından yirmisine kadar bu panayırda kalır, alışverişten sonra Mekke'ye giderler ve burada hac görevlerini yerine getirdikten sonra yurtlarına dönerlerdi. Kabilenin ileri gelenleri sözü edilen diğer panayırlar sırasında herkes kendi şehrinde kurulan panayıra katılmakla yetinirdi. Ancak Ukaz panayırı ayrıcalıklı bir pazardı. Herkes her taraftan bu büyük ve önemli panayıra gelirdi. Bu panayır boyunca kimin esiri varsa fidye vererek kurtarmaya çalışırdı. Kimin çözülmesi gereken davası varsa davayı görecek memura müracaat ederdi. Panayırlarda bu davalara bakanlar Temin kabilesindendi. Kimin birinden alınması gereken öcü olup da aradığı adamı bulamazsa onu Ukaz panayırında arardı. Her kim Araplarca bilinmesini istediği bir işi yapmak veya yapacağı işe Arapları şahit tutmak isterse onu Ukaz'da yapardı. Her kim halkın huzurunda bir başkasıyla övünme gösterisinde bulunmak isterse bu panayırı seçerdi. Araplar her meziyetin ve hatta karşılaştıkları felaketlerin büyüklüğüyle de övünürlerdi. Rivayete göre ünlü şair kadınlardan Hansa, iki kardeşinin ölümünden dolayı içine düştüğü felaket üzerine Arapların "en büyük felaketlisi" olduğunu ilan etmişti. Kendisinin daha büyük bela ve felaketlere uğradığına inanan Hind binli Utbe bu iddiaları haber alır almaz, devesine binip, üzerine bir bayrak dikerek Ukaz panayırına gitmişti. Panayırda kendi devesinin Hansa'nın devesinin yanında durdurulmasını istemiş ve isteği yerine getirilmiştir. Hansa, kendisine dönerek "kardeşciğim! Siz kimsiniz" diye sormuş. Hind: "Arapların en büyük felakete uğrayanı Hind binti Utbe'yim. Araplar içinde senin kadar bela ve felaket görmüş kimse bulunmadığını söylediğini işittim. Bunu nasıl kanıtlayabilirsin?"diye sormuş, Hansa "babam Amr bin Şerid ile kardeşlerim Sahr ve Muaviye'nin kaybından dolayı Arapların en büyük felaketlisi benim. Sen nasıl benimle yarışıyorsun?"cevabını vermişti. Bunun üzerine Hind "babam Utbe bin Rebia ile amcam Şeybe b. Şebia ve kardeşim Velid'in kaybı felaketi ile"demiştir. Bunun üzerine iki şair kadın arasında şiir yoluyla bir övünme yarışı ve gösterisi yapılmıştır.


Bir toplum, musibet ve felaketlerle böyle övünür ve yarışlarda bulunursa haseb, neseb, kahramanlık, fazilet vs. ile övünme konusunda neler yapmaz ... Bu yüzden birçok kez Ukaz panayırında ateşli atışmalar ve yarışmalar yapılırdı.


Burada şu noktayıda belirtmek isteriz: Araplar özel vakitlerde kabilelerin toplanmasından yararlanarak şiir söylemeye ve övünme ve yarışmalar içinde özel toplantılar yaparlardı. Bu edebiyat meclislerinde şairler şiirlerini okurlar, hatibler konuşmalar yaparlardı. Aralarında bu konuda ortaya çıkacak anlaşmazlıkları çözmek için büyüklerden birini hakem seçerlerdi. Ukaz panayırında hakem seçilen büyük şairlerden Nabiga'nın hakemliği yukarıda anlatıldı. Rivayete göre bu panayırda bir kasidenin seçilmesine karar verilince orada veya Kabe'de saygı duyulacak bir yerde asılırdı. Mu'allakat-ı Seb'a işte bu çeşit kasidelerdendi.


