3 Mayıs 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-9

 


Meşrubat, Gazoz, Kola


Önce seyyar sucu (saka), sonra limonatacılar vardı. 1990’lı yıllara kadar ilginç kıyafetleri ve bardak kullanmaktaki maharetleri ile Eminönü’nde görülebiliyorlardı. Meyve esansı, şeker ve karbonik asiti ile yapılan ve basınçlı hava ile şişelere doldurulan gazoz 1890’larda ithal edildi. Niğdeli Aleksandr Mısırlıoğlu Fransa’dan gazoz yapımı için makine getirterek üç ortakla birlikte Karaköy’de Mısırlıoğlu adıyla gazoz satışına başladı. Aynı yıllarda Ankara’da iki buçuk yıl tiyatroculuk ve yanında her türlü işi yapan Ahmet Fehim Bey, bu şehirde iki gazoz makinesi ile gazozcu bulunduğunu bildirir; Anadolu’da gazozun yayılışı hakkında bu notlar fikir vericidir.


İstanbul’da Hasanbey ve Hürriyet gazozları 1908’de, Neptün 1917’de, Beyaz Rus, Cumhuriyet gazozları 1923’de piyasaya çıktı. Bu gazozlar şişeyle satıldığı gibi, sifonla ve seyyar el arabalarıyla bardakla da satılıyordu. 1930 yılında Bursa’da Nilüfer adıyla gazoz üretimine başlayan ve 1933’de Uludağ adını alan firma, Türkiye’nin en eski üreticilerindendir. Tekel de Ankara Bira Fabrikası’nda gazoz ve soda üretimi yapmış, ancak 1940 yılında üretimden çekilmiştir.


1952 tarihli ve 1953 ve 1956’da tadil edilmiş Gıda Maddeleri Nizamnamesine göre, “Belli miktarda sitrik asit, şeker ve saf karbonik asit ihtiva eden su ile yapılan içkiye gazoz, içerisinde saf karbonik asiti ihtiva eden içkiye soda denir.” Nizamname gazoz şişelerinin renksiz camdan yapılmalarını, ağızlarının “içi mantar safihasını havi, zararsız madenden yapılmış bir kapsül ile kapatılmış” olmalarını da hükme bağlamıştır. Seyyar gazoz imali yasaklanmış, birçok şehirde etiketsiz biçimde üretilen ve doğrudan ‘gazoz’ adıyla satış yapan imalathane kapanmıştır. Türkiye’de ‘gazoz ağacı’ dönemi bu sırada yaşanmıştır (Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı, (1954.)


1955’de Uludağ ilk kola ve portakallı meşrubatı üretti. Uluslararası pazara sahip kola şirketlerinin Türkiye’ye girmeleri ve meyveli gazoz üretimine başlayarak adlarını yaygınlaştırmaları ise Marshall yardımından sonra oldu. Coca-Cola dünyadaki 1109. fabrikasını Türkiye’de kurmak istediğinde, üretimi Marshall fonunun öncelikler listesine alınarak şirkete kredi verildi. Coca-Cola yapımcı firmadan patent hakkı almayacak, yalnızca hammadde ihraç edecekti. 1964 yılında İstanbul, 1968’de İzmir, 1969’da Adana tesisleri faaliyete geçti.


68gençliği bütün dünyada ‘yankee go home’ çağrılarının yapılmaya başlandığı, Türkiye’de yabancı sermayeye tanınan petrol ve maden ayrıcalıklarının ve Amerikan üsleriyle Kıbrıs’ta Türkiye’nin engellenmesinin tartışıldığı ortamda Amerikan kolasına tepki duydu. Hüsamettin Toros’un 1971 tarihli Türkiye Rehberi’nde Coca-Cola’nın kendi sayfasındaki anlatımı bir savunma niteliğindedir:


“Coca-Cola yurdumuzun iktisadi kalkınma politikasında önemli bir yer tutmaktadır. İmalatında birçok sanayi kollarından faydalanmak ve işbirliği yapmak zorunluluğu vardır. Bir şişe Coca-Cola’nın kapağı açılıp içildiği ana kadar geçirdiği merhalelere bir göz atarsak, faydalanılan sanayi dalları ve bunlara sağlanan iş imkânları daha kolay anlaşılır. Bugün artık herkesin bildiği gibi Coca-Cola otomatik makinelerde, el değmeden hazırlanmaktadır. Bu makinelerin çalışması için gerekli elektrik enerjisi, şişeleme fabrikasının bağlı olduğu belediye elektrik idaresinden temin edilir. İstanbul, İzmir ve Adana elektrik idarelerine her yıl takriben 700.000 TL ödenmektedir. Coca-Cola memleketimizde şişeler içerisinde piyasaya arz edilir, gerekli olan milyonlarca şişe, Türk kuruluşu olan Paşa-bahçe Şişe ve Cam Sanayii A .Ş .’den temin edilmektedir. Her şişenin bir kapakla kapandığını düşününce, şişe adedine paralel olarak milyonlarca kapak ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar... işsizliğin bir problem olduğu yurdumuzda iş piyasası için bu üç fabrikanın önemli emek alıcısı pazarlar olarak mütalaa edilmesi herhalde yanlış olmaz. Halen bu fabrikalarda 500 civarında işçi çalıştırılmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, memleketimizde imal edilip çoğaltılmakta olan Coca-Cola için ödenen her kuruş, milli sanayimizin bir sektörüne gitmektedir.”


Sol muhalif hareketinin önemli dergilerinden Yön, 9 Temmuz 1965 tarihli 119.sayısının kapağını, kola şişesine ve ‘Coca-Cola Zehirdir İçmeyin!’ çağrısına ayırmıştı. Dergi bir tam sayfa ayırdığı bu konuda, kolalı içeceklerin sağlığa zararlı olduğunu dile getirirken, patent hakkı ve konsantre nedeniyle böyle bir ürün için verilen dövizi kayıp olarak niteliyor, getirilen sermayenin küçüklüğü ile niteliğinin şişelemeden öteye geçmediğini, kâr oranının ise % 100 olduğunu savunuyor, yetkilileri gafletten uyanmaya, gençliği de halkı bu zehirden kurtarmak için öncülüğe çağırıyordu.


Kolanın ITÜ ’den başlayarak boykot edilmesine önderlik eden öğrenci önderlerinden Harun Karadeniz anılarında bu konuyu şöyle anlatır: Kola, ITU inşaat ve Mimarlık fakülteleri kantininde satılmaya başlanmıştır, “düşündük, araştırdık ve şu durumu tespit ettik. Bu gazozun konsantresi dışardan geliyordu, şişesi dışardan geliyordu. Bizdeki gazoz fabrikası ise ithal edilen gazoz özünü ithal malı şişelere koyup üzerine biraz terkos suyu ekliyor ve bunu yerli üretim hatta yerli sanayi adı altında kamuoyuna sunuyordu. Taşkışla kantininde gazoz satışını hemen yasakladık.”


Harun Karadeniz anılarına “Gazoz fabrikasının satış müdürleri ve başka temsilcileri geldiler. Bize iltifatlar ederek fabrikalarına, patronlarıyla görüşmeler yapmaya davet ettiler. İzmir satış müdürü ‘yakın zamanda şişesi de özü de burada üretilecek,’ dedi” diye devam eder ve o günlerde şirketin yürüttüğü kampanyada gazoz kapağından otomobil çıktığını, kantinde satış izni verirlerse otomobilin kantinde çıkmasının sağlanacağı teklifini aldıklarını da ilave eder.


Kola Türkiye’de bağırsak bozukluklarına karşı ilaç, güneşte yanmak için sıvı olarak da kullanıldı. Anayurdu Batı Afrika olan kola bitkisi yerlilerce de aynı amaçlarla, uyarıcı, iştah açıcı, ishal kesici olarak kullanılmıştı. Ticari değeri nedeniyle Amerika’nın tropik bölgelerine, Seylan, Malezya gibi ülkelere taşınan bitki tohumları kafein yönünden zengindir. Koka yaprağıyla karıştırılarak yerlilerce uyuşturucu olarak kullanılmıştır. Koka bitkisinden çıkarılan kokain tıpta ilk kez 1884’de anestezide kullanılmıştır. Bugün yaygın uyuşturuculardan biri olan kokain genellikle burna çekilerek kullanılır ve kimyasal değilse de, psikolojik bağımlılık yapar. Formülünün dünyanın en iyi korunan sırlarından biri olduğunu söyleyen Coca-Cola şirketi 1886’da, Pepsi-Cola ise Brads Drinks adıyla 1898’de kurulmuştur. Bu iki şirket arasındaki pazar mücadelesi, ölçekleri nedeniyle bakkallardan psikologlara, işletmecilerden reklam dünyasına kadar geniş kesimleri etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir. Televizyonların ve reklam dünyasının canlanmasıyla son ‘kola savaşları’na Türkiye de tanık oldu. Sonra ‘müseccel şişe’nin yanında çeşitli boyları, tenekesi ve diyeti de eklendi.


Pepsi-Cola, 7 Gün, Fruko üreten Fruko-Tamek 1962’de, Aroma Meyve Suyu A .Ş. Bursa’da 1968’de kuruldu. Yerel sade gazozlar ortadan kalktıktan sonra onları ikame eden şirketlerden biri olan Çamlıca’ya Sprite da katıldı. 1997’de kişi başına yılda 122 şişe gazlı meşrubat tüketimi vardı; meyve suyu üreten firma sayısı 30’a çıkmıştı. 2000 yılında Uludağ Kara Burak tipiyle ‘Efsane yeniden doğuyor’ kampanyasını başlattı.



Su


Anadolu’yu fakir, Türkleri geri ve tembel bulan Demschwam, kırbalarla hayrına su dağıtıldığını, “pırıl pırıl berrak çok iyi sular” olduğunu yazar. Anadolu’da halk su uzmanıdır, hangi dağın, çeşmenin suyunun iyi olduğu, nitelikleri takip edilir. Herkesin kendi köyünün suyu daha hafif, lezzetli ve soğuktur. Elbette su azizdir ve Ortadoğu’da suyun özel bir değeri olduğu açıktır: Türkçe göze, Farsça çeşni ve Arapça ayn hem kaynaktır hem de gözle ilgilidir.


İstanbul’da her zaman su sorunu olmuştur. Anadolu’da olduğu gibi İstanbul da sebil çeşmelerle donatılır, birçok evin avlu, bahçesinde kuyular bulunur, sakalar su satar, Taşdelen, Karakulak, Çırçır, Kanlıca, Kayışdağı, Hamidiye gibi ün salmış sular tatları kadar şifalı da görüldüğü için özellikle aranır. Ve şehirle birlikte su sorunu katmerlenerek büyür.


1932 yılında Almanya’dan makine ve iki usta getirten eski adliye nazırı ve Şirket-i Hayriye yönetim kurulu üyelerinden Necmeddin Molla Kocataş, el değmeden şişeleme ile suculukta yeni bir aşamayı başlattı. Suculuğa başlayan şirketlerin ortaya çıkışıyla İstanbul ve Ankara’da belediye suyunun tadından ve miktarından memnun olmayanlar, en ünlüleri Taşdelen, Hünkar, Çubuklu olan damacana suyu alıyor, su evlere buzdolabı girene kadar sırlı küplerde saklanıyor, üstleri işlemeli bezle örtülüyordu.


Büyük şehirlerde su sorunu iyice büyüdü. Çeşme başında su kuyruklarında çıkan kavgalar yaygınlaştı. İstanbul esnafı kapı önlerine çağdaş sebiller, sifonlu makineler koyarken mahalle çeşmelerinin muhtarlıklar tarafından denetimi ve paralı olması, çeşmelerde araba yıkanıp yıkanamayacağı kavgası büyüyordu. Pınar Hayat 1980’de pet şişede su ‘üretimine başladığında Anadolu’nun bazı yerlerinde lokantalarda su halen, 1949’da Orhan Veli’nin “Bedava yaşıyoruz bedava/ Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava” dediği gibi, bedavaydı, masalara büyük sürahi ve testilerle konuluyordu. 1990’larda kola ve meyve sularının yürürken içildiği dönem başlarken, İstanbul’da susuzluk had safhaya varmış, mahallelerde su istasyonları açılmaya, tankerler su satmaya başlamıştı. Bundan sonra pet şişe suyu her yere yayıldı, boy boy türleri çıktı, firma sayısı arttı; 1997’de nizamnamesi hazırlandı. Dünyaya satış yapan Danone ile Sabancı ortaklığı kuruldu.



Meyveler


Anadolu’nun florasını ve flora tarihini bilmiyoruz. Bu durum kültür bitkileri için de böyledir ve son elli yılda yaşanan değişimin saptanması artık çok zordur. Malatya kayısısının kazandığı ticari başarından sonra zerdaliyi, İzmir üzümü gibi bugün manavlarda bulabildiğimiz belli başlı üzüm türleri dışında kalan, sayısı kırklara varan yerli üzüm türlerini artık bulmak çok zor ve bu konuda bilgiler kişisel görgülerden ibaret kalıyor. Kardelenden sümüklüböceğe, meşeden yılanlara kadar birçok bitki ve hayvan türü de, Avrupa pazarlarına toplayıcılık yöntemiyle satıldığı için varlıkları tehlike sınırına girmiştir.


Cumhuriyet hükümetleri birçok tarımsal ürünün yetiştirilmesi için ciddi gayret içinde olduğu gibi, dönüm noktası olarak 12 Eylül’e kadar devam eden bu siyasetin sonucu ve milli pazarın oluşumuyla yaygınlaşan, bazısı uzun zaman pahalı kalan, bazısı her eve giren ve yerli ürün haline gelen meyvelerden bir iki örnek verebiliriz: 

Muz: Muz Güneydoğu Asya ile Orta Amerika ve Karayiplerin yerli bitkisidir. Biyolojik anlamda çiçeği ve meyvesi olmayan kocaman bir ‘ot’ olan muz, 6. yüzyılda Etiyopya’ya girmiş, 14- yüzyılda Afrika’ya yayılmış, 15. yüzyılda Portekizliler Afrika’da, İspanyollar Amerika’da muzla karşılaşmışlardır. 12° C üstünde hemen olgunlaşan, altında hemen donan muzun 1920’lere kadar Avrupa’ya naklinde zorluk çekildiğinden bu yıllara kadar yaygınlaşmamış, bundan sonra çok sevilmiştir. 


Antalya’ya 1870’de İskenderiye’den süs bitkisi olarak getirilmiştir. Avrupa’da tanındıktan sonra üretilmesi düşünüldü. Akdeniz ülkelerinden kaliteli muzun ithalat kolaylıkları nedeniyle yetiştirilmesi çabuk yaygınlaşamadı. 1950’lerde Musa Johnson ve Musa Cavendish türleri desteklenerek geliştirildi, 1960’da muz tüketimi Ankara’da 150 ton, İstanbul’da 380 ton, İzmir’de 25 ton, diğer illerde 505 tondan ibaretti, 1972’de üretim 20.000 tona çıkmıştı. Muzun bir özelliği de ‘muz cumhuriyeti’ biçimiyle adının siyaset terimleri arasına girmesidir. Türkiye’de Çikita muz ithalatı başladığında yerli muz - ithal muz konusunda yaşanan tartışmalar, tarımsal ithalat ile koruma siyasetlerindeki dönüşümün simgesi olarak tarihe geçecektir.

Portakal: Portakalın anayurdu olarak Hindistan’ın kuzeyi gösterilir. Malezya mitolojisinde adınaga ranga’dır. İÖ 2000’lere Çin’e, İS 2. yüzyılda Roma’ya ulaşmıştır. 16. yüzyılda Avrupa’da portakal halen güzel kokulu çiçekleri için sevilmektedir. Avrupa’da kökü Malezya’ya dayanan Arapça naranc (Türkçe narenciyenin kökü) adından naranje, laranje, orange diye tanınmışken, Türkçe, Farsça, Rumenceye, Portekiz kanalıyla portakal hatta Arap halk diline burtukan olarak girmiştir.


Portakal Ingiltere’de 18. yüzyıla kadar ancak Noellerde yenebilen pahalı bir meyve olarak kalmıştır. Cevdet Paşa 1865’de Kozan’da aşiretlerin düzen altına alınması için çalışırken, Çukurova’nın turunçgilleri hakkında da bilgi verir. Yerli halk portakal yer fakat limona itibar etmez; limon askerler satın almaya başladıktan sonra kıymete binmiştir ve bölge yabani limon ormanlarıyla kaplıdır (Tezâkir, 28. Tezkire).


Portakal 1950’li yıllarda devletçe desteklenmiş, yetiştirilip düşük fiyatla üreticiye satılmıştır. 1951-52 mevsiminde üreticiye 27 bin aşılı fidan dağıtılmıştır. Milli pazarın oluşumundan önce Rize merkez, Pazar, Sürmene ve Hopa ilçeleri (mandalina üretiminden başka) toplam portakal üretiminin % 23’ünü karşılıyordu. Gerçekte tür olmayıp İsrail portakalının ihraç limanını ifade eden Yafa ve Washington portakalından sonra satsuma da getirildi. 1956’da 115 bin ton civarında olan üretim 1970’de dört katına çıkmıştı. 1995’de portakal üretimi 740.000 ton olmuştur.


Greyfurt: Pomela adı verilen narenciye türü Hint Okyanusundan 1681’de Fransa’ya getirildi. 1800’lerde Fiji’den ABD ’ye getirilen pomela portakalla melezlendikten sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında kahvaltı içeceği olarak tanıtıldı ve yaygınlaştı. Halikarnas Balıkçısı’nın gayretiyle Türkiye’ye getirildi. İmla sözlüklerimizde ‘greypfrut’ (İngilizce grapefruit) olarak yazılan meyveye verilen kızmemesi, altıntop isimleri ise rağbet görmedi. 


Avokado, Kivi


Avokado, kivi, ananas, brüksel lahanası, brokoli, aysberg ve ithal muz Özal döneminin özellikleri olarak günlük yaşamımıza girdi. Özal domates fiyatları Almanya seviyesine çıktığında zengin olacağımızı söylerken, kivi sayesinde tane işi satılan meyveyle tanıştık. Adları, biçimleri, benzerlerinin daha önce bulunmaması ve hiç duyulmamış olmaları nedeniyle olsa gerek, avokado ve kivi o dönem basında yer aldı, hatta ilk kivi yiyen Türk karikatürü yapıldı. Artık ananas dışında bu ürünlerin birçoğu Türkiye’de yetiştiriliyor ve Ankara pazarlarında yerli muz kolay bulunmuyor. Türk Standartlar Enstitüsü de 1994 Nisan’ında avokado ve kivi standartlarını belirlemiştir.


Avokado, Amerikan armudu, Avrupa’ya ikinci Dünya Savaşı sonrasına kadar gelmedi. Maya ve Azteklerin çok sevdiği bu meyveye îspanyollar 1526’da yerli awa gualt adından avacado demişlerdi. Meksika’da yılda kişi başına 15 kilo olan tüketim Avrupa’da bu miktarın çok gerisinde kalsa da, ithalatın % 70’ini karşılayan İsrail için iyi bir gelir kaynağı oluşturdu. Türkiye’de istatistik rakamlarına giremedi ama Akdeniz sahilleri özellikle Alanya, Antalya, Adana’da yetiştirilmeye başlandı. Salata (meze) olarak tüketilmektedir.


Anayurdu Çin olan ve en çok ABD ile Yeni Zelanda’da üretilip konservesi de yapılan kivi ilk kez avokado ile birlikte ithal edildi. 1994 yılından beri Türkiye’de yetiştirilmeye başlanan kivi tek ürün niteliği kazanmış çayda yaşadığı sorunlardan sonra Rize için yeni umut kapısı oldu. Türkiye’de kivi üretiminin yaklaşık % 44’ü Rize’de, % 33’ü Yalova’da gerçekleştirilmektedir ve 1994’te 7 ton olan üretim 1997’de 190 tona çıkmıştır; on üç ilde 32 .000’i henüz meyve vermeyen yaşta, toplam 44.000 ağaç bulunmaktadır. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

2 Mayıs 2023 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

 

 

 

İSBÂT:

 

1. Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.

 

Bütün varlıklar Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını isbat ettiği için mahlûkların (yaratılmışların) hepsine âlem denilmiştir. (Teftâzânî)

 

Müslümanlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunu çeşitli yollarla isbât etmektedirler. Bunlardan birisi şöyledir: Maddeler ve bütün zerreler hep değişmektedir. Değişmekte olan şey kadîm (başlangıçsız) olamaz, hâdis (sonradan yaratılmış) olması lâzımdır. Çünkü her maddenin kendinden öncekinden meydana gelmesi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır... (Seyyid Şerîf Cürcânî)

 

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve O'nun getirdiği her emrin ve haberin doğru olduğu güneş gibi meydandadır. Düşünmeye ve isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat, bunu görmek, anlamak için, kalbin bozuk olmaması, mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.

 

Tasavvuf ehli Nefy ve isbât zikri denilen "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle yükselir. Lâ ilâhe "Nefy zikri" makâmında bulundukça yolcu mertebesindedir. "La ilâhe"yi tamamlayıp Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince, yolu tamamlamış ve fena makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra isbât makâmına gelir ve Bekâ hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkabe, Resûlullah efendimizin zamânında da vardı. (M. Ma'sûm Fârûkî)

 

ÎSEVÎ:

 

Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.

 

Hıristiyanlık çıkmadan ve putperestlik karışmadan önce, îsevîler müşrik değildi (Allah'a eş, ortak koşmazlardı). Bolüs adındaki bir yahûdî, îsevî görünüp, havârîler (Îsâ aleyhisselâma inananlar) arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. (Harputlu İshâk Efendi, Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî)

 

ÎSEVÎLİK:

 

Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.

 

Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti, yâni Tevrât'ın hükmünü kaldırdı. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrât'a uymakta ısrar ettiler. İşte yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. (İshakEfendi-Ahmed Cevdet Paşa)

 

Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul, Îsevîliği kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek, Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını), teslîse (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); Îsevîliği hıristiyanlığa çevirdi. İncîl'i değiştirdi. Îsâ, Allah'ın oğludur dedi... (Harputlu İshâk Efendi)

 

İSFÂR:

 

Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

 

Sabah namazını isfâr ediniz. Bunun ecri, sevâbı çoktur. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)

 

Sabah namazını her mevsimde isfâr etmek, müstehabdır. Bu geciktirmeler, hep cemâat ile kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan, her namazı vakti girer girmez kılmalıdır. (Mergînânî-Halebî)

 

İSFİRÂR-I ŞEMS VAKTİ:

 

Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızrak boyunu, güneş merkezinin hakîki ufka 5 derece yaklaşması olarak tesbit etmişlerdir.

 

İkindi namazının vakti, öğle vakti bitince başlayarak, güneşin üst kenarının ufk-i mer'i (görünen ufuk) den kaybolduğu görülünceye kadardır. İsfirâr-ı şems vaktinden sonra her namazı kılmak ve ikindiyi bu vakte geciktirmek haramdır. Fakat o günün ikindi namazı gecikmiş ise yine bu vakitte de kılınır. Kazâya bırakılmaz. Önceden hazırlanmış cenâzenin namazı, secde-i tilâvet de bu vakitte câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İSHÂK ALEYHİSSELÂM:

 

Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti.

 

İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Biz İbrâhim'e oğlu İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Yâkûb'u hibe ettik ve herbirine hidâyet ve nübüvvet (peygamberlik) verdik. (En'âm sûresi: 84)

 

Kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkûb'u da zikreyle (hatırla, an). Onlar tâat ve ibâdette kuvvet, kudret ve dinde basîret (anlayış) sâhibleridir. (Sâd sûresi: 45)

 

İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ve oğlu İsmâil'i aleyhisselâm Mekke'ye bıraktıktan sonra, rüyâsına sadâkat, bağlılık gösterip, İsmâil aleyhisselâmı kurban etmekle ilgili imtihânda başarılı olunca, Allahü teâlâ ona ihtiyar yaşta bulunan hazret-i Sâre'den İshâk adlı bir oğul ihsân etti. Şam diyârında (Filistin ve Sûriye) doğan İshâk aleyhisselâm büyüyünce babası ve annesiyle Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip ağabeyi İsmâil aleyhisselâmla görüştükten sonra, üçü birlikte Filistin'e döndüler. İshâk aleyhisselâm anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke'ye giderek hac ibâdetini yerine getirdi. Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara anlattı . Altmış yaşındayken Allahü teâlâ ona Iys ve Yâkûb adında ikiz olan iki oğul ihsân etti. Iys, amcası İsmâil aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Babasının duâsı bereketiyle, soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik verildi. İshâk aleyhisselâm yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefât edince Filistin'de Halîlürrahmân civârında baba ve annesinin de kabrinin bulunduğu mağaraya defnedildi. (İbn-ül-Esîr-Sa'lebî, Nişancızâde)

 

İSKÂT VE DEVR:

 

Müslüman bir kimsenin ölünce, namaz, oruç ve diğer bâzı borçlarından kurtulması için yapılan muâmele. (Devr)

 

Tutulmamış oruçların ve ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin kazâ edemediği namazları için iskât ve devr yapmanın lâzım olduğunda bütün âlimlerin söz birliği vardır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" ve "Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir" buyurdu. (Tahtâvî, İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Ali, Muhammed Hâdimî, Halebî, Alâüddîn Haskefî, İmâm-ı Birgivî)

 

Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri, dînimizin bildirdiği şekilde yapılmamaktadır. İslâmiyet'te iskât yoktur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakta olan iskât ve devrler dînimize uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. (M. Sıddık Gümüş)

 

İSLÂM:

 

Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları. (İslâmiyet)

 

İslâm Ahlâkı:

 

İslâm dîninin bildirdiği ahlâk.

 

Müslümanlar birbirine hürmet eder, yardımlaşırlar. Din ve dünyâ işlerinde birbirlerinin sıkıntılarını giderirler. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kânunlara karşı gelmezler. İslâm ahlâkı üzere yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. (Ali bin Emrullah)

 

İslâm Âlimi:

 

Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

 

Emr-i ma'rûfu (iyiliği emr) ve nehy-i münkeri (kötülükten menetmeyi) el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak İslâm âlimlerine, kalb ile yapmak da her Müslümana farzdır. (Taşköprüzâde)

 

İslâm-ı Hakîkî:

 

Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.

 

Bir müslüman Allahü teâlânın ihsânı ile şerîatin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uyar ve o büyüklere vâris olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etse, İslâm-ı hakîkî sâhibi olan inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İslâm-ı Mecâzî:

 

Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

 

Vilâyet-i hâssa (evliyâlığın en yüksek makâmı) ile şereflenmedikçe, İslâm-ı mecâzîden kurtulup, İslâm-ı hakîkiye kavuşulmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İSLÂMİYYET (İslâmiyet):

 

Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

 

Allahü teâlâ Peygamberini hidâyet ve hak din İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini diğer dinler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) peygamber olduğuna şâhid olarak Allahü teâlâ yeter. (Feth sûresi: 28)

 

Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)

 

Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

 

İzzet (şeref, îtibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)

 

Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendisinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmân muma benzer, dînimizin emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir ve din-i İslâm'dır. Îmânsız mum çabuk söner, îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İSM (İsim):

 

Varlıklara ad olan kelime.

 

Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz. (İmâm-ı Mücâhid)

 

Doğduğu zaman çocuğa güzel bir isim koymak, aklı erdiği zaman Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve evlenecek yaşa gelince evlendirmek çocuğun babası üzerindeki üç hakkıdır. (Muhammed Rebhâmî)

Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek, Hanefî mezhebinde müstehabdır. Akîka, her zaman kesilebilir. (Muhammed Rabhâmî)

 

İsm-i A'zam:

 

En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn", bâzıları "Yâ ze'l-Celâli ve'l-ikrâm", bâzıları, sâdece "Allah" ism-i şerîfi olduğunu bildirmişlerdir.

 

Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel'âm-ı Baûrâ, ism-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'am, Allahü teâlânın az bir haramına meyl ettiği için îmânsız gitti. (Senâullah Dehlevî)

 

İsm-i Celâl:

 

Allah ism-i şerîfi. (Allah Celle Celâlühü)

 

İSMÂİL ALEYHİSSELÂM:

 

Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Annesi Hacer Hâtun'dur.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Yâ Muhammed!) Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yâkûb'a ve oğullarına, Îsâ'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a da vahy ettik ve Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (Nisâ sûresi: 163)

 

Allahü teâlâ Âdemoğullarından hazret-i İsmâil'i seçti. İsmâil'in evlâdından (oğullarından) Kinâne'yi, Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından da beni seçti ve ayırdı. (Hadîs-i şerîf-Kâdızâde)

 

İsmâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Şam diyârında doğdu. Babası İbrâhim aleyhisselâm, Allahü tealânın emriyle, annesi Hâcer Hâtun'la berâber onu Mekke'ye götürdü. Yanlarına bir miktâr yiyecek ve su ile birlikte, şimdiki Kâbe'nin bulunduğu yere bırakarak Şam'a döndü. Annesi su ararken, şimdiki zemzem kuyusunun yerinde yatan çocuk tepindi. Ayaklarını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselâmın vurduğu yerden Zemzem suyu çıktı.

 

Hâcer Hâtun bu vâdide yaşarken, Yemen tarafından Cürhüm kabîlesi gelip Mekke'nin bulunduğu yere yerleştiler. İbrâhim aleyhisselâm gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Allahü teâlâ rüyâsına sadâkat (bağlılık) göstermesi üzerine ona bir koç ihsân buyurdu. İsmâil aleyhisselâm böylece kurban edilmekten kurtuldu. İsmâil aleyhisselâm gençlik çağına gelince, Cürhümlülerden iki defâ evlendi. Daha sonra tekrar Mekke'ye gelen İbrâhim aleyhisselâmla birlikte Kâbe-i muazzamayı inşâ edip, hac ibâdetini yaptılar. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İnsanlara babası İbâhim aleyhisselâma bildirilen dînin hükümlerini bildirdi ve dâveti elli yıl sürdü. Buna rağmen pek az kimse îmân etti. İsmâil aleyhisselâm vefâtına yakın kardeşi İshâk aleyhisselâmı yanına dâvet edip, kızını onun oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. 133 veya 137 yaşlarında iken Mekke'de vefât etti. Rivâyetlerin çoğuna göre Mescid-i Haram'da Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan Hatîm denilen yere defnedildi.

 

İsmâil aleyhisselâmın on iki oğlundan çoğalan torunları, zamanla Arabistan Yarımadası'nın her tarafına yayıldılar. Peygamber efendimizin yirminci dedesi Adnan ile İsmâil aleyhisselâm arasında otuz baba vardır. (Molla Miskin-Nişancızâde)

 

İSMÂİLİYYE:

 

Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.

 

İsmâiliyye fırkası mensubları, Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmaktır; Cehennem ise, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır derler. (Seyyid Şerîf)

 

Selçuklu veziri Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâm'ın talebelik arkadaşı olan Hasan Sabbâh, Selçuklulara isyân ederek İran'da İsmâiliyye Devletini kurdu. Alamut kalesini alıp merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör örgütüyle pekçok müslüman devlet adamını ve âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin kitablarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle yasakladı. (Şehristânî)

 

Bugün Hindistan'da Bohra veya Bohara adıyla tanınan İsmâiliyye mensûbları, Dâvûdî ve Süleymânî olmak üzere iki kısımdırlar. Zamânımızda İslâm âlimi olarak tanıtılan, fakat yetmiş iki bozuk fırkanın en zararlısı olan İsmâiliyye yolunda olanlar, görülmektedir. Bunlar Peygamber efendimizin aleyhisselâm annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin peygamberlik bildirilmeden önce putlara kurban kestiğini söyleyerek temiz gençleri aldatmaya çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

İSMET:

 

1. Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.

 

Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet ve Fetânet. (Kutbüddîn İznikî)

 

2. Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

 

İSNÂ AŞERİYYE:

 

Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan bozuk fırka. On iki imâmı kabûl ettikleri için Onikiciler mânâsına gelen İsnâ aşeriyye adı verilmiştir.

 

İsnâ aşeriyye fırkası, imâmlığın sâdece on iki imâma âit olduğuna, son imâmın İmâm-ı Mehdî olduğuna ve bunun hâlen sağ olduğuna, kıyâmetten önce ortaya çıkarak zulümle dolmuş olan dünyâyı adâletle düzelteceğine inanırlar. Bunu bir inanç esâsı olarak kabûl ederler. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

 

İmâmiyye adı da verilen İsnâ aşeriyye fırkasına göre; mutlak olarak temiz toprağa secde etmek vâciptir. Halıya, kilime, yünden ve pamuktan örülmüş yaygılara secde etmek câiz değildir. Kerbela toprağından yapılmış türbet veya mühür denilen bir parça üzerine secde etmek daha fazîletlidir. Abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmek vacibdir. Bu sebeble ayaklar yıkanmaz ve mest üzerine kesinlikle mesh edilmez. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

 

İSNÂD:

Dayandırma, sened gösterme.

 

1. Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.

 

Benden işittiğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Ancak hakkı söyleyiniz. Kim benim söylemediğimi bana isnâd ederse, onun için Cehennem'de bir ev binâ edilir ve o kimse, o evin içine tıkılır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

Bir kimseye küfür isnâd edildiğinde eğer o kimse kâfir değilse, küfür isnâd edenin kendisi kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)

 

2.    Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

İngiliz Elçisinin Yanlış Hesabı Büyükada'dan Döndü Şubat 1807, İstanbul Açıkları

 



Türkiye'nin Ekim 1998'de Suriye'ye uyguladığı ve Abdullah Öcalan'ın ülkeden çıkarılmasını sağlayarak istediği sonucu da aldığı "silahlı diplomasi" tarihte büyük devletler tarafından zaman zaman uygulanan bir yöntemdi. Silahlı kuvvetlerin açıkça harekete geçirilip savaş tehdidi ile üzerine yürünülen ülke daha zayıf veya o anda savaşa hazır değilse ödün vermek, geri adım atmak zorunda kalırdı.


Türkiye 20. yüzyılın sonunda bunu ilk kez uyguladı -ve böylece "büyük devlet" olduğuna belki kendisi de inandı- ama başka büyük devletler bu yönteme daha önce çok başvurmuşlardı. Ancak her zaman istedikleri sonucu aldıkları söylenemez. Nitekim İngiltere 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı aynı yöntemi denedi ancak amacına ulaşamadı. Büyükada önlerine kadar gelen İngiliz savaş gemileri elleri boş dönmek zorunda kaldı.


Nisan 1789'da tahta çıkışının hemen ardından meydana gelen Fransız Devrimi'nin estirdiği rüzgarların da etkisiyle III. Selim Osmanlı İmparatorluğuna yeni bir düzen "Nizam-ı Cedid" getirmeye çalışıyordu. Fransız Devrimi'nden etkilenmişti ama 1798'de Mısır ve Suriye'yi işgal eden General Napolyon'dan doğal olarak hoşlanmıyordu. Hatta bu sırada III. Selim İngiltere ve Rusya'ya yanaşacak ve onlarla ittifak yapacaktı.


Daha sonra kendisini "Fransa İmparatoru" ilan eden Napolyon'u III. Selim başlangıçta yine tanımadı ve doğrusu pek ciddiye almadı ama Napolyon'un komutasındaki Fransız orduları Avrupa'yı bir baştan diğer başa hallaç pamuğu gibi atmaya başladığında Osmanlı padişahı da ülkesinin eski dostu Fransa'ya ve Napolyon'a yakınlaşmak gereğini duyacaktı. Napolyon'un Avrupa'yı kasıp kavurması ve Osmanlıların geleneksel düşmanı Rusların üzerine yürümesi III. Selim'in işine geliyordu.


Böylece III. Selim'in tavrı hızla değişecek ve Fransa ile ittifaka yönelirken İngiltere ve Rusya'yı karşısına alacaktı. Napolyon'un da istediği bu idi. Osmanlıların ve İran'ın güneyden Rusları sıkıştırmasını isteyen Fransız imparatoru en güvendiği adamlarından birini, General Sebastiani'yi İstanbul'a elçi olarak gönderdi.


Fransız general gerçekten de İstanbul'da çok iyi karşılandı ve özel bir yakınlık gördü. O kadar ki, Hıristiyan elçilerinin Osmanlı hükümdarının huzuruna kılıçlarıyla kabul edilmemesi yerleşmiş bir kural, bir gelenek olmasına rağmen Sebastiani kılıcıyla sultanın yanına girebilen ilk Avrupalı elçi oluyordu. Askeri başarılarına hayranlık duyduğu Fransa ve Napolyon'un desteğiyle III. Selim ordusunu modernleştirip, güçlendireceğini umuyordu.


Böylece süreç hızla Rusya ve İngiltere aleyhine gelişmeye başlayınca İngiltere "silahlı bir diplomasi" uygulayarak III. Selim'i bu politikadan uzaklaştırmaya ve yeniden kendilerinden yana dönmesini sağlamaya karar verdi. Elbette İngiltere büyük bir güçtü ve bunu ilk kez denemeyecekti. Son olarak Nisan 1801'de Danimarka'ya yönelik olarak bunu denemişler ve Kopenhag önüne gönderdikleri Kraliyet Donanması'nın topları ateşlenince istedikleri sonucu almışlardı.


Aynı şey İstanbul için de uygulanabilirdi; Çanakkale'den girerek Marmara'yı geçen gemiler Sarayburnu'na gelerek toplarını Topkapı Sarayı'na çevirdiklerinde III. Selim'in dize geleceğine inanıyorlardı. İki yıldır İstanbul'da İngiliz elçisi olan Charles Arbuthnot Osmanlı yöneticilerini ve III. Selim'i iyi tanıdığına inanıyordu ve Londra'ya yolladığı raporlarda Osmanlı padişahının Sarayburnu'nda İngiliz savaş gemilerini gördüğünde yelkenleri suya indireceğinden kuşku duymadığını yazıyordu. Sultan, Boğaziçi'nde bir savaşa girişmektense Bosna'da Fransızlarla bir savaşa girmeyi tercih ederdi.


İngiltere bu doğrultuda hazırlıklara girişerek Plymouth'dan yola çıkan savaş gemilerine Doğu Akdeniz rotası verirken İstanbul'daki İngiliz elçisi Arbuthnot da Osmanlı yönetimine bir ültimatom vererek Fransız elçisi Sebastiani'nin ülkesine geri gönderilmesini talep etti. Çünkü Fransız elçisinin Osmanlı başkentindeki faaliyetleri Fransa ile İngiltere arasındaki savaşta tarafsız olduğunu söyleyen Osmanlı devletinin bu konumuna uygun düşmüyordu. Ancak Osmanlılar hiç de oralı olmadılar ve İngiliz elçisinin taleplerine olumlu bir yanıt vermediler. Hatta tam tersine Charles Arbuthnot'un bu tutumu öfkeye yol açtı ve İstanbul'da istenmeyen adam haline gelmeye başladı.


Bu arada İngilizlerin bu girişimleri karşısında Boğazlar'dan bir saldırı olasılığına karşı Çanakkale Boğazı'ndaki savunma mevzileri, eski kaleler de Fransızların desteğiyle teknolojik olarak güçlendirilmeye başlandı. Öte yandan İngiliz elçisi ve İstanbul'daki İngiliz vatandaşlarına da tehdit yağmaya başlamıştı. Bu durum karşısında daha önce gelip Galata önlerinde demirlemiş olan bir İngiliz firkateynine binen elçi ve bazı önde gelen İngiliz vatandaşları gerilimin doruk noktasına ulaştığı 1807 yılının Ocak ayı sonlarında Marmara'ya doğru açılmak ihtiyacını hissettiler.


Aslında İngiliz elçisi gerilimi tırmandırma politikasını erken başlatmış ve henüz İngiliz savaş gemileri Boğazlarda görünmeden doruk noktasına ulaşan krizi yönetebilecek tarzda bir silahlı gücü arkasına alamamıştı. İstanbul'daki İngilizleri Çanakkale'ye doğru götüren savaş gemisini boğaz çıkışında ancak üç gemi daha bekliyordu ve bunlar "silahlı diplomasi" için yeterli bir güç değildi. Malta'ya haber gönderilerek on gemi daha ve çıkarma birlikleri istendi.


Bir yandan Gelibolu'ya çıkarma yapılacak, bir yandan da İstanbul'a kadar gidilecekti. Ancak Amiral Duckworth'un komutasında yedi geminin daha Çanakkale Boğazı açıklarına gelmesi için on gün geçecekti. On bir gemiye ulaşan İngiliz filosu bundan sonra bir on gün daha rüzgarın uygun hale gelmesini beklemek zorunda kalacak ve ancak 19 Şubat 1807'de Kraliyet Donanmasının gemileri tarihlerinde ilk kez Çanakkale Boğazı'na girip ilerlemeye başlayacaklardı. Boğazın savunma mevkileri İngiliz gemilerine ateş açtılar ama gemilere bir zarar veremediler. Bazı eski Osmanlı gemileri de düşman filosuna ateş açacak ancak etkili olamayacaklar ve karşı ateşle bazıları batırılacaklardı.


Böylece Amiral Duckworth'un küçük filosu Marmara'yı geçti ama Topkapı Sarayı'nı tehdit edecek kadar Boğaziçi'ne sokulamadı. Çünkü Karadeniz'den esen güçlü rüzgar ve şiddetli akıntı İngilizlerin gemilerini istediği yerde demirlemesine olanak tanımıyordu. Zorunlu olarak ancak Büyükada önlerinde demirleyebildiler. Ama İstanbul'a on kilometreden uzak olan bu mesafeden topların bir tehdit unsuru olması pek mümkün değildi. İki gün boyunca İngiliz gemileri adalar civarında dururken bu gücü arkasına alan İngiltere elçisi Arbuthnot da İstanbul'a gelmiş kendince çeşitli temaslar yapıyor, sonuç almaya çalışıyordu.


İngiliz gemilerinin adalara kadar gelmesi tabii ki Topkapı Sarayı'nı endişelendirmişti. Ama daha sonra kıyıya pek sokulamadıkları fark edildi ve kentte savunma önlemleri alındı. Sadece bir firkateyn Galata önlerine gelebilmişti. İngiliz elçisinin tehditlerine pek aldırmayan Osmanlı yöneticileri tam tersine Arbuthnot'u tehdit ettiler. Halkın galeyan halinde olduğunu ve her an kentteki yabancılara saldırıların başlayabileceğini söyleyerek bir an önce çekip gitmelerinin en iyi yol olacağını bildirdiler.


Amiral Duckworth 22 Şubat sabahı gemilere İstanbul'u bombalamaları emrini verdi ama hemen geri aldı. Çünkü kente fazla sokulamadan yapılacak bir bombalama pek bir işe yaramayacağı gibi çıkarma birlikleri de olmadığı için etkili bir sonuç vermesi de beklenemezdi. Kentin bir kısmında hasara meydan verebilecek bombalar uzun vadede İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında çok daha büyük ve kalıcı bir düşmanlığın doğmasına yol açmaktan başka siyasi bir sonuç üretemeyecekti.


Sonuçta İngilizler Şubatın son günü tası tarağı toplayıp Marmara'ya doğru açıldılar. Bu iç denizde kalmayı güvenli görmeyen Amiral Duckworth gemilerini Çanakkale Boğazından geçirerek Ege'ye çıkaracak, bu arada bu kez boğazdan geçerken Osmanlı topları daha isabetli atışlar yapınca bazı gemileri de yara alacaktı. Ege'de bir Rus filosu ile buluşan İngilizler geri dönüp birlikte İstanbul'u bombalamayı tartıştılar ama bunun bir yararı yoktu.


Bunun üzerine her iki filo da Akdeniz'e doğru yola çıkarken İngiltere'nin "silahlı diplomasi" denemesi tam bir fiyaskoyla sonuçlanıyor, İstanbul'da ise kutlama gösterileri düzenleniyordu.


Alıntıdır.

1 Mayıs 2023 Pazartesi

HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER-2

 Avar'lar, Uz'lar, Peçenekler, Kumanlar (Kıpçaklar):



Avar'lar, Kafkasya'da ve Rusya'nın güneyinde yaşarken, Gök ­ Türklere ve sonra Hazarlara tabi idiler. "568'de Gök-Türklerin baskısı ile idil ve Tuna'ya gelen Avar'lar, Adriyatik sahillerine kadar inmişti. Avarlar, 626 yılında, Sasanilerle ittifak kurarak, Bizans'a, karadan ve denizden saldırdılar. lstanbul kapılarına kadar dayanmışlardı. Bizans'lılar, Zeki Velidi'ye göre, Gök-Türk'lerle; Ostrogorsky"ye göre, Hazar'larla anlaştılar. Gök-Türkler veya Hazar'lar, lran'lıları yenince, Bizans rahatladı ve Avar saldırısından kurtuldu. Avar'ların başında, "Bayan Kagan" vardı. 791 yılında Avarlar, Frank imparatoru Büyük Şarl ve oğlu tarafından, Macaristan'da büyük bir yenilgiye uğratılınca, siyasi ehemmiyetlerini kaybettiler. Dört yıl sonra (795'te), Avar kağanı, Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Bu ise, Avar'ların eriyip gitmelerinin başlangıcı oldu.


Uz'lar (Oğuz'lar). Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara inen Türk uruklarından biridir. Zaman zaman Bizans'la, çok zaman da, Peçenek ve Kuman'larla çarpışmışlardır. Bunda Bizans politikasının büyük rolü olmuştur. Peçeneklere karşı Kumanları çok ustalıkla kullanan Bizans, bir müddet sonra Kumanlarla arası açılınca, onlara karşı Peçeneklerle ve Uz'larla ittifak etmiştir. Macaristan'dan Sırbistan içlerine ve Makedonya'ya kadar yerleştirilmişlerdir. Bizans ordusunda askerlik hizmeti görmüşler ve Anadolu'ya da yerleştirilmişlerdir.

Güney Rusya'da göçebe hayatı yaşayan Peçenek'ler, 1046'dan itibaren Balkanlara yerleşmeye başladılar. Önceleri, Rusya'ya Macarlara ve Bulgarlara karşı seferler yaptıkları için, Bizans'la araları iyi idi. Bizans, Bulgarları ortadan kaldırınca, Peçeneklerle karşı karşıya geldiler. Peçenek beylerinden "Balçar" veya "Belçer" oğlu "Kegen", Hıristiyanlığı kabul ederek, birkaç Peçenek kabilesi ile birlikte Bizans hizmetine girmişti. 1048 kışında, Peçenek başbuğu Torak (Turak) çok kalabalık bir Peçenek kitlesi ile, donmuş olan Tuna'yı geçti. Kaynaklar, sekizyüzbin gibi mübalağalı bir rakam veriyor. Bir yandan soğuk ve salgın hastalıklar, Peçenek'leri kırarken, öte yandan, Kegen'in yardımını alan Bizans ordusunun saldırıları da tesirli oluyordu. Hıristiyan olup, Bizanslılarla birlikte kendi soydaşlarına karşı dövüşen, Kegen ve birlikleri, Torak'ın Peçenek'lerini yendiler. Bizans, pek kalabalık Peçenek halkını, Bulgaristan'a ve Makedonya'ya yerleştirdi. Köylerin kurulması, geniş ovaların işlenmesi, vergi veren köylü tebaaların olması, Bizans için çok iyi bir şeydi. Niş ile Sofya arasındaki ovalara ve şimdi Makedonya'da 'Ovçepolie denilen yerlere yerleştirildiler. Silahları alınıp, çiftçilikle meşgul olmaları emrolundu. Bir kısmı ise askere alındı. Anadolu'da gelişen atlı Türk birliklerine karşı, ancak Peçenek'ler durabilirdi. 1049'da, Selçukluların Doğu Anadolu'ya yaptıkları akınlara karşı, Bizans imparatoru Konstantin Monomach, Peçeneklerden onbeşbin kişilik bir atlı birlik kurdurmuş ve başlarına, o sırada Konstantinopolda bulunan dört Peçenek büyüğünü (Sülçe, Selte, Karaman, ve Kataleym) getirmişti. Bunları gemilere bindirip, hediyelerle Üsküdar'a çıkarmış, yanlarına Bizans'lı bir kılavuz vermişti. Bulgurlu'ya geldiklerinde, kendi dillerinde "Komenton" dedikleri, bir çeşit istişare meclisi kurdular ve Bizans'a hizmetten vazgeçip, geriye dönmeye karar verdiler. Gemiler karşı sahile geçmiş olduğundan, Kataleym'in ardından atlarını denize sürüp, Büyükdere'ye (S. Taras Manastırı yanına) çıktılar. Yerleştirilmiş olan bütün Peçenekleri yerlerini terk etmeye davet ettiler. Peçenek kitleleri, ziraat aletlerini silah yapıp, onlara katıldı. Tuna'ya akan Osmos ırmağı boylarında yerleştiler.


Turak, bütün Peçenek boylarını birleştirmeğe çalışıyor; Kegen ise buna karşı çıkıyordu. Kegen, iki boy'u kandırabilmişti, 11 boy, Turak'a sadık kalmıştı. Bizans imparatoru ,Kegen'in vaftiz babası olmuştu. Kegen, yirmibin Peçenek'le Derster (Silistre) yakınlarına geldi. Keşiş Eftim, bunları Tuna suyunda vaftiz etti. Kegen'e Uç kale ve geniş arazi verildi. Oğlu Balçar da Hıristiyan olmuştu. 1051 'de Kegen, ihanetinin cezasını çekti; soydaşları tarafından parçalanarak öldürüldü.


1053'te, Turak ve Peçenekleri, Presiav yakınında, Bizanslıları bir gece savaşı ile büyük hezimete uğrattılar. Bu savaş aynen, 811 'de Bulgar Türklerinin hanı, Kurum Han'ın, gece savaşı ile Bizanslıları yenmesine benziyordu. Bizanslılarla barış devresine girildi. 1064 ve 1065'te, Uz'larla Tuna boyunda, Peçeneklerin şiddetli mücadelesi oldu. Uz'lar Tunayı geçip, Balkan Yarımadası'na yerleştiler. Altıyüzbin kişilik Uz kitlesi, Makedonya ve Selanik taraflarına saldırdı. Peçeneklerle çatıştılar. Yenilen Uzları, Bizans devleti, Balkanlara ve Anadolu'ya yerleştirdi. Pek çok Uz askeri de, Bizans ordusuna alındı. Tatuş adlı bir Peçenek beyi, 1065'te Silistre'yi eline geçirdi.


1087'de, Macar ve Kuman yardımı alan Peçenek ordusu, Çelgü' nün kumandası altında, Bizans ordusu ile savaştı. Çelgü, kahramanca dövüştü ve savaş alanında kaldı. Peçenek'ler yenilmişti.

1091 yılı, Peçenek'ler için felaket yılı oldu. Peçeneklerin, Kuman (Kıpçak) Türkleri ile arası açıktı. Zaman zaman çatışmaları oluyordu. Bizans ordusunda ücretli asker (kumandan) olan, Kuman ileri gelenlerinden "Uzan" ve "Karaça", Kumanlarla Bizans arasında bir bağ kurulmasına yardımcı oldular. 1091 Nisan'ında Peçenekler, karadan Bizans üzerine yürürken onlarla anlaşan İzmir beyi Çaka Bey de, donanması ile Çanakkale Boğazı'nı geçip, lstanbul'u muhasara etti. Bizanslılar, Kuman'ları yardıma çağırdı. Kırkbin kişilik Kuman atlı birliği yola çıktı. Peçenek'ler, Meriç kıyılarındaki yerlere, Levunion siIsilesi eteklerine gelmişti. Bizans ordusu da buraya geldi. Peçeneklerin, zamanında Bizans ordusuna saldırmayıp, birkaç gün kaybetmeleri, felaketi hazırladı. Sonunda Kuman birlikleri savaş meydanına yetişti.


Nisan 1091'de, Bizanslılar Kumanların yardımı ile, Peçenek'leri korkunç bir yenilgiye uğrattılar. Peçenekler, savaş meydanına her zamanki gibi, üstü örtülü dört tekerlekli arabaları ile gelmişlerdi. Kadınları ve çocukları arabalarda bulunuyor. Kendileri de, arabaların kah önünde, kah arkasında, at sürüyor ve savaşıyorlardı. Bizans 'Prensesi Anna Komnena'nın anlattığına göre, savaş başlamak üzere iken, Peçeneklerin ileri gelen beylerinden biri, üçdört atlı ile birlikte, "aynı dili konuşuyor olmanın verdiği güvenle", Kuman saflarına doğru at sürdü. Anna Komnena'nın babası olan İmparator Aleksi Komnenos' un entrikaları ve Kumanların anlayışsızlığı yüzünden, hiç bir sonuç alamadan, geri döndüler. Sadece ulus şuuru ile hareket eden, milli şuurdan mahrum Kumanlar, Bizanslılarla bir olup, soydaşlarını, çoluk çocuklarıyla birlikte kırdılar. Bizans'ın oyunu başarı ile sona ermiş, Peçenek meselesi ortadan kalkmıştı. Kalan Peçenekleri, Bosna dağlarına, Balkanların çeşitli yerlerine ve Anadolu'ya iskan ettiler.


Bir Bizans tarihçisi, Peçenek'leri, baharda çoğalan bal arılarına benzetiyordu. 1122 yılında yeni bir Peçenek kitlesi, Tuna'yı geçip, Bizans'a saldırdı. Bu, Bizans'a yönelen son Peçenek akını olacaktı. Bizanslılar Peçenekleri büyük bir yenilgiye uğrattılar ve çok sayıda esir aldılar. Bu esirleri, Rumeli'ye ve Anadolu'ya yerleştirdiler. Bu tarihten sonra Bizans'ı artık Peçenekler Hiç ilendirmeyecektir. "Bu zaferin hatırasını kutlamak üzere imparator (loannes Il) özel bir 'Peçenek zafer bayramı ilan etmiş olup bu, 12. yüzyılın sonlarına doğru hala tesis edilmekte idi". 1091'de, Kuman'ların yardımı ile Peçenek'leri yenen, imparator Komnenos, şeytani oyunlarla, Çaka Bey'in karşısına, Kılıç Arslan'ı ve diğer Türk beylerini çıkarmıştı. Selçuklulara karşı Haçlıları, Haçlılara karşı Selçukluları kullanmıştır. 


 

Kumanlar (Kıpçaklar):


Orta Asya'da "Kıpçak" adı ile anılıyorlardı. Batı'ya, 'Rusya'ya geldikten sonra, "Kuman" adıyla anılmaya başladılar. Bulgar Türkleri gibi, Kuman-Kıpçaklar da, sarışın ve kumraldırlar. Bundan ötürü, lbn Fazlan, idil Bulgar'larını, Slav'lara benzetmiş ve onlara "Sakalföe" demişti. Rus, Alman ve Ermeni dillerinde, Kuman'ları anlatmak için kullanılan kelime, "sarışın Veya kumral" manasına geliyordu. Kuman kadınlarının güzelliği dile destan olmuştu.


Oğuz Destanına göre, Oğuz Han'ın beylerinden birinin karısı, içi boş bir ağaç içinde bir oğlan çocuğu doğurmuştu. Oğuz Han, çocuğa içi boş ağaç manasında "Kıpçak” adını verdi. Kaşgarlı Mahmud da aynı manada kullanıyor. Nemeth'in fikrine göre "Kıpçak" sözü, "hiddetli, kızgın" manasına gelmektedir. Orta Asya'da, Kamlık dininde olan Kıpçak'ların bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hıristiyan oldu. Alp Arslan'ın babası Çağrı Bey, "Kıpçak Şahı'na mektup gönderip dine davet etti. O da kabul edip, gelip Çağrı Bey'in elinde Müslüman oldu. Aralarında çok iyi geçinip, birbirlerine kız verip, evlenme yolu ile akrabalık kurdular".


Kıpçaklar (Kumanlar), Hindistan'dan Mısır'a ve Bizans'a kadar uzanan çok geniş bir sahada, hükümet ve askerlik işlerinde en yüksek mevkilere çıktılar. "Bengale'de hükümet süren lzzeddin Balaban (1259 - 1260) bir ,Kıpçak olduğu gibi, ondan sonra gelen Şir Han Sunkur ile biraderleri Seyfeddin Aybek ve Bahaeddin Balaban da Kıpçakların Uluborlu (Alborlu) uruğunun Hanları neslindenmiş". Moğol ordusunu bozguna uğratmakla ün salmış olan, Mısır Memlük hakanı "Baybars" da "Kunian (Kıpçak)" aslından idi.

 

Güney Rusya'ya gelerek, Karadeniz'in kuzeyindeki geniş bozkırlara yerleşen ve buralardaki Peçeneklerin Balkanlara inmesine sebep olan Kuman-Kıpçak'lar, bu yerlere adlarını verdiler. Deşt-i Kıpçak. Kuman'lar, hayvancılıkla uğraşıyor, göçebe bir hayat sürüyor, fakat aynı zamanda ticaretle de uğraşıyorlardı. Kuman'lar arasında dolaşan, ltalyan Katolik misyonerleri, ilkibinbeşyüz kelimelik bir Kuman Iügatı hazırladılar. Toplanan kelimeler 1303 tarihıinde Sudak Şehrinde kitap haline getirildi. "Codax Cumanicus" adıyla ünlü olan bu eser, Kumanların maddi ve manevi kültürüne ait kelimeleri, atasözlerini ihtiva etmektedir. Misyonerler bu sözlüğü, hem misyoner faaliyetini kolaylaştırmak, hem de Venedikli ve Cenevizli tüccarlara yardımcı olmak için hazırlamışlardı.

Kumanlar, Moğollarla çetin mücadelelere girdiler. Onlara yenilince yerlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bir kısmı, Macaristan'a indi.

İdil çevresine ve Kafkasya'ya, Gürcistan'a indi. Macaristan'a inen Kumanların başbuğu, "Bönek" idi. Burada Hıristiyanlığı kabul ettiler.

Fakat bu,  sözde kalıyordu.  "Şamanlıktan  bir türlü  ayrılamıyorlardı".

1091 'de, Peçeneklere karşı savaşmak, Bizans'a yardım etmek üzere, kırkbin atlı ile, Meriç kıyılarına geldiler. Bizans kaynaklarına göre Manyak, Rus kaynaklarına göre Bonyak, Macar'lara göre Bönek ve Togortak (Rus vekayinamelerinde Tugorkan, Turtkan) bulunuyordu. Bizans imparatoru onlara ziyafet verdi, hediyeler sundu. Peçenek'ler, Kuman'ları Bizanslılardan ayırıp, kendi saflarına çekmek istedilerse de, Bizans'ın fili ve kışkırtmaları bunu engelledi. 29 Nisan 1091 Salı günü, sabahtan akşama kadar, Peçenek soyu imha edildi.

 

Her Bizans askerine, otuzdan fazla esir düşüyordu. Konstantinopol ahalisi, "Sk'üler, Mayısı görmeden bir gün evvel mahvoldular" diye bir marş uydurmuşlardı.


1094'te, Kumanlar, Edirne'ye kadar birçok yeri işgaI edince, Bizans'lılarla araları açıldı. Savaşın sonu Bizans lehine oldu. Daha sonraki yıllarda, Bizans siyaseti onları daha da yıprattı. Kah askeri hizmete aldılar, kah Rumeli ve Anadolu'ya yerleştirdiler. Yugoslavya'daki Kumanova, onların hatırasını taşıyor.


İdil boylarında, İdil Bulgarları ile karışan Kuman'lar, bugünkü Kazan çevresinde yaşayagelmişlerdir. Kırım ve Kazan Tatar'larının dedeleri, bu Kuman-Kıpçaklar, İdil Bulgar'ları ve diğer Türk uruklarından gelmektedir.



Kırkbin Kuman ailesi, Gürcistan'a inerek burada Hristiyan oldu. Gürcü kralının ordusu da, hassa ordusu da bu Kumanlardan ibaretti. Zamanla buradan, Doğu Anadolu'ya ve Doğu Karadeniz'e yayıldılar ve buralara yerleştiler. Bir kısmı Müslüman oldu. Dede Korkut'ta, Oğuz'larla çarpıştığı söylenen, Türk adı taşıyan Hıristiyanlar, bu Kumanlar olmalıdır.



HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER


Prof. Dr. Mehmet EROZ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak