9 Mayıs 2023 Salı

NUSAYRİLERİN SURİYE HALKINA ZULMÜ

 


EHL-İ SÜNNET — NUSAYRİ ÇATIŞMASI (VEYA MÜSLÜMAN — KÂFİR ÇATIŞMASI)


Daha dün Müslüman Türk’ün bir vilâyeti olan Suriye, o müslüman belde şimdilerde beşeri tağutların zulmü altında inlemekte, eski günleri hasretle yâd etmekte. 1920’de Fransızların istilasıyla müslüman idarecilerin elinden çıkan Suriye bugün tekrar İslâmî bir idareye kavuşmanın ızdırabı içinde kan ve barut kokularını genzine çekerek Mukaddes Cihadını yılmadan sürdürmekte. Ama denilebilir ki Suriye 1946'da istiklâlini ele geçirmedi mi? Fransızları kovmadı mı? Evet 1946’da Suriye istiklâlini ilân etti. Müslümanların sömürgeye aman vermeyen azimli mücadeleleri Fransızları fazla yaşatmadı Suriye’de. Ancak birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi can ve mal müslümandan çıkmış, müslüman yorulmuş, meyvesini İslâm dışı fikirler toplamıştır. Suriye'de de böyle oldu.


Suriye istiklâlinden sonra parlamenter bir rejime dönüştü. Haliyle % 85’i sünni müslüman olan Suriye'de seçimleri de müslümaniar kazandı. Ne var ki müslümanların gafletinden istifade eden Nusayriler idareyi ele geçirmek için sinsice çalışıyorlar, müslümanları idareden uzaklaştırmayı plânlıyorlardı. Bu çalışmaları daha Suriye istiklâlini eline geçirmeden başlatan Nusayriler «Lâiklik ve ırkçılık» parolalarıyla ortaya çıkan Arab Sosyalist Baas Partisine girdiler. Hiziplerine de bu partiye girme fikrini yayarak Nusayrileri bu parti etrafında topladılar. Fransa da bu azınlığı hem menfaatleri açısından ve hem de İslâma olan düşmanlıkları sebebiyle desteklemişti.


Suriye'nin istiklâlini alma ihtimalleri belirince, Nusayriler Fransa’dan kendilerine müstakil bir devlet hakkı tanımalarını istemişler, Fransa da bunu memnuniyetle kabul etmiş ve Suriye'yi beş küçük devlete bölerek birini de Alevi devleti adı altında Nusayrilere vermişti. Bu devletçik Müslümanların karşısında fazla tutunamamış yıkılıp gitmişti. Ancak Nusayri taifesi bu hayâlden vazgeçmedi. Kısa bir süre sonra Fransızların himayesinde Süleyman el-Mürşid isimli bir nusayri çıkarak ilâhlık iddiasında bulunmuş ve «Yeryüzüne Alevi milletini kurtarmak İçin indi»ğini ileri sürmüştür. (Süleyman el-Mürşid 1947’de idam edildi.) 


Ayrıca Nusayrilerin Suriye’nin istikiâlini elde edeceğini anlayınca, Fransa dışişleri bakanlığına bir dilekçe ile baş vurarak Suriye'nin Fransa’nın elinde kalmasını istediklerini beyan etmişlerdir. Bu dilekçeye imza atanlardan biri de Hafız Esed'in dedesi Süleyman Esed’dir.


Nusayrilerin böyle taleplerde bulunması garip değildir. Çünkü müslüman hükmü içine girmeyen bu kâfir güruhu taa Moğol istilaları zamanında müslümanların arasında Moğollara casusluk yapmaktan çekinmemişler ve hatta Haçlı seferleri sırasında Salahaddin Eyyubi'yi öldürmek için Haleb'in kuzeyindeki İzaz bölgesinde suikast tertiplemişler ve fakat başaramamışlardır. Moğollar da hilafet merkezi Bağdad'ı istilâ ettikten sonra Şam bölgesine geldiklerinde müslümanlara karşı kullanmak üzere en uygun yardımcı olarak Nusayrileri bulmuşlardır. Bu sebeple de İbni Teymiyye, Nusayrilerin öldürülmesinin caiz ve mubah olduğuna dair fetva çıkarmıştı.


İnançları ve yapıları yukarda izah edilen Nusayriler Baas partisi etrafında toplanmışlar ve bazı gafil müslümanları da kandırmışlardır. Bu parti diğer lâik düşüncelilerle, de birleşerek 1961'de Mısır - Suriye birliğini yıkarak sultayı ele geçirmek için ilk adımı attılar. Daha sonra zamanın hükümetine karşı gruplarla birleşerek 8 Mart 1963'de askerî bir inkılâp yaparak idareyi ele aldılar. Ve hâlâ devam etmekte olan olağanüstü durumu ilan ettiler. Sıkıyönetimle idare devresinde ordudaki müslümanları yavaş yavaş temizlediler. Ve nihayet 16 Kasım 1970’de Hafız Esed ve arkadaşları idareyi ele aldılar.


Evvelce savunma bakanı iken 1967'de Golan'ı İsrail'e satan Hafız Esed idareyi ele aldığı ilk günlerde bir yığın vaadlerde bulunmuş ve fakat orduyu müslümanlardan arındırdıktan sonra gizli niyetlerini açığa vurarak müslümanları hedef alan şeytanî plânlar tertiplemeye başlamıştır.


Son zamanlarda gelişen Suriye hadiseleri aslında Sünnilerle Aleviler veya Müslümanlarla kâfirler orasında cereyan eden birer hadisedir. Çünkü Nusayriler kendilerinin müslüman olmadıklarını inanç ve amelleriyle ispat etmektedirler... Evet bu hadiseler sünnilerle alevilerin arasında cereyan eden bir hadise olmakla beraber İhvan-ı Müslimin teşkilâtının bir hareketi gibi de gözükmektedir. Beyan ettiğimiz gibi hadise müslüman halk ile Nusayri rejimi arasındadır. Ancak bu cihada İhvanı Müslimin teşkilâtı öncülük ettiği ve yönettiği için İhvan damgası vurulmuştur. Suriye'nin istiklâlini eline almasından bugüne kadar İhvanı Müslimin, müslümanların hakkını korumak için mücadele vermekte ve İslâmî bir devlet kurma çabası içindedir. Bu sebeple de Suriye'de meydana gelen her hadise kendilerine atfedilmektedir. Hatta bu hususta Ihvan-ı Müslimini suçlayarak zamansız hareketlerle müslümanların kıyımına sebep oluyorlar diyenler de çoktur. Ancak çok iyi bilmek gerekir ki hadiseleri körükleyip kışkırtan devamlı Nusayriler oimuş, müslümanlar kendilerini müdafaa için bazı hareketlere girişmişler ve sonunda müslüman silahlanmak ihtiyacını hissetmiştir. Çünkü dinini, ırzını, namusunu muhafaza etmek için artık silahlanmak elzem olmuştur. Burada şöyle denilebilir. Neden müslüman silahlanmak zorunda kaldı? Veya başka bir tabirle bu hadiselere sebep nedir? Nasıl başladı?



NUSAYRİ DÜZENİ İLE MÜSLÜMANLAR ARASINDAKİ ÇATIŞMANIN SEBEPLERİ



Müslümanların inançlarını ve varlıklarını hedef alan Hafız Esed icraatlarıyla gizli niyetlerini açığa vuruyordu. İşte hadiselerin gelişmesine ve alevlenmesine yol açan en mühim sebepleri şöylece sıralayabiliriz:


1).— Ülkenin bütün sivil ve askerî makamlarına Nusayrileri getirmek suretiyle Nusayriliği devlete hakim kılma çabaları: Ülke nüfusunun %15'ini teşkil eden Nusayrileri mühim mevkilere getirmek suretiyle ülkenin % 85’ini oluşturan Sünni müslümanların dikkatini çekmekte ve müsiümaniar kendi yurtlarında yabancı muamelesine tabi tutulmakta idi. Suriye ordusunda sadece Nusayrilerden oluşan birlikler kurulmakta, Nusayrilere ordunun bütün kapıları arkasına kadar açılırken müslümanlara binbir türlü engeller çıkarılmakta idi.


16.6.1979'da Haleb Topçu Okulundaki hadise Esed'in orduyu nasıl Nusayrilerle doldurmak istediğinin en bariz bir örneğidir. Bu okulun talebe mevcudu 300’dür. 270 tanesi Nusayri olması Sünnileri ordudan uzaklaştırma politikasını açıkça belgelemektedir.


Nusayriler orduda şu şekilde yerleşmişler­dir:


a).Seraya el-Difa’ : Bu birliklerin tamamı Nusayri olup başkomutanlığını Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed yapmaktadır. En modern silahlarla mücehhez olan bu birlikler hususi talimleriyle diğer birliklerden de üstündür. Suriye'deki katliamların çoğunu bu birlikler yapmaktadır.


b) Hususi Birlikler: Bu birlikler Nusayri Yarbay Ali Haydar’ın kumandasında İsrail’e karşı kurulmuştur. Ancak Hafız Esed bu birlikleri İsrail’e değil, Müslüman halka karşı kullanmıştır. Cisr el-Suğur, Hama, Sermeda ve Haleb Meşarika semti katliamlarını bu birlikler gerçekleştirmiştir.


c).Seraya el-Sıra ': Bu birlikler de Seraya el-Difa'dan farksızdır. Ancak sayıları azdır. Kumandasını da Hafız Esed’in diğer kardeşi Cemil Esed yapmaktadır. 


d).Üçüncü Fırka: Suriye ordusunun ana fırkalarından birisi olan bu fırka’da her cinsten asker bulunur. Yalnız kumandası Nusayri: Albay Şefik Feyyaz'dadır. Ve Nusayri subayların kontrolündedir. Esed bu fırkayı cepheden çekmiş ve Haleb’i istila etmesi için kullanmıştır. Şefik Feyyaz Haleb'de bir sene askerine her şeye izin vermiş. Müslüman can, namus ve malını korumada güçlük çekmiş, çok canlar yanmış ve çok namuslar payımal olmuştur. Şefik Feyyaz’ı mücahidler, 22.2.1982'de idam etmişlerdir.


Orduda bu şekilde yerleşen Nusayriler sivil hayata da hakim olmuşlar, kendilerine eyvallah çeken cinsten İnsanları getirmek suretiyle idari mekanizmayı tamamen ele geçirmişler,.


2).— Sünnileri tahrik edici şekilde dernekler kurmak: Orduda Nusayrilerden teşekkül eden birliklerin yanısıra sivil hayatta da sadece Nusayrilerden oluşan bazı dernekler kurarak sünnilerin üzerine salmışlar ve böylece Suriye'de bir mezheb kavgası meydana getirmeye azami gayret göstermişlerdir: İşte kurdukları derneklerden birkaçının ismi:


Ali Gençleri,

Ali’nin Genç Kızları.

Kızıl Süvariler,

Paraşütçü Bölükleri,

İşçi Bölükleri,

Gençlik Bölükleri,

Murtaza Cemiyeti.


Bütün bu dernekler Nusayri üyelerden oluşmakta idi. Bölücü bir şekilde faaliyet gösteren bu dernekler Nusayrilerin Suriye'deki kavgayı kamçılama ve büyütme plânlarının bir tatbikinden ibaret idi.


3 — İslâm İnancını Yoketme Çabaları:


Esed ve avanesinin İslama yönelttikleri yıkıcı faaliyetleri şöylece sıralayabiliriz;


Anayasa tadili; 1973’de Anayasayı tadil eden Esed anayasadaki islâmi her şeyi kaldırmış ve «Devletin dini İslâmdır.» maddesini de ilga etmiştir. Bu maddelerin kaldırılması millet arasında geniş çapta çalkalanmaya yol açmış. Müslümanlar mitingler tertipleyerek protesto etmişler ve bu sebepten bir yığın müslüman hapislere doldurulmuştur.


Talim ve terbiye hususunda Müslümanların inançlarını hedef alan yıkıcı icraatlar; Esed düzeni bu hususta yeni yetişecek nesillerin dinden uzaklaşmasını teminde kısaca şu yolu takip etti:


1 — ilk, orta ve  lise müfredatlarını  İslâmdan uzak bir şekilde düzenleyerek yeni bir müfredat çıkarttı.

2 — Okullardaki İslâm Terbiyesi dersini zorunlu olmaktan çıkartıp, arzu edenlerin isteğine terkederek, önemsiz bir ders haline getirdi.

3 — Özel dinî okulların kaynaklarını bozarak imam ve vaizlerin kalitesiz, asrın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek şekilde kısır yetişmelerini sağladı.

4 — İslâmi fikre sahip liyakatli öğretmenleri işden uzaklaştırdılar veya Turizm Bakanlığına naklettiler.

5 — Düzenin kontrolü altında bazı örgütler kurdular ve öğrencileri bu örgütlere üye olmaya icbar ettiler. İslâm ile alay eden bu örgütlere üye olma zorunluğu milleti düzene karşı kinle doldurdu.

6 — Yurt içi ve dışına gönderilen öğrenci heyetleri nusayrilerden seçildi ve müslümanlar bu imkânlardan devamlı olarak mahrum bırakıldı.

7 — Okullardaki mescitleri kapattılar ve İslâmî her hareketi çok sert bir şekilde susturdular.

8 — Müslüman ilim adamlarını üniversitelerden uzaklaştırdılar. Veya baskı sonucu maddî sıkıntılar içine de düşürerek bu zevatı yurt dışına çıkmaya zorladılar.

Bütün bu saydıklarımız Suriye'de dinine bağlı müslüman halkı düzene karşı tahrik etmekten başka bir işe yaramıyordu. Düzen de zaten bunu istiyordu ki. böylece müslümanları ezsin, sindirsin. Müslümanların açıktan böyle ikinci sınıf muamelesi görmesi, horlanması, dairelerde terslenmesi, dinlerine aykırı örgütlere girmeye zorlanması, sevilen şahsiyetleri kaçırtması veya cezaevlerine doldurması karşısında millet normal olarak İnsanî haklarını müdafaa için bazı şeyler yapmak ihtiyacını hissetti.


4).— İhanetler Ve Orduyu Lüzumsuz İşlerle Meşgul Etmek: Milleti devlet aleyhinde harekete geçiren sebeplerden biri de; vatana ihanet derecesine varan hareketler olmuştur. Meselâ 1967 senesinde Golan, İsrail'e harpsiz olarak teslim edilmiş ve millet bu durum karşısında çileden çıkmıştı. Vatanın bir parçası düşmana harpsiz nasıl teslim edilirdi. Esed’in Savunma Bakanı iken işlediği bu ihaneti millet bir türlü hazmedemiyordu. Golan’da orduyu düşmana karşı harpsiz çekiyor ve Lübnan’daki Arapları ezmek için gönderiyordu. İsrail ile savaşmayıp Lübnan'daki dostlara karşı orduyu kullanan idareyi millet ihanetle suçluyordu. Bu da yetmiyormuş gibi orduyu bizzat kendi milletini ezmek için kullanıyordu. Bir yandan da Irak ve Ürdün sınırlarına yığınak yaparak orduyu asıl gayesinden uzak bir şekilde meşgul ediyor, petrol ülkelerinden de İsrail’e karşı savaştığı için bol miktarda yardım alıyordu. Bütün bunlar milleti düzene karşı tahrik ediyor, vatanı düşmana satan, müslümanlara karşı kullanılan ordu ile kahramanlık gösterileri milleti derin derin düşündürüyordu.

Öte yandan ülkedeki tabii kaynaklardan gelen gelirin yanı sıra petrol ülkelerinin külliyetli yardımlarına rağmen Suriye’nin ekonomisi çok kötü bir durumda idi. Milletin malını yağmalayan düzenin belli başlı ağaları paralarını batı bankalarına yığarak milletin servetini heba ediyorlardı. Millet bütün bunları çok iyi biliyor ve bu sebepten dolayı da düzeni affetmiyordu. Üstelik de 1963’den bu yana ülkede sıkıyönetim vardı. Bıkmıştı artık millet. Buna ek olarak da 1970’deki askerî darbe neticesi iş başına gelen Esed devletin bütün müesseselerine el koydu. Göstermelik bir seçim yaparak kendi istediği adamlardan oluşan bir meclis kurdu. Bütün yetkileri elinde bulunduracak bir anayasa sundu bu meclise. Ve kendisini de reisicumhur ilân etti. Başbakanı tayin yetkisini eline aldığı gibi yüksek mahkeme reisliğini de üstlendi. Demokratik bir idare sistemi iddiasındaki Esed bütün propaganda vasıtalarına da el koydu. Radyo ve televizyonun yanısıra basın da devlet eliyle idare olunur hale geldi. Basının da devlet tekelinde olması fikir adamlarını güç durumda bıraktı. Çünkü demokratik bir düzende herkes fikrini açıkça söyleyebilirdi. Hükümeti eleştirebilirdi. Hükümetin bölücü ve kışkırtıcı tutumunu dile getirecek bir yayın organı yoktu. Olamazdı, çünkü basın hükümetin yardakçılarına terkedilmişti. Hatalı da olsa hükümet eieştirilemezdi. Bunun üzerine ilim adamları tertiplenen seminer ve konferanslarda, hatipler camilerde hükümeti eleştirmeye başladılar. Yapılan işkence ve zulüm anlatıldı. İhanetler sergilendi. Milletin hakları müdafaa edildi. Ve nihayet Avukatlar birliği, Mühendisler birliği, Doktorlar birliği, Diş doktorları birliği. Eczacılar birliği ve Ziraat mühendisleri birlikleri ittifakla, bölücü bir şekilde davranan Nusayri hükümetten 1980 Nisanında aşağıdaki isteklerde bulundu:


1 — Olağanüstü durumun kaldırılıp sıkıyönetime son verilmesi.

2 — İstisnai mahkemelerin kaldırılması ve muhakeme yetkisinin tekrar sivil mahkemelere devredilmesi.

3 — Mahkemelere istiklâl ve yetkilerinin tekrar geri verilmesi.

4 — Evrensel insan hakları beyannamesi gereğince propaganda ilkelerine saygı gösterilmesi, insan haklarına saygı sözle değil, bilfiil isbatı.

5 — Milletin idarecisini hür olarak seçebileceği seçimlerin yapılması.


Bu istekler bastırılarak her tarafa dağıtıldı. Bütün birlik ve sendikalar bu istekleri destekleyerek kabul edilmesi için umumi bir boykota karar verdiler. Ve bu karar gereğince de bütün pazarlar kapandı ve şehirlerde iş hayatı durdu. Hükümet bu durum karşısında millete tabiî haklarını vereceği yerde diğer bazı haklarını da ellerinden alarak bütün birlik ve sendikaları kapattı ve liderleri tutukladı. Üyelerini cezaevlerine doldurdu. Üniversite hocalarının birçoğunu tutuklarken bir yığın üniversiteli genci öldürerek cesetlerini caddelere attı. Mescitlerin bir kısmı yıkılırken diğer bir kısmı da kapatılıyordu.


Suriye’de bir tedhiş hareketi başlamıştı. Hükümet başlatmıştı bu hareketi. Millet de cevap veriyor, kendini müdafaa ediyordu.



HADİSELER NASIL BAŞLADI


Hadiseler Nusayrilerin gerçekleştirdiği katliamlar, komplolar ve zulümlerden kaynaklanıyordu. Bu sebepten önce Nusayri düzenin müslüman halka yaptığı zulüm ve saldırılara örnek vererek hadiseleri anlatmaya başlayalım. Tağut Esed’in gerçekleştirdiği belli başlı büyük katliamları şöylece sıralayabiliriz;



BÜYÜK ZULÜM BAŞLIYOR


1— 10.3.1980 Cisr el-Şuğur katliamı; Nusayri Albay Ali Haydar kumandasındaki hususi kuvvetler Cisr es-Suğur şehrini sararak şehri toplarla dövdüler. Sonra baskın yaparak çocuk, kadın ve erkeklerden 97 kişiyi evlerinden çıkartıp kumandanlarının huzurunda ateş açıp öldürdüler Baas partisi idarecilerinin muvafakatiyle yapılan bu katliamda 30 ev de yerle bir olmuştur. Bu hadisede bir kadın çocuğunun ortadan ikiye bölünmek suretiyle öldürülmesini görünce dayanamayarak olduğu yerde can vermiştir.

2 — 15.3.1980 Cebel el-Raviye katliamı: Cebel el-Raviye Maarratunnuman şehrinin yakınlarında bir köydür. Bu köye helikopterlerle hususi kuvvetler indirerek askerlere her şeyi yapma yetkisi verilmiş ve çocuk, kadın ve erkeklerden müteşekkil 95 kişi öldürmüşlerdir. Bu hadisenin sebebi köylülerin hürriyet isteğiyle miting yapmalarıdır.

3 — 26.6.1980 Tedmür cezaevindeki ilk katliam: Hafız Esed'in infazını emrettiği bu katliamı tatbik görevi Rıfat Esed’in damadı Muin Nasife verildi. Sarayed-difa kuvvetlerinden bir grup çöldeki Tedmür cezaevine giderek zindanlara dağılıp tutukluların üzerine ateş açmaya başladılar. Muhakemesiz ve herhangi bir suçu olmayan ve sadece Nusayri düzenini benimsemediklerinden dolayı bu cezaevine doldurulan 700 kişi bu katliamda şehit oldu.

4 — 13.7.1980 Halep Ahat çarşısı katliamı: Bu mıntıka insanlarla dolup taşmakta, kaynamakta iken birden bire hükümet kuvvetleriyle dolu yirmi araba gelerek tüfeklerini çarşıdakilere çevirip körükörüne ateş açmaya başladılar. O anda 192 kişi düştü yere. 42'si hemen orada şehit olup 150'si ise ağır şekilde yaralandılar.

5 — 25.7.1980 Sermed katliamı: Sermed Türkiye hududu yakınlarında bir köydür. Albay Ali Haydar kuvvetleri bu köyü sararak köylülerden 30 genci köy meydanında topladı. Ailelerinin gözü önünde kurşuna dizdiler. Kana bulanmış cesetlerin bir kısmını meydanda bıraktılar. Diğer bir kısmını da yerlerde sürüklediler. Köyden ayrılırken de tankların üzerine birkaç ceset alıp geçtikleri köylerde teşhir ederek korku saçarak Haleb’e kadar böylece gittiler.

6 — 11.8.1980 Haleb'in Meşarika semtindeki kotliam; Nusayri kumandan Haşim Mualla askerleriyle mübarek Ramazan bayramı sabahı: bu semti sararak evlerde bayramlaşanları dışarı çıkartıp üzerlerine ateş açtı. Bu faciada: 86 kişi hayatlarını kaybetti.

7 — 16.8.1980 Humus'un Besatin semtindeki katliam: Bu mıntıkayı saran hükümet kuvvetleri mıntıka sakinlerine ateş açarak 35 kişiyi öldürdüler.

8 — 12.8.1980 Haleb'in Bastan el-Kasr semti katliamı: Ramazan bayramının ikinci günü cereyan eden bu hadisede semtin meydanına 35 kişi toplayarak üzerlerine ateş açtılar.. Kurşuna dizdiler.

9— Şam’ın Abbasiyyin semtindeki katliam: Rıfat Esed’in komutasındaki Seraya el- Aifa' kuvvetleri beş apartmanı sakinlerinin üzerine yıkarak 42 kişiyi öldürmüş 150 kişiyi de yaralamıştır.

10 — 19.12.1980 Tedmür cezaevindeki ikinci katliam: Hükümet kuvvetleri şehîtlerin kız kardeşleri, eşleri ve annelerinden oluşan 120 kadını rehin olarak tutukladılar. Ve Tedmür cezaevine koydular. Daha sonra bu kadınlan çölde evvelce kazmış oldukları büyük bir çukurun kenarına getirerek üzerlerine ateş açtılar. Hepsinin ölüp ölmediğine bakmadan üzerlerine toprak örttüler.

Bu katliamların yanısıra büyük fikir adamlarını üniversite hocalarını ve değerli ilim adamlarını zaman zaman suikast tertipleyerek öldürdüler. Bu hadiselerin şiddeti milleti korkutmak şöyle dursun bilakis galeyana getiriyordu. Düzen suçlarına iştirak eden uşaklar hariç, milletten ne kadar uzak olduğunu kendisi de biliyor ve kendisini milletten kopmuş kabul ediyordu.

İmanıyla, sabrıyla, kuvvetiyle ve sakinlerinin samimi dayanışmalarıyla yapılan zulümlere karşı koyan Hama şehri Hafız Esed’in uykusunu kaçırıyordu. Bu sebepten her münasebette bu şehri yıkacaklarını, ahalîsini ibret için imha edeceklerini söylüyordu.

11 — Temmuz 1980 birinci Hama katliamı; Bu tarihte katliama maruz kalan Hama, sarılarak suyu ve elektriği kesilmiş, ev ev taranarak yoğmalanmış ve 190 kişi öldürülmüştür.

12— 24.4.1981 ikinci Hama katliami; Bu tarihte şehir tanklarla sarılmış. Seraya el-Difa' ve Kızıl Süvariler birliklerinin de yardımıyla şehre baskın yapılmıştır. Uçaklarla, toplarla şehri bombalamışlar ve 335 kişiyi öldürmüşlerdir. Cesetleri meydanda bırakılarak birkaç gün defnedilmesine müsaade edilmemiştir.



MÜSLÜMANLARIN DİRENİŞLERİ


Suriyedeki hakim Nusayri düzeninin bölücü, yıkıcı ve İslâmî hedef alan icraatlarına ve gerçekleştirdiği zulüm ve işkenceye karşı müslümanlar boş durmamışlardır. Bir kısım müslümanlar buğz ederek, kin besleyerek ve lanet ederek düşmanlığını saklarken, öte yandan bu işkence çarkına karşı açıktan cephe alıp müslümanların haklarını müdafaa etmek üzere diğer bir kısmı da Suriye’yi işgal kuvvetlerinden kurtaran Suriye Milletinin haklarını koruyan Müslüman Kardeşler Örgütüne katılmıştır. Bu örgüt 1935-1936 yıllarında Suriye'de Prof. Dr. Mustafa Sibai ve Muhammed el-Hamid gibi alimlerin öncülüğünde kurulmuş ve Fransız işgaline karşı emsalsiz mücadeleler vererek Suriye’yi ecnebi işgalinden kurtarmışlardır.


İşgalci kuvvetlere karşı verdikleri mücadeleyi insan haklarına tecavüz eden Nusayri düzenine karşı da vermişlerdir. Nusayrilerin kimler olduğunu ve ne inanç taşıdıklarını çok iyi bilen büyük alim Muhammed el-Hamid, Suriye müslümanlarını uyarıyor ve onlara devamlı şu nasihatları tekrarlıyordu: «Çok tehlikeli günler gelecektir. O zaman Baas partisini asker vasıtasıyla herhangi bir inkılaba da hacet kalmaksızın Suriye'ye hakim olduğunu göreceksiniz. Çünkü Baas partisi kendisine mensup gençleri askere girmeye teşvik ediyor, siz ise kaçıyorsunuz.»


Muhammed el-Hamid bu nasihatlarından dolayı da hayli tehditlerle karşılaşmıştır. Fakat doğruyu söyleme ve müslümanları irşad vazifesinden geri kalmamıştır. Vefat edinceye kadar doğru yolları göstermeye çalışmıştır.


Hadiseler sonradan Muhammed el-Hamid’i doğrulamış ve Baas partisi yukarda da izah edildiği gibi sultayı ele geçirmiş ve bilhassa 1970’de Esed'in idareye el koymasıyla İslama olan kinlerini kusmuşlardır. Yukarda da bir parça izah edildiği gibi müslümanları hedef alan icraatlarla insan hakları çiğnenmiştir.


Bu zulüm düzenine karşı bütün millet yek-vücut karşı koyuyordu. Ama bu karşı koyuş ve direniş biraz evvel de söylediğimiz gibi iki şekilde görünüyordu. İçine kapalı, işini Allah'a havale eden müslümanlar zulme karşı açıktan cephe alan azimli müslümanları da aynı şekilde gizliden gizliye destekliyordu. Zulüm düzeninin karşısında Müslüman Kardeşler Örgütünden başka millî bir güç kalmamıştı. Ve zulüm düzenine karşı direniş hareketini de haliyle bu örgüt üstleniyor ve idare ediyordu. Ülkenin Fransa işgalinden kurtulmasında gösterdiği vatansever tavırla zaten milletin sevgisini kazanmış olan bu örgüt milletin düşmanı olan Nusayrilerin de tabiatıyla amansız düşmanı oluyordu Ve Nusayrilere karşı direnişi de elbet de bu örgüt başlatacaktı. İşte 1964 Hama hadiseleri bunu ispatlıyordu. Artık zulme «DUR» demenin vaktinin geldiğini ilân ediyordu bu örgüt.


Şehid Mervan Hadid’in kumanda ettiği ilk silkiniş hareketi olan 1964 hadiselerini şöylece hülâsa edebiliriz:


Hama'da okullardan birinde talebelerden birisi tahtaya «Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.» ayetini yazdı. Nusayri bir talebe de gelerek tahtaya «Kahrolsun İslâm» cümlesini yazdı. Tahtaya ayeti yazan çocuk okuldan atılarak bir sene hapis ile para cezasına çarptırılırken, Nusayri öğrenci sadece üç gün okuldan uzaklaştırma cezası aldı. Aradaki büyük farkı gören talebeler boykot ilân ettiler. Şehrin ileri gelenleri bir heyet oluşturarak valiye çıktılar. O zamanın valisi Abdul Halim Haddam tehditvari bir cevap vererek kıpırdayan her eli keseceklerini söyleyince, heyet de valiyi tehdit etmiş ve ertesi gün bütün Hama şehri boykot yapmıştır.


Selim Hatum, kumandasındaki Nusayri askerlerle Sultan Camiini muhasara altına almış Ve oraya sığınan Müslüman Kardeşlerle çatışmaya başlamıştır. Nusayriler camiyi top ateşine tutarak içindekilerinin üzerine yıkmış, bir kısım müslümanlar kaçmayı başarmışlarsa da birçok müslüman enkaz altında kalarak can vermiş ve bu arada da Mervan Hadid ile arkadaşları tutuklanmış. Mervan Hadid ve arkadaşlarına idam cezası verilmişti.


Boykot 27 gün sürdü. Şehre asker indirildi ise de şehre hakim olamayacağını anlayan Nusayriler Muhammed el-Hamid'in aracılığını istediler. O da bütün tutukluların serbest bırakılması şartıyla bunu kabul etti. Ve böylece Mervan Hadid ve arkadaşları idam cezasının infazından birkaç saat önce kurtulmuş oldular. Serbest bırakıldılar.


İşte Suriye’de bölücü düzene karşı ilk silkiniş hareketi böylece başlamış oluyordu. Bundan sonra Mervan Hadid'i gençleri bölücülere karşı silahlı eyleme hazırlamaya başladı. Böylece, milleti bölücü bir siyasetle idare eden Nusayri düzene karşı silahlı mücadele merhalesi başlamış oluyordu. Etrafındaki gençlere silahlı mücadele fikrini aşılayan Mervan Hadid, Suriye’deki İslâmî direnişin de böyiece öncüsü oluyordu.


Suriye halkının direnişi üç merhale gösterir:

 


BİRİNCİ MERHALE:  (1976-1979)  DİRENİŞİNİN GİZLİ OLARAK SÜRDÜRÜLMESİ


1964 hadiselerinin doğurduğu lider Mervan Hadid hükümet kuvvetlerince devamlı kovalanmakta idi. 30 Haziran 1975’de ani bir baskınla karşılaşan Mervan Hadid uzun bir çarpışmadan sonra yaralı olarak ele geçirildi. Nusayrilerin çok iyi tanıdığı bu mücahid açık veya gizli bir mahkemeye tabi tutulmadan tedricen öldürülmek isteniyordu. Vücuduna yaptıkları işkencenin yanısıra psikolojik işkenceden geri kalmıyorlardı. Ailesinin sesine benzer bir ses işittiriyorlar. Bu ses işkenceden inleyen, namusunu korumak isteyen, imdat dileyen bir ses. Bu ses Mervan'm ailesinin olunca Mervan kahroluyordu.


Nusayri doktor Muhammed Şiha Halil’in idaresinde işkenceye tabi tutulan Mervan Hadid nihayet 1976’da işkence altında ruhunu teslim etti.


İşte bu direnişin gizli olarak sürdürülmesinin başlangıcı Mervan Hadid’in öldürüldüğü 1976 senesi ortalarıdır. Bu devrede Müslüman Kardeşler Örgütü müslümanlara eziyet ve işkence eden Nusayrilerin ileri gelenlerini suikast tertipleyerek temizleme ameliyesini başlattı ve sürdürdü. Bu gizli devre 1979 senesi ortalarına kadar bu şekilde suikast girişimleriyle sürdürüldü. Can yakanların canı yakıldı. Müslümanları acımadan katledenler cezalandırıldı. Meselâ Tuğgeneral Abdulhamid Razuk ve Binbaşı Ğarra, Şam'da; Binbaşı Ali Haydar, Hama’da; Doktor Ali Abid Ali, Haleb’de suikast tertibiyle öldürülmüşlerdir.


İKİNCİ MERHALE: DİRENİŞİN AÇIK OLARAK SÜRDÜRÜLMESİ (1979 > 1982)


Bu merhale Haleb'deki Topçu Okulu hadisesiyle başlar Bu hadiseden sonra gençler silahlı mücadele için artık aleni vaktin geldiğini ilân ile harekete geçmişlerdir. Bu devrenin başlangıcını teşkil eden Topçu Okulu hadisesini kısaca özetleyelim:


16.6.1979 tarihinde Haleb’deki Topçu Okulunda meydana gelmiştir. Şöyleki: Bu tarihte okuldaki subayların rütbelerindeki terfiler açıklanmış, fakat iki subay terfi etmemiştir. Bunlar Baas partisine mensup Topçu Okulunun subaylarından bir üsteğmen ile İbrahim el-Yusuf isimli yüzbaşıdır. Bu ikisi Baas partisine mensupturlar ancak soyları sünnidir. Bu sebepten de terfi etmemişler. Üsteğmen okul kumandanına çıkarak terfi etmediğini bildirmiş, okul kumandanı devresinin gelmediğini beyan etmiştir. Üsteğmen kendi devresindekilerin terfi ettiğini söyleyince de okul kumandanı bir şartla terfisinin düşünülebileceğini söylemiştir. Şartın ne olduğunu soran Üsteğmen kumandanın bir hizmetçi istediğini öğrenmiştir. Üsteğmen kendisine bir hizmetçi arayacağını söylemiş, kumandan ise:

—  Hizmetçi senin evindedir.

— Benim evimde mi? Benim evimde hizmetçi yoktur.

—  Senin kızın varya!

— Nasıl olur, üniversite talebesi bir kız nasıl hizmetçi olur?

—  Canım hizmet etse ne olur?

— Ya demek öyle. Siz nasıl böyle yaparsınız. Ben de Baas partisinin üyesiyim. Adalet bumudur? Terfi için kızımı sana peşkeş mi çekmem gerekir? diyerek üsteğmen Okul Kumandanının yanından ayrılmıştır. Durumu Yüzbaşı İbrahim el-Yusuf'a bildirmiştir. Üsteğmen akşam evine döndüğünde eşini ağlar olarak bulmuş. Durumu sorunca kızını kaçırdıklarını söylemiş. Meğer okul kumandanı çoktanberi üsteğmenin kızına gözkoymuş. Üsteğmen durumu gelip arkadaşı Yüzbaşı İbrahim el-Yusuf’a bildirince Yüzbaşı; Üsteğmene namusu için kendini feda edip edemeyeceğini sormuş. Zaten kızının kaçırılmasıyla neye uğradığını şaşıran Üsteğmen her şey yapabileceğini söylemiş. Bunun üzerine Yüzbaşı, Üsteğmene hem kendi ailesini ve hem de Yüzbaşının ailesini alarak yurt dışına çıkmasını söylemiş. Onları yurt dışına çıkartmış. 


Yüzbaşı İbrahim el-Yusuf'un bir kardeşi Nusayrilerin işkencelerine dayanamayarak ölmüş. Ayrıca bir amcasının da sakalını keserek hakaret etmişler. Kendisi Baasçı olmasına rağmen bunlara tahammül edemeyen bu sünni asıllı yüzbaşı ertesi gün (16.6.1979) Topçu Okuluna gitmiş, doğru okul kumandanına çıkmış. Talebelerin listesini okul komutanından aldıktan sonra onu orada öldürüp odasını kilitleyerek anahtarı cebine koymuş. Daha sonra 370’i Nusayri 30’u ise Sünni ve hıristiyanlardan oluşan telebeleri toplayıp sünni olanların isimlerini okumuş Ve talebelerin arasından çıkmasını emretmiştir. Sünnileri ve hıristiyanları çıkardıktan sonra da Nusayrilerin üzerine ateş açmış, makinalıyla taramış ve cephaneliği ateşlemiştir. Bu hadisede 150 nusayri hemen ölmüş 100 nusayri hastanede ertesi gün ölmüş, 100 kişi ise yaralanmıştır.


İşte hadisenin içyüzü budur. Hükümet bu olayı Müslüman Kardeşlere yüklemiştir. Halbuki Müslüman Kardeşlerin bu olayla hiç ilgisi yoktur. Aşırı bölücülüğe kendi parti mensupları dahi dayanamamış ve bu hadiseyle patlamıştır. Ama nusayriler bu hadiseyi Müslüman Kardeşlere yükleyerek ülke çapında yoğun bir tutuklamaya girişmiştir. İşte müslümanların açıktan direnişleri de bundan sonra başlar. Suçlu veya suçsuz gençleri Müslüman Kardeşlere mensuptur diye tutuklayıp hapislere götürüyorlar, işkence ediyorlardı. Bu durum karşısında müslümanlar da artık karşı koymanın zanmanı gelmiştir diyerek silaha sarıldılar.


Müslümanların bu direniş hareketlerinden korkuya düşen Nusayriler mühim merkezlerinin önüne siperler yaparak asker koydular.


19.9.1981’de Esed düzeni umumi olarak başörtüsüne karşı bir hamleye girişmişti. Sokaklarda müslüman kadınların başları zorla açılıyor, başörtülü kızlar okullara alınmıyor, milletin kılık kıyafet hürriyetine engel olunuyor, dini bir şiar menediliyordu. Bunun üzerine mücahidler Özbekiyye mıntıkasında üç mühim merkeze bir baskın tertiplediler. Bunlar:


1 — Devlet Güvenlik Mahkemesi ve Genel İstihbarat merkezi.

2 — Askerî İstihbarat merkezi.

3 — İstihbarata mahsus askerlik merkezi.


29.11.1981 Pazar günü saat 11.00'de plânlanan baskın bu merkezlerin merkezlerde çalışanlarla dolu olduğu bir saat 11.00 olarak seçilmiştir. Bu baskında 500 nusayri ölü (aralarında 40 Rus teknik elemanı) ve 600 yaralı. Bu merkezler tamamıyla havaya uçurulmuş ve yıkılmıştır.


1981 Ekim ayında Nusayri bir yüzbaşıyı Zahire semtinde öldürdüler. Kasım ayında Şam’ı terkeden Nusayri paraşütçülerle dolu bir otobüsü Mücahidİer yine havaya uçurmuşlar ve içindekileri öldürmüşlerdir.


Bütün okullarda öğretmen ve öğrencilerin başörtü örtmesi yasağı konmuş ve müfettişler bizzat dolaşarak talebelerin başlarını açmaya zorlamışlardır. Ancak öğretmen ve öğrenciler buna razı olmamış ve okula gitmemişlerdir. Okullardan birinde ise muallime bir kız öğrencinin başını zorla açmak istemiş bunun üzerine bütün kız öğrenciler öğretmene hücum etmişler ve vurarak bayıltmışlardır.


İdlib ve İhsim mıntıkalarında da öğrenciler Ve öğretmenler başlarını açmayarak evlerine dönmüşler, okula girmemişlerdir.


1981 Kasım oyında Cisr eş-Suğur kentinde Lazikiye yolu üzerinde iki Nusayri subayını Mücahidİer pusuya düşürerek öldürdüler.


Lazikiye'de Ekim ayının son haftasında istihbarat teşkilâtı bombalandı. Lazikiye'de öğrencilerin başını zorla açan Fatıma Halebi ve ismi tesbit edilemeyen bir Nusayri. Lazikiye'nin Uveyne semtinde ölü olarak bulundular.


Banyas kentinde de El-Kadime köyünde bir eve baskın yapan Muhmud İbrahim isimli muhakkik öldürülmüştür.


16Kasım 1982, Mücahidlerden biri Haleb valisinin arabasına bir bomba atmış fakat vali o anda arabada olmadığı için kurtulmuş, dört nusayri asker ölmüştür. 


Bütün bunlar Suriyeli müslümanların hürriyetlerine vurulan zinciri kırmak içindi. Memur ve öğrencilerin başını örtme yasağı komşu ülke Türkiye’de de konmuştu. Ama sokakta gezen kadının başörtüsüne kimse bir şey dememişti. Zorla sokaktaki kadınların başını açmamışlardı. Ama Suriye’de böyle değildi. Nusayriler gruplar halinde sokak ve caddelerde dolaşıyor, gördükleri başörtülü kadınların başörtüsünü çekip alıyorlar, başını açıyorlardı.


23.12.1981’de Aliliyyat semtinde mücahidlerle nusayriler arasında bir çatışma çıkmış ve tam dokuz saat sürmüştür. Bu hadisede yirmi civarında nusayri öldürülmüş ve dört istihbarat arabası tahrip edilmiştir.


Bu ve buna mümasil direniş hareketleri mücahidlerin 2 Şubat 1982'de Hama kentini tamamiyle ele geçirmelerine kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra son merhale gelmektedir.


ÜÇÜNCÜ MERHALE: SON MERHALE (2 ŞUBAT 1982)


Bu merhale son Hama olaylarıyla başlar ve bu günlere kadar uzanır. Bu tarihte Müslümanlar Hama şehrini tamamiyle ele geçirmişler ve bazı askerî birlikler de taraflarına geçmiştir. Aynı zamanda Lazkiye, Hıms ve Şam gibi şehirlerde de geniş çapta hareketlenmeler olmuştur.

Son Hama olaylarının nasıl başlayıp geliştiğini Hamza Yılmaz’ın kaleminden takip edelim. 4 Ağustos 1982 Çarşamba günü çıkan Millî Gazetede Hamza Yılmaz şunları yazdı:



HADİSELER NASIL BAŞLADI?



1982 Şubat ayının üçüncü çarşamba akşamı ve gecesi şehre tanklar girerek caddelere ve sokaklara dağıldılar. Gece saat birde Barudiye semtinde bir evi tahrip ettiler. Sonra da tanklar umumi olarak bütün semtleri bombalamaya başladı. Evler içindekilerin üstüne yıkılıyordu. Bombardıman şehirden yirmi mil ötede duyuluyordu. O gece sabaha kadar kimse uyumadı. Sabah ezanı ile birlikte minarelerden cihada davet sesleri yükselmiş ve bütün Hamalılar ellerine geçirdikleri silahlarla, tek bir vücut halinde karşı koymaya başladı. Bu silkiniş hareketlerinin ilk saatlerinde mücahitler ve mukavemet kuvvetleri şehrin ortasındaki ordu merkezlerini işgal ettiler. Öğretmenler sendikasını, Hadır semtindeki hastaneyi, Haleb yolu üzerindeki kültür enstitüsünü, Nisaf yolu üzerindeki askerî okul ve karakollar işgal edildi. Baas partisinin merkezi, askerlik dairesi, maliye, millî ordu merkezi, siyasi emniyet dairesi ve istihbarat teşkilâtlarını da işgal ederek içindeki silahları aldılar. Bu silahlar millete dağıtıldı. Mücahidler şehrin batısında bulunan askerî kışla ve askerî hava alanını havan toplarıyla dövdüler. Bu kışlada olduğu anlaşılan Rıfat Esed kurtuluşu kaçmakta bulmuştu. (Esir alman bir asker kaçtığını haber verdi.) Askerî kışlanın istilasından sonra şehre tamamen hakim olmuşlardı.


Hafız Esed Hama'nın 7 km. güneyinde bulunan 47. tümene şehri geri alması için emir çıkarttı. Tümendeki subaylar arasında anlaşmazlık çıktı. Askerler birbirine girdi. Aralarında çıkan çatışmada askerlerin birçoğu öldü. Bunun üzerine hükümet zırhlı birliklere kamilen Hama'ya hareket emrini verdi. Hafız Esed'in yakınlarından Şefik Feyyaz'ın kumanda ettiği bu birlikler Şam'ın kuzeyinde Katıfe bölgesinde temerküz etmekteydi. Hamaya gelirken bu birliklerin 21. alayı isyan ederek karşı koydu ve aralarında çatışma çıktı. Bu üçüncü tümen Hama'ya güneyden gelerek o bölgenin Riyadi mahallesini işgal etti. Tarihte eşi raslanmayan bir katliama kalkışarak 1500’den fazla vatandaşı katletti. Cesetleri altı gün dışarda bıraktılar. Evlerin enkazı altında bir yığın ceset vardı. Hükümet kuvvetleri bundan sonra şehre girmek için birkaç defa daha hücum ettilerse de başarısız kaldı.


Hükümet, Lübnan’dan çektiği hususî birlikleri ve Seraya el-Difa' birliklerinden 3. Tümeni sayıları onbini bulan imdat kuvvetleri gönderdi. Böylece şehir etrafındaki muhasarayı sağlamlaştırdılar. Ve ağır silahlarla şehri uzaktan döğmeye başladılar. Meydan topları, tanklar, füzeler ve helikopterlerle geceli gündüzlü şehri bombaladılar. Daha sonra tanklarla şehre girmeye başladılar. Millet azimle karşı koyarak şiddetli bir mukavemete başladı. 70 tankı tesirsiz hale getirdiler. Nitekim mücahidlerin cephanesi bitince içeriye doğru (Hadır semtine doğru) çekildiler.


Çarpışma tam bir ay sürdü. Ordu iç semtlere giremedi. Ancak bu semtleri bir enkaz haline getirip tamamen yıktıktan sonra girebildi. Mıntıka ikinci dünya harbinden çıkmış Berlin'e döndü. Şehrin üçte biri tamamen yıkılmış, ikinci üçte biri yüzde elli nisbetinde hasar görmüş, diğer üçüncü kısmıysa hasar görmemiş bina kalmamıştır.


Hamada müslümanların direnişe geçtiği bu günlerde Şam, Humus, İdlip, Lazkiye ve Haleb'de de müslümanlar harekete geçmişlerdi. İşte müslümanlarla kâfir nusayriler arasındaki bu amansız mücadele esnasında dikkati çeken bir şey olmuştur. Kuveyt'te çıkmakta olan El-Müctema’ isimli dergi şunları yazdı:


«Yorum istiyoruz?! İslâmî bir silkiniş içinde olan bir Arab ülkesinde başşehrin havaalanı üç saat müddetle bütün uçaklara kapatılmış sadece İran'dan gelen birkaç uçağa iniş müsaadesi verilmişti. Bu uçaklar İranlı askerlerle doluydu. Bu gelen İranlı askerler (Nusayri) düzeni korumaya mı gelmişti yoksa Irak’a başka bir cephe açmaya mı gelmişti?»


Suriye hadiselerini nakil yüzünden kapatılmaya kadar giden El-Müctema dergisi haberi böyle imalı bir şekilde iletiyordu.


Bu meyanda Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü liderlerinden Adnan Sadeddin şunları söylemiştir:


«Biz Şahın günlerinde Humeyni hakkında hudutsuz bir sevgi beslemiştik. Çünkü İslâmî bir devlet mefhumuyla hareket edeceklerini açıkça söylüyorlardı. Fakat işin garibi Humeyni devleti ele geçirince söylediklerinden bir şey yapmadı. Bilakis aşırı bir taassup içinde tehlikeli bir yol tuttu. Biz buna rağmen çok sabrettik ve bu hususta kendilerine müracaat ettik. Kendilerine heyetler gönderdik. Dönen heyetler hep menfi haberlerle döndüler. Müslümanlara zulmeden Nusayri düzeniyle içli dışlı olan İran’ın müslümanlara sahip çıkmaması kendileri hakkında bu beyanatların verilmesine sebep olmuştur.


Hama hadiselerini bir de Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü liderlerinden Ali Beyanuni'nin ağzından dinleyelim:


«Hama hadiseleri Nusayri düzenin Aralık, Ocak aylarında yaptığı teftiş hareketiyle başladı. Hama'yı direniş hareketinin merkezi kabul eden düzen, şehri bu sebeple yerle bir etmeyi plânlıyordu. Bu sebeple RBC bombalarıyla kapıları çalıyor ve evleri içindekilerin üzerine yıkıyordu. Bütün bunları da milleti tahrik edip ummadıkları bir kargaşalığa getirmek için yapıyor ve bu hususta milleti tahrik etmek için bilhassa milletin dinî hislerini galeyana getirerek onları silahlı çatışmaya zorluyordu. Meselâ: 25.2.1981'de cuma namazı vaktinde Nusayri kuvvetler bütün camilere hücum ederek mushafları yırttılar ve namaz kılanlara hakaret ede­rek onları tahrik ettiler. Hatta Rıfat Esed Hama şehrini yıkıp yerine eğlence bahçeleri yapacağını söylemekten bile çekinmeyerek Hama hakkındaki düşüncelerini açıklıyordu.


Bütün bunların karşısında tabiiki millet silâha sarılacak ve bu amansız vahşice saldırılara cevap verecekti. Hele de bazı kadınların sokak ortasında çırılçıplak soyulup namusların paymal olduğunu, çıplak kadınların sokakta ne yapacağını şaşırmış vaziyette kaldığını gören Hamalı elbette silâha sarılacaktı.


Evet, öyle oldu ve millet şerefini korumak için silâha sarıldı. İşte bu noktada plânlanan bombalama işi başladı. Şehir uçaklarla körükörüne bombalanmaya başladı. Bu durum karşısında müslüman ve gayri müslimler tağut karşısında silâha sarıldı. Hadisenin ilk saatlerinde mücahidler şehre hakim oldu, 2 Şubat 1982.


İkinci gün şehri bombalama işi ağır toplarla aynı şekilde devam etti. Bütün mahalleler bombalanıyordu. Hama kalesine Seraya el-Difa’ askerleri indirmeye çalıştılar fakat başaramadılar. Bombalama devam ettikçe mukavemet de devam etti. Bir ay boyunca muhasaraya dayanan Hama şehrinde elektrik kesildi. Su kesildi. Gıda maddeleri gelmedi. Bu durum karşısında yakındaki köylüler Hama’nın imdadına koştu. Gıda maddesi yetiştirdiler Hama’ya ve kadınları ve çocukları Nusayri zulmünden kaçırdılar ve onları sakladılar. Düzen bunu görünce Hama'ya olan saldırısını artırdı. Ve şehri kâmilen yıkmaya karar verdi. Ve hakikaten de şehirdeki binaların çoğu yıkıldı. Bazı aileler bir fert kalmayacak şekilde öldürüldüler, Hadır semti olduğu gibi yerle bir oldu.


Bu hadisedeki kurbanların sayısını tam tesbit etmek güçtür. Çünkü hâlâ enkaz altında bir yığın ceset vardır. Bir yığın insandan hiç haber yoktur. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki ölü sayısı en az onbindir (10.000). En az onbin de yaralı vardır. Burada şuna işaret edelim ki Nusayri kuvvetleri şehri ele geçirdiklerinde onbeş yaşından yukarı olan bütün erkekleri toplayarak toplu olarak anında kurşuna dizdiler. Bu idamları bizzat Rıfat Esed kontrol ediyordu.



HAMA’DA YIKILAN MESCİTLER



Gelen kayıtlara göre sivillerden otuzbin (30.000) ölü askerlerden ise sekizbin (8.000) ölü bulunduğu tespit edilmiştir.


Hama'da yıkılan mescitlerin sayısı seksenin üzerindedir. Ama biz Müslüman Kardeşlerin yayın organı olan El-Nezir dergisindeki isimleri aşağıya alıyoruz;


Camiin ismi ve bulunduğu mıntıka:


1 — İman Camii — Şeria mhl.

2 — Salahaddin Eyyubi Camii — Rıyadı mhl. (Yeni Hama)

3 — Abdurrahman b. Avf Camii — Nekarıne mhl.

4 — Şeyh Mehran Camii — Şeyh Mehrarı mhl.

5 —  Şirazi Camii —  Hadır semtinde.

6 — Sad b. Muaz Camii —  Ferraye mhl.

7 —  Zaviye el-Hariri — Ferraye mhl.

8 — Meleki Camii —  Bab el-Beled mhl.

9—  Zaviye el-Silsile —  Bab el-Beled mhl.

10—  Zaviye el-Sefahıyye —  Bab el-Beled mhl.

11—  Rüstem  Bey Camii —  Muhalibe mhl.

12— İmam Müslim Camii — Bab-u Trablus meydanı

13—  Ehdeb Camii —  Suk ei-Tevil

14—  El-Cedid Camii —  Suk el-Tavil

15—  El-Eşgar Camii —  Suk el-Tavil

16—  Haşan  el-Sahn  Camii —  Suk el-Tavil

17—  El-Gan Camii —  Başura mhl.

18—  El-Nebi Ham  Camii —  Kalenin  altında

19—  Hatikan  Camii —  Tavafira  mhl.

20—  El-Musalle  Camii  —  Hama  müzesinin yanında

21 — El-Aidin Camii — Filistin mülteci kampında.

22— Ebuzer el-Ğıfari Camii — El-Ceracime mhl.

23— Abdullah b. Selam Camii — El-Bab el - Gıbeii mhl.

24— El-Şeyh Dahil Camii — El-Bab el-Gıbeli mhl.

25—  El-Sahn  Camii —  Cenub  el-Sekene  mhl.

26—  El-Ravda Camii   Kerem ei-Havrani mhl.

27 — El-İhsan Camii — Kerem el-Havrani mhl. 

28 — El-Murabıt Camii — El-Murabıt mhl.

29 —  El-lzzi Camii —  Bab el-Garbi mhl.

30 — Zaviye el-Şerabati —  Çevre Havva mhl,

31 — Mus’ab b, Umayr Cdmii —  Masna  el -Molla  mhl.

32—  Hay el-Semek Camii —  El-Semek mhl,

33—  Kasabbaşı Camii —  El-Dibağa mhl.

34—  El-Küçük Camii —  Tel el-Şüheda

35—  El-Haraki  Camii —  EI-Barudiyye  mhl.

36—  El-Sağır Camii —  EI-Barudiyye  mhl.

37—  Zaviy  el-Haraki —  EI-Barudiyye  mhl.

38—  El-Bahsa Camii —  Suk el-Ferraye mhl.

39— Ebu Bekr el-Sıddık Camii — El-Hadır meydanı

40— Tekiyye el-Ravda el-Hidaiyye — El-Emi-riyye mhl.

41—  Cebrin  Camii  —  Cebrin  mhl.

42— Hamza b. Abdulmuttalib Camii — Haleb yolunun doğusunda

43—  Osman  b. Affan  Camii —  Huseynat mhl.

44—  Üsame b. Zeyd Camii — Haleb yolu evleri

45 —  Mustafa  Cabir Camii —  El-Sevre mhl.

46 — Ali b. Ebi Talib Camii — El-Mizrab mhl. 

47 — El-Rahme Camii'— Ayn el-Bad mhl.

48 — Ebu el-Fida Camii — Cisr el-Heva mhl.

 49 — El-Abisi Camii — El-Sicn mhl.

50 —  E'l-Hamidiyye Camii —  El-Hadır mıntıkası

51 El-Mehenna  Camii 

52 El-Şerki  Camii 

53 — ‘ EI-Barudiyye  Camii  

54 El-Şeyh Mervan Hadid C. 

55 El-Efendi  Camii 

56 —  EI-Tekiyye Camii 

57 El-Şifa  Camii 

58 El-Erbem  Camii 

59 El-Trabzon Camii 

60 El-Menah  Camii 

61 — El-Şeyh  Zeyn  Camii  

62—  El-Kebir Camii —  EI-Medine  mhl.

63—  El-Sircavi  Camii —  Ei-Medine  mhl.

64—  El-Hasaneyn  Camii —  EI-Medine  mhl.

65—  Ömer b. Hattab  Camii —  Haleb yolu

66—  El-Hüda  Camii —  Haleb  yolu

67—  El-Havrani Camii —  Suk el-Şecere

68—  Suk Şecere  Camii —  Suk el-Şecere

69—  Zaviye  el-Keylani —  El-Keylaniyye  mhl.

70— El-Şeyh İbrahim Camii — El-Keylaniyye mhl.

71— El-Şeyh Hüseyn Camii — El-Keylaniyye mhl.

72—  El-Muhsinin  Camii —  El-Beyad  mhl.

73—  Bilal Camii —  El-Beyad mhl.

74— El-Şeyh Muhammed el-Hamid Camii — El-Mahatta mhl.

75—  El-Mesud  Camii —  Bab el-Cisr mhl.

76—  El-Şeyh Alvan Camii — Alemeyn Cad.

77—  El-Nuri Camii —  Kale altında

78—  El-Sultan  Camii —  EI-Dibağa mhl.

79—  El-Medfen  Camii —  Asi  meydanı

80—  El-Şeria Camii —  El-Şeria  mhl.

81—  El-Şüheda  Camii —  El-Sabuniyye mhl.

82—  Halld b. Velid Camii —  Mısyaf yolu

83—  Tosun Bey Camii —  Bab Trablus

84—  Sad b. Ebi Vakkas Camii —  El-Vadi mhl.



YIKILAN KİLİSELER


1— Katolik kilisesi, 

2 — El-Akıbe kilisesi, 

3 — El-Rum kilisesi.

Nusayriler şehri ele geçirdikten sonra dirilere yaptıklarıyla yetinmemişler, kabirleri açarak kepçelerle mezarları dağıtmışlar ve ölülere de işkenceden geri kalmamışlardır. Yıktıkları müslüman kabristanlarını şöylece sıralayalım:


1 — Bab el-Beled kabristanı: 500 dönümlük bir sahada olan bu kabristanda sayılamayacak kadar büyük zat yatmaktadır.

2 — Tel el-Şüheda kabristanı: Haçlı ordularına karşı savaşıp şehid düşenlerin yattığı kabristan.

3—  El-Şeyh  Halu  kabristanı

4—  Ei-Hadır  kabristanı

5—  Bab  el-Cisr  kabristanı

6—  El-Oşr kabristanı

7—  El-Kalıyyat  kabristanı


Tamamıyla yıkılan tarihi hamamlar:


1 — Hadır mıntıkasında Keylaniyye mahallesindeki El-Şeyh hamamı

2 — Hadır mınıtkasında Ei-Medar çarşısındaki EI-Medar hamamı

3 — El-Suk mıntıkasında El-Medine semtinde El-Zeheb hamamı

4 — El-Suk mıntıkasında Çevre Havva mahal­ lesindeki El-Kadı hamamı

5— El-Suk mıntıkasında El-Mevkıf meydanın­ da El-İdrik hamamı

6— El-Suk mıntıkasında El-Dibağa semtinde­ ki El-Half hamamı

7— El-Suk mıntıkasında El-Tovil çarşısındaki El-Esadiyye hamamı


Bombalama esnasında kısmen yıkılan hamamlar:


1— El-Hadır mıntıkasında El-Sicn mahallesindeki El-Absi hamamı

2— El-Suk mıntıkasında Buston el-Seade mahallesindeki El-Sultan hamamı

3— El-Suk mıntıkasında El-Başüra mahallesindeki El-Osmaniyye hamamı

4— El-Suk mıntıkasında El-Methaf mahallesindeki El-Müteyyidiyye hamamı

5— El-Suk mıntıkasında El-Merabıt mahallesindeki El-Dervişiyye hamamı



Yıkılan tarihî çarşılar;


1— Mansuriyye çarşısı, Uzun çarşı: Bu çarşı kapalı çarşıların en eskisidir.

2—  Cilbab çarşısı

3—  El-Hakana  çarşısı

4—  El-Şeyh  Maruf çarşısı

5—  El-Müfti çarşısı

6—  El-İmam  Ebu  Hanife çarşısı

7 —  Çevre  Havva  çarşısı

8—  El-Hayyatm çarşısı

9—  El-Neccarin  çarşısı

10—  El-Hırban  çarşısı

11—  Ei-Barro çarşısı

12—  El-Şecere  çarşısı

13—  Halil  Müslim  çarşısı

14—  El-Sağa  çarşısı

15—  El-Nehhasin çarşısı

16—  El-Şearin çarşısı

17—  El-Meşşat  çarşısı

18 —  Burhan  çarşısı

19—  El-Medar  çarşısı  


Böylece, Nusayrilerin idaresi, bir milleti tarihiyle birlikte yok etmiştir. İnsan bir yana, eski eserleri, millî tarihin izlerini bile yok etmekle, milletin ötesinde insanlık suçu işlemiş, tüm dünyaya kötülük etmiştir. Bu listeleri bunun için sıraladık.


Suriye müslüman halkının; Nusayri, Baas- sosyalist Arap ırkçılığı karması bir fesat ocağı tarafından böylece kıyılmıştır. Dünya durdukça lanetle anılsın Nusayri kâfirleri.


Yazımızı  iki önemli vesikayla  bitiriyoruz:


Bunlardan birisi, Cihan savaşı sonunda memleketi işgal edip, 1936 larda ise kukla idare kurmak isterken, idareyi sûnni müslümanlara vermemeleri için Fransaya verilen alevi beyânı.


Birisi ise, Hafız esad'ın Golanı sattığı dönemde, yahudi casuslarına çıkardığı gizli af kanunu.



Milletinin haini böyledir.  Okuyunuz;


Yahudilerle işbirliği yapan Hafız Esad'ın ihanet zincirine bir yenisi ekleniyor. Bu ihanetini gizli bir yazı çıkartarak neşrini yasaklamak şeklinde örtmeye çalışıyor. Yazının açıklanmaması içindeki ihaneti simgelemesinden ileri geliyor. Çünkü bazı Suriye makamlarınca tutuklanıp cezaya çarptırılan yahudi casusların affedilmesini ve serbest bırakılmasını içeriyor. Üstelik bu yazı 1974 senesindeki Teşrin harbinden sonra idi. Bu harpte Yahudiler yeni yeni topraklar almışlar ve 1967’de Hafız Esad’ın İsrail'e sattığı topraklara ilaveten otuzaltı köyü daha istilâ etmişlerdi.


Bu yazıyı Esad, Golan tepeleri üzerine yapılan görüşmeler esnasında yahudilere bir iyiniyet hediyesi olarak çıkarttı. İşte metni:

Yazı no: 385 Ceza kanunları ahkâmı cezai muhakemat usulü, 1.9.1971 tarih ve 43 sayılı hukuki yazılar ve kararlar gereğince, ayrıca; 1132/1154 e 29. 10.1951 tarih, 69/101 e 1952 senesine ait, 2/214 sayı 21.12.1955 tarih, 18/19 a 12.10.1959 tarih 9 /10 a 2.5.1959, 10/22 ye 5.9.1959 ve 11/11 e 10.12.1960 tarihli karara bağlanmış hüküm kuvvetindeki mükteseb ahkam gereğince İsrail istihbaratına bilgi kaçırmak, bazılarının İsrail'e giderek casusluklarının karşılığını almak ve İsrail makamlarıyla ilişki kurmak suçundan 23 kişiye müebbed hapis cezası verilmişti. Bu kararlar aşağıdaki şekilde uygulanacaktır:


Madde - 1 Yukarıda zikredilen mahkumların geriye kalan ceza müddetleri için 1123/1154, 213/20, 9/1, 18, 19, 11/11 rakamlı askeri mahkeme kararıyla hususi af çıkarılmıştır.

Madde - 2 Bu yazı tenfizi için gerekli makamlara tebliğ olunacak. Bu yazı neşrolunmaz. Gizlidir.

20.2.1974 Şam  - Reisicumhur Hafız Esad

Bir nüsha Şam savcılığına Adalet Bakanı Muhammed. 

Adalet Bakanlığı No: 2204  Edip En-Nahvi, Alevilerin Fransa Hükümet Reisi Lion Blama takdim ettikleri bu vesika Fransa Dışişleri Bakanlığında 15.6.1936 tarih ve 3547 numara ile mahfuz olup, bir suretide Fransa Sosyalist Partisindedir. Alevi taifesi liderleri Fransa reisine şunları yazmıştı:

Fransa ve Suriye arasındaki görüşmeler münasebetiyle Alevi Taifesinin liderleri olarak sizin ve partinizin aşağıdaki noktalara dikkatinizi çekmek bizim için bir şereftir;


1 - Çeşitli fedakârlıklarla devamlı istiklalini muhafaza eden Alevi Milleti dini inançları, adetleri ve tarihiyle Sünni müslümanlardan tamamen ayrı bir millettir. Alevilerin Sünnilere baş eğdiği vaki değildir.


2 - Alevi milleti Müslüman bir Suriye devletine iltihakı kabul etmez. Çünkü böyle bir devlette İslâm Dini devletin resmi dini olarak kabul edilir. Alevi Milleti İslâm'a göre kabul edilir. Binaenaleyh üzerinden gözetim kaldırıldığında müslümanlar Alevileride kendi devletlerine katarlar. Ve dinlerinden kaynaklanan kanunları tatbik etmeleri mümkündür. Bu noktaya hususiyle dikkatlerinizi çekeriz.


3 - Suriye'ye istiklâlini vermek ve muhalefeti susturmak Suriye'de sosyalizm ilkeleri için çok güzel bir misal olacaktır. Ancak verilen İstiklâl mutlak olursa o zaman bazı müslüman ailelerin Cibal en-Nusayriyye, İskenderun ve Kilikya’da alevileri sultaları altına almaları demektir. 


Ama bir parlamento olsa parlamentoya dayanan bir hükümet olsa o zaman ferdî hürriyet kendini gösteremez {veya hükümet ferdî hürriyete müsaade etmez]. Parlamentoya dayanan idare bazı yapmacık görünümü olan bir idaredir. Bu göstermelik şeylerin hiç kıymeti yoktur. Bilâkis böyle bir idarede kapkara dinî taassuba dayan bir nizamdır. Azınlıklara karşı mutaassıp davranırlar. Acaba Fransızlar Alevileri müslümanlara musallat etmek mi istiyor?


4- Tohumları müslüman Arapların göğüslerine ekili olan kin ve taassub müslüman olmayan herşeye şamildir. Ve bu ruhu İslâm besler. Devamlı olarak vaziyetin değişeceği ise mümkün değildir. Bu sebebten eğer tampon ilke aradan çıkarsa Suriye’deki azınlıklar ölüme terkedilmiş demek olduğu gibi din ve inanç hürriyeti de ortadan kalkacak demektir.


İşte biz bugün nasılki Şam'daki müslümanlar aralarındaki Yahudileri sıkıştırıyorlar, onlardan Filistin’deki Yahudilere yardım göndermeyeceklerine dair taahhüd alıyorlarsa bize de aynı şeyi yapacaklarını kesin olarak biliyoruz. Filistin'deki Yahudilerin durumu buna en açık örnektir. Müslümanların müslüman olmayanlara karşı tavır ve tutumlarına Filistin misal olarak yeter. Arablara medeniyeti getiren bu temiz Yahudi milleti Filistin toprakları üzerinde altın saçtılar ve refah yaydılar. Kimseye eziyet etmediler. Kimseden zorla bir şey almadılar. Buna rağmen müslümanlar «Yahudilere karşı mukaddes harb ilan ettiler. Filistinde İngiltere, Suriye’de Fransa olmasına rağmen Yahudilerin çocuklarını kadınlarını kestiler. Bu sebepten aradan bu devletler çıkar ve Suriye Müslüman Filistinle birleşirse bu Yahudilerin ve azınlıkların sonunun çok kötü olduğunu gösterir. Arabların hedefi Suriye ve Filistini birleştirmektir.


5 - Biz sizin Suriye milletini müdafaa hususunda ne kadar alicenap olduğunuzu takdir ederiz. Aynı şekilde Suriye’nin istiklâli için ne derece hassas olduğunuzu da takdir ederiz. Fakat Suriye hâlâ sizin o şerefli aziz hedefinizden çok uzaktadır. Çünkü hâlâ müslüman ağalık ruhuna boyun eğmektedir. Suriye ne Fransa hükümetinin ne de Fransa Sosyalist Partisinin Alevi milletini köleleştirerek ve azınlıkları ölüme terkedecek bir istiklâle evet diyeceklerini zannetmeyiz, beklemeyiz.


Suriyeliler Alevileri de Suriye'ye katmalarını sizden istemelerine müsbet cevap vermeniz ise imkân haricidir. Böyle bir şeyi siz kabul etmezsiniz. Sizin ilkelerinizle de bağdaşmaz. Çünkü siz milletin hürriyetini elinden alıp zulmedenlerin bu teklifini kabul etmeyecek kadar ileri görüşlüsünüz.


6 - Belki siz anlaşmalarda Alevilerin hakkını temin etmeyi anlaşma şartları içine alırsınız; Fakat size kesinlikle bildirelim ki Suriye müslümanlarına göre anlaşma şartlarının hiçbir kıymeti yoktur. Biz ise bu yolla İngiltere’den iyiliklerini gördük. Yezidilerin ve Eşarilerin IrakIılar tarafından kesilmesine mâni olan anlaşmada İngiltere’den bir hisse olmayı başardık.


Bu vesikayı imzalayan bizler Alevi milleti adına Fransa hükümetinden ve Fransa Sosyalist Partisinden imdat istemekteyiz. Alevi milletinin hürriyetini emniyet altına almanızı taleb eder bu talebimizi Fransa ve Sosyalist Partisi liderlerine takdim eder Fransa’ya muhlis bir dost olan ve ölümle tehdit edilen Alevi milleti sizden umduğunu bulacağına emin olduğunu da bildiririz.


İmzalayanlar:

- Muhammed Bey Cüneyd Süleyman el-Mürsid

- Aziz Ağa el-Hevaş

-Süleyman Esed

- Mahmud A ğa' Cedid

- Muhammed Süleyman el-Ahmed




NUSAYRİLİK ve SURİYE'de NUSAYRİ ZULMÜ

Hazırlayanlar:

Ali Gülşehri — Resul Tosun


8 Mayıs 2023 Pazartesi

RUSYA TARİHİ -1

 Bas Devletinin kuruluğundan Moskova Büyük Knezliğinin yükselişine kadar (862 — 1462)

 


SLAVLAR, DOĞU SLAVLARI, VAREG - RUSLAR


Slavların Slavların hind-avrupa (arî) menşeli kavimlerle aynı ırk menşei  dan oldukları  antropolojik ve dil araştırmalarıyle tesbit edilmiştir.  IX. - X. yüzyıl mezarlarında bulunan iskelet kalıntıları eski Slavların  ekseriyetle dolikosefal ,  uzun boylu, yani şimal ırkının hususiyetlerini taşıdıklarını gösterir.

Kavimler Büyük Göçler devrine ait bazı slav iskeletleri üzerinde yapılan incelemeler de bunu sağladığı gibi, VI. Yüzyıl Bizans  kayıtlariyle, IX.-X. yüzyıl arap kaynaklarındaki  bilgiye  göre de  Slavların "sarışın,, bir kavim  oldukları bilinmektedir. Bu suretle antropolojik hususiyetler, Slavların - german, yani şimal ırkına yakın olduklarını gösterir. Somatologya (beden  yapısı) bakımından artık M. ö. I. Bin tarihlerinde, halis bir hind-avrupa ırkı olmadığı, bütün ırkların az çok birbirleriyle karışmış oldukları anlaşılıyor. Buna göre Protoslavların safkan bir ırk olmadıkları muhakkaktır; yani eski Slavlardan büyük bir  kısmı  dolikosefal ve sarışın olmakla beraber, aralarında mezosefal veya brakisefal ,  kumral,orta boylu, kara saçlı olanların da bulunduğunu kabul etmeliyiz, işgal ettikleri sahanın icabı - fin ve Türk ırklarına  mensup kavimlerle komşu bulunmaları yüzünden,  Slavların  gittikçe "turanlı,, unsurlarla karışmağa başladıkları ve ilk ırkî özelliklerini de tedricen kaybettikleri  anlaşılıyor.

Dil, arkeologya  ve bitki adlarının  araştırmasından  çıkan neticelere göre " ilk slav vatanı,, nın Vistül nehrinden başlıyarak Pripet havzasını ve Orta Dnepr sahasını işgal ettiği anlaşılıyor. Bunun batı, kuzey, doğu ve güney sınırları katiyetle tesbit edilemiyor. Bu saha güneyde Karpatlann eteklerine dayanmış olmalıdır; batıda, Elbe nehrine  kadar uzandığını iddia edenler varsa da, bu hususta kesin bir şey söylemek için müsbet deliller yoktur; Slavların  Elbe  boyuna kadar yayılmaları M. s. vukubulsa gerektir.  Eski Slavların İlmen gölüne ve doğuda Oka nehrine kadar yayıldıkları da kesin olarak ispat edilemiyor; aynı veçhile Turla (Dnestr) ve Aksu (Bug) boyunca ta Karadenize kadar indikleri iddiası da müspet delillere dayanmıyor. Slavların, Karpatların kuzeyindeki sahadan, daha doğrusu Pripet havzasından (bugünkü Polesie) muhtelif istikametlerde yayılmaları ancak milâttan sonraki bir gelişme olsa gerektir. Slavların tarih sahnesine çıkmalarına ve aşağı kültür basamağından daha yukarı bir dereceye yükselmelerine de Türkler ve Germanlar'ın âmil oldukları bazı bilginler tarafından ileri sürülmüştür; bu iddia slav tarihçileri tarafından red edilmişse de, büsbütün esassız değildir. Hele tarihî devirlerde buna benzer olayların çokluğunu göz önünde tutarsak, bu görüşü hemen red etmek doğru olmasa gerektir. Her halde Slavların pek erkenden Türk (Altaylı) ve german kavimlerinin tesirlerine maruz kaldıkları muhakkaktır; yalnız bu tesirlerin şumulü henüz olduğu gibi tesbit edilmiş değildir.


Slav (Slovene) adına ilk defa, eserini M. s. VI. yüzyılın başlarında yazan, Nazians'h Pseudo-Cesarios'un kitabında raslanıyor. "Slav” sözünün ne anlama geldiği bilinmiyor; bu isim de, birçok kavimler adı gibi, menşei ve mânası açıklanamıyor.



Doğu Slavları


Eski slav  yurdunun doğu sahasını işgal eden uruğlar, Doğu Slavları grubunu teşkil etmişlerdi. Bunların yaşadıkları saha: Pripet havzası (Polesie), Berezina nehrinin aşağı kısmı, belki de Desna ve Teterev boyları ile, galiba, Volinya çevresini ihtiva ediyordu. Milâttan önceki devir Slavlarına ait her hangi bir kayıt bulunmadığından, Doğu Slavlarının bu devirde işgal ettikleri sahayı tayin imkânsızdır. Slavlara milât sıralarında, "Vened,, denildiği biliniyor; daha sonraları, M. s. VI. yüzyılda Slavların bir kısmına "Ant,, denildiğini de biliyoruz. Antların Dnestr ve Dnepr boylarında yaşadıkları anlaşılıyor. Slavların bu kısmının diğer zümrelerine nisbetle daha harpçı oldukları nazarı itibara alınırsa, bunların "slavlaşan,, herhangi bir "Türk,, kavmi olması ihtimali de hatıra gelmektedir; fakat bu görüş henüz isbat edilmiş değildir.




Slavlar Üzerinde  Avar ve Hazar hâkimiyeti   



Türk Kağanlığının  kurulmasından  sonra (M. s. 552) jujanlar (Avarlar)'ın bir  kısmı idil (Volga)  nehrini  aşarak  Avrupa'ya  geçmişler, ve  568 e  doğru,  Pannonya  merkez  olmak üzere,  büyük  bir  Avar  imparatorluğu kurmuşlardı. Slavlarla  meskûn  sahanın kâmilen Avarlara tâbi olduğu biliniyor. Slavlar bu suretle uzun zaman avar hâkimiyetinde kalmışlardı. Bu yeni durum onların tarihî gelişmeleri üzerinde büyük bir tesir yaptı. Slavların faal bir unsur olarak ilk defa tarih sahnesinde görünmeleri, Balkanlarda ve Bohemya'da yerleşmeleri, ilk siyasî teşkilât kurmaları ve hatta etnik bakımdan ve karakter itibariyle değişmeleri Avar hâkimiyetinin tesiriyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu hâkimiyetin hatırası Doğu Slavlarda tâ XII. yüzyıla kadar devam etmiştir. "Avar„'ın slavcası olan obr, slav dillerinde "alp,, veya "müstebit,, anlamına gelir (Çekçe-obr, lehçe-olbrzym). Bohemya'da ve Karpatlar mıntakasındaki slav kadınlarının sık sık Avarlar tarafından da ziyaret ediidikleri hakkında eski rus vekayinâmeierinde birtakım hatıralar bulunmaktadır. Bunun neticesi olarak Slavların etnik durumları da epeyce "Avarlaşmış,, olmalıdır. Avar hâkimiyetine karşı durmak istiyen slav uruğları şiddetle tedip edilmekte idi. Bu kabilden olmak üzere, avar kumandanı Apsich, 602 yılında Ant'ları tedip için Dnestr boyuna hareket etmişti. Bu tarihten sonra kaynaklarda bir daha "Ant,, adına raslanmadığı nazarı itibara alınırsa, Antların önderliği altında kurulan siyasî birliğin tamamiyle dağıtıldığı ve Antların da imha edildikleri anlaşılıyor. Avarların zâfa uğrayarak slav sahasından çekilmeleri üzerine, Doğu Slavları ikinci bir Türk kavminin nüfuz ve tesirine maruz kaldılar. Bu kavim Hazarlar idi.


Hazar Kağanlığı VII. yüzyılın sonlarına kadar Doğu Avrupasının en büyük ve yegâne siyasî teşkilâtı idi. Hazarlar, Don nehrinin aşağı kısmında, Kerç boğazında hem ticaret iskeleleri, hem de kaleler yaptıkları gibi (Sarkel, Tamatarhan) Orta Dnepr'de de şehirler kurmuş olmalıdırlar (Kiyef'in eski adı hazarca: Sambata veya Sarkata olabilir). Doğu Slavlardan Polyan, Radimiç, Severyan ve Vyatiç uruğlarının Hazarlara tâbi oldukları ve vergi ödedikleri biliniyor. Kiyef'te, sonraları, "Pasınga,, (paşınga veya basınga) adı ile bir hazar valisinin bulunması, ve Kiyef'in bir mahallesinin "Hazarlar,, (Kozare) adı ile anılması, burada hazar hâkimiyetinin derecesini göstermeğe kâfidir. VIII. yüzyıl sonu ve IX. yüzyıldan beri Dnepr boyunca Karadenize inmeğe başlayan iskandinavyalı Normanlar (Vareg-Ruslar) da Orta Dnepr'de kaldıkları müddetçe hazar hâkimiyetini tanımışlardı. Kiyef mıntakasındaki Polyan'ların bilhassa hazar tesirine maruz kaldıkları ve siyasî bakımdan diğer Doğu Slavlara nisbeten daha evvel "olgunlaştıkları,, anlaşılıyor. Eski rus-slav kanunlarında, ekonomik hayatlarında ve hatta bazı din telâkkilerinde hazar tesirini görmek kabil oluyor. Slavlar üzerindeki hazar hâkimiyetinin hiç te ağır olmadığı, vekayinâmedeki (859) yılı şu kayıtla tesbit edilmiştir: Hazarlar, Polyanlar ve Vyatiçlerden "her baca,, yani (ev)'den birer beyaz sincap kürkü vergi olarak alıyorlardı. Hazar devlet ve ekonomik teşkilâtının sonraki Vareg-Rus idaresinde örnek tutulduğu kuvvetle muhtemeldir.


Slav Uruğları ve Komşuları


Doğu Slavlarının, VII. - VIII.  yüzyıllarda  birçok  uruğlara  böiündiikieri  biliniyor.  Bunlar şunlardı: ilmen gölü  çevresinde ve Beloozero (Akgöl) civarında Slövene (Sloven'ler); Dûna nehri başlarında - Kriviç'er; Dûna ile Vilya nehirleri çevresinde - Poloçan'lar; Pripet boyunda ve Berezina sahasında - Dregoviç'ler ; bunlardan biraz cenupta, Dnepr'in sağ tarafında Drevlyan'ler; Soj nehri boyunca Radimiç'ler; Desna havza-sında Severyan'ler ; Oka ırmağının baş kısmında - Vyatiç'ler; Batı Bug nehrinin baş kısmındaki Bujan'lar ve Yukarı Dnestr havzasındaki Vollnyan'ların da Doğu Slavlardan oldukları anlaşılıyor. Aksu ile Turla (Dnestr) arasındaki Tiverts' lerle, Turla ile Prut arasındaki Ugliç (Uiiç) lerin slav olup olmadıkları katiyetle tesbit edilemiyor.


Slavların en eski komşularından biri de Litav'lardır. Slavların ve Litavların çok eskiden bir arada yaşadıkları ve müşterek bir slav-litav dilinin mevcudiyetinden bile bahsedilmektedir. M. s. VII. - VIII. yüzyıllarda Slavlarla Litavlar arasında artık büyük farklar vardı. Litavlar, Niemen ve Vilya havzasında bulunuyorlardı; Aşağı Niemen ile Vistül arasında, yine Litav aslından, Prus'lar, Aşağı Dûna boyunda da Jmud'ler yaşıyorlardı. Batı Bug nehrinin aşağı tarafında da Yatvyag'Iar vardı. Slav yayılışı neticesinde litav kavimlerinin tedricen Baltık denizine doğru sürüldükleri anlaşılıyor. Kültür seviyesi ve içtimai teşkilât bakımından Litavların Slavlardan geri oldukları biliniyor.


Doğu Slavları Pripet havzasından doğu-şimal ve doğu istikametinde ilerledikçe, fin kavimleriyle temasa geldiler ve fin sahasını işgale başladılar. Fin kavimleri de birçok zümrelerden ibaretti. Bugünkü Estonyada Çud'ler ve Est'ler; Neva mansabında Vod 'ler; Finlandiya'da Suom'lar; Yukarı Volga mıntakasında Ves'ler; Yukarı Volga ile Klyaz'ma nehirleri arasında Merya'ler; Klyaz'ma ve Moskova nehirleri boyunda Muroma ve Meşçer'ler vardı. Sura havzasında da Mordva'lar; Volga'nın sol sahili ta Ural dağlarına kadar Çirmiş (Mari), Votyak (Ar) ve Perm'lerle meskûndu. Sukhona ile şimali Dûna arasında da Çud'ler; Vıçegda havzasında da Urallara kadar, Zıryan'ler vardı. Ormanlık ve çok geniş bir sahaya dağılan bu fin kavimlerinin, birbirlerinden uzak bulundukları, esas meşguliyetlerini avcılık teşkil ettiği biliniyor. Fin kavimlerinin, hem kültür, hem içtimai teşkilât bakımından, Slavlardan aşağı bir derecede bulundukları muhakkaktır. Bundan ötürü fin kavimleri, Doğu Slavlarının ilerlemelerini durduramamışlardır; İlmen gölü ve Yukarı Volga ile Oka havzasındaki Finler, ya Slavlar önünde çekilmişler, veya yerlerinde kalarak Slavlarla karışmışlardır. Doğu Slavlarının, bu suretle, fin unsurları ile karışmağa başlamaları VII. yüzyıla kadar çıkmaktadır.


İdil ile Kama nehirlerinin birleştikleri sahada, VI. yüzyıl sonundan itibaren bir devlet kurmuş olan Bulgar Türkleri ile Doğu Slavları arasındaki temas, mesafe uzaklığından ötürü, oldukça geç başlamıştır. Slavlar, Volga ve Oka nehirlerini takiben aşağıya inmeğe başladıktan sonra, idil Bulgarlariyle de temasa geldiler. Hazar kağanına tâbi olmakla beraber, iç işlerinde tamamiyle müstakil olan Bulgarlar, Kiyef-Rus Devletiyle ve Volga'nın yukarısındaki rus şehirleriyle münasebet tesis etmiş ve Rus Devletinin hem ekonomik, hem kültür gelişmelerinde mühim rol oynamışlardır.




Doğu Slavları Tarafından İşgal Edilen Sahanın Karakteri



Doğu Slavları ilk yurtlarından çıkıp Dnepr nehrinin başlarına doğru ilerleyerek yavaş  yavaş Rus Ovasını işgal ettiler. Slavlar, bulundukları yerlerin coğrafî ve tabii şartlarına uymak mecburiyetinde idiler. Rus tarihçilerinin, üzerinde ısrarla durdukları gibi, Doğu Slavlarının yayılışlarında , yaşama tarzlarında, nihayet rus milletinin teşekkülünde ve Rus Devletinin siyasi gelişmesinde , Doğu Slavlarının VII.-VIII. yüzyıldanberi işgal edegeldikleri sahanın coğrafi durumu  ve tabiî şartlarının çok büyük tesiri  olmuştur. Bu saha esas itibariyle düzdür. Ancak yer yer tepeler göze çarpar. Volga ve Dnepr nehirlerinin baş kısımlarına düşen mıntakada tepeler ve Alaun yüksekliği bulunuyor; en karakteristik vasıflarından biri de burada nehirlerin çokluğudur . Bu ırmakların suları bol, akışları yavaş olduğundan gemiciliğe müsaittir; bunlar, üstelik birbirlerine yakındırlar veya kolları vasıtasiyle bir nehirden ötekine geçmek gayet kolaydır. Dnepr, Volga, Don ve Şimalî Dûna gibi büyük nehirlerin akış istikametleri, Doğu Slavlarına yayılış sahalarını önceden tayin ve tesbit etmiş gibidir. Dneprin yukarı kısımdan Batı Düna'ya, oradan da İlmen gölüne akan nehirlere geçmek gayet kolay olduğundan, Slavların güçlük çekmeden İlmen ve Beloozero kıyılarına ulaştıkları anlaşılıyor; aynı tarzda, sonraları, Volga boyunca aşağıya doğru iniş hareketi başlamıştır. Nehirlerde balık çokluğu, Slavlara geçim derdini kolaylaştırıyordu. Yaz mevsimlerinde kayıklar vasıtasiyle  rahat bir münakale yolu teşkil eden bu nehirler, kışın, kalın buzlarla örtülünce çok rahat birer yol oluveriyorlardı; sık ormanlar içinden akan bu ırmakların suları azalmıyor ve ormanlar içinden kolayca geçmek imkânını da veriyorlardı.


Doğu Slavlarının işgâl ettikleri sahanın ikinci hususiyeti de, buranın baştanbaşa ormanlık olmasıdır. Rus ovası, Karadeniz kıyılarından başlıyarak, istep (bozkır), ormanlık ve tundra olmak üzere üç bölgeye (mıntaka) bölünür. Ormanlık saha en genişi olup, eskiden şimdiye nazaran, çok daha cenuba inerdi; Kiyef çevresini ve Kharkof'u aşardı; bu bölgenin şimalde 60° dan yukarı çıktığı biliniyor. Volga, Dûna, Don ve Oka nehirleri boyları (baş ve orta kısımları) sık ormanlarla örtülü idi. Zaten en eski slav yurdunda da nehir, bataklık ve ormanın çok olduğu hatırlanırsa, Doğu Slavları cetlerinin içinde yaşadıkları muhiti yeni yurtlarında da bulmuşlardı. Ormanlarda av hayvanlarının çokluğu, avcılığa; yabani arıların çokluğu, arıcılığa sevkettiği gibi, orman aralarındaki alanlar, küçük mikyasta olsa dahi, ziraatle meşgul olmaya ve hayvan beslemeğe imkân veriyordu. Dnepr boyunca yapılan ticaretin inkişafında kıymetli hayvanların kürkünü satmak maksadiyle yapılan avcılığın bilhassa ehemmiyeti olduğu görülüyor.



Doğu Slavlarının Yaşayış Tarzları



Slavların işgal ettikleri bataklık ve ormanlık  saha onların esaslı bir şekilde ekin ekmelerine  elverişli  değildi;  bundan  ötürü Doğu Slavları da,  işgal  ettikleri  yerlerin  tabiî ve coğrafî şartlarına uyarak,  ziraatten ziyade avcılık, balıkçılık ve kısmen de arıcılıkla meşgul  olmuşlardır. Ormanlık sahada alanlar açıldıkça ziraatin de inkişaf ettiğini görüyoruz. Slavların geçim  tarzları ve meşguliyetlerinin  icabı olarak, uzun  zaman bir yerde kalmadıkları anlaşılıyor. Bulundukları sahada av hayvanları azalınca, veya tarla durumu darlaştıkça onların daha müsait mıntakalar arıyarak mütamadiyen yer değiştirdikleri biliniyor. Karşılarında mukavemet edecek bir zümre bulunmadığı zaman, yayılış sahalarının süratle genişlediği anlaşılıyor. Fin kavimleri arasına giren Doğu Slavları, ormanlardaki alanları ektikleri ve ağaçları keserek, köklerini çıkarıp tarlalar hazırladıkları ve bu suretle ziraat sahalarını genişlettikleri malûmdur. Batı ve Güney Slavlarının devamlı olarak yerleşmelerinde ve çiftçi bir kavim olmalarında Avar'ların büyük bir rolü olduğunu biliyoruz; fakat aynı tesirin Doğu Slavlarının üzerinde de hükmü olup olmadığı bilinmiyor. Maamafih Avar (veya başka bir Türk kavmi ) hücumlarına karşı koymak ve tehlikelerden korunmak maksadiyle ilk slav, müdafaa kampları, kazıklardan ( palisad ) yapılan ilk müstahkem mevkiler, "gorodişçe,, lerin inşa edilmiş olması muhtemeldir; bu suretle daha büyük toplulukların bir arada kaldıkları mevkiler vücude gelmiş olmalıdır. Doğu Slavlarında ziraat kültürünün X. yüzyılda bile çok basit bir seviyede bulunduğu göz önünde tutulursa, çiftçiliğin bunlar arasında esas meşgale teşkil etmediğine ve çok sonraları başlamış olduğuna hükmedilmektedir. Hububattan, darı, çavdar, buğday ve arpa ekildiği biliniyor.

Orman ve bataklık sahanın hayvan beslemeğe müsait olmadığı aşikârdır; bundan ötürü Slavlarda, dolayısıyle Doğu Slavlarında da, ehli hayvan beslemek adetinin oldukça geç başladığına hükmetmeliyiz. Kuvvetli bir ihtimale göre ehli hayvanlardan bazıları Türk göçebeleri veya german kavimleriyle temas neticesinde öğrenilmiştir. Doğu Slavlarının Dnepr-Desna-Volga sahasını işgal ettikleri sırada artık hayvanları bulunduğu anlaşılıyor. Ormanlık sahada yaşamının icabı olarak ağaç kesmek, kereste hazırlamak, ağaç tabak yapmak, ağaç kabuğundan eşya hazırlamak veya bazı giyim parçaları (meselâ çarık) yapmak sanatının inkişaf ettiğini öğreniyoruz. Doğu Slavlarında (ve umumiyetle diğer Slavlarda da) dokumacılık sanatının erkenden inkişaf ettiği biliniyor; keten veya kendirden kumaş hazırlandığı anlaşılmaktadır. Ormandaki hayatın icabı olarak avcılığın en mühim meşgale teşkil ettiğini söylemiştik; aynı veçhile yabani arıların ballarını toplamak ve balmumu hazırlamak ta mühim bir yer tutuyordu.


Doğu Slavlarının İlmen gölü ile Dnepr aralarını işgal ettikleri zaman sosyal hayatları hakkında bilgimiz pek azdır. Elde mevcut bazı kayıtların gösterdikleri veçhile, Doğu Slavları patriarkal bir hayat yaşıyorlardı. Onların birçok büyük uruğlara bölündüklerini görmüştük. Her uruğ (plemya) ayrı "boy,, (rod) lara ayrılıyordu; boylar da "soy,, (familiya)'lardan teşekkül ediyordu. Bu üç bölüm aynı zamanda uruğların ekonomik ve dinî, hukukî ve siyasî hayatlarının esasını da teşkil ediyordu; yani her soy, boy ve uruğun ayrı ayrı veya müşterek iktisadî menfaatleri, din telâkkileri ve hukuk kaideleri bu nizama dâhildi. En eski rus vekayinâmesinin bildirdiği veçhile, Rus Slavlarının 'cetleri ayrı boy(rod)lar halinde, her boy kendi sahasında ve herkes kendi boyunda hâkimiyet sürerek yaşamakta idiler.' "Boy,,, birbirine akrabalık bağiyle bağlı "soy,, lardan teşekkül ediyordu; boy'un mal ve mülkü müşterekti; her boy'un başında bir şef (boy'un en yaşlısı) dururdu. Bu "boy nizamı,, dışında uzun zaman herhangi bir siyasî ve içtimaî bir teşkilâtın bulunmadığı anlaşılıyor; "boy,, ları ilgilendiren mühim meseleler, "boy,, büyüklerinin bir araya geldikleri Veçe (veşçet-konuşmak) lerde müzakere edilirdi. " Veçe „ ler bu suretle uruğ büyüklerinin bir toplantısı mahiyetinde idi.


Doğu Slavlarının yaşayış şartlarının değişmesi, ve daha geniş ölçüde ziraat kültürünün gelişmesiyle bu "boy nizamı,, nın dağılmaya başladığını görüyoruz. IX uncu yüzyılda bazı slav uruğlarında "boy nizamı,, nın kalıntıları müşahede edildiği halde, birçok uruğlarda artık bunun çözüldüğü biliniyor. Onun yerine gelen "cemaat,, (obşçina) nizamında eskiden kalma "müşterek mülk,, usulünün tedricen kalktığı anlaşılmaktadır. "Cemaat nizamı,, nda artık kan akrabalığı birinci rolü oynamıyor; hatta akraba olmıyan "soylar,, aynı arazi parçasında yerleşebiliyorlardı ; yani bir arada yaşıyan ailelerin işledikleri arazi üzerinde şahsî mülk hakları teşekkül etmişti; böylece, her ailenin kendi toprağı olan birlikler meydana gelmişti; bu gibi cemaatlara "verv,, adı verilirdi; cemaat efradı da "smerd,, diye anılırdı; orman ve mera bütün cemaatın müşterek mülkü sayılırdı. Her aile müşterek merada kendi hayvanını otlatmak, müşterek ormandan keseceğini tasarladığı ağaca kendi işaretini koymak, veya ağaç kovuğunda ve yaz sonunda toplamak istediği bal arısı yuvasına damga koymak, yahut hayvan avlamak için ormanda, dilediği yerde ağını kurmak hakkını haizdi. Tehlike anlarında sığınmak üzere ayrıca müstahkem yerler (gorodişçeler) in yapıldığı da bilinmektedir. Cemaat işlerini görmek, örf ve adetlere göre ihtilâflı meselelere bakmak üzere "büyük,, ler (stareyşina) seçildiği anlaşılıyor. Mühim meselelerin halli için bu cemaat büyükleri ve ayrı soy reisleri, "veçe,, de toplanırlardı. Bununla beraber eski boy nizamından birçok kalıntıların daha uzun zaman devam ettiği, hatta yakın devire kadar geldiği de malûmdur: Bu meyanda müşterek mal ve mülk nizamının (ilk komünizm) bir devamı olarak Güney Slavlarındaki büyük aileler, "zadruga,, lar, gösterilmektedir.



İlk siyasî teşkilâtın ise "büyük uruğ,, lar halindeki toplulukla nihayet bulduğu anlaşılmaktadır. Her ayrı uruğun başında bir şefin bulunması keyfiyeti, ancak bazı uruğlarda tesadüf edildiğine göre, bunun yabancı tesirlerle meydana geldiği sanılmaktadır. VI. - VIII. yüzyıllarda Doğu Slavlarının herhangi bir siyasî faaliyet göstermedikleri nazarı itibara alınırsa, onların devlet kurmak hususunda fazla kabiliyetleri olmadığına hükmetmek icabeder. Ancak güneyde Hazarların, kuzeyde Normanların (Vareg-Rusların) tesiri ve müdahalesiyle Slavlar arasında devletçilik hareketi başlamış olmalıdır. Bu hareket, hazar tesirinin en kuvvetli olduğu Kiyef mıntakasında ilk önce belli oluyor. Vekayinâmedeki bir rivayete göre, Vareg-Rusların gelişinden önce Kiyef'te Kiy adlı biri hâkimiyet sürüyordu. Drevlyan'ların başında Mal adlı bir beyin bulunduğu da bilinmektedir. Doğu Slavlarının bir tek devlet halinde teşkilâtlanmaları ise, doğrudan doğruya Normanların, yani Vareg-Rus başbuğları, knez 'lerinin faaliyetiyle mümkün olmuştur.



Doğu Slavlarının Din Telâkkileri  




Slav'larının din telâkkilerine gelince, onlar bütün  iptidai  kavimlerde olduğu  gibi, tabiat kuvvetlerini canlı birer varlık diye kabul eden ve her kuvveti bir ilâha isnat etmek şeklinde meydana gelen  bir animizm idi. Slav din telâkkisinin  çok basit bir merhalede kaldığı anlaşılıyor ; eski slav mitolojisinin yok denecek kadar fakir oluşu bunu gösterir. En büyük tanrı olarak Dajbog kabul edilmişti; o, ışığın ve sıcaklığın menşei telâkki edilirdi; " Svarog „ adı verilen makamın gökte olduğuna inanılırdı ; bu suretle Dajbog'un babası Svarog, yani gök, olması lazımgeliyordu. Gök gürültüsü ve şimşek tanrısı diye bilinen Perun, Slavlar arasında çok sayılırdı ; şimşek çaktığı ve gök gürlediği zaman, Perun'un gök yüzünden yüksek arabasiyle gezindiği ve ruhları yıldırımlariyle vurduğuna inanılırdı. Güneşe de Khors (hors) adı verildiği biliniyor. Veles ise sürülerin hâmisi, yani "hayvan tanrısı,, idi. Rüzgâr ilâhına da Stribog denildiğini öğreniyoruz. Yer tanrısı da "Yaş-Ana-Yer,, (Mat' sıra zemlya) diye anılır ve insanların "annesi,, sanılırdı; Dajbog ile Veles ise insanların dedeleri olarak telâkki edilirlerdi. Bu eski slav dininin zahiri kültü (merasimi) de inkişaf edememişti ; ne mâbetler ve ne de rahipler vardı; ancak bazı mıntakalarda bazı " din adamlarının „ gaipten haber veren "kudesnik„lerin türemeğe başladığı bilinmektedir. Yer yer, tanrıların gayetle kaba, ağaçtan yontulmuş putları olduğu görülüyor; bu putlara kurbanlar getirildiği, hatta insan kurbanları takdim edildiği bildirilmektedir. Doğu Slavlarının X. yüzyıl sonlarında hıristiyanlığı kabullerini müteakip, halk arasında eski din akideleri ve adetleri uzun zaman yaşayıp gitmiş ve putperest devri tanrıları yeni hıristiyan azizleri şeklinde Ortodoksluğa karışmıştır.


Bu " büyük tanrılar,, bütün Doğu Slavlarında müşterekti. Bunların dışında her " boy „ un. ve " boy nizamı „ çözüldükten sonra " soy „ un ölmüş cetlerin ruhlarına tapmak adetinden doğan "cetler kültü,, meydana gelmişti. Bu cetler ruhuna önceleri “rod „ (boy) denmiş, sonra " şçur „ (veya " çur „) adı verilmişti. Bu "çur„ un, Türklerdeki "çura „ (bir lâkap) ile ilgisi olması çok mümkündür; ya Avarlardan veya Hazarlardan geçmiş olmalıdır. Boy nizamının çözülmesinden sonra, her soy (familya ) ve ev kendi ceddinin ruhuna tapmıya başlamış ve böylelikle "deduşka domovoy „ ( ev dedesi) meydana gelmiştir; bu "ev dedesi„ o ailenin iyiliğini istiyen ve yardım eden bir ruhtur. Öldükten sonra ruhların yaşadıklarına inanıldığından, ona göre cenaze merasimi ve ölüleri anma adetleri husule gelmişti. Ölenlerin cesetleri ya gömülür veya yakıldıktan sonra külü bir testi içinde mezara konurdu. Mezara, hayatta iken kullanılan eşya ve silâhlar konurdu. Ölenin ruhu için mezar başında anma töreni yapılırdı (trizna); bu münasetbele yenir, içilir ve eğlenceler tertip edilirdi; bu merasime ölenlerin ruhlarının da iştirak ettiklerine inanıldığından - anma töreni neşeli bir ziyafet halini alırdı. Ölenlerin ruhlarının yer yüzünde dolaştıklarına, kırlarda, ormanlarda ve hattâ ırmaklarda yaşadıklarına inanılırdı. Ayrıca ormanların "leşiy,, (orman adamı) denilen sahipleri ve ırmakların da "rusalki,, dedikleri su perileri ile meskûn bulunduğu zannedilirdi. Slavlar bütün tabiatı canlı bilirler ve hayatlarını tabiatta vukua gelen bütün değişikliklere göre düzenlerlerdi. Güneşin yaza dönmesi münasebetiyle (21 aralık) "kolyada,, bayramı (lâtincesi-calendae), kışın uğurlanıp ilkbaharın karşılanması da "krasnaya gorka,, (kırmızı dağcık) bayramı ile yapılırdı. Yazın karşılanması olan "kupala,, yortusu bilhassa mühimdi; bu münasebetle, 24 haziran (7 temmuz) gecesi tanrılar şerefine genç bir kız suya atılır ve boğulurdu; sonraları kız yerine bir kukla atmak adet oldu; bu münasebetle orada bulunanlar hepsi de suya girerlerdi. Bu yortunun hatırası Ukrayna'da yakın zamana kadar yaşamış ve halk arasında "îvan Kupala Gecesi,, adiyle bilinmektedir. Bütün bu inançlar ve yortular, Doğu Slavlarının hıristiyanlığı kabüllerinden sonra da devamla zamanımıza kadar gelerek rus halk adetlerinin bir kısmını teşkil etmiştir.



İlk Şehirler   



Doğu Slavlarından bazılarının IX. yüzyıl ortalarına doğru şehirlerde, daha doğrusu yabancılar tarafından tesis edilen ticaret merkezlerinde yaşamağa başladıkları biliniyor. Bir müddet sonra her büyük uruğun ayrı bir şehri olduğu anlaşılmaktadır. Polyan'lerin - Kiyef, Severyan'lerin - Çernigov, Radimiç'lerin - Lübeç, Kriviç'lerin - Polotsk ve Smolensk, İlmen gölü çevresindeki Sloven'lerin - Novgorod şehirleri vardı. Bunların nasıl ve ne zaman kuruldukları tesbit edilemiyor; fakat IX. ve X . yüzyıllarda çok işlek olan Iskandinavya-Bizans nehir ticaret yolu boyunda bulunmaları, bu mevkilerin ticaretin inkişafı sayesinde kurulduklarına delâlet eder. Hazar Kağanlığının genişlemesi neticesinde Orta Dnepr Slavlarının, Hazarların tavassutu ve önderliği sayesinde "beynelmilel ticaretle karıştıkları muhakkaktır. Normanların (Vareg-Rusların) da bu ticarete iştirakleri Slavların faaliyetini arttırmıştır. IX . yüzyıl ortalarına kadar kuzeydeki Slavların vareg başbuğlarına tâbi oldukları ve güneydekiierin de Hazar kağanına vergi verdikleri gözönünde tutulursa, kuzeydeki şehirlerin Vareg-Rus başbuğları tarafından birer dayanak yeri, ve vergi tarikiyle veya zorla alınan slav mallarının depo edildiği merkez olmak üzere kuruldukları anlaşılıyor; güneydekilerin ise aynı amaçla Hazarlar tarafından tesis edildiklerini kabul etmeliyiz.


Doğu Avrupa Boyunca Büyük Ticaret Yolları


Volga tâ İskandinavya'nın doğu sahillerine kadar ve Gotland adasında bulunan arap  dirhemleri (VIII. - X. yüzyıllar) bura ahalisinin müslüman memleketleriyle ticaret yaptıklarının  en bariz delilleridir. İskandinavya - Volga - Hazar  denizi üzerinden yapılan ve Orta İdil ile Harezm ve Sasanilerle olan münasebetlerin VI.-VII. yüzyıla kadar çıkabileceğini gösteren izlere raslandığı biliniyor. Fakat bu nehir boyunda büyük faaliyet VIII. yüzyılda başlamıştır. Bu ticaret yolu İskandinavya'dan, Fin körfezi üzerinden Neva'ya, Ladoga gölüne ulaşırdı; sonra Volkhov nehri, İlmen gölü, Msta nehri ve buradan kara yolu ile Volga'ya varılır ve bu nehri takiben tâ Hazar denizine gidilir ve aynı yolla dönülürdü.


İkinci büyük ticaret yolu olan Dnepr nehir yolu ise, rus kaynaklarında, "Vareg yolu,, veya "Büyük su yolu,, diye anılır. Bu yol, Fin körfezinden Neva nehrine, Ladoga gölüne, Volkhov nehrine, İlmen gölü, Lovat nehri, kayıklar karadan sürüklenerek Batı Dûna nehrine; yeniden karadan sürüklenerek Dnepr nehrine varılırdı; Kiyef'in aşağısında Dnepr (Özü veya Ozu) nehrinin dirsek yaptığı 60 km. uzunluğundaki şelâlelerin ve kayalıkların bulunduğu yerlerde kayıklar yeniden sahile çıkarılır ve karadan sürüklenirdi; Dnepr boyunca Karadenize çıkılır ve sahili takiben İstanbul'a varılırdı. Baltık denizinden Riga körfezi ve Batı Dûna nehirleriyle daha kısa ikinci bir yol da vardı; fakat birinci yolun daha işlek olduğu biliniyor.



Varegler ve Ruslar


Normanların doğu kısmı, yani İsveçlilerin cetleri, VIII. yüzyıldan itibaren Ladoga ve İlmen gölünün çevrelerindeki Doğu Slavlarını hâkimiyetleri altına almıya başlamışlardı. Bunlar hem eşkiya, hem tüccardılar. Bir müddet sonra Ladoga gölünün güneyinde "Rus,, (Norman) şehirleri tesis edildi; buralarda yerli fin ve slav ahalisinden alınan vergiler (kıymetli kürkler ve diğer eşya) toplanmakta idi. Şehirlerin çokluğu yüzünden Normanlar bu çevreye "Gardar,, veya "Gardaraki,, adını vermişlerdi, ki "şehirler yeri» demekti. İlk şehirlerlerin Ladoga gölü kıyısındaki Aldagen ve Holmgard ile İlmen gölü sahilindeki Ostragard (Novgorod) olduğu anlaşılıyor. VIII. yüzyıl içinde Ladoga - İlmen gölü çevresine nüfuz eden bu Normanlar, Beloozero ve Yukarı Volga ile Dnepr nehri istikametine yayılmaya başlamışlardı. Bunlar Volga nehri ile aşağı inerek Bulgar ve Hazar iline ulaştıkları gibi, Dnepr boyunca Karadenize inerek oradaki Slavlarla da temasa geldiler. Doğu Avrupada faaliyete geçen bu Normanlar hem istilâcı, hem tüccar, hem eşkiya idiler. Müsait duruma göre hareket ederlerdi. Kendilerine tâbi fin ve slav ahaliden aldıkları kıymetli kürkleri ticaret emtiası olarak hazar pazarlarına, ve hatta islâm memleketlerine getirerek, satarlardı; aynı zamanda Bizans ile de münasebet tesis etmişlerdi. Normanların ayrıca ücretli askerî kıt'alar halinde Bizans imparatorlarının hizmetine girdiklerini de biliyoruz. Yerli slav ahalisinin de bu İskandinavyalı Normanlarla birlikte Bizans ticaretine karıştıkları anlaşılıyor. Bir müddet sonra hatta "ticaret birlikleri,, nin teşekkülünden bahsetmek mümkün gibi görülüyor; şehirlerde biriken ticaret emtiasının muhafazası ve bilhassa nehir boyunca bu eşyanın Bizansa sevki zamanında herhangi bir hücumdan korunması için askerî kıtalara ihtiyaç vardı; işte bu kıtaların iskandinavyalı Normanlardan, "Vareg,, lerden, teşekkül ettiği biliniyor; zaten "Vareg,, adı bu gibi ücretli asker kıtalarına yerli Slavlar tarafından verilen bir isim idi (İskandinavya "Saga,, larında da ücretli kıtalar mânasına gelen Waeringer sözüne raslandığı gibi, Bizans kaynaklarında da "Varangoi,, ye ve Araplarda da "vareg,, tabirine tesadüf edilmektedir; Bizans'ta bu sözle "Normanlardan teşekkül eden ücretli kıtalar,, kastedilirdi; (bu sözün Avarlar tarafından Franklara verilen bir ad olduğunu söyliyenler varsa da, doğruluğu şüphelidir). Slavlar arasında faaliyette bulunan bu "Vareg,, kıtaları veya "Drujina,, ların başında duran norman beylerine, germancadaki "konung,, dan tahrif edilerek slavca knez (knyaz') derlerdi. İşte bu vareg- rus "knez,, leri gittikçe ehemmiyet kazanmışlar ve kurulmakta olan siyasî teşkilâtın reisi olmuşlardı. Slavlar uzun zaman "Vareg,, ler ile "Rus„ ları birbirleriye karıştırmışlardır. Hakikaten bu iki ismin mahiyeti tamamiyle anlaşılamıyor; bu adların iki muhtelif mâna ifade etmiş olması mümkündür; "Vareg,, ler ücretli kıtalar halinde hareket eden Normanların umumi isimleri; "Rus,, ise bu Vareg'lerden olup Slavlar arasında yerleşen, devlet kuran ve Slavlar üzerinde hâkimiyet süren zümrenin adı olsa gerektir.


Rus adının (Slavcası-Rus, Rusi) menşei ve mahiyeti hakkında ileri sürülen birçok görüşün en doğrusu "Norman mektebi,, tarafından kabul edilenidir. Bu görüş şöyle ifade edilmiştir: Rus adının eski şekli Rusi olduğu nazarı itibara alınırsa, bunun fincedeki Ruotsi den alınmış olması lâzımgelir. Finler ise, Maeller gölü (Stockholm çevresi) yanında yaşıyan İsveçlilere "Ruotsi,, derlermiş; bunun aslında İsvesçe "Roeder„ (Almanca - "Ruderer,, yani kayıkçılar, kürekçiler) sözü olduğu anlaşılıyor. Finler bugün dahi İsveçlilere "Ruotsi,, adını verirler; (Estonce-Rots); Finler kendilerine "Suomi,, derler; bu söz Slavcaya Sum (Sumi) şeklinde geçmiştir; bu suretle Fincedeki "Ruotsi,, de Slavcaya evvelâ "Rusi,, sonra "Rus,, olarak geçmiş ve Slavlar İsveç'ten gelenlere umumiyetle " Rus „ (Rusi) demişlerdir.


Norman zümrelerinin yerli slav ahalisini hâkimiyetleri altına alarak, şehirler, yani ticaret ve siyaset merkezleri kurmalariyle hâkim sınıf derecesine yükselmeleri mümkün olmuş ve bundan dolayı "Rus,, adı gittikçe siyasî bir mefhum ifade etmiştir. Hazar hâkimiyetinin zâfa uğraması nisbetinde bu "Rus knez,, lerinin de siyasî faaliyetleri çevresi genişlemişti. Kiyef'te rus başbuğlarının hâkimiyeti ele geçirmelerini müteakip Orta Dnepr boyu "Rus yurdu,, adını aldı. Nestor vekayinâmesinden görüldüğü veçhile, yerli slav ahalisi, Kiyef'te devlet kurulduktan daha uzun zaman sonra, "Rus„ larla "Slav„ lar arasında ayrılık gözetmiştir. Yabancı memleketten gelen Ruslar-Normarıların adedi az olduğundan, bunlar çok geçmeden slavlaşmışlardır. X.  yüzyıl içinde İsveç'ten yeni norman zümrelerinin gelmesi kesilmiş, Hıristiyanlığın Kiyef'te kabulünü müteakip, slav ahalisi ile "Rus,, lar hem din, hem dil bağlariyle birbirlerine bağlanınca, iki unsur büsbütün kaynaşmıştır; fakat "Rus,, adı aynı zamanda yerli slav ahalisine de teşmil edilmiş bulunuyordu.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-2

 



Kehanet-Arafet ve Kıyafet (Gelecekten Haber Verme ve İz Bulma Bilimleri)


Kehanet ve arafet aynı anlamda iki kelimedir. Bununla beraber bazıları bu iki kelimeyi birbirinden ayırarak kehanetin gelecekteki işler ve arafetin ise geçmişteki işlerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. İster geleceğe isterse geçmişe işaret etmiş olsun her iki kelimeden amaç gaibten (görünmeyen ve bilinmeyen evrenden) haber vermektir. Araplar kahinlerin her işi yapabilecek güçte olduklarına inandıklarından işlerinde onlara danışırlar ve aralarında uyuşmazlık ve düşmanlık olduğunda kahinlerin hükmüne başvururlardı. Hastalandıkları zaman onlara tedavi olurlardı. Zor bir durumla karşılaşırlarsa onların görüşlerini sorarlardı. Rüya görünce onlara yorumlatırlardı. Gelecekte ne olacağını onlardan öğrenmek isterlerdi. Kısacası kahinler Babilliler, Fenikeliler, Eski Mısırlılar vs. gibi bütün eski uluslar yanında nasıl önemli bir yer tutmuşlarsa eski Araplarda da ilim, felsefe, tıp, kadılık, din adamlığı vs. ilimleri kendi ellerine almış ruhani reisler makamındaydılar.



Kahinlik, Araplara dışarıdan yani kendilerine komşu olan milletler aracılığıyla gelmiş ilimlerdendir. Bizce Keldaniler astronomi ile beraber kehaneti de Araplara götürmüşlerdir. Arapça'da kahine "hazi" veya "huzza'" adı da verilir. Bu ise "görücü" veya "bakıcı" anlamına gelen Babilce bir sözcüktür. Bundan başka bu sözcük, Keldanilerde "hikmet-Şinas" (hikmet bilen) ve "peygamber" anlamına gelmektedir. Kahin sözcüğüne gelince, Araplar bu sözcüğü, özellikle Kudüs M. 70 yılında Roma imparatoru Titus tarafından yakılıp yıkıldıktan sonra karşılaştıkları felaketler üzerine Arap ülkesine göç eden Musevilerden almışlardır. Araplar Musevilerden bu konumuzla ilgisi olmayan daha birçok gelenek ve kültür de aktarmışlardır.


Büyük olasılıkla astronomiyi Araplara getiren Keldanili kahinlerle birlikte kahinlik de gelmiştir. Arapların "Huzza"' kelimesini hem kahin hem müneccim için kullanmaları da bu görüşümüzü desteklemektedir. Babil halkı lslam'ın doğuşundan sonraki zamana dek Arap şehirlerine göç etmeyi sürdürmüşler ve bilime verdikleri önem nedeniyle Araplar yanında daima saygı ve sevgi bulmuşlardır.


Yukarıda da söylediğimiz gibi, kahinlerin her şeyi bildiklerine ve bu bilginin ruhlar aracılığıyla kendilerine ulaştırıldığına inanıyorlardı. Tek Tanrı inancına sahip olanlar, kahinlerin meleklerden gaybı öğrenerek söylediklerine, putperest inancına sahip bulunanlar ise, putların içinde ruhların olduğuna ve bu ruhların kahinler ve puthane kapıcı ve görevlilerine tabiat sırlarını ifşa edip öğrettiklerine inanıyorlardı. Araplara göre putlarda cinniler (ruhlar) bulunur ve bu cinler kahinlerle konuşurdu. Cini, kahine gökte ne oluyorsa ona ait bilgiler getirirdi. Araplar bu cinlere bazen hatif adını verirlerdi. "Ahbar (hahamlar) Musevilerden, ruhbanlar Hıristiyanlardan ve kahinler de Araplardandır" derlerdi.


Kahinin yaptığı her şeyin kaynağı gayb bilimiydi. Birisi, kahine bir yel veya bir baş ağrısından dolayı bir tedavi için başvuracak olsa, kahin onu efsun (okuyup üfürmek metodu) ile tedavi ederlerdi. Zor bir iş hakkında görüşünü sorsa, kahin ok atarak veya bir ipte düğümler yapıp üzerine üfürerek kendisine görüşünü söylerdi. İki davacı kahini hakem olarak kabul ettiklerinde kahin kura oklarıyla davayı çözerdi. Bir hırsızın bulunması için kendisine başvurulsa kahin eline bir güğüm alarak içine üfürmek vs. hareketlerle hırsızı bulmaya çalışırdı. Bir rüyanın yorumlanması için kahine gidilse kahin anlaşılmaz sözler söyleyerek gaipten haberler aldığını göstererek rüyayı yorumlardı.


Daha önce söylediğimiz gibi kahinlik "iki nehir arasından" (Mezopotamya) Araplara geçmiş olduğundan Araplar arasında yaşayan eski kahinlerin çoğu (Arapların sabiler dedikleri) Keldanilerdendi. Bilim ve eğitim bu kahinlerin kişiliğinde toplanmıştı. Daha sonra Musevi ve diğer uluslardan da kahinler türediği gibi Araplar da zamanla bu sanatı öğrenerek kendilerinden de kahinler çıkarmaya başlamışlardır. Bununla beraber bazı Araplar kehanet bilimlerinden yalnız biriyle yetinirdi. Bu durumda her biri doktorluk, rüya tabiri, iz araştırması, veya anlaşmazlıklan çözme sanatlarından birini yaparlardı. Arap ülkelerinde kahinlerden birçok kişi ün kazanmıştı. Bunların en eskileri Şakk ve Satıh'dır. Bu iki kahin hakkında rivayet olunan hikayeler hurafe ve efsane gibidir. Eski Araplara göre Şakk adındaki kahin bir insanın yarısı yani ortadan bölünmüş insan yarısıydı. Bunun yalnız bir eli, bir ayağı ve bir gözü vardı. Aynı şekilde Arapların inanışına göre, sözü edilen kahin kumaş gibi dürülür, bir et parçasıydı. Kafatasından başka kemiği yoktu. Yüzü de göğsünde bulunurdu. Bu iki kahinin birkaç yüzyıl yaşadıkları vs. gibi birçok evham ve hurafe daha aktarılmıştır. Hanafir ibn Tev'em el-Himyeri ve Sevad ibn Karib el-Devsi, Arapların uyanma dönemi yıllarında ortaya çıkan ünlü kahinlerdendiler. Bunların bazıları bağlı oldukları ülke veye kabile adıyla bilinirdi. Kureyş kahini, Yemen kahini, Hadramut kahini vs. kahinler hakkında yukarıda verdiğimiz bilgiler, arraflar için de geçerlidir. Bunlar da çoğu kez bağlı oldukları ülke veya kabilenin adıyla ünlenirdi. Bunların da en ünlüsü Yemame arrafıdır. Ünü şiirlere kadar geçmiştir.


Kadın kahinlere gelince bunlar da çeşitliydiler. Yemen kahinesi Tarife, bunların en eskilerindendir. Bu kahinenin Ma'rib seddinin yıkılacağını ve Aram selinin geleceğini olmadan önce haber verdiğini rivayet ederler. Şahr ve Hadramut arasında Zebra ve Selma el-Hemdaniyye ve Afira el-Himyeriye ve Mekke'de Fatıma el-Haşa'miye ve Zerka el-Yemame vs. Cahiliye çağında ünlenen kahineler arasındaydılar. Bu kahineler bağlı oldukları şehir veya kabile adlarıyla anılırdı. Beni Sad kahinesi gibi. Bu kahinenin Şakk ve Satıh'tan daha eski zamanlarda yetiştiğini ve söz konusu iki kahini kendisinden sonra halef olarak bıraktığını rivayet ederler. Kehanet, "Peygamberlikten sonra kahinlik yoktur." hadisi şerifiyle ortadan kaldırılıncaya kadar Araplar arasında devam etmişti.

Kahinlerin kendilerine ait şifreli gizli bir dilleri vardı ki "kahin seci'i" adıyla bilinirdi. Büyük olasılıkla o kahinlerin bu anlaşılmaz söz ve kelimelerle amaçladıkları -günümüzde birtakım müneccimlerin ve falcıların, yalanları ortaya çıkınca hatalarını halkın anlamaması için farklı şekilde yorumlamaya açık iki anlamlı sözler gibi- muhataplarında bir vehim ve etki oluşturmak ve sözlerinin tersi olursa te'vil yapabilmekten kaynaklanıyordu. Yemen kahinesinden nakledilen sözler kahinlerin kullandıkları müsecca' (cümlelerin sonu veya ortası uyaklı olan düz yazı) cümlelere bir örnektir. Ma'rib halkı Amr ibn Amir'in saltanatı zamanında aram selinden korkarak bu kahineye başvurdukları zaman kahine kendilerine: "Size gidiniz deyinceye kadar Mekke'ye gitmeyiniz. Diyeceğimi bana öğreten ancak hakim, muhkem olan Arap ve acem bütün ümmetlerin Rabbi öğretti" demişti. "Görüşün nedir?" diye sorduklarında ise; "şedd-i kum cinsinden deveyi alınız. Onu kanla boyayınız. Beytullah'ın yanında olan Cürhüm'ün yeri sizin olur."


Kıyafet


Kıyafet de kehanet çeşidindendir. Şöyle ki kıyafet ilmi izlerin incelenmesiyle iz bırakanların belirlenmesiyle uğraşır. Kıyafet; biri "kıyafet el-eser" diğeri "kıyafet el-beşer" olarak ikiye ayrılırdı. Birincisi insanların veya hayvanların kum veya toprak üzerinde bulunan ayak izlerini inceleyerek o izlerin sahiplerini keşif ve tayin etmekle uğraşırdı. Bundan amaç firarda bulunan insan veya hayvanları bulup yakalamaktı. Araplar bu ilimde o kadar ustalaşmışlardı ki, bazıları; ayak izinden, basanın yaşlı veya genç, erkek veya kadın, kız veya dul olduğunu bile çıkarabiliyordu.


İkincisi olan kıyafet el-beşer; iki kişinin organının şekli arasındaki benzerliği karşılaştırarak o iki kişinin soy ve sop açısından bir olup olmadığını anlamaktır. Bu ilim de bir feraset (anlayış ve çabuk seziş) çeşididir.

Kıyafet bilmi tüm Arap toplumları içinde yaygın ve geçerli bir bilimken, daha sonra özellikle bazı kabileler bu alanda sivrilmişlerdir. Araplardan kıyafet-i eser ile en ünlü kabileler Müdlic Oğulları ve Leheb Oğullarıydı. Bu bilgi veya sanat Necd kabilelerinin bazılarınca günümüze kadar ulaştırılmıştır ve günümüzde de uygulanmaktadır. Kaynaklara göre söz konusu kabilelerden bu alanda en geniş bilgiye sahip olanlar Mürre oğullarıdır. Bu konuda yeteneklerini o derece geliştirmişlerdi ki, bir insanın özelliklerini ayağının izinden anlayabiliyorlardı. Hatta bazen bir devenin ayak izinden o devenin kime ait olduğunu da çıkartabiliyorlardı. Bir adamın memleketini; Iraklı, Şamlı, Mısırlı veya Medineli olduğunu da bir görüşte belirleyebiliyorlardı.


Feraset bilimi (çabuk anlayış ve seziş) eski Arapların başvurduğu ve kullandığı bilimlerdendi. Bu bilimde uzmanlaşmışlardı. İnsanın duruşundan, şekil ve renginden, söz ve eylemlerinden, ahlakını ve hayat hikayesini, iyilik ve kötülüklerini ortaya çıkarırlardı. Feraset, güçlü zeka ve güçlü anlayış yeteneği olup, yaratılıştan gelen bir özelliktir.


Araplar arasında yaygın ve geçerli olan rüya tabiri de kehanet benzeri bir sanattı. Araplar rüya gördükçe yorumlanması için hemen kahinlere başvururlardı. Bununla birlikte kahin olmayanlardan da bu ilimle uğraşanlar vardı. Bunların en ünlüsü Hz. Ebubekir'di.


Zecr-i tayr (kuşlarla uğur veya uğursuzluğu anlama), hatt-ı remi (remi atmak) bu konu içerisine giren bilimlerdendir. 



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-9

 

OZAN VE MÜZİSYEN ARYON



Şiirleriyle ve ezgileriyle dillere destan Aryon (Arion), ozanlarıyla ünlü Lesbos (Midilli) adasında doğup büyüdü... Günün birinde de bir ezgi yarışmasına katılmak üzere Sicilya adasına gitti ve birinciliği alıp döndü. Ancak yaşadığı Lesbos adası bundan böyle dar gelmeye başladı ozana... O yüzden de sık sık komşu adalara gidip oralarda ezgilerini, şiirlerini büyük kalabalıklar önünde coşkuyla dillendirmeye başladı. Her gittiği yerde de büyük bir hayranlıkla karşılanıyor ve can kulağıyla dinleniyordu ezgileri. Müzisyen tanrı Apollon bile onun konserlerine gidiyor, hayranlık duygusuyla karışık büyük bir kıskançlıkla izliyordu onu...


İşte bu arada ozanımız, acımasızlığıyla ünlü Korintos kralı Peryandros'un (Periandros) da konser verme çağrısına olur deyip sarayına gitti. Aryon'un ezgilerine ve şiirlerine hayran kalan kral, onu artık sarayında yaşam boyu ağırlayacağını bildirdi. Bu öneriyi kabul eden Aryon, hem sarayda hem de ülke içinde çeşitli şölenler, konserler düzenlemeye başladı... Ne var ki ozan olup da hep aynı yerde çivilenip kalmış olanı görülmüş şey miydi? Başka ülkeleri de tanıyıp görmek, oralarda da çalıp söylemek için can atmaya başladı Aryon... Bir gün bu isteğinden söz etti kral Peryandros'a... Ne var ki kral, bu çok sevdiği ozanın uzak diyarlara açılma isteğini öğrenince çok üzüldü. Çünkü bir anlamda tutkunu olduğu ozan Aryon'u yad ellere salmak istemiyor; başına bir şeyler gelmesinden çekiniyordu. Daha da kötüsü, belki de gittiği ülkeleri daha çekici bulabilir, bir daha geri dönmek istemeyebilirdi!.. Böyle bir durum, can dostu edindiği bu ozanı büsbütün yitirmek demekti. Buna katlanmak da ona olası değilmiş gibi geliyordu. Zaten kendisi de bu ozan dostunun ezgileriyle, şiirleriyle tanışıp harmanlanalı beri, olayları ve dünyayı bambaşka gözlerle bakıp algılamaya başlamıştı. Hatta onu tanımazdan önce hem halkına, hem doğaya karşı çok sert ve acımasızdı; ama onu tanıdıktan sonra, dünyaya ve halkına onun açtığı pencerelerden bakıyordu artık. Üstelik halk da bu göçmen ozanı kısa sürede kendilerinden biri olarak benimsemiş, bağrına basmıştı... Zaten daha önceleri çok acımasız olan krallarının kendilerine karşı daha olumlu ve daha sevecen davranmasındaki nedenin de tamamen bu olağanüstü ozanın sanatından kaynaklandığını sezip anlamıştı.


Müzisyen Aryon'un ille de gezilere çıkma konusundaki kesin kararlılığını görünce, kral Peryandros daha fazla direnemedi. Ozan dostu için hemen yelkenli bir gemi hazırlattı ve koruyucu olarak en güvendiği adamları da buyruğuna verdi. Ne var ki ozan Aryon; sıradan gezginci biri olarak, elinde çalgısıyla tek başına gezip tozmak; gittiği her yere sevgi ve kardeşlik yüklü şiirlerini, tohum eker gibi saçıp filizlendirmek istiyordu... Uzun tartışmalardan sonra da olsa kral onun bu isteğine de hayır diyemedi. Böylece yalnız başına yollara düşen ozan, ilk olarak kendisini iyi tanıyan Sicilya'ya; daha sonra başka başka adalara gitti. Buralarda da halkların kardeşliğini ve barışın güzelliğini dillendiren ezgileriyle, şiirleriyle büyük kalabalıkları coşturdu. Onları bu güzelim Akdeniz coğrafyasında kardeşçe üretip kardeşçe yaşamanın coşkusu ve sevinciyle tutuşturdu. Hem çaldıkları, hem söyledikleri haliyle dilden dile dolaşmaya başladı... Bu arada dinleyicilerinin gönülden yaptığı bağışlarla bir miktar dünyalık da edindi. Ne var ki bir süre sonra kral dostu Peryandros'u da çok özlemeye başladı. Bir an önce Korintos'a dönmek istiyordu artık. Korsanlık olaylarının yaygınlığı yüzünden haliyle kral dostunun ona yola çıkmazdan önce verdiği öğütleri, uyarıları da anımsadı. Bu yüzden dönüş yolculuğu için en güvendiği Tarantoslu gemicilerle pazarlık edip iyice uyuştu. Sonra oranın halkınca da görkemli bir törenle, Korintos'a doğru uğurlandı...


Bindiği yelkenli denizde bir süre yol aldıktan sonra ozan Aryon, yorgunluktan uyuyakaldı. Koruyucusu olduğunu bildiği müzisyen dostu tanrı Apollon'u gördü düşünde. Apollon, yolculuğu sırasında başına geleceklerden söz etti Aryon'a. Geminin tayfaları onu öldürmek istediklerinde en güzel şiirlerini, ezgilerini söylemesini ve bu arada kendisine kim yardım elini uzatırsa, ona hayır dememesini öğütledi. Uyandığında da gördüğü düşün etkisinden sıyrılmaya çalışırken, tayfaların kendi aralarında bir şeyler fısıldaştıklarını gördü... Biraz kulak kabartınca da duyabildiği söz kırıntılarından başına gelecekleri hemen anladı! Tayfalar onu denize atacaklar; kazandığı altınlara el koyacaklardı!.. Az sonra tayfalar gelip bu niyetlerini açık açık söylediler. O da tanrı Apollon'un az önce düşünde kendisine öğüt olarak söylediklerini anımsadı. Tayfalara dönüp ölmeden önce çalgısını son bir kez çalmak, birkaç ezgisini dillendirmek istediğini söyledi. Tayfalar bu isteğe karşı koymadılar... Aryon en yeni giysilerini giydi hemen; halkın karşısındaymış gibi denize karşı liriyle ezgiler dillendirmeye başladı. Gittikçe coştu; coştukça denizin enginliklerine doğru yayılan ezgileri daha bir yanıklaştı. Dünyanın ve Akdeniz'in doyumsuzluğundan söz ediyor; bir solukluk yaşamın bile bütün canlılar için bulunmaz bir nimet olduğunu dillendiriyordu... Dünyadaki bütün yaratıkların aslında ışık ve toprak kardeşi olduklarını, o yüzden de kardeşçe yaşamamaları için bir neden bulunmadığını dillendirmeye çalışıyordu... Bu yollu yanık ezgileri ilk kez duyan yunus balıkları, yelkenlinin çevresine doluştular hemen; ozanı can kulağıyla dinlemeye başladılar... Hatta tanrı Apollon bile onun bu dokunaklı ezgilerine kulak kesildi. Bir süre sonra da ozanı çalgısıyla birlikte denize savurdu tayfalar!


Aryon denize düşer düşmez, onun az önceki ezgilerine hayran kalan yunuslardan biri hemen sırtını verdi ona ve açık denizin ötelerine doğru uçarcasına sürüklemeye başladı. Ve ozanın hayranı yunus balığı; uzun bir yolculuktan sonra, zorlana zorlana da olsa, sırtındaki ozan Aryon'la birlikte, Korintos'taki bir sahilden sağ salim karaya çıktı... Ama çok yorulmuştu yunus; hemen oracıkta son soluğunu verdi... Doğruca saraya giden Aryon'u kral Peryandros büyük bir sevecenlikle karşıladı. Haliyle ozan, başından geçenleri de bir bir anlattı ona...


Ne var ki yazgının bir cilvesi olarak, bir süre sonra soyguncu tayfaların gemisi çok şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Bu azgın fırtınalar onların yelkenlisini Korintos kıyılarındaki bir sahile savurdu! Korintoslu nöbetçiler de karaya vuran gemideki soyguncu tayfaları toplayıp kralın huzuruna çıkardılar. Sorguları sırasında tayfalar, ozan Aryon'un kendini denize atıp boğulduğunu söylediler. Her şeyi anlayan kral, tayfaları en ağır şekilde cezalandırdı...


Müzisyen Aryon; daha uzun süre yaşam sevinci, barış ve kardeşlik duygularıyla yüklü şiirlerini coşkulu ezgilere dönüştürdü hep. Akdenizli halklar da hep bu ezgilerle mayalandılar... Ölümünden sonra da tanrı Apollon'un girişimleriyle, Aryon ve yanından hiç ayırmadığı çalgısı ve onu kurtaran yunus balığı, gökyüzünde bir yıldız takımına dönüştü...



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Safranbolu / Karabük

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak