14 Mayıs 2023 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

 İSTİNBÂT:

 

Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.

 

Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü anhüm ecmaîn sonra gelen müctehidlerin en büyüğü İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir (r.aleyh). Bu büyük imâm, her hareketinde, her işinde Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tam mânâsı ile tâbi idi. İctihâd ve istinbâtta öyle yüksek bir dereceye yükselmişti ki, buraya ondan başka kimse varamadı. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bâzısını görürsün, insanları Kur'ân-ı kerîmden ve Sahîh-i Buhârî'den dînî hükümleri istinbât etmeye çağırır. Bu büyük cehâlete, bilgisizliğe ve açık dalâlete dikkat et! Sakın ey kardeşim çok sakın, bu tür ahmaklarla bir araya gelip görüşmekten kaçın! Mezhebine sarıl; Dört mezheb imâmından birine uy! (Yûsuf Nebhânî)

 

Allahü teâlânın kitâbını(Kur'ân-ı kerîmi) açıklayan Resûlullah efendimizden başkası olmadığı gibi, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hükümleri istinbât edenler de ancak ümmetin büyük imâmlarıdır. (Yûsuf Nebhânî)

 

İSTİNCÂ:

 

Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.

 

Başkasının yanında avret yerini açmadan su ile istincâ yapamayan kimse, pislik fazla olsa bile su ile istincâdan vazgeçer. Avret yerini açmaz. Namazı öyle kılar. Açarsa fâsık (günâhkâr) olur. Haram işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca, su ile istincâ yapar ve namazı iâde eder. (İbn-i Âbidîn)

 

İstincâ ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek tenzîhen mekrûhdur. (Alâüddîn Haskefî)

 

Kemik, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları, muhterem yâni para eden şeyler ve câmiden atılan şeyler, zemzem suyu, yaprak ve kâğıd ile istincâ tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Hasan bin Mansur)

 

İSTİNKÂ:

 

İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.

 

Erkeklerin, idrârını yaptıktan sonra istinkâ etmedikçe abdeste başlaması câiz olmaz. (Muhammed Zihni Efendi)

 

İSTİNŞÂK:

Abdest ve boy abdesti (gusül) alırken burna su çekme.

 

On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza yıkamak, koltuk altını (abdestte ağıza su almak), istinşâk, tırnak kesmek, ayak parmaklarını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Guslün (boy abdestinin) sünnetlerinden birisi de; mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşâkta mübâlağa etmek. Hanefî mezhebinde ağızda ve burunda iğne ucu kadar kuru yer kalsa, gusül abdesti sahîh olmaz. (Halebî)

 

İSTİRCÂ':

 

Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca " İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak Allahü teâlâya sığınmak.

 

Mükâfâtın büyük olması, belâ ve acının büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer istircâ' ederler, rızâ gösterirlerse, Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder. (Enes bin Mâlik)

 

İSTİSGÂR:

 

Küçük ve aşağı görmek.

 

Hıkddan (kin tutmaktan) doğan kötülükler on birdir: Hased (kıskanmak), şemâtet (başkasının başına gelen belâ ve musîbete sevinmek), hicr (dargınlık), istisgâr, gıybet (başkasının arkasından, duyunca üzüleceği şeyleri konuşmak), sırrı ifşâ etmek, yaymak, başkası ile alay etmek, onlara eziyet ve sıkıntı vermek, başkasının hakkını ödememek ve affa mâni olmak. (Hâdimî)

 

İSTİSKÂ:

 

Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı.

 

İstiskâ için hamd ile, günâhlara pişmân olup tövbe ederek duâ yapılır. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizi gören ve mübârek sohbetinde bulunan arkadaşları) ve asırlardan beri İslâm âlimleri, yağmur duâsı yaptılar. (Ahmed Tahtâvî)

 

İstiskâ duâsı için; ara vermeden üç gün çıkmak, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe etmek, kul haklarını ödemek, hayvanları da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyârları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. (Mehmed Zihni Efendi)

 

İstiskâ Namazı:

 

Kıtlık, kuraklık vaktinde, yağmur yağması için sahrâda kılınan namaz.

 

İstiskâ namazı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâat ile iki rek'at namaz kılar ve asâya dayanıp bir hutbe okur. Sonra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına kaldırıp ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip "âmîn" der. (Ahmed Tahtâvî)

 

İSTİSNÂ':

 

Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak.

 

İstisnâ'da parayı peşin vermek câiz olduğu gibi, belli olmayan zamanlarda taksitlerle ödemek de şart edilebilir. (İbn-i Âbidîn)

 

İki taraftan biri ölürse, istisnâ' bâtıl olur, bozulur. (İbn-i Âbidîn)

 

İstisnâ'da malzeme san'at sâhibine âittir. Malzemeyi müşteri verirse işçilik olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İSTİŞÂRE:

 

Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Uhud harbinde sen, Allahü teâlâdan gelen bir merhâmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın elbette onlar etrâfından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Onlara Allah'tan mağfiret dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güven! Çünkü Allah tevekkül edenleri (her işte kendisine güvenenleri) sever. (Âl-i İmrân sûresi: 159)

 

Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte, namazı dosdoğru kılmaktadırlar, işleri de aralarında hep istişâre ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)

 

Resûlullah efendimize Eshâbının; "Kur'ân-ı kerîm ve sünnette bulamadığımız bir olay ile karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sormaları üzerine; "Onu sâlih kimselerden sorun ve onların istişâresine arz edin" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

İstişâre eden pişman olmaz. İstihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-Ikd-ül Ferîd)

 

İstişâre eden doğruyu bulur, mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İSTİŞFÂ':

 

Yardım istemek. (Şefâat)

 

İSTİVÂ:

 

Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Sonra Rabbiniz arş üzerine istiva etti. (A'râf sûresi: 54)

 

Selef-i sâlihîn, müteşâbih âyet-i kerîmelerin mânâlarını Allahü teâlâya havâle etmişlerdir. Nitekim birisi gelip, Mâlik bin Enes'e radıyallahü anh Allahü teâlânın istivâsı hakkında sorunca, başını eğdi bir müddet sonra onda ter görüldü ve: "İstivâ ma'lûmdur, bilinir. Keyfiyyeti (nasıl olduğu) meçhûldür, bilinmez. Ona îmân etmek gerekir. Ondan sormak bid'attir, dalâlettir, sapıklıktır. Zannediyorum sen bid'at ehlisin" dedi ve emrederek o şahsı oradan sürdürdü. Fakat sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri, zamanlarındaki bid'at fırkalarının böyle âyet-i kerîmeleri yanlış açıklamalarına cevab vermek zarûreti ortaya çıkınca böyle âyet-i kerîmeleri te'vîl etme, açıklama ihtiyâcını duydular. Dînin esaslarına uygun olarak açıkladılar. Meselâ, lugat mânâsı el demek olan yed kelimesini Allahü teâlânın kudreti, yüz mânâsına gelen vech lafzını (sözünü) Allahü teâlânın zâtı diye te'vîl ettikleri (açıkladıkları) gibi, istivâyı da Allahü teâlânın hâkimiyeti gibi uygun bir mânâ ile te'vîl ettiler, açıkladılar. Çünkü Allahü teâlâ, bir mekânda bulunmaktan, orada yerleşmekten münezzehdir, yücedir. (İbn-i Halîfe Alîvî)

 

İSYÂN:

 

Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Fakat Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 7)

 

Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ederse, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve; "Vay hâlime; Âdemoğlu secde etmeye me'mur oldu ve hemen secde etti. Bu sebeple Cennet onundur. Ben de secde ile emrolundum; ama ben isyân ettim. Bu sebeble Cehennem de benimdir" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Anaya-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)

 

Bir kimse, evliyânın meşhûrlarından İbrâhim Edhem hazretlerinden nasîhat isteyince, buyurdu ki: "Şu altı şeyi kabûl edersen hiçbir işin sana zarar vermez.

 

1)- Günâh yapacağın zaman, Allahü teâlânın verdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, O'na isyân etmek doğru olur mu?

 

2)-O'na âsî olmak istersen O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na isyân etmek lâyık olur mu?

 

3)-O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde yapma! Görmediği bir yerde yap! O'nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir.

 

4)--Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da bu saattir. Zîrâ Melek-ül-mevt (ölüm meleği) ânî gelir.

 

5)-Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek geldikleri vakit onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki; "Buna imkân yoktur." İbrâhim Edhem buyurdu ki: "Öyleyse şimdiden cevap hazırla!"

 

6)-Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günâhkâr olanlar, Cehennem'e gitsin!" diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

İŞÂ:

 

Yatsı vakti.

 

İşâ-i Evvel:

 

Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit.

 

Yatsı namazının vakti, İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e) göre işâ-i evvelden sonra başlar. Diğer üç mezhebde de böyledir. İmâm-ı a'zam'a göre işâ-i sânîden yâni beyazlık kaybolduktan sonra başlar. Fecrin ağarmasına (imsak vaktine) kadar devâm eder. (İbn-i Nüceym, Ahmed Ziyâ Bey)

 

İşâ-i Rabbânî:

 

Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları.

 

Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânîlik ile, göğe kaldırılmasından sonra ortaya çıkarılan ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır. Îsevî dîni va'z ve nasîhat idi. Îsevîlik'de vaftîz ve İşâ-i Rabbânî gibi âyinler yok idi. (Ülfet Azîz Essamed)

 

İşâ-i Sânî: Batıdaki mer'î ufuk hattı  üzerinde beyazlığın kaybolması  ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit.

 

İŞÂRET-İ NASS:

 

Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Onların (boşanmış kadınların) ma'rûf vechile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. (Bekara sûresi: 233) Âyet-i kerîme, boşanmış emzikli kadınların yiyecek ve giyeceklerinin boşayan erkeklere âit olduğunu bildirmektedir. Ayrıca, âyet-i kerîme, işâret-i nass yoluyla da çocuğun nesebinin (soyunun) babaya âit olduğunu da ifâde etmektedir. (Serahsî)

 

İŞMOİL ALEYHİSSELÂM:

 

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslinden olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir.

 

İşmoil aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat olmuşlardı. Amâlikalılar, İsrâiloğullarına saldırdılar, pekçok kimseyi öldürüp, on binlerce kimseyi esir ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar. Bilhassa Tâbût'un gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle düştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ edince, Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına Tevrât'ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler. İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiği bildirildi. İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabûl etmediler. Nihâyet çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un hükümdârlığını kabûl ettiler. İçerisinde Tevrât'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, onlardan büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahs edilen nehre gelince, Tâlût'un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğulları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri döndü. Aralarında henüz peygamberliği bildirilmemiş olan Dâvûd aleyhisselâmın da bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda bir topluluk nehri geçip Amâlika kavmine gâlib geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd aleyhisselâm öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler.

 

İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin on birinci senesinden sonra Tâlût'u İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât etti. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Mirhaund)

 

İŞRÂK VAKTİ:

 

Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti. (Duhâ-i Sugrâ)

 

Güneşin doğmaya başlamasından işrâk vaktine kadar her türlü namazı kılmak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Dâmâd)

 

Ramazân bayramı ve Kurban bayramının birinci günlerinde, güneş doğduktan ve farz olsun, nâfile olsun namaz kılmak mekruh olan vakit çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

İŞRÂK NAMAZI:

 

İşrâk vaktinde, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan namaz.

 

Sabah namazını kıldıktan sonra dünyâ kelâmı söylemeden kıbleye karşı durup, güneş bir mızrak yükseldikten sonra iki rek'at işrak namazı kılan kimse, şüphesiz cennetliktir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

 

İŞTİBÂK-ÜN-NÜCÛM:

 

Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.

 

Akşam namazını, vaktin evvelinde kılmak sünnettir. İştibâk-ün-nücûm vaktinden sonraya bırakmak haramdır. Hastalık ve seferî (yolcu) olmak gibi bir durum olursa, yıldızlar çok görülünceye kadar geciktirilebilir. (İbn-i Âbidîn)

 

Kapalı havalarda, ezân okunsa bile, güneş battığına kanâat getirmedikçe, iftâr etmemeli, orucu açmamalıdır. İştibâk-ün-nücûmdan evvel iftâr edince, müstehab olan ta'cîl (acele etme) yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İTÂ'AT:

 

Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:

 

Allahü teâlâya ve O'nun peygamberlerine itâat edenler, âhirette Peygamberlere ve sıddıklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen nîmetlere ortak olacaklardır. (Nisâ sûresi: 69)

 

Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itâ'at ediniz. (Nisâ sûresi 59)

 

Kim bana itâat ederse Allahü teâlâya itâat etmiş ve her kim bana isyân ederse (karşı gelirse) Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Bir de kim âmire itâat ederse bana itâat etmiş, kim âmire isyân ederse bana isyân etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız. (Kâ'b-ül-Ahbâr)

 

Bir insanın itâatkâr kul olmasının aslı dört şeydir: Birincisi, uzun emelli olmamak. İkincisi, cenâb-ı Hakk'ın va'dinden emin olmak. Üçüncüsü, cenâb-ı Hakk'ın taksîmine, verdiğine râzı olmak. Dördüncüsü haram yememek. Kim bu dört şeyi yerine getirirse, bütün mücâhedeleri yerine getirmiş olur. Nefsini itâat altına almış olur. (Ahmed Nâmıkî Câmî)

 

Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Main)

 

İTÂB:

 

Azarlama.

 

Mekrûh (Resûlullah efendimizin beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeyleri) işleyen veya müekked sünneti (Resûlullah efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuuvvetli sünneti) özürsüz terk etmeyi âdet edinen kimse, itâb olunur. (Muhammed Es'ad)

 

Müstehâbı (Peygamber efendimizin, ömründe bir-iki kere işlediği hareketleri) terk edene azâb ve itâb olunmaz. (Kutbüddîn İznikî)

 

İ'TİKÂD (Îtikâd):

 

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler. (Îmân)

Allahü teâlânın bildirdiği her din iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan îtikâd esasları her dinde aynıdır, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları yaprakları gibidir. Her müslümanın önce îtikâdını düzeltmesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî azâbından kurtulanlar ancak bu îtikâd üzere olanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Müslümanların birinci vazîfesi, îtikâdı düzeltip, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

İ'tikâdda Mezheb:

 

Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.

 

Îtikâdda mezhebler, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat ve Ehl-i bid'at mezhebleri olmak üzere iki kısma ayrılır. Her müslümanın, Ehl-i sünnetin iki îmâmından birine yâni Îmâm-ı Mâturîdî ve İmâm-ı Eş'arî mezheblerinden birine uyması lâzımdır. Îmânla ilgili bilgilerde bu iki imâmdan birine uymak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan kurtarır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri aklın ermediği bilgilerde yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i ş erîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisini anlamakta kullanmışlardır. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Rabbânî)

 

Hanefî mezhebindekiler, îtikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî hazretleri, îtikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar, îtikâdda Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri, Şâfiî mezhebinde idi. (Taşköprüzâde)

 

Îtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü îtikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya bid'at (sapıklık) fırkaları denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslüman denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Rabbânî, Ahmed Tahtâvî)

 

İ'TİKÂF (Îtikâf):

 

İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. (Bekara sûresi:187)

 

Îtikâfta olan kimseye bütün sevâbları yapıyormuş gibi ecir (sevâb) verilir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Allah için bir gün îtikâf yapmak, insanı Cehennem ateşinden uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Hakîm)

 

Peygamber efendimiz orucun farz kılınmasından sonra ömürlerinin sonuna kadar her Ramazanın son on gününde îtikâfta bulunmuşlardır. Bu, îtikâfın sünnet ile sâbit olmasının delîlidir. (M. Zihni Efendi)

 

Kadın, evinin mescidinde yâni namaz kılmak için ayırdığı bir odasında veya köşesinde îtikâf eder. Mescidde îtikâf etmez. (M. Zihni Efendi)

 

İ'TİMÂD-I NEFS:

 

Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek.

 

İslâm dîni, çalışmayı ve Allahü teâlâya tevekkül etmeyi (güvenmeyi) emr eder. Îtimâd-ı nefs, İslâmiyet'in emirlerine karşı gelmektir. Mantık ilmine de uygun olmayan îtimâd-ı nefs, egoistliğe (bencilliğe) ve kendini beğenmeye yol açar. "Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu batman taşı sanır" atasözü, îtimâd-ı nefsin yanlış olduğunu göstermektedir. Hakîkî bir müslüman îtimâd -ı nefs yerine, elden geldiği kadar sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder, güvenir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

İslâm düşmanları, insan îtimâd-ı nefs etmeli diyor. Müslümanlar ise, yalnız Allah'a güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları tevekküle (Allahü teâlâya güvenmeye) inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için îtimâd-ı nefs sözüyle bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalmışlardır. (Mustafa Sabri)

 

İTMİ'NÂN:

 

Huzûr, sükûn ve râhata kavuşma.

 

Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:

 

Biliniz ki, kalbler yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle itmi'nân bulur. (Ra'd sûresi: 30)

 

Kalbin itmi'nânının alâmeti, dînin emir ve yasaklarına tam uymaktır. (Hâcı Dost Muhammed)

 

İtmi'nân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum. Şerîate tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs, mâsivâyı (Allahü teâlâdan başkasını) tamâmen unutmuş olan kalb gibi olmakta, Allah'tan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez bir hâle gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kalbin itmi'nânı zikr iledir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İTTİBÂ:

 

Tâbi olma, bağlanma, uyma.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki; eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana ittibâ ediniz! Allahü teâlâ, bana ittibâ edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)

 

Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmakla bizi rızıklandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Peygamber efendimize ittibânın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük; O'nun sünnet-i seniyyesine ittibâ etmektir. (Ahmed Fârûkî)

 

Mezheb imâmlarına tâbî olmak, onları taklîd etmek demek; onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâb'dan (Kur'ân-ı kerîmden) ve Sünnet'ten (hadîs-i şerîflerden) bildirdiklerine ittibâ etmektir. (Abdülvehhâb-ı Şârânî)

 

Dört hak (doğru) mezhebden birine ittibâ etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Resûlullah efendimiz ve dört halîfesinin yolundan) ayrılmış olur. (Ahmed Tahtâvî)

İTTİHÂD:

 

Birleşme.

 

Allahü teâlâ hiçbir şeyle ittihâd etmez. Hiçbir şey de O'nunla ittihâd etmez. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Her şeyden, her mahlûktan, Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü, her mahlûkun (yaratılmışın) kendisi ve sıfatları (özellikleri) Allahü teâlânın kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve mânevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi, O'nu göstermesi için O'nunla ittihâd etmesi lâzım gelmez. Duman ateşi haber verir ise de ateşle bir birleşmesi yoktur (o, ateşten tamâmen ayrı bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İTTİKÂ:

 

Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma. (Takvâ)

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Küçük hatâlar müstesnâ günâhların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınanlara gelince; muhakkak Rabbin mağfireti bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve annelerinizin karnında ceninler iken sizi (bütün hâllerinizi) en iyi bilendir. O hâlde kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edenleri en iyi bilendir. (Necm sûresi: 32)

 

Ey âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim ittikâ eder de hâlini ıslâh ederse, onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklardır. (A'râf sûresi: 35)

 

Haramlardan ittikâ eden, hayvanlara zulmetmeyen, ücretsiz bir iş yaptırmayan ve herkesin elindekini onun helâl mülkü bilen kimse takvâ sâhibi (haramlardan kaçınmış) olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İYÂDET-İ MARİZ:

 

Hasta ziyâreti.

 

İyâdet-i mariz sünnettir. Hastanın kimsesi yoksa bunu yoklamak vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İZ'ÂN:

 

Anlayış, kavrayış.

 

Aklımız ve iz'ânımız, âhiret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize göstermektedir. Seâdet (mutluluk) iki türlüdür: Biri âhiret seâdeti, diğeri dünyâ seâdetidir. Bu iki seâdetten hangisi önemlidir? Âhiret seâdetinin pek mühim olduğunu akıl ve iz'ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İz'ân-ı Kalb:

 

Kalbin kabul ve tasdîki.

 

İz'ân-ı kalb olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna kavuşulamaz. (Ahmed Fârûkî)

 

İZÂR:

 

Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.

 

Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir: İzâr, kamîs (entârî gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta ve baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça). (İbrâhim Halebî)

 

İZHÂR:

 

Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim.

 

Tenvin veya sâkin nundan sonra hemze, he, ayn, ha, gayn ve hı harflerinden biri gelirse, tenvin veya sâkin nun izhâr olunur. (Karabaş Efendi)

 

İZTİBÂ (İdtıbâ):

 

Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.

 

İztibâ erkeğe sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)

 

İZZET:

 

1. Üstünlük, yücelik, azîz olma.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Gücü kuvveti onların yanında mı arıyorlar? Şüphe yok ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır. (Nisâ sûresi: 139)

 

İzzet İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına (emir ve yasaklarına) uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)

 

Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acabâ niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler. (Ebû Ali Rodbârî)

 

2. Hürmet, saygı.

 

Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var, 

Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var. 

(Lâ Edrî)

12 Mayıs 2023 Cuma

Kansız İnkılap Ebedileştirilemez Kasım 1924 - Haziran 1925, Ankara

 



Ünlü sözdür, her devrimin kendi evlatlarını yediği söylenir. Devrimden sonra kurulan yeni rejimin içinde patlak veren iktidar mücadeleleri gerçekten de şu veya bu ölçüde tasfiyelere yol açmaktadır. Cumhuriyetin ilanından sonra yeni Türk devletinin kuruluşuna yol açan milli mücadelenin önder kadrolarından bir kısmının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın sonu da "Devrim evlatlarını yer" sözü çerçevesinde değerlendirilebilir.


1924 yılı yeni Anayasanın da kabul edildiği bir yıl ve 29 Ekim 1923'te ilan edilen cumhuriyetin de ilk yılıdır. Zekeriya Sertel'in 1925'de Resimli Ay mecmuasına yazdığı bir makalesinde "yıkım yılı" diye değerlendirdiği 1924 yılı yeni bir partinin doğuşuna da tanıklık edecekti. Aslında Mustafa Kemal'in Umumi Reisi olduğu Halk Fırkası'nın yönetim mahfillerinde bir muhalefet partisi ihtiyacı zaman zaman konuşuluyordu ancak henüz bunun uygun koşullarının olmadığı kanısı egemendi. Ama öte yandan fırka içindeki tartışmalar ve fikir ayrılıkları dolayısıyla ayrılmaların olması ve bunların yeni bir parti meydana getirmeleri pek de beklenmedik bir gelişme sayılmazdı.


Nitekim Millet Meclisi açılıp da çalışmalarına başladığında kökleri Birinci Dönem'deki İkinci Grup'la ilgili tartışmalara kadar götürülebilecek bir çatışma Halk Fırkası içinde yoğunlaştı. İsmet Paşa hükümetine muhalefet eden bazı mebuslar Halk Fırkası'ndan istifa etmeye başladılar. İlk aşamada 11 mebus istifa etti ve 17 Kasım 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) resmen kuruldu.


Yönetici kadroları milli mücadelenin önde gelen kişilikleriydi; Başkan Kazım Karabekir Paşa, Başkan Yardımcıları Rauf Orbay ve Dr. Adnan Adıvar, Genel Sekreter ise Ali Fuat Cebesoy idi. Refet Bele ve Cafer Tayyar Paşa ile Bekir Sami Beyin yanı sıra Mustafa Kemal'in bir dönem çok yakını olmuş Albay Arif Bey de dahil olmak üzere daha birçok ünlü de mebus veya parti üyesi idi.


TpCF, Cumhurbaşkanı'nın, yani Mustafa Kemal'in yetkilerini fazla buluyor ve diktatörlük eğilimine dikkat çekiyordu. Daha liberal ve demokratik bir politikadan yana olduğunu söylüyordu. İki dereceli seçime karşı çıkarak tek dereceli seçim sistemini savunuyordu. Belediye başkanlarının atamayla değil seçimle belirlenmesini isteyerek ademi merkeziyetçi bir anlayıştan yana çıkıyordu. Ve nihayet dini hak ve özgürlükler alanında da daha yumuşak ve ılımlı davranılmasını öneriyordu.


TpCF'nin kuruluşunun hemen ardından 21 Kasım 1924'de İsmet Paşa hükümeti istifa etti. Sağlık sorunları olduğunu ileri süren İsmet Paşa Heybeliada'da dinlenmeye çekilirken yeni kabineyi kurma görevi Fethi Okyar'a verildi. 27 Kasımda da yeni hükümet görevine başladı. Fethi Bey'in hükümeti daha ılımlı ve yumuşak olarak değerlendirildi ve Meclisteki güven oylamasında TpCF mebusları da olumlu oy kullandılar.


Yeni hükümet aslında Halk Fırkası'ndaki kan kaybını ve istifaları durdurmak üzere oluşturulmuştu ve buna uygun bir tutum içinde olmasına özen gösteriliyordu. Nitekim istenilen oldu ve Halk Fırkası'ndan istifalar duruldu. Yeni fırkaya geçen mebus sayısı 29'da kalmıştı. Ama bu bile tek partili sistemin monolotik yapısını doğal olarak zorluyordu ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile Halk Fırkası yönetimi gelişmelerden hiç de memnun değildi.


Mustafa Kemal London Times gazetesine verdiği demeçte yeni partiye açıkça cephe alarak, "TpCF'nin programında, mevcut fırkanın -Halk Fırkasının-umdelerinden hariç ve mevzu-u münakaşa olmağa değerli esaslı bir prensip ve fikir görülmüyor." diyecekti. Bu arada kendisinin diktatörlüğe eğilimli olduğuna ilişkin eleştirilere ise "Bir istibdadın mevcudiyetine dair ima ve telmihler bence kabil-i izah değildir" diye karşılık verecekti.


Tam tersine özellikle Mustafa Kemal tetikte bulunuyordu. Çünkü yeni partinin ortaya çıkışı ve önder kadrosu bir tür iktidar mücadelesinin açığa vurulmasıydı ve en önemli hedef de Mustafa Kemal'den başkası değildi. TpCF kuruluşundan hemen önce "Paşalar Komplosu" adıyla anılan gelişmeler Mustafa Kemal'i fazlasıyla rahatsız etmişti.


Hem orduda görev yapan, hem de mebus olan paşaları ikisinden birini tercih etmeye zorlamıştı. Ancak yeni partinin önder kadrosunun ağırlığı ve yeni devletin kuruluş sürecinde oynadıkları rol Mustafa Kemal ve iktidar partisi Halk Fırkası'nın işini zorlaştırıyordu. İstanbul basınının yeni partiye destek olması ise ayrıca ciddi bir sorundu.


İşte bu koşullarda 13 Şubat 1925'de patlak veren Şeyh Sait isyanı doğrusu imdada yetişti. İsyanın üzerine yeterince kararlı gitmediği eleştirileriyle karşılaşan Fethi Okyar, karşı çıktığı bir takım baskı önlemlerinin Halk Fırkası Meclis Grubu'nda 60'a karşı 94 oyla kabul edilmesi üzerine istifa etti.


4 Martta hemen İsmet Paşa yeni hükümeti kurdu ve ilk yaptığı iş de Takrir-i Sükun Kanununu çıkartmak ve İstiklal Mahkemelerini kurmak oldu. Elazığ'ı ele geçirerek Diyarbakır üzerine yürüyen ve şehri kuşatan Şeyh Sait kuvvetlerinin üzerine ordu bütünüyle sevk edildi ve 15 Nisanda durum kontrol altına alındı. Ama bu arada, iddialara göre ordunun verdiği kayıplar İstiklal Savaşı sırasında verilen kayıplardan daha fazlaydı.


İsyan bölgesinde çalışmakta olan İstiklal Mahkemesi TpCF'nin Urfa Katib-i Umumisi Fethi Beyi suçlu bularak 5 yıl hapis cezasına çarptırınca zaten partiden kurtulmak isteyen Mustafa Kemal ve Halk Fırkası yöneticileri aradıkları fırsatı bulmuş oldular. Önce isyan bölgesindeki parti merkezleri kapatıldı.


Ardından -İstanbul da dahil olmak üzere- diğer parti merkezleri İstiklal Mahkemeleri tarafından aranıp, bir takım belgeler yakalandığı ileri sürüldü. Sonuçta bu olağanüstü mahkemelerin çağrısıyla harekete geçen hükümet 3 Haziran 1925'te TpCF'yi kapatmaya karar verdi. Şeyh Sait isyanı resmi söylemde "dinci ve gerici bir ayaklanma" olarak nitelendiriliyor ve TpCF'nin programında dini hak ve özgürlüklere daha ılımlı yaklaşım gösterilmesine ilişkin maddeler kapatılmanın da en önemli gerekçesi olarak sunuluyordu. Partinin mebusları yeni seçimlere kadar Millet Meclisinde bağımsız olarak kaldılar ama yeni seçimlerde hiçbiri yeniden Meclise giremedi. 

Ama olayın bunun da ötesine giden boyutu 1926 yılındaki "İzmir Suikastı Davası" idi. Bu dava dolayısıyla biri dışında (Halit Akmansü) Türkiye'de bulunan bütün TpCF milletvekilleri tutuklanarak yargılandılar. Kazım Karabekir Paşa'nın tutukluluğunu Başvekil İsmet Paşa ilk önce kaldırttı ama sonra tekrar tutuklanmasını engelleyemedi. Rauf Orbay ise Londra'da bulunduğu için daha sonra Ankara İstiklal Mahkemesinde gıyabında yargılandı.


Bu dava sonucunda TpCF'nin 29 mebusundan altısı idam edildi. Yargılanan ve her biri birer ulusal kahraman olarak tanınan paşaları -Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele, Cafer Tayyar- Mustafa Kemal'in mahkeme reisiyle konuşarak beraat ettirdiği daha sonra ortaya çıkacaktı.


Böylece hayatları bağışlananların bir daha siyasette önemli bir rolleri olmadı. Hatta Meclise tekrar milletvekili olarak girebilmeleri ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra mümkün olabildi.


Sonuçta bu bir iktidar savaşıydı ve kaybedenler kellelerini kurtardığına şükretmek durumundaydılar. Çünkü devir, Mustafa Kemal Paşa'nın Bursa Nutkunda "Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem olur, kansız inkılap ebedileştirilemez" dediği bir dönemdi. Ve söylentilere bakılacak olursa, aynı yıl yapılan Şapka İnkılabı dolayısıyla İzmir dolaylarında bir küçük kasabada giyecek şapka bulamayan ahali, Rumlardan kalma bir depoyu yağmalayarak kadın şapkaları ele geçirmiş ve korkudan kafalarına bu şapkaları geçirerek dolaşmaya başlamışlardı!


Ahalinin bu durumuna bakıldığında, TpCF girişimi bir fiyaskoyla sonuçlanmasına rağmen paşaların canlarını kurtarması az şey mi! Gerçi aradan çok geçmeden, bir yıl sonraki İzmir suikastı davasında onlar da darağacının gölgesini üzerlerinde hissedecekler ve her şey bitti dedikleri bir anda yine kellerini kurtaracaklardı...


Alıntıdır.

BİZANS İMPARATORLUĞUNUN DOĞUSUNDAN GELEN İSTİLALAR VE İSKÂN POLİTİKASI

 


Ermeniler


Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya bölgesinde yer alan Armenya ile İberya bölgesine yönelik olarak idari ve askeri hâkimiyete dayanan bir politika izlemiştir.


Bizans İmparatorluğu açısından Ermenistan, Gürcistan (İberya) ile Antitorosların doğu eteklerinde kalan alanlar stratejik ve politik açılardan büyük önem taşıyan yerlerdir.


IV. Yüzyıl sırasında inançsal olarak Hıristiyanlaştırılan Ermenilerin toprakları idari açıdan da 3’e bölündü. Bu topraklar doğrudan Doğu Romanın denetiminde olan Fırat’ın batısında bulunan bölüm (Armania Minor),doğuda Büyük Ermenistan krallığı ve güney bölümünde bulunan strablık olarak adlandırılan bölümlerden oluşmaktaydı. 4.yüzyılın sonlarından itibaren bu yapı değişikliğe uğradı. Doğu Roma’nın denetimi, toprakların batı kesiminde devam ederken denetim alanlarını krallığın batıda bulunan en uç mıntıkalarını kapsayacak şekilde genişletti. Büyük Ermenistan’ın kalan bölümleri ise Perslerin idaresine bağlı olarak Persarmania’sı adıyla askeri vali tarafından idere edilen bölgenin bir parçası durumundaydı. İmparator Iustinianus döneminde Ermenistan bölgelerinin idari taksimatında değişikliğe gidildi. Dört İmparatorluk vilayeti oluşturularak (Armenia I-IV) komşu vilayetlerle birleşmesi sağlandı.


Bizans İmparatorluğu, Sasani Krallığına son veren Müslüman Arapların imparatorluk topraklarına yönelik saldırılarına engel olamadı.7. yüzyılda İmparatorluk büyük mücadeleler vererek Sasanilerden almış olduğu Mısır, Filistin, Suriye ve Mezopotamya ile Ermenistanı Müslüman Araplara karşı savunamayarak kaybetti. Bizans İmparatorluğu Araplar karşısında uğradığı büyük toprak kaybı sonucunda elinde Küçük Asya, Balkan Yarımadası’nın bazı yerleri, Girit’inde olduğu Ege Adaları, İtalya ve Sicilyanın bazı şehirlerinden oluşmaktaydı. 6. yüzyıl sonuna kadar Ermeniler üzerinde imparatorluğun tam bir hâkimiyeti mevcuttu. Ancak Müslüman Arapların önlenemez ilerlemeleri karşısında Ermenilerin yaşadığı bazı bölgeler resmi olarak İmparatorluk hâkimiyetinde gözükmesine rağmen buralarda kontrolü kaybetmiş durumdaydı.


Bizans İmparatorluğu’nda Ermenilerin iskân edilmeleri bir birine zıt iki farklı şekilde gerçekleşmiştir. Ermeni halkı, yaşadığı topraklarda meydana gelen siyasi gelişmeler sonucunda topraklarının hâkimiyetinin Bizans İmparatorluğundan çıkması durumunda kendi istekleriyle yaşadıkları yurtlarını terk ederek imparatorluğa sığınmaları talebinde bulunmuşlardır. İmparatorluk ordusuna alınan bu kimseler yabancı devletlerin hâkimiyetinden kaçıp geldikleri için ya macera peşindeydiler ya da amaçları sığınacak bir yere kavuşmaktı.


VI. yüzyılda yine Ermeni grupların kendi istekleriyle İmparatorluğa sığınmalarına dair bir gelişme yaşanmıştır. Pers yönetimine karşı 571 yılında başlatılan isyan girişiminin başarıyla sonuçlanmaması üzerine isyan girişiminin içinde yer alan birçok ileri gelen ile birkaç papazın yer aldığı grup imparatorluğa kaçarak sığındılar. Katolik Ermeni olmayan Vardar Mamiconian ve kendisine bağlı olan grup imparatorluğun ordusunda görev alırken geriye kalan Ermeniler ise Bergama bölgesine daha önceden gelmiş olan soydaşlarının yanına gittikleri tahmin edilmektedir.


Ermenilerin imparatorluk topraklarında iskân edilmeleriyle ilgili uygulanan diğer yöntem imparatorluğun gördüğü lüzum üzerine veya ihtiyaçlar nedeniyle zorunlu göçe dayanan iskân uygulamasıdır. Zorunlu olarak yurtlarından çıkarılma uygulaması ilk olarak Iustinianus döneminde görülmektedir. İmparator Iustinianus anavatanlarında yaşamakta olan kalabalık olmayan sayıdaki Ermenileri yurtlarından çıkararak Trakya bölgesinde zorunlu olarak iskânlarını gerçekleştirmiştir. Ermenilerin kalabalık kitleler şeklinde zorunlu iskân uygulamalarıyla karşılaşmaları ise Teberios ve Mauricius’un imparatorluk dönemelerinde yaşanmıştır. İmparator Teberios döneminde sayıları 10 bin olan Ermeni kitlesi yaşadıkları yurtlarından zorla göç ettirilerek Kıbrıs adasında iskân edildiler. Evagrius bu iskân neticesinde meydana gelen durumu şu şekilde nakletmiştir “Hiç işlenmeyen toprağın her tarafı tarıma açıldı. İçlerinden kalabalık bir ordu meydana getirildi. Esirlerden sağlananlarla bütün evler kolaylıkla dolduruldu.” Evagrius’un aktarımlarından imparatorluğun zorunlu iskân politikasından beklentilerinin neler olduğunu ve bunun uygulanabilir olduğunu göstermektedir. İskânla birlikte tarım yapılmayan boş arazilerin tamamı yeniden ekilerek tarımın canlanması sağlandı ve zorunlu yerleştirilenler arasından asker vasfına sahip olanlardan güçlü bir ordu oluşturuldu. 

İmparator Mauricius dönemi iskân politikasının kapsamı ve uygulayıcısı bakımından farklılık gösterdiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır. İmparatorun köken olarak kesin olmamakla birlikte Ermeni olduğu yönünde güçlü bilgiler mevcuttur.


İmparator Mauricius, uygulamayı düşündüğü iskân politikası öncekilerden farklı olarak kapsamı bakımından Ermenilerin tamamını yurtlarından çıkarıp başka yerlere göndermeye dayanmaktaydı. Dönemin en önemli kaynakları arasında sayılan Sebeos iskânın gerçekleştirmek amacıyla imparatorun Pers kralına birlikte hareket etmeleri yönünde yazdığı mektuba dayanarak şu bilgileri aktarmıştır: “Ermeniler sahtekâr ve asidirler. Aramızda meskûn olup fesat çıkarmaktalar. Benimkileri yerlerinden çıkarıp Trakya’ya göndereceğim sen de seninkileri doğuya gönder. Bunlar ölürlerse sayısız düşman ölmüş olur tersi olursa sayısız düşmanı öldürmüş olurlar.” Bizans imparatorluğu planı hemen uygulamaya geçirince Ermeniler kurtulmak için İran’a sığındılar. Bu durum Perslerin uygulamada pek de istekli davranmadığını göstermektedir. İmparator Mauricius aynı zamanda Ermenileri imparatorluk ordusunda askeri güç olarak kullanma taraftarıydı. 30 bin Ermeni ailesinin Trakya topraklarında iskânlarını gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Bu iskâna göre her bir aile bir asker verecek şekilde planlanmıştı. Ancak uğradığı darbe, planını gerçekleştirmeye fırsat vermedi. İslam fetihlerinin Ermenistan’ı alma girişimleri İmparator Heraclius ve takip eden imparatorlar tarafından bölgenin imparatorluk açısından taşıdığı stratejik önemin ve orduya insan kaynağı sağlama noktasındaki yerini oldukça değerli hele getirmiştir.


Bizans İmparatorluğu’nun Ermenilerin iskân edilmesinde uygulayageldiği ana siyaset Ermenilerin sahip oldukları askeri vasıflarından dolayı imparatorluğun ihtiyaç duyduğu bölgelerde ordunun asker ihtiyacını giderme yönünde olmuştur. Trakya’da ve Kıbrıs ‘ta iskân politikası askeri kaygılardan kaynaklanarak oluşturulurken iskân edilen ailelere boş arazilerden toprak verilerek tarımsal faaliyetlerin gerçekleştirilmesi de sağlanmıştır. Böylece iktisadi kaygıların önüne geçilmeye çalışılmıştır.



Müslüman Araplar



Hz. Muhammed liderliğinde Mekke’de başlayan İslamiyet’in ortaya çıkışı ve yayılış süreci olan VII. yüzyılda Bizans İmparatorluğu ile doğu sınırlarında ezeli düşmanı olan Sasaniler arasında yoğun mücadeleler yaşanmaktaydı. Müslüman Arapların VII. yüzyıl ortalarına kadar gerek Doğu Roma gerekse Sasani İmparatorluğu topraklarında hızlı şekilde ilerlemesini durduramadılar ve şehirlerin bir biri ardına ele geçmesine engel olamadılar. Bu durum Müslüman Arap saldırılarından önce Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasında meydana gelen savaşlarda her iki tarafın birbirlerini askeri, ekonomik ve beşeri kaynaklarını zayıflatmalarından kaynaklanmaktaydı. Müslüman Arapların Sasani ve Doğu Roma topraklarına yönelik yaptığı saldırılarını her iki imparatorluğunda durdurmaya gücü yoktu. Bizans İmparatorluğunda Phocas yönetiminin neden olduğu kargaşa ve anarşi dönemi yönetime karşı bir dizi ayaklanmaların çıkmasına neden oldu. Kartaca eksarhı olan Heraclius, taraftarlarıyla birlikte başkent Constantinopolis’e ulaşarak Phocas dönemini sona erdirdi. İmparator Phocas’ın icraatları sert şekilde eleştirilirken Peygamberin çağdaşı olan İmparator Heraclius’un tahta geçmesi İslam tarihinde olumlu şekilde karşılanmıştır. Taberi’nin Bizans İmparatorluğundaki bu taht değişimine bakışı şu şekildedir. “Rum ahlaksızlığını, Allah’a karşı terbiyesizliğini ve kötü yönetimini gördüğü imparator Phokas’ı öldürdü. Perslerin neden olduğu yıkımdan kurtarması için yakaran İreklius adında birini başa geçirdi”.


İslamiyet’in ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan Bizans İslam münasebetleri imparatorluğun başkentinin fethine kadar sürecektir. İslam peygamberinin imparator Herokleos’a gönderdiği, içeriği İslam’a davet olan ve Ehl-i Kitap ile Müslümanların benzer özelliklerine vurgu yapan mektubuyla siyasi ilişki süreci başlamıştı.


Foedus sistemi İmparatorluğun doğu bölümünde Arap aşiretleriyle kurulan ittifaklar üzerinden yürütülüyordu. Sınır güçlerinin ortadan kalkmasıyla birlikte imparatorluğun güney sınırlarında Gassanililer güvenliğin en önemli birincil unsuru haline gelmişti. İmparatorluk güney sınırında karşı karşıya kaldığı 497-506 yıllarında Sasani Lahmi müttefik saldırıları ve Hristiyan Arap kabilelerinin 498 yılından itibaren imparatorluk idaresine başkaldırı girişimleriyle karşı karşıya kalmıştı. Bizans İmparatorluğu Gassani ve Kinda krallarına Arabistan ve Filistin “Phylarhos” unvanları verilerek siyasi müdahalelerle müttefiklik ilişkileriyle bölge üzerinde varlığını sürdürmeye çalıştı. İmparatorluk III. yüzyıldan itibaren Fırat’ın doğusunda sınırlarını güvenli hale getirmek için Arap kabileleriyle yürüttüğü işbirliğini arttırarak devam ettirmiştir. Müslüman Arapların İmparator Heraclius dönemini kapsayan fetihler döneminde Müslüman savaşçılara karşı koyacak en önemli gücü müttefiki olan Arap kabileler ve Ermenilerden oluşmaktaydı. İmparatorluğun Toros sınırının güney topraklarını korumak için coğrafi ve iklimsel şartlara uygunlukları ve Müslümanların savaş metotlarına yakın olmaları müttefik Arap kabilelerini en önemli unsur haline getirmiştir.


VII. Yüzyılın ikinci yarısında Hazarlar ile Müslüman Arapları karşı karşıya geldiler. Zamansal olarak iki güç merkezi bir birlerinin aleyhine olacak şekilde genişleme siyaseti yürütüyorlardı. Sasani Devleti, Hazarları müttefik olarak yanına alan imparatorluk güçleri karşısında tutunamayarak ağır bir yenilgiye uğradı. Sasaniler bu yenilgiyle sadece aldığı toprakları imparatorluğa teslim emek durumunda kalmadı aynı zamanda devlet parçalanma sürecine girdi. Sasani devletinin İslam güçlerinin ilerleyişi karşısında varlık gösteremeyince toprakları Müslüman Arapların eline geçti. Ermeniya üzerinden Kafkaslar, Suriye toprakları üzerinden ise Bizans İmparatorluğu yeni bir güç olarak ortaya çıkan İslam güçlerinin tehdidi altındaydı. Ortak düşmana karşı güç birliğinin oluşturulması kaçınılmaz oldu. Hazar Bizans ortak menfaatleri sonucu oluşan siyasi ittifak zaman içerisinde Hazar prenseslerinin Bizans İmparatorları ile evlenmeleriyle kan bağıyla güçlenen birlikteliğe dönüştü.


Hazarların Karedeniz’in kuzey bölgeleri yönünde genişlemeleri Balkan Yarımadasında hâkimiyet kuran “Büyük Bulgar” devletiyle karşı karşıya gelmelerine neden oldu. Bulgarlar Hazarlar karşısında tutunamayarak parçalandılar. Dinyaper’e kadar uzanan bölgenin hâkimiyeti Hazarlara geçerken Kafkasların güneyinden ilerlemeye çalışan İslam güçlerine güçlü bir set oluşturdular. Darben’i geçen İslam güçleri Hazarların başkenti olan Balencer için büyük bir tehdit haline gelmişti. Hazarlar tarafından şehrin işgalini önlemek için güçlü tahkimatlar oluşturulmuştu. Hazarların güçlü direnişiyle karşılaşan Arap güçleri geri çekilmek durumunda kaldı. Hazarlar ile İslam kuvvetleri arasında ilk karşılaşma gerçekleşmiş oldu. Müslümanların ikinci halifesi Hz. Ömer dönemindeki ilk karşılaşmadan sonra Müslümanlar Araplar içinde yaşanan siyasi çekişmeler Kafkaslar yönünde dikkatin azalmasına neden oldu. Bu dönemden itibaren yaklaşık yarım asır karşılıklı sınır saldırılarıyla geçen bir süreç yaşandı.


İslam peygamberi Hz. Muhammed’in vefatından sonra başlayan Hulefa-i Raşidin dönemi Müslüman Arapların Sasani ve Doğu Roma topraklarına doğru hızla sınırlarını genişlettiği dönemi ifade etmektedir. Bizans İmparatorluğu Sasanilerden almış olduğu şehirleri Müslümanların ikinci Halifesi olan Hz. Ömer’e terk etmek durumunda kaldı. Bizans İmparatorluğunun İslam kuvvetleri tarafından ilk istila edilmelerinin zirvesini Yermuk savaşı oluşturmaktadır. Yermuk savaşı imparatorluğun Arap müttefiki olan Gassanilerin otlak ve su kaynaklarının bulunduğu yerleşim biriminde başladı. İslam kuvvetleri karşısında tutunamayan imparatorluk, Yermuk (636) te uğradığı yenilgiyle birlikte Suriye’yi tamamen kaybetti. Halep’in alınmasını takip eden yılı Antakya’nın ve Urfa’nın alınması izledi. Suriye ve El-Cezirenin alınması Müslümanların Toroslara kadar olan bölgenin hâkimi durumuna getirdi. Patrik Sophronios Kudüs şehrinin savunması için gösterdiği mücadelenin başarıya ulaşamayacağını anlayınca anlaşma yoluna giderek şehri Halife Ömer’e teslim etmek durumunda kaldı. Şehirde yaşayan Hristiyan halkların sahip oldukları sosyal ve dini hakları bu anlaşma neticesinde güvence altına alındı. Filistin’de İslam kuvvetlerine karşı direniş gösterilmişse de neticeye ulaşılamadı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun siyasal ve idari olarak hâkimiyeti altında tuttuğu bu şehirler üzerinde hiçbir zaman mezhepsel hâkimiyet kuramadı. Şehirlerin Nesturî ve Monofizit inancına sahip halkı Sasanilerden sonra Müslüman Arap fetihlerini kabullenmekte direnç göstermediler. Sasani İmparatorluğu’nu yıkarak topraklarına hâkim olan Müslümanlar, Bizans Mezopotamyası’nın hâkimi olarak imparatorluğun güneydeki en büyük rakibi haline geldi (639-640). İmparatorluk için oldukça stratejik bir kent olan Mısır, Müslümanların sefer güzergâhında bulunuyordu. Heraclius’un bir bir ele geçirdiği şehirler gözlerinin önünde yok olup gidiyordu.

İslam fetihlerinin büyük bir hızla Doğu Roma aleyhine genişlemesi, taraflar arasında meydana gelen nüfus değişimleri doğal olarak daha karışık ve zor olan sınır bölgelerini belirleme ve geliştirme sorununu ortaya çıkardı. Sınırların belirlenmesi doğal olarak halkların tanımlanmasını gerektiriyordu. Hz. Ömer’in Bizans’ın müttefiki olan ve imparatorluğa sığınan Gassani kralı el-Ayham’ın ve diğer sığınan Arapların geri verilmesi konusundaki girişimleri, Halifenin bütün Araplar üzerinde kontrolü sağlama yönünde kararlığını göstermektedir. Halife fetihlerle ele geçirilen topraklar üzerinde yaşayan halkların varlığının devamıyla bu bölgelerde nüfus açığının oluşmasının önüne geçmeye çalışmıştır.


İmparator Heraclios’un ölümünden sonra yerine geçen Constans II dönemi, Arap hücumlarının şiddetlenerek arttığı bir devam niteliğindeydi. Müslüman komutan Amr tarafından kuşatılmış olan Mısır 641 yılında Müslümanların idaresine geçti. Şehrin 4000 villa ve hamama sahip olduğunu ayrıca 40 bin cizye (Baş vergisi) verecek durumda olan Yahudi ailesi bulunduğunu, komutan Amr Halife Ömer’e yazdığı fetih ile ilgili bilgi veren mektubunda bahsetmektedir. Müslüman Arapların Akdeniz kıyılarına ulaşmasıyla birlikte denizlerde varlık gösterebilmek için deniz gücüne duyulan ihtiyaç çöl halkı için önemli bir sorundu. Bizans İmparatorluğu karşısında başarılı olmak için güçlü bir donanmanın olması gerektiğini ilk olarak ortaya koyan Şam Valisi Muaviye olmuştur. Muaviye tarafından bu amaç doğrultusunda gemiler yaptırılmaya başlanıldı. Kurulan donanma ilk seferini Akdeniz de stratejik öneme sahip merkez konumunda olan Kıbrıs’a yaparak buranın alınmasını sağladı. İmparator Constans II, Muaviye’nin denizlerde yaptığı fetihlerle ele geçirilen yerlerin İmparatorluğun kalbini oluşturan Anadolu’yu kuşatma altına almanın çabaları olduğunun farkındaydı. Tehlikeli kuşatmanın oluşmasına fırsat vermemek amacıyla hazırlanan donanmanın başında harekete geçen imparatorun komuta ettiği deniz gücünün Lycia (Muğla)’da yenilgiye uğraması İslam kuvvetlerine Rodos’u kazandırdı (655). Savaşta mağlup olan imparator hayatını güçlükle kurtarabildi. Müslüman Arapların denizlerde izledikleri fetih güzergâhı asıl hedefin başkent olduğunun göstergesiydi. Müslüman Araplar Constantiniye olarak adlandırdıkları başkentin Bizanslılar için taşıdığı anlamın ve öneminin farkındaydılar. İslam coğrafyacısı olan İbn Hurdazbih, bu önemi “Rum’un en büyük şehri ve onların sığınağı” olarak ifade etmiştir. 

Doğu Roma İmparatorluğu’nun Müslüman Araplar karşısında tahıl ihtiyaçlarını sağlayan Mısır’ı, işlek ve canlı pazar ve limanlara sahip olan Antakya, Beyrut, Gazze’yi, gelişmiş sanayiye sahip Suriye’yi kaybetmesi imparatorluğun idari olarak sınırlarının küçülmesini ifade ederken iktisadi manada ise hazinenin büyük gelir kaynaklarından mahrum olması ve halkın ekonomik gücünün zayıflaması anlamlarını taşımaktaydı.

Müslüman cephesinde başlayan iç çekişmeler neticesinde Bizans üzerindeki baskı hafifledi. İmparator Constans II bu durumdan yaralanarak imparatorluğun batısıyla ilgilenme imkânı buldu. Balkan coğrafyasına yerleşmiş olan Slavlar üzerine yarım asır sonra sefer düzenledi. Bu sefer sonuçları itibariyle Balkanlar’da yeniden hâkimiyetin sağlanabileceğini göstermekteydi.


Müslüman dünyasındaki iç mücadeleler Muaviye’nin yönetiminde Emeviler adıyla yeni bir dönem başlamasıyla sona erdi. Muaviye’nin düzen ve istikrarı sağlamasıyla birlikte Bizans’a yönelik saldırılar tekrardan başladı. İmparatorluk tahtına geçen oğul IV. Constantinos döneminde (668-685), Müslüman Arap saldırıları imparatorluk başkentini hedefine alarak devam etti. İslam donanması Çanakkale boğazını geçerek başkent saldırılarında üst olarak kullanacakları Cyzicus (Aydıncık)’a yerleştiler. Constantinopolis’i almak amacıyla (673-678) beş kez yapılan Müslümanların saldırı girişimi, IV. Constantinos’un başarılı savunmasını geçemedi. Yapımı ve mucidi Mimar Kallinikos olan Grek ateşi Müslüman Arap gemilerine oldukça zayiat verdirdi. Bu durum karşısında kuşatmayı sonlandırmak durumunda kalan İslam kuvvetleri dönüş yolunda donanmalarının fırtınaya yakalanması sonucunda büyük bir kayba uğradı. Karadan yürütülen seferin de başarısızlıkla sonuçlanması Müslümanlarla İmparatorluk arasında 30 yıllık bir dönemi kapsayan yıllık 3000 altın ve 50 şer köle ve at vermeyi taahhüt eden anlaşmanın yapılmasıyla sonuçlandı. İmparatorluğun elde ettiği bu başarı etkisini diğer milletler üzerinde de gösterdi. Balkanlarda sorunlara neden olan Avar ve Slav liderlerinin imparatorluğun üstünlüğünü kabul etmelerini sağladığı gibi dostluk ve ittifak kurmanın arayışı içinde oldular. Bu durumu Theophanes “gerek doğuda gerekse batıda berrak bir barış kuruldu” diye nakletmektedir. İslam güçlerinin askeri bir güç olarak ortaya çıktıkları tarihten itibaren aldıkları ilk yenilgi oldu. 

İmparator Constantinous’un 685 tarihinde ölümü üzerine yerine oğlu II.Iustinianus geçti. Yeni imparartor Müslüman Arapların batı yönündeki ilerleyişinin durdurulduğu ve imparatorluğa iktisadi kazanç sağlayan 678 yılı, siyasi başarı sağladığı huzur ortamında tahta çıkmıştı. Emevi hanedanının ilk yöneticisi olan Muaviye’nin ölümü neticesinde iç çekişmelere neden olan bir süreç yaşanmaktaydı. Bizans İmparatoru II.Iustinianus ile aynı zamanda Emevi yönetiminde olan Abdülmelik (685-705), devlette yönetimini sağlamlaştırmak için Bizans İmparatorluğu ile yapılan anlaşmayı yenilemek durumunda kaldı. İmparatorluk açısından Muaviye döneminde ödenen yıllık vergi artırılırken aynı zamanda Kıbrıs adası, Armenia ve Iberia (Gürcistan) gelirleri iki taraf arasında paylaşıldığı bir statüde kavuşturuldu. II.Iustinianus dönemimin vuku bulan gelişmelerden bir diğeri ise Toros sınırında Müslüman Araplara sorun teşkil eden Mardaitlerin imparatorluğa kabul ve iskan edilmesidir. II.Iustinianus döneminde Mardait’lerin imparatorluğa kabulleri İmparatorluğun farklı iskan politikalarının olduğunu göstermektedir. Suriye Lübnanı’nın dağlık alanlarında yaşayan ve silahlı gücü olan eşkıya millet Mardaitler Suriye’nin Müslüman güçleri tarafından alınmasıyla daha kuzeye çekilerek Bizans imparatorluğu ile Müslümanlar arasında set oluşturmuşlardı. Arap bölgelerine yaptıkları tehlikeli saldırılarla sürekli olarak bölgede huzursuzluğa neden oldular. Yeni fethi gerçekleştirilmiş bu bölgelerde Merdait saldırılarının oluşturduğu huzursuzlukta şüphesiz imparatorluğun bu yöndeki gayretleri etkili olmaktaydı. Müslüman Araplarla varılan anlaşma sonucunda Mardaitlerin imparatorluk sınırları içine alınmasına karşılık Müslüman Araplar senelik belirlenen miktarda para ödemesi şartıyla anlaşmaya vardılar. Tahminler Merdaitlerin toplam 12 bin kişi olduğu yönünde olsa da kesin olan bu sayının tamamının Anadolu’ya getirilmediğidir. İmparatorlukta iskan edilmek üzere kabulü gerçekleştirilen Mardaitler Attaleia (Antalya), Paleponnes, Kefalonya ,Epiros ve Nikopolis kıyı şehirlerinde iskan edildiler. Bölgeden Mardait tehlikesinin ortadan kalkmasıyla Müslüman Araplar tarafından yeni alınan yerlerin denetiminin sağlanması kolaylaşırken aynı zamanda Anadolu’nun iç bölgeleri Müslüman akınlarına karşı daha açık bir hal almıştır. Bu anlaşma Bizans İmparatorluğu ile Müslüman Araplar arasında oluşan Torosların doğal sınırını korumaya yönelik çabaların göstergesidir. Tarafların yaptığı akınlar sınırları değiştirmekten ziyade yağmalamaya yönelik seferlerdir. 

634’lü tarihlerden itibaren Bizans İmparatorluğunun doğu sınırında beliren ve imparatorluk şehirlerinin İslam kuvvetleri tarafında alınması sonucunda imparatorluk sınırları küçülmeye uğradı. Demografik açıdan başkent ve çevresi ile Anadolu, Ege Adalarını kapsayan bölgeler Yunanlılardan oluşan bir yapıya bürünmüştü. Mora yarım adasını içine alacak şekilde Balkan coğrafyası Slav halklarının hâkimiyetinde bulunuyordu. İmparatorluğun batısında ise Sicilya, Güney İtalya, Roma şehri ile Ravenna Eksarhlığını kapsamaktaydı. Mısır ve Kuzey Afrika’nın alınması neticesinde Arapların hâkimiyetini kabullenmeyen Yunanlılar, İtalya’nın güney yerleşimlerine göç ederek bu bölgede mevcut Yunan nüfusunda büyük artışların olmasına neden olmuştur. Nüfus ve demografik yapıda meydana gelen değişmeleri Gelzer gibi tarihçiler ise; Toprak kayıplarının imparatorluğa dolaylı olarak fayda sağladığı görüşündedirler. Onlar “ İmparatorluğun gücünü halen tanıyan Balkan Yarımadası’nı ve Anadolu halkını dil ve inanç yönünden homojen ve imparatora sadık bir kitle vücuda getirildi” görüşündeydiler. Müslüman Arapların İmparatorluğun Anadolu topraklarında verdikleri mücadeleler hâkimiyet alanları oluşturmalarına yetmedi. Müslüman saldırılarına karşı Anadolu coğrafyası sunduğu ulaşılmaz kaleleriyle saldırı altındaki halka sığınak işlevi gördü. Bu dönemde özellikle doğal koruma imkânları olan şehirler büyük önem kazanmıştır. Müslüman Arapların ani yağma girişimlerini önleyecek güçlü kalelere ihtiyaç vardı. Coğrafi yapısı itibariyle ani saldırı ve yağmalara imkân vermeyen uçurum ve kayalık alanlarda kurulan istihkâmlar önem kazanmıştır. Zamanla bunlardan bazıları şehirlerin merkezi konumuna gelmişlerdir. Ahali tarlaları yakarak Müslüman askerlerin erzaklara ulaşmasını engellemeye çalıştı. İki taraf arasında meydana gelen bu mücadele süreci toprakların insansız tarlaların boş kalmasına neden oldu. Sasanilerle başlayan Müslüman Araplarla devam eden Bizans İmparatorluğu topraklarına yapılan saldırı ve ele geçirme girişimlerinin yaşandığı uzun zaman süreci Anadolu topraklarında bulunan yerleşim yerlerinde büyük yıkımlara neden olurken sahip olduğu nüfusta azalmalar meydana geldi. Müslüman Arapların gerçekleştirdiği saldırılar ve fetihler, Bizans İmparatorluğu’nun demografik yapısının bozulma sürecini daha da hızlandırmıştır. Arap fetihlerinin imparatorluk topraklarına yönelik seferlerinin hızı VII. yüzyılın ilk yarısını kapsayan başlangıç dönemine göre düşmeye başlamıştı. Müslüman Arapların Bizans İmparatorluğu’nun içlerine doğru ilerleyişinin önündeki en büyük engel şüphesiz Anadolu coğrafyasının sahip olduğu doğal engellerden kaynaklanmaktaydı. Müslüman Arap ilerleyişi Anadolu’yu (Küçük Asya) Asya’dan ayıran Toros dağ silsilesinde durduruldu. Anadolu’da Seleucia (Silifke) başlayıp Toroslar boyunca devam eden Karadeniz’de Trabzon’a ulaşan yeni bir sınır oluştu. Bizans İmparatorluğu karşı atağa geçerek Afrika topraklarının elde kalması için mücadele etti. Toros dağ silsilesi bir yönüyle de Hıristiyan dünyası ile İslamiyet arasında bir set barikat haline gelmişti.



İmparatorluğun Nüfus Yapısını Etkileyen Faktörler



Yerleşim yerlerinin iklimi sahip olduğu coğrafi özellikleri ve topraklarının kullanımı, nüfusun yerleşim yerlerine dağılımını ve bunların yoğunluğunu, demografik özelliklerini tarımsal kapasitesinin ne kadar insana geçim imkânı sunacağını belirler. Ancak sahip olunan nüfusta meydana gelen artma ve azalmalar genel olarak savaşların doğal sonuçlarını oluşturuyordu. Karşı karşıya kalınan doğal felaketler ve salgın hastalıklar, nüfus ve demografik yapıyı derinden etkileyecek neticelere sebep olmuştur. Hiç şüphesiz imparatorluk nüfusu üzerinde en büyük felaketlerin başında veba gelmektedir. Veba başta olmak üzere felaketlerin imparatorluk nüfusu üzerinde meydana getirdiği tahribatın ne kadar olduğunun önündeki sorunlardan biri imparatorluğun sahip olduğu nüfus sayısıdır.



Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu dönem öncesine kadar sahip olduğu nüfus dönemsel değişimler göstermektedir. Bizans Anadolusu’nda M.S II. yüzyıl sonlarında tahmin edilen nüfusun yaklaşık olarak 11.800.000 olduğu yönündedir.3. yüzyıl da bölge nüfusunda önemli bir düşüş yaşanırken izleyen yüzyıl ile birlikte nüfus tekrardan artış yönünde bir gelişim göstermiştir. İmparatorluk genelinde meydana gelen nüfusun azalması Batı Roma’da daha büyük sayılarda gerçekleşirken Doğu Roma’da meydana gelen kayıplar ise daha az sayıda olmuştur. Antiokheia (Antakya) ,Mısır kırsalı, Anadolu’nun batı kıyıları ile Ege’de yer alan bazı adalar nüfusta azalmanın yaşandığına dair izler taşımaktadır. Doğu Roma nüfusunda meydana gelen düşüş, IV. Yüzyıldan itibaren kesilirken nüfusun yukarı doğru artışı V. yüzyıldan itibaren gerçekleşmeye başlamıştır. Tchalenko, Kuzey Suriye yaylalarını kapsayan araştırmasında incelediği Cyrrhus (Kyrrhos), Apamea (Epemiye) ve Chalcis ad Belum ve Antioch, yerleşim yerlerinde 450 ile 550 tarihleri arasında zengin kırsal kesimin bulunduğunu göstermektedir. V. yüzyılda yaşamış olan Piskopos Theodoret, 1,600 mil kare alana sahip Cyrrhus piskoposluk bölgesinde varlık gösteren 800 Hristiyan cemaat sayılarından hareket eden Cumont, bölgenin nüfusunun 200.000 olduğunu ortaya koymaktadır. Eldeki verilerin sayısal ifadeleri her ne kadar kesinlik ifade etmese de kesin olan Suriye’nin nüfusunda III. yüzyıl da görülen azalma eğiliminin IV. yüzyıl ile birlikte toparlanma süreci yaşadığını göstermektedir.



IV. yüzyılın ilk yarısından itibaren toparlanmaya başlayan nüfus artarak imparatorluk 24 milyona ulaşmıştı. Nüfusun imparatorluk sathına dağılımı coğrafi ve ekonomik faktörlere göre oldukça dengesiz bir yayılım göstermektedir. Kıyı şehirlerinde yoğunluk yaşanırken Balkanlar’ın iç kesimleri ve Anadolu platoları nüfusun oldukça seyrek hatta bazı alanları ıssız bir durumdadır. Anadolu yaylasının kuzeyinde bulunan şehirler 350’den 550’ye kadar geçen süre zarfında büyüyerek önem kazanmışlardır.


Doğu Roma İmparatorluğu’nda bu büyük şehirlerin yanı sıra birkaç bin nüfuslu köyler, kasabalar ve aynı zamanda villaelar (büyük yurtluklar) mevcuttu. Barbar kavimlerinin V. yüzyılda neden olduğu güvensiz ve istikrarsız ortam nedeniyle villaeların Makedonya dışındaki büyük bir bölümü terk edilip yok olmuştu. Genel olarak deniz, nehir iskelelerinde ya da yerel pazarların yakınlarında kurulmuşlardır. Anadolu’daki şehirlerin oluşturulmasında askeri kuvvet ulaşım kolaylığıyla birlikte ticari imkânlar ve su ihtiyacı temini belirleyici faktör olmuştur. 


541 yılında ortaya çıkan veba en çok etkisini nüfusun kalabalık batı şehirlerinde göstermiştir. Veba sadece ortaya çıktığı dönem ile sınırlı kalmayıp etkisi VII. yüzyıl süresince devam ederken VIII. yüzyılın ise bir bölümünde hala etkisini sürdürmüştür. Sasani akınlarıyla başlayan Anadolu içlerine doğru yapılan saldırılar imparatorluk şehirlerinde tahribatlara neden olurken Sasani krallığını ortadan kaldıran Müslüman Arapların Anadolu yönündeki saldırıları yoğunlaştırarak devam ettirdikleri VI. Yüzyıl ortaları Anadolu nüfusunun azalma sürecine girdiği dönemin başlangıcını oluşturmaktadır. Topraklarının demografik yapısında meydana gelen değişim ve gerilemeyi gören imparatorlar nüfus azlığının ortaya çıkardığı askeri ve ekonomik sorunların çözümü için başka bölgelerden nüfusun taşınarak iskân edilmesiyle çözme yoluna gitmişlerdir. Ayrıca yaşanan bu büyük salgın döneminde Mısır, yaklaşık olarak 8 milyon nüfusa sahipken, Mezopotamya, Suriye ve Filistin’le birlikte toplamda nüfusu 9 milyon, Anadolu’da 10 milyon, Balkanlar da ise 3-4 milyon arası bir nüfus yaşamaktaydı. İmparatorluğun doğusuna bir bütün olarak bakıldığında ise 30 milyonluk bir insan topluluğu ve bunların yaşadıkları topraklar bulunmaktaydı. Haldon ise veba öncesi imparatorluğun doğusunun nüfusunun 19-20 milyon arasında olabileceğini belirtirken İmparatorluğun batısı için öngörüsü ise 7 milyon olduğu yönündedir.


İmparatorluğun demografik yapısı ve nüfusu üzerinde yaşanılan felaketlerin önemli bir etkisi olmuştur. Savaşlar, isyanlar, kuraklık ve açlık, salgın hastalıklar, depremler, nüfus gelişimi üzerinde engelleyici unsurlar olarak yer almışlardır. Antonia Vebasının III. yüzyılda sona ermesiyle neden olduğu ölümlerin azalttığı nüfus artma eğilimi gösterirken 542 yılıyla birlikte, vebanın tekrar imparatorluk topraklarında baş göstermesiyle başlayan yeni yayılma süreci VIII. yüzyıla kadar imparatorluk topraklarına ölüm getirmeye devam edecekti. Etiyopya’dan yayılmaya başlayan Hıyarcıklı veba, ticari gemilerle Suriye’ ye oradan Filistin topraklarına taşınarak yayılan salgın, Anadolu topraklarına ve Mezopotamya’ya ulaşırken İspanya’dan İran coğrafyasına kadar uzanan bölgede bulunan Akdeniz ülkeleri salgından kendini kurtaramadı. Tüccarların gemilerinde taşınan mallarıyla birlikte yayılma imkânı ve alanı bulan veba, hızla Akdeniz coğrafyasına yayılarak etkili olmaya başlamıştır. Başkent İstanbul’a 542 yılında ulaşan salgın dört ay süresince büyük ölümlere neden oldu. Vebanın başkentteki sebep olduğu ölümleri bizzat gören Prokopios’un nakline göre vebanın ilk çıkışıyla günde 5 bin olan ölenlerin sayısı her gün artarak devam etmiştir. Vebanın yol açtığı ölümlere ve ölümler sonucu yaşanan dehşet anlarına şahit olan Prokopios’un verdiği rakamlar gerçeklerle uyumlu olmasa da yaşanan felaketin büyüklüğünü ve dehşetini ortaya koymaktadır. Vebanın 600 yılı Anadolu ve Balkan coğrafyasının nüfusuna verdiği kayıp %40 civarında azalmaya neden olarak felaketin büyüklüğünü göstermektedir. Salgın en çok gençler üzerinde ölüme sebebiyet vermiştir. Nüfusun yoğun olduğu şehirlerde oldukça büyük tahribatlara ve ölümlere neden olurken ıssız alanlarda yaşayanlar ve göçmen kitleleri vebanın etkisinden kurtuldular. Toprakların boşalması üretimi düşürürken buna bağlı olarak fiyatlarda üç dört misli artışlar meydana geldi. Ölen toprak sahiplerinin vergisi kalanların üzerindeki yükün daha da artmasına neden olmuştur.


İmparatorluk toprakları 500 yılında Akdeniz’den başlayarak Mezopotamya’ya ve buranın kuzeyinden Ermenistan sınırlarına kadar geniş alana yayılan çekirge istilasıyla boğuşmak zorunda kalmıştır. Tarımla geçinen halk hayatta kalmak için tarlasını hayvanlarını çok düşük fiyata vererek kalabalık şehirlere göç etmek durumunda kaldı. Açlığın neden olduğu ölümlere bağlı olarak günde ortalama 130 kişinin hayatını kaybettiği ölümler yaşanmıştır.


Dönemin başkent hiziplerinden Mavi ve Yeşiller arasında 532 yılında meydana gelen Nika ayaklanması şehirlerin içinde bulundukları huzursuz ortamın en önemli göstergelerindendir. İmparatorluğun erken dönemlerinde gerçekleşen Gladyatör mücadelelerin kilise eliyle yasaklanması sürecinden itibaren halkın en önemli eğlence vasıtası araba yarışlarıydı. Renklere göre taraftarlarının oluştuğu gruplar zamanla sadece bir eğlencenin taraftarı olmayıp renkler altında aynı siyasi sosyal ve dini düşünce birlikteliğinin ifade edildiği gruplara dönüştü. 532 yılında iki suçlunun affedilmesi talebinin şehrin valisi tarafından kabul edilmemesi sonucu başlayan olaylar kısa sürede büyük bir başkaldırıya dönüştü. Hipodroma toplanan taraftarlar imparator ve yönetimin aleyhinde taleplerini dillendiriyorlardı. Kitlelerin bu tepkiler kısa süre içinde kontrolden çıkarak saldırgan bir hal aldı. Yakılan yıkılan binalar, büyüyen tepkiler ve öfke imparatorun sarayı dışında bütün başkenti kuşatmıştı. Olaylar imparatoru başkenti terk edecek konuma getirmişti. İmparator eşinin kararlığı kendine bağlı askerlerin çabası sonucu isyan 30 bin kişinin öldürülmesiyle kanlı bir şekilde bastırıldı.526 tarihli Antiokheia depremi ise şehri harabe haline getirirken ahaliden 250 bin kişi hayatını kaybetmişti.


Başta veba olmak üzere birçok doğal felaketlerin ardı ardına yaşandığı 6. yüzyıl Antik dönemden itibaren varlığını sürdüren bazı şehirlerin dağılmalarına ve yok olmalarına neden olurken bazı şehirlerin ise daralmalarına ve küçülmelerine neden olmuştur. VII. yüzyılda Phocas’ın dönemiyle birlikte imparatorluk Asya’dan, Filistin’e, başkentten Doğu’nun tamamında huzur ve güvenin ortadan kalktığı talan anarşi ve cinayetlerin yaşandığı kargaşa ortamının hâkim olduğu toplumsal bir görünüm halini almıştı.


Bizans İmparatorluğunun nüfus ve demografik yapısıyla ilgili rakamlar net ve kesin değildir. Bununla birlikte imparatorluk nüfusunun karşı karşıya kaldığı savaşlar, yaşanılan salgın hastalıklar, doğal afetler ve iç çatışmalar mevcut nüfusun azalmasına ve beşeri açığın oluşmasına etki ettiği de açıktır.




Bizans İmparatorluğunun İskân Siyaseti (IV-VII. Yüzyıllar)

Celal BİÇER

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı

Safranbolu / Karabük

 


Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-1

 


Çocuk, Divanü Lügat-It-Türk’de “domuz yavrusu, her şeyin küçüğü” demektir. Ad koyma geleneklerinde gördüğümüz gibi, çocukların nazar alması en korkulur tehlikedir, bu nedenle çocuk sözcüğü daima örtmece konusu olmuştur. Anadolu’da bölgelere göre dağılım gösteren bala (kuş yavrusu), uşak (ufak), çağa (çava: ünlenmek, çağala: ham meyve) gibi sözcükler yanında döl, dal, daşak, doman, encik, enik, göbel, kada, kele, kızan, koşkar, körpe, kuzu, moza, nani, zori sözcükleri de çocuk cins ismi yerine başkaca adlandırma ve lakapların, zaman içinde çocuk sözcüğünün yerini almalarıyla yaygınlaşmıştır. Orta Asya Türk dillerinde çocuk sözcüğü Anadolu’daki anlamıyla bulunmaz; burada en yaygını bala olmak üzere uşak, çağa, nani sözcükleri kullanılmaktadır. Fakat tarih içinde geriye gidildiğinde karşımıza oğul sözcüğü çıkmaktadır; Orhon yazıtlarında un oğul erkek çocuk, kız oğul kız çocuk demektir. Oğmak kökü çoğalmak, üremek anlamına gelir, (Divanda oglıtmak fiili bulunmaktadır). Oğul sözcüğü erkek çocuğun kazandığı değerle eril nitelik kazanınca, çocuk kavramı yukarıdaki sözcüklerle ifade edilir olmuştur.

Türkçede kız çocuk ve kız evlat sözcükleri ayrışmamışken, erkekler için oğlan ve oğul ayrımı doğmuştur. Kabile dillerinde cinsiyet ayrımı olmadığı gibi, çocuk bir ana babaya ait olmaktan çok kabilenin çocukları olarak görülür. Kabilelerin akraba sistemlerinde ilişkinin karşılıklılığı esas olduğundan, aynı değerde kabul edilen ilişkiler aynı şekilde adlandırılır, böylece örneğin Hawaii’de insanın oğlu ve kızı konumunda olan ve bu adla çağırdığı otuz bir ayrı çocuk daha vardır. Akrabalık adlığında temel niteleme kuşaklara göre yapıldığı gibi (büyükbabalar, büyük büyük babalar, torunlar) baba ve anne akrabaları, kardeşler ve kuzenler bu karşılıklılık ilişkisinde birbirlerinin yerine geçen terimlerle adlandırılırlar. Bu karşılıklılık özgün Polinezya dilinde baba ile oğulun, kızın birbirlerine tama demesine kadar varır. Gerçekte eski Türkçede de aba, aka, eçi, ata sözcükleri ata, baba ve amca, ablalar gibi büyükler için kullanıldığı gibi, Kore dilinde aga’nın çocuk, Yakut dilinde agas’ın büyük kız kardeş anlamına gelmesi (Anadolu’da halen eke’nin hem kadın hem erkekler için kullanılması), arkaik çağlarda akrabalık sisteminin bugünün kabile sistemleriyle aynı evrende olduğunu düşündürür.


Feodal dönemle birlikte çocuk, bir beyin yarı yoldaşı, yarı yanaşmasına verdiği sevecenlik gösteren ad olur. İngilizce şövalye demek olan knight’ın kökeni Anglosakson dilindeki cinht, yani oğlandır. Genç kız ve hizmetçi anlamına gelen maid ise eski dilde oğlan anlamına gelen magu sözcüğünün dişil halidir. Bugünün Kırgızları hizmetçiye yiğit derken, Fransızca garçon erkek çocuk, kalfa ve garson demektir. İspanyolcada eskiden oğlan anlamına gelen mozo sonra garson, bugün hamal, kız anlamına gelen moza ise bugün orospu anlamını almıştır. Osmanlılar da hizmetçiye uşak derken oğullarına mahdum (kendisine hizmet edilen), kızlarına kerime diyorlardı.


Evlat anlamında sözcükler ise, çocuktan ayrıştığında, çoğunlukla doğmak, doğurmak köküne çıkıyor. Latin dillerinde (Fransızca fils, İtalyanca figlio, vb.) felare emmekle, Got dilleri ve oradan İngilizcede child rahimle ilgili türetmelerdir. İnsanlar kendi çocuklarını hep bebek görüyorlar demek ki.


Bebek (Anadolu ağızlarında bebe) sözcük olarak o kadar yaygın ki, yansıma sözcük olduğu iddiaları var. Orta İngilizcede baban, babe, babi olarak saptanmış, Fransızcaya İngilizceden geçtiğine dair kayıtlar da var.


yüzyıl öncesinde Türkçede görülmüyor ama bugün Türkmence, Kazakça, Kırgızcada var.


Demografi uzmanları sanayileşmenin belli bir aşamasından sonra Avrupa’da çocuk sayısının azaldığını saptamışlardı, fakat şimdi, Üçüncü Dünya ülkelerinde gecekondu mahallelerinde çocuklar halen sokaklarda çalışıp eve para getirebildiklerinden, bu ülkelerde çocuk sayısının bu projeksiyona uymadığını söylüyorlar.



Kundak


“Yeni doğmuş bir bebeğin gelişmesini engelleyen ve onu eli kolu bağlı bir durumda bırakan eski kundak sistemini, yerinde bir devrimle ortadan kaldıran büyük Türk reformcusu ve düşünürü Ziya Ozdevrimsel (devrimden önceki adıyla Mükrimin Ziya, 1301 -1939) her bakımdan gerçek bir devrimciydi.” Oğuz Atay Tutunamayanlar romanında (1971,2. Cilt, s. 143) ‘kundak’ devrimini böyle aktarır. Gerçekten de, Batı’da kundak kullanılmadığı, kundağın çocuk psikolojisinde olumsuz etkiler yaratabileceği, bizde bireyselliğin gelişmemesinden girişim ruhunun yokluğu ve yurttaş devlet ilişkilerindeki dengesizliğe kadar sorunlarımızın kundaktan kaynaklandığı gibi, Prens Sabahattin tarzı tartışmalar olmuştur. Çocuğun kolay nefes alamadığı, terlemesine ve pişiklere neden olduğu ileri sürülerek yarım kundak tarzı ortaya çıkmıştır ve bugün çocukların kundaklanması giderek azalmaktadır.


Kundak sözcüğünün Farsça kunda’dan Türkçe küçültme ekiyle oluştuğu ileri sürülür. Anadolu ağızlarında bele de denir. Türkmence gundamak fiili bulunduğu gibi, Kırgız, Kazak dillerinde de vardır. Rumcası kuntaki’dir.

Eski kundak takımı zıbın, omuz bezi, etek bezi, ayak bezi, ara bezi, takiye, çenber, gömlek, abani kundak, şal, yeşil duvaktan oluşur, bebek doğmadan hazırlanırdı.


Bebeklerin yatırılma biçimi de kundak âdetleriyle birlikte değişiyor. Bebek boğulma tehlikesi yaşamadan en risksiz nasıl yatırılır tartışması sürerken, yeni usûllerle yatırılan yumurta kafalı çocukların sayısı çoğalıyor. ABD’de bebeklerin kafatası biçimlerinin istendiği gibi gelişmesi için başa takılan aletler deneme aşamasını geçmiş, piyasaya verilmeye başlanmıştır. Bebeklerin kafatasının biçimlendirilmesi Neandertal insandan başlayan çok eski ve birçok kültürde bulunan çok yaygın bir âdettir ve Anadolu’da özellikle Toroslarda başın çemberlenerek önden arkaya doğru eğim sağlanması da uygulanan bir yöntemdi. Göçebeliğin gereği olan sallanma ve darbeden bebeklerin bu yöntemle korunduğu akla geliyor.



Beşik

 


Beşik iki türlüdür, ipler arasına yapılan salıncak türü bez beşik ilk akla

 


gelen beşik türü değildir. Özellikle ağaç işlerinin yaygın olduğu yörelerde gösterişli, işlemeli ve bebeğin boyuna göre oldukça büyük çok güzel beşikler üretilmiştir. Beşiğin altına serilen ve bebeğin altını ıslattığında rahatsız olmamasını sağlayan özel emiciliği olan toprağa höllük/öllük denir. Anadolu Türkçesinde başka kullanımı kalmayan bu sözcük Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında öl (ıslak, yaş, nem), ölitmek (ıslatmak) olarak ve başka türetmeleriyle vardır.


Udağacı, demirhindi, pelesenk, abanoz, ceviz, serviden, oyma ve nakışlı, sedef, bağa ve fildişi kakmalı beşikler üretilmiştir. Osmanlı sarayında şehzade bebeklerin kundaktan beşiğe nakli için düzenlenen törene Beşik Alayı denirdi.


Bebeği nazardan koruyan amuletler, bebeği görmeye gelenlerin takacağı altınlar, çocuğun sallanması nedeniyle zararlı görünen beşik yerine çocuk karyolasına takılıyor artık.



Zıbın


İtalyanca giubbone, Venedik ağzında zipon, İspanyolca jubon hırka demektir.


15.yüzyıldan beri Anadolu’da zıbın olarak bilinir, kaftan altına giyilen pamuklu hırka, tulumun adıdır. Eskiden çocuk bir yaşına kadar kundak içinde tutulduğundan zıbın da yoktu. Artık yalnız bebek giyimi olarak kalmıştır.

1969 yılında Kız Enstitüleri ve Akşam Kız Sanat Okulları için Milli Eğitim Bakanlığı tarafından müracaat kitabı olarak kabul edilen Dr. Semih R. Geren’in Doğuma Hazırlık Çocuk Bakımı kitabı, doğumdan önce altı adet merserize zıbının hazır edilmesini öğütler.



Bez


Dr. Semih R . Geren, bezlerin temizlenmesi konusunda, “Bezler ya hemen veya bir ikisini biriktirip öyle yıkanır. Katiyen bir günden fazla biriktirmemelidir, fena halde koku yapar” ve “yeni doğmuş çocuk ilk günler 17-20 defa bezini ıslatır. İlk haftalar içinde günde 7-8 defa bezini değiştirmek lüzumunu hissettirir. Ayrıca vakitsiz zamanlarda kirli ve yaş bezler (!) kendini rahatsız ederse, hiç tereddüt etmeden, huysuzlanır, bağırıp ağlıyarak bezini değiştirmek için sizi haberdar etmekten çekinmez” demektedir. Böylece kışın soba borusuna takılan tellerde asılmış bezleri görmek istemeyenlerin günde kaç hazır bezi kıvırıp atacağını da öğreniyoruz. 


Hazır plastik-kâğıt bezler 1980’lerin başında Türkiye’ye geldiğinde pek kullanışlı değillerdi. Bugün çeşitli firmalar tarafından üretilen kız ve erkekler için ayrı ayrı, yaşa-kiloya göre ayarlanmış üç boyu bulunuyor ve işlevlerini mükemmelen yerine getiriyorlar.



Biberon


Biberon Latince bibere (içmek) kökünden türetilmiş, Italyancadan 1301’de Fransızca, 1637’de İngilizceye geçmiştir. İkdam gazetesinde 1913 yılında çıkan reklamda Nestle biberonu “Aliyü’l-âlâ yegâne Nestle emziği” olarak okuyuculara önerilmektedir. 1969 yılında Dr. Geren çocuk bakım kitabında hiç biberon demez, süt şişesi demeyi tercih eder. Biberon önce emzikli şişe olarak kullanılmış, sonra dereceli ve sıcağa dayanıklı özel şişeleri ve değişik emzikleriyle piyasada alıcı bulmuş ve adı konmuştur. Bebek eşyasında öncülüğü elinde tutan İtalyan şirketleri, biberon ürünleriyle de tanınırlar. Klasik anlayışın değişmesiyle artık biberonlar düz şişe biçiminde üretilmemekte, bebeklerin ilgisini çekecek oyuncak, hatta çıngırağımsı biçimler de almaktadırlar. Türk Standartlar Enstitüsü de 1984 standardını 1994’de tadil etmiş, boyut konusunda üreticileri serbest bırakmıştır. Cam veya plastik, vida veya basma kafalı biberonlarda anne babanın dikkat edeceği konu çizik, yarık olmamasıdır.



Emzik


Emzik emmek kökünden gelir; em’in bir anlamı da ilaç, devadır. Memenin Türkçesi de emcik’tir. Bebeklerden söz edilmediği sürece göğüs denmesi gereken meme Latince mamma’dan gelir, çocuk dilinde âhne demektir.


Bugün bazı annelerin çocuk emzirmekten kaçınmalarını eleştirenler, eskiden aynı sınıftan veya onlara özenen kadınların çocuklarını emzirmek için dadı tuttuklarını göz ardı ediyorlar; üstelik bu eleştiride bulunanlar genellikle eski zamanlara hamasiyat yapmadan bakamayanlardır. Hz. Muhammed’in sütannesi Halime’yi hepimiz biliriz; İslam hukukunda süt kardeşlik önemli bir kurumdur. Çocuğu konağa gelen sütanneye teslim etme geleneğinin ötesinde, çocuğun şehirlilere göre çok daha zor koşullarda yaşayan topluluklara, genellikle kırsal kabile yaşantısı sürdürenlere verilmesi de sağlam yetişmesi için şart görünürdü. Arapların bedevi kabileleri, Kırımlılar için Çerkezler, Osmanlılar için Çerkez ve zenciler, Amerikalılar için zenciler bu işlevi yerine getiren topluluklar ve herhalde tarihe geçen ünlü birçok kişiyi bebeklik döneminde gözeten ve onlara sütannelik, sonra sırdaşlık edenler tarihte yer almıyorlar.


Köylerde içine şeker, ekmek içiyle karışık şeker veya bulamayanlarca yalnız ekmek içi konulan tülbent emzik yerine kullanılırdı.


Bebek emziği konusunda TSE tanımı Türkçe Sözlük'ten daha kapsamlıdır: “Bebekleri sakinleştirme, oyalama ve emme duygusunu tatmin için kullanılan bir gereçtir.” Nisan 1984’de standart, başlığın ucundan sipere kadar 30 mm’den çok olmamalı biçiminde iken, 1992’de bu uzunluk 34 mm’ye çıkarılmıştır. TSE üreticilerin “yetişkin gözetiminde kullanınız” ve “bebek boğulabileceğinden boynuna asmayınız” uyarılarının yazmasını isterken, dişlerin çıkmasını geciktireceğinden bal, reçel gibi tatlı maddelere daldırarak verilmemesini de hatırlatmaktadır.



Mama


Ahmet Vefik Paşa mama için “etfal tabiri” der.


İlk hazır mamalardan biri Eczacı Hüseyin Nüshet Ziya’nın “Dakik-i Doktor Ziya” adlı mamasıdır; 1901 yılında beş kuruşa satılan bu mama, “dişlerin gayet suhuletle çıkmasına ve çocukların kemiklerinin büyüyüp çabuk yürümekliğine yardım etmesine ve ishal ve bazı defa muannid kabızlığa duçar etmemesine ve validelerin evladlarını zahmet çekmeksizin büyütmesine ve arslan gibi evlad malik olmasına yardım etmek içün” tavsiye edilir. Ünlü Nestle firması da 1909’da çocuk maması, çikolata, konsantre süt şubesiyle Türkiye’ye girmiştir.


Büyükanneler hazır mamayla büyüyen çocukları kof bulup hemen anladıklarını iddia etseler de, hazır mama yaşlara göre hazırlanmış, çeşitli vitaminlerle zenginleştirilmiş çeşitleriyle çağdaş anneler için vazgeçilmezler arasına girmiştir.


‘Muhallebi çocuğu’ deyimi ise muhallebiyle beslenmiş çocuğu anlatmaz, cinsel iktidarsızlık nedeni ile büyü yaptıranın çocuğu anlamındadır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

İLMİHAL-4

 TEYEMMÜM



Sözlükte "bir işe yönelmek, bir şeyi kastetmek" anlamına gelen teyemmüm dinî literatürde, suyu temin etme veya kullanma imkânının bulunmadığı durumlarda hadesi yani büyük ve küçük hükmî kirliliği gidermek maksadıyla, temiz toprak veya yer kabuğundan sayılan bir maddeye sürülen ellerle yüzü ve iki kolu meshetmekten ibaret hükmî temizlik demektir. Abdest ve gusül normal durumlarda su ile yapılan ve maddî temizlenme özelliği de taşıyan hükmî bir temizlik iken teyemmüm istisnaî hallerde başvurulan, abdest ve gusül yerine geçen (bedel) sembolik bir işlemdir. İslâm'ın mükellefler için böyle bir imkânı getirmiş olması, hem namaz başta olmak üzere ibadetlerin ifasına büyük önem vermiş bulunmasının hem de kolaylığı ilke edinmiş olmasının sonucudur.


Kur'an'da teyemmüm imkânıyla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız, yahut biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlarla temasta bulunur da su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin. Onunla yüzlerinize ve kollarınıza meshedin" (el-Mâide 5/6). Hz. Peygamber de hicretin 5. yılında nâzil olan bu hükmü tatbikî olarak göstermiş ve açıklamış; teyemmümün cevazı ve mahiyeti hakkında, ayrıntıyla ilgili görüş farklılıkları hariç tutulursa, fakihler arasında kayda değer bir ihtilâf olmamıştır.



TEYEMMÜMÜN SEBEPLERİ




Teyemmüm abdest ve gusül yerine geçen bir bedel ve istisnaî hüküm olup ancak belli bir mazeretin bulunması halinde yapılabilir. Bu mazeretler de iki grupta toplanabilir: 1. Abdest veya gusle yetecek miktarda suyun bulunmaması. 2. Suyu kullanmayı engelleyen fiilî bir durumun veya suyu kullanmamak için dinen geçerli bir mazeretin/engelin bulunması.


Abdest ve gusle yetecek suyun hiç bulunmaması, yürüyerek veya vasıtayla kolayca gidilip gelinebilecek bir mesafeden daha uzakta olması, su yolunda bir tehlikenin varlığı, parayla su satın alma imkânının olmayışı veya fiyatının rayiç bedelin çok üstünde olması, suyu kullanmanın sağlık açısından tehlikeli oluşu, suyu elde etme araç ve gerecinin bulunmayışı, havanın veya suyun aşırı derecede soğuk olması gibi durumlar da yukarıdaki iki mazeret halinin sık rastlanılan örnekleri olarak sayılabilir. Bu konuda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir mazeretinin bulunduğuna kanaat getirdiğinde dinin bu ruhsatından yararlanmalıdır.



TEYEMMÜMÜN YAPILIŞI



Teyemmüm, hükmî temizlenme niyetiyle temiz toprağa sürülen el ayasıyla yüzü ve kolları dirseklerle birlikte meshetmekten ibarettir. Bu sebeple teyemmümün niyet, yüzü meshetmek, kolları dirseklerle birlikte meshetmek şeklinde üç farzı vardır. Diğer bir anlatımla teyemmüm bu üç fiilden oluşur.


Teyemmüme başlarken besmele çekmek, sıraya riayet etmek yani önce yüzü sonra kolları meshetmek, bunları yaparken ara vermemek, elleri toprağa vurduğunda ileri geri hareket ettirmek ve toprağın parmak aralarına girmesini sağlamak, ellerini topraktan kaldırınca parmaklardaki toz ve toprakları silkelemek teyemmümün sünnet ve âdâbı olarak sayılır.


Temiz, kuru ve tozlu toprakla teyemmüm edilebileceği gibi taş, kum, çakıl, tuğla, kiremit gibi maddelerle de yapılabilir. İki elin iç yüzü, yüzün meshi ve kolların meshi için ayrı ayrı toprağa sürülür. Birincide iki elin içiyle yüzün tamamı, ikincisinde sol elin içi ile sağ el ve kol, sağ elin içi ile sol el ve kol dirseklerle birlikte tamamen meshedilir. Yüzün ve kolların ekserisini meshetmeyi yeterli gören fakihler de vardır.


Namaz vakti girmeden teyemmüm edilmesi câizdir. Su bulunmadığı, mazeret hali kalkmadığı sürece bir kimse yaptığı teyemmümle dilediği kadar farz ve nâfile namaz kılabilir. Bu Hanefî mezhebinin görüşüdür. Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, teyemmümün geçerli olabilmesi için namaz vaktinin girmiş olması gerekir ve bir teyemmümle birden fazla farz namaz kılınamaz. Ancak Hanbelîler birden fazla kazâ namazı kılınabileceği görüşündedir.



TEYEMMÜMÜ BOZAN DURUMLAR


Abdesti bozan ve guslü gerektiren durumlar teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm bu ikisinden bedeldir. Cünüp olan kimse teyemmüm yaptıktan sonra abdesti bozan bir durum meydana gelse, yalnız abdesti bozulmuş olur, cünüplük hali geri gelmez.


Hastalık, tehlike, şiddetli soğuk, suyu elde edecek araç ve gerecin yokluğu gibi teyemmümü mubah hale getiren bir mazeret sebebiyle teyemmüm yapılmış da bu mazeret hali ortadan kalkmışsa, teyemmüm bozulmuş olur.


Yaptığı teyemmümle namaz kılan kimse namaz esnasında suyu görürse veya su bulunursa, teyemmümü bozulmuş olur. Namazı teyemmümle kıldıktan sonra su bulunursa vakit çıkmamış bile olsa kılınan bu namazın iadesi gerekmez. Şâfiîler bu durumda iadeyi gerekli görür. Namaz vakti çıktıktan sonra ise iadenin gerekmediğinde görüş birliği vardır.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak