3 Temmuz 2023 Pazartesi
2 Temmuz 2023 Pazar
İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-5
Cahiliye Çağında Hitabet (Hatiplik)
Hitabet, güçlü bir hayal gücüyle birlikte, etkili ve iyi konuşma gerektiren bir sanattır. Bu nedenle şiir gibi kabul ediyoruz. Veya her ikisi ayrı olmakla beraber şiir "manzum şiir" hitabet ise "mensür şiir" sayılır. Hitabet, hamaset (yiğitlik ve yüreklilik) ister. Hitabetin en yoğun etkisi, çoğunlukla fürosiyyet çağında (atcılık ve binicilik çağı) kişilik ve onur sahibi, hürriyet aşığı olan milletlerde görülmüştür. Şiirde ise böyle koşul ve sınırlama söz konusu değildir. Bu açıdan bakıldığında Arapların Cahiliye devri, Yunanlıların Cahiliye devrine benzer. Her iki ulusta da şiir ve hitabet çok gelişmişti. Her ikisi de kişilik sahibi ve bağımsız toplumlardı. Aynı özellikleri taşımadıklarından dolayı, Romalılarda şiir sanatı daha geç dönemlerde gelişmiş olmasına karşın, hitabet büyük bir yarış ortamında oldukça gelişmişti. Aynı nedenle, lbranilerde şiir sanatı çok ilerlemişken hitabet oldukça geri kalmıştı. lbraniler, Arap ve Yunanlılar gibi bağımsız uluslar olamadıklarından, kişilik ve onurlarını koruyacak güce de erişememişler bu nedenle de zayıflık ve zillet, onlar üzerinde baskın bir huy ve özellik haline gelmişti. Bunun için lbranilerde şaire yakışır hayal ve duygular, yakınma, yalvarma ve dua etmeye yönelmiştir. Zihin ve yetenekleri mersiye ile birlikte, hikmetli ve öğüt verici şiirler türü üzerinde yoğunlaşmıştı.
Arap toplumları, içinde bulundukları çevrenin etkisiyle, bağımsızlık ve yiğitlik duygularıyla özdeşleşmiş, şairlere özgü hayal ve duygularla dolu olan diğer uluslar gibi hassas bir millet olduklarından, hitabet sanatı oldukça önemli bir konum ve etkiye sahip olmuştu. Bazen etkili ve edebi bir söz uyandırdığı etki ve heyecanla onları ayaklandırırdı. Konum ve geçim yolları etkisiyle aralarında ortaya çıkan tartışmalar, birbirleriyle rekabetleri, birbirlerine karşı övünmelerini gerektirdiğinden etkili ve vurgulu sözlerle rakiplerini inandırmak ve kendilerine destekçi bulmak için etkili söz söyleme ve nutuk atmak zorundaydılar. Nutukların konusu çoğunlukla genel ve özel toplantı yerlerinde soy sop, ahlak ve terbiye ile övünmelerinden oluşuyordu. Arap hatipleri hitabet kürsüsüne çıktıklarında, başlarında sarık ve ellerindeki bastona dayanarak, ayakta nutuk atarlardı. Kimi zaman, baston yerine, üzerine dayandıkları ok veya mızrakla, sözün gelişine uygun olarak, özel işaretler yaparlar ve söylediklerinin dinleyenler üzerinde daha etkili olması için çaba harcarlardı. Kimi zaman da deve üzerine binmiş oldukları halde nutuk atarlardı. Şiirle hitabetin benzerliğini gösteren kanıtlardan biri de, şairlerden çoğunun aynı zamanda hitabetle ve hatiplerden çoğunun da şiirle uğraşmalarıdır. Bunların pek çoğu hem hatip hem de şairdiler. Her iki sanatla uğraşırlar, hangisinde daha baskın gelirlerse ona göre kendilerine hatip veya şair adı verilirdi. Hatipleri çok olan kabilelerin çoğunlukla şairleri de bol olurdu. Arapların şiir ve hitabet tarihiyle ilgili söyledikleri sözlerden biri de: "Abdülkays kabilesi lyad savaşından sonra iki gruba ayrılmış. Bunlardan biri Umman bölgesini yerleşim yeri olarak seçmiş Arap hatipleri bu grupla beraber yaşamışlar, diğer grup Bahreyn bölgesine yerleşmiş. Arapların en ünlü şairleri bunlar arasından çıkmış." Oysa bunlar çölün göbeğinde ve fesahatin kaynağındayken böyle değildiler. Bu durum, daha önce söylediğimiz gibi, yabancılarla karışma sonucu, ortaya çıkan kültür alışverişi Arap edebiyatındaki gelişmenin temelini oluşturmuştur. Yemen bölgesinde birçok hatibin yetişmiş olması da burdan kaynaklanıyordu. Yemen halkı Araplar gibi hitabet sanatında üstat olan lranlılarla kültür alışverişi içindeydiler.
Hutbelerin (Nutuklar) Konuları
Araplar okuma yazma bilmeyen bir toplum halindeyken bile, dili çok ustaca kullanırlar, insanlar üzerinde etki yaratacak kelimeleri seçerler ve bunlarla nutuklarını süslerlerdi. Şiir sanatı gibi, hatiplik ve yaratılışlarından gelen bir yetenekti. Bu yeteneğe ek olarak, çocuklarını küçük yaştan başlayarak bu konuda eğitirler, etkili konuşma ve nutuk alanında pratik yaptırırlardı. Onların düşüncesine göre, soylarının korunması, ırz ve namuslarının savunması için şairlere nasıl gereksinim duyuyorlarsa, gerektiğinde çevre bölge ve şehirlere heyet göndermek için de hatiplere de gereksinim duyuyorlardı. Bununla birlikte Cahiliye çağında şairler, hatiplere tercih ediliyordu.
Ancak lslamiyet'ten sonra, ikna etme ve taraftar toplama açısından daha yararlı oldukları için hatipler ön plana çıkmıştır. Temsilci veya vekillik için duyulan gereksinimden dolayı da hatipler, o kabilenin en büyüğü ve başkanı sayılırdı. Bu şekilde bir adam bir kabileye, bir dil birçok dillere denk anlamına geliyordu.
O yüzyıla göre vekil ve temsilciler göndermek her ülkede geçerli bir gelenekti. Rum, Hint, Çin, lran devletleri aradaki dostluk ilişkilerini güçlendirmek veya övünmek amacıyla birbirlerine özel heyetler gönderirlerdi. Arapların o tarihlerde heyetler gönderecek belli başlı bir devleti yoktu. Ancak lrak'ta bulunan Arap melikleri (al-i münzir) kisraların ve özellikle Kisra Nuşirvan'ın huzuruna çıktıklarında, Arapların dildeki ustalık ve yeteneklerini anmaktan geri kalmadıkları için, kisra bu dil üstatlarını görmek ve dinlemekten büyük zevk alırdı. Bu meliklerinden Numan, birgün Nuşirvan'ın huzurunda bir konudan söz edince Nuşirvan, bu söz söyleme üstatlarından birini görmeyi arzu etmişti. Bunun üzerine, melik Numan, her Arap kabilesinden ikişer veya üçer hatip seçip, kisranın huzuruna çıkarmıştır. Arapların filozof ve büyükleri olan bu hatipler arasında Temim kabilesinden Eksen, Hacib b. Zürare ve Bekir kabilesinden Hars b. Zalim ve Kays b. Mesud ve Amir oğulları kabilesinden Halid ibn Ca'fer vs. gibi kişiler bulunmaktaydı. Bunlar kisranın huzuruna çıkarak sırayla nutuk atmışlardı. Ibn Abdi Rabbih el-Ikdü'l-ferid adındaki kitabının 3. cildinde bu nutukları ayrıntılarıyla kaydetmiştir.
Bununla birlikte Yemen Arapları ile Arap Yarımadası'nın doğusunda yaşayan Araplar kendi topraklarında egemen olan Iran valilerinden yakınmak ve diğer bazı Araplar ise -Muaviye'nin babası Ebü Süfyan'ın yaptığı gibi- at vs.'den oluşan hediyeler sunarak bir düşmana karşı yardım istemek için Iran hükümdarlarının huzurlarına çıkarlardı.
Arap meliklerine gidip misafir olmak veya özel heyetler göndermek de geçerli bir adetti. Ünlü şair Hassan ibn Sabit, Hirede Münzir oğulları ve Belka'da Gassanlı meliklerine gidip misafir olurdu. Seyf b. zi Yüzn, Yemen bölgesini ele geçiren Habeşlileri öldürüp ülkeyi kurtardığı zaman, Kureyş büyükleri özel bir heyet kurarak kendisinin huzuruna çıkıp teşekkür ve tebriklerini sunmuşlardı. Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalip de bu heyetin hatipleri arasındaydı. Islamiyet'in yayılması üzerine çeşitli kabilelerden Hz. Peygamber'in huzuruna çıkan kasideciler de böyleydi. Islamiyet yayılıp güçlenince çevre kabilelerin en seçkin hatipleri ve büyükleri Islam'a girmek veya bazı konuları sormak için Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmışlardı.
Gassan ailesi meliklerinden Cebele ve Yemen büyüklerinden Amr b. Ma'dikerb'in Hz. Ömer'in ve Yemame halkının Hz. Ebubekir'in yanlarına gelmeleri ve burada anlatılması uzun sürecek diğer Arap kasidecilerinin, selamlamak veya kutlamalarda bulunmak amacıyla halifelerin huzuruna çıkmaları da aynı nedenden kaynaklanmaktadır.
Hatipler
Özetlemek gerekirse, Cahiliye çağındaki uyanış döneminde hatipler, şairler gibi oldukça bol yetişmiş ve bunların çoğunluğu kabile başkanları, büyükleri veya hakimleri olmuşlardır. Her kabilenin bir veya daha çok hatibi vardı. Cahiliye hatiplerinin en ünlüsü lyad oğullarından Kuss b. Sa'ide idi. Hz. Peygamber bu kişinin zamanına yetişerek kendisini Ukaz panayırında kırmızı bir deve üzerinde görmüş ve halka hitaben "Ey insanlar! Geliniz dinleyiniz, düşününüz. Her kim yaşarsa ölür. Her kim ölürse göçmüş bulunur. Bir şey ki mutlaka olacaktır. Er veya geç gelip çatacaktır" dediğini işitmiştir. Dilindeki ustalık ve akıcılıktan dolayı "Sehban Vail'den daha büyük hatip" denilerek deyim haline gelen Sehban Vail Bahili" o zamanın büyük hatiplerindendi. Bu kişi nutuk atarken üzerinden terler boşanır, hiçbir kelimeyi tekrar etmez, hiçbir yerde şaşırıp durmaz ve nutkunu bitirmeden oturmazdı. Himyer'den Duveyd b. Zeyd, Züheyr b. Habbab. gibi birçok hatipler vardı. Diğer kabilelerden Haris b. Ka'b, Kays b. Züheyr, Rebi' Dahi', Altı Parmak Advani, Eksem b. Sayfi, Amr b. Gülsüm vs.'de diğer büyük hatip arasındaydılar.
Arap hatipleri nutuklarında ince ve etkileyici sözleri ve alışılmış anlamları seçerlerdi. Nutukları uzun veya kısa olmak üzere iki çeşitti. Kısa nutuklar kolaylıkla ezberlendiği için daha çok kullanılıyordu. Nutuklara çok fazla önem verdiklerinden öncekilerden sonrakilere geçen bir miras olarak korur, aktarır ve her nutka özel bir isim verirlerdi.
Edebiyat Meclisleri ve Ukaz Panayırı
Araplar şiir söylemek, düşünce ve olaylar hakkında görüş alışverişinde bulunmak, yarışmalar yapmak gibi genel veya özel birçok konuda görüşmelerde bulunmak için, birtakım meclisler kurar ve bunlara "endiye" (meclis, encümen ve kulüpler) adını verirlerdi. Kureyş meclisi ile Kabe yakınında bulunan "Dar al-Nedve" (danışma meclisi) bu çeşit meclislerdendi. Bununla beraber boş zamanlarında bir yerde toplandıklarında özellikle "esvak" adını verdikleri panayırlarda şiirler okurlar, eğlence ve yarışmalar yaparlardı.
Esvak (Panayırlar)
"Sfık"ler (pazar-panayır), şehir veya köy halkının alışveriş yapmak, görüşmek veya konuşmak amacıyla belli zamanlarda toplandıkları yerdir. Bu gibi pazar veya panayırlar günümüz uygarlığından uzak bulunan köy ve kentlerde hala kurulmaktadır. Bununla birlikte Kahire gibi büyük şehirlerin bazılarında da haftanın belli günlerinde pazarlar kurularak o günlerin adlarıyla anılır. Kahire'de kurulan "sak el-sebt veya sebtiye" (cumartesi pazarı), "sük el selase" (salı pazarı gibi). Halk çevreden bu pazarlara gelir ve alışveriş yapar.
Söz konusu pazarların her hafta kurulanı olduğu gibi, ayda veya yılda yalnız bir kez kurulanı da vardır. Bazıları ise birkaç yılda ancak bir kez kurulur. Hintlilerin her yıl Ganj (gange) Irmağı kenarında ve Delhi (Hardwar) şehrinde kurdukları pazar veya panayırda 300 bin kişi toplanır. Aynı şekilde Hintliler her on iki yılda bir kez söz konusu yerde hac törenleri yapar. Buraya giden ziyaretçilerin sayısı 1 milyona ulaşır. Dünyada en büyük panayır bu panayırdır. Gerek Rusya'da gerek Osmanlı ülkesinde, Almanya, İngiltere ve Amerika'da da bu gibi pazarlar kurulmaktadır.
Rusya'nın Novgorod şehrinde yılda iki kez panayır kurulur. Rusya'nın her köşesinden, Doğu Avrupa ülkelerinden on iki bin kişi bu panayırlara katılır. Bu panayırın alışveriş hacmi on iki milyon ruble civarında tahmin olunmaktadır.
Eski devirlerde bu gibi birçok panayır ve pazarlar vardı. Ancak söz konusu devirlerde, hac gibi dinsel bir amaç olmazsa halk bu panayırlara çok fazla rağbet etmezdi. Cahiliye çağında kurulan Ukaz vb. panayırlar buralarda toplanan hacıların yiyecek, içecek vs. ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, çeşitli kültürel faliyetlerde bulunmak amacıyla kuruluyordu.
Arap Panayırları
Cahiliye çağında Arapların yılın her ayında ayrı yerde kurulan panayırları vardı. Bir yerde panayır süresi bitince diğer şehre giderek oradaki panayıra katılırlardı. Araplar uzak ve yakın yerlerden buralara gelerek alışverişte bulunurlardı. Örneğin, Necid'in yukarı bölgelerinde bulunan Dümetülcendel'de Rebiyülevvel ayının başlarında panayır kurulurdu. Daha sonra Hicr bölgesine gidilir orada da bir ay pazar kurulduktan sonra Umman'a geçerlerdi. Daha sonra Hadramut ve Aden'e gidilirdi. Panayırcılardan bazıları San'a'ya kadar giderlerdi. Daha sonra haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) Ukaz panayırına gidilirdi. Bunun dışında değişik yerlerde de panayırlar kurulurdu.
Ukaz Panayırı
Cahiliye çağında Arapların en ünlü panayırı Taif ile Nahle arasında kurulan Ukaz idi. Araplar hacca gittiklerinde Zilkade ayının başlangıcından yirmisine kadar bu panayırda kalır, alışverişten sonra Mekke'ye giderler ve burada hac görevlerini yerine getirdikten sonra yurtlarına dönerlerdi. Kabilenin ileri gelenleri sözü edilen diğer panayırlar sırasında herkes kendi şehrinde kurulan panayıra katılmakla yetinirdi. Ancak Ukaz panayırı ayrıcalıklı bir pazardı. Herkes her taraftan bu büyük ve önemli panayıra gelirdi. Bu panayır boyunca kimin esiri varsa fidye vererek kurtarmaya çalışırdı. Kimin çözülmesi gereken davası varsa davayı görecek memura müracaat ederdi. Panayırlarda bu davalara bakanlar Temin kabilesindendi. Kimin birinden alınması gereken öcü olup da aradığı adamı bulamazsa onu Ukaz panayırında arardı. Her kim Araplarca bilinmesini istediği bir işi yapmak veya yapacağı işe Arapları şahit tutmak isterse onu Ukaz'da yapardı. Her kim halkın huzurunda bir başkasıyla övünme gösterisinde bulunmak isterse bu panayırı seçerdi. Araplar her meziyetin ve hatta karşılaştıkları felaketlerin büyüklüğüyle de övünürlerdi. Rivayete göre ünlü şair kadınlardan Hansa, iki kardeşinin ölümünden dolayı içine düştüğü felaket üzerine Arapların "en büyük felaketlisi" olduğunu ilan etmişti. Kendisinin daha büyük bela ve felaketlere uğradığına inanan Hind binli Utbe bu iddiaları haber alır almaz, devesine binip, üzerine bir bayrak dikerek Ukaz panayırına gitmişti. Panayırda kendi devesinin Hansa'nın devesinin yanında durdurulmasını istemiş ve isteği yerine getirilmiştir. Hansa, kendisine dönerek "kardeşciğim! Siz kimsiniz" diye sormuş. Hind: "Arapların en büyük felakete uğrayanı Hind binti Utbe'yim. Araplar içinde senin kadar bela ve felaket görmüş kimse bulunmadığını söylediğini işittim. Bunu nasıl kanıtlayabilirsin?"diye sormuş, Hansa "babam Amr bin Şerid ile kardeşlerim Sahr ve Muaviye'nin kaybından dolayı Arapların en büyük felaketlisi benim. Sen nasıl benimle yarışıyorsun?"cevabını vermişti. Bunun üzerine Hind "babam Utbe bin Rebia ile amcam Şeybe b. Şebia ve kardeşim Velid'in kaybı felaketi ile"demiştir. Bunun üzerine iki şair kadın arasında şiir yoluyla bir övünme yarışı ve gösterisi yapılmıştır.
Bir toplum, musibet ve felaketlerle böyle övünür ve yarışlarda bulunursa haseb, neseb, kahramanlık, fazilet vs. ile övünme konusunda neler yapmaz ... Bu yüzden birçok kez Ukaz panayırında ateşli atışmalar ve yarışmalar yapılırdı.
Burada şu noktayıda belirtmek isteriz: Araplar özel vakitlerde kabilelerin toplanmasından yararlanarak şiir söylemeye ve övünme ve yarışmalar içinde özel toplantılar yaparlardı. Bu edebiyat meclislerinde şairler şiirlerini okurlar, hatibler konuşmalar yaparlardı. Aralarında bu konuda ortaya çıkacak anlaşmazlıkları çözmek için büyüklerden birini hakem seçerlerdi. Ukaz panayırında hakem seçilen büyük şairlerden Nabiga'nın hakemliği yukarıda anlatıldı. Rivayete göre bu panayırda bir kasidenin seçilmesine karar verilince orada veya Kabe'de saygı duyulacak bir yerde asılırdı. Mu'allakat-ı Seb'a işte bu çeşit kasidelerdendi.
Arapların bu durumları eski Yunanlıların Gumnasion'daki (Gymnase) edebiyat toplantılarına benzer. Jimnaz beden antremanlarını yapmak için yapılan bir binaydı. Bu vesileyle filozoflar ve bilginler de burada toplanırlardı. Bu toplantılardan yararlanarak Arapların Ukaz'daki panayırlarda yaptıkları gibi burada, yarışmalar, tartışmalar ve övünme toplantıları yaparlardı. Bu gibi toplantı ve uğraşıların, gerçeklerin ortaya çıkmasına, yetenek sahiplerinin desteklenmesine, dilin gelişmesine ve ilerlemesine yaptığı büyük katkı ise açıklama yapmaya gerek olmayacak biçimde ortadadır.
Kureyş kabilesi bireyleri bu toplantılar süresince, diğer kabilelerle karışarak onların dillerinden kendilerine uygun kelimeleri alırlar ve sahiplenirlerdi. Bu yüzden Kureyş halkı Arapların en güzel konuşan halkı olmuştur. Dilleri de, diğer kabile dillerinde bulunan müstehcen ve çirkin kelimelerle, anlamı bilinmeyen kapalı sözlerden ayıklanmıştı.
Cahiliye Çağında Ensab (Soy-Sop) Bilimi
Ensab: Eski milletlerin Cahiliye devirlerinde oldukça önemli bir bilimdi. Bu şekilde yaşayan insanlar arasında mezhep kuvvetli bir bağdır. Halk bu bağ ile birleşerek düşmana karşı birbirlerine destek olurlardı. Baba ve dedeleriyle övünmek için mezhep en başta gelen bir araçtır. Yunanlılar ilahlarının, mezheblerini ve birbirlerinden nasıl devam ettiklerini, çağdan çağa koruyarak aktarmışlardır. Bu noktada o kadar ileri gitmişlerdi ki, sonunda kendi mezheplerini tanrıların mezhepleriyle birleştirmişlerdi. Bu yüzden, Yunanlıların Cahiliye devirlerinde, hanedandan büyük ailelerin ve hükümet adamlarının mezhepleri kesinlikle bu tanrılardan birine bağlanıyordu. Hatta bazıları Hz. lsa'dan birkaç yüzyıl önce bu neseble övünmeyi şiir haline getirmişlerdir. Romalıların ilk devirleri de böyleydi. Onlara göre batarika (Patricuis-asker reisleri) adıyla bilinen yüksek tabakanın, insanlığın üstünde baba ve dedelerin soyundan geldiklerine inanılırdı. lbranilerin çok eski atalara ve peygamberlere bağlı bulunduklarını ve bu bağla diğer milletlerden üstün olduklarını iddia etmeleri de böyledir. Bununla birlikte lbraniler, bireylerin sonunda hep bir baba ve anne yani Hz. Adem ve Havva'dan doğduklarını itiraf etmekle o ayrıcalığı bir dereceye kadar düzeltmeye çalışırlardı. lbranilerin bir baba ve anneden doğdukları hakkındaki bu inanışları, diğer sami milletler gibi yaratılışlarından kaynaklanan tek Tanrı inancına yönelik olmalarından ileri geliyordu.
Arapların Soyları
Arap toplumları, neseb yönünden lbranilerin bir koludur. Arapların Adnaniler kolu (Hicaz ve Necid halkı) eski ataları yönünden Hz. lbrahim'in oğlu lsmail'e mensupturlar. Kahtaniler (Yemen halkı) ise Yektan ibn Abir'in soyundandırlar. Araplar yabancılar veya birbirleri aleyhine akraba ve yakınlarının destek ve yardımını sağlamak ve güçlendirmek amacıyla soy konusuna olağanüstü önem vermişlerdi.
Ensab-ı Arap, altı derece veya tabaka üzerine kurulmuştu. Bunların birincisi "şa'b", ikincisi "kabile", üçüncüsü "i'maret", dördüncüsü "batn", beşincisi "fahz" altıncısı "fasile"dir. Şa'b soyca en uzak köktür. Adnan, Kahtan gibi. Şah bölümlere ayrılır. Bu bölümlerin her birine kabile denilir: Rebia, Mudar kabileleri gibi.
Üçüncü derecede olarak bu kabilelerin bölümlerine i'mare denilir: Kureyş, Kinane gibi. Bunlar soy olarak bir kabile ve bir dalda son bulur. Dördüncü derecede, i'mare batn ayrılır: Menaf Oğulları, Mahzum oğulları gibi. Bunlar ata yönünden i'mare, kabile ve şa'b da birleşirler. Beşinci derecede, batn da fahz'lara ayrılır: Haşim Oğulları, Ümeyye Oğulları gibi. Bundan sonra fasile gelir: Talib Oğulları, Abbas Oğulları gibi. Bu şekilde soy fasileden başlayarak şa'b da son bulur.
Araplar her şeyin baba ve dedeye bağlanması konusunda o kadar ileri gitmişlerdi ki şehir ve ülkelerin adlarını bile kendi dedelerinden bazılarına bağlıyorlardı. Bu dedeler çoğunlukla Tevrat'a ulaşan babalardan oluşuyordu. Örneğin Arapların birine: "Endülüs ülkesini kuran kimdir?" diye sorulsa hemen, "Endülüs b. Ya'fes b. Nuh tarafından kurulmuştur" cevabını verirdi. Araplarda neseb bilginleri (nessabün) kabilelerin isimleri ile detaylarını oldukça ince bir tarzda ezberlemişlerdi. Biri kendilerine başvurarak "Temimoğullarındanım nesebimi söyleyiniz" diye sorsa neseb bilgini, Temim kabilesinden başlayarak yukarıda belirttiğimiz tüm sınıfları ve ataları saydıktan sonra babasına veya kendisine kadar ulaşıp söylerdi. Cahiliye çağında neseb bilginlerinin sayısı çok fazlaydı. Her kabilenin bir veya daha fazla neseb bilgini vardı. lslamiyet'in başlarında soya önem verme alışkanlığı devam ettiğinden bu devirde de birçok nesep uzmanı yetişmişti. Daha sonra lslam devleti Arapların dışındaki Müslümanlar ve Arapların bağış ve terbiyesiyle yetişen kişilere geçince, halk kendi efendilerine, güç ve ihsan sahiplerine bağlanmaya başlamışlardır.
Cahiliye Çağında Tarih
Cahiliye devrinde, Arap toplumlarında bugünkü anlamda bir tarih ilmi yoktu. Bir kısım Arap yalnızca kendi ülkelerinde olmuş olaylarla ilgilenirken, diğerleri de başka toplumlardan kendi ülkelerine göç etmiş insanlarca aktarılmış ve hikaye olunmuş haberler ve olayları ezberleyerek birbirlerine anlatırlardı. "Eyyam-ı Arap" (Arap günleri) adıyla bilinen kabileler arası savaşlar Yemen'de Ma'rib Barajı'nın yıkılma hikayesi, Yemen'in eski meliklerinden Teban Es'ad Ebu Kerb'in Yemen'i ele geçirmesi, Yemen meliklerinden Zünuvas ve "Ashab-ı uhdüd"un hikayesi (Yemen meliklerinden Zünuvas'ın Necran halkından 20.000 kişiyi Hıristiyanlıktan Museviliğe çevirmek için hendeklerde yakması hikayesi), Habeşlilerin Yemen'i ele geçirmeleri, fil sahiplerinin hikayesi, Seyf Zibezen Himyeri'nin savaşları, Yemen'de Iran hakimiyetinin sona ermesine kadar süren olaylar vs., Arap putları, Cürhüm'ün hikayesi, Zemzem kuyusunun kapanması, Kabe'nin Kusay b. Kilab'ın zamanına kadar olan tarihi, hac mütevelliliği, Amir b. Zarb olayı, Kusay'ın Mekke hakimliğini ele geçirmesi, "Hılfu'l-mütayyibin" ve "Hılfu'l-füdül" hikayeleri, zemzem kuyusunun kazılması, ficar savaşları ve Kabe'nin inşası olayları. O çağda Araplar arasında geçerli olan ve konuşulan tarihi olayların başlıcalarıdır. Yok olan ve bu yüzden "baide" adı verilen daha eski Araplardan "ad" ve "semüd" vs. kabilelerle ilgili bilgilerle Tevrat'tan aktarılan Belkıs, Süleyman vs. 'nin hikayeleri ve lslamiyet'in doğuşu sırasında anlatılan diğer olaylar ve bilgilerde böyledir. Bunların ayrıntıları Arap tarihlerinde yazılıdır.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
1 Temmuz 2023 Cumartesi
30 Haziran 2023 Cuma
HAMDANİLER
Hamdaniler, Tağlib kabilesine mensup olup IV. (X.) asırda Abbasi hilafetinin zayıflamasıyla Mezopotamya ve el-Cezire'de iki küçük devlet kurmuşlardır. Bu ailenin en şöhretli temsilcisi Halep emiri Seyfüddevle idi.
Hamdaniler, Adi b. Usame b. Tağlib'den intikal ettiklerinden kendilerine Tağlibiler veya Adeviler de denir. Esas itibariyle bu aile, el-Cezire'nin doğu mıntıkasındaki Berkaid'den neş'et etmiştir.
A - İLK HAMDANİLER
Hakkında tarihi kaynaklarda bilgi bulunan bu ailenin ilk ferdi 254(868) yılında el-Cezire Haricilerine karşı yapılan savaşa, öteki Tağlibilerle birlikte iştirak eden Hamdan b. Hamdun el-Haris'tir. Mamafih 266 (879) 'dan itibaren bu aile hakkında tarihi malumat mevcut olup, özellikle 272 (885) 'de eş-Şari lakabıyla tanınan Haricilerin liderlerine karşı yaptıkları mücadeleye dair bilgiler kayda değer.
279(892) 'da el-Mutezid hilafete geçip el- Cezire'de otoritesini yeniden tesis etmeye karar verdiğinde, Hamdan b. Hamdün, başta Mardin olmak üzere Dicle'nin sol sahilinde Ardumuşt gibi o mıntıkalarda bazı yerleri elinde tutuyordu. 282 (895) 'de halife, Hamdan'ın terketmiş olduğu Mardini teslim aldı ve müteakiben de ordusu Ardumuşt'u zaptetti. Babasının firarı esnasında Ardumuşt kalesini korumak üzere bırakılmış olan Hamdan'ın oğlu Hüseyin, bizzat halife tarafına geçmek suretiyle, halifenin kuvvetlerine teslim oldu. Dicle'nin iki yakasında vukubulan müthiş bir takip sonunda Hamdan, Musul yakınlarında halifeye teslim oldu ve hapsedildi.
Halife tarafına geçmiş olan Hamdan'ın oğlu Hüseyin, Haricilerle ve onların lideri Harun eş-Şari ile mücadelesinde halifeye çok yardım etti. Onun sayesinde Harun yakalanmıştı. Kendisine minnettar kalan halife, babasını affederek Hüseyin'i mükafatlandırdı ve caize olarak Tağlib kabilesinin birçok ferdinin katıldığı bir süvari birliğinin komutasını verdi. Hüseyin, 283(896)'de Cibal'de Bekr b .. Abdülaziz b. Ebi · Dulef'e karşı yapılan savaşa ve Karmatiler aleyhindeki keşif faaliyetlerine katıldı.
el-Muktefi'nin hilafeti esnasında, 291 (903) 'de Sahibu Divanü'l Ceyş Muhammed b. Süleyman'ın talimatı gereği Suriye'de hüküm süren Sahibu'l -Hal'e galebe çalmak üzere vazifelendirildi ve adı geçen Sahibu'l-Hal yakalandı. O, aynı zamanda Muhammed b. Sü.leyman'in geniş çaplı askeri harekatına iştirak ederek, 292 (904) 'de Mısır'ı son Tolunoğlu hükümdarından aldı. Ancak ele geçirilen bu ülkenin askeri valiliğini kabule yanaşmadı. 295 (907) yılında Suriye'de bir kez daha Karmatilerle çarpıştı. İbn Mutezz'i tahta geçirmek maksadıyla 296 yılının Aralık ayında vukubulan fesad tertibine iştirak etmekle beraber, bu hareketin başarıya ulaşamaması neticesinde kaçtı.
Bunun üzerine kardeşi Ebu'l-Heyca Abdullah b. Hamdan, onu takibe memur edildi, fakat ona yetişemedi. Hüseyin, sonunda kardeşi İbrahim'in tavassutuyla eman diledi ve bu arzusu kabul edildi. Hatta o, Cibal'deki Kum ve Kaşan'ın valiliğine tayin edildi. Çok geçmeden Bağdat'a dönerek, 298 (910) yılında Diyar-ı Rebia valiliğini elde etti. Ancak vezir Ali b. İsa ile arası açılınca isyan etti ve 303(916) 'de Munis el-Hadım tarafından yakalandı. Önce hapsedilen Hüseyin, kesin olmamakla beraber, önceden Şia'ya meyli olduğunu açıklamış olmasından dolayı hapisteyken iştirak ettiği söylenilen gizli bir Şii fesat tertibinin neticesinde 306(918) yılında idam edildi.
Hüseyin'in kardeşleri Abdullah Ebu'l-Heyca, İbrahim, Davud ve Said, halifeye bağlı kalmışlardı. Bu kardeşlerin ilki olan Abdullah Ebu'l-Heyca, 293 (905) tarihinde Musul valiliğine tayin edilmiştir. O, mezkur bölgenin halkını itaat altına almış ve rivayet edildiğine göre, 297 (909)'de kardeşi Hüseyin'e karşı bir harekatı idare etmişti. Ancak 301 (913) 'de, bilinmeyen sebeplerden dolayı vazifesinden azledilmesi üzerine başkaldırdı; fakat Munis el-Hadım'a teslim olunca affedilerek, 302 (914) yılında tekrar Musul valiliğine atandı.
Kardeşi Hüseyin'in 303(915) yılındaki isyanı sırasında o, su-i zan altındaydı ve kardeşi İbrahim'le birlikte bir müddet hapsedilmişti. Çok geçmeden ona tekrar ordu komutanlığı payesi verildi ve Munis'in emrinde, 307 (919) 'de isyan eden Azerbaycan valisi Sacoğullarından Yusuf b. 'Ebi's-Sac'a karşı mücadele etti. Kardeşi İbrahim, 307 (919) yılında Diyar-ı Rebia valiliğine tayin edildi ve müteakip yıl vefat edince yerine kardeşi Davud geçti. Ebu'l-Heyca Abdullah ise, 308 (920) 'de Tarik-ı Horasan ve Dinever valiliğine, 313 (925) 'de de yeniden Dicle'nin sol tarafındaki Bazebda ve Kerda'nın kısa bir müddet sonra bağlandığı, Musul valiliğine atandı.
Ebu'l-Heyca, ölüm tarihi olan 317 (929) yılına kadar bu mıntıkaları elinde tuttu. Ebu'l- Heyca, hilafet tarihinde, istikbalde Nasıruddevle ünvanını alacak olan oğlu el-Hasan'ı naip olarak bıraktığı Musul'dan ayrılmasına sebep olan çok önemli siyasi ve askeri vazifeler ifa etmiştir. 311 (923) 'de hac yolunun güvenliğini temin etmekle görevlendirildi. Dönüşünde Karmati Ebu Tahir Süleyman'ın saldırısına uğrayıp esir edildi; fakat 312 (924) 'de serbest bırakıldı.
315 (927) 'de Fırat üzerinde bulunan el-Anbar yakınındaki Aynu't Temr'e varan Karmatiler Bağdat için ciddi tehlike olmuşlardı. Kardeşleri Süleyman, Said ve Nasr ile birlikte Ebu'l-Heyca, Karmatileri durdurmak için gönderilen orduda vazife aldılar. Bir rivayete göre, ordu komutanını, Nehr Zubare üzerindeki köprünün tahrib edilmesi için ikna eden Ebu'l-Heyca'nın insiyatifi sayesinde Bağdat kurtulmuş ve Karmatiler dikkatlerini başka yönlere çevirmeye mecbur bırakılmıştı.
Mamafih Halife el-Muktedir'in dayısının oğlu olan Harun b. Garib Hamdanilerle dostça geçinen ordu baş komutanı Münis el-Hadım'ın mevkiini ele geçirmek için hırslı idi. Cibal valiliğini ele geçirerek, Ebu'l-Heyca'yı Dinever valiliğinden azletti. Bunun üzerine Ebu'l-Heyca, askeriyle Bağdat'a vardı. 317 (929) yılının başlarında el-Muktedir'in hal'edip kardeşi Muhammed el-Kahir'in hilafete getirilmesi için yapılan hükümet darbesine iştirak etti. Bağdat şahnesi Mazük ile sıkı işbirliği yaparak, bu gizli ittifakta çok önemli rol oynadı. el-Kahir'i saraya yerleştiren ve el-Muktedir'in tahttan feragatini sağlayan o idi.
Bu hadiseler olurken o, kendi şahsi menfaatlerini göz önünde bulundurarak, Çok daha büyük bir bölgenin valiliğinin kendisine verilmesini sağladı. Fakat bu esnada mukabil bir isyan vuku buldu. Yeni halife sarayında kuşatıldı ve Ebu'l- Heyca, sonuna kadar el-Kahir'i kahramanca savunarak öldü. Tahta tekrar geçen el-Muktedir, Ebu'l Heyca'nın ölümünden büyük üzüntü duydu.
Bu devrede Ebu'l-Heyca, Hamdani ailesinin en dikkate değer ferdi idi. Onun mümtaz şecaati ve alicenaplığı ile samimi ve hür vicdanı daima hürmet telkin etmiş ve cihanşumul bir takdire mazhar olmuştur. Bununla beraber o, aynı zamanda devrinin müstaldi beylerinin hakim karakteri olan ve ölümünü hazırlayan entrikacı bir ruha da sahipti. Ebu Firas, kasidesinde ona mühim bir yer vermekte ve kahredici kılıç darbelerini övmektedir. Hüseyin de muhtemelen bu ailenin bütün fertleri gibi o da Şii itikadındaydı. Ancak bu itikadın tezahürlerini net olarak Seyfüddevle'de görüyoruz. İbn Havkal, Küfe'de Hz, Ali'nin türbesini Ebu'l-Heyca'nın tamir ettirdiğini zikreder.
Hamdaniler sülalesinin en çok şöhret bulan üyeleri Ebu'l-Heyca'nın iki oğludur. Babalarının itibarına tevarüs ederek, onun siyasi hayatını örnek almışlar ve daha sonra hakim olacakları Musul ve Halep emirliklerini yeniden tesis etmişlerdi. Bununla beraber, Musul emirliğinin ve Hamdanilerin saltanatının gerçek kurucusu olarak Ebu'l-Heyca düşünülebilir.
B - MUSUL HAMDANİ EMİRLİĞİ
Ebu'l-Heyca'nın oğlu ve daha sonra Nasıruddevle ünvanını alacak olan el- Hasan b. Abdullah b. Hamdan, başlangıçta Musul emiri olmakta bir hayli zorluklarla karşılaştı. Babasının vefatında ancak Dicle'nin sol sahilinde sahip olduğu toprakların bir kısmını elde etti; Musul'a sahip olma isteği ise reddedildi. Orasını her ne kadar 318'de yeniden ele geçirdiyse de, kendisine sadece Diyar-ı Rebia'nın batı kısmını bırakmış olan amcaları Nasr ve Said'in entrikaları sonucunda Musul'u tekrar kaybetti.
322(934) yılında el-Hasan, bir kez daha Musul ve Diyar-ı Rebia'nın hakimi olduysa da, Bağdat'ta aleyhinde entrikalar çeviren amcası Said tarafından tardedildi. Bunun üzerine el-Hasan, çok feci bir cinayet tertibiyle ondan kurtuldu; fakat Musul, vezir İbn Mukle'nin ordusu tarafından işgal edildi. Ermeniye'ye iltica etmiş olan el-Hasan, oradan bu şehri tekrar zaptetme faıaliyetine girişti. Gerek halifenin ve gerekse bu askeri harekatta halifenin tarafını tutmuş olan Tağlibilerin ezeli rakibi Benu Habib kabilesinin Musul'daki komutanlarını mağlup etti.
324(935) yılının başlangıcında Halife er-Radi, onu Musul'un ve el Cezire'nin üç vilayetinin yani Diyar-ı Rebia, Diyar-ı Mudar ve Diyar-ı Bekr'in valiliğine tayin etti. Bununla beraber o, daha sonra Seyfüddevle ünvanını alacak olan kardeşi Ali'nin yardımıyla, Diyar-ı Bekr'i eski bir müttefiki olan bir Deylemi'den, Diyar-ı Mudar'ı da Kays aşiretleriyle halifenin komutanlarından geri almak için mücadele etmek zorunda kaldı. 325(936) yılında el-Cezire'nin tamamının hakimi oldu ve bundan böyle ihtiraslarının dizginlerini salıverebilirdi.
Halife er-Radi'yi, iktidarı bir Emirü'l-Umera'ya terketmeye zorlayan hilafet merkezindeki siyasi buhran, hilafet makamının bütün namzetleri arasındaki rekabeti artırdı. Çok zengin bir bölgeye hakim olmanın kendisine verdiği güçle Hasan, hilafet makamında söz sahibi almaya göz dikince, kendisinin Musul hakimiyetine son vermek isteyip muvaffak olamayan Emirü'l-Umera Beckem'le mücadeleye girişti. Bir ara Hasan, eski Emirü'l-Umera İbn Raik ile Basralı muhteris Ahmed el-Beridi tarafından tehdid edilmiş olan Halife el-Muttaki'ye destek sağladı.
Fakat o sırada İbn Raik öldürülmüş olduğundan halifeyi hilafet merkezine getirmiş olan Hasan, 330(942) yılında Bağdat'ta onun makamını elde etti. Hasan, başlangıçta Nasıruddevle ünvanını almıştı. Öte yandan amcazadesi Hüseyin b. Said b. Hamdan ile birlikte ona yardımda bulunmuş olan kardeşi Ali, Seyfuddevle ünvanını elde etti. Nasıruddevle, kudretini kaybetmiş Abbasi Devletini bir yıl kadar idare ettiyse de, kendisine karşı başkaldırmış olan komutanlarından Türk Tüzün'e mevkiini terkederek Musul'a döndü.
Halife el-Muttaki'nin Türk Tüzün'le arası açılınca Hamdani Nasıruddevle'nin himayesine girdi. Tüzün'e mağlup olan Nasıruddevle, Suriye'yi hakimiyetinde tutan Mısırlı İhşidilerin himayesini elde etmeye çalışan halifeyi terkederek, Bağdat'a döndü. O zaman Nasıruddevle, 332(944) yılında Tüzün'le, el-Cezire valiliğinin ona verileceğini garanti eden bir antlaşma yaptı. Daha sonra Büveyhi Muizzuddevle'nin 334'de Bağdat'ı zaptetmesi üzerine, ona başarısızca karşı koydu ve 335 (947) 'de de onunla anlaştı. Böylece elinde tuttuğu yerlerde hakimiyetini sağlamlaştırdı ve hatta kendi askerlerinin baş kaldırması sırasında Büveyhilerden yardım gördü.
Ancak Büveyhiler tarafından temsil edilmekte olan merkezi hükümete karşı yerine getirilmesini istediği mali külfetlerin, Hamdaniler tarafından reddedilmesi yüzünden aralarında biri 337(948) 'de diğeri 347 (958) 'de olmak üzere iki defa ihtilaf çıktı. 347 (958) yılında Nasıruddevle, kardeşine tabi olması hükmünü ihtiva eden bir antlaşmanın Muizzuddevle ile arasında imzalanmasına kadar, Halep emiri olan kardeşi İbrahim'in yanına sığındı.
Böylece Nasıruddevle, bir kez daha Muizzuddevle tarafından Musul'dan uzaklaştırıldı; ancak aynı sebeplerden dolayı 353 (964) yılında oğullarıyle birlikte oraya muzafferane bir şekilde dönmeye muvaffak oldu. Bundan böyle Muizzuddevle, sadece kendi şahsi politikasını takibe başlamış olan Nasıruddevle'nin büyük oğlu Ebu Tağlib ile uğraşacaktı.
353(964) yılı, artık yaşlanmış ve oğullarıyla ihtilaf halinde olan Nasıruddevle'nin kudretinin düşüşünü haber verir. Nitekim o, oğulları tarafından hal'edilerek, 356 (967) 'da Ardumuşt'ta gözaltında tutulmuş ve 358(969) yılında orada ölmüştür.
Nasıruddevle'nin hakimiyeti, Diyar-ı Rebia'yı aşarak Musul'a, Dicle'nin sol sahilindeki mıntıkalara ve Diyar-ı Mudar'ın Rahba kasabasına uzanıyordu. Daha sonra görüleceği üzere o, Diyar-ı Bekr'i, aynı zamanda Diyar-ı Mudar'ın büyük bir kısmını elinde tutan kardeşi Seyfuddevle'ye terketrnişti. Saltanatının başlarında Nasıruddevle, hakimiyetini Azerbaycan'a kadar genişletmek maksadıyla biri 324(935)'de ve diğeri 333 (944) 'de olmak üzere iki başarısız teşebbüste bulundu. Musul'u terketmek zorunda kaldığı 323 (935) yılında Ermeniye'ye girişi geçiciydi. Seyfuddevle'nin başardığı gibi, hakimiyetinin orada tanınıp tanınmadığı şüphelidir. Bizans harbinde Nasıruddevle, çok önemsiz bir rol oynamıştır.
Nasıruddevle'nin yerine tahta oğlu Fazlullah Ebu Tağlib el-Gazanfer geçti. Ebu Tağlib'in önce, yalnız başına Nasıruddevle'nin hal'ine karşı muhallefet etmiş olan ve Diyar-ı Rebia'da Nusaybin'in ve Mardin'in, Diyar-ı Mudar'da Rahba'nın valiliğini elinde tuttuğundan dolayı emrinde oldukça büyük bir kuvvet bulunduran ve Halep emiri Seyfuddevle'nin ölümünden sonra Rakka ve Rafıka'yı ele geçirmiş bulunan kardeşi Hamdan'la arası açıldı. Hamdan'a karşı mücadele etmek için Ebu Tağlib, Bağdat'ta Muizzuddevle'nin yerine geçmiş olan Bahtiyar'la anlaştı. Hükmettiği bütün bölgeleri terketmek zorunda kalan Hamdan, Bağdat'a kaçtı. Bahtiyar ise, 359 (970) yılında onun Rahba'ya dönüşünü sağladı. Ancak iki kardeş arasında, Hamdan'ın kardeşlerinden bir diğerini ağır bir şekilde yaraladığı savaşla sonuçlanan mücadele yeniden başladı. Hamdani ailesi içinde daha sonraları baş gösteren kavgalar, bu ailenin pek çok mensubunun Ebu Tağlib'i terketmesine sebep oldu. Mağlup olmasına rağmen Hamdan, tekrar Bağdat'a kaçmaya mecbur oldu ve orada 360(971) yılında kardeşi Ebu Tahir İbrahim'le birleşti.
Öte yandan Ebu Tağlib, Suriye'de bir hayli zorluklada karşı karşıya kalan ve Halife el-Muti tarafından Ebu Tağlib'e daha önce ihsan olarak bağışlanmış olan Halep üzerinde Musul emirliğinin itibari bağlılığını zımnen kabul eden ve Nasıruddevle'nin saltanatı zamanında vücud bulmuş statükoyu koruyan Halep'teki akrabası ve Seyfuddevle'nin halefi Ebu'l-Meali Şerif ile ihtilafa düşmedi. Ebu'l-Meali Şerif, Ebu Tağlib'in Diyar-ı Bekr ve Diyar-ı Mudar'ı zabtetmesine de karşı çıkmadı.
Ebu Tağlib'in esas rakibi ise, halifenin efendisi ve Hamdanilerin vergi ödemek mecburiyetinde oldukları merkezi hükümetin temsilcisi Büveyhi Bahtiyar idi. Bu ikisi arasındaki düşmanlık kaçınılmazdı. Zira bir taraftan Ebu Tağlib, babası Nasıruddevle'nin daha önce Bağdat'ta oynamış olduğu rolü elde etmek istiyor, diğer taraftan da orada bulunan iki kardeşe, bilhassa Hamdan, Ebu Tağlib'in Musul'dan kovulması hususunda Bahtiyar'ı teşvik ediyordu. Başlangıçta Ebu Tağlib ve Bahtiyar, Karmatiler ve Fatımilere karşı müşterek temayüllerini ortaya koyan bir ittifak siyaseti takip ettiler. Ancak 368(973) tarihinde Hamdan'ın tahrikiyle Bahtiyar, Musul'un zaptına girişti ve bu maksatla şehre yürüdü. Ebü Tağlib'in Bağdat istikametindeki isabetli askeri harekatı, Bahtiyar'ı müzakereye sevketti.
Ebu Tağlib'den Bağdat'ın zahire ihtiyacını temin etmesini amir bir hükmü bulunan antlaşmanın şartlarına hiçbir taraf riayet etmeyince, 369 (974) 'da yeni bir anlaşma ile nihayetlenen husumet ye düşmanlıklar tekrar başladı. İki taraf arasındaki münasebetler daha da düzeldi ve Bahtiyar'ın, ona Uddutuddevle lakabını tevcih etmesine halifeyi ikna ettiği Ebu Tağlib, asi Türk komutanlarına karşı Büveyhileri destekledi ve hatta Bağdat'a kadar yürüdü.
Bununla beraber, Şiraz Büveyhi emiri Aduddevle (Rey emiri Rüknuddevle'nin oğlu) 'nin tavassutu sayesinde Bahtiyar, Bağdat'taki iktidarını yeniden elde etti. 364(975) tarihinde Ebu Tağlib, kendisini vergi vermekten muaf kılan yeni bir antlaşma yapmaya muvaffak oldu.
367 (977) 'de Aduddevle, Bahtiyar'ın Bağdat'taki mevkiini ele geçirmeye ve onu Suriye'ye yeni bir istikbal peşinde koşturmaya teşebbüs etti. Ebu Tağlib, nezdinde bulunan kardeşi Hamdan'ı teslim etmesi şartıyla, Bağdat'ı geri almaya çalışan Bahtiyar'a yardımda bulundu ve Hamdan'ı öldürttü.
Diğer taraftan, Bahtiyar'la Ebu Tağlib'in kuvvetleri 367 (978) 'de Aduddevle'ye mağlup oldu. Bahtiyar, Musul'u ele geçirdi ve kaçması için Ebu Tağlib'i zorladı. Önce Nusaybin'e, daha sonra da Meyyafarikin'e, Erzurum'a ve Ermeniye'ye varan Ebu Tağlib, daha sonra, kardeşiyle ittifak kurmak suretiyle yardımını, sağlayacağını umduğu asi Skleros'un elinde tuttuğu Bizans'ın Hanzit bölgesindeki Hısn-ı Ziyad (Harput) 'a ulaştı. Fakat ümitleri boşa çıktı ve Meyyafarikin'in muhasarası ile meşgul olan Büveyhi kuvvetlerinin karşı koymasına maruz kalmadan Amid'e yöneldi.
Bu şehrin 368 (978) 'de zaptından sonra, artık kendisini emniyette hissetmeyen Ebu Tağlib, Hahba'ya yöneldi. O sırada el-Cezire'nin büyük bir kısmının hakimi olan Aduddevle ile anlaşmaya gayret eden Ebu Tağlib, işgal maksadıyla Büveyhi ordusunun Diyar-ı Mudar'a vardığı sırada, Fatımilerin hakimiyetindeki Suriye'ye gitmeye karar verdi. O, Aduddevle'nin bağlılığını kabul etmiş ve kaçağı yakalamak için onun tarafından davet edilmiş olan Halep emiri Saduddevle'nin topraklarından geçmemeye gayret ederek, Havran'a varmayı başardı.
Ebü Tağlib, o sıralarda asi el-Kassam'ın elinde bulunan Şam'a girebileceğini ve burasının valiliğini Fatımilerden elde edebileceğini umuyordu. Şehre girmesine el-Kassam'ın mani olması üzerine Ebu Tağlib, önemsiz çarpışmalardan sonra güneye yöneldi ve Tiberias gölü üzerindeki Kefr Akib'e vardı. Oradan Fatımi komutanı Fazl'la rnüzakarelere başlayan Ebu Tağlib, Şam'ın yeniden fethedilmesi hususunda ona yardım edeceğine söz verdi. Ancak Fazl, daha önceden Ebu Tağlib'in varlığından ve ihtiraslarından fazlasıyla ürken Remle hakimi Müferric b. Degfel b. el-Cerrah'a yardım edeceğini vaad etmişti.
Anlaşma şartlarını bozan Fazı, tam aksine Remle'yi Ebu Tağlib'e söz verdi. Netice olarak, Ebu Tağlib, Müferric'in düşmanı Benu Ukayl kuvvetleriyle birleşerek, onlarla birlikte ona karşı harekete girişti. Bu sırada Müferric, Fazl'a müracaat etti. Sonunda yapılan savaşta Ebu Tağlib, Müferric tarafından esir edildi ve 369 (979) 'da öldürüldü.
Ebu Tağlib, 361-362(972)'de vuku bulan şiddetli Bizans hücumlarına karşı koymuştu; fakat daha sonra onun vekili, esarette ölecek olan Domesticus Melias'ı esir etti. 364(974) yılında Bizans İmparatoru, intikam almak maksadıyla bütün Mezopotamya'yı tahrip etti. Bu tarihlerde Ebu Tağlib'in imparatora vergi verdiği anlaşılıyor. Yuhannes Cimiskes'in 366 (976) 'da vefatını müteakip vuku bulan Skleros'un isyanı sırasında Bizanslı asi, kendisiyle bir antlaşma yaptığı Ebu Tağlib'in yardımına bel bağlamıştı. Daha önce görüldüğü üzere Ebu Tağlib, Skleros'un askeri karargahının bulunduğu Hısn-ı Ziyad (Harput) 'da 368(978) yılında bir müddet ikamet etmişti.
Hamdanilerin Musul emirliği çok acı bir şekilde sona erdi. Şüphesiz bu emirlik, Muizzuddevle'nin Bağdat'a varışından sonra oldukça istikrarsız bir dönem geçirmişti.
Kardeşiyle birlikte kaçmış olan Ebu Tağlib'in kız kardeşi Cemile de, aynı şekilde feci bir akibete uğradı. Bir rivayete göre o, Aduddevle'ye teslim edildikten hemen sonra intihar etti. Harndani ailesinin Musul'daki mensupları, özellikle Ebu Tağlib'in Ebu Abdullah Hüseyin ve Ebu İbrahim adındaki kardeşleri, Büveyhilere tabi oldular. Aduddevle'nin ölümünü müteakib Baz adlı birisi, Diyar-ı Bekr'i ele geçirmişti.
Baz'ın el-Cezire'nin kalan kısmına hakim olmak için yaptığı teşebbüsleri önlemek maksadıyla, 379 (989) 'da tahta geçmiş olan Büveyhi Sam samuddevle, yukarda zikredilen iki kardeşin Musul'a dönmesine izin verdi. Bu iki kardeş, orada yeniden hakimiyet kurmak için çalıştılar ve Beml Ukayl'ın yardımıyla Baz'a karşı mücadele ettiler. Baz, Beled mıntıkasında Hüseyin'e karşı yaptığı bir savaşta öldürüldü.
Baz'ın halefi ve aynı zamanda yeğeni olan Ebu Ali b. Mervan, iki kardeşe karşı mücadeleye devam ederek, Hüseyin'i esir etti; fakat daha sonra kendisini Suriye' de karşılayıp, 387 (997) 'de Sur valiliğine tayin edecek olan Fatımi halifesi el-Aziz'in müdahalesiyle onu serbest bıraktı. Ebu Tağlib'in bir diğer kardeşi, Ebu'l-Muta Zulkarneyn, Fatımilerin hizmetine girerek, 401 (1010) 'de Şam valisi oldu. Ebu Tahir İbrahim ise, kendisiyle birlikte Baz'a karşı mücadele eden Benu Ukayl emiri tarafından yakalanarak öldürüldü. Böylece Musul, Ukayli hanedanının hakimiyetine girdi.
Dedeleri gibi Nasıruddevle ünvanını taşıyan Hüseyin'in torunlarından Hüseyin Ebu Muhammed, el- Mustansır'ın hilafeti esnasında, önce Suriye valisi olarak, daha sonra 459 (1065) ve müteakip yıllarda da Kahire'de vukubulan karışıklıklar sırasında, Mısır'da önemli rol oynadı. Bir ara o, Kahire'de mutlak hakim oldu ve bir taraftan Abbasilere bağlılığını yeniden kurmaya çalışırken, diğer taraftan da Fatımi halifesinin bütün selahiyetini elinden aldı. O, kardeşi Fahru'l-Arap'la birlikte, bir hilenin kurbanı olarak, 465 (1072) 'de öldü.
- HALEP HAMDANİ EMİRLİĞİ VE SEYFÜDDEVLE
Bu emirlik, Seyfuddevle Ali b. Ebi'l-Heyca Abdullah b. Hamdan'ın gayret ve mesaisinin neticesinde kurulmuştur. İbn Raik'in katlinden sonra Nasıruddevle, Diyar-ı Mudar ve kuzey Suriye'deki ikta arazisinin kontrolünü ele geçirmeye çalışmıştı. Ancak oraya gönderdiği askeri idareciler, mustakar bir idare kuramayıp, İhşidiler ile ittifak yapmaya meylettiler. Hamdanilerin himayesi altındaki halife, 332 (944) 'de İhşidilerin desteğini talep etti ve Suriye'ye gitmeye çalıştı.
Bütün Suriye'nin ve Diyar-ı Mudar'ın İhşidilerin eline geçeceğinden endişelenen Nasıruddevle, Hüseyin b. Said b. Hamdan'ın komutasında askeri birlikler gönderdi; o da Halep şehrinin kontrolünü ele geçirdi. Halife, Nusaybin'i birlikte terketmiş olduğu Seyfuddevle'nin refakatinde, Rakka'ya gitmek üzere, ayrıldı. Bununla beraber, Hüseyin b. Said'i Halep'ten tardetmiş olan İhşidiler, halifeyle karşılaşmak için Rakka'ya ulaşmıştı. İhşidi'yi kabul eden halife, ona Suriye hakimiyeti hususunda teminat verdi.
Böylece, daha fazla fedakarlık yapmayı reddetmiş olan İhşidi Mısır'a dönerken, halife de Bağdat'a gitmek üzere yola çıktı İhşidi'nin kuzey Suriye'ye tayin ettiği vali emniyet ve asayişi sağlayamayınca, Seyfuddevle, kardeşi tarafından sağlanan para ve askeri yardımla orasını ele geçirmeye karar verdi. O, 333 (Ekim 944) yılının Rebiulevvelinde bölge Kabileleriyle anlaşarak, hiçbir çarpışma yapmadan Haleb'e girdi. İhşidi'nin buna şiddetle karşılık vermesi üzerine, iki taraf arasında iki yıl devam eden savaş başladı. 334(945)'de yapılan mütareke ile savaş durduruldu ise de, İhşidi'nin ölümü, Seyfuddevle'yi mütareke şartlarını bozma hususunda cesaretlendirdi ve nihayet Hamdani ile İhşidi'nin oğlu ve halefi Unucur arasında tam bir barış sağlandı.
336 (947) 'da Seyfuddevle, Kuzey Suriye daha 335 (946) 'de kendisine teslim edilmiş olan mücavir hudut kalelerinin ve Diyar-ı Mudar ile Diyar-ı Bekr'in büyük bir kısmını içine alan bir devletin hakimi oldu. Bu Suriye-Mezopotamya Devleti, Nasıruddevle'nin büyük olmasından dolayı, görünüşte Musul'a bağlı olmasına rağmen siyasi uygulamalarıyla ondan daha güçlüydü. Gerçekten de Seyfuddevle (ki o tarihe kadar Irak'ta, Mezopotamya'da hatta 328 (940) 'de teslim olmalarını sağlamış olduğu Ermeni prenslerin ülkesinde Nasıruddevle için çarpışmış ve Bizansla mücadele etmişti), ne ağabeyine ve ne de halifeye bağlı olmayıp, müstakildi.
Çukurova'da Samsat'tan Erzurum'a kadar uzanan bir devletin hudutlarının müdafaasından mesul Seyfuddevle'nin, Halep emiri oluşundan sonraki ilk işi Bizans'a karşı mücadele etmek idiyse de o, Suriye'deki asi kabilelerle çarpışmak zorundaydı. Başşehri Haleb'in dışında, her türlü ihtimamı fazlasıyla gösterdiği muhteşem bir saray yaptırdı. Menbic valiliğine getirmiş olduğu Ebu F'iras da dahil olmak üzere, etrafına ailesinin bir çok mensubunu toplayarak, müntesibi şairlerin meşhur ettikleri bir zevk, ilim ve sanat muhiti yarattı. Seyfuddevle, 336 (947) 'dan 356 (967) 'ya kadar Halep'te hüküm sürdü. Saltanatının ilk devresi gerek ülke içinde ve gerekse ülke dışında başarılarla noktalandı ise de, sonrakl devrede özellikle 350 (961) 'den sonraki devrede, başşehrinin Bizans tarafından muvakkaten zaptı, Çukurova'nın elden çıkması, dahili huzursuzluklar, isyanlar ve nihayet muzdarip olduğu hastalığı gibi ciddi talihsizliklere katlandı.
336 (947-948) 'dan itibaren, Hamdani hükümdarı ile Bizans arasında devamlı savaşlar başladı. Bunun ilk safhası başarılı olmadı. 944 yılında, Romanos I. Lecapenos'un düşürülmesinden sonra, Şark Domesticos'luğuna getirilen Bardas Fokas'ın oğlu ve Kapadokya birliklerinin komutanı olan Leon Fokas 949 yılında Maraş'ı ve Hades'i aldı. Tarsus'taki askeri birlikler de Bizanslılar tarafından mağlup edildi. 338 (949-950) 'de, Leon Fokas, Antakya önüne kadar gelerek, etrafı yağmaladı. 950 yazında, Seyfuddevle Bizans'a büyük bir akın tertip etti. Kapadokya bölgesine ve daha kuzeyde Harsana'ya kadar uzanan akın başarılı oldu. Ancak dönüşte Leon Fokas'ın dağlık arazide geçidi kapatarak kurmuş olduğu tuzağa düşen Hamdani ordusu tamamen imha edildi. Seyfuddevle'nin atı ile uçuruma atlayarak bu tuzaktan kurtulduğu rivayet edilir. Bu akın Araplarca Gazvetu'l-Musibet diye isimlendirilir. Ertesi yıl da Bizanslılar için başarılı geçti.
Ancak 953'te savaşın talihi değişti. Seyfuddevle, Maraş'ı geri aldığı gibi, Bardas Fokas'ın diğer oğlu ve Seleukeia tema'sı komutanı olan Konstantinos Fokas'ı esir etti. Haleb'e götürülen Konstantinos esareti sırasında vefat etmiş ve Seyfuddevle'nin zaferleri 954 yılına kadar sürmüştür. Ancak bu tarihte babasının yerine Şark Domestikos'u olan müstakil Bizans İmparatoru Nicephoros Fokas komutasında Bizanslılar karşı hücuma geçtiler. 957'de Hades Bizanslılara teslim olduğu gibi, bunu takip eden yıl içinde J. Yuhannes Çimiskes, şiddetli bir savaştan sonra, Samsat'ı aldı. 961 yılı müslümanlar için daha da felaketli oldu. Nicephoros Fokas Girit adasını zaptetti. Bu suretle Bizans İmparatorluğunun bağrına doğru ilerlemiş, en ileri İslam karakolu ortadan kaldırılmış ve burada meşgul olan kuvvetlerin Anadolu cephesine nakli mümkün kılınmış oluyordu. Büyük bir kuvvet ile Hamdani ülkesine yönelen Nicephoros Aynzarba, Raban ve Duluk'u almış (961) ve ertesi yıl da Seyfuddevle, başkenti Haleb'in düşmanının eline geçtiğini görme felaketini yaşamıştı.
Bizanslıların müslüman arazisini bu işgalleri henüz yerleşme mahiyeti taşımamakta ve geçici kalmakta idi. Ancak bunlar üstünlüğün artık Bizans'a geçtiğini göstermekte idi. 15 Mart 963'te II. Romanos öldü. Aynı yılın Ağustos'unda ise, Seyfuddevle'nin büyük rakibi Nicephoros Fokas Bizans imparatoru oldu. İmparatorluğu şark kuvvetleri komutanlığına (domestikos) ise devrinin büyük askerlerinden Yuhannes Çimiskes getirildi. Sıhhatinin bozulmasına, ilk felc alametlerinin belirmesine rağmen, Seyfuddevle 963 yılının ilkbahar ve yaz aylarında Haleb'in tahribinin intikamını almak için, büyük gayret sarfetti. Tarsus'tan başlayan bir akın Konya'ya kadar uzandı.
Ancak yıl sonuna doğru Cimiskes yeniden harekete geçti. Zilhicce 552 (Aralık 963 - Ocak 964) 'de Adana önüne geldi. Tarsus'tan Adana'ya yardıma gelen bir müslüman birliğini imha ettikten sonra, Çimiskes Massisa (bugünkü Misis) 'yı muhasaraya başladı. Ancak Hamdanilerin uğradığı devamlı bozgunlar ve bilhassa Haleb'in geçici de olsa kayıp ve tahribi İslam dünyasını harekete getirmiş ve her taraftan Seyfuddevle'ye takviye kuvvetleri gönderilmeye başlanmış idi. Bilhassa Horasan'dan gelen gönüllüler ile harekete geçen Seyfuddevle, Misis'e geldiğinde, Bizanslıların etrafı tahrip ederek çekilmiş olduklarını gördü. 353 (964) yılı sonunda Nicephoros Fokas, bizzat birliklerinin başında olduğu halde, Çukurova'ya girdi. Uzun bir kuşatmadan sonra Misis (Receb 354/Temmuz 965) ve Tarsus'u (15 Şaban 3541 16 Ağustos 965) zaptetti.
Seyfuddevle bu sırada, hastalığından faydalanarak, istiklallerini elde etmek için isyan etmiş bulunan komutanları ile uğraştığı için islamın bu en önemli uc şehirlerinin kaybını önlemek üzere müdahale edememiş idi. İslam dünyasında, Bizans'ın bu saldırmasına karşı harekete geçen sadece İhşidoğulları devletine hakim bulunan Kafur oldu. Ancak onun gönderdiği erzak yüklü donanma da Tarsus'un düşüşünden üç gün sonra gelebildi. Çukurova şehirlerinin düşmesi ile Bizanslılara Suriye yolu açılmış bulunuyordu. 966 yılı içinde Seyfuddevle ile Nicephoros anlaşarak, büyük ölçüde ve iki defada olmak üzere, esir değiştirmeye başladılar. Bu da Bizans sınırları içinde kalmış bulunan eski ve mutad yerde, Kızılırmak kenarında değil, Fırat kıyılarında yapılmış idi (Ocak ve Haziran 966) .
Nicephoros bundan sonra bir kere daha Hamdani ülkesine yürüdü. Şevval 355 (Ekim 966) 'te Balis'i zaptettiği gibi, Menbic yakınına kadar geldi. Ancak burada kendisine Hz. İsa ile ilgili bazı eşyalar teslim edildiği için şehre dokunmaktan vazgeçti. Bundan sonra Halep civarını tahrip etti. Seyfuddevle bu arada Kınnesrin'e ve oradan da Şeyzer'e çekilmiş bulunuyordu. Bizans İmparatoru, Antakya'yı da bir hafta kadar muhasara ettikten sonra geri döndü.
Başarılı bir başlangıçtan sonra uğradığı sürekli mağlubiyetler ve kendi adamlarının isyanları Seyfuddevle'yi tüketmiştı. İslam tarihinin bu meşhur kahramanı Halep'te vefat etti (356/967). Naaşı Meyyafarikin'e götürülerek, şehir dışında bulunan annesinin türbesinde defnedildi. Seferlerinden dönerken, üstüne yapışmış tozlardan yoğrulmuş bir kerpicin mezarında başı altına konulmasını vasiyet etmiş idi. Bir taraftan askeri zaferleri, ilim ve irfaniyle, diğer taraftan «Hale-i Seyfuddevlen diye meşhur olan şair ve edipler vasıtasıyla Halep emirliğine kazandırdığı ihtişam onun İslam tarihinin en şöhretli hükümdarlarından biri olmasına vesile olmuştur.
Sa'duddevle:
Babasının vefatında Meyyafarikin'de bulunan Seyfuddevle'nin oğlu ve halefi Sa'duddevle Ebu'l-Meali, aynı yılın Temmuz ayına kadar Haleb'e gitmedi. O, Ebu Firas el-Haris İbn Ebi'l-Ala Said'in kızkardeşinin oğlu olup, henüz onbeş yaşlarındaydı. Sa'duddevle o sırada Hımıs valisi olan asi Ebu Firas'la karşı karşıya gelmek zorundaydı. 357 (968) yılının Nisan ayında yapılan savaşta Ebu Firas öldürüldü. Bundan sonra Sa'duddevle, 968 yılının sonunda Hınıs ve Trablusşam'a ulaşarak, daha önce babasının hacipliğini de yapmış ve Seyfuddevle'nin yokluğunda idareyi üstlenmiş olan hacibi Kerguye'yi bırakmış olduğu Haleb'e zarar vermeyen ve yaklaşan Bizans ordusunun arzettiği tehlike yüzünden Halep'ten ayrılmak zorunda kaldı.
Kendi namına idareyi ele geçirme ihtirasını besleyen Kerguye'nin 358 (968) 'de alenen baş kaldırmış olması yüzünden, tehlike geçinceye kadar Sa'duddevle Haleb'e dönemedi. Halep'ten Kerguye ve Rakka'dan Ebu Tağlib tarafından tardedilen genç emir, Seruç'dan Harran, Meyyafarikin ve Menbic'i dolaşıp, oradan da Haleb'e yöneldi. Ancak Bizans kuvvetleri karşısında çekilmek zorunda kaldı. Bu arada 358(969) yılı sonunda Stratopedarkhes Petros ve Mihael Burtzes Antakya'yı zaptetmiş, Petros Haleb'e girerek, 359 (970) 'da Kerguye'ye kabul ettirdiği bir antlaşma ile bu şehri Bizans'ın himayesine almıştı. Bu antlaşma, aynı zamanda Sa'duddevle'yi, Kerguye lehine ondan sonra da vekili Bekcur lehine Halep emirliğinden mahrum bırakan bir hükmü ihtiva ediyordu. Hıms'a sığınma imkanı bulan Sa'duddevle, oradan Kergılye'nin naibi Bekcur tarafından uzaklaştırılmasını müteakib, 367 (977) yılında Haleb'e dönmeye muvaffak oldu.
Ebıl Tağlib'in 360(971)'da bütün el-Cezire'yi ele geçirmiş olmasından dolayı, Saduddevle'nin hakimiyeti sadece Suriye vilayetlerini içine alıyordu. Bununla beraber, 368 (979) 'de Büveyhi Aduddevle'nin bağlılığını kabul ederek, bir kaçak hüviyetinde dolaşan Ebu Tağlib'den, Rahbe ve Rakka'dan başka, Diyar -ı Mudar'ı da geri alabildi. Bekcur'u Hıms valiliğine tayin etmiş idiyse de, çok geçmeden onunla arası açıldı. Her türlü yardımı temin etme hususunda Bekcur, kendisine Şam valiliğini söz veren ve Halep emirliğini ele geçirmek için onunla Sa'duddevle arasındaki düşmanlıktan istifade etmeyi planlayan Fatımilere güveniyordu. Sa'duddevle ise, Bekcur'a karşı mücadele edebilmek için, 359 (970) yılında imzalanan antlaşmada kabul ettiği mükellefiyetlerini emire hatırlatmak maksadiyle 371 (981) 'de Haleb'e bir ordu göndermiş olan Bizans'ın yardımına bel bağlamıştı.
Bizans ordusunun Haleb'e girişinden itibaren Sa'duddevle, sözü edilen antlaşmanın hükümlerini çok daha titiz bir şekilde yerine getirmeye mecbur bırakılmıştı. Bu Bizans ordusu, Haleb'i muhasara etmek üzere gitmiş olan Bekcur'u 373 (983) 'de muhasarayı kaldırmaya zorladığı gibi, Hıms'ın Sa'duddevle'ye iadesini de sağlamıştı. Bekcur ile Sa'duddevle arasındaki ihtilaf, Bekcur'un Hıms'dan uzaklaştırılıp Fatımi halife el-Aziz'in Şam valiliğini deruhte ettiği, özellikle o sıralar kudret ve kuvveti zayıflayan Büveyhilerden gelecek desteğe hiçbir şekilde güvenmeyen Sa'duddevle'nin Fatımi halifesine müzakere teklifinde bulunup, 376 (986) 'da onun hakimiyetini kabul ettiği devrede son buldu.
Ancak Fatımi veziri İbn Killis'le arasındaki anlaşmazlıkla meşgul olan Bekcur'un, Şam'ı terke mecbur bırakılıp, Halep üzerine yürüyeceği Rakka'da karargah kurduğu sırada, husumet ve düşmanlıklar tekrar başladı. Bekcur, Fatımilerden cüzi bir yardım görürken, diğer tarafta Bizans'tan takviye kuvveti alan Sa'duddevle, hasmını 381'de Haleb'in doğusundaki Naura mevkiinde mağlup ederek öldürdü. Fakat Sa'duddevle, Fatımi halifesiyle, daha önce vermiş olduğu sözün hilafına olduğu için, Bekcur'un çocuklarının tevkifi hususunda ihtilafa düştü. Eğer Sa'duddevle, babasının yakalanmış olduğu hastalıktan 381 (Aralık 991) yılının Şevval'inde ölmemiş olsaydı, şüphesiz Fatımilerin Suriye'deki topraklarına saldırmış olacaktı; nitekim böyle yapacağını Fatımi elçisine mağrurane hakaret ettiğinde ortaya koymuştu.
Sa'duddevle'nin esas siyaseti Bizans, Büveyhiler ve Fatımiler arasında manevra olmuştu. O, ne Fatımilere ve ne de mükellefiyetlerini yerine getirmediğinden dolayı 375 (985) 'de ülkesini istila eden Bizans'a sadıktı. Kilis'in zaptı ve Afamiye (Kale-i Muzik) ile Kefertab'ın tahribine sebebiyet vermiş olan bu müdahelenin intikamını Sa'duddevle, Kerguye'yi Sam'an manastırı üzerine göndermesi, onun orada pek çok keşişi öldürerek diğerlerini de esir olarak Haleb'e götürmesiyle aldı. Bununla beraber 376 (986) yılı başlangıcında taraflar sulh yaptılar, fakat bu Sa'duddevle'nin, aynı yılın sonunda Büveyhiler tarafından serbest bırakılacak olan asi Skleros'u desteklemesine ve hatta Fatımi hakimiyetini tanımasına mani olamadı. Sa'duddevle'nin ülkesinin dahili meselelerini halletmedeki kudreti yetersizdi.
Saiduddevle:
Sa'duddevle'nin yerine oğlu Said Ebu'l- Fezail Saiduddevle geçti. Onun saltanatının tarihi tamamiyle Bizans İmparatoru tarafından muhalefetle karşılanan Mısır Fatımilerinin Halep emirliğini ele geçirme teşebbüslerinden ibarettir. Bu teşebbüslerin ilki, Fatımi komutanı Mengutekin'in 382(992) yılında Haleb'i kuşatmasıdır. Bu harekat, Bizans'ın Antakya valisi Burtzes'in gayretlerinin yetersizliği, Mengutekin'in kuvvetinin azlığı ve nihayet Haleb'in fevkalade karşı koyması ile başarısızlıkla sonuçlandı. Mengutekin'in 384 ( 994) yılında giriştiği ikinci teşebbüs ise başarıyla sonuçlandı; zira Sa'duddevle'nin ve veziri Lü'lü'nün yardımına müracaat ettikleri Burtzes, Orantes geçidinde mağlup oldu ve Halep'te yaklaşık onbir ay muhasara edildi. Fakat bir taraftan Lü'lü'nün mukavemeti, diğer taraftan da 385(995) yılı baharında bir Hamdani elçisi tarafından Bulgaristan'dan gönderilen Bizans imparatoru II. Basileios'un ulaşması, Mengutekin'i çekilmeye mecbur etti.
Hamdani emiri ile Lü'lü, bu yardımın şükranesi olarak imparatorun önünde acizane diz çöktüler. Daha sonra ise, Mısırlılar, hakimiyetlerini Halep emirliği üzerine kadar genişlettiler. 388 (998) yılında Afamiye civarında Bizanslıları mağlup ederek orayı da Mısır'ın sınırları içine aldılar. 389(999)'da vuku bulan ve Beyrut'a kadar uzanan yeni bir Bizans seferi Şeyzer'de bir Bizans askeri garnizonunun kurulmasıyla, Mısırlılara karşı Haleb'in müdafaasını sağlamlaştırdı. Öte yandan 391 (1001) 'de II. Basileios, Halep emiri ile anlaşan Fatımi halifesi el-Hakim ile bir sulh antlaşması yaptı.
Bunu müteakib Halep emirliğinin kudret ve nüfuzu gerilemeye yüz tuttu. Saiduddevle'nin saltanatının başlangıcından itibaren oldukça fazla miktarda Hamdani gulam, Mısır'ın hizmetine girmişti. Diğer taraftan Lü'lü, daha önce kızıyla evlendirmiş olduğu Saiduddevle'ye her bakımdan hükmettiği için, zaten elinde tuttuğu iktidarı mutlak olarak gaspetmek istiyordu. Bu maksatla o, 392 ( 1002) yılında Saiduddevle'yi öldürttü. Bu tarihten itibaren oğlu Mansur ile paylaştığı iktidarı elinde tuttu. 393 (1003) yılında Lü'lü, Hamdani ailesinin bütün mensuplarını bertaraf etti; Saiduddevle'nin Ebu'l-Hasan Ali ve Ebu'l Meali Şerif adındaki iki oğlu Kahire'ye sürülürken, Sa'duddevle'nin Ebu'l-Heyca adındaki tek oğlu ise, kadın kılığına girerek, Bizans İmparatoru II. Basileios'un sarayına sığındı.
Lü'lü, 399 ( 1008) yılında öldü. Yerine, Fatımi halifesi tarafından Murteza ed-Devle ünvanı verilmiş olan oğlu Mansur getirildi. Mansur'un saltanatının hususiyetini, Sa'duddevle'nin oğlu Ebu'l-Heyca'nın şahsında Hamdaniler saltanatını ihya etmek için yapılan bir teşebbüs teşkil eder. Halep'teki büyük bir muhalefet zümresinin arzusu üzerine, Ebu'l-Heyca'nın kayınbiraderi ve Diyar-ı Bekr hakimi olan Mervanilerden Mumehhiduddevle, eniştesinin İstanbul'dan ayrılması için imparatordan izin aldı. Meyyafarikin'e ulaşan Ebu'l-Heyca, oradan küçük bir ordu ile Halep üzerine yürüdü; fakat kendisine imparator tarafından yardım edilmemişti. Daha önce Ebu'l-Heyca ile birleşmiş olan Kilabileri kendi tarafına çekmeyi başaran Mansur b. Lü'lü, henüz bir Fatımi valisi oluşu yüzünden Mısırlıların yarıdımını da sağladı. Malatya'ya doğru kaçan mağlup Ebu'l-Heyca ise İstanbul'a döndü.
İmparator kendisini tekrar İslam topraklarına göndermek istediyse de, Mansur, onu İstanbul'da kendi yanında tutması için imparatoru ikna etti. Ebu'l- Heyca'nın tanassur etmiş olması ve Bizans ordusunda hizmet görmesi muhtemeldir. Zira mühürünün bir tarafında Arapça adının, diğer tarafında da kendi saçını asker gibi takmış görünen ve üzerinde Grekçe Aya Teodorus yazılı kemer taşıyan bir portre bulunmaktaydı.
Kaderin garip bir cilvesi olarak Mansur b. Lü'lü de, Salih b. Mirdas tarafından 406(1015) tarihinde tahttan uzaklaştırılmasından sonra, Bizans topraklarına sığındı ve hudut bölgesindeki Sih · el-Leylün kalesini ikta olarak elde etti. Haleb'e dönmek için başarısız bir teşebbüste bulunan Mansur'un Bizans ordusunda hizmet ettiğini, 421 (1030) yılında vuku bulan Azaz savaşında İmparator III. Romanos Argyros'un yanında görünmesi ortaya koymaktadır.
Musul'dan sonra Hamdanilerin Halep saltanatı da böylece sona erdi. Her ikisinin de Arap devleti olması, devrinde yaygın olmayan bir husustu. Her ikisi de çok mühim siyasi rol oynadı; yükseliş devrinden sonra alçalma devri yaşadılar. Tarih-i Meyyafarikin müellifi İbn Ezrak, bu hususta meyusane bir ifade kullanır. Nasıruddevle'nin Musul'da ve Seyfuddevle'nin Halep'teki ihtimam ve himayesi, bu iki şehirde harikulade bir edebi tekamülü mümkün kılmıştır. İbn Nubate, Kuşacim, en-Nami, es-Seri, Bebbağa, Ebu Firas, el-Mütenebbi ve diğerleri, daima Hamdani Devleti ile birlikte anılacaktır. Hamdaniler, cihadda gösterdikleri şecaat, ananevi Arap cesaret ve cömertliği ve kendilerini çevreleyen ihtişam dolayısiyle edipler tarafından övülmüşlerdir. Bu aileyi açıkça tenkid edenler de olmuştur; kendi devirlerinde İbn Havkal, onları tenkitten çekinmemiştir, çünkü o, onların idaredeki istibdat ve hırsları hakkındaki hükümlerinde açık sözlü idi.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi
İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR
Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ
AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-13
KRAL TESEUS'UN SERÜVENLERİ
Antikçağda yaşayan Atinalı kahramanların en ünlüsü Teseus (Theseus), çocukluğunda hiç göremediği kral Aygeus'un (Aigeus) oğluydu... Babasını görememesinin nedeni de, anasının Atina dışında yaşıyor olmasından kaynaklanıyordu... Babası kral Aygeus, Teseus'un anasının yanına son gelişinde; "Yakında bir çocuğumuz olacak, biliyorsun. Oğlan olursa, büyüdüğünde şu kayanın altına koyduğum kılıcı alıp kuşansın; kılıcın yanındaki ayakkabıları da giysin. Sonra da Atina'ya gelip beni bulsun!" dedi ve bir daha dönmemek üzere kentten ayrıldı...
Bir süre sonra doğan bebeğine Teseus adını verdi anası....
Geçen yıllar içinde de çocuk babasını ne gördü, ne de adını duydu... Çiçeği burnunda delikanlı olduğunda da bir gün anası onu o söz konusu kayanın yanına götürdü ve babasının ayrılırken söylediklerini yineledi ona... Haliyle babasının isteği uyarınca hiç zorlanmadan kayayı kaldırdı Teseus. Kayanın altındaki kılıcı alıp kuşandı; ayakkabıları da ayaklarına geçirdi...
Artık Atina'ya babasının yanına gitmek için, anasının hazırlattığı gemiye binmeye geldi sıra... Ne var ki gemiye binmeyeceğini söyledi Teseus... Çünkü ün kazanmak istiyordu o... Tıpkı dillere destan Baştanrı Zeus'un oğlu Herakles gibi. Zaten anası onun öykülerini anlata anlata büyütmüştü onu. Gemi yolculuğu yaparsa, içinden geçen serüvenleri yaşayamayacağını düşünüyordu haklı olarak... Tek başına yollara düşmek, önüne çıkan engelleri, tehlikeleri aşa aşa ulaşmak istiyordu babasına... Herakles olabilmenin başka yolu yordamı yoktu!.. O yüzden tek başına çıktı yolculuğa...
O sıralarda bütün Yunanistan'ın korkulu düşü üç hırsız vardı. Onlardan Skiron adlı olanı, yakaladığı yolcuyu soyduktan sonra önce ayaklarını yıkatır, sonra da bir tekme atıp onu uçuruma savururdu! Sinis adlı hırsız da kurbanını soyup soğana çevirdikten sonra iki çam ağacını kırmadan yere eğer; zavallının bir ayağını bir ağaca, ötekini de öbür ağaca bağlar, sonra da ağaçları koyuverirdi! Birden doğrulan ağaçlar yolcuyu iki parçaya bölüverirdi!.. Üçüncü soyguncunun yöntemi daha başkaydı. Kurbanını demirden bir yatağa yatırır; yatağa sığmazsa fazla yerlerini keser, budardı... Zaten bu işe başladığından beri yatağa tam denk gelen bir yolcuya rastlamamıştı hiç! Teseus bu ünlü hırsızları yolu üstünde birer birer temizledi... Onları kendi uyguladıkları yöntemlerle cezalandırdı... Bu kahramanlığı kısa sürede bütün Yunanistan'da duyulup dillere destan oldu...
Atina'ya vardığında da onu karşılayan halk, meydanlara zor sığdı! Kral Aygeus da hiç tanımadığını sandığı bu kahraman onuruna görkemli bir hoş geldin şöleni düzenledi sarayda. Yanında sevgilisi büyücü Medeya (Medeia) da vardı. Medeya, onuruna şölenler düzenlenen Teseus adlı bu kahramanın gerçekten kralın oğlu olduğunu çözmüştü büyü yoluyla. Ne var ki sevgilisi kral Aygeus, bu delikanlının kendi oğlu olduğunu öğrenip onu saraya alırsa, bunun kendisi için hiç de iyi olmayacağını düşündü. Çünkü kralla aralarını bozabilirdi. O yüzden de; "Bu delikanlı ününe güvenerek seni öldürecek ve tahtına kurulacak. Onu tez elden yok etmeye bak!" diye kral Aygeus'u kışkırtmaya başladı hemen!..
Medeya'dan duyduğu bu sözler yüzünden kralın eli ayağına dolaştı! Öyle ya, taht sorunu vardı ortada! "Peki ne yapalım öyleyse?" diye sordu kral. Medeya, zehirli bir içkiyle hemen orada işi bitirmesini önerdi... Ve kral da hiç beklemeden zehirli bir içki hazırlattırıp Teseus'a gönderdi... Teseus, kendisine sunulan içki bardağını masanın üstüne koydu. Sonra da, "Artık kendimi tanıtmanın zamanı geldi," diye düşündü ve birden kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırdı. Herkes de ona çevirdi bakışlarını... Kral çok daha ilgiyle baktı kılıca. Ve onu daha iyi görebilmek için ilerlemeye başladı ağır ağır. Sonra ayakkabılarına baktı delikanlının... O anda da Teseus içki bardağını aldı eline! Tam ağzına götürürken yanına gelmiş olan kral; "O benim oğlummm!" diye bir çığlık attı ve bardağı hemen kaptı elinden... Sonra da kalabalığa dönüp Teseus'un kendi öz oğlu olduğunu, ölümünden sonra da tahta onun oturacağını söyledi. Olup bitenleri soluklarını tutarak izleyen kalabalık, daha sonra alkış ve yaşasın çığlıklarıyla inletti salonu. Kral, oğlunun elinden tuttu ve Medeya'nın yanına götürmek istedi... Sağı solu yokladı gözleriyle... Ama arasın da bulsundu Medeya'yı! Büyücü Medeya, uçan atların çektiği arabasına atladığı gibi Asya'ya doğru, çoktan havalanıp gitmişti...
Teseus babasının sarayına yerleştikten sonra da birçok serüvenle içli dışlı oldu. Bunlardan en çok dilden dile dolaşanı, Minotauros denen canavarla ilgili olanıydı... Zaten Minotauros, "Minos'un boğası" anlamına geliyordu... Girit kralı Minos'un karısı Pasifae (Pasiphae), saraydaki tanrı Poseydon'un armağanı beyaz bir boğaya âşık olmuş, onunla çiftleşmişti!.. İşte bu çiftleşmeden Minotauros denen bu canavar dünyaya gelmişti. Girit kralı Minos da, ele avuca sığmayan ve doymak nedir bilmeyen bu canavarı bir Labirintos'a (Labyrinthos) kapattırmıştı...
Üstelik bu canavara yem olmak üzere her yıl belli bir sayıda genç kız ve genç erkek sunmak gerekiyordu. Kral Minos'un söylediğine göre bu bir tanrı buyruğuydu. Bu yüzden Girit kralı Minos da, bir süre önce giriştiği bir savaşta yenilgiye uğrattığı Atina krallığını, Minotauros'a yem olmak üzere, her yıl on genç kız ve on delikanlı göndermek zorunda bırakmıştı...
İşte her yıl göndermek zorunda kaldığı böylesi bir fidye zorunluluğundan bıkıp usanan Atina kralı, oğlu Teseus'u bu canavarı öldürmek üzere gizlice Girit'e gönderdi. Teseus, bir yolunu bulup kral Minos'un güzel kızı prenses Aryadne'yi ayarttı ilkin: Onu kendine âşık etti. Onun yardımıyla da Minotauros'u öldürdü; bu başarısıyla da büyük bir ün kazandı Teseus...
Amacına ulaşan Teseus işini bitirip Atina'ya dönerken, evleneceğim diye söz verip gemisine aldığı güzel Aryadne'yi, kimsesiz Naksos adasında uyutup pupayelken deniz ötelerine kaçıverdi!.. Ama gözyaşları içinde güzel Aryadne'yle karşılaşan tanrı Diyonisos da, onu rengârenk gelin giysileri içinde, Ege'nin adsız bir adasına alıp götürdü...
Teseus, babası kral Aygeus'un ölümünden sonra da onun tahtına kuruldu...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...