Arapların bu durumları eski Yunanlıların Gumnasion'daki (Gymnase) edebiyat toplantılarına benzer. Jimnaz beden antremanlarını yapmak için yapılan bir binaydı. Bu vesileyle filozoflar ve bilginler de burada toplanırlardı. Bu toplantılardan yararlanarak Arapların Ukaz'daki panayırlarda yaptıkları gibi burada, yarışmalar, tartışmalar ve övünme toplantıları yaparlardı. Bu gibi toplantı ve uğraşıların, gerçeklerin ortaya çıkmasına, yetenek sahiplerinin desteklenmesine, dilin gelişmesine ve ilerlemesine yaptığı büyük katkı ise açıklama yapmaya gerek olmayacak biçimde ortadadır.


Kureyş kabilesi bireyleri bu toplantılar süresince, diğer kabilelerle karışarak onların dillerinden kendilerine uygun kelimeleri alırlar ve sahiplenirlerdi. Bu yüzden Kureyş halkı Arapların en güzel konuşan halkı olmuştur. Dilleri de, diğer kabile dillerinde bulunan müstehcen ve çirkin kelimelerle, anlamı bilinmeyen kapalı sözlerden ayıklanmıştı.


Cahiliye Çağında Ensab (Soy-Sop) Bilimi


Ensab: Eski milletlerin Cahiliye devirlerinde oldukça önemli bir bilimdi. Bu şekilde yaşayan insanlar arasında mezhep kuvvetli bir bağdır. Halk bu bağ ile birleşerek düşmana karşı birbirlerine destek olurlardı. Baba ve dedeleriyle övünmek için mezhep en başta gelen bir araçtır. Yunanlılar ilahlarının, mezheblerini ve birbirlerinden nasıl devam ettiklerini, çağdan çağa koruyarak aktarmışlardır. Bu noktada o kadar ileri gitmişlerdi ki, sonunda kendi mezheplerini tanrıların mezhepleriyle birleştirmişlerdi. Bu yüzden, Yunanlıların Cahiliye devirlerinde, hanedandan büyük ailelerin ve hükümet adamlarının mezhepleri kesinlikle bu tanrılardan birine bağlanıyordu. Hatta bazıları Hz. lsa'dan birkaç yüzyıl önce bu neseble övünmeyi şiir haline getirmişlerdir. Romalıların ilk devirleri de böyleydi. Onlara göre batarika (Patricuis-asker reisleri) adıyla bilinen yüksek tabakanın, insanlığın üstünde baba ve dedelerin soyundan geldiklerine inanılırdı. lbranilerin çok eski atalara ve peygamberlere bağlı bulunduklarını ve bu bağla diğer milletlerden üstün olduklarını iddia etmeleri de böyledir. Bununla birlikte lbraniler, bireylerin sonunda hep bir baba ve anne yani Hz. Adem ve Havva'dan doğduklarını itiraf etmekle o ayrıcalığı bir dereceye kadar düzeltmeye çalışırlardı. lbranilerin bir baba ve anneden doğdukları hakkındaki bu inanışları, diğer sami milletler gibi yaratılışlarından kaynaklanan tek Tanrı inancına yönelik olmalarından ileri geliyordu.


Arapların Soyları


Arap toplumları, neseb yönünden lbranilerin bir koludur. Arapların Adnaniler kolu (Hicaz ve Necid halkı) eski ataları yönünden Hz. lbrahim'in oğlu lsmail'e mensupturlar. Kahtaniler (Yemen halkı) ise Yektan ibn Abir'in soyundandırlar. Araplar yabancılar veya birbirleri aleyhine akraba ve yakınlarının destek ve yardımını sağlamak ve güçlendirmek amacıyla soy konusuna olağanüstü önem vermişlerdi.

Ensab-ı Arap, altı derece veya tabaka üzerine kurulmuştu. Bunların birincisi "şa'b", ikincisi "kabile", üçüncüsü "i'maret", dördüncüsü "batn", beşincisi "fahz" altıncısı "fasile"dir. Şa'b soyca en uzak köktür. Adnan, Kahtan gibi. Şah bölümlere ayrılır. Bu bölümlerin her birine kabile denilir: Rebia, Mudar kabileleri gibi.


Üçüncü derecede olarak bu kabilelerin bölümlerine i'mare denilir: Kureyş, Kinane gibi. Bunlar soy olarak bir kabile ve bir dalda son bulur. Dördüncü derecede, i'mare batn ayrılır: Menaf Oğulları, Mahzum oğulları gibi. Bunlar ata yönünden i'mare, kabile ve şa'b da birleşirler. Beşinci derecede, batn da fahz'lara ayrılır: Haşim Oğulları, Ümeyye Oğulları gibi. Bundan sonra fasile gelir: Talib Oğulları, Abbas Oğulları gibi. Bu şekilde soy fasileden başlayarak şa'b da son bulur.

Araplar her şeyin baba ve dedeye bağlanması konusunda o kadar ileri gitmişlerdi ki şehir ve ülkelerin adlarını bile kendi dedelerinden bazılarına bağlıyorlardı. Bu dedeler çoğunlukla Tevrat'a ulaşan babalardan oluşuyordu. Örneğin Arapların birine: "Endülüs ülkesini kuran kimdir?" diye sorulsa hemen, "Endülüs b. Ya'fes b. Nuh tarafından kurulmuştur" cevabını verirdi. Araplarda neseb bilginleri (nessabün) kabilelerin isimleri ile detaylarını oldukça ince bir tarzda ezberlemişlerdi. Biri kendilerine başvurarak "Temimoğullarındanım nesebimi söyleyiniz" diye sorsa neseb bilgini, Temim kabilesinden başlayarak yukarıda belirttiğimiz tüm sınıfları ve ataları saydıktan sonra babasına veya kendisine kadar ulaşıp söylerdi. Cahiliye çağında neseb bilginlerinin sayısı çok fazlaydı. Her kabilenin bir veya daha fazla neseb bilgini vardı. lslamiyet'in başlarında soya önem verme alışkanlığı devam ettiğinden bu devirde de birçok nesep uzmanı yetişmişti. Daha sonra lslam devleti Arapların dışındaki Müslümanlar ve Arapların bağış ve terbiyesiyle yetişen kişilere geçince, halk kendi efendilerine, güç ve ihsan sahiplerine bağlanmaya başlamışlardır.


Cahiliye Çağında Tarih


Cahiliye devrinde, Arap toplumlarında bugünkü anlamda bir tarih ilmi yoktu. Bir kısım Arap yalnızca kendi ülkelerinde olmuş olaylarla ilgilenirken, diğerleri de başka toplumlardan kendi ülkelerine göç etmiş insanlarca aktarılmış ve hikaye olunmuş haberler ve olayları ezberleyerek birbirlerine anlatırlardı. "Eyyam-ı Arap" (Arap günleri) adıyla bilinen kabileler arası savaşlar Yemen'de Ma'rib Barajı'nın yıkılma hikayesi, Yemen'in eski meliklerinden Teban Es'ad Ebu Kerb'in Yemen'i ele geçirmesi, Yemen meliklerinden Zünuvas ve "Ashab-ı uhdüd"un hikayesi (Yemen meliklerinden Zünuvas'ın Necran halkından 20.000 kişiyi Hıristiyanlıktan Museviliğe çevirmek için hendeklerde yakması hikayesi), Habeşlilerin Yemen'i ele geçirmeleri, fil sahiplerinin hikayesi, Seyf Zibezen Himyeri'nin savaşları, Yemen'de Iran hakimiyetinin sona ermesine kadar süren olaylar vs., Arap putları, Cürhüm'ün hikayesi, Zemzem kuyusunun kapanması, Kabe'nin Kusay b. Kilab'ın zamanına kadar olan tarihi, hac mütevelliliği, Amir b. Zarb olayı, Kusay'ın Mekke hakimliğini ele geçirmesi, "Hılfu'l-mütayyibin" ve "Hılfu'l-füdül" hikayeleri, zemzem kuyusunun kazılması, ficar savaşları ve Kabe'nin inşası olayları. O çağda Araplar arasında geçerli olan ve konuşulan tarihi olayların başlıcalarıdır. Yok olan ve bu yüzden "baide" adı verilen daha eski Araplardan "ad" ve "semüd" vs. kabilelerle ilgili bilgilerle Tevrat'tan aktarılan Belkıs, Süleyman vs. 'nin hikayeleri ve lslamiyet'in doğuşu sırasında anlatılan diğer olaylar ve bilgilerde böyledir. Bunların ayrıntıları Arap tarihlerinde yazılıdır.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak