22 Şubat 2023 Çarşamba

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -12 ”Çin”

 



Okçu Yi ve On Güneş: Sunuş


Okçu Yi söylencesi ile Çin yaratılış söylencesi çok yakından ilişkilidir ve yaratılış söylencesinin giriş bölümü bu söylence için de geçerlidir.


Yaratılış söylencesinde Ana Tanrıça Nugua'nın dünyadaki düzeni yeniden kurması gibi, bu doğa söylencesinde de Okçu Yi bir düzen kurar. Çevreyi yok eden güneşleri öldürür. Bütün diğer kahramanlar gibi, Yi de hem insani hem de tanrısal özelliklere sahiptir. Sıradan insanların, kontrolleri dışındaki güçlerden dünyayı koruyabilme hünerini gösterir.


Şang Hanedanı (MÖ 1500-1000) döneminde insanların on tane güneşin var olduğuna inandığı sanılmaktadır. Daha sonra insanlar kral ile güneşi birleştirmişlerdir. İnanışa göre, nasıl yalnızca bir kral onları yönetiyorsa, yalnızca bir tek güneş vardı. Bazıları ise on güneşin, hanedanının çöküşünün bir belirtisi olarak gökyüzünde belireceğine inanıyorlardı.


Okçu Yi ve On Güneş


Bir zamanlar dünya gençti ve gökyüzünde bir değil on tane güneş geziniyordu. Onların anası, doğunun tanrısı olan Di Jun'un karısıydı. Kadın, bu on çocuğunu dünyanın doğu bölümünün en uzak ucunda yer alan Tang Vadisi'nde bir sıcak su havuzunda yıkıyordu. Güneşler, kuşlar gibi büyük bir dut ağacında dinlenirdi, çünkü bu güneşlerin Özleri kuştu. Dokuz güneş, ağacın alt dallarında tünerken, her gün bir başka güneş en üst dalda otururdu.


Şafağın sabah ışığına yol göstermesinin zamanı geldiğinde, en üstte oturan güneş, arabasının içinde göklerdeki yolculuğuna çıkardı. Bu araba bazen atlar, bazen de ejderhalar tarafından çekilirdi. Bir haftada on gün vardı ve haftanın her günü farklı bir güneş gökyüzünden geçerdi.


Bu on güneş, birbirine çok benzediğinden ve her gün yalnızca bir tanesi gökyüzünden geçtiğinden, yeryüzündeki insanlar birden fazla güneşin olduğunu bilmiyorlardı, O sıralarda insanlar ve hayvanlar komşu ve arkadaş gibi bir arada yaşarlardı. Hayvanlar yavrularını, insanların onlara bir zarar vermesinden korkmaksızın yuvalarında bırakırlardı. Çiftçiler hayvanların çalacağından korkmadan ekinlerini tarlalarda bırakırlardı. Bir insan yanlışlıkla bir yılana bassa, yılan onu ısırmazdı. Bir çocuk oynarken bir leoparın veya kaplanın kuyruğunu çekse saldırıya uğrayıp öldürülmezdi. O zamanlar bolluk zamanıydı, herkese yeterinden fazla yiyecek düşüyordu. İnsanlar ve hayvanlar birbirleri hakkında iyi niyetler besleyip, birbirlerinin mülklerine saygı gösteriyorlardı.


Ancak bir gün, güneşler tek tek dolaşmak yerine, göklerden hep birlikte geçmenin eğlenceli olacağına karar verdiler. Böylece şafak vakti geldiğinde on güneş arabaya atlayıp gökyüzüne doğru yola çıktılar. Onların yakıcı ışığı dünyayı kavurdu. Ormanlar ateş aldı ve pek çok hayvanı da öldürerek küle döndürdü. Alevlerden kurtulmuş olanlar, insanların arasına daldılar ve çaresizlik ve hırçınlık İçinde yemek aramaya başladılar.


Nehirler, hatta denizler kurudu, bütün balıklar öldü ve su canavarları yeryüzüne çıkıp yiyecek çalmaya başladılar. Pek çok insan ve hayvan susuzluktan öldü. Ekinler ve bahçeler kurudu, insanların ve evcil hayvanların yiyecek kaynakları tümüyle tükendi. Bazı insanlar evlerinden ayrılınca güneşin ısısıyla alev aldılar ve yanarak öldüler. Diğerleri vahşi hayvanlara yem oldular, çünkü artık başka bir yiyecek kaynağı kalmamıştı.


İnsanlar, imparatorları Yao'ya kendilerine yardım etmesi için yalvardılar. Yao da evreni kurtarabilecek tek kişi olan büyük okçu Yi'nin yardımını istedi. Okçu Yi, Batı'nın Kraliçe Anası'na kendisine ölümsüzlük iksirini vermesi için yalvarmış ve karısı geri kalanını çalmadan önce birazını içebilmişti. İmparator, Yi'nin dokuz güneşi oklarıyla vurmasını ve uygarlığı yok olmaktan kurtarmasını emretti.


Okçu Yi iyi nişan aldı. Tek tek oklarını attı ve her biri hedeflerine ulaştı. Dokuz güneş saplanan oklara dayanamadılar ve teker teker öldüler. Her birinin tüyleri yeryüzüne döküldü ve teker teker ışıkları söndü. Yeryüzü giderek daha da karardı, ama sonunda bir tek güneşin ışığıyla aydınlandı. Her yerde insanlar gökyüzüne baktılar ve olanları coşkuyla izlediler. Artık yeniden başlayabilirlerdi.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER-3

  Musıki


Her toplumda olduğu gibi lslam'dan önce Arapların da, kendilerine mahsus musıki anlayışları bulunmaktaydı. lslam fetihleri sırasında Bizans ve Sasani İmparatorluklarından alınan topraklar, ele geçirilen ganimetler ile köle ve cariyelerden dolayı, devlet merkezine doğru büyük bir mal ve insan unsuru akışının gerçekleştiği bilinmektedir. Çok kısa sürede yaşanan bu akış, sosyal hayata da yansımış ve toplumun refah seviyesi yükseldiği gibi hayat tarzında da değişiklikler meydana gelmiştir. Geniş bir coğrafyadan lslam toplumu arasına katılan köle ve cariyeler, kendi kültürlerini de beraberinde getirmişlerdir. Bunların bir kısmı bilinen yollarla hürriyetlerine kavuştuktan sonra da aynı şekilde toplumun birer parçası olarak hayatlarını sürdürmekteydi. Aralarında Bizanslı olanların da yer aldığı bazı köle ve cariyeler zenginlerin, halife ve prenslerin yanlarında aynı zamanda birer şarkıcı olarak hizmet etmişlerdir. Kaynaklar, lslam toplumunda ileri gelen birçok kişinin şarkıcı cariyelere (kaynelkıyan, cariyetün müganniyetün) sahip olduğunu kaydetmektedir. Bundan başka çeşitli eğlence ve musıki toplantıları için özel yerlerin oluşmaya başladığı, bazı evlerde kalabalık konserlerin düzenlendiği anlaşılmaktadır. Bütün bu değişiklikler ve gelişmeler zamanla Hicaz bölgesini bir musıki merkezi haline getirmiştir. Kadın şarkıcıların (muganniye) Hicaz bölgesinde öteden beri var olduğu halde, Iran ve Bizans'ta varlığı bilinen erkek şarkıcıların (muganni) ilk defa Hz. Osman döneminde, "muhannes" (kadınsı erkek) şahıslarla birlikte İslam toplumu arasında görülmeye başlandığı belirtilmektedir.


Arapların Bizans'ın musıkideki önemini ve önceliğini bildikleri anlaşılmaktadır. Cahız, Bizanslıların musıki bilgilerine vurgu yaptığı gibi, lbn Hurdazbih'in de aynı kanaatı taşıdığı görülmektedir. Mes'udi'nin, lbn Hurdazbih'e atfen naklettiği, "Iran ve Bizanslılardan sonra musıkide Arapları geçen bir toplum yoktur" sözü bu konuda ışık tutucu mahiyettedir.


Araplar içerisinde özellikle Bizans'ın vassalı durumundaki Gassaniler, Bizans kültüründen etkilenmişlerdir. Bu etkinin Gassaniler aracılığıyla diğer Araplara doğru geçtiğini düşünmek mümkündür. Nabiga ez-Züb­ yani, Meymun b. Kays el-A'şa ve Hassan b. Sabit gibi Arap şairleri, Gassanilerin yanına gider ve emirlerin huzurundaki meclislere katılırlardı. Uzun ömürlü sahabilerden Peygamber şairi Hassan b. Sabit (m. 563-683), bir defasında katıldığı ziyafetin kendisine Gassani emiri Cebele b. Eyhem'in meclisini hatırlattığını belirterek, orada barbat (üd) eşliğinde kendi dilleriyle yöresel şarkılar söyleyen beş Bizanslı ve beş tane de Hireli kadın korosunu dinlediğini, Cebele'nin sarayına Mekke ve diğer yerlerden de şarkıcılar geldiğini anlatmıştır.


Islam'dan önce Arapların özellikle şiire önem verdiklerini belirten lbn Haldun, İslam fetihlerinden sonra Iran ve Bizans'tan Hicaz'a köle veya cariye olarak gelen şarkıcıların ud, tanbur, mi'zef ve mizmar çaldıklarını gören Arapların, Iran ve Bizans melodilerini kendi şiirlerine kattıklarını ifade etmektedir. lbn Haldun devamla, Abbasiler dahil olmak üzere İslam toplumunda yetişen meşhur sanatçılardan örnekler vermektedir. İbn Haldun'un bu rivayetine yer veren Farmer, rivayetin kısmen doğru olduğunu, Arapların Bizans ve İran müziğinden etkilendikleri hususunun kabul edilmekle birlikte, zikredilen musıki aletlerinin İslam öncesi Araplarında da görüldüğünü belirtmektedir.


Habeşistan'da doğmuş ilk sahabi olarak bilinen Abdullah b. Ca'fer'in (ö. 80/669-70) ud çalan cariyeleri bulunmaktaydı. Bir gün kendisini ziyarete gelen Abdullah b. Ömer' in dikkatini, cariyesinin kucağındaki musıki aleti (barbat üd) çekmiş ve ne olduğunu sormuştu. Abdullah b. Ca'fer de "ne olduğunu bilirsen cariye senindir" deyip tahmin etmesini isteyince İbn Ömer, "bu mizan-i Rumidir" (haza mizanün Rumiyyun) demiş ve arkadaşı "doğru söyledin. Bu alet, sözü tartar" diyerek cariyeyi hak ettiğini belirtmişti. Daha sonra istek üzerine cariye, "Ne kadar da özledim Emin Belde'yi / Zemzem'le Hacun arasındaki mahalleyi!' mısralarını okumuştu.

Arap-İslam musıkisinin İran ve Bizans'tan hangi yönleriyle ve ne derecede etkilendiğine dair fazla bilgi mevcut değildir. Ancak Farmer'in de belirttiği gibi dış tesirlerin abartılmaması ve yerli unsurların hemen her zaman hakimiyetini koruduğunun unutulmaması gerekir. Bununla birlikte köle ve cariyelerin yanısıra, çeşitli amaçlarla dönemin şartlarında gerçekleştirilen seyahatler, yabancı bazı musıki unsurlarının alınması neticesini doğurmuştur. Öte yandan bizzat musıki amaçlı yolculuk yapanların da bulunduğu görülmektedir. Bunlar arasında, Mekkeli İbn Misceh ve talebesi İbn Muhriz dikkat çekmektedir.


Emeviler devrinin en büyük musıki ustalarından Sa'td b. Misceh, Suriye'ye giderek Bizans melodilerini öğrendi ve ordaki sanatçılardan teorik bilgiler aldı (ve ehaze elhane'r-Rum ve'l-barbatıyye ve'l-ustuhüsiyye) . Daha sonra İran'a geçerek onların şarkılarını (gina) ve sanatçıya eşlik etmeyi (darb) öğrendi. Memleketi Hicaz'a döndüğünde Bizans ve İran musıki unsurlarından en güzel olanlarını (mehasine tilke'n-nağam) alarak Arap musıkisine uyum sağlamayan unsurları terketti. Böylece o, bu metodu uygulayan ilk kişi oldu. İbn Misceh'in farklı bölgelere gidip oralara ait şarkıları öğrendikten sonra kendi kültürüne seçmeci bir yaklaşımla katmış olması, daha sonra diğer insanlar üzerinde de etkili olmuştur. İbn Misceh'in talebesi İbn Muhriz de hocası gibi aynı yolu izlemiş, Suriye ve lran'a giderek yörenin melodi (elhdn) ve şarkılarını (gina) öğrenmek suretiyle musıki bilgilerini artırmış ve daha önce Araplar arasında bilinmeyen yeni bir uslup geliştirmiştir. lbn Muhriz dışında Gariz ve lbn Süreye gibi meşhur ustalar da yetiştiren lbn Misceh'in, Muaviye için yapılan sarayın inşasında ve Abdullah b. Zübeyr tarafından gerçekleştirilen Kabe tamirinde görev alan İranlılardan duyduğu şarkıları öğrenip Arap musıkisine adapte ettiği rivayet edilmektedir.



Musıki ile ilgili teorik bilgiler temelde Pythagoras (ö. m.ö. 504) başta olmak üzere eski Yunan filozoflarına dayanmaktadır. Genel olarak felsefe veya daha özelde matematiğin bir alt kolu olarak ele alınan müzik, Bizans'ta quadrivium denilen ders gurubu (aritmetik, geometri, müzik, astronomi) içerisinde yer almaktaydı. Tercüme faaliyetleri sırasında bazı Bizanslı filozof ve tabiat bilimcilerinin açıklamalarıyla müslümanlara intikal eden klasik eserlerle birlikte, aynı zamanda musıki ile ilgili teorik bilgiler de ulaşmış, bunun yanında sırf musıki üzerine yazılmış eserlerin de tercüme edildiği olmuştur. Beytü'l-Hikme örneğinde olduğu gibi, VIII-X. yüzyıllarda teorik musıki ve ses bilimiyle ilgili birçok Yunanca eser tercüme edilmiştir. Bunlar arasında Pythagoras'ın eseri Araplar tarafından bilindiği gibi, Platon'un Timaeus'u Yuhanna b. el-Bıtrik (ö.m. 815) ve Huneyn b. İshak tarafından tercüme edilmiştir. Aristoteles'in eserleri arasından Problemata ve De Anima yine Huneyn tarafından çevrilmiş bulunmaktaydı. Anima, Themistius (ö. 388?) ve Simplikios'un açıklamalarıyla bilinmekteydi. Galenos'un De Voce adlı eseri de yine Huneyn tarafından Arapça'ya kazandırılmıştı. Bunlardan başka Aristoksenos, Euclides, Ptolemeos, Nikomahos ve Pergeli Apollonios'un eserleri sayesinde Araplar ses teorileri hakkında bilgi sahibi olmuşlardı. Musıki ile ilgili yedi risale yazdığı bilinen ilk lslam filozofu Kindi'nin ve daha sonraki müelliflerin eserlerinde, Yunan yazarlarının etkisinin görüldüğünü belirten Farmer, Kindi'nin "günümüz insanlarının kaynak vermeden kullandıkları şey, aslında eskilerin (Yunanlılar) kullandıklarının aynısıdır" dediğini nakletmektedir. Abbasiler döneminde kendileri ilimle meşgul oldukları gibi tercümeler başta olmak üzere çeşitli ilmi faaliyetleri destekleyen Benü Musa b. Şakir'in, musıkiye de ilgi duydukları ve musıki ölçüleriyle ilgili bir eser yazdıkları (Kitabü'l-Karastun) nakledilmektedir.



Bizanslıların kullandıkları mısıki enstrümanları müslümanlar tarafından da bilinmekteydi. Mes'udi, lbn Hurdazbih'e dayanarak Bizanslıların (er-Rum) "bin sesli" anlamına gelen Yunan yapısı el-erğanlel-erğanun (org) ile, selbak, Cura (lir) yani rebab, kisare (kitara, gitar) ve salinc adlı musıki enstrümanlarına sahip olduklarını kaydetmektedir. Harizmi de bu enstrümanların hem Yunanlılar, hem de Bizanslılara ait olduğunu (li'l-Yünaniyyzn ve'r-Rüm) belirtmektedir.


Haussig'e göre Bizans'ın yükselişe geçtiği dönemde İran oyunlarının yanısıra Arap müziği de Bizans'ta etkisini hissettirmiştir. Bizanslılar özellikle danseden Arap kızlarına ilgi duymuşlar ve bu durum müziğe de kapı aralamıştır. Danseden Arap kızları sadece dindışı resimlerin değil, dini resimlerin de konusu olmuştur.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

21 Şubat 2023 Salı

İslam Devletinde Bürokrasi ve Memurlar

 


Yazı ve Yazışma Divanı (Divanü'l-inşa')


Kitabet (yazı yazma): Cahiliye devrinde Araplar arasında birkaç kişiden başka okuyup yazan yoktu. Yazdıkları yazı da günümüzde bilinen Arapça harflerle yazılmıyordu. Araplar Musevilerden aldıkları gelenek ve dini işlerle ilgili konulardan biri olarak, yazılarını da lbrani alfabesiyle yazarlardı. Hz. Hatice'nin dayısı oğlu Varaka b. Nevfel, Araplar arasında lbranice yazan birkaç kişiden biriydi. Bir diğer yazı şekli de Nebatça'ydı. Araplar Nebat alfabesini, miladi 1. yüzyılda Romalıların zulüm ve işkencesinden kaçıp Hicaz bölgesine göç eden Nebatlılardan almışlardı. Bizce, günümüzde kullandığımız Arapça yazı bu Nebati yazıdan alınmıştır. Çünkü bu iki yazı arasında büyük bir benzerlik vardır. (Hatt-ı kufi) kufi yazıya gelince, bu hattı önceleri Irak bölgesinde Süryaniler veya Keldanilerce kullanılan "hatt-ı satrancili"den türemiştir. Bu yazı, Araplarca Arapça yazmak için iktibas edilerek, kullanımın etkisiyle değişikliğe uğramış ve sonunda bildiğimiz şekle dönmüştür. Söz konusu yazıya, kufi yazı denilmesi de aslen lrak'tan ve lslamiyet'ten sonraki bir zamanda türediğine dair olan iddiamızı da güçlendirir. Çünkü Küfe şehri lslami dönemde Müslümanlar tarafından kurulan kentlerdendir.

 

İslamiyet doğduğu yıllarda Araplar arasında okuma yazma bilenlerin sayısı 15-20 kişiydi. Bunların hepsi de sahabedendi. Ali b. Ehi Talib, Ömer b. Hattab, Talha, Osman, Ebu Süfyan ve oğulları Muaviye ve Yezit bunlar arasındadır. Ali, Osman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Erkam, Hz. Peygambere katiblik yapmışlardır. Hz. Peygamber okuyup yazma bilmiyordu. Bu kişiler Hz. Muhammed'e gelen Kur'an ayet ve surelerini ve İslam'a davet için o devrin hükümdarlarına gönderilen mektupları yazmışlardır. Bunlardan bazıları Hz. Peygamber'in özel katibliğini de yapıyordu. Bazıları Mekke'de halk arasında, diğer bazıları da kabileler arasında ve su başlarında, Ensarın evlerinde, kadın ve erkekler arasında kaydı istenilen konuları yazarlardı. Hz. Ebubekir halife olunca Hz. Osman ona katiblik yaptı. Halifelelik makamından valilere, kumandanlara yazılması gereken emirleri yazardı. O zamana kadar katiblik hükumet memurlukları arasında vazgeçilemeyecek bir makam olmuştu. Hz. Ömer halifeliğe geçince kendilerine ilk katiblik yapan Zeyd b. Sabit'tir. Daha sonra lslam fetihleri yayılıp, çeşitli bölgelerde divanlar kurulunca Hz. Ömer her vilayete o vilayetin kitabet işlerine bakmak için bir katib tayin elti. Katib öncelikle askeri defterhane ve hazine işlerini yazardı. Daha sonra Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifelik dönemlerinde ki, bu son halife ile Raşid Halifeler zamanı bitmiştir. Bu devirlerin hepsinde herhangi bir yerde, bir katibden fazla görevlendirme yapılmamıştır. Bu katib askerin maaşı ile isimlerinden ibaret olan hesapları, kayıt ve gerekli yazışmaları yapardı. Bununla birlikte diğeri hazineye ait konuların kayıt ve yazımıyla uğraşmak üzere iki katibin görevlendirilmiş olması da mümkündür.


Hilafet Emevilere geçince; devlet işleri çoğalıp çeşitlenince, çok sayıda katibin görevlendirilmesi de zorunlu hale gelmiştir. Bunun üzerine katibler beş sınıfa ayrıldı: Valilerle emir, hükümdarlar ve diğerleriyle yapılan haberleşmeleri yazmakla görevli "tahrirat katibi". Haracın gelir ve giderlerini kaydetmekle görevli "haraç katibi". Askerin isimleriyle vasıf ve derecelerini ve maaş miktarlarını, silah giderlerini yazmakla görevli "asker katibi". İnsanlar arasındaki ilişkiler ve diyet kararlarını yazmakla görevli "şuna veya zabıta katibi". Kadılar huzurunda yapılan şartlar anlaşmalar ve bununla ilgili hükümleri kaydetmekle görevli "kadı katibi".




Divanü'l-inşa'


Katiblerin en önemlisi tahrirat katibiydi. Bu katibler katiblerin en eski sınıfını oluşturur. Bunlara kimi kez "katib-i esrar" (sırlar katibi) adı verilir. Tahrirat katibi, halifenin eli ve katibi ve sırlarının ortağıydı. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Ebubekir ve Hz. Osman da Hz. Ömer için öyle bir konumdaydılar. lslam'ın ilk yıllarında halifeler bu memuriyete öneminden dolayı akrabalarından ve kendilerine çok güvendikleri yakın adamlarından başka kimseyi görevlendirmezlerdi. Halifelerin kitabeti Abbasilere geçince, ilk devirde katibler halifeler adına istedikleri gibi emir verip yasaklarlardı. Daha sonra katiblik görevi vezirlere geçti. Bununla birlikte vezirler yazışmaları kendi elleriyle yazmayarak günümüzdeki başkatibler gibi yazışmalara imza atarlardı. Halifelerin yazışmalarına imza atan ilk vezir, Harunürreşid tarafından geniş yetkilerle donatılan Yahya b. Cafer Bermeki idi. Şikayet veya maaş istemi konusunda kendisine bir dilekçe sunulunca, Yahya o dilekçeye kendi eliyle bir derkenır (çıkma) kordu. Ondan sonra gelen vezirler, sunulan şikayet ve dilekçeler konusunda yapılması gereken işlemlere ait açıklamalar (şerhler) koymaya başladılar. Kimi kez yazışma divanı bağımsız bir vezirin emrinde bulunurdu. Abbasilerin son devirlerinde katiblik görevi, bağımsız bir memurluk yapılarak vezirlerin dışında bir başkasına teslim edildi. Bağdat'ta inşa' divanı katiblerine "inşa' katibleri", büyüklerine "inşa' divanı reisi" veya "inşa' divanı sahibi" veya "sır katibi" adı verilirdi. Bu divan vezirin emrinde olurdu. Ona "aziz divanı" da denmiştir. Yabancı hükümdarlar bu divan aracılığıyla halifelerle haberleştiklerinden dışişleri bakanlığı görevi de bu divanın elinde bulunurdu.


İmza, Derkenar ve Paraflar (Tevki')


Günümüzdeki devlet dairelerinde tevki' kelimesiyle imza kastedilir. Halifeler devrinde tevki'; halifelere sunulan dilekçeler üzerine yapılması gereken işlemleri veya verilmesi gereken cevabı içeren -bugünkü derkenarlar (çıkma) gibi-halife tarafından yazdırılan açıklama demekti. Bu açıklama inşa' divanının başkanı veya onun vekili tarafından yazılırdı. Divan başkanı halifenin huzurunda bulunur, halife tarafından arzu edilen derkenarları -en kısa üslupla - yazardı. Katiblik görevine, kalemiyle güçlü kişiler seçilirdi. Cafer b. Yahya Bermeki, Harünürreşid'in huzurunda dilekçelere derkenarlar yazarak sahiplerine verirdi. Onun yazdığı derkenarlar fesahat (dilde açıklık, pürüzsüzlük ve düzgünlük) ve belagat (retorik/sözbilim, iyi konuşma) uzmanları yanında büyük önemi vardı. Bu derkenarlar bu işin uzmanları arasında dilden dile aktarılırdı. Her bir derkenar 100 dinara alıcı bulacak kadar değerliydi.


lslam'ın ilk yıllarında halifeler bu derkenarları kendileri yazarlar veya kendileri söyler katiblere yazdırırlardı. İlk halifelerin yazdığı derkenarlar çoğunlukla bir ayet, hadis, bir hikmetli söz veya ünlü bir şiirden aktarılan beyitlerden oluşurdu. Sözü edilen derkenarlara bir örnek: Irak valisi Sa'd b. Ebi Vakkas ev inşaası için Hz. Ömer'den izin istemişti. Hz. Ömer yazının altına "sıcaktan ve yağmurun zararından seni koruyacak kadar bir bina yap!" diye yazmıştır. Hz. Ömer; Mısır valisi bulunan Amr b. el­ As'ın bir yazısına şu derkenarı yazmıştı: "Emirin senin hakkında nasıl olmasını arzu ediyorsan sen de halk için öyle ol". Mervan b. Hakem'den şikayet için Hz. Osman'a başvurulduğunda, Hz. Osman şikayet mektubuna "Sana itaat etmezlerse yaptıklarından sorumlu değilim de!" anlamında olan ayeti yazarak Mervan'a göndermiştir. Hz. Ali kendi oğlu Hz. Hasan'dan aldığı bir mektup üzerine şu sözleri yazmıştır: "Bir ihtiyarın göz atışı ve kararı bir gencin ders vermesinden iyidir." Selman Farisi'den gelen ve Cenab-ı Hakk'ın kıyamet günü halktan nasıl hesap soracağı sorusunu içeren mektuba, Hz. Ali, "Ne kadar rızka kavuşmuşlarsa o kadar hesap verecekler" derkenarı ile cevap vermiştir.

Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yazdığı derkenarlardan biri olarak, Abdullah b. Amir tarafından gönderilen ve Taif'te bulunan bir malın kendisine verilmesi isteğini bildiren mektuba, Muaviye "Çok yaşayan çok görür" tevkisini yazmıştır. Yine buna benzer Ziyat b. Ebi Muaviye'ye bir mektup yazarak bu mektupta Abdullah b. Abbas'ın Muaviye'nin halifeliğini kötüleyip çirkin gördüğünü haber vermişti. Muaviye mektubun altına "Ebu Süfyan ile Ebu Fazl (yani Muaviye'nin babası ile Abdullah'ın babası) Cahiliye devrinde iyi dosttular. Bu dostluk ayaktadır. Senin tedbirsizliğin onu bozamaz" diye yazmıştır. Böylece Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan, Irak halkının itaatsizliğinden ve bu nedenle çektiği zahmetlerden söz ederek, Irak ileri gelenlerinin öldürtülmesi için izin isteğini içeren ve Irak valisi Haccac'ın gönderdiği bir mektubun altına şu açıklamayı yazmıştır: "Vali uğurlu ve bereketli olursa dağınık olanlar bile birleşir. Uğursuz olursa kardeş ve dost geçinenler bile dağılır". Kendisine karşı başkaldıran Abdurrahman b. Eş'as'tan aldığı mektuba da "Kusurlarını tamir etmeye çalıştığım adam, ahmaklık ve alçaklıktan beni yıkmak isterse buna ne denir" anlamında bir beyt yazmıştı.


Kuteybe b. Müslim, Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik'e bir mektup yazarak kendisini tahttan indirmekle tehdit etmişti. Süleyman mektubun altında şu anlamdaki dizeleri yazmıştır: "Ferazdak Mürabbaı öldüreceğini iddia ediyor. Müjde Murabbaa ki, çok yaşayacaktır." Kuteybe, Süleyman'a bir kez daha bu tehditi yazmıştır. Süleyman bu defa mektubun zeyline "Sabır ve beraber olursanız onların hile ve gadirleri size zarar vermez" anlamında bulunan ayeti yazmıştır. Valilerden biri, Ömer b. Abdülaziz'den bir kentte tamirat yapma izni istemişti. O da derkenarda cevap olarak "Şehri adalet ile bina et, yollarını zulümden temiz tut" diye yazmıştır. Aynı şekilde ırak valisi, Ömer b. Abdülaziz'e çeşitli şikayetleri bildiren bir yazı göndermişti. Ömer bu yazının altına “Kendi nefsine hoş gördüğün şeyleri onlara da hoş gör. Böyle yaptıktan sonra eğer bir kusur görürsen o zaman ceza ver" derkenarını yazıp göndermiştir. Ömer b. Abdülaziz tarafından yazılan derkenarlar da oldukça çoktur. Yezit b. Abdülmelik valinin zulmünden şikayet eden bir adamın dilekçesine "Zulmedenler yakında nasıl bir inkılaba uğrayacaklarını yakında görecekler" (Şuara-227) ayeti kerimesini yazıp vermiştir.


Abbasilerin yazdığı derkenarlardan da birkaç örnek verelim: Ambar halkından bazıları, Halife Saffah'a bir dilekçe sunarak inşasını emrettiği bina için evlerinin alınıp, inşaata dahil edildiği halde kıymetleri kendilerine verilmediğini bildirerek şikayette bulunmuşlardı. Saffah şikayet mektubuna "Bu bina takvanın (günahdan sakınma ve züht) dışında bir şey üzerine kurulmamıştır" derkenarını yazarak ev bedellerinin ödenmesini emretmiştir. Küfe halkı kendi valilerinden şikayeti içeren bir dilekçeyi halife Mansur'a arz ettiklerinde, halife Mansur "Siz nasıl iseniz idareciniz de öyle olur" tevki'ini yazmıştır. İhtiyacından söz ederek arzuhal sunan bir adamın arzuhaline "Allahtan dile, gerçek rızık veren ve cömert olan O'dur" kaydını düşmüştür. Aynı şekilde Mansur, Hınıs valisinden hatalı bir yazı aldığında altına "Katibini değiştirmezsen ben seni değiştiririm!" derkenarını yazarak valiye göndermiştir. Ermeniye valisi halkın itaatsizliğinden şikayeti bildiren bir yazıyı, halife Mehdi'ye takdim etmişti. Mehdi söz konusu mektuba "Af ile muamele et, halkı doğru yola yönlendir, cahillere aldırma" ayetini derkenar olarak yazmıştır. Bazıları Mehdi'ye Horasan valisinin ihmalinden şikayet edince, halife şikayet mektubunun üzerine "Ben uyanığım sen ise uyuyorsun" sözünü yazarak valiye göndermiştir. Harünürreşid tarafından örnek olarak Horasan'daki valisine "Büyümeden yaranı tedavi etmeye bak!" ve Mısır'daki valisine "benim hazinem ve biraderim Yusuf'un hazinesine zarar vermekten sakın, bunun cezasını Hz. Yusuf'tan ve daha büyük cezayı Cenab-ı Hakktan bulursun!" diye yazmıştı. lbn Hişam, Me'mün'a, halkın halinden söz eden bir şikayet dilekçesi sununca halife dilekçenin üzerine "Mert ve namuslu adam üstündekilere zulüm eder, altındakilerin zulmünü çeker. Sen bunlardan hangisisin?" diye yazmıştır. Halifelerin diğer derkenarları ve tevki'leri de bunlarla kıyaslanabilir.

Bununla birlikte bu şekilde derkenarlar yazmak yalnızca halifelere özgü değildi. Valiler ve diğer büyük devlet adamları da dilekçeler üzerine derkenar ve şerhler yazarlardı. Ziyad b. Ebih, Ebu Müslim Horasani, Cafer b. Yahya gibi devlet adamları bu yetkiye sahip kişilerdendi. Bunlardan Cafer'in yukarıda belirtildiği üzere derkenarlar yazmakta büyük bir ünü vardı. Örnek olarak; Cafer hapishanedeki bir mahkumdan aldığı dilekçeye "Her şeyin belli bir vakti vardır." Şeklinde bir not yazmıştı. Valilerden biri hakkında şikayeti içeren bir arzuhal üzerine de valiye hitaben "Şikayetçilerin çoğaldı. Seni övenler azaldı. Ya yolu düzeltmeli ya da çekilmeli" cümlesini yazmıştır. Hacca gitmek için izin isteyen bir adama "Allah'a giden maksadına ulaşır!" derkenarını yazmıştır. Vali tayin olunmasını isteyen bir zatın dilekçesine "Zalimler üzerine zalim tayin etmem" ve birkaç kez hediye ve ihsan alan bir adamın tekrar bağış istemini içeren dilekçeye "memeyi bırak ki sana nasıl süt verdiyse bir başkasına da versin" cümlesini yazmıştır. Bu şekilde yazılan derkenarların sayısı oldukça çoktur. Me'mun'un veziri "Zü'l-riaseteyn Fazl b. Sehl ve Tahir b. el Hüseyin vs. diğerleri de buna benzer tevki' yazan devlet adamları arasındadır.


Dilekçe ve şikayet mektupları üzerine yazılan derkenarları kısaltarak yazmaya çok dikkat edilirdi. Bu nedenle, böyle kısa şekilde oluşturulan klişeler belagat sanatı için de örnek oluştururdu. Medine'de ortaya çıkan kıtlık üzerine Hz. Ömer tarafından buğday ve erzak vs. yetiştirilmesi gereğini içeren Amr el-As'a hitaben yazılan mektup buna bir örnektir. Hz. Ömer kendisine şöyle bir mektup yazıp göndermişti: "Müminlerin emiri Ömer'den Asi oğlu Asi'ye selam! Ey Amr, sen ve arkadaşların karınlarınızı doyurduktan sonra ben ve çevremde bulunanlar helak olsak da bizi düşünmezsin. lmdat! lmdat!" Bunun üzerine Amr b. el-As, Hz. Ömer'e şu cevabı yazdı: " Allah'ın kulu ve Müminlerin Emirine, Allah'ın kulu Amr b. el-As tarafından lebbeyk! lebbeyk! Sana öyle yük kervanı gönderdim ki, bir tarafı bana diğer tarafı sana ulaşır. Selam olsun." Bu şekilde örnekler oldukça çoktur.

Bu kısaltmalar yalnızca halifelerle valiler arasında yapılan haberleşmelerle sınırlı değildi. Tüm yazışmalarda bu usul geçerliydi. İspanya hükümdarı Alfonso tarafından Merakeş sultanı Yusuf b. Taşfin'e gönderilen tehdit mektubuna cevap buna güzel bir örnektir. Yusuf b. Taşfin, İspanya kralının tehdit dolu uzun mektubuna cevap mektubu olarak yalnızca "Ne olacağını göreceksin!" cümlesini göndermişti.


Halifelerin Yazışma Formül ve Yöntemleri (Diplomatik Kuralları)


Halifeler tarafından diğer devlet görevlilerine yazılan mektup veya fermanlarda, Hz. Ömer'le Amr b. el-As arasında yapılan haberleşmelerde görüldüğü üzere, ilk önce halifelerin adını zikretmek diplomatik bir gelenekti. Buna aykırı hareket affedilmez bir hata kabul edilirdi. Abbasi halifelerinden Mansuru, Abbasi Devleti'nin kurulmasına en büyük hizmette bulunan Horasanlı Ebu Müslim'in öldürülmesine sevk eden nedenlerden biri de Ebu Müslim'in, bir kere Mansur'a sunduğu arzda kendi adını daha önce yazmasıydı. O tarihlere ait yazışmalarda buna aykırı bir şey görülürse, onu nasihlerin (yazmayı kopya edenler) hatası kabul etmek gerekir.


Bu durum Buveyhilerin güç ve yönetimi ele alarak halifeleri mağlup ve mahkum ettikleri zamana kadar devam etti. Bu tarihten itibaren halifeler, pasif bir konumda bir köşeye çekildiler. Tevliyetlerden başka kendileri tarafından yazılacak bir şey kalmamıştı. Yazışmaların büyük kısmı vezirlere teslim edildi. Yazışmada halifenin adının yazılmasına gerek görülürse saygı ifadesi olarak birtakım dini sıfat ve lakaplar kullanılırdı. Halifenin anılması yerine "mevakıf-ı mukaddese", "makamat-ı şerife", "südde-i nebeviyye", "dar-ı azize", "mahall-i mümced" gibi makamın kudsiyetini belirten klişe ve deyimler kullanılırdı. Daha sonra valilerin övülmesi, yüceltilmesi ve övülmesine geçilerek valilik makamına da "Meclis-i ali", "Hz. Samiye" ve benzeri terimler kullanmaya başladılar.


İşaret. Alamet veya Remz


Yazışmalarda uzun uzadıya açıklama ve görüş yazmak yerine bir harf veya işaretle maksadı anlatmak kabul edilen yöntemler arasındaydı. Sultan Gazneli Mahmut bağımsızlığını ilan ettikten sonra Bağdat'taki halifeye bir mektup yazarak, isminin hutbeye ve akçaya yazılmasını istemişti. Halife bu öneriyi kabul etmekten kaçınınca, Sultan Mahmut ikinci bir mektup göndererek halifeyi tehdit anlamında "Bağdat'ın tüm taşını ve toprağını fillerim üzerinde Gazne'ye taşımak istesem bunu yapmaya gücüm yeter" diye yazmıştı. Bunun üzerine halife Sultan Mahmut'a kapalı bir mektupla cevap göndermişti. Sultan Mahmut halifenin mektubunu açınca, içinde besmele, besmeleden sonra bir "uzun elif", açıklığın ortasında "lam" ve mektubun sonunda da "mim" harflerini, daha sonra Allah'a hamd ve Peygamber üzerine salavattan başka bir şey görmedi. Bu cevaba bir anlam veremedi ve şaşkınlık içinde çevresindekilere sordu. Onlar da bir anlam çıkaramadı. Sonunda devrin büyük alimlerinden Ebü Bekir Kuhistani'ye soruldu. Kuhistani, bu işaretler üzerinde uzun müddet düşündükten sonra, mektuptaki remizleri çözdü ve halifenin amacını anladı. Sultan ona "Bunun anlamını söyle ne istersen vereyim" deyince, Ebü Bekir "Siz halifeyi fillerle tehdit ettiniz. O da size cevap olarak bu mektubu gönderiyor. Mektupta 'elif, lam, mim' harfleri var. Bu harfler "Rabbin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? anlamını kapsayan fil suresindeki ayet-i kerimeyi anlatıyor" dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud'u bir ürperti ve korku kapladı. Bu işte bir uğursuzluk gördü ve davranışlarından dolayı bir pişmanlık duydu. Daha sonra halifeyle arayı düzeltip güzel bir şekilde geçinmeye başladı.

5. yüzyıl ortalarında Şizer Kalesi emiri bulunan Sedidü'l­ mülk Ali b. Mukallid'in başına gelen olay da bu konuda bir başka örnektir. Ali b. Mukallid, cesur ve kahraman bir adamdı. Akıl ve keskin zekasıyla ünlüydü. Şizer Kalesi'ne sahip olmadan önce Halep'e gidip gelirdi. O sırada Halep emiri Tacü'l-Mülük Muhammed b. Salih idi. ikisi arasında bir nefret oluştu. Sedidü'l-mülk, Tacü'l-Mülük'ün zulmünden korkarak Trablus Şam emiri bulunan Celalü'-Mülk b. Ammar'a sığındı. Tacü'l-Mülük, Ali b. Mukallid'in sığındığı yeri öğrenince, bir hileyle oradan kendi yanına getirip öldürmek istedi. Katibi olan Ebu Nasr Muhammed b. Hüseyin'e, Ali b. Mukallid'e hitaben oldukça teveccüh dolu bir mektup yazarak Halep'e davet etmesini emretti. Ali'nin dostu olan katib bu mektubun amacının ne olduğunu anladı ancak çaresiz mektubu yazmaya mecburdu. Tacü'l-Mülük'un emri uyarınca mektubu yazdı. Ancak "lnşallahu Teala" sözüne gelince, buradaki "in"in hemzesine üstün ve nunun üzerine de şedde koydu. Mektup bu şekilde Ali b. Mukallid'e ulaştı. Ali b. Mukallid mektubu aldı ve okudu. Trablus Şam emiri lbn Ammara da gösterdi. Gerek ibn Ammar gerek yakın adamları Tacü'l-Mülük'un hüsn-ü teveccühünden ve Ali b. Mukallid'i Halepe davetinden dolayı memnun oldular. Ancak Ali, mektuptaki nükteyi anlamıştı "Mektupta sizin göremediğiniz bir şey görüyorum" dedi. Gelen mektuba makama uygun bir cevap yazarak, cümleler arasına "lütfunuzun minnettarı olan bu hizmetkarınız" anlamına gelen (ene'l-hadim el-mukırr bi'l-enam) Arapça cümlesini yazdı. Ancak bunu yazarken "ene-ben" zamirindeki elifin altına bir hemze ve nünun üzerine de bir şedde koyup gönderdi. Mektup Tacü'l-Mülük'a varınca hemzeden ve nünun şeddesinden bir şey anlayamadı. Ancak katibi anlamıştı. Katib Ebü Nasr gelen cevaptan memnun olarak dostlarına "Ben zaten Ali'nin zekasından emindim. lşareti anlayarak ona göre hareket etti." dedi. Ebu Nasr'ın "in"i şeddelemekten amacı; "Halk seni öldürmek için tuzak kuruyor." anlamındaki "inne'I melee ye'temurüne bike leyaktulün” ayet-i kerimesine işaret etmekti. Ali'nin cevabında "ene"nin şeddelenmesi de "Onlar bulundukça oraya biz elbette girmeyeceğiz" anlamına gelen "ene len nedhuleha ebeden ma damu fiha” ayet-i kerimesine işaretti.


Addüddevle b. Buveyh tarafından Şam mütevellisi Ebü Mansur'a yazılan mektup da haberleşme alanında yukarıdakilere benzer örneklerden biridir. Ebu Mansur Addüddevle'ye "Şam tamamen sakin. Tüm memleket elime geçti. Mısır emirinin hiç hükmü kalmadı. Para ve silahla beni desteklersen düşmanla kendi ülkesinin içinde bile savaşırım" sözlerini içeren bir mektup yazmıştı. Addüddevle, kelimeleri birbirine benzer, şekilleri birleştirilmeden ve noktaları konmadan okunması imkansız, şifreli bir bir cevap gönderdi. Böyle bir önlemin nedeni mektubun düşman eline geçmesi halinde yazının çözülmesini ve anlaşılmasını engellemekti. Ancak mektubun gönderildiği Ebu Mansur haberin içeriğini kolayca anlayabilmişti.


Yazı Araç ve Gereçleri


Yazı yazımında kullanılan kalemler günümüzde de olduğu gibi kamıştan yapılıyordu (M. 1091). İlk lslam devletleri zamanında da benzeri şekil ve biçimde kalemler kullanılıyordu. "Midad" denilen mürekkep ise; eldeki bilgilere göre kömür tozundan, samg veya ağaç sakızı gibi yapışkan bir maddeyle kandil isinin karışımından yapılıyordu.


Arapların kağıt yerinde kullandığı en eski yazı malzemesi "rakk" adını verdikleri ince deri parçalarıydı. Kumaşlar üzerine de yazı yazarlardı. Yazı yazmaya elverişli en iyi kumaş, Mısır'da dokunan bir çeşit kumaştı. Buna "kubati" derlerdi. lslam'dan önce yazılan ünlü "muallekat-ı seb'a" (yedi askı), buğu bu papirüs ve kubati üzerine yazılıydı. Kahire'de Hidiv Kütüphanesi'nde, Mısır bölgesinin bazı yerlerinde bulunmuş Arapça yazılı bazı eserler bunun örnekleridir. Bunlar içinde papirüsten bazı yapraklar ve kubatiden birtakım parçalar vardır ki, çok eskimiş ve çürümüş olmasına rağmen üzerindeki yazıyı okunabiliyordu. Aynı şekilde, söz konusu kütüphanede üzerinde Arapça yazı bulunan bir çömlek parçası da gördük. Bu eserlerin en eskisi H. 1. yüzyılın sonunu geçmez. Tüm bu eserler kütüphane salonunda sergilenmiştir.


Londra'da British Müzesi'nde de kumaş üzerine yazılmış eski tarihli Arapça bir yazı vardır. Tahminen hicri. 2. yüzyıl başlarında yazılmıştır.


Abbasiler devrinde vezir Fazl b. Yahya el-Bermeki zamanında, kendisinin tavsiyesiyle okullarda kağıt kullanılmaya ve kağıt yapılmaya başlandı. Güvenilir kaynaklara göre, Araplar kağıt yapımını ilk kez Çinlilerden öğrenmişlerdir. Çinliler Hz. lsa'nın doğumundan önceki dönemde bile kağıt yapımında oldukça ileri gitmişlerdi. lslam orduları Semerkand'ı fethettikleri yıllarda kağıt yapım sanatını Çinlilerden aldılar. Bununla birlikte Abbasiler devrine kadar kullanımına önem vermemişlerdi. Abbasiler zamanında gerek bilim aleminde gerekse devlet bürokrasisinde faaliyetlerin yoğunlaşmasına paralel olarak deri ve benzeri yazı malzemeleriyle yetinmek mümkün olmadığından, haberleşmelerde, divanlarda, defter ve siciller vs. işlerde kağıt kullanımı zorunlu hale geldi. Vezir Fazl'ın önerisi ve emriyle Bağdat, Şam vs. büyük lslam kentlerinde kağıt fabrikaları kuruldu.


Kağıt yapımı sanatının yeryüzünde yayılmasına aracı olanlar Müslümanlardı. Ortaçağ'da Avrupalılar, Şam kağıdını ilk kez Araplarda görmüşler ve alıp kullanmışlardır. Bu tür kağıt Avrupa'da "Charta Damascena" adıyla biliniyordu. Kağıt yapımı sanatı Endülüs yoluyla Avrupa'ya geçmiştir. Endülüs'ün Şatıbe, Belensiye ve Tulaytıla kentlerinde kağıt fabrikaları kurulmuştu. Endülüs bölgesi lspanyolların yönetimi altına girince kağıt fabrikaları da doğal olarak onların eline geçti. Kağıtçılık sanatı lspanyollar aracılığıyla diğer Avrupa milletlerine geçmiştir. Kağıt üzerine yazılan en eski Arapça yazılardan biri "Garibü'l Hadis" adındaki kitaptan yapılan bir kopyadır. Bu yazma kopya Hollanda'da Leiden Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu yazma nüshanın üçüncü hicri yüzyıl başlarında yazıldığı sanılmaktadır. Yine bu tür kağıt üzerinde yer alan en eski yazılardan birisi de Hicri 4. yüzyıl başlarında yazılmış "Diva­nü'l-Edeb" kitabının bir kopyası British Museum Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.


Haciblik (Mibeyincilik-Teşrifatçılık)


lslam devletlerinde haciblik görevi bugünkü saray teşrifatçısının yahut mabeyincisinin görevine benzer. Hacib padişahın veya emirin huzuruna çıkacak kişiler için izin alır ve onlara rehberlikte bulunurdu. Padişahlığın vakar ve heybetini korumak için öyle bir memurun bulunması zorunludur. Devlet uygarlık yolunda ilerleyerek görkem ve debdebesi arttıkça padişah ile halkı arasında aracılığı oluşturan bu çeşit memurların sayısı da o oranda çoğalır. Raşid Halifeler devrindeki halifeler kapılarını herkese açık tutardı. Her kim istese girebilirdi. Halifeler; fakir zengin, büyük küçük, aracıya veya herhangi bir zahmete gerek bırakmaksızın herkesi huzurlarına kabul eder ve konuşurlardı. Ancak Emeviler devrinden başlayarak halifelik makamı, "padişahlık" şekline dönünce haciblerin görevlendirilmesine ve halifelerin huzuruna çıkacakların, kendi sınıf ve soyuna göre düzenlenmesi zorunlu hale geldi. Bunu ilk uygulayan Muaviye b. Ebü Süfyan'dır. Muaviye'nin bu konuda dikkatini çeken ve böyle bir görevliye ihtiyaç olduğunu söyleyen de Ziyad b. Ebih idi. Halifenin huzuruna girmek için teşrifat merasiminde (protokol işleri) ilk sırayı soylular ve aristokratlar alırdı. Soyda eşitlik olursa önce yaşlı olanlar, yaş olarak eşit olurlarsa, ilim ve edeb sahipleri öne geçerdi. Bununla birlikte dört kişi her ne vakit olursa olsun izin istemeksizin huzura alınırdı. Bunlar:


Namaza kaldıran müezzin, gece haber getiren haberci, sınırdan gelen memur, yemek getiren görevli. Ziyad, kendi teşrifatçısına şu şekilde öğütte bulunmuştu: "Seni teşrifatçılığıma tayin ettim. Dört kişiye hükmün yoktur: Namaz ve kurtuluşta Cenab-ı Hakk'a davet eden bu müezzin ki, ona ilişemezsin. Geceleyin gelen acele haber getiren haberci. Bunun da huzuruma çıkmasını engelleme çünkü o kara bir haber getirmiştir. İyi bir haber getirmiş olsa gece gelmez. Bir de sınırlardan gelen görevli. Onu da derhal yanıma getir. Çünkü bir saat gecikse bundan dolayı ortaya çıkacak zarar bir senede giderilemez. Yatakta olsam bile onu yanıma hemen getir. Bir de yemek getiren adamı bırak, girsin. Yemek tekrar ısıtılırsa tadı bozulur."


Daha sonra halifelik makamı ve devlet idaresi Abbasilerin eline geçip de zamanla, ünlü güç ve görkemin ulaşınca, çok önemli konu ve işlerin dışında, halkın halifenin huzuruna çıkmasını engelleme önlemleri de bir kat daha arttı. lbn Haldun buna "ikinci teşrifat devri" adını veriyor. Bu devirde halifenin huzuruna çıkmak isteyenler için "ileri gelenlerin kabulüne mahsus daire" ve "sıradan halkın kabulüne ait daire" adlarıyla iki kabul dairesi kuruldu. Halife bu dairelerde teşrifatçıların düzenine göre "havas" ve "avamı" ayrı ayrı kabul ederdi. Abbasilerin gerileme döneminde daha sıkı olarak "üçüncü bir teşrifat duvarı" daha konuldu. Hükümdarın huzuruna çıkmak için bu gibi, katı engellerin konulması, hükümdarların bağımsız hareket edemediği, çevresindeki adamları tarafından ağır bir baskı ve kontrol altına alındığı dönemlerde olmuştur.


Söz konusu devirlerde devlet adamları, özellikle genç şehzadeleri tahta oturtunca, hükumet işlerinde istedikleri gibi rahat hareket edebilmek için, şehzadelerin maiyet memurları vs. diğer devlet adamları ile sık sık karşılaşmalarını engellemeye çalışırlardı. Devlet adamları vs. halk ile sık görüşmenin halifelik veya hükümdarlığın heybetine ve adabına aykırı olduğu inancını onların zihinlerine yerleştirirlerdi. Nitekim Abbasilerin son dönemlerinde durum bu şekildeydi. Aslında bu gibi yanlış düşünceler, devletlerin zayıfladığı, kargaşalıkların başladığı son devirlerinde ortaya çıkmıştır.


Nakibü'l-Eşraf'lık Kurumu


Bu makama "Nekabet-i Eşrar· (Hz. Muhammed'in soyundan gelenlerin vekilliği görevi) denilmesi, peygamber soyunu oluşturan şeriflerin işleriyle ilgilenmesinden dolayıdır. Peygamberin Ehl-i Beytinden' (ailesinden) olan kişilere lslamiyet'in başlarında büyük saygı ve hürmet gösterilirdi. Bu kutsal aile için bir başkan tayin olunurdu. Nakibü'l-Eşraf (ileri gelen büyüklerin vekili ve müfettişi) adını alan bu başkan, peygamber sülalesinden gelen bireylerin işlerine bakar, soylarını belli bir deftere kaydeder, doğumlarını, ölümlerini bu deftere yazar, onları adi ve basit iş ve mesleklere girmekten ve kötü durumda bulunmaktan korurdu. Onların haklarını savunur ve kendilerini doğru eylemlere yönlendirir, fey' ve ganimetten peygamber soyuna ait olan payı alır ve peygamber soyunun fertleri arasında dağıtırdı. Ayrıca bu kutsal soya bağlı dul kadınların, denk (küfüv) olmayanlarla evlenmelerini engellerdi. Kısaca belirtmek gerekirse; Nakibü'l Eşraf, Peygamber soyundan gelen bireylerin genel bir vasisi ve vekili konumundaydı.


lslam devletlerinde Nakibü'l-Eşraf'lık görevi, en kutsal mansıblardan sayılırdı. Halifeden sonra en yüksek yer ve makam, Nakibü'l-Eşraf'a aitti. Bu yüzden Abbasi halifesi Kadirbillah zamanında Nakibü'l-Eşraf bulunan Şerif Rıza, halifeye hitaben yazdığı dizelerde "Aramızda bir fark varsa o da sen halifesin, ben değilim. Diğer yönlerden birbirimizden farkımız yok!" demişti. Halifeler tarafından yazılan ferman ve beratlarda bu görevde bulunan kişilerin büyüklüklerine, yücelik ve şereflerine, görev yerlerine uygun, saygı cümleleri (elkablar) kullanılırdı. Nakibü'l-Eşraf'lara çoğunlukla, hacda sikayet (hacılara su dağıtma) vazifesi, mezalim divanı reisliği gibi yüksek memurluklar teslim edilirdi. lslam devletlerinde her devir ve asırda Nakibü'l-Eşraf'lara saygı ve hürmette bulunulmuştur. Osmanlı devletinde de bu saygı ilk devirlerden beri muhafaza edilmiştir. Osmanlı devletinde de Nakibü'l-Eşraf, bütün devlet adamlarının, hatta sadrazam ve şeyhülislamların da önünde yer alırdı.


Tarikat Şeyhliği Makamı (Tarik-i Sufiyye Meşihati)


Tarikatlar meşihatı (mürşidlik, şeyhlik) tasavvuf yollarının (tarikat) ortaya çıkmasından sonra doğmuş dini memurluklardan biridir. Tarikatlar şeyhi, tüm sufiler (mutasavvıflar) ve tarikatların işlerini ve faaliyetlerini görüp gözetleme yetkisine sahiptir. Bununla birlikte bu tarikatlardan her birinin ayrı bir şeyhi, her şeyhin köylerde ve kasabalarda halifeleri, her halifenin de müridleri vardır. Şeyh halifeleri, halife de müridleri irşad eylemek, kendilerini denetlemek, iyiliğe yöneltmek, fenalıktan uzaklaştırmak, terbiyelerine bakmak görevleriyle mükelleftirler. Şeyhü'l-meşayih (şeyhlerin şeyhi) ise bunların hepsini bakar ve denetler. İlk dönemlerde, sufi tarikatların genel bir şeyhliği yoktu. Her tarikat veya her zaviye bağımsız bir şekilde hareket ederdi. Bu yüzden fitne ve fesat eksik olmazdı. Selahattin Eyyübi, Saidü's-Sueda'nın dergahını inşa ederek buraya "deviretü's-sufiyye" adını verince, buraya tayin olunan şeyhe de diğer sufi şeyhler arasında bir çeşit öncelik hakkı verdi. Sultan Salahaddin, bu meşihata vezirlik, emirlik ve komutanlığı elde etmiş olan şeyhlerin şeyhi lbn Hamavi'nin oğulları gibi devlet adamlarının büyüklerinden ve ileri gelenlerden başka kimse tayin etmezdi. Zürriyaseteyn vezir sahih Nakiyüddin Abdurrahman vs. bu meşihatta bulunanlar arasındaydılar. Bu uygulama böylece devam ederek sonunda 9. Hicri yüzyılda sufi tarikatlar Mısır'da birleştirilmiş ve şeyhliğine Seyyid Muhammed Şemseddin Bekri tayin olunmuştur. Seyyid Muhammed Şemseddin, çağının ilimde ve dinde en büyüklerinden biriydi. Şarani, onun hakkında "Zamanın en büyük alimi olduğunu iddia etsem doğrudan ayrılmış olmam" demiştir. Kendisinden sonra bu göreve oğlu Şeyhülislam Ebu Sürür el­ Bekri geçti. Bu şeyhlik makamı günümüzde de sözü edilen soyun elindedir.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-5

 


Karmati Hareketini Hazırlayan Sebepler “Sosyal Sebepler”


Ortaçağ İslam dünyasında ortaya çıkan hareketlerin hatta isyanların menşelerinde siyasi, iktisadi ve itikadi amillerin yanı sıra, mutlaka sosyal sebepler de yatmaktadır. Teşekküllerin ortaya çıkmasında, cemiyetlerin yaşadıkları içtimai şartlar ve zaruretler, siyasi sürtüşmeler, eski din ve medeniyetlerden kalan unsurlar, gelenek ve göreneklerin tesirleri olmuştur. Bu manada yeni bir hareket, eskiye ait ne varsa onların yamalı bir bohçası olarak kabul edilebilir. Buna Arapların, Arap olmayanlarla gökler ve yerdeki nimetlere tam ortak oldukları fikrini teslim etmekte gönülsüz davranmaları ayrılıkların perçinlenmesine neden olmuştur. Bu nedenle Karmati hareketinin ortaya çıktığı siyasi, iktisadi unsurların sosyal hayat üzerindeki etkisini gözden uzak tutmamak gerekir. İslam dünyasında bu tür sorunlar, Mekke'nin merkez oluşu ve aktivitesi sayesinde çalkantı ve uyanışı bir arada tanımasıyla ortaya çıkmıştı. Hareketin istilacı, yağmacı özelliği ve dini algılayış tarzı eleştirilebilir, fakat İslam tarihinde sosyal adalete yönelik ilk ayaklanmalardan biri olarak sayılması dikkat çekicidir. Hareketin bu noktaya gelişi uzun bir sürecin neticesinde olmuştur. Bu sürecin iktisadi ve sosyal sebeplerine göz atılacak olursa; Miladi VI. yüzyılda Mekke dini ve ticari bir merkez olduğu gibi aktivite alanı da hayli genişlemiş olduğu görülecektir. Özellikle, Bizans-Sasani mücadelesi, Basra Körfezi'ne gelen Hint ticaret yolunu işlemez hale getirmişti. