İSTİNBÂT:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana
çıkarmak.
Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü anhüm ecmaîn sonra
gelen müctehidlerin en büyüğü İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir (r.aleyh). Bu büyük
imâm, her hareketinde, her işinde Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem
tam mânâsı ile tâbi idi. İctihâd ve istinbâtta öyle yüksek bir dereceye
yükselmişti ki, buraya ondan başka kimse varamadı. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bâzısını görürsün, insanları Kur'ân-ı kerîmden ve
Sahîh-i Buhârî'den dînî hükümleri istinbât etmeye çağırır. Bu büyük cehâlete,
bilgisizliğe ve açık dalâlete dikkat et! Sakın ey kardeşim çok sakın, bu tür
ahmaklarla bir araya gelip görüşmekten kaçın! Mezhebine sarıl; Dört mezheb
imâmından birine uy! (Yûsuf Nebhânî)
Allahü teâlânın kitâbını(Kur'ân-ı kerîmi) açıklayan
Resûlullah efendimizden başkası olmadığı gibi, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden dînî hükümleri istinbât edenler de ancak ümmetin büyük imâmlarıdır.
(Yûsuf Nebhânî)
İSTİNCÂ:
Önden ve
arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.
Başkasının yanında avret yerini açmadan su ile
istincâ yapamayan kimse, pislik fazla olsa bile su ile istincâdan vazgeçer.
Avret yerini açmaz. Namazı öyle kılar. Açarsa fâsık (günâhkâr) olur. Haram
işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca, su ile istincâ yapar ve namazı iâde eder. (İbn-i Âbidîn)
İstincâ
ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek tenzîhen mekrûhdur. (Alâüddîn Haskefî)
Kemik, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları,
muhterem yâni para eden şeyler ve câmiden atılan şeyler, zemzem suyu, yaprak ve
kâğıd ile istincâ tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Hasan bin Mansur)
İSTİNKÂ:
İstincâdan
sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.
Erkeklerin, idrârını yaptıktan sonra istinkâ
etmedikçe abdeste başlaması câiz olmaz. (Muhammed
Zihni Efendi)
Abdest ve boy abdesti (gusül)
alırken burna su çekme.
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak,
misvâk kullanmak, mazmaza yıkamak, koltuk altını (abdestte ağıza su almak), istinşâk, tırnak kesmek, ayak parmaklarını
temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Guslün (boy abdestinin) sünnetlerinden
birisi de; mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşâkta mübâlağa etmek. Hanefî
mezhebinde ağızda ve burunda iğne ucu kadar kuru yer kalsa, gusül abdesti sahîh
olmaz. (Halebî)
İSTİRCÂ':
Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber
duyunca " İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü
teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine
O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak Allahü
teâlâya sığınmak.
Mükâfâtın büyük olması, belâ ve acının büyüklüğüne
göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer istircâ'
ederler, rızâ gösterirlerse, Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet
uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder. (Enes bin Mâlik)
İSTİSGÂR:
Küçük ve
aşağı görmek.
Hıkddan (kin tutmaktan) doğan kötülükler on birdir:
Hased (kıskanmak), şemâtet (başkasının başına gelen belâ ve musîbete sevinmek),
hicr (dargınlık), istisgâr, gıybet (başkasının arkasından, duyunca üzüleceği
şeyleri konuşmak), sırrı ifşâ etmek, yaymak, başkası ile alay etmek, onlara
eziyet ve sıkıntı vermek, başkasının hakkını ödememek ve affa mâni olmak. (Hâdimî)
İSTİSKÂ:
Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur
yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı.
İstiskâ için hamd ile, günâhlara pişmân olup tövbe
ederek duâ yapılır. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizi
gören ve mübârek sohbetinde bulunan arkadaşları) ve asırlardan beri İslâm âlimleri,
yağmur duâsı yaptılar. (Ahmed Tahtâvî)
İstiskâ duâsı için; ara vermeden üç gün çıkmak,
çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe etmek, kul haklarını
ödemek, hayvanları da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyârları ve
çocukları da çıkarmak sünnettir. (Mehmed
Zihni Efendi)
İstiskâ Namazı:
Kıtlık,
kuraklık vaktinde, yağmur yağması için sahrâda kılınan namaz.
İstiskâ namazı için çıkılan yerde imâm, evvelâ
yalnızca veya cemâat ile iki rek'at namaz kılar ve asâya dayanıp bir hutbe okur.
Sonra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına
kaldırıp ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip
"âmîn" der. (Ahmed Tahtâvî)
İSTİSNÂ':
Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin,
belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve
benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme
yapmak.
İstisnâ'da parayı peşin vermek câiz olduğu gibi,
belli olmayan zamanlarda taksitlerle ödemek de şart edilebilir. (İbn-i Âbidîn)
İki taraftan biri ölürse, istisnâ' bâtıl olur,
bozulur. (İbn-i Âbidîn)
İstisnâ'da malzeme san'at sâhibine âittir.
Malzemeyi müşteri verirse işçilik olur. (İbn-i
Âbidîn)
İSTİŞÂRE:
Danışma,
mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Uhud harbinde sen, Allahü teâlâdan gelen bir
merhâmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın elbette onlar
etrâfından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Onlara Allah'tan mağfiret
dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a
güven! Çünkü Allah tevekkül edenleri (her
işte kendisine güvenenleri) sever. (Âl-i İmrân sûresi: 159)
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte,
namazı dosdoğru kılmaktadırlar, işleri de aralarında hep istişâre ederler,
kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak
yolunda) sarfederler. (Şûrâ
sûresi: 38)
Resûlullah efendimize Eshâbının; "Kur'ân-ı
kerîm ve sünnette bulamadığımız bir olay ile karşılaştığımızda ne
yapalım?" diye sormaları üzerine; "Onu sâlih kimselerden sorun ve onların
istişâresine arz edin" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
İstişâre
eden pişman olmaz. İstihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-Ikd-ül Ferîd)
İstişâre
eden doğruyu bulur, mahrûm olmaz. (İmâm-ı
Gazâlî)
İSTİŞFÂ':
Yardım
istemek. (Şefâat)
İSTİVÂ:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk
anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu
sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden
biri.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sonra
Rabbiniz arş üzerine istiva etti. (A'râf sûresi: 54)
Selef-i
sâlihîn, müteşâbih âyet-i kerîmelerin mânâlarını Allahü teâlâya havâle
etmişlerdir. Nitekim birisi gelip, Mâlik bin Enes'e radıyallahü anh Allahü
teâlânın istivâsı hakkında sorunca, başını eğdi bir müddet sonra onda ter
görüldü ve: "İstivâ ma'lûmdur, bilinir. Keyfiyyeti (nasıl olduğu)
meçhûldür, bilinmez. Ona îmân etmek gerekir. Ondan sormak bid'attir,
dalâlettir, sapıklıktır. Zannediyorum sen bid'at ehlisin" dedi ve
emrederek o şahsı oradan sürdürdü. Fakat sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri,
zamanlarındaki bid'at fırkalarının böyle âyet-i kerîmeleri yanlış
açıklamalarına cevab vermek zarûreti ortaya çıkınca böyle âyet-i kerîmeleri te'vîl
etme, açıklama ihtiyâcını duydular. Dînin esaslarına uygun olarak açıkladılar.
Meselâ, lugat mânâsı el demek olan yed kelimesini Allahü teâlânın kudreti, yüz
mânâsına gelen vech lafzını (sözünü) Allahü teâlânın zâtı diye te'vîl ettikleri
(açıkladıkları) gibi, istivâyı da Allahü teâlânın hâkimiyeti gibi uygun bir
mânâ ile te'vîl ettiler, açıkladılar. Çünkü Allahü teâlâ, bir mekânda
bulunmaktan, orada yerleşmekten münezzehdir, yücedir. (İbn-i Halîfe Alîvî)
İSYÂN:
Karşı
gelme, baş kaldırma, âsî olma.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Fakat
Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü,
fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar
bunlardır. (Hucurât
sûresi: 7)
Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ederse, şeytan
ağlayarak uzaklaşır ve; "Vay hâlime; Âdemoğlu secde etmeye me'mur oldu ve
hemen secde etti. Bu sebeple Cennet onundur. Ben de secde ile emrolundum; ama
ben isyân ettim. Bu sebeble Cehennem de benimdir" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Anaya-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü
bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa
olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Bir kimse, evliyânın meşhûrlarından İbrâhim Edhem
hazretlerinden nasîhat isteyince, buyurdu ki: "Şu altı şeyi kabûl edersen
hiçbir işin sana zarar vermez.
1)- Günâh yapacağın zaman, Allahü teâlânın verdiği
rızkı yeme! Rızkını yiyip de, O'na isyân etmek doğru olur mu?
2)-O'na âsî olmak istersen O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na
isyân etmek lâyık olur mu?
3)-O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde yapma! Görmediği bir yerde
yap! O'nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun
değildir.
4)--Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar
izin iste. O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O
da bu saattir. Zîrâ Melek-ül-mevt (ölüm meleği) ânî gelir.
5)-Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek geldikleri vakit onları
kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki; "Buna imkân
yoktur." İbrâhim Edhem buyurdu ki: "Öyleyse şimdiden cevap
hazırla!"
6)-Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günâhkâr olanlar, Cehennem'e
gitsin!" diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu
sözümü dinlemezler." Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve ölünceye kadar
tövbesinden vazgeçmedi. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
İŞÂ:
Yatsı
vakti.
İşâ-i Evvel:
Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk
hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst
kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.
Yatsı namazının vakti, İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf
ile İmâm-ı Muhammed'e) göre işâ-i evvelden sonra başlar. Diğer üç mezhebde de
böyledir. İmâm-ı a'zam'a göre işâ-i sânîden yâni beyazlık kaybolduktan sonra
başlar. Fecrin ağarmasına (imsak vaktine) kadar devâm eder. (İbn-i Nüceym, Ahmed Ziyâ Bey)
İşâ-i Rabbânî:
Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından
biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip,
kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine
inanmaları.
Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânîlik ile,
göğe kaldırılmasından sonra ortaya çıkarılan ve çeşitli kiliselerin inandığı
hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır. Îsevî dîni va'z ve nasîhat idi.
Îsevîlik'de vaftîz ve İşâ-i Rabbânî gibi âyinler yok idi. (Ülfet Azîz Essamed)
İşâ-i Sânî: Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin
üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın
kaybolduğu tam karanlık vakit.
İŞÂRET-İ NASS:
Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen
mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da
bildirmesi.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onların
(boşanmış kadınların) ma'rûf vechile (örf ve âdete göre) yiyeceği,
giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. (Bekara sûresi:
233) Âyet-i kerîme, boşanmış emzikli kadınların yiyecek ve giyeceklerinin
boşayan erkeklere âit olduğunu bildirmektedir. Ayrıca, âyet-i kerîme, işâret-i
nass yoluyla da çocuğun nesebinin (soyunun) babaya âit olduğunu da ifâde
etmektedir. (Serahsî)
İŞMOİL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn
aleyhisselâmın neslinden olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir.
İşmoil aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden
önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan
Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat olmuşlardı. Amâlikalılar,
İsrâiloğullarına saldırdılar, pekçok kimseyi öldürüp, on binlerce kimseyi esir
ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve
İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar.
Bilhassa Tâbût'un gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle
düştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ
edince, Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil
aleyhisselâm İsrâiloğullarına Tevrât'ın emir ve yasaklarını tebliğ etti.
İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler.
İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiği
bildirildi. İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabûl etmediler. Nihâyet
çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un hükümdârlığını kabûl ettiler. İçerisinde
Tevrât'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren
Tâlût, onlardan büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı.
İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip
içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahs edilen nehre gelince, Tâlût'un
emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğulları imtihanı kaybedip perişan ve
sefîl hâlde geri döndü. Aralarında henüz peygamberliği bildirilmemiş olan Dâvûd
aleyhisselâmın da bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda bir topluluk nehri
geçip Amâlika kavmine gâlib geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd
aleyhisselâm öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlib gelip
kuvvetlendiler.
İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene
peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin on birinci senesinden sonra Tâlût'u
İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât etti. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Mirhaund)
İŞRÂK VAKTİ:
Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu)
yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından
îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti. (Duhâ-i Sugrâ)
Güneşin doğmaya başlamasından işrâk vaktine kadar
her türlü namazı kılmak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Dâmâd)
Ramazân bayramı ve Kurban bayramının birinci
günlerinde, güneş doğduktan ve farz olsun, nâfile olsun namaz kılmak mekruh
olan vakit çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı
kılmak, erkeklere vâcibdir. (İbn-i
Âbidîn)
İŞRÂK NAMAZI:
İşrâk
vaktinde, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan namaz.
Sabah namazını kıldıktan sonra dünyâ kelâmı
söylemeden kıbleye karşı durup, güneş bir mızrak yükseldikten sonra iki rek'at
işrak namazı kılan kimse, şüphesiz cennetliktir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
İŞTİBÂK-ÜN-NÜCÛM:
Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun
görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a
(yüksekliğe) inmesi.
Akşam namazını, vaktin evvelinde kılmak sünnettir.
İştibâk-ün-nücûm vaktinden sonraya bırakmak haramdır. Hastalık ve seferî
(yolcu) olmak gibi bir durum olursa, yıldızlar çok görülünceye kadar
geciktirilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Kapalı havalarda, ezân okunsa bile, güneş battığına
kanâat getirmedikçe, iftâr etmemeli, orucu açmamalıdır. İştibâk-ün-nücûmdan
evvel iftâr edince, müstehab olan ta'cîl (acele etme) yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn)
İTÂ'AT:
Söz
dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Allahü teâlâya ve O'nun peygamberlerine itâat
edenler, âhirette Peygamberlere ve sıddıklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen
nîmetlere ortak olacaklardır. (Nisâ sûresi: 69)
Allahü
teâlâya ve O'nun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itâ'at ediniz. (Nisâ sûresi 59)
Kim bana itâat ederse Allahü teâlâya itâat etmiş ve
her kim bana isyân ederse (karşı
gelirse) Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Bir de kim âmire itâat ederse bana
itâat etmiş, kim âmire isyân ederse bana isyân etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri
yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz.
Çünkü dayanamazsınız. (Kâ'b-ül-Ahbâr)
Bir insanın itâatkâr kul olmasının aslı dört şeydir:
Birincisi, uzun emelli olmamak. İkincisi, cenâb-ı Hakk'ın va'dinden emin olmak.
Üçüncüsü, cenâb-ı Hakk'ın taksîmine, verdiğine râzı olmak. Dördüncüsü haram
yememek. Kim bu dört şeyi yerine getirirse, bütün mücâhedeleri yerine getirmiş
olur. Nefsini itâat altına almış olur. (Ahmed
Nâmıkî Câmî)
Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu
hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Main)
İTÂB:
Azarlama.
Mekrûh (Resûlullah efendimizin beğenmediği ve
ibâdetlerin sevâbını gideren şeyleri) işleyen veya müekked sünneti (Resûlullah
efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuuvvetli sünneti)
özürsüz terk etmeyi âdet edinen kimse, itâb olunur. (Muhammed Es'ad)
Müstehâbı (Peygamber efendimizin, ömründe bir-iki
kere işlediği hareketleri) terk edene azâb ve itâb olunmaz. (Kutbüddîn İznikî)
İ'TİKÂD (Îtikâd):
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya
inanılacak şeyler. (Îmân)
Allahü teâlânın bildirdiği her din iki kısımdır.
Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile
yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan îtikâd esasları her dinde aynıdır,
dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları
yaprakları gibidir. Her müslümanın önce îtikâdını düzeltmesi, Ehl-i sünnet
vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî
azâbından kurtulanlar ancak bu îtikâd üzere olanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Müslümanların birinci vazîfesi, îtikâdı düzeltip,
Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır.
İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini
öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
İ'tikâdda Mezheb:
Îmân
edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.
Îtikâdda mezhebler, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat ve
Ehl-i bid'at mezhebleri olmak üzere iki kısma ayrılır. Her müslümanın, Ehl-i
sünnetin iki îmâmından birine yâni Îmâm-ı Mâturîdî ve İmâm-ı Eş'arî
mezheblerinden birine uyması lâzımdır. Îmânla ilgili bilgilerde bu iki imâmdan
birine uymak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan kurtarır. Çünkü Ehl-i sünnet
âlimleri aklın ermediği bilgilerde yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i ş erîflere
uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisini anlamakta kullanmışlardır. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Rabbânî)
Hanefî mezhebindekiler, îtikâdda Ebû Mansûr
Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî hazretleri,
îtikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebindedir. Mâlikî,
Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar, îtikâdda Ebü'l-Hasen Eş'arî
hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri, Şâfiî mezhebinde
idi. (Taşköprüzâde)
Îtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur,
Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü îtikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını,
bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen
yetmiş iki fırkaya bid'at (sapıklık) fırkaları denir. Bunların hiçbiri kâfir
değildir. Hepsine müslüman denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde
bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilmiş ve müslümanlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa,
kâfir olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî,
İmâm-ı Rabbânî, Ahmed Tahtâvî)
İ'TİKÂF (Îtikâf):
İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak.
Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet,
bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh
işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa
girene mü'tekif denir.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. (Bekara sûresi:187)
Îtikâfta olan kimseye bütün sevâbları yapıyormuş
gibi ecir (sevâb) verilir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah için bir gün îtikâf yapmak, insanı Cehennem
ateşinden uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Hakîm)
Peygamber efendimiz orucun farz kılınmasından sonra
ömürlerinin sonuna kadar her Ramazanın son on gününde îtikâfta bulunmuşlardır.
Bu, îtikâfın sünnet ile sâbit olmasının delîlidir. (M. Zihni Efendi)
Kadın, evinin mescidinde yâni namaz kılmak için
ayırdığı bir odasında veya köşesinde îtikâf eder. Mescidde îtikâf etmez. (M. Zihni Efendi)
İ'TİMÂD-I NEFS:
Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları
ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.
İslâm dîni, çalışmayı ve Allahü teâlâya tevekkül
etmeyi (güvenmeyi) emr eder. Îtimâd-ı nefs, İslâmiyet'in emirlerine karşı
gelmektir. Mantık ilmine de uygun olmayan îtimâd-ı nefs, egoistliğe
(bencilliğe) ve kendini beğenmeye yol açar. "Başkasının yumruğunu yemeyen
kendi yumruğunu batman taşı sanır" atasözü, îtimâd-ı nefsin yanlış
olduğunu göstermektedir. Hakîkî bir müslüman îtimâd -ı nefs yerine, elden
geldiği kadar sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder,
güvenir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm düşmanları, insan îtimâd-ı nefs etmeli diyor.
Müslümanlar ise, yalnız Allah'a güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları tevekküle
(Allahü teâlâya güvenmeye) inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve
cesâretin yerini boş bırakmamak için îtimâd-ı nefs sözüyle bu ihtiyâcı
karşılamak zorunda kalmışlardır. (Mustafa
Sabri)
İTMİ'NÂN:
Huzûr,
sükûn ve râhata kavuşma.
Kur'ân-ı
kerîmde buyruldu ki:
Biliniz
ki, kalbler yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle itmi'nân bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbin itmi'nânının alâmeti, dînin emir ve
yasaklarına tam uymaktır. (Hâcı Dost
Muhammed)
İtmi'nân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve
taşkınlık bulmuyorum. Şerîate tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs, mâsivâyı
(Allahü teâlâdan başkasını) tamâmen unutmuş olan kalb gibi olmakta, Allah'tan
başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez bir hâle gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin
itmi'nânı zikr iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
İTTİBÂ:
Tâbi
olma, bağlanma, uyma.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki; eğer Allahü
teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana
ittibâ ediniz! Allahü teâlâ, bana ittibâ edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona
ittibâ ile bizi rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmakla
bizi rızıklandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Peygamber efendimize ittibânın ufak bir zerresi,
bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî
üstünlük; O'nun sünnet-i seniyyesine ittibâ etmektir. (Ahmed Fârûkî)
Mezheb imâmlarına tâbî olmak, onları taklîd etmek
demek; onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâb'dan
(Kur'ân-ı kerîmden) ve Sünnet'ten (hadîs-i şerîflerden) bildirdiklerine ittibâ
etmektir. (Abdülvehhâb-ı Şârânî)
Dört hak (doğru) mezhebden birine ittibâ etmeyen
kimse, Ehl-i sünnetten (Resûlullah efendimiz ve dört halîfesinin yolundan)
ayrılmış olur. (Ahmed Tahtâvî)
İTTİHÂD:
Birleşme.
Allahü teâlâ hiçbir şeyle ittihâd etmez. Hiçbir şey
de O'nunla ittihâd etmez. (İmâm-ı
Rabbânî)
Her şeyden, her mahlûktan, Allahü teâlâya giden bir
yol vardır. Çünkü, her mahlûkun (yaratılmışın) kendisi ve sıfatları
(özellikleri) Allahü teâlânın kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan
uyanık bir kimse, o gizli yolu ve mânevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü
teâlâya delâlet etmesi, O'nu göstermesi için O'nunla ittihâd etmesi lâzım
gelmez. Duman ateşi haber verir ise de ateşle bir birleşmesi yoktur (o, ateşten
tamâmen ayrı bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)
İTTİKÂ:
Allahü
teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma. (Takvâ)
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Küçük hatâlar müstesnâ günâhların büyüklerinden ve
fuhşiyattan kaçınanlara gelince; muhakkak Rabbin mağfireti bol olandır. O, sizi
daha topraktan yarattığı zaman ve annelerinizin karnında ceninler iken sizi (bütün hâllerinizi) en iyi bilendir. O hâlde kendinizi temize
çıkarmayın. O, ittikâ edenleri en iyi bilendir. (Necm sûresi: 32)
Ey âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimi
anlatacak peygamberler gelir de kim ittikâ eder de hâlini ıslâh ederse, onlara
hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklardır. (A'râf sûresi: 35)
Haramlardan ittikâ eden, hayvanlara zulmetmeyen,
ücretsiz bir iş yaptırmayan ve herkesin elindekini onun helâl mülkü bilen kimse
takvâ sâhibi (haramlardan kaçınmış) olur. (İbn-i
Âbidîn)
İYÂDET-İ MARİZ:
Hasta
ziyâreti.
İyâdet-i
mariz sünnettir. Hastanın kimsesi yoksa bunu yoklamak vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
İZ'ÂN:
Anlayış,
kavrayış.
Aklımız ve iz'ânımız, âhiret hayâtının, dünyâ
hayâtı ile mukâyese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize göstermektedir.
Seâdet (mutluluk) iki türlüdür: Biri âhiret seâdeti, diğeri dünyâ seâdetidir.
Bu iki seâdetten hangisi önemlidir? Âhiret seâdetinin pek mühim olduğunu akıl
ve iz'ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir (Abdülhakîm Arvâsî)
İz'ân-ı Kalb:
Kalbin
kabul ve tasdîki.
İz'ân-ı
kalb olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna kavuşulamaz. (Ahmed Fârûkî)
İZÂR:
Kefenin
baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir: İzâr,
kamîs (entârî gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta
ve baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça). (İbrâhim Halebî)
İZHÂR:
Açıklamak,
ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.
Tenvin veya sâkin nundan sonra hemze, he, ayn, ha,
gayn ve hı harflerinden biri gelirse, tenvin veya sâkin nun izhâr olunur. (Karabaş Efendi)
İZTİBÂ (İdtıbâ):
Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri
dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk
altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.
İztibâ
erkeğe sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)
İZZET:
1.
Üstünlük, yücelik, azîz olma.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost
ediniyorlar. Gücü kuvveti onların yanında mı arıyorlar? Şüphe yok ki, bütün
izzet ve kudret Allah'ındır. (Nisâ sûresi: 139)
İzzet İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına (emir ve
yasaklarına) uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti
başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i
Ömer)
Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti
kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acabâ niçin insanlar, bâkî olan
âhireti istemekteki izzetin yerine fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti
seçerler. (Ebû Ali Rodbârî)
2.
Hürmet, saygı.
Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var,
Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var.
(Lâ Edrî)