2 Mayıs 2023 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

 

 

 

İSBÂT:

 

1. Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.

 

Bütün varlıklar Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını isbat ettiği için mahlûkların (yaratılmışların) hepsine âlem denilmiştir. (Teftâzânî)

 

Müslümanlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunu çeşitli yollarla isbât etmektedirler. Bunlardan birisi şöyledir: Maddeler ve bütün zerreler hep değişmektedir. Değişmekte olan şey kadîm (başlangıçsız) olamaz, hâdis (sonradan yaratılmış) olması lâzımdır. Çünkü her maddenin kendinden öncekinden meydana gelmesi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır... (Seyyid Şerîf Cürcânî)

 

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve O'nun getirdiği her emrin ve haberin doğru olduğu güneş gibi meydandadır. Düşünmeye ve isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat, bunu görmek, anlamak için, kalbin bozuk olmaması, mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.

 

Tasavvuf ehli Nefy ve isbât zikri denilen "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle yükselir. Lâ ilâhe "Nefy zikri" makâmında bulundukça yolcu mertebesindedir. "La ilâhe"yi tamamlayıp Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince, yolu tamamlamış ve fena makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra isbât makâmına gelir ve Bekâ hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkabe, Resûlullah efendimizin zamânında da vardı. (M. Ma'sûm Fârûkî)

 

ÎSEVÎ:

 

Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.

 

Hıristiyanlık çıkmadan ve putperestlik karışmadan önce, îsevîler müşrik değildi (Allah'a eş, ortak koşmazlardı). Bolüs adındaki bir yahûdî, îsevî görünüp, havârîler (Îsâ aleyhisselâma inananlar) arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. (Harputlu İshâk Efendi, Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî)

 

ÎSEVÎLİK:

 

Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.

 

Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti, yâni Tevrât'ın hükmünü kaldırdı. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrât'a uymakta ısrar ettiler. İşte yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. (İshakEfendi-Ahmed Cevdet Paşa)

 

Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul, Îsevîliği kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek, Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını), teslîse (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); Îsevîliği hıristiyanlığa çevirdi. İncîl'i değiştirdi. Îsâ, Allah'ın oğludur dedi... (Harputlu İshâk Efendi)

 

İSFÂR:

 

Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.

 

Sabah namazını isfâr ediniz. Bunun ecri, sevâbı çoktur. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)

 

Sabah namazını her mevsimde isfâr etmek, müstehabdır. Bu geciktirmeler, hep cemâat ile kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan, her namazı vakti girer girmez kılmalıdır. (Mergînânî-Halebî)

 

İSFİRÂR-I ŞEMS VAKTİ:

 

Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızrak boyunu, güneş merkezinin hakîki ufka 5 derece yaklaşması olarak tesbit etmişlerdir.

 

İkindi namazının vakti, öğle vakti bitince başlayarak, güneşin üst kenarının ufk-i mer'i (görünen ufuk) den kaybolduğu görülünceye kadardır. İsfirâr-ı şems vaktinden sonra her namazı kılmak ve ikindiyi bu vakte geciktirmek haramdır. Fakat o günün ikindi namazı gecikmiş ise yine bu vakitte de kılınır. Kazâya bırakılmaz. Önceden hazırlanmış cenâzenin namazı, secde-i tilâvet de bu vakitte câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

 

İSHÂK ALEYHİSSELÂM:

 

Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti.

 

İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Biz İbrâhim'e oğlu İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Yâkûb'u hibe ettik ve herbirine hidâyet ve nübüvvet (peygamberlik) verdik. (En'âm sûresi: 84)

 

Kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkûb'u da zikreyle (hatırla, an). Onlar tâat ve ibâdette kuvvet, kudret ve dinde basîret (anlayış) sâhibleridir. (Sâd sûresi: 45)

 

İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ve oğlu İsmâil'i aleyhisselâm Mekke'ye bıraktıktan sonra, rüyâsına sadâkat, bağlılık gösterip, İsmâil aleyhisselâmı kurban etmekle ilgili imtihânda başarılı olunca, Allahü teâlâ ona ihtiyar yaşta bulunan hazret-i Sâre'den İshâk adlı bir oğul ihsân etti. Şam diyârında (Filistin ve Sûriye) doğan İshâk aleyhisselâm büyüyünce babası ve annesiyle Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip ağabeyi İsmâil aleyhisselâmla görüştükten sonra, üçü birlikte Filistin'e döndüler. İshâk aleyhisselâm anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke'ye giderek hac ibâdetini yerine getirdi. Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara anlattı . Altmış yaşındayken Allahü teâlâ ona Iys ve Yâkûb adında ikiz olan iki oğul ihsân etti. Iys, amcası İsmâil aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Babasının duâsı bereketiyle, soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik verildi. İshâk aleyhisselâm yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefât edince Filistin'de Halîlürrahmân civârında baba ve annesinin de kabrinin bulunduğu mağaraya defnedildi. (İbn-ül-Esîr-Sa'lebî, Nişancızâde)

 

İSKÂT VE DEVR:

 

Müslüman bir kimsenin ölünce, namaz, oruç ve diğer bâzı borçlarından kurtulması için yapılan muâmele. (Devr)

 

Tutulmamış oruçların ve ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin kazâ edemediği namazları için iskât ve devr yapmanın lâzım olduğunda bütün âlimlerin söz birliği vardır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" ve "Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir" buyurdu. (Tahtâvî, İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Ali, Muhammed Hâdimî, Halebî, Alâüddîn Haskefî, İmâm-ı Birgivî)

 

Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri, dînimizin bildirdiği şekilde yapılmamaktadır. İslâmiyet'te iskât yoktur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakta olan iskât ve devrler dînimize uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. (M. Sıddık Gümüş)

 

İSLÂM:

 

Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları. (İslâmiyet)

 

İslâm Ahlâkı:

 

İslâm dîninin bildirdiği ahlâk.

 

Müslümanlar birbirine hürmet eder, yardımlaşırlar. Din ve dünyâ işlerinde birbirlerinin sıkıntılarını giderirler. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kânunlara karşı gelmezler. İslâm ahlâkı üzere yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. (Ali bin Emrullah)

 

İslâm Âlimi:

 

Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim.

 

Emr-i ma'rûfu (iyiliği emr) ve nehy-i münkeri (kötülükten menetmeyi) el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak İslâm âlimlerine, kalb ile yapmak da her Müslümana farzdır. (Taşköprüzâde)

 

İslâm-ı Hakîkî:

 

Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.

 

Bir müslüman Allahü teâlânın ihsânı ile şerîatin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uyar ve o büyüklere vâris olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etse, İslâm-ı hakîkî sâhibi olan inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İslâm-ı Mecâzî:

 

Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.

 

Vilâyet-i hâssa (evliyâlığın en yüksek makâmı) ile şereflenmedikçe, İslâm-ı mecâzîden kurtulup, İslâm-ı hakîkiye kavuşulmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İSLÂMİYYET (İslâmiyet):

 

Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

 

Allahü teâlâ Peygamberini hidâyet ve hak din İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini diğer dinler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) peygamber olduğuna şâhid olarak Allahü teâlâ yeter. (Feth sûresi: 28)

 

Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)

 

Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

 

İzzet (şeref, îtibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)

 

Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendisinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmân muma benzer, dînimizin emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir ve din-i İslâm'dır. Îmânsız mum çabuk söner, îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İSM (İsim):

 

Varlıklara ad olan kelime.

 

Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz. (İmâm-ı Mücâhid)

 

Doğduğu zaman çocuğa güzel bir isim koymak, aklı erdiği zaman Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve evlenecek yaşa gelince evlendirmek çocuğun babası üzerindeki üç hakkıdır. (Muhammed Rebhâmî)

Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek, Hanefî mezhebinde müstehabdır. Akîka, her zaman kesilebilir. (Muhammed Rabhâmî)

 

İsm-i A'zam:

 

En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn", bâzıları "Yâ ze'l-Celâli ve'l-ikrâm", bâzıları, sâdece "Allah" ism-i şerîfi olduğunu bildirmişlerdir.

 

Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel'âm-ı Baûrâ, ism-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'am, Allahü teâlânın az bir haramına meyl ettiği için îmânsız gitti. (Senâullah Dehlevî)

 

İsm-i Celâl:

 

Allah ism-i şerîfi. (Allah Celle Celâlühü)

 

İSMÂİL ALEYHİSSELÂM:

 

Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber. Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Annesi Hacer Hâtun'dur.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Yâ Muhammed!) Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yâkûb'a ve oğullarına, Îsâ'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a da vahy ettik ve Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (Nisâ sûresi: 163)

 

Allahü teâlâ Âdemoğullarından hazret-i İsmâil'i seçti. İsmâil'in evlâdından (oğullarından) Kinâne'yi, Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından da beni seçti ve ayırdı. (Hadîs-i şerîf-Kâdızâde)

 

İsmâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Şam diyârında doğdu. Babası İbrâhim aleyhisselâm, Allahü tealânın emriyle, annesi Hâcer Hâtun'la berâber onu Mekke'ye götürdü. Yanlarına bir miktâr yiyecek ve su ile birlikte, şimdiki Kâbe'nin bulunduğu yere bırakarak Şam'a döndü. Annesi su ararken, şimdiki zemzem kuyusunun yerinde yatan çocuk tepindi. Ayaklarını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselâmın vurduğu yerden Zemzem suyu çıktı.

 

Hâcer Hâtun bu vâdide yaşarken, Yemen tarafından Cürhüm kabîlesi gelip Mekke'nin bulunduğu yere yerleştiler. İbrâhim aleyhisselâm gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Allahü teâlâ rüyâsına sadâkat (bağlılık) göstermesi üzerine ona bir koç ihsân buyurdu. İsmâil aleyhisselâm böylece kurban edilmekten kurtuldu. İsmâil aleyhisselâm gençlik çağına gelince, Cürhümlülerden iki defâ evlendi. Daha sonra tekrar Mekke'ye gelen İbrâhim aleyhisselâmla birlikte Kâbe-i muazzamayı inşâ edip, hac ibâdetini yaptılar. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İnsanlara babası İbâhim aleyhisselâma bildirilen dînin hükümlerini bildirdi ve dâveti elli yıl sürdü. Buna rağmen pek az kimse îmân etti. İsmâil aleyhisselâm vefâtına yakın kardeşi İshâk aleyhisselâmı yanına dâvet edip, kızını onun oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. 133 veya 137 yaşlarında iken Mekke'de vefât etti. Rivâyetlerin çoğuna göre Mescid-i Haram'da Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan Hatîm denilen yere defnedildi.

 

İsmâil aleyhisselâmın on iki oğlundan çoğalan torunları, zamanla Arabistan Yarımadası'nın her tarafına yayıldılar. Peygamber efendimizin yirminci dedesi Adnan ile İsmâil aleyhisselâm arasında otuz baba vardır. (Molla Miskin-Nişancızâde)

 

İSMÂİLİYYE:

 

Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.

 

İsmâiliyye fırkası mensubları, Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmaktır; Cehennem ise, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır derler. (Seyyid Şerîf)

 

Selçuklu veziri Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâm'ın talebelik arkadaşı olan Hasan Sabbâh, Selçuklulara isyân ederek İran'da İsmâiliyye Devletini kurdu. Alamut kalesini alıp merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör örgütüyle pekçok müslüman devlet adamını ve âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin kitablarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle yasakladı. (Şehristânî)

 

Bugün Hindistan'da Bohra veya Bohara adıyla tanınan İsmâiliyye mensûbları, Dâvûdî ve Süleymânî olmak üzere iki kısımdırlar. Zamânımızda İslâm âlimi olarak tanıtılan, fakat yetmiş iki bozuk fırkanın en zararlısı olan İsmâiliyye yolunda olanlar, görülmektedir. Bunlar Peygamber efendimizin aleyhisselâm annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin peygamberlik bildirilmeden önce putlara kurban kestiğini söyleyerek temiz gençleri aldatmaya çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

İSMET:

 

1. Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.

 

Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet ve Fetânet. (Kutbüddîn İznikî)

 

2. Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

 

İSNÂ AŞERİYYE:

 

Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan bozuk fırka. On iki imâmı kabûl ettikleri için Onikiciler mânâsına gelen İsnâ aşeriyye adı verilmiştir.

 

İsnâ aşeriyye fırkası, imâmlığın sâdece on iki imâma âit olduğuna, son imâmın İmâm-ı Mehdî olduğuna ve bunun hâlen sağ olduğuna, kıyâmetten önce ortaya çıkarak zulümle dolmuş olan dünyâyı adâletle düzelteceğine inanırlar. Bunu bir inanç esâsı olarak kabûl ederler. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

 

İmâmiyye adı da verilen İsnâ aşeriyye fırkasına göre; mutlak olarak temiz toprağa secde etmek vâciptir. Halıya, kilime, yünden ve pamuktan örülmüş yaygılara secde etmek câiz değildir. Kerbela toprağından yapılmış türbet veya mühür denilen bir parça üzerine secde etmek daha fazîletlidir. Abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmek vacibdir. Bu sebeble ayaklar yıkanmaz ve mest üzerine kesinlikle mesh edilmez. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

 

İSNÂD:

Dayandırma, sened gösterme.

 

1. Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.

 

Benden işittiğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Ancak hakkı söyleyiniz. Kim benim söylemediğimi bana isnâd ederse, onun için Cehennem'de bir ev binâ edilir ve o kimse, o evin içine tıkılır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

Bir kimseye küfür isnâd edildiğinde eğer o kimse kâfir değilse, küfür isnâd edenin kendisi kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)

 

2.    Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

İngiliz Elçisinin Yanlış Hesabı Büyükada'dan Döndü Şubat 1807, İstanbul Açıkları

 



Türkiye'nin Ekim 1998'de Suriye'ye uyguladığı ve Abdullah Öcalan'ın ülkeden çıkarılmasını sağlayarak istediği sonucu da aldığı "silahlı diplomasi" tarihte büyük devletler tarafından zaman zaman uygulanan bir yöntemdi. Silahlı kuvvetlerin açıkça harekete geçirilip savaş tehdidi ile üzerine yürünülen ülke daha zayıf veya o anda savaşa hazır değilse ödün vermek, geri adım atmak zorunda kalırdı.


Türkiye 20. yüzyılın sonunda bunu ilk kez uyguladı -ve böylece "büyük devlet" olduğuna belki kendisi de inandı- ama başka büyük devletler bu yönteme daha önce çok başvurmuşlardı. Ancak her zaman istedikleri sonucu aldıkları söylenemez. Nitekim İngiltere 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı aynı yöntemi denedi ancak amacına ulaşamadı. Büyükada önlerine kadar gelen İngiliz savaş gemileri elleri boş dönmek zorunda kaldı.


Nisan 1789'da tahta çıkışının hemen ardından meydana gelen Fransız Devrimi'nin estirdiği rüzgarların da etkisiyle III. Selim Osmanlı İmparatorluğuna yeni bir düzen "Nizam-ı Cedid" getirmeye çalışıyordu. Fransız Devrimi'nden etkilenmişti ama 1798'de Mısır ve Suriye'yi işgal eden General Napolyon'dan doğal olarak hoşlanmıyordu. Hatta bu sırada III. Selim İngiltere ve Rusya'ya yanaşacak ve onlarla ittifak yapacaktı.


Daha sonra kendisini "Fransa İmparatoru" ilan eden Napolyon'u III. Selim başlangıçta yine tanımadı ve doğrusu pek ciddiye almadı ama Napolyon'un komutasındaki Fransız orduları Avrupa'yı bir baştan diğer başa hallaç pamuğu gibi atmaya başladığında Osmanlı padişahı da ülkesinin eski dostu Fransa'ya ve Napolyon'a yakınlaşmak gereğini duyacaktı. Napolyon'un Avrupa'yı kasıp kavurması ve Osmanlıların geleneksel düşmanı Rusların üzerine yürümesi III. Selim'in işine geliyordu.


Böylece III. Selim'in tavrı hızla değişecek ve Fransa ile ittifaka yönelirken İngiltere ve Rusya'yı karşısına alacaktı. Napolyon'un da istediği bu idi. Osmanlıların ve İran'ın güneyden Rusları sıkıştırmasını isteyen Fransız imparatoru en güvendiği adamlarından birini, General Sebastiani'yi İstanbul'a elçi olarak gönderdi.


Fransız general gerçekten de İstanbul'da çok iyi karşılandı ve özel bir yakınlık gördü. O kadar ki, Hıristiyan elçilerinin Osmanlı hükümdarının huzuruna kılıçlarıyla kabul edilmemesi yerleşmiş bir kural, bir gelenek olmasına rağmen Sebastiani kılıcıyla sultanın yanına girebilen ilk Avrupalı elçi oluyordu. Askeri başarılarına hayranlık duyduğu Fransa ve Napolyon'un desteğiyle III. Selim ordusunu modernleştirip, güçlendireceğini umuyordu.


Böylece süreç hızla Rusya ve İngiltere aleyhine gelişmeye başlayınca İngiltere "silahlı bir diplomasi" uygulayarak III. Selim'i bu politikadan uzaklaştırmaya ve yeniden kendilerinden yana dönmesini sağlamaya karar verdi. Elbette İngiltere büyük bir güçtü ve bunu ilk kez denemeyecekti. Son olarak Nisan 1801'de Danimarka'ya yönelik olarak bunu denemişler ve Kopenhag önüne gönderdikleri Kraliyet Donanması'nın topları ateşlenince istedikleri sonucu almışlardı.


Aynı şey İstanbul için de uygulanabilirdi; Çanakkale'den girerek Marmara'yı geçen gemiler Sarayburnu'na gelerek toplarını Topkapı Sarayı'na çevirdiklerinde III. Selim'in dize geleceğine inanıyorlardı. İki yıldır İstanbul'da İngiliz elçisi olan Charles Arbuthnot Osmanlı yöneticilerini ve III. Selim'i iyi tanıdığına inanıyordu ve Londra'ya yolladığı raporlarda Osmanlı padişahının Sarayburnu'nda İngiliz savaş gemilerini gördüğünde yelkenleri suya indireceğinden kuşku duymadığını yazıyordu. Sultan, Boğaziçi'nde bir savaşa girişmektense Bosna'da Fransızlarla bir savaşa girmeyi tercih ederdi.


İngiltere bu doğrultuda hazırlıklara girişerek Plymouth'dan yola çıkan savaş gemilerine Doğu Akdeniz rotası verirken İstanbul'daki İngiliz elçisi Arbuthnot da Osmanlı yönetimine bir ültimatom vererek Fransız elçisi Sebastiani'nin ülkesine geri gönderilmesini talep etti. Çünkü Fransız elçisinin Osmanlı başkentindeki faaliyetleri Fransa ile İngiltere arasındaki savaşta tarafsız olduğunu söyleyen Osmanlı devletinin bu konumuna uygun düşmüyordu. Ancak Osmanlılar hiç de oralı olmadılar ve İngiliz elçisinin taleplerine olumlu bir yanıt vermediler. Hatta tam tersine Charles Arbuthnot'un bu tutumu öfkeye yol açtı ve İstanbul'da istenmeyen adam haline gelmeye başladı.


Bu arada İngilizlerin bu girişimleri karşısında Boğazlar'dan bir saldırı olasılığına karşı Çanakkale Boğazı'ndaki savunma mevzileri, eski kaleler de Fransızların desteğiyle teknolojik olarak güçlendirilmeye başlandı. Öte yandan İngiliz elçisi ve İstanbul'daki İngiliz vatandaşlarına da tehdit yağmaya başlamıştı. Bu durum karşısında daha önce gelip Galata önlerinde demirlemiş olan bir İngiliz firkateynine binen elçi ve bazı önde gelen İngiliz vatandaşları gerilimin doruk noktasına ulaştığı 1807 yılının Ocak ayı sonlarında Marmara'ya doğru açılmak ihtiyacını hissettiler.


Aslında İngiliz elçisi gerilimi tırmandırma politikasını erken başlatmış ve henüz İngiliz savaş gemileri Boğazlarda görünmeden doruk noktasına ulaşan krizi yönetebilecek tarzda bir silahlı gücü arkasına alamamıştı. İstanbul'daki İngilizleri Çanakkale'ye doğru götüren savaş gemisini boğaz çıkışında ancak üç gemi daha bekliyordu ve bunlar "silahlı diplomasi" için yeterli bir güç değildi. Malta'ya haber gönderilerek on gemi daha ve çıkarma birlikleri istendi.


Bir yandan Gelibolu'ya çıkarma yapılacak, bir yandan da İstanbul'a kadar gidilecekti. Ancak Amiral Duckworth'un komutasında yedi geminin daha Çanakkale Boğazı açıklarına gelmesi için on gün geçecekti. On bir gemiye ulaşan İngiliz filosu bundan sonra bir on gün daha rüzgarın uygun hale gelmesini beklemek zorunda kalacak ve ancak 19 Şubat 1807'de Kraliyet Donanmasının gemileri tarihlerinde ilk kez Çanakkale Boğazı'na girip ilerlemeye başlayacaklardı. Boğazın savunma mevkileri İngiliz gemilerine ateş açtılar ama gemilere bir zarar veremediler. Bazı eski Osmanlı gemileri de düşman filosuna ateş açacak ancak etkili olamayacaklar ve karşı ateşle bazıları batırılacaklardı.


Böylece Amiral Duckworth'un küçük filosu Marmara'yı geçti ama Topkapı Sarayı'nı tehdit edecek kadar Boğaziçi'ne sokulamadı. Çünkü Karadeniz'den esen güçlü rüzgar ve şiddetli akıntı İngilizlerin gemilerini istediği yerde demirlemesine olanak tanımıyordu. Zorunlu olarak ancak Büyükada önlerinde demirleyebildiler. Ama İstanbul'a on kilometreden uzak olan bu mesafeden topların bir tehdit unsuru olması pek mümkün değildi. İki gün boyunca İngiliz gemileri adalar civarında dururken bu gücü arkasına alan İngiltere elçisi Arbuthnot da İstanbul'a gelmiş kendince çeşitli temaslar yapıyor, sonuç almaya çalışıyordu.


İngiliz gemilerinin adalara kadar gelmesi tabii ki Topkapı Sarayı'nı endişelendirmişti. Ama daha sonra kıyıya pek sokulamadıkları fark edildi ve kentte savunma önlemleri alındı. Sadece bir firkateyn Galata önlerine gelebilmişti. İngiliz elçisinin tehditlerine pek aldırmayan Osmanlı yöneticileri tam tersine Arbuthnot'u tehdit ettiler. Halkın galeyan halinde olduğunu ve her an kentteki yabancılara saldırıların başlayabileceğini söyleyerek bir an önce çekip gitmelerinin en iyi yol olacağını bildirdiler.


Amiral Duckworth 22 Şubat sabahı gemilere İstanbul'u bombalamaları emrini verdi ama hemen geri aldı. Çünkü kente fazla sokulamadan yapılacak bir bombalama pek bir işe yaramayacağı gibi çıkarma birlikleri de olmadığı için etkili bir sonuç vermesi de beklenemezdi. Kentin bir kısmında hasara meydan verebilecek bombalar uzun vadede İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında çok daha büyük ve kalıcı bir düşmanlığın doğmasına yol açmaktan başka siyasi bir sonuç üretemeyecekti.


Sonuçta İngilizler Şubatın son günü tası tarağı toplayıp Marmara'ya doğru açıldılar. Bu iç denizde kalmayı güvenli görmeyen Amiral Duckworth gemilerini Çanakkale Boğazından geçirerek Ege'ye çıkaracak, bu arada bu kez boğazdan geçerken Osmanlı topları daha isabetli atışlar yapınca bazı gemileri de yara alacaktı. Ege'de bir Rus filosu ile buluşan İngilizler geri dönüp birlikte İstanbul'u bombalamayı tartıştılar ama bunun bir yararı yoktu.


Bunun üzerine her iki filo da Akdeniz'e doğru yola çıkarken İngiltere'nin "silahlı diplomasi" denemesi tam bir fiyaskoyla sonuçlanıyor, İstanbul'da ise kutlama gösterileri düzenleniyordu.


Alıntıdır.

1 Mayıs 2023 Pazartesi

HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER-2

 Avar'lar, Uz'lar, Peçenekler, Kumanlar (Kıpçaklar):



Avar'lar, Kafkasya'da ve Rusya'nın güneyinde yaşarken, Gök ­ Türklere ve sonra Hazarlara tabi idiler. "568'de Gök-Türklerin baskısı ile idil ve Tuna'ya gelen Avar'lar, Adriyatik sahillerine kadar inmişti. Avarlar, 626 yılında, Sasanilerle ittifak kurarak, Bizans'a, karadan ve denizden saldırdılar. lstanbul kapılarına kadar dayanmışlardı. Bizans'lılar, Zeki Velidi'ye göre, Gök-Türk'lerle; Ostrogorsky"ye göre, Hazar'larla anlaştılar. Gök-Türkler veya Hazar'lar, lran'lıları yenince, Bizans rahatladı ve Avar saldırısından kurtuldu. Avar'ların başında, "Bayan Kagan" vardı. 791 yılında Avarlar, Frank imparatoru Büyük Şarl ve oğlu tarafından, Macaristan'da büyük bir yenilgiye uğratılınca, siyasi ehemmiyetlerini kaybettiler. Dört yıl sonra (795'te), Avar kağanı, Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Bu ise, Avar'ların eriyip gitmelerinin başlangıcı oldu.


Uz'lar (Oğuz'lar). Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara inen Türk uruklarından biridir. Zaman zaman Bizans'la, çok zaman da, Peçenek ve Kuman'larla çarpışmışlardır. Bunda Bizans politikasının büyük rolü olmuştur. Peçeneklere karşı Kumanları çok ustalıkla kullanan Bizans, bir müddet sonra Kumanlarla arası açılınca, onlara karşı Peçeneklerle ve Uz'larla ittifak etmiştir. Macaristan'dan Sırbistan içlerine ve Makedonya'ya kadar yerleştirilmişlerdir. Bizans ordusunda askerlik hizmeti görmüşler ve Anadolu'ya da yerleştirilmişlerdir.

Güney Rusya'da göçebe hayatı yaşayan Peçenek'ler, 1046'dan itibaren Balkanlara yerleşmeye başladılar. Önceleri, Rusya'ya Macarlara ve Bulgarlara karşı seferler yaptıkları için, Bizans'la araları iyi idi. Bizans, Bulgarları ortadan kaldırınca, Peçeneklerle karşı karşıya geldiler. Peçenek beylerinden "Balçar" veya "Belçer" oğlu "Kegen", Hıristiyanlığı kabul ederek, birkaç Peçenek kabilesi ile birlikte Bizans hizmetine girmişti. 1048 kışında, Peçenek başbuğu Torak (Turak) çok kalabalık bir Peçenek kitlesi ile, donmuş olan Tuna'yı geçti. Kaynaklar, sekizyüzbin gibi mübalağalı bir rakam veriyor. Bir yandan soğuk ve salgın hastalıklar, Peçenek'leri kırarken, öte yandan, Kegen'in yardımını alan Bizans ordusunun saldırıları da tesirli oluyordu. Hıristiyan olup, Bizanslılarla birlikte kendi soydaşlarına karşı dövüşen, Kegen ve birlikleri, Torak'ın Peçenek'lerini yendiler. Bizans, pek kalabalık Peçenek halkını, Bulgaristan'a ve Makedonya'ya yerleştirdi. Köylerin kurulması, geniş ovaların işlenmesi, vergi veren köylü tebaaların olması, Bizans için çok iyi bir şeydi. Niş ile Sofya arasındaki ovalara ve şimdi Makedonya'da 'Ovçepolie denilen yerlere yerleştirildiler. Silahları alınıp, çiftçilikle meşgul olmaları emrolundu. Bir kısmı ise askere alındı. Anadolu'da gelişen atlı Türk birliklerine karşı, ancak Peçenek'ler durabilirdi. 1049'da, Selçukluların Doğu Anadolu'ya yaptıkları akınlara karşı, Bizans imparatoru Konstantin Monomach, Peçeneklerden onbeşbin kişilik bir atlı birlik kurdurmuş ve başlarına, o sırada Konstantinopolda bulunan dört Peçenek büyüğünü (Sülçe, Selte, Karaman, ve Kataleym) getirmişti. Bunları gemilere bindirip, hediyelerle Üsküdar'a çıkarmış, yanlarına Bizans'lı bir kılavuz vermişti. Bulgurlu'ya geldiklerinde, kendi dillerinde "Komenton" dedikleri, bir çeşit istişare meclisi kurdular ve Bizans'a hizmetten vazgeçip, geriye dönmeye karar verdiler. Gemiler karşı sahile geçmiş olduğundan, Kataleym'in ardından atlarını denize sürüp, Büyükdere'ye (S. Taras Manastırı yanına) çıktılar. Yerleştirilmiş olan bütün Peçenekleri yerlerini terk etmeye davet ettiler. Peçenek kitleleri, ziraat aletlerini silah yapıp, onlara katıldı. Tuna'ya akan Osmos ırmağı boylarında yerleştiler.


Turak, bütün Peçenek boylarını birleştirmeğe çalışıyor; Kegen ise buna karşı çıkıyordu. Kegen, iki boy'u kandırabilmişti, 11 boy, Turak'a sadık kalmıştı. Bizans imparatoru ,Kegen'in vaftiz babası olmuştu. Kegen, yirmibin Peçenek'le Derster (Silistre) yakınlarına geldi. Keşiş Eftim, bunları Tuna suyunda vaftiz etti. Kegen'e Uç kale ve geniş arazi verildi. Oğlu Balçar da Hıristiyan olmuştu. 1051 'de Kegen, ihanetinin cezasını çekti; soydaşları tarafından parçalanarak öldürüldü.


1053'te, Turak ve Peçenekleri, Presiav yakınında, Bizanslıları bir gece savaşı ile büyük hezimete uğrattılar. Bu savaş aynen, 811 'de Bulgar Türklerinin hanı, Kurum Han'ın, gece savaşı ile Bizanslıları yenmesine benziyordu. Bizanslılarla barış devresine girildi. 1064 ve 1065'te, Uz'larla Tuna boyunda, Peçeneklerin şiddetli mücadelesi oldu. Uz'lar Tunayı geçip, Balkan Yarımadası'na yerleştiler. Altıyüzbin kişilik Uz kitlesi, Makedonya ve Selanik taraflarına saldırdı. Peçeneklerle çatıştılar. Yenilen Uzları, Bizans devleti, Balkanlara ve Anadolu'ya yerleştirdi. Pek çok Uz askeri de, Bizans ordusuna alındı. Tatuş adlı bir Peçenek beyi, 1065'te Silistre'yi eline geçirdi.


1087'de, Macar ve Kuman yardımı alan Peçenek ordusu, Çelgü' nün kumandası altında, Bizans ordusu ile savaştı. Çelgü, kahramanca dövüştü ve savaş alanında kaldı. Peçenek'ler yenilmişti.

1091 yılı, Peçenek'ler için felaket yılı oldu. Peçeneklerin, Kuman (Kıpçak) Türkleri ile arası açıktı. Zaman zaman çatışmaları oluyordu. Bizans ordusunda ücretli asker (kumandan) olan, Kuman ileri gelenlerinden "Uzan" ve "Karaça", Kumanlarla Bizans arasında bir bağ kurulmasına yardımcı oldular. 1091 Nisan'ında Peçenekler, karadan Bizans üzerine yürürken onlarla anlaşan İzmir beyi Çaka Bey de, donanması ile Çanakkale Boğazı'nı geçip, lstanbul'u muhasara etti. Bizanslılar, Kuman'ları yardıma çağırdı. Kırkbin kişilik Kuman atlı birliği yola çıktı. Peçenek'ler, Meriç kıyılarındaki yerlere, Levunion siIsilesi eteklerine gelmişti. Bizans ordusu da buraya geldi. Peçeneklerin, zamanında Bizans ordusuna saldırmayıp, birkaç gün kaybetmeleri, felaketi hazırladı. Sonunda Kuman birlikleri savaş meydanına yetişti.


Nisan 1091'de, Bizanslılar Kumanların yardımı ile, Peçenek'leri korkunç bir yenilgiye uğrattılar. Peçenekler, savaş meydanına her zamanki gibi, üstü örtülü dört tekerlekli arabaları ile gelmişlerdi. Kadınları ve çocukları arabalarda bulunuyor. Kendileri de, arabaların kah önünde, kah arkasında, at sürüyor ve savaşıyorlardı. Bizans 'Prensesi Anna Komnena'nın anlattığına göre, savaş başlamak üzere iken, Peçeneklerin ileri gelen beylerinden biri, üçdört atlı ile birlikte, "aynı dili konuşuyor olmanın verdiği güvenle", Kuman saflarına doğru at sürdü. Anna Komnena'nın babası olan İmparator Aleksi Komnenos' un entrikaları ve Kumanların anlayışsızlığı yüzünden, hiç bir sonuç alamadan, geri döndüler. Sadece ulus şuuru ile hareket eden, milli şuurdan mahrum Kumanlar, Bizanslılarla bir olup, soydaşlarını, çoluk çocuklarıyla birlikte kırdılar. Bizans'ın oyunu başarı ile sona ermiş, Peçenek meselesi ortadan kalkmıştı. Kalan Peçenekleri, Bosna dağlarına, Balkanların çeşitli yerlerine ve Anadolu'ya iskan ettiler.


Bir Bizans tarihçisi, Peçenek'leri, baharda çoğalan bal arılarına benzetiyordu. 1122 yılında yeni bir Peçenek kitlesi, Tuna'yı geçip, Bizans'a saldırdı. Bu, Bizans'a yönelen son Peçenek akını olacaktı. Bizanslılar Peçenekleri büyük bir yenilgiye uğrattılar ve çok sayıda esir aldılar. Bu esirleri, Rumeli'ye ve Anadolu'ya yerleştirdiler. Bu tarihten sonra Bizans'ı artık Peçenekler Hiç ilendirmeyecektir. "Bu zaferin hatırasını kutlamak üzere imparator (loannes Il) özel bir 'Peçenek zafer bayramı ilan etmiş olup bu, 12. yüzyılın sonlarına doğru hala tesis edilmekte idi". 1091'de, Kuman'ların yardımı ile Peçenek'leri yenen, imparator Komnenos, şeytani oyunlarla, Çaka Bey'in karşısına, Kılıç Arslan'ı ve diğer Türk beylerini çıkarmıştı. Selçuklulara karşı Haçlıları, Haçlılara karşı Selçukluları kullanmıştır. 


 

Kumanlar (Kıpçaklar):


Orta Asya'da "Kıpçak" adı ile anılıyorlardı. Batı'ya, 'Rusya'ya geldikten sonra, "Kuman" adıyla anılmaya başladılar. Bulgar Türkleri gibi, Kuman-Kıpçaklar da, sarışın ve kumraldırlar. Bundan ötürü, lbn Fazlan, idil Bulgar'larını, Slav'lara benzetmiş ve onlara "Sakalföe" demişti. Rus, Alman ve Ermeni dillerinde, Kuman'ları anlatmak için kullanılan kelime, "sarışın Veya kumral" manasına geliyordu. Kuman kadınlarının güzelliği dile destan olmuştu.


Oğuz Destanına göre, Oğuz Han'ın beylerinden birinin karısı, içi boş bir ağaç içinde bir oğlan çocuğu doğurmuştu. Oğuz Han, çocuğa içi boş ağaç manasında "Kıpçak” adını verdi. Kaşgarlı Mahmud da aynı manada kullanıyor. Nemeth'in fikrine göre "Kıpçak" sözü, "hiddetli, kızgın" manasına gelmektedir. Orta Asya'da, Kamlık dininde olan Kıpçak'ların bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hıristiyan oldu. Alp Arslan'ın babası Çağrı Bey, "Kıpçak Şahı'na mektup gönderip dine davet etti. O da kabul edip, gelip Çağrı Bey'in elinde Müslüman oldu. Aralarında çok iyi geçinip, birbirlerine kız verip, evlenme yolu ile akrabalık kurdular".


Kıpçaklar (Kumanlar), Hindistan'dan Mısır'a ve Bizans'a kadar uzanan çok geniş bir sahada, hükümet ve askerlik işlerinde en yüksek mevkilere çıktılar. "Bengale'de hükümet süren lzzeddin Balaban (1259 - 1260) bir ,Kıpçak olduğu gibi, ondan sonra gelen Şir Han Sunkur ile biraderleri Seyfeddin Aybek ve Bahaeddin Balaban da Kıpçakların Uluborlu (Alborlu) uruğunun Hanları neslindenmiş". Moğol ordusunu bozguna uğratmakla ün salmış olan, Mısır Memlük hakanı "Baybars" da "Kunian (Kıpçak)" aslından idi.

 

Güney Rusya'ya gelerek, Karadeniz'in kuzeyindeki geniş bozkırlara yerleşen ve buralardaki Peçeneklerin Balkanlara inmesine sebep olan Kuman-Kıpçak'lar, bu yerlere adlarını verdiler. Deşt-i Kıpçak. Kuman'lar, hayvancılıkla uğraşıyor, göçebe bir hayat sürüyor, fakat aynı zamanda ticaretle de uğraşıyorlardı. Kuman'lar arasında dolaşan, ltalyan Katolik misyonerleri, ilkibinbeşyüz kelimelik bir Kuman Iügatı hazırladılar. Toplanan kelimeler 1303 tarihıinde Sudak Şehrinde kitap haline getirildi. "Codax Cumanicus" adıyla ünlü olan bu eser, Kumanların maddi ve manevi kültürüne ait kelimeleri, atasözlerini ihtiva etmektedir. Misyonerler bu sözlüğü, hem misyoner faaliyetini kolaylaştırmak, hem de Venedikli ve Cenevizli tüccarlara yardımcı olmak için hazırlamışlardı.

Kumanlar, Moğollarla çetin mücadelelere girdiler. Onlara yenilince yerlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bir kısmı, Macaristan'a indi.

İdil çevresine ve Kafkasya'ya, Gürcistan'a indi. Macaristan'a inen Kumanların başbuğu, "Bönek" idi. Burada Hıristiyanlığı kabul ettiler.

Fakat bu,  sözde kalıyordu.  "Şamanlıktan  bir türlü  ayrılamıyorlardı".

1091 'de, Peçeneklere karşı savaşmak, Bizans'a yardım etmek üzere, kırkbin atlı ile, Meriç kıyılarına geldiler. Bizans kaynaklarına göre Manyak, Rus kaynaklarına göre Bonyak, Macar'lara göre Bönek ve Togortak (Rus vekayinamelerinde Tugorkan, Turtkan) bulunuyordu. Bizans imparatoru onlara ziyafet verdi, hediyeler sundu. Peçenek'ler, Kuman'ları Bizanslılardan ayırıp, kendi saflarına çekmek istedilerse de, Bizans'ın fili ve kışkırtmaları bunu engelledi. 29 Nisan 1091 Salı günü, sabahtan akşama kadar, Peçenek soyu imha edildi.

 

Her Bizans askerine, otuzdan fazla esir düşüyordu. Konstantinopol ahalisi, "Sk'üler, Mayısı görmeden bir gün evvel mahvoldular" diye bir marş uydurmuşlardı.


1094'te, Kumanlar, Edirne'ye kadar birçok yeri işgaI edince, Bizans'lılarla araları açıldı. Savaşın sonu Bizans lehine oldu. Daha sonraki yıllarda, Bizans siyaseti onları daha da yıprattı. Kah askeri hizmete aldılar, kah Rumeli ve Anadolu'ya yerleştirdiler. Yugoslavya'daki Kumanova, onların hatırasını taşıyor.


İdil boylarında, İdil Bulgarları ile karışan Kuman'lar, bugünkü Kazan çevresinde yaşayagelmişlerdir. Kırım ve Kazan Tatar'larının dedeleri, bu Kuman-Kıpçaklar, İdil Bulgar'ları ve diğer Türk uruklarından gelmektedir.



Kırkbin Kuman ailesi, Gürcistan'a inerek burada Hristiyan oldu. Gürcü kralının ordusu da, hassa ordusu da bu Kumanlardan ibaretti. Zamanla buradan, Doğu Anadolu'ya ve Doğu Karadeniz'e yayıldılar ve buralara yerleştiler. Bir kısmı Müslüman oldu. Dede Korkut'ta, Oğuz'larla çarpıştığı söylenen, Türk adı taşıyan Hıristiyanlar, bu Kumanlar olmalıdır.



HIRİSTİYANLAŞAN TÜRKLER


Prof. Dr. Mehmet EROZ

ESMA-İ HUSNA-3

 



el-MELİK




a- Melik ve Mâlik isimlerinin lügat anlamları:


Meleke-yemlikü fiilinden türeyen sıfat-ı müşebbehe sıygasıdır. Bu sıyga devamlılık ve mübalağa ifade eder. Bu özelliğin Allah‟ta devamlı ve her konuda var olduğunu bildirir. Türkçe‟ye hükümdar olarak tercüme edilen Melik isimi, Kur‟an‟da nüzul sırasına göre ilk olarak Nâs süresinde “Meliki‟n-Nâs (Bütün insanların hükümdarı)” şeklinde geçmektedir.

Tâhâ 114 ve Mü‟minûn 116. ayetlerde “el-Melikü‟l-Hakk (Gerçek Hükümdar)” şeklinde Allah tanıtılmaktadır. Haşr 23 ve Cuma 1. ayetlerde ise “el-Melik (Mutlak hükümdar)” şeklinde marife ve el-Kuddûs ismi ile beraber zikredilmektedir. Böylece hem Allah‟tan başka gerçek melik olmadığı, hem de Allah‟ın hükümdarlığının her türlü eksiklik, kusur ve ayıptan uzak olduğu vurgulanıyor.

Ayrıca sekiz yerde de Melik ismi Allah‟tan başkaları için kullanılmaktadır. Melik ismi hem Hz. Yusuf dönemindeki hükümdar için hem de Hz. Yusuf için kullanılmıştır.

Hz. Musa ile Hızır yolculuğu anlatılırken o dönemde yönetici olan kimse için de Melik tabiri kullanılmaktadır.

Melik ismi iki kez de Tâlût için geçmektedir:

“Muhakkak ki Allah sizin için Tâlût‟u hükümdar (melik) olarak göndermiştir.”

Ayrıca Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden birtakım kimselerin, denizlerde tahtlar üzerinde melikler olarak veya tahtlar üzerindeki melikler gibi yolculuk yapıp Allah yolunda savaşacakları bana gösterildi.”

Bazı esmâ-i hüsnâ çalışmalarında el-Mâlik ismi de Allah‟ın isimleri içerisinde sayılmaktadır. Mâlik ismi, Milk mastarından türetilmiş ism-i faildir. Eşya ve mallara hem sahip olmayı hem de onlar üzerinde yetki, yönetim ve tasarruf sahibi olmayı ifade eder. Kur‟an‟da “Malik‟i yevmi‟d-Dîn (Ceza ve hesap gününün hükümdarı)” ve “Mâlikü‟l-Mülk (Otorite sahibi)” ifadeleri geçmektedir.

Fatiha süresindeki “Malik‟i yevmi‟d-Dîn” ifadesi başka bir kıraatte “ Meliki yevmi‟d-Dîn” şeklinde okunmaktadır. Bu ayetin böyle iki şekilde okunmasını müfessirlerimiz şöyle yorumlamışlardır:

1- Bu iki okunuş şekli kıyametin önemini ve azametini ifade eder.

2- Kıyamet günü Allah‟tan başka hiçbir kimsenin yetki ve otoritesinin olmayacağını belirtir.

3- Bütün insanlar Allah‟ın her konudaki hükümranlığını müşahede edecekler.

4- Dünyaya ve insan hayatına hâkim olan kurallar ortadan kalkacak ve bütün hüküm ve mülkün Allah‟a ait olduğu ortaya çıkacaktır.

“Din günü henüz var edilmediği halde neden Allah kendisini din gününün hükümdarı olarak nitelemiştir?” şeklindeki bir soruya alimlerimiz şu şekilde cevap vermişlerdir:

1- Mâlik kelimesi ism-i fâil kalıbındadır. Bu kalıp gelecek ifadeden fiil anlamında da kullanılır. Din gününe malik olacaktır demektir.

2- Malik kelimesi Kâdir anlamında da kullanılır. Yani O hem din gününü var etmeye kadirdir hem de o gün de mutasarrıftır.

3- Dünyada Allah‟ın mülkünde yaşadığı halde Firavn ve Nemrut gibi Allah‟a ortak koşarak meliklik iddiasında bulunanlar din gününde O‟na boyun eğeceklerdir. Allah‟ın Melikliğini kabul edeceklerdir. Bunu Kur‟an şöyle ifade eder:

“O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi: "Gücü her şeye yeten tek Allah'ındır" derler. Bugün herkese, kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” ( Mü‟min 16-17)

Mülk kökünden türeyen “Mâlikü‟l-mülk” ve “Melîk” isimleri de Allah için kullanılmaktadır.

“De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadir'sin.” (Ali İmrân 26)

“Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler.” (Kamer55)

Mübâlağa ifade eden ve mastar olarak kullanılan Melekût kelimesi Kur‟an‟da dört kez Allah için geçmektedir.

“Yakinen bilenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk.” (En‟âm 75)

“Göklerin ve yerin melekutunu, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (A‟raf 185)

"Biliyorsanız söyleyin her melekutu elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" (Mü‟minûn 88)

“Her şeyin melekutu elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah her türlü eksiklikten münezzehtir.” (Yasin 83)


b-Mülk kavramının anlamları:


Allah‟ın, mülk ile ilgili isimlerini daha iyi kavrayabilmek için mülk tabirinin ne anlamlara geldiğini öğrenmemiz gerekir:


1-Hükümranlık. (Bakara 102)

2-Yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hâkimiyet ve egemenliği. (Mâide 18)

3-Hükmetme yetkisi. ( Bakara 247)

4-Mutlak egemenlik. (Ali İmrân 26)

5-Mahşer sûru çalındığındaki hükümranlık.( En‟am 73)

6-Diriltme ve öldürme yetkisi.( Tevbe 116)

7-Nüfûz ve iktidar özelliği. ( Yusuf 101)

8-Hakim. ( Nâs 2)

9-Komutan ( Bakara 246)

10- Kral, yönetici.( Neml 34)


c-Melik isminin geçtiği ayetler:


Melik ismi Kur‟an‟da beş kez Allah‟a nispet edilir. Şimdi bu ayetleri teker teker incelemeye çalışalım:

1-“İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir. Gerçek hükümdar olan Allah Yüce'dir.” (Tâhâ 113, 114)

Allah Kur‟an‟ı insanlar okuyup anlasınlar, içindeki her çeşit tehdidi ve uyarıyı kavrayıp sakınsınlar ve sorumluluk bilinci içinde yaşayıp öğüt alsınlar diye göndermiştir

Allah, Kur'an‟da, azabın ve cezanın tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergilemiştir.. Belki bu yolla ilahi mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete geçer veya ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp bu kötülüklerden vazgeçerler.

Bu Kur‟an Bâsıt ve alelâde bir makam tarafından indirilmiş bir kitap değildir. Tüm başların önünde eğildiği, zalimleri hüsrana uğratan, iyi işler yapan mü'minleri güvene kavuşturan, her şeyin asıl sahibi olan yücelerin yücesi, her şeyin üstündeki mutlak söz sahibi olan Allah‟ın sözüdür. Yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hakimiyet ve egemenliği O‟na aittir.

Gerçek Melik olan Allah, hem kullarını yaratır hem de onların hayatına Kur‟an‟daki yasalarla müdahale eder. Yaratıcı olarak Allah‟ı tanıyıp da Kur‟an‟ı kabul etmeyenler Allah‟a iman etmiş olmazlar. Kur‟an‟ın Allah‟tan geldiğini kabul ettiği halde ona göre hayatını düzenlemeyenler de Allah‟ı tanımıyor, O‟nu Melik olarak kabullenmiyor demektir.

O halde Melik, hem insanları yaratan hem de onların hayatına ve yaşam tarzına müdahale eden demektir. Melik; helal ve haram koyan, hakk ve batılın sınırlarını çizen demektir.

2-“Sizi boş ve anlamsız bir oyun için yarattığımızı ve Bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyordunuz? Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka ilah yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.” (Mü‟minûn 116)

Bizim gördüğümüz ve görmediğimiz varlıkların her birinin ve içinde yaşadığı âlemlerin yaratıcısı ve tek sahibi Allah‟tır. Yaşadığımız evrenin ezeli ve ebedi hükümdarı da O‟dur. Tüm yıldızlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler, göremediğimiz âlemlerde yaşayan cinler, şeytanlar ve melekler ve daha bilmediğimiz pek çok varlık Allah‟ın hükümranlığı altındadır. Sayısız âlemin mülkünü elinde bulunduran ve buralarda hüküm süren olağanüstü düzenin hayat bulmasını sağlayan yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah‟tır.

Sonsuz kudret sahibi bir yaratıcıya inandığını iddia eden bir insanın kendisini başıboş görmesi mümkün değildir.

Allah‟ın sizi yalnızca oyun ve eğlence için yarattığını ve yaratılışınızın gerisinde hiçbir amaç bulunmadığını mı sanıyordunuz? Bu sanıyla, keyfinizce yiyip içiyor, neşeleniyor ve gülüp oynuyordunuz ha? Sizin yaratılmanıza karar veren sonra da sizi erkek veya kadın olarak var eden Allah sizi başıboş bırakmamıştır. Sizi çeşitli Şekillerde deneyecek sonra da yapıp ettiklerinizden dolayı sizi sorgulayacaktır.

O halde Melik; insanları belli bir hedef için yaratan, onları başıboş bırakmayan ve neticede onları yaptıklarından dolayı sorgulayacak olan mutlak hüküm ve egemenlik sahibidir.

3-“O, kendisinden başka ilah olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan, Allah'tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir. (Haşr 23)

Allah hem gerçek ilahtır hem de meliktir. Hem ibadete ve kulluğa layık olandır, hem de yaratıkları üzerinde emir ve hüküm sahibidir. Allah, yarattıklarından dolayı hem hayret edilen, hayranlık duyulan gerçek ilahtır, hem de her türlü hükümranlığın, saltanatın, tasarruf ve idarenin elinde bulunduğu mutlak meliktir. Hem kendisine yönelinip sevgi beslenen, hem de her türlü eksiklik ve kusurdan uzak hükümrandır. O hem duyu organlarıyla algılanmaktan münezzeh, hem de hikmetli yasalarıyla âlemlere egemendir.

O halde bu ayete göre Melik; hem gerçek mâbud, akılların sıfatları konusunda hayrete düştüğü, hayranlık beslenen, sevgi ve bağlılık gösterilen, zatı his ve duyu organlarıyla idrak edilemeyendir, hem de bütün kâinatta, dünya ve ahirette tasarruf ve saltanat sahibidir. Bütün bu özellikleri taşıyan Allah her türlü zaaf ve ayıptan uzaktır.

4-Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran (Melik), çok kutsal (Kuddus), güçlü (Aziz) ve Hakim olan Allah'ı tesbih ederler.” (Cuma 1)

Bu ayet, varlık dünyasında bulunan her şeyin sürekli olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, Cuma suresinin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu, adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir. Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları, eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları olan Allah katındaki mükâfatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı söz konusu edilmektedir. Siz Allah‟ı zikretseniz de zikretmeseniz de Allah Meliktir. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, Allah‟ı devamlı tesbih ederler ve yüceltirler. Allah‟ı anmak, kâr elde etme amacıyla peşinde koştuğunuz ticaret mallarından, oyun ve eğlenceden daha hayırlıdır. Cuma namazında Allah‟ın Rasülu hutbe okurken onu ayakta terk edip ticâri kar, oyun ve eğlence peşinde koşmanız size yakışmaz. Sonuçta göklerin ve yerin mirası Allah‟ındır. Bütün mülkler O‟nundur. Dünya hayatının ve ahiretin Meliki O‟dur. Bütün bu yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.

Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da değinilmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyin takdis ve tenzih ile kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Yeryüzü meliklerine benzemez. Her türlü beşerî eksiklik ve kusurdan uzaktır. Mülk ve otoritesinde hiçbir kimseye muhtaç değildir.

"Aziz" sıfatına da Yahudilerin kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca Aziz ismine, tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba çekilme dolayısıyla yer verilmektedir.

Bu ayette, Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer verilmektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle ilgilidir. Bu isimlerin hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan çağrışımlardır.

Bu ayetten öğrendiğimize göre:

Melik; istediği topluma istediği kişiyi peygamber olarak gönderen ve bundan dolayı da asla sorgulanmayandır.

Melik; göklerde ve yerde olan her şeyin kendisini tesbih ettiği kimsedir.

Melik; örnek ümmet olma emanetini dilediği topluma veren ve dilediğinden de alandır.

Melik; her türlü yardımcıdan beri olan ve yaratıkların sahip oldukları nitelemelerden uzak olandır.

Melik; kendisine ve elçisine saygı duyan kullarını dünya ve ahiret hayatında mükâfatlandıran, saygısızlık yapanlara da ceza verendir.

5-“De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına.” (Nâs 1,2,3)

Kur‟an‟ın tamamı bize kötülük ve şerlerden nasıl korunacağımızı, nasıl afiyet içinde mutlu bir hayat yaşayacağımızı öğretir. Kitabımızın “Müavvizeteyn” diye adlandırılan Felak ve Nâs sürelerinde ise bizim bilemeyeceğimiz ve sakınamayacağımız düşmanlardan nasıl korunmamız gerektiği işlenmektedir. Yukarıdaki ayetlerde Allah, lütuf ve rahmetiyle Rasulünü ve biz kullarını kendisine sığınmaya ve koruması altına girmeye çağırıyor. Rabb, Melik ve İlâh olan Allah‟tan bir yardım olmadan sinsi şer odaklarından kurtulma imkânının olmadığını belirtiyor.

Allah‟ın, Rabb, Melik ve İlâh isimlerini anlamları ile öğrenip bu isimleri özellikleri ile kavramadan O‟na sığınılmaz. Allah, ancak kendisini hakkıyla tanıyanları korur. Allah‟tan başkalarından korunma ve sığınma isteyenler hem dünya hayatında hem de ahirette hüsrana uğrarlar. Allah‟ın emân ve zimmetinden uzak olurlar.

“Zulümde ısrar eden zalimlere meyledip onlara destek olmayın. Aksi halde ateş size dokunur. Gerçekte sizin Allah‟tan başka herhangi bir dost ve koruyucunuz yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd 113)


Bu ayetler ışığında Melik ismini şöyle tanımlayabiliriz:


Melik; ancak kendisine sığınılan ve kendisinden yardım istenendir.

Buraya kadar incelediğimiz Kur‟an ayetlerinden Allah‟ın dünya hayatında gerçek Melik olduğunu öğrendik. Aşağıdaki ayetler ise Allah‟ın ahiret hayatında da Melik olduğunu belirtmektedir:

“Gökleri ve yeri gerçekle yaratan O'dur ki "Ol" dediği gün (an) hemen olur; sözü gerçektir. Sura üfleneceği gün hükümranlık O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. O Hakim'dir, her şeyden haberdardır.” ( En‟am 73)

Allah hem kıyametin başlamasında, hem de kıyamette olacak olaylar konusunda Melik‟tir.


“O gün gerçek hükümdarlık Rahman'ındır. İnkârcılar için yaman bir gündür.” (Furkan 26)

“O gün onlar meydana çıkarlar, onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi: "Gücü her şeye yeten (Kahhar) ve tek olan (Vahid) Allah'ındır" derler. Bugün herkese, kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü‟min 16-17)

Dünya hayatında Allah‟ın hükümranlığını kabul etmeyenler ahirette O‟nu Kahhar ve tek Melik olarak kabul edeceklerdir. Dünyada Allah‟tan başka ilahlar, mabutlar ve şefaatçiler kabul edenler, o gün gerçeği kavrayacaklar. Büyük kurtarıcı diye tanıdıkları kimseler kendilerini yalnız bırakacaklardır. Müstekbirler ve bunlara itaat edenler birbirlerine lanet edecekler. Aralarındaki bütün ilişkiler sona erecek ve birbirlerinden kaçıp uzaklaşmaya çalışacaklardır.

“İnsanlar arasında, Allah'ı bırakıp O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları, Allah'ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. Zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait bulunacağını ve Allah'ın azabının şiddetli olduğunu keşke bilselerdi! Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: "Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak" derler. Böylece Allah onlara, hasretini çekecekleri işlerini gösterir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” ( Bakara 165-167)

Melik kelimesinin çoğulu olan Mulûk kelimesi, Kur‟an‟da bir yerde İsrailoğullarına gönderilen komutanlar için, bir yerde de yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran yöneticiler için kullanılmaktadır.

“Musa, milletine: "Ey milletim! Allah'ın size olan nimetini anın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştır, dünyada kimseye vermediğini size vermiştir" (Mâide 20)

“Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, şerefli kimselerini aşağılık yaparlar.” (Neml 34)


d-Melik isminin istılâhî anlamları:


Mülk kavramını içerdiği anlamları ve Melik isminin Allah için kullanıldığı ayetleri

Kur‟an‟dan öğrendikten sonra Melik isminin anlamlarını şöyle sıralayabiliriz:

Melik; yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hâkimiyet, egemenlik ve hükümranlığını elinde bulundurandır.

Melik; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir varlığa muhtaç olmayan, fakat her varlığın kendisine muhtaç olduğu kimsedir.

Melik; yoktan var ettiği her şey hakkında dilediği şekilde tasarrufta bulunan zâttır.

Melik; saltanatının şerefi yerde, göklerde, insan ve diğer canlılarda görülendir.

Melik; hem insanları yaratan hem de onların hayatına ve yaşam tarzına müdahale eden demektir.

Melik; helal ve haram koyan, hakk ve batılın sınırlarını çizen, hidayet ve dalâletin ölçülerini belirleyen demektir.

Melik; insanları belli bir hedef için yaratan, onları başıboş bırakmayan ve neticede onları yaptıklarından dolayı sorgulayacak olan mutlak hüküm ve egemenlik sahibidir.

Melik; hem gerçek mabud, akılların sıfatları konusunda hayrete düştüğü, hayranlık beslenen, sevgi ve bağlılık gösterilen, zatı his ve duyu organlarıyla idrak edilemeyendir, hem de bütün kâinatta, dünya ve ahirette tasarruf ve saltanat sahibidir. Bütün bu özellikleri taşıyan Allah her türlü zaaf ve ayıptan uzaktır.

Melik; ancak kendisine sığınılan ve kendisinden yardım istenendir.

Melik; istediği topluma istediği kişiyi peygamber olarak gönderen ve bundan dolayı da asla sorgulanmayandır.

Melik; göklerde ve yerde var olan her canlı ve cansız varlığın kendisini tesbih ettiği kimsedir.

Melik; örnek ve lider ümmet olma emanetini dilediği topluma veren ve dilediğinden de alandır.

Melik; her türlü eş, çocuk, ortak ve yardımcıdan berî olan ve yaratıkların sahip oldukları nitelemelerden uzak olandır.

Melik; kendisine ve elçisine saygı duyan, zikrini her şeyin üstünde gören kullarını dünya ve ahiret hayatında mükâfatlandıran, saygısızlık yapanlara da ceza verendir.

Melik; hem canlıları diriltme hem de öldürme özelliğine sahip olandır.

Melik; hem kıyametin başlamasında, hem de kıyamette olacak olaylar konusunda tek söz ve yetki sahibidir.

Melik; hükümranlığı kıyamete kadar devam edecek olandır.

Rasulullah  (s.a.v)  “..O  her an bir iştedir.” (Rahman  29)  ayetini  okudu  ve  şöyle buyurdu:

“Bir günahı bağışlamak, bir sıkıntıyı gidermek, toplumların bir kısmını yüceltip bir kısmını ise alçaltmak Allah‟ın işlerindendir.”


e-Allah geçmişte kimlere mülk vermiştir?


1- Allah, Hz. Süleyman‟a mülk ve saltanat vermiştir:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı (mülkü) hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi.” ( Bakara 102)

2- Allah, Hz. Davud‟a da mülk ve saltanat vermiştir:

“Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.” (Bakara 251)

3- Allah, Talut‟a da komutanlık mülkü verdi:

“Peygamberleri onlara "Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar (melik) olarak gönderdi" dedi. "Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmaya o nasıl layık olabilir?" dediler, "Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı" dedi. Allah mülkü dilediğine verir. Allah her şeyi rahmetiyle kaplar ve bilir. (Bakara 247)

4- Allah, Hz.İbrahim‟e ve ailesine de mülk vermiştir:

“Oysa İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.” (Nisâ 54 )

5- Allah, Hz.Yusuf‟a da mülk vermişti:

"Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat." ( Yusuf 101)

6- Allah, Firavun ve hanedânına da otorite yetkisi vermişti:

“Firavun hanedanından olup imanını gizleyen mü‟min bir zat: "Ey milletim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir, galip olanlar sizsiniz. Ama Allah'ın baskını bize çatınca O'na karşı bize kim yardım eder?" dedi. Firavun da: "Ben size kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi. ( Mü‟min 29)


f-Allah kimlere mülk verir?


1-Allah, dilediği kimselere mülkünü verir.

2-Allah, dileyen kimselere mülkünü verir.

“Allah mülkü dilediğine verir. Allah her şeyi rahmetiyle kaplar ve bilir.” (Bakara 247)

Ayette geçen “Men yeşâu” ifadesi hem Allah‟ın dilediği kimselere hem de insanlardan isteyen kimselere mülkünü vereceğini belirtir. Allah çalışıp çabalayan ve arzulayan insanlara saltanat nasip eder. Miskince yatarak dua edenlere Allah mülkünü vermez. Allah her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Hangi ferdin, ailenin ve toplumun nimete layık olduğunu bilir. Mülk ve saltanatı her isteyene vermez. Çalışan ve mülk için gayret edenlere Allah hükümranlık verir. Hangi inanç ve düşünceye sahip olursa olsun çalışan ve inancının bedelini vaktiyle, malıyla ve canıyla ödeyen kimselere hakimiyet verir. Ama zalimlerin saltanatı ilelebet devam etmez. Zulüm asla pâyidâr olmaz. Müslüman da olsa zalimlerin hâkimiyeti ebedi değildir. Mülk kelimesini; peygamberlik, rızık ve bazı yetenekler olarak anlarsak Allah bu nimetleri dilediği kimselere verir.


e-Melik isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Bazı komutan ve yöneticileri Melik ismi ile isimlendirebiliriz. Ama göklerin, yerin ve arasındakilerin sahibi ve hâkimi anlamında hiçbir kimseye Melik ismi verilemez. Bu konuda Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Allah kıyamet gününde yeryüzünü avucuna alır, semayı da sağında dürüp katlar. Sonra da: “Ben Melik‟im! Yeryüzünün hükümdarları nerede?” der.”

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Alllah kıyamet gökleri dürer ve sağ eline alarak şöyle buyurur: “Ben Melik‟im! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melik‟im! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?” Sonra yeryüzünü dürerek sol eline alır ve şöyle buyurur: “Ben Melik‟im! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melik‟im! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?”

“Melikü‟l-Emlâk (Hükümdarlar hükümdarı)” ismini insanlara vermek doğru değildir.

Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

“Allah katında isimlerin en hakir, aşağılık ve zelil olanı, kendisine “Melikü‟l-Emlak” adını veren kişidir.”

Bir başka rivayette de şöyle geçmektedir:

“Kıyamet gününde Allah‟ın en çok gazap edeceği, en adi ve hakir göreceği kişi dünyada iken “Meliku‟l-Emlak” diye adlandırılan kimsedir. Hâlbuki Allah‟tan başka melik yoktur.”

“Melikü Yevmi‟d-Dîn (Din ve ceza gününün tek sahibi)” ve “Malikü‟l-Mülk (Mülkün tek sahibi)” isimleri de Allah‟tan başkasına isim ve unvan olarak verilmez.

2-Peygamber ( s.a.v) ailesinden henüz konuşmaya başlayan çocuklara şu ayeti anlamıyla öğretirdi.

“O (Allah) ki, göklerin ve yerin egemenliği O‟na aittir; O herhangi bir çocuk edinmemiştir; egemenliğinde herhangi bir ortağı yoktur; çünkü her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O‟dur.” ( Furkan 2)

Rasulullah (s.a.v) Abdulmuttaliboğullarından her çocuk konuşmaya başlar başlamaz İsra suresinin 111. ayetini öğretirdi.

"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, aczinden dolayı bir dosta ihtiyaç duymayan Allah'a hamdolsun de ve gerektiği şekilde onu büyükle." (İsra 111)

Bu ayetler, tevhit inancını en kapsamlı bir şekilde işleyen ayetlerdir. Allah, bu ayetlerde kendini özlü bir şekilde tanıtmaktadır. Bu ayetlerde hem Allah‟ın sahip olduğu özellikler belirtiliyor, hem de O‟na yakışmayan vasıflar ifade ediliyor. Kısaca Allah‟ın ne olduğu ve ne olmadığı açıklanıyor. Göklerin ve yerin mülkünün O‟na ait olduğu gerçeği öncelikle gündeme getiriliyor. Göklerde ve yerde gerçek egemenliğin, saltanatın ve hükümranlığın Allah‟a ait olduğunu çocuklarımıza öğretmeliyiz. Çocuklarımıza Allah‟ı Kur‟an ayetleriyle tanıtmalıyız. Kendimize göre birtakım yöntem ve metotlarla Allah‟ı tanıtmamalıyız. Allah kendisini en güzel bir şekilde Kur‟an‟da tanıtmıştır.

Allah‟ı sadece yaratıp takdir eden olarak tanıtmamalıyız. O‟nun aynı zamanda emretme ve yasaklama yetkisine sahip olduğunu da öğretmeliyiz. Yerin ve göklerin otorite ve egemenliğinin Allah‟a ait olduğunu Kur‟an‟la tanıtmalıyız. Sloganik söylemlerden kaçınmalıyız. Mutlak egemenlik, otorite ve hakimiyette O‟nun hiçbir ortağının olmadığını, hayat programı belirleme, hayata karışma, emretme ve yasaklama yetkisinin ancak Allah‟a ait olduğunu anlatmalıyız.

Allah‟ın, insan hayatının bütün bölümlerine müdahale etme yetkisinin olduğunu sık sık gündeme getirmeliyiz. O‟nun hükümranlığı sadece camilerde ve Ramazan ayında geçerli değildir. O, insan hayatının her bölüm ve birimi için kurallar koymuş ve bunlara uyulmasını istemiştir. Bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlar Allah‟ın kurallarına göre düzenlenince Allah, Melik olarak kabul edilmiş olur. Allah‟a hayatın sadece belirli kısımlarında söz hakkı tanımak Ku‟an‟ın bir bölümünü kabul edip diğer bölümünü kabul etmemek demektir. Bu ise tevhid inancına uygun düşmez.

“Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.”( Bakara 85, 86 )

3-Şeytan, Hz. Adem ve Havva‟yı asla yok olmayacak bir mülk ve saltanat ile aldatmıştı.

“Şeytan ona sinsice fısıldayarak: “Ey Adem ! Sana ebedilik ağacını ve hiç yok olmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi? dedi.” ( Tâhâ 120)

Şeytan Hz. Âdem‟in gönlündeki en hassas noktaya dokunmuştu. İnsanın ömrü sınırlıydı. İnsanın gücü sınırlıydı. Bu nedenle insan uzun hayatı, kayıtsız bir hâkimiyeti elde etmek istiyordu. İşte şeytan bu iki gedikten ona yanaşıyordu. Hz. Âdem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Bu nedenle verdiği sözünü unuttu. Ve yasağı çiğnedi.

Sinsi ve dönek şeytanların insan ve cin türleri günümüzde de mevcuttur. Kıyamete kadar insanları mülk ve saltanatla aldatmaya devam edeceklerdir. Günümüz çağdaş şeytanları da insanın fıtratında mevcut olan temayülleri ve hisleri çok iyi biliyorlar. İnsanda mevcut olan ebedi yaşama ve saltanat sahibi olma duygusunu devamlı galeyana getirmeye gayret ediyorlar. Bunun için her türlü yöntem ve taktiği kullanıyorlar. İnsanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşıyorlar.

“Şeytan Allah‟a: "Beni azdırdığın için, and olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Onların çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın" dedi.” (A‟raf 17)

Önden ve açıktan yaklaşarak ölümü ve kıyameti unutturup mal ve makam hırsını körüklerler. Arkadan gizlice yaklaşarak ya geçmişlerini unuttururlar ya da geçmişte yaptıkları bazı iyiliklerle avuturlar. Sağlarından yani birtakım kutsal değerlerle yaklaşarak insanları mal ve mevkinin kulu kölesi yaparlar. Zengin olmanın ve mevki sahibi olmanın önemini ve gerekliliği üzerinde durarak, kulluk ve infak görevinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Sollarından yaklaşıp mal ve mevki sahibi olan insanları örnek gösterirler. İnsanları aşağılık kompleksine iterler.

Neticede insanlar “Mülk Allah‟ındır. Dünya fani. Ölüm haktır. Hepimiz öleceğiz” gibi sözler söylerler, ama malın ve mülkün kölesi olurlar. Allah‟a kulluk için değil dünya hayatının geçici zevklerini elde etmek için yaşar hale gelirler. Allah‟ın mülkünde Allah‟ın istediği şekilde yaşamazlar. O‟nun mülkünde O‟na isyan edip azgınlık yaparlar. Allah‟ın verdiği nimetleri O‟nun istediği şekilde harcayıp kullanmazlar.

Şeytanı dost edinen bu insanlar öleceklerini ve hesaba çekileceklerini dillerinden hiç düşürmezler; ama ölüm ve hesap için hazırlık yapmazlar. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış.” gibi bazı sözleri hadis diyerek düstur edinirler. Hâlbuki hadis diye meşhur olan bu sözün aslı şu Şekildedir:

“Şüphesiz bu din sağlamdır. Sen bu dinde yumuşak davranarak (rıfk) derinleş. Rabbine ibadeti nefsine nefret ettirme. Zira acele eden ne yol alabilir ne de binecek bir binek bırakır. Hiç ölmeyeceğini bilen bir kimsenin çalışması gibi amel et. Yarın öleceğinden korkan birinin sakınması gibi günahlardan sakın.”

Dünya hayatının ve nimetlerinin geçiciliği ile ilgili Hz.Peygamber (s.a.v)‟den birçok hadis rivayet edilmektedir:

“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Siz fani olan dünya nimetlerine karşılık ahiret hayatını tercin edip, üstün tutun.”

“Obur hayvanların yemek çanaklarına üşüştükleri gibi ümmetlerin de sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır.” Ashab: “Ey Allah‟ın Rasulü! Bu durum o gün azlığımızdan dolayı mı olacak? diye sorunca Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bilakis o gün sizin sayınız çok olacaktır. Fakat selin üzerindeki çer çöp gibi dağınık ve zayıf olacaksınız. Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak ve kalplerinize Vehn hastalığı atacaktır.”

Bir adam: “Vehn hastalığı nedir ey Allah‟ın Rasulü?” diye sordu. Rasulüllah (s.a.v) da:

“Dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.” buyurdu”

“Vallahi bundan sonra size fakirlik ve yoksulluk geleceğinden hiç korkmam. Fakat sizin için korktuğum tek şey; sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılması ve onların birbirlerini haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz, onların helak oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.”

Hz. Ali (r.a)‟ın Şu sözü konuyu ne güzel ifade ediyor:

“Müslümanlar! Dünya, arkasını çevirerek rüzgar gibi uzaklaşmakta, ahiret de onu karşılayarak aynı süratte yaklaşmaktadır. Her iki alemin de insanlar arasında çocukları, kendisine emel bağlayanları vardır. Siz ahiretin fazilet çocukları olun, dünyaya kul köle olmayın. Bugün amel günüdür, hesap yok. Fakat yarın hesap günüdür, amel yok.”

Kur‟an‟da 115 kez geçen dünya ve ahiret kelimeleri arasındaki ölçüyü şu ayet ne güzel belirlemektedir.

“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı er kişilerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü o günde Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lutfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (Nûr 37-38)

Müslümanın izzet ve şerefi mal ve mülk sahibi olmasında değildir. İzzet ve şeref, ekonomik ve siyasi kaygılardan dolayı Allah‟la ve kitabı Kur‟an‟la beraberliği devam ettirmek, bir de Allah‟ın bize emanet olarak verdiği nimetleri O‟nun yolunda harcamaktır.

“..Asıl şeref Allah‟a, O‟nun elçisine ve mü‟minlere aittir. Ama münafıklar bunun farkında değillerdir.”

Ey İman edenler! Malınızın mülkünüzün ve çocuklarınızın sizi Allah‟ı anmaktan (Kur‟an) alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü kim böyle davranırsa ziyana uğrayanlardan olur.

Birinize ölüm yaklaştığı ve: “Ey Rabbim! Bana mühlet tanı da karşılıksız yardımda bulunup iyiler arasına gireyim” diye yalvaracağı zaman gelmeden önce size rızık olarak verdiklerimizden harcayın.” (Münafıkûn 8-10)

Allah böyle onurlu ve şerefli Müslümanlara dünya hayatında izzet, şeref, yardım ve zafer verecektir. Ahirette ise büyük saltanatlar ikram edecektir.

“Ve nereye baksan orada her türlü nimet ve büyük saltanat görürsün.” (İnsan 20)

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir Şeyler de var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele.” (Saff 10-13)

 4- Yeryüzünde bozgunculuk yapan, fesat çıkaran meliklerin kul ve kölesi olmamalıyız.

“Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, şerefli kimselerini aşağılık yaparlar.” ( Neml, 34)

Allah‟a ve Rasulüne itaat etmeyen, insanların inançlarına uygun bir şekilde yaşamalarına karşı çıkan azgınlarla itaat etmemeliyiz. Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarıp, nesli, ürünleri ve kültürü yok edenlere asla boyun eğmemeliyiz. Kâfirlere karşı merhametli, mü‟minlere karşı da zorba ve zalim olanlarla hiçbir zaman gönül bağımız olmamalıdır. Her türlü zalim ve zulümden nefret etmeliyiz. Hem namaz kılıp hem de Allah düşmanı zalimleri alkışlayanlar sırat-ı mustakimden ayrılmış, Allah‟a savaş açmışlardır.

Zalimin kimliğine bakmadan karşı çıkan, mazlumun da kim olduğuna bakmadan destekçisi olan Allah Rasulü (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

“Her kim, bir kimsenin zalim olduğunu bildiği halde, ona yardım etmek için onunla birlikte yürürse kesinlikle İslam halkası onun boynundan çıkarılır.”

“Ümmetimin zalime karşı “Sen zalimsin” demekten çekindiklerini görürseniz onların varlıklarıyla yoklukları birdir demektir. Onların kurtuluşlarını ümit etmeyin.”

5-Allah‟tan başka yardımcı, kurtarıcı ve şefaatçiler edinmeyeceğiz. Kıyamette gerçek hükümranlık sadece Rahman olan Allah‟a ait olacaktır. Tek ve Kahhâr olan Allah‟tan başka hiçbir makamın, gücün ve kimsenin sözü geçerli olmayacaktır. O‟nun izni olmadan hiçbir kimse, hiçbir kimseye aracı olamayacaktır. Cennete girmesi için şefaat edemeyecektir. Her hangi bir kimsenin referansı geçerli olmayacaktır. O gün bütün insanlar Allah‟ın huzurunda toplanacak ve ancak Allah‟ın izin verdiği kimseler konuşabileceklerdir. Onlar da ancak doğruyu söyleyeceklerdir.

Durum böyle iken bizim bazı insanlara bağlanıp onlardan medet beklememiz, Allah‟ı hakkıyla tanımadığımızı gösterir. Kendi kafamıza göre şefaatçi listeleri belirlememizin hiçbir geçerliliği yoktur. Cüce insanları yüce tanıyıp onların kurtarıcılığına inanmak tevhid inancı ile taban tabana zıttır.


h-Kur‟an‟da mülk istemekle ilgili dualar:


1-“Süleyman: "Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın." dedi.” (Sâd 35)

2-“De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye kadirsin.” (Ali İmran 26)

3-“Musa: "Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır." dedi. “(Maide 25)

4-“De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim." (Araf 188)

5-“De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır, süreleri sona erince bir an bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar." (Yunus 49)


ı-Peygamberimizin Melik ismi ve Mülk kelimesi ile yaptığı duâlar:


1-Peygamberimiz (s.a.v), Hz Ebû Bekir‟e sabah kalkarken ve akşam yatağına girdiği zaman şöyle dua etmesini öğretti.

“Allah‟ım! Sen göklerin ve yerin yaratıcısı, her şeyin melîki ve sahibisin Ben şehâdet ederim ki, Senden başka ilâh yoktur. Nefsimin, şeytanın ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım.”

2-Peygamber (s.a.v) sabah kalktığı zaman şöyle dua ederdi:

“Sabaha girmiş olduk, bütün mülk de Allah‟a aittir. Bütün hamdler hiçbir ortağı olmayan Allah‟a mahsustur. Allah‟tan başka hiçbir ilâh yoktur ve öldükten sonra diriliş O‟nadır.”

3-Peygamber (s.a.v) geceleyin şöyle duâ ederdi:

“Geceye girdik. Mülkün tamamı Allah‟a aittir. Bütün hamdler hiçbir ortağı olmayan Allah‟a mahsustur. Allah‟tan başka ilah yoktur. Dönüş ancak O‟nadır.”

4-Peygamberimiz, Hz. Muaz‟a: “Üzerinde dağ kadar borç olsa dahi okuduğun zaman Allah‟ın seni ondan kurtaracağı şu duâyı oku.” diyerek şu duâyı öğretti:

“Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah‟ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Sen‟in kudretindedir. Sen‟in her şeye gücün yeter.”

“Ey dünyanın ve ahiretin Rahmanı! Dünyayı ve ahireti dilediğine verir, dilediğine de vermezsin. Bana merhamet et. Rahmetinle beni Sen‟den başkasının merhametine muhtaç etme.”

5- Peygamber ( s.a.v) bazen rükûsunda şöyle dua ederdi:

“Melik ve Kuddus olan, meleklerin ve Cebrail‟in Rabbi olan Allah, her türlü eksiklikten uzaktır.”

6- Peygamberimiz (s.a.v), vitir namazını A‟lâ, Kâfirûn ve İhlâs süresi ile kılardı. Selam verdiği zaman ise üç defa, üçüncüsünde sesini yükselterek şöyle derdi:

“Melik ve Kuddûs olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.”

7- Hz.Aişe ( r.a) Peygamber ( s.a.v)‟in gece namaz için kalktığında okuduğu dua ve zikirleri şöyle rivayet eder: Gece kalkınca onar kez “Allahu Ekber”, “Elhamdu lillâh”, “Sübhânallahi ve bihamdihi”, “Sübhânallahi‟l-Meliki‟l-Kuddûs”, “Estağfirullah” ve “Lâ ilâhe illallah” der, sonra da on kez şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Dünyadaki ve kıyamet günündeki sıkıntılardan Sana sığınırım.”



Dr. Ramazan SÖNMEZ

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-8

 


MARSYAS'IN KAVALI VE KRAL MİDAS'IN KULAKLARI




Aydın'dan Muğla'ya giderken Gökbel denen yerde, uzak yıldızlardan düşmüşe benzeyen kayalık tepeler arasından bir yol geçerdi. Ve bu yol kıvrıla kıvrıla, ine çıka dere tepe zorlukla ilerlerdi. Akıllara durgunluk veren bu bir başka gezegen sessizliğinde, her an, o ana dek hiç görülmemiş bir yaratık, örneğin bir Satiros ya da perikızları çıkabilirdi karşınıza... Gene bu kayalar arasından kaynaklanıp söğütlerin gölgesinde akan, yüzeyi ayna gibi parlak bir çay da şaşırtabilirdi insanı... Günümüzde Çine Çayı denen bu akarsuya, ilkçağlarda Marsyas Çayı deniyordu...


Ve o zamanlar bu çayda yıkanıp güneşlenen, kıyılarında ezgiler söyleyip oyunlar oynayan perikızları da vardı... Gene zaman zaman Marsyas Çayı'nın yaratılış serüvenini dillendiren yanık kaval ezgileri de dökülürdü bu dağlardan...


Bu çaya adını veren Marsyas, Frigya krallığı zamanında büyük ve ünlü bir müzisyendi. Tanrı Diyonisos'un alayında da çalgıcılık yapan ve bir Satiros olan Marsyas; dağlarda bayırlarda gezip tozarken, o güzelim Akdeniz göklerinde duyduğu ve yaşadığı varolma sevincini, yedi delikli kavalıyla yanık ezgilere dönüştürür; sonra da onları bütün Akdeniz coğrafyasındaki acılı halklara yansıtırdı... Marsyas; yoksul ezgiler döktürdüğü bu kavalının, tanrı Apollon'un icat ettiği üç telli Grek lirinden çok üstün olduğunu düşünüyordu hep. Zaten "ney"in atası olan onun bu kavalına, "Frigya kavalı" da deniyordu.


Bazı ozanlar; insan gönlünü çok uzak diyarlara götürüp getiren Marsyas'ın bu kavalını, aslında güzel sanatlar tanrıçası Atena'nın geyik boynuzundan yaptığını söylüyorlardı. Çünkü tanrıça Atena, Olimpos tanrılar ülkesinde bunaldığında çok sevdiği dünyamıza gelir, bu kavalını çala çala, dağ bayır demeden gezer tozar, kimselere anlatamadığı aşklarını yanık ezgilere dönüştürürdü...


Evren güzeli tanrıça Afrodit'le Baştanrı Zeus'un karısı Hera bir gün; Atena'nın müzikteki olağanüstü yeteneğini çok kıskandıklarından, onun bu kavalı çalarken yanaklarının balon gibi şiştiğini ve bu yüzden de çok çirkinleştiğini söylediler yüzüne karşı. Onu inceden inceye alaya aldılar... Bunun üzerine Atena da doğruca ayna gibi duruluğuyla ünlü Çine Çayı'na gitti ve kaval çalarken dupduru akan suda görüntüsünü seyretmeye başladı. Gerçekten de kavalı öttürebilmek için balon gibi şişirdiği yanaklarını görünce kavalını fırlatıp attı hemen! Ve onu bulup çalanın da başına umulmadık illetler gelsin diye ilençler yağdırdı!.. Bir süre sonra da Marsyas, bu büyüleyici ve ilençli kavalı bulup çalmaya başladı... 

Müzisyen Marsyas; yeni bulduğu bu kavalıyla keçi ayaklı tanrı Pan ve şarap tanrısı Diyonisos için de pek çok aşk ve oyun ezgileri besteledi. Zaten Diyonisos'un doğa dinine derinden bağlıydı. Aynı zamanda yaşam ve bereket tanrıçası Kibele'nin de çok yakın dostuydu. Bir ara sevgilisini yitiren çok memeli Ana Tanrıça Kibele, büyük bir üzüntüye kapılmış, umarsız çıkmazlara saplanmıştı. O yüzden Marsyas da onu biraz avutabilmek için hiç yalnız bırakmadı ve bütün Anadolu'yu yer yer ezgiler söyleyerekten, birlikte dolaşmaya başladılar... İşte tanrıça Kibele'yle birlikte, kavalıyla yanık ve yoksul ezgiler döktüre döktüre böyle yol alırlarken, Aydın taraflarında, Sultanhisar (Nisa) beldesine düştü yolları. Tam o sırada da tanrı Diyonisos; Satiroslardan ve Maynadlardan oluşan sazlı sözlü alayıyla birlikte, zaten kendisinin doğum yeri olan aynı kentteydi. Hatta güzel sanatlar ve musiki alanında büyük yeteneği olan ışık tanrısı Apollon da oradaydı. Diyonisos'un çalgılı cümbüşlü alayında, içtiği şarabın etkisiyle de coşan Marsyas; Apollon'un üç telli lirine durup dururken meydan okudu... Kendi kavalından döktürdüğü ezgilerin, müzisyen tanrı Apollon'un üç telli lirinden çıkan ezgilerden çok üstün olduğunu söyledi çevresindekilere! Haliyle bu meydan okumayı anında duyan tanrı Apollon, Marsyas'a bir ezgi yarışması önerdi. Öneriyi sevinçle kabul eden Marsyas'la tanrı, hemen bir yarışma başlattılar... Frigya kralı Midas'la birlikte sanatçıların esinperileri olan dokuz kişilik Musa'lar da bu yarışmada hakem oldular.


Tanrı Apollon, Olimpos'taki tanrıları bile coşturan en ünlü ezgilerini dillendirmeye başladı. Hem liriyle, hem de sözlü şiirleriyle... Ve insanoğlunun değil ulaşması, düşlemesinin bile söz konusu olmadığı mutluluklar ülkesi Olimpos'u anlatmaya çalışıyordu... Oradaki tanrıların şehvet, dinginlik ve varsıllık içinde; bütün insani illetlerden uzak yaşamlarından söz ediyordu... Yeryüzündeki bütün insanların; tanrıların bu yaşamlarını sürdürmeleri için ellerinden geleni yapmaları gerektiğini söylüyordu. Bu dünyadan göç ettikten sonra, Olimpos'taki tanrıların onları ödüllendireceğinden söz ediyordu... Tanrı Apollon; yer yer coşkulu, yer yer ürkütücü notalarla dillendiriyordu bütün bu anlatmak istediklerini...


Sıra Marsyas'a gelince, o da tanrıça Kibele'nin mutsuz aşklarını anlatan ezgiler döktürdü önce... Sonra da Anadolu'nun dağlarını, denizlerini betimleyen, Akdenizli halkların konukseverlik ve karşılıklı dayanışma duygularını dillendiren ezgileri, kavalından yanık yanık üflemeye başladı... Ve Apollon'un söylediklerine ters olarak, Akdeniz halklarının bu güzelim topraklarda, tanrıların ve onların elçilerinin elinde oyuncak ve köle olduklarını da anlattı...


Aslında bütün insanların bütün dünya coğrafyalarında, tanrılar kadar mutlu olmamaları ve kardeşçe yaşamamaları için hiçbir neden olmadığını dillendirmeye çalıştı. O yüzden tanrıların insanlara biçtiği yazgıyı el ele verip değiştirmekten söz etti. Marsyas'ın inceden inceye, öksüz kavalından döktürdüğü bu ezgiler, dağlardan taşlardan ebemkuşakları gibi düğüm düğüm çözülerekten bütün Anadolu'yu harmanladı. Oralardaki insanların gönüllerine sindi. Perikızları da, bu kavalın yaydığı yanık ezgilerden çok etkilendiler; kendilerinden geçtiler. Ne var ki iş oylamaya gelince, tanrı Apollon'un şerrinden ürktükleri için haliyle oylarını ondan yana kullandılar. Hakemler kurulundaki kral Midas ise, ülkesi Anadolu gibi buram buram insanlık ve aşk tüten o yanık ezgilerin büyüsüne kapıldığından, tanrı Apollon'u bırakıp ölümlü müzisyen Marsyas'tan yana kullandı oyunu! Haliyle kavalcı Marsyas, bire dokuz yenilmiş sayıldı! Çünkü Musa'ların sayısı dokuzdu! Bu sonuç üzerine müzisyen Marsyas; tanrı Apollon'un parmaklarıyla çaldığı liriyle yetinmeyip araya sözlü şarkı da karıştırdığı için yarışmanın adil olmadığını öne sürdü. Çünkü hem kaval çalmak, hem de sözlü şarkı söylemek olası değildi! Bunun üzerine tanrı Apollon da çalgıların tersinden çalınarak yarışmanın yenilenmesini önerdi!.. Kavalı tersinden üfleyip çalmak da mümkün olmadığından Marsyas, haliyle yenilmiş sayıldı...


Ne var ki tanrı Apollon; müzisyen Marsyas'ın hem Olimposlu tanrılara meydan okumasına, hem de yarışmanın adil olmadığını öne sürmesine çok öfkelendi. Bu düpedüz tanrılara bir isyandı...


Zaten becerisine ve dehasına güvenip bir tanrıyla bir ölümlünün yarışmaya girmesi de ne demek oluyordu? Böylesi duyguların öfkesiyle hemen Marsyas'ın derisini yüzdürüp, örnek olsun kabilinden, oralardaki bir mağaranın önüne astırdı!..


Ama sanatçıların esinperileri olan Musa'lar da; Apollon'un şerrinden ürküp oylarını ondan yana kullanmış olmalarına ve bu yüzden de Marsyas'ın böyle bir yazgıya kurban gitmesine çok üzüldüler. Sonra da öylesine çok ağladılar ki, bu gözyaşlarından hemen oracıkta oluşan bir selcik, giderek bir çaya dönüştü... İşte günümüzde Çine Çayı denen bu akara, Marsyas Çayı demeye başladı o çağın insanları...


Ne var ki Akdenizli halkların çilelerini dillendirmek için kavalından üflediği ezgiler, yalnızca yüreğine ve kafasına değil, derisine bile sinmişti Maryas'ın... O yüzden Anadolu dağlarından yoksul bir kaval sesi çözülüp geldiğinde, onun mağara ağzına asılmış o derisi hemen ürperir, titremeye başlardı...


Yarışmada hakem olan kral Midas'a gelince... Tanrı Apollon; bir tanrı ezgisinin benzersiz güzelliğini sezemeyecek kulakları olduğu gerekçesini öne sürerek, oyunu Anadolulu hemşehrisi Marsyas'tan yana kullanan Frigya kralı Midas'ın kulaklarını da, hemen eşek kulaklarına dönüştürüverdi!..

 


Kral Midas Kimdi?

 


Frigya'nın ilk kralıydı Midas ve Anadolulu Anatanrıça Kibele'ye tapıyordu... Hatta onun adına yaptırdığı tapınağın da başrahibiydi... Gene Midas, doğa ve şarap tanrısı Diyonisos'a da gönülden bağlıydı... Bu tanrının insanlara cömertçe dağıttığı doğa ve dünya nimetlerinden payını her zaman almasını bilirdi. Zaten Anadolu'da ve yakın coğrafyalarda, dağ-bayır demeden tanrı Diyonisos'la birlikte dolaşan yarı insan, yarı hayvan bedenli Satiroslardan oluşan alayını da buyur ederdi sarayına sık sık. Onları uzun süre, gönülden ağırlardı...


İşte arkasındaki şen şakrak "Satiroslar"dan ve kadın "Maynadlar"dan oluşan alayıyla, bütün Akdeniz ülkelerine doğa sevgisi, yaşam sevinci ve barış saçarak giden tanrı Diyonisos; gene her zamanki gibi Midas'ın ülkesi Frigya'ya da uğradı bir gün. Haliyle kral onları sarayında verdiği görkemli bir şölenle iki gün iki gece ağırladı... Ne var ki şölen sırasında şarabı fazla kaçıran Satiroslardan biri, sarayın bahçesindeki güllerin arasında uyuyakalmış, Diyonisos'un alayı da onu almadan saraydan ayrılıp gitmişti... İşte Kral Midas; tanrı Diyonisos'un alayından olan bu Satiros'u on gün on gece, sazlı sözlü eğlencelerle konuk etti sarayında. Sonra da götürüp tanrı Diyonisos'a teslim etti. Kralın konukseverliğinden son derece etkilenen tanrı, ona kendisinden bir şey dilemesini istedi hemen... Midas da, içindeki iblisin dürtüsüyle olacak, "her dokunduğu şeyin altına dönüşmesini" istedi. Ne var ki Diyonisos, böyle bir yeteneğin çok uğursuz bir şey olduğunu söyleyemedi krala. Ve dileğini hemen yerine getirdi...


Artık kral Midas'ın dokunduğu her şey, haliyle kaskatı altın kesilmeye başladı!.. Örneğin ayakkabıları, el sürdüğü kapılar, açtığı pencereler hep altına dönüşüyordu... İşin kötüsü eline aldığı yiyecekler de, içeceği su da altına dönüştüğünden artık doğru dürüst yiyip içemez oldu... Haliyle açlıktan susuzluktan ölecek durumlara düştü... Sonunda Diyonisos'a yalvar yakar olup ayaklarına kapandı. Kendisini bu hallere düşüren o uğursuz yeteneği hemen geri almasını istedi. Kralın durumuna acıyan Diyonisos da, gidip Gediz Nehri'nde yıkanmasını salık verdi ona. Midas da hemen nehre gidip iyice yıkandı. Yıkandığı ırmağın suları altın rengine kesilip öylece, sarı sarı aktı birkaç gün süresince... Hatta bu sular, kıyıdaki kumların üstünde sapsarı altından bir tül bile oluşturdular! Böylece Midas da, bu her tuttuğunun altına dönüşmesi illetinden kurtuldu; zenginlik hırsından da arındı... Artık kendini tümden doğaya, doğanın sunduğu nimetlere, güzel sanatlara, özellikle musikiye adadı...


İşte yukarıda da anlatıldığı gibi günlerden bir gün, tanrı Apollon'la bir ölümlü olan Marsyas arasında düzenlenen ilk musiki dalındaki yarışmada kral Midas; dokuz esinperisi güzel Musa'lar ile birlikte hakemlik etti. Ama oyunu tanrıdan yana değil de Marsyas'tan yana kullandığı için tanrı Apollon da öfkelenip onun kulaklarını eşek kulaklarına dönüştürüverdi!..


Artık bu durumundan çok utanan kral Midas, kulaklarını saçlarının içine gömüp saklamaya başladı ve başına da bir kalpak geçirdi... Haliyle sarayından çıkıp halkın arasına da giremiyordu... Ve onun bu sırrını yalnızca sarayın berberi biliyordu. Ve kral bu sır konusunda da onu sık sık uyarıyordu: Durumunu halka duyurması halinde bunu yaşamıyla ödeyeceğini söylüyordu hep... Ne var ki işi gereği zaten geveze olan berber, can korkusuyla saklamaya çalıştığı bu sırrı birilerine söyleyemezse, hemen öleceğini düşünmeye başladı... Bu yüzden sık sık kimsesiz kırlara atıyordu kendini... Gene böyle kırlara sığındığı bir gün, sazların bulunduğu bir yerde, derince bir çukur açtı... Bir duyan, bir gören olmasın diye sağına soluna iyice bakındı. Kimsenin duymayacağından emin olduktan sonra da açtığı o derin çukura eğilip; "Midas'ın kulakları... var... Midas'ın eşek kulakları var!.." diye bağıra bağıra döktü içini... Artık bu ürkünç ve saklanması olanaksız sırrın ağırlığından kurtulan berber, kimselerin de kendini görüp duymadığından emin olarak, bir kuş hafifliğiyle hemen saraya döndü...


Ne var ki berberin açtığı çukurun çevresinde, daha berber saraya dönmeden bir yel esmeye başladı hafiften hafiften... Bu yelle salınan ve sallanan sazlar; berberden duyduklarını, inceden inceye hışırdayaraktan, oradan gelip geçenlere fısıldamaya başladılar... Onlar da kente gidince sazlardan bu duyduklarını kulaktan kulağa yakınlarına duyurdular... Böylece kral Midas'ın eşek kulakları olduğunu, bütün Frigya halkı öğrendi!


Haliyle halk, bu gerçeği gözleriyle görebilmek için kralın başını açmasını istemeye başladı... Ne var ki Frigyalıların, yöneticilerini bu yakından tanıma tutkusu, giderek daha sonraki halklara da umarsız ve bulaşıcı bir hastalık gibi bulaşacaktı...


Ve egemen krallar da, kendilerini hep kusursuz göstermek ve gerçek kimliklerini saklamak için, buyruklarındaki halklara durmadan kan ağlatacaklardı... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-7

 

I.  ANDRONİKOS (1185)


Anadolu Selçukluları'nın 1176 yılında, Bizans ordusuna karşı kazandığı ve II. Malazgirt Zaferi olarak bilinen savaştan sonra, Bizans iyice karışmış, siyasî istikrarsızlık baş göstermiş ve gücü ele geçiren imparatorluk tahtına oturmuştur. 12 yaşındaki veliahd Aleksius'u öldürüp imparatorluk tacını giyen I. Andrinikos, iki yıl kadar saltanat sürdükten sonra, 1185 Eylülünde, İstanbul'da çıkan bir halk ayaklanması sebebiyle tahtından indirilmiş ve tarihte eşine az rastlanır bir vahşetle katledilmiştir.

İmparator, yakalandıktan sonra boynuna ve ayaklarına zincir takılarak Anemos Kalesi'nde hapsedilmiş ve isyanın elebaşlarından Isokios'a gösterildikten sonra,  binbir türlü hakaretle yumruklanıp tekmelenmeye başlanmıştır. Dişleri kırılıp, saçları yolunan eski imparator daha sonra dışarı çıkarılınca, kocalarını öldürdüğü yahut kör ettirdiği kadınlar ona tokat atmak için yarışmışlar; bundan sonra bir eli ve cinsel organı kesilmiş, ekmeksiz ve susuz bırakılarak daha önce kaldığı zindana atılmıştır.


Bir kaç gün sonra bir gözü çıkarılarak, başı açık olduğu ve sırtında sadece bir iç gömleği olduğu halde bir deveye bindirilip İstanbul sokaklarında dolaştırılmıştır. Halk içinden en aşağılık ve reziller, ne onun işgal etmiş olduğu mevkiye, ne de vaktiyle ona karşı vermiş oldukları bağlılık yeminine hiç bir saygı göstermeksizin, kızgınlığın son haddinde küfürler savurmak için birikmişlerdir. Bazıları kafasına sopalarla vurmuş; başkaları suratına pislik atmış, daha başkaları taşlar savurup vücuduna şiş saplamışlardır, iyice sapıtmış bir kadın başından aşağı bir kazan dolusu kaynar su boşaltmıştır.


Nihayet onu ayaklarından asmışlar, bütün bu azaplara inanılmaz bir dayanıldık gösterdiğine şahit olmuşlardır. Bir ara ağzını açarak bu kudurmuş barbar kalabalığa:


-Artık kırılmış bir fidanın üstüne niçin yürüyorsunuz?" dediği duyulmuştur.


Halkın canavarlığına nihayet yoktur. Daha fazla tatmin olmak için gömleğini yırtıp paramparça etmişler; adamın biri kılıcını ağzından bağırsaklarına kadar sokmuştur. Her biri kılıcını iki eliyle tutan iki İtalyan, hangi kılıcın daha iyi ve hangisinin daha usta olduğunu denemek için bunları, bütün güçleriyle imparatorun vücuduna sallamış ve onu neredeyse ikiye bölmüşlerdir. Bu sırada sağlam elini ağzına götürerek can verdiği görülmüştür. Bazıları bu hareketi yaralarından  akan  kanı  içerek susuzluğunu gidermek için yaptığını sanmışlardır.



III.  KILIÇARSLAN (1205)


Çocuk yaşta Selçuklu sultanı olan III. Kılıçarslan, Rükneddin Süleyman Şah'ın oğludur. Babasının ölümünden sonra yedi ay kadar sultanlık yapmış, daha sonra Konya'yı kuşatan amcasının oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yakalanarak Kevele Kalesi'ne hapsedilmiştir.  Burada yay kirişiyle boğdurulduğu rivayet edilmiştir.



CAMUKA (1206)


Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Cengiz Han'ın en yakın arkadaşı,  kan kardeşi ve komutanlarından biriydi. Daha sonra kendisinden ayrılıp düşmanları safına geçmiş; hatta onları kışkırtıp Cengiz üzerine saldırmalarını sağlamıştı. Uzun mücadelelerden sonra mağlup edilen ve yakalanarak Cengiz'in huzuruna getirilen Camuka, eski arkadaşından, kanının yere dökülmeden öldürülmesini rica etti. Şaman inancına göre "insanın ruhu kanında  olduğu için" bir soylunun, kanının dökülerek öldürülmesi ona yapılmış en büyük hakaret ve kötülük sayılırdı. Bu inancın daha sonraki asırlarda, hatta Osmanlılar döneminde de devam ettiği görülmüştür. Düzmece Mustafa'nın, II. Murad'a, kendisinin bir şehzade gibi kanının dökülmeden öldürülmesi gerektiğini söylediği kaynaklarımızda yazılıdır. Anadolu Selçukluları dönemi boyunca sultan ve şehzadeler hep yay kirişiyle boğulmak suretiyle kanları dökülmeden öldürülmüşlerdir.


Cengiz, eski arkadaşının teklifini kabul ederek onun öldürülmesine yeğeni Alçıday'ı memur etti.


Alçıday, yaptığı hataların ve ihanetenin cezası olmak üzere Camuka'nın bütün mafsallarını birer birer kırıp dayanılmaz işkencelere uğrattıktan sonra, özel olarak hazırlanan tahta bir alet üzerine yatırıp bel kemiklerini de kırarak öldürdü.



I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV  (1211)


Anadolu Selçuklularının altıncı hükümdarı ve Sultan II. Kılıçarslan'ın 12 oğlunun en küçüğüdür. Ağabeyleri ile giriştiği taht mücadeleleri sonunda hükümdar olmuş ve nihayet 1211 yılında Bizanslılarla yapılan bir savaş sırasında, ordusunun büyük bir zafer kazanması üzerine, savaş meydanını gezerken, ölüler arasından fırlayan bir Frenk askerinin ani saldırısı ve kılıç darbeleri altında devrilerek şehid olmuştur. Sultanı öldürdüğünü söyleyerek imparator Laskaris ve kaçan Bizans ordusunu geriye döndürüp Selçuklu kuvvetlerinin mağlup olmasını sağlayan hain Frenk askeri, zaferin kazanılmasından sonra Laskaris tarafından katledilmiş ve imparator Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev'in cenazesini Selçuklulara teslim etmiştir. Bir süre Akşehir'de kalan cenaze daha sonra oğlu İzzeddin Keykavus tarafından Konya'ya getirilerek Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir.



NECMÜDDİN KÜBRA (1221)


Kübrevî Tarikatı'nın kurucusu ünlü bir mutasavvıftır. 1145 yılında Harezm'in bir köyünde doğup büyümüş, genç yaşta ilimle meşgul olmaya başlamış ve daha ziyade hadis sahasında temayüz etmiştir. 35 yaşlarında iken tasavvuf mesleğine girerek kısa zamanda olgunluğa erişip kendi bölgesi olan Harezm'de bir tekke açmıştır. İlmi, takvası ve yüksek şahsiyetiyle etrafına çok sayıda insan toplanan ve birçok değerli talebe yetiştiren Necmüddin Kübra, 1221 yılında Harezm'in Moğollar tarafından işgali sırasında, şehri terkedip kaçmadığı gibi, kafir Moğollarla cihada girişmiş; eline geçirdiği taşları onlara fırlatarak mücadele ederken göğsüne saplanan bir okla yere düşüp şehid olmuştur. Son nefeslerini verirken kafir Moğol askerlerinden birinin saçını kavradığı ve askerin onun elinden saçının kesilmesiyle kurtulabildiği rivayet edilmiştir. Büyük mutasavvıf şairlerden Mevlâna Celaleddin bir şiirinde bu olaya işaretle şunları söylemiştir:


"Bir elden  nûş edip iman şarâbın

Bir elde perçem-i  kâfir  tutarlar!"


Adına nisbet edilen Kübrevî Tarikatı pek fazla yaygınlaşmamakla beraber o, yazdığı çok kıymetli eserler sebebiyle kendisinden sonra gelen mutasavvıflar üzerinde ziyadesiyle etkili olmuştur.

Mevlâna Celaleddin'in babası Bahaüddin Veled'in de onun müritlerinden olduğu söylenmiştir.

Necmüddin Kübra'nın asıl ismi Ahmed'tir. Şehid edildiği sırada yaşı seksene ulaşmış bulunmaktaydı.

 


FERİDÜDDİN-İ  ATTAR (1221)


Birbirinden önemli eserleri sebebiyle İslâm dünyasının yüksek şahsiyetlerinden olduğu kabul edilen Feridüddin Attar, bugün İran sınırları içinde kalan ve Meşhed kentine yakın küçük bir kasaba halindeki Nişabur'un bir köyünde doğmuştur. Burada, attarlıkla meşgul olan babasının yanında yetişip büyümüş, o dönemlerde bir ilim merkezi sayılan Nişabur'da eğitimini tamamlamış ve tasavvuf mesleğine olan sevgisi sebebiyle eserlerini bu vadide vermiştir. Tezkiretü'l- Evliya, Mantık al-Tayr ve İlâhînâme isimli kitapları çok tanınmıştır.


Asıl ismi Muhammed olan ve Attar lakabını kullanan bu büyük şair-mutasavvıf kendisinden sonra gelenleri de derinden etkilemiştir. Hatta Mevlâna Celaleddin Rûmî söylediklerinin çoğunun Attar'ın sözü olduğunu belirtmiştir.


Moğolların Nişabur'u istila ettikleri 1221 yılında 90 yaşına ulaşmış bir ihtiyar olan Attar; taş taş üstünde kalmayan ve binlerce insanın kadın, çocuk, genç, yaşlı denmeden öldürüldüğü bu hengame içinde bir Moğol askerinin eline esir düşmüş, rivayetlere göre kendisinin bir torba samana satılması gereken çok değersiz bir kimse olduğunu söylemiş ve bu söze sinirlenen Moğol çerisi gazaba gelerek başını kılıçla kesip onu şehid etmiştir.  Halen bir ziyaretgah olan türbesi Nişabur'dadır.



CELALEDDİN HARİZMŞAH (1231)


Büyük Selçuklu imparatorluğu yıkılmaya yüz tutarken Horasan'da Harezmşahlar Devleti kurulmuştur.  Bir süre bölgenin tamamında gerçek bir hakimiyet kuran Muhammed Harizmşah zamanında Cengiz Han'ın orduları bölgeye girmiş, büyük bir vahşetle halkı katliama tabi tutmuş, Muhammed Harizmşah ve oğulları büyük zorluklarla kaçmayı başarmışlardır. Hazar Denizi'nde, küçük bir adada, acılar ve yoksulluklar içinde ölen Muhammed Harizmşah, yerine, kahraman oğlu Celaleddin'i halef göstermiş, intikamını almasını istemiştir.

Celaleddin Harizmşah son hükümdar olarak akıl almaz mücadelelere girişip Moğolları epeyce uğraştırdıysa da,  Anadolu  Selçuklu  Sultanı Alaaddin Keykubat  ile  savaşa  tutuşmak gibi büyük bir hata yapınca orduları dağılmış, kendisi de canını kurtarmak için Eyyubi hükümdarı Melik Eşrefe sığınmak üzere kaçarken, Silvan dağlarında, daha önce kardeşlerinden birini öldürdüğü  bir  Kürt  aşiret  reisi  tarafından katledilmiştir.



TERKEN HATUN (1233)


Harzemşahların kudretli hükümdarlarından Muhammed Harizmşah'ın annesidir. Dönemin ileri gelen şahsiyetlerinden biri idi. Çok nüfuz kazanmış; Harezm ülkesinin gerçek hakimi durumuna geçmişti. Kendisine "Meliketü'n-nisâi'l-âlemîn", "Uluğ Türkan", "İsmetü'd - dünya ve'd-dîn" deniliyordu. Oğuzlardan Sarı Cenkçi Bey Beyatî'nin kızı idi.


1220 yılında Cengiz Han'a esir düştü ve onun tarafından Karakurum'a götürüldü. Burada 13 yıl süren ağır bir esaret hayatı yaşadı. Öyle ki günlük yiyeceğini bile Cengiz Han'ın sofrasının artıklarından, bizzat gelip toplamak suretiyle temine mecbur tutulmuştu. 1233 'te ihtiyar yaşta öldü veya öldürüldü.


Terken Hatun'un pek çok siyasî hatalar yaptığı biliniyor. Hatta Otrar'da bulunan bir adamı, Cengiz'in ticaret kervanına ait malları gasbetmiş, 450 tüccarı hunharca öldürmüş olduğundan Moğolların gazabı doğmuştu.


Terken Hatun taklit edilemeyecek kadar güzel yazı yazabilen, ordular sevk ve idare edebilen, Kübrevî tarikatına bağlı, son derece haris, çabuk kan dökebilen bir kadındı. Oğlu, hükümdar Muhammed Harizmşah'ın çadırını başına yıktırıp görevden aldığı bir veziri, hiç bir şey olmamış gibi vazifesi başında tutabilen Terken Hatun, yaptıklarının hesabını yukarda anlatıldığı gibi pek ağır biçimde ödemiş ve Moğol zulmünün kurbanlarından biri olmuştur.

Cengiz,  Otrar'da  tüccarları  öldüren  valiyi yakalayınca onu da işkence ile öldürmüş, kulağına ve gözlerine erimiş gümüş akıtmıştır.



I. ALAEDDİN  KEYKUBAT (1237)


Anadolu Selçuklularının onuncu ve en kudretli sultanı olarak tarihe mal olmuştur. Gıyaseddin Keyhüsrev'in küçük oğludur. Ağabeyi İzzeddin Keykavus'un ölümü üzerine tahta çıkmış, pek çok zaferler ve başarılar kazandıktan sonra, kudretinin doruğunda ve henüz 45 yaşında iken Kayseri'de şehid edilmiştir. Ölümüne, çok sevdiği av etine karıştırılmış kuvvetli bir zehrin sebep olduğu bilinmektedir. Aşçıbaşını ele geçirerek sultanın zehirlenmesini sağlayanlar, oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve yakın adamlarından Sadettin Köpek isimli bir vezirdir.

Sultanın zehirlenerek şehid edildiğinde takvim yaprakları 1237 yılının Ramazan Bayramını gösteriyordu. Cenazesi tahnit edilerek Konya'ya getirilmiş ve Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir.


SADETTİN KÖPEK (1238)


Anadolu Selçukluları'nın büyük vezirlerindendir. Aynı zamanda, kudretli bir sanatkar ve mimardır. Alaaddin Keykubat zamanında şöhret kazanmış, bir süre sonra sultanın oğlu ile anlaşarak onu zehirletmiş ve yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev'e rağmen devletin tek yetkilisi gibi hareket etmeye başlamıştır. Rivayetlere göre henüz 17 yaşındaki bu yeni sultanı da ortadan kaldırıp Selçuklu tahtına oturmayı düşünen Sadettin Köpek, dönemi içinde akıl almaz cinayetlere imza atmış, kendisine engel gördüğü herkesi acımasızca katletmiştir.


II.. Gıyaseddin Keyhüsrev durumun gittikçe kötüye gittiğini ve kendi saltanatının da ayakları altından kaymaya başladığını anlayınca, ustaca bir plan yapıp, Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubadabad Sarayı'nda düzenlediği yemekli bir toplantı sırasında, daha önceden kendisini görevlendirdiği Kayseri Subaşısı Emir Karaca vasıtasıyla Sadettin Köpek'i öldürtmüştür. Onun feci sonu ile ilgili ayrıntıyı veren Selçuklu tarihçisi Ibn-i Bibi'nin yazdıklarına göre; yemek sırasında bir ihtiyaç için dışarı çıkan Sadettin, karşısında pür silah bekleyen Karaca ve adamlarını görünce feryada başlamış, kaçmaya çalışmışsa da hemen yakalanmış ve Bayraktar Togan Bey'in boynuna vurduğu keskin kılıç darbesiyle yere yıkılmıştır.


Sadettin öldürüldükten sonra, sultanın emriyle cesedi bir kafese konulup, sarayın yüksekçe bir burcuna asılmıştır. Sultan, bu zalim adamın öldürüldüğünü herkes görsün ve sevinsin diye böyle bir karar almıştır. Halk kafesteki parçalanmış cesedi seyretmek için surların dibine toplanmış, tam bu sırada ipi kopan ağır kafes kalabalığın üzerine düşmüş ve bir seyircinin ölümüne sebep olmuştur. Olayı kendi penceresinden seyreden genç sultan; "Vay uğursuz alçak! Ölümünden sonra bile kan döküyor!" demekten kendini alamamıştır.



II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV  (1248)


Babası Alaeddin Keykubat'ı zehirleterek öldürdükten sonra, henüz 17 yaşında iken Anadolu Selçukluları tahtına oturan II. Gıyaseddin Keyhüsrev zevk ve sefa âlemlerinde vakit geçirmekte ve vahşi hayvanlarla oynamakta idi. 9 seneye yakın bir süre tahtta kalmış ve sonunda Alaiye (Alanya) Kalesi'nde, nasıl olduğu anlaşılamayan bir ölümle vefat etmiştir. Görgü tanıklarının ifadesine göre vahşi hayvanlarla oynamaktan çok hoşlanan sultan, bahçede iken "İmdat! İmdat!" çığlıklarıyla sarayı ayağa kaldırmış ve yanına yetişenler onun hiç bir şey söyleyemeden can verdiğini görmüşlerdir.

Cenazesi Konya'ya nakledilerek Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir. Hadise 1246 yılının Ocak ayı içinde cereyan etmiştir ve sultan henüz 25 yaşındadır.



MUSTA'ZIM BİLLAH  (1258)

Abbasi hanedanından gelen son halifedir.

Moğolların Bağdat'ı işgal için ilerledikleri haberlerine inanmamış; "bu bizim tahtımızdır, onlara müsade etmezsek gelemezler!   demiş, fakat büyük gafletinin sonunda Tatarlar Bağdat'a girmiş, şehri yakıp yıkarak korkunç bir katliam gerçekleştirmişlerdir. Musta'zım, Hülagu Han tarafından zincire vurulup hapsedilmiş; Moğol hakanı yedi gün yedi gece düşündükten sonra, kanı yere akmadan öldürülsün diyerek onu keçe bir çuval  içine  sokmuş,  ağzı bağlanan çuval Moğol çerilerinin atları tarafından çiğnenmiş ve son Abbasi halifesi bu çuval içinde feci şekilde can vermiştir. Hülagu Han'ın korktuğu tek şey; "Bu adamın kanı yere düşerse zelzele ve diğer felaketler doğabilir!" diyen şamanist büyücülerin sözleri idi.  1258 yılında katledilen Musta'zım Billah şehid edildiğinde 48 yaşındaydı. Oğulları Ebubekir ve Ahmed  de  kendisi  ile  beraber öldürülmüşlerdir.




IV. KILIÇARSLAN (1266)


Anadolu Selçukluları'nın 13. hükümdarıdır. 28 yaşında iken veziri Emir Pervane ve Moğolların entrikaları sonucu çağırıldığı Aksaray'da, Napşı Noyan isimli Moğol komutanının çerileri tarafından yay  kirişiyle  boğdurularak  şehid edilmiştir. Moğolların ve Selçukluların törelerine göre  hanedana  mensup  olanlar  mukaddes kimseler sayıldıklarından kanlarının akıtılması doğru  değildir ve  onlar  mutlaka  boğulmak suretiyle öldürülürler. Nitekim IV. Kılıçarslan da üç tuğlu saltanat çadırında böyle boğdurulmuştur. Cenazesi Konya'ya nakledilerek ecdadının türbesine defnedilmiştir.




III. GIYASEDDİN  KEYHÜSREV  (1277)


Anadolu Selçukluları'nın son hükümdarlarındandır. Pek çok mücadeleden sonra tahta çıkmış, kardeşleriyle kavgalara tutuşmuş, sonunda Moğolların yardımını almak üzere İlhanlı memleketine gidince Argun Han tarafından Erzincan'da hapsedilmiştir. 1277 yılının Kurban bayramında, hapsedildiği yerden çıkarılıp yeniden Selçuklu tahtına oturtulmayı beklerken, odası önünde ayak sesleri duyup irkilmiş ve ellerinde yay kirişleri tutan Moğol çerilerini görünce hiç bir harekette bulunmadan boynunu uzatmıştır. Gözleri kanlı, iri kıyım 10 Moğol çerisi işlerini çabuk bitirmişler ve tıpkı babası IV.  Kılıçarslan gibi onu da genç yaşta öldürmüşlerdir.




EMİR PERVANE (1277)


Anadolu Selçukluları'nın ünlü veziri, uzun yıllar saltanat naibi ve çocuk sultanların iktidarında memleketin gerçek hakimi... Siyasetinin temeli Moğollarla işbirliğine dayandığı için yıllarca görevini sürdürebilmiş, fakat sonunda bazı hareketlerinden şüphelenen Moğol hükümdarı Abaga Han tarafından Aladağ'a çağrılıp muhakeme edilmiş ve idamına karar verilmiştir.

İki yüz  Moğol  süvarisi, Pervane ve yanında bulunan otuz iki yakınını atlara bindirerek idam mahalline götürmüşler, burada iki rekat namaz kılma müsadesi alan Pervane, Tatar kılıçlarına boynunu  uzatırken:  "Size  hizmet edenlerin mükafaatı bu mu olacaktı?" diye bağırmış, fakat hiç titrememiştir.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak