Davetin Şekilleri Ve Özellikleri
Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?
Peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) davetlerinde bulunan en önemli özellikleri ve şekilleri kısaca şöyle Özetleyebiliriz:
1).Peygamberlerin daveti Rabbanidir. Yani onların daveti, Şanı Yüce Allah'tan gelen teklif ve vahiy iledir.
2).Peygamberler, Peygamberlik görevini yaparken insanlardan bir ücret istemeyip aksine ücretlerini yalnızca Allah'tan istemeleri,
3).Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşmaları ve ibadeti, yalnızca Şanı Yüce Allah'a yapmaya çağırmaları
4).Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri veya sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleri.
5).Peygamberlerin, davetinde mevcut olan hedefi ve amacı insanlara açıklamaları.
6).Dünyada zühd hayatı yaşamaları ve ahireti, dünya hayatına tercih etmeleri.
7).Tevhid akidesini insanların arasına yerleştirmeleri ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmaları. İşte bunlar, Peygamberlerin davetinde bulunan özelliklerin en önemlileridir. Bu özelliklerden her birini izah ederek açıklamaya çalışacağız. Allah, kendisinden yardım istenilendir.
Birinci Özellik:
Peygamberlerin davetinin Rabbani oluşuna gelince, bununla anlatılmak istenilen şudur: "Peygamberlerin daveti, Şanı Yüce Allah'tan gelen teklif ve vahiy iledir. Zira Peygamberlerin bu daveti, insanların yaşadığı üzüntü verici halleri araştırma veya onların düşüncelerinin incelenmesi sonucu olmadığı gibi insanların yaşadıkları zamanda ortaya çıkmış zulüm, bağy, sapma ve zorbalığın sosyal unsurlarında bir sonucu da değildir... Bunların aksine Peygamberlerin daveti, Allah'tan gelen bir vahy ve Şanı Yüce Allah'tan gelen bir teklif iledir. Buna göre Peygamberlerin getirdiklerinin hepsinin kaynağı vahiydir. Çünkü Yüce Allah'ın insanlara gönderdiği her Peygamber şöyle söylemekteydi:
"Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım."
Bu ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere; Peygamberler için, Şanı Yüce Allah'tan kendilerine vahyolunan emirleri ve yasakları insanlara tebliğ etme vardır.
Üstad Ebu'l-Hasen en-Nedvi (Allah onu her türlü kötülüklerden korusun) "en-Nübüvvet ve'l-Enbiyâ" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Seçkin kimselerin en önemlileri ve ilkleri, Peygamberler topluluğudur. Zira onların, insanların arasına yaydıkları ilim, davet ettikleri akide, insanların arasına yerleştirmeye çalıştıkları dava; onların, zekalarından, izzet-i nefislerinden veya içinde yaşadıkları hayatın, ihmal ettiklerini araştırmalarından yahut önemli hissi duygularından ve feyizli kalplerinden veya hikmet dolu geniş tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası bunların hiçbirisi değildir. Bunların aksine onların davet ettikleri akide ve insanların arasına yerleştirmeye çalıştıktan davanın kaynağı, vahiy ve risâlettir. Çünkü Peygamberler, bunun için seçilmiş ve bununla değer kazanmışlardır... Bundan dolayıdır ki Peygamberler; filozoflarla, liderlerle, ıslahatçılarla ve insanlığın, düzgün tarihi ile uzun savaşları sonucu yetiştirilen ileri gelenlerinin oluşturduğu sınıfların hiç biriyle ölçülemezler. Çünkü filozof, lider ve ıslahatçıların yaptıkları; içinde bulundukları konumlarının bir sonucu, hikmetlerinin bir fidanı, çevrelerinin bir yankısı ve yaşadıkları toplumlardaki anarşi, bozgunculuk vb. hareketlere karşı koyma şeklinde ortaya çıkan bir harekettir... Bu iki topluluk arasındaki ayırıcı sözü, Kur'ân-ı Kerîm, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in lisanıyla şöyle açıklamaktadır:
"(Ey Muhammed!) Deki: 'Eğer Allah dileseydi, Kur'an-ı size okumazdım. Hiçbir suretle de size onu bildirmezdi.' Ben, bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hala aklınızı kullanmayacak mısınız?"
Yine Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"İşte böylece (senden Önceki Peygamberlere veya sana nitelediğimiz şekliyle vahiy halleriyle) sana da buyruğumuzdan bir ruh vahyettik Sen, kitap nedir? İman nedir? (vahiyden önce) bilmezdin. Fakat Biz, onu (Kur'ân-ı Kerîm'i), kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sende dosdoğru bir yol (olan İslam)a davet etmektesin."
Yine Kur'ân-ı Kerîm, risalet için seçilmiş Peygamberlerin asaletinin tabiatı, başlangıcı ve kaynağı hakkında şöyle açıklamada bulunmaktadır:
"O (Allah), kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona ruh (vahiy) ile 'Benden başka hiçbir ilah olmadığını inzar edin, benden sakının' diye melekleri indirir."
İşte bundan dolayı Peygamberler, dahili kişisel unsurlara veya harici-tarihsel olaylara boyun eğmezler. Zira şartlar, durumlar, şekiller ve toplumsal olaylar değiştiği halde Peygamberlerin risâletinde bir değişme söz konusu değildir. Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)'e dair şöyle buyurmaktadır:
"(O), kendi arzu ve isteğine göre söz söylemez. Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir."
Bu ayette de görüldüğü üzere; Hz. Peygamber (s.a.v), (ve diğer Peygamberler,) risâletinde ve Allah'ın hükümlerinde bir değiştirme, tahrif etme, eksiltme ve bunları düzeltip daha iyi bir şekli koymaya güç yetiremez. Sadece kendisine vahyolunana tabi olmakla mükelleftir. Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'e bu konuda hüccet olması sebebiyle telkin ederek şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed) Senden, Kur'an-ı değiştirmeni ve onun yerine başkasını getirmeni isteyenlere: 'Onu kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan başkasına tabi olmam. Eğer Rabb'ime isyan edersem şüphesiz büyük gün (olan) kıyametin azabından korkarım ' de.'
İşte buraya kadar anlatılanlar; Peygamberler ile filozoflar ve büyük kimseler arasında ortaya çıkan temel farklılıkları göstermektedir. Zira Peygamberlerin risâleti, mücadeleleri, savaşları, çevreleriyle olan durumları, kültürleri ve sünnetleri vardır. Filozof ve büyük kimseler ise devamlı olarak çevreyi, toplumu, şartları ve durumları gözden geçirip menfaati ve politikayı gözetirler. Politika ve menfaati ilgilendiren durumların ve şartların çoğuna da boyun eğerler. Bundan dolayı çıkarları ve menfaatleri için bir çok konularda mücadele ederler, gruplarla pazarlık ederler ve bir çok şeyi menfaat sağlayacak şeylerle değiştirirler ve çoğunun sarıldığı temel prensip ise: "Zaman nasıl dönerse sen de Öyle dön" yani zamana göre hareket et."
Buna göre Ebu'I-Hasen en-Nedvi'den aldığımız bu alıntı; filozofların, büyük kimselerin ve ıslahatçıların davasının aksine para, mevki, makam, yöneticilik gibi önemli olan konularda, davasından vazgeçmesi şartıyla pazarlığı kabul bile etmeyen peygamberin gidişatındaki ve metodundaki net ve açık farkı bize açıklamaktadır...
Müşrikler de, Resulullah (s.a.v)'a, cömert tekliflerde bulunmuşlardı ki bunlardan bazıları şunlardır:
1). Müşrikler, davasını terk etmesi karşılığında Resulullah (s.a.v) ye; kendilerinin üzerine hükümdar olmasını,
2).Mekkeli kadınlardan dilediği ve istediğiyle evlendireceklerini,
3).Kendilerine ait değerli mallarını ona vereceklerini,
Resulullah (s.a.v) ise onların bu teklifini de kabul etmedi. Resulullah (s.a.v)'in, bu teklifleri de kabul etmediğini gören müşrikler, bu seferde ondan; Mekke'deki dar vadileri; kıtlık ve sıkıntı veren Mekke'deki dağları kaldırması için Rabbine dua etmesini ve onların yerine, Şam ve Irak'ta olduğu gibi ırmaklar akıtmasını, ovalar yapmasını ve ayrıca geçmiş baba ve atalarını özellikle de Kusay b. Kilab'ı diriltmesini ve kendisinin Peygamber olduğunu tasdik etmesi gibi şeyler istediler.
4).Mal ve kıymetli ticaret eşyalarından dilediğini kendisine vereceklerini söylüyorlardı.
Bunun karşılığında ondan; ilahlarını kötülemekten ve taş ile bakırdan yapılmış putlarıyla da alay etmekten vazgeçmesini istiyorlardı. Resulullah (s.a.v)'in onlara cevabı ne oldu? Ve Resulullah (s.a.v)'in doğruluk payı neydi? Doğrusu Resulullah (s.a.v), onların bu tekliflerine karşı zamanı durduracak şu sözleri söylemiştir:
"Allah'a yemin ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koyacak olsalar bile, Allah bu davayı tastamam ortaya çıkarmadıkça bu davadan vazgeçmem yada bu davanın yolunda helak olur giderim!!"
İkinci Özellik:
Hz. Peygamber (s.a.v)'in davetlerinin ikinci özelliğine gelince ise o da; Onların, hiç bir kimseden bir ücret istememeleri ve Peygamberlik görevini tebliğ etmede insanlardan bir değer ve para kabul etmemeleridir. Zira onlar, mükafatı ve sevabı yalnızca şanı yüce olan Allah'tan isterler. Peygamberlerden her biri aleni ve açık olarak kavmine ve kavminin ileri gelenlerine, davetine karşılık kendilerinden bir ücret istemediğini ilan etmekte ve davetinin dünyalık bir istek veya mal isteğinde olmadığını bütün açıklığıyla ve netliğiyle açıklamaktaydılar. Kur'ân-ı Kerîm, bu konuda, Hz. Hûd (a.s)'ın, kavmine şöyle hitap ettiğini açıklamaktadır:
"Ey kavmim! Ben (Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ etmek için) bu tebliğe karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Yüce Allah, bu hakikati, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'e de, açık ve net bir şekilde şöyle bildirmektedir:
"(Ey Muhammedi Onlara:) 'Bu (tebliğime ve uyanlarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabbine doğru bir yol isteyen kimseler olmanızı istiyorum' de."
Yine Şanı Yüce Allah, Kur'an'm bir başka yerinde, Resulullah (s.a.v)'e, davetiyle ilgili olarak şöyle demektedir:
"(Ey Muhammedi Onlara:) 'Bu (tebliğime ve uyarılarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum Ve ben, kendiliğimden bir şey teklif edenlerden de değilim."
Böylece Peygamberlerin hiçbir kimseye maddi kazanç veya dünyevi kazanç maksadıyla davette bulunmadıklarını görmekteyiz. Zira Onlar, kavimlerindeki hiçbir kimseden bir ücret istemediklerini, ücretlerini ancak Allah'tan istediklerini ilan etmektedirler. Davetlerinde, işi ihlasla yapmaktalar. Nasihatlerinde ve irşatlarında ise övgü ve methiye istememektedirler. Sadece Ahiret sevabını ve Allah'ın rızasını arzulamaktadırlar. Yüce Allah bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır: "Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette, hiçbir şeyi ortak koşmasın.
Üçüncü Özellik:
Peygamberlerin davetlerinin üçüncü özelliğine gelince o da; Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşmak ve ibadeti yalnızca Şanı Yüce Allah'a yapmadır. İşte bu, bütün Peygamberlerin her asır ile her zamanda ve her durum ile her mekanda davet ettikleri en önemli gayedir, Çünkü Peygamberlerin gayesi; zayıf olarak yaratılan mahluku, kendisini yaratana döndürmeleri ve insanların yönünü, kullara kulluktan kurtarıp Şanı Yüce Rab'lerine ibadet etmeye yöneltmekti. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
"Halbuki kendilerine kitap verilmiş olanlar, doğruya yönelerek dini yalnız Allah'a mahsus kılarak O'na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle -Müslüman olmaları-emrolunmuşlardı. İşte bu, en doğru dindir."
Allah bütün Peygamberleri, bu yüce ve kutsal olan "Tevhid davası" ile ibadet yoluyla niyeti ve ameli yalnızca yüce olan Allah'a mahsus kılmak için göndermiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, 'Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet edin' diye vahyetmiş olmayalım.".
Büyük Üstad Ahmed Şah Veliyullah ed-Dihlevî, "Hüccetullah Baliğa" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Her zaman ve her şartta Peygamberlerin davetlerinin ilki ve en büyük amaçları; Yüce Allah konusunda "akideyi düzeltmek ve "kul ile Rab arasındaki bağı sağlamlaştırmak" ve "din ile ibadeti", bir olan Allah'a mahsus kılmaya çağırmak olmuştur. Bu da zararlı olanı faydalı kılmak, ibadeti, duayı, sığınmayı ve kurban kesmeyi bir olan Allah'a tahsis etmektir... Onların hamleleri; kendi zamanlarında mevcut olan taş ile bakırlardan yapılmış putlara, diri yada ölü kimselerden Salih ve kutsanan zatlara tapmada bütün açıklığıyla çeşitli şekillere bürünmüş putçuluğa yönelmiş olanları durdurmaktı. Çünkü cahiliyyet dönemi halkı; Yüce Allah'ın, bu gibi kimselere, şeref ve şan elbisesi verdiğine, onları bazı özel işlerde tasarruf sahibi yaptığına, her bölgeye bir hükümdar gönderen ve o ülkeyi yönetme hususunda ona görev verdiği hükümdarlar hükümdarı derecesinde kayıtsız-şartsız, onların, kendileri hakkındaki şefaatlerini kabul ettiğine inanmaktaydılar."
Dördüncü Özellik:
Peygamberlerin davetlerinin dördüncü özelliğine gelince ise oda: Davette kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri ve sözü anlaşılır bir şekilde söylemeleridir.
Bu özellik, bütün Peygamberlerin davetinde açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü onlar, davetlerini, insanların tabiatına uygun bir şekilde yürütürler. İnsanlara, akılları miktarınca hitap ederler. Bazı büyük kimseler ile ıslahatçıların yaptığı gibi davetlerini zorlaştırmayıp insanların anlayamadıkları veya idrak edemedikleri şeyle insanlara hitap etmezler. Yahut sözleri, insanların anlayabilecekleri bir şekilde söylerler... Peygamberler, büyük kimseler ile ıslahatçıların aksine davet ve tebliğlerinde "Hikmet" yolunu tutarlar. İşte bundan dolayı Kur'an, bunu, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in diliyle şöyle haber vermektedir:
"Ben, kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden değilim."
Nitekim Rabbi, ona, "Hikmet" ile insanları, Allah'a davet etmesini emretmektedir. Şanı Yüce Allah bu konuda ise şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, 'Hikmet'le, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da iyi bilir."
Davetin başarılı olabilmesi için;
1).Zanaat ve meslek yöntemlerinden sakınmak,
2).İnsanları davet etmede yahut onlara hitap etmede zorluk çıkartmamak,
3).Büyük-küçük, bilen-bilmeyen her türden insanın anlayabileceği mantık ve akli delil ile hüccetin getirilmesi gerekmektedir...
Hz. İbrahim (a.s), keskin delillerini; yolların en kolayıyla, yolunu keserek ve delilleri beynine vururcasına ortaya koyarak azgın ve zalim düşmanına karşı şöyle getirmektedir:
"İbrâhîm, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, sende batıdan getirsene' dedi. (İbrahim'in, meydan okurcasına ileri sürdüğü bu delil karşısında) inkar eden, şaşırıp dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez."
Böylece zanaat ve meslek yöntemlerinden, kelamı metodlardan ve zor işlerden uzak olarak yaratılışa hitap eden "Yaratılış Yöntemi"nin, davet yolunda daha başarılı olduğunu görmekteyiz. Hüccetü'l-îslam İmam Gazâlî (rh.a), bu konuda, şu çok güzel sözü söylemiştir:
"Kur'ani deliller, her insanın faydalandığı gıdaların misâli gibidir. Kelamcıların delilleri ise birçok insanın faydalandığı ve çoklarının zarar gördüğü ilaçların misâli gibidir. Kelamcıların delillerinin aksine Kur'ani deliller, bebek ve kuvvetli adamın faydalandığı suyun misâli gibidir. Diğer deliller ise kuvvetli kimselerin bir defasında faydalandığı, başka bir defada ise hastalandığı ve bebeklere kesinlikle fayda sağlamayan yiyeceklerin misâli gibidir."
İmam Fahreddin er-Râzî de (rh.a) bu konuda şöyle der: "Kelami yöntemleri ve felsefi metodları araştırdığında, hastaya şifa vermediğini ve çoğu kimseyi sulamadığını yani derdine çare olmadığını görürsün. Fakat Kur'an metodunun, Allah'a en yakın yol olduğunu gördüm. Benim gibi (böyle) tecrübe eden, benim bildiğimi bilir."
Beşinci Özellik:
Beşinci özellik de Peygamberlerin daveti hakkındadır. Bu da; davet hakkındaki gaye ve amacı açıklamaktadır. Bundan dolayı bütün Peygamberler, insanları açık bir amaca ve apaçık bir düşünceye çağırmakta olup davetlerinde şüphe ve gizlilik söz konusu değildir... Yüce Allah, bu konuda, nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed! Onlara:) İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir delil ve hüccete dayanarak (sizleri), Allah 'a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlarda (benim sünnetime, siretime ve yoluma) davet ederler. Allah'ı tenzih ederim. Ben, müşriklerden değilim' de."
Burada da görüldüğü üzere Peygamberlerin metodu açıktır ve onların davetleri, gündüzleyin öğle vaktindeki güneş gibi ortadadır. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber (s.a.v), konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ben, sizleri, gecesi, gündüz gibi aydınlık olan dosdoğru bir yol (olan İslam) üzere bıraktım. Benden sonra hiçbir kimse ondan sapmaz, sapan ise helak olur."
Böylece Peygamberlerin, insanları açık bir amaç ve şerefli bir gaye olan rabbani risâlete davet ettiklerini görmekteyiz. Zira Peygamberler, davetlerinde; maksatlarını ve amaçlarını gerçek ve hakiki şekliyle bilmeyen bazı büyük kimseler ile filozofların durumu gibi, davetin arkasına gizlenmiş amaç ve gaye ile eğrilmiş yolları tutmazlar.
Altıncı Özellik:
Altıncı özellik de: dünyada züht yaşantısı ve Ahireti, dünya hayatına tercih etmektir...
Bu özellik, Peygamberlerin daveti için gerekli olan bir Özelliktir. Buna göre Peygamberlerin gayesi; dünyanın süsü ve ziynetiyle mal kazanmak değildir. İşte bundan dolayıdır ki bütün Peygamberler, dünyada nimetlenmeye ve orada büyük kimselerin yaşayışı şeklindeki bir yaşamaya güçleri yettiği halde, zor şartlar ve sıkıntı içerisinde yaşamışlardır...
Buna rağmen onlar, devamlı olanı (yani Ahiret hayatını), geçici olana (yani dünya hayatına) tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, "Allah katında olan daha iyi ve devamlı "(Kasas: 28/60) ve "Allah katında olan şeyler, iyi kimseler için daha hayırlıdır" (Ali İmrân: 3/198)' de geçenlere şüphesiz yekinen inanırlar ve bilirler. İşte bundan dolayı onlar dünyada zühd hayatı yaşamışlar ve Ahirette de makbul kimselerdendirler. Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)'e şöyle hitap etmektedir:
"Kendilerini imtihan etmek için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme! Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır."
Resulullah (s.a.v)'in hanımları, Resulullah'tan, nafakalarını genişletmesini ve geçimlerini artırmasını istemekle; dünyada bolluk, rahatlık ve güzel nimetler içerisinde yaşamakta olan diğer kadınlar gibi hareket etmek istemişlerdir...
Ayrıca onlar Resulullah (s.a.v)'den, -bu, onların hayata göğüs germeleri için bir ders olması gerekirken- kendileri için gökten bir serbestlik indirmesini istediklerinden dolayı Yüce Allah, peygamberine, hanımları serbest bırakmasını şu sözüyle emretmiştir:
"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: "Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu İstiyorsanız bilin ki, Allah, içinizden iyi davrananlara büyük bir mükafat hazırlamıştır."
Bir adam Nebi (s.a.v)'e geldi ve o'na: "Ey Allah'ın Resulü! Allah'a yemin ederim ki, ben seni, gerçekten seviyorum", dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o adama:
'Ne söylediğine iyice bir bak!' buyurdu. Adam sözünü Resulullah (s.a.v)'e üç defa tekrarladı.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o adama:
'Gerçekten beni'seviyorsan, korunmak üzere fakirliğe hazırlan. Şüphesiz ki fakirlik, beni sevene (dağdan ve tepeden) selin akması gibi varacağı yere süratle gelir.' buyurdu."
Üstad Ebu'l-Hasen en-Nedvî, "en-Nübüvvet ve'î-Enbiyâ" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Peygamberlerin daveti, yalnıza dil ile ve yalnızca kendi ümmetlerine olmayıp aynı zamanda sadece ahirete, ahireti dünyaya tercih etmeye ve dünyanın mal ve mülkü ile kıymetinin değersizliğine de değildi. Onların daveti, hem kendileri için ve hem de ümmetlerinin yaşantıları için, bir başlangıç ve bir yöntem idi. Ayrıca onlar, ahirete iman edenlerin ve yaşantılarında davet üzere yürüyenlerin ilkleriydiler. Bundan dolayı onlar dünyada önem vermeyen ve yalnızca ahirete yönelen kimselerdi. Gerçekten de onlar, büyük makamlara ve (yaptıkları daveti) tehlikeye sokacak yerlere de önem vermemişlerdi. Üstelik onlar, kendilerini, davetleri yolunda adamışlardı....
Acaip konuları ortaya çıkaran, nefisleri büyüleyen, kalpleri; büyüklük ve heyecan ile dolduran, davet ve Peygamberlik yolunda yürüyenlere ışıklardan yüce bir ışık saçan Hz. Peygamber (s.a.v)'in geçimi, kendi ve Ehli beytinin hayatı, tarih kitaplarında ve nebevi siyerde bilinmektedir. Davetçinin şiarı ve devamlı olanı şöyle demesidir: "Ey Allahım! Benim için sadece ahiret hayatı vardır, (dünya hayatı yoktur)."
Yedinci özellik:
Peygamberlerin davetlerinin yedinci özelliği ise, "İnsanların arasına Tevhid akidesini yerleştirme ve gayba iman konusunu sağlamlaştırmasıdır."
Bu, bütün Peygamberlerin davetinde -gören gözler için-bütün açıklığıyla ve genişliğiyle ortaya çıkan apaçık özelliklerden biridir. Zira onların hepsinin mücadelelerinin temel noktası; insanların arasına "Tevhid akidesini" yerleştirme, gayba iman konusunu sağlamlaştırma, Allah'ın vahdaniyetini yani birliğini ispat etmeye ve yaratıcının varlığım ortaya koymaya çalışmak olmuştur. Bundan “ Yüce Allah, hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır. Peygamberlerin hanımları: "Vallahi, bu meclisten sonra Allah'ın Resulü'nden elinde olmayan bir şeyi istemeyeceğiz" diye yemin etmişlerdi. Kur'an davanın esasını ve sebeplerini tespit için indi. Haddizatında mesele, talep edilen şeyin peygamberin elinde bulunup bulunmanızı değildi. Mesele; Allah'ı, peygamberi ve ahiret yurdunu bütünüyle tercih, yahut dünyanın süsü ve metaını tercih etmekte idi. İster yeryüzünün bütün hazineleri ellerinin allında olsun, isterse evlerinde yiyecek ekmek bulunmasın, eşit idi. Onlar kesin olarak serbest kılındıktan sonrıı Allah'ı, peygamberi ve ahireti tercih ederek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanındaki yüce mevkilerini, o ''Büyük Elçinin" evine layık, şerefli ve yüce ufukta korumasını bilmişlerdir. Peygamberimizin bu tercihe memnun olduğuna dair rivayetler vardır. (Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur'an, 12/14-15).
a- Rububiyyet (itikadi) Tevhidi: Rabb içindekilerinin yaratıcısı olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunmadığına, bu alemin bütününün egemenliğinin O'nun olduğuna, hükmünde hesap vermediğine, her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O'nun rızık verdiğine, bütün işleri O'nun evirip çevirdiğine, yalnızca O'nun yükselttiğine ve alçalttığına, yalnızca O'nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O'nu izzetli ve zelil kıldığına. O'nun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de başkası için, ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah'ın dilemesi ve izniyle gücü yettiğine inanmaktır.
b. Uluhiyyet (Ameli) Tevhidi: Bu tevhidin anlamı; ibadette, boyun eğmede, kesin itaatle, ne yerde, ne gökte tek ve ortağı olmayan Allah'ı birlemektir.
Tevhid; rububiyyet tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesinlikle gerçekleşmez. Bu tek başına yeterli değildir. Müşrik Araplarda, Rububiyyeti, kabul ediyorlardı. Bununla birlikte putlara tapmak suretiyle Allah'a ortak koştuklarından dolayı bu onları, İslam'a sokmadı. Allah ile birlikte başka ilahlar edindiler. Bunların, kendilerini Allah'a daha fazla yaklaştıracağını, Allah katında onlara şefaat edeceğini sanıyorlardı. (Yûsuf Kardavi. Tevhidin Hakikati, s. 20-23)
Tevhid, Allah'ın sıfatlarının bazılarını kabul edip sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Ve böylesi, Tevhidi parçalayan, tavırlarla bütün peygamberler mücadele etmiştir. Peygamberimizin de gayesi tevhidi yaymaktır. O Tevhide davet etmiş, putçulukla hep mücadele içinde olmuştur.
"La ilahe illallah diyen cennete girer." (Buharî, İman: l; Müslim. İman 43-45; Tirmizî, İman 2775) müjdesinin muhatabı olamaz. Ayrıca insanlara bu biçimiyle anlam kazanan bir Tevhid inancı içinde Peygamberler gönderilmemiştir; "insanlarla 'La ilahi illallah' deyinceye kadar savaşmakla, emrolundum." (Buharı, Zekat 689; Müslim, İman 32-38; İbn Mâce, Fiten 3927; Nesai, îman 4970; Tirmizî, 2733) ifadesinde anlam bulan Tevhid de, Allah'ı sadece yaratıcı, İlah, Rab veya Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhidin büyük bir kısmını ifade eder, fakat tamamım değil Dolayısıyla parçacı düşüncelerin hiçbirini, Peygamberlerin tebliğlerinin esasını oluşturan "'La ilahe illallah"ı kabul anlamına gelmez.
"La ilahe İlallah"ın sadece benimsenen bir söz olarak ifade edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir ilgisi yoktur. Elbette ki "La ilahe İllallah" bir sözdür. Resulullah (s.a.v), insanların, bu sözü söylemelerinin cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz olarak ta söyleseniz olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşriklerinin hiç tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili bir çok örnekler vardır... Onlar, muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün, kendilerinin kabul ettikleri Tevhidi unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten kaçındıkları ulııhiyyet konusunu da Tevhid 'in kapsamına aldığını bilirler. Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bîr anlam ifade etmeyeceğini, O'nun Öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhidin bir defa değil, on defa dahi söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini. Resulullah (s.a.v)in de bir söz söylemekle sadece söylemeyi kastetmediğini iyi bilirler. (Celalettin Vatandaş. Tevhid ve Değişim, s. 54-55).
Peygamberlerin Sıfatları
Yüce Allah, Peygamberleri; kendisiyle kulları arasında elçiler olmaları ve onları, büyük emanet olan vahiy emanetini yüklenmeleri ile risâleti, kullarına tebliğ etmeleri için diğer mahlukatı arasından seçmiştir... Allah'ın, yüce hikmeti, onları; ahlak bakımından insanların en mükemmeli, ilim bakımından insanların en üstünü, soy bakımından insanların en şereflisi ve güvenirlilik bakımından insanların en yücesi kılmıştır. Ayrıca onları, kendi yardımıyla korumuş, gözetimiyle gözetmiş, bizzat Şanı Yüce Allah onları terbiye etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a. v.)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) Rabbinin hükmü, (yerine gelinceye kadar) sabret Doğrusu sen, gözetimimiz altındasın."
Nitekim Şanı Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)'a hitaben de şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Mûsâ!) gözümün önünde yetişesin diye."
Biz Kur'ân-ı Kerîm'e tabi olduğumuzda, onu inceden inceye düşündüğümüzde ve anlayacak bir şekilde okuduğumuzda ve Peygamberlik müessesesi ile Peygamberlerden haber veren Kur'an'ın ayetlerine yöneldiğimizde onda; Allah'ın, kendilerine Peygamberlik verdiği ve risâleti yüklemek için seçtiği Allah'ın salih kullarından seçilmiş kimseler için övgüler bulmaktayız.
Allah, Peygamberleri; "hidayet" ve "düzeltme" meşalesini yüklenmeleri ve insanlık yoluna girenleri; mutluluğa, emniyet ile selâmete götüren kimseler olmaları için onları diğer mahlukatı arasından seçmiştir.
Biz, övülmüş olan bu kitaba yönelmekteyiz. Bundan dolayı Allah bu kitabı, kainatta ondan daha güzelini yaratmadığı bir örnek ve şekil ile -içindekileri bilsinler diye-bize göndermiştir. Peygamberlerin sözleri ile ilgili Kur'an'ın yöntemini; hayat fışkıran, güler yüzle dolup taşan ve sevgiyle, teşvikle büyüyüp gelişmekte olan bir yöntem olduğunu görmekteyiz... Bundan dolayı Kur'an, onları; güzel övgülerle anlatmış, onları, aklı ve yaratılış sıfatları ile vasıflarının ismiyle nitelendirmiştir. Bütün bunların hepsi; Peygamberlerin, Allah'ın mahlukatı arasından seçilmiş tertemiz kimseler ve insanlık alemi için çıkarılmış mükemmel "yüce bir örnek" olduklarına delalet etmektedir.. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"O (Peygamberleri), emrimiz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendir." Yüce Allah, Hz. İbrâhîm Halil (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Kitab da İbrâhîm ile ilgili anlattıklarımızı da (müşriklere) an. Şüphesiz O, dosdoğru bir peygamberdir."
Yine Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
(Başlı başına) bir ümmet olan İbrâhîm, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (ya da önderdi) puta tapanlardan değildi- Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu (Peygamber olarak) seçmiş ve kendisini dosdoğru bir yola iletmişti.
Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:
"(Allah) 'Ey Mûsâ! Ben, seni, risâletim (i tebliğ etmek için sana indirmiş olduğum Tevrat gibi mesajlarım) ve (Benim seninle) konuşmam ile,) seni, (çağdaşın olan)insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğim (Peygamberlik şerefin)i al! ve (sana vermiş olduğum nimetlerden dolayı da) şükredenlerden ol' buyurdu.
Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in başka yerlerinde peygamberi ve kendisiyle konuştuğu Hz. Mûsâ (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Kitap’da Mûsâ 'ya dair (anlattıklarımızı da) an! (Zira o, Allah'ın göndermiş olduğu müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberlerinden ve kendileriyle birlikte insanlar arasında anlaşmazlıkları konusunda hükmetmek üzere beraberinde hak kitabı indirdiği kimselerdendir). Çünkü o, ihlasa erditilmiş ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir."
Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. İsmâîl (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Kitab 'da İsmâîl 'e dair (anlattıklarımızı da) an! Çünkü o, sözüne sadık ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir."
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm, kerem sahibi Peygamberlerden bir topluluğu da, güzel övgülerle şöyle nitelemektedir:
"(Ey Muhammedi dinde) kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya'k'ûb'u da hatırla. Doğrusu Biz, onları, (sahip oldukları bu Özellikle,) ahiret yurdunu hatırda tutmak için (güzel) bir hasletle mahsus kıldık.
İşte böylece Kur'ân-ı Kerîm'i; Peygamberleri, yüce sıfatlarla donatılmış isimlerle vasıflandırır, niteliklerin en mükemmeliyle nitelendirir; sevgi, ikram, seçme vb. öğretilerin, onun satırları arasında ortaya çıktığını görmekteyiz.
Buna göre Kur'an, Peygamberleri; bazen itaat ve yönelme (veya tevbeyle) vasıflandırır; bazen de onları, kendilerini, Allah'ın yoluna adamakla ve ahireti, dünyaya tercih etmekle nitelendirir; bazı yerlerde ise onları, doğrulukla veya kötülüklerden uzak olmakla anlatır. Kısacası bu anlatılanların hepsi, onların durumlarının yüceliğine, mekanlarının yüksekliğine ve risâletlerinin yüceliğine işaret etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki Peygamberler, aleme yol gösteren ve insanlığın Önderleridirler."
Peygamberlerin Vasıfları
Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun-insan olmaları itibariyle; yerler, içerler, sağlıklı olurlar, hastalanırlar, kadınlarla evlenirler, çarşı ve sokaklarda gezip dolaşırlar; insanlara gelen zayıflık, ihtiyarlık ve ölüm gibi arızalar onlara da gelir... Fakat onlar, hususi özelliklerden dolayı insanlar üzerine üstün kılınmışlar ve insanlarda olmayan büyük ve yüce niteliklerle vasıflandırılmışlardır. Bu da ancak onlar için gerekli olan levazımlara ve önemli olan şeylere nispetle olur. Peygamberler ile ilgili olan bu vasıfları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1).Sıdk (Doğruluk)
2).Emanet (Güvenilir olma)
3).Tebliğ
4).Fetanet (Zeki ve akıllı olma)
5).Nefret verici kusurlardan uzak olma
6).İsmet (masumiyet veya masiyet ile günahtan korunmuş olma).
Sıdk (Doğruluk):
Bu Özellik, Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik, Peygamberlerin davetine nispetle insanlık içinde zaruridir. Ama bu özellik, Peygamberlerde, yaratılıştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarını batıl yol ile yeme ve daha bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse için bile uygun olmadığına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?
Peygamberlerden birinde yalan gibi herhangi bir çirkin vasıf meydana gelmesi caiz olsaydı, Şanı Yüce Allah'tan naklettiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı konularda insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı... Eğer böyle bir şey olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendilerinin karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni getirmiş olduklarına karşı hainlik etme ihtimali olup bunları da -Peygamberlerin böyle bir şey yapacağını onlardan uzak görüp- Allah'a karşı bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise mümkün değildir. İşte böylece Kur'ân-ı Kerîm'i, Allah'a iftira eden veya diliyle Allah'ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu ayırt edici hükümle hükmediyor. Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Bize karşı, kendisine vahyettikîerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparırdık. Hiçbirinizde onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur'an, mûttakiler için bir öğüttür."
İslam Şehidi Seyyid Kutub (rh.a), "FizHali'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Sonuçta o korkunç tehdit, akide konusunda Allah'a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki akide konusu boş boğazlığa yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyor. Bu biricik ihtimal ise Resulullah (s.a.v)'in tebliğ ettiği hususlarda 'Emin' ve 'sıdk' (doğru) olduğudur. Yüce Allah'ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı, Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği mana, Hz. Muhammed (s.a.v)'in tebliğ ettiği şeylerde "sıdk" (doğru) olduğu yönündedir.
Eğer Hz. Muhammed (s.a.v) kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur'an'a karıştırmış olsaydı, Yüce Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü. Hz. Peygamber (s.a.v)'in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), 'Sıdk' (doğru)dur." (İslam Şehidi Seyyid Kutub'un sözü burada bitmektedir.)
Resulullah (s.a.v), küçüklüğünden itibaren Kureyş kabilesinin içerisinde "Sıdk"ı (Doğruluğu) ve "Emin"liği (Güvenirliği) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli müşrikler, Onu, "doğru" ve "emin" diye isimlendirerek; "Doğru" ve "emin" (olan Muhammed) geldi ve "doğru" ve "emin" (olan Muhammed) gitti... derlerdi, İşte Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler arasında doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinmekteydi.
Rivayet edildiğine göre; Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi, Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karşılaşır. Onu durdurarak: "Ey Ebu'l-Hakem! Şu anda burada senden ve benden başka hiçbir kimse yok. Muhammed 'in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah'ın adıyla söyle" der. Ebu Cehil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:
"Allah'a yemin ederim ki, Muhammed gerçekten 'doğru' sözlüdür. O hiç yalan söylememiştir."
Ebu Cehil'in bu sözü üzerine o adam:
"Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey nedir?" diye sorar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:
"Şimdiye kadar biz ve Haşim oğulları şan ve şeref hususunda yarışır ve malın çokluğu ile övülmede de çekişip dururuz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de yedirdik, Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlar (Kabe'yi örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verdiler ve iyilik ettiler, biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk. Daha sonra onlar bize, şu eklemeyi yaptılar: 'Bizden (kendisine gökten vahiy gelen) bir Peygamber gönderildi' dediler. Biz onlara nereden bir Peygamber getirelim? Allah'a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve Ona tabi olmayız" cevabını verdi. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. M uhammed (s.a.v)'i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:
"(Ey Muhammedi) Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar." (En 'am: 6/33)." İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)'in doğruluğunu kabul ediyor ve ayın zamanda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)'e tabi olmaktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefidir. Şöyle söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:
"Üstün kimse; düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna şahitlik ettiği kimsedir."
Rum kralı Herakliyüs, Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan'a; Muhammed'in, Peygamber olduğunu söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:
"Siz, Onu bu iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?" Ebu Süfyan'da, ona:
- "Biz, Onda, kesinlikle bir yalan görmedik"!! der. Ebu Süryan'ın bu sözü üzerine Herakliyüs, ona, şöyle çok muhteşem bir cevap vermiştir:
- "O, ne insanlara ve ne de Allah'a yalan söyleyecek biri değildir."
İşte bu, büyük kimselerin, bir Peygamber hakkındaki düşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı bir sözüdür.
Emanet (Güvenirlilik):
Bu, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği herhangi bir peygamberin vahiy konusunda emin olması ve Allah'ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah'tan aldığı emirleri ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değiştirmeksizin Allah'ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Peygamberler; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka (hiçbir kimseden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."
Bundan dolayı Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil olduğu şekilde Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir. Bundan dolayı Yüce Allah'ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri gizlemeleri ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah'ın kendisine gönderdiği vahiyleri tebliğ etmemesi" bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna binaen bütün Peygamberler, en mükemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira Yüce Allah'ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:
"Ben sizin için güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim."
Bu konuda Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber, görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz."
Yani Peygamber, vahiy ve gayb hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz demektir. Eğer Peygamberler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama müminler, inmekte olan vahye inandılar... İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha) şöyle demektedir:
"Eğer Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: "Allah 'ın (yakında) açığa vuracağı (Zeynep ile evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun. İnsanlar (a bunu söylemek) ten çekmiyordun. Oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur. " (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi." Aynı şekilde Yüce Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri gizlerdi: "Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi."
Yine aynı şekilde şu ayeti de gizlerdi:
"Hiçbir Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah, Aziz'dir. Hakim'dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşına katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı aldıklarımızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu."
Emanet vasfının, vahyin selâmeti ve peygamberin getirdiği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah'ın katındandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
"O, kendi istek ve arzusuna göre söz söylemez Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir."
Tebliğ:
Bu, Peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun - mahsus bir özelliktir. Bununla, Peygamberlerin, Allah'ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara tebliğ ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zorluklarıyla karşılaşsalar bile yüce Allah'ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nûh (a.s)'ın kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir.
"(Bunun üzerine Nûh): 'Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi (tarafından size gönderilmiş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana) vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, Allah 'tan (gelen vahiy ile) biliyorum' dedi.
Hz. Salih (a.s)'dan ise bunu şöyle haber vermektedir:
"Bunun üzerine O (Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin (bana) göndermiş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz' dedi."
Hz. Şuayb (a.s) hakkında ise şöyle demektedir:
"(Bunun üzerine (Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): 'Ey kavmim! And olsun ki ben size, Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Artık ben, siz kafirler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?' dedi."
Peygamberlerin hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah'ın, kendilerine verdiği elçilik (risalet) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar, Allah'ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed, (s.a.v)'e, risaletini etmesini emretmektedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni (tebliğ et Eğer bu görevini yerine getirmezsen O'nun elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola iletmez."
Her Peygamber, Allah'ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir. Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygamber, bunlardan birisini yaparsa Allah'ın emrine muhalefet etmiş olur ve yerine getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere ve ayetlere, Yüce Allah'ın "Kul" = ("De" - "Söyle") sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah'ın emrini, kendi ümmetine tebliğ etmesi için peygambere yönelik bir emirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber, kendisine ineni eksiksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Benim yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah 'a davet ederiz."
Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam."
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Tan yerini ağartan Rabbe sığınının."
Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"De ki: İnsanların Rabbine sığınırım"
Hz. Peygamber (s.a.v)'in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasındaki) bu lafızlar olmasa da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de yeterlidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiştirmeksizin, fazlalaştırmaksızın ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), "İşte bu, benim yolum budur. Ben yalnızca Allah'a davet ediyorum" (Yûsuf: 12/108) ve "Ben, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım." (Felak : 113/1) veya "İnsanların Rabbine sığınırım" (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın kendisiyle, yüce Allah'tan kendisine yöneltilende "emir sığasını" da kullanmıştır. İşte bu, (Allah'ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti tebliğ hususundaki "güvenirliliğine" delildir.
Tebliğden maksat; Allah'ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına dair) ileri sürebilecekleri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettirmeden önce azab etmekten ve insanlara, günah işlememiş olduğu halde azab etmez. O en keremli ve en merhametli olandır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Biz, Peygamber göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz."
Yine Şanı yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin, kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana şehirlerine (yani asıl olanlarına yahut büyüklerine veya başkentlerine) göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz, (ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memleketleri helak etmişizdir. "
Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'i; alemlere uyarıcı olması için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, "bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir" şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada göndermiştir. Yüce Allah bu konuda Yüce kitabı Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır.
"Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açık anlatacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadir'dir."
Resulullah (s.a.v), Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti inmiştir:
"Şimdi sen, ne ile emrolunuyorsan, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme. " Resulullah (sav), Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir sırada Safa tepesine çıkarak kabileleri ve Kureyş'in içindeki toplulukları şöyle davet etmeye başladı:
"Ey Abdulmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Ka'b oğulları!.. Nihayet herkes oraya toplandı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:
"Ben, size, şu vadiden veya dağın eteğinden atlıların çıkıp geleceğini ve size saldıracaklarını haber versem, beni tasdik eder miydiniz?" diye sordu. Onlarda:
"Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Ben, size, (tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum..." dedi. Bunun üzerine amcası Ebu Leheb:
"Ey Muhammedi yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladın?" diyerek Hz. Peygamber (s.a.v)'e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne karşılık olarak şu sureyi indirmiştir:
"Ebu Leheb 'in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da (yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (Tebbet:! /2-5)"
Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):
Fetanet zeki ve akıllı olmak demektir. Buna göre Peygamberlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişlerdir. Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)'ın vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:
"And olsun ki daha (Peygamberlik verilmezden) önce İbrâhîm'e, 'doğru görüşlülüğü' verdik. Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk."
Yine bu konuda Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Derken ona başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu sorarlar, böylelikle putun acizliği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü müstesna hepsini paramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm'in put kırma eyleminin sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) 'bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu bunu yapan zalimlerden biridir' dediler, (ibrâhîm 'in, putlarına karşı bir tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: 'İbrâhîm denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetkisini ellerinde bulunduranlar) dediler ki: 'O, halde onu halkın gözü önüne getirin. Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek onun aleyhine) şahitlik ederler. '(İbrâhîm, onların huzuruna getirilerek): 'Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen mi yaptın?' dediler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) 'O işi, şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!' dedi. Bunun üzerine kendi kendilerine dönüp, 'Doğrusu siz zalimlersiniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)' dediler. Sonra (kendilerinin, zalim olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski inanca (küfre) döndürüldüler ve: 'Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende bilirsin' dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim'de, onlara karşı şöyle bir delil getirdi:) 'O halde Allah 'ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah'ı bırakıp ta taptıklarınıza yazıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?' dedi.
Bir gerçek olarak Hz. İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında tecelli eden bu ayetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiyle sona ermektedir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmine delil gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna asmıştı... Bunun üzerine muhakeme etmek için, halkın ve kendilerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu soruyu sormuşlardı:
"İlahlarımızı paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? 'Yoksa Ey İbrâhîm! bunu sen mi yaptın?' Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:
"Onları, ben kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı olmadığından dolayı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun boynuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin yaptığını, onlara sorun...' dedi.
Burada Hz. İbrâhîm (a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akıllarının kıtlılığından ve kendilerini gülünç bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin düşüncesidir.
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın başka bir doğruluğu ise, Allah'ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah'ın dışında, kendisine tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Nemrut'a karşı doğru görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)'in sözü karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır.
"Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim'le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrâhîm, Ona: 'Benim Rabbim dirilten ve öldürendir' demişti. O da: 'Bende diriltirir Öldürürüm' dedi. Bu defa İbrâhîm, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirsene' dedi. (Allah'ın varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez."
İşte bu, batılın sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bundan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'ı, apaçık "Hakk Nur"unu açıklayıcı kılmıştır.
İşte bütün nebiler ve resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir. Bundan dolayı onlar, zekililik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye dair delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika olmayı, fetaneti ve akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanlara açıklamak ve Allah'ın davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah'ın ezeli hikmeti, böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Allah, Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azab erişecektir."
İnsanoğlunun kendisine zafiyet geldiğinde ve akli melekeleri zayıfladığında, bazen insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağına ulaştıklarında bunama gibi bir hal onlara hasıl olur... Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin zayıflaması ve akli sezgilerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu, Allah'ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahibidir.
Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:
Bu özellik, Peygamberlerin Özelliklerindendir. Çünkü insanların onlarla bir araya gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret verici fıtri ve ahlaki kusurlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkinleşmesi gibi insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberlerden, hiç birinde meydana gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; insanlardan birine isabet eden arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici kusurlardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklardan uzak tutmuştur.
Rivayet edildiğine göre; "Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını kaplamış. Nihayet vücudu bulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış. Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış." Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve inanılması doğru olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi rivayetler, Peygamberlerin vasıflarıyla birlikte bulunması mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)'ın bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlatmamıştır. Ancak Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücuduna, bir derdin isabet ettiği ve dert ve kederin, onun vücudunun tamamını kapladıktan sonra kendisinden kaldırması için Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah'ın, keder ve beladan isabet edeni ondan kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Eyyüb'ü de (an)! Hani Rabbine (dua ederek) 'başıma bir dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.) geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin' diye dua etmişti. Bizde onun (bu) duasini kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye" ona, hem ailesini ve hem de onlarla birlikte bir mislini vermiştik.
Hz. Eyyüb (a.s)'a isabet eden derdin, hem kendi vücudunda ve hem de ailesinde meydana geldiği; ayeti kerimede açıklanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda ve hem de Peygamberlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücudunun tutması ve vücudundan kurtçukların çıkması şeklinde değildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve onların makamlarına zarar vermez.
PEYGAMBERLER TARİHİ
Muhammed Ali Sabuni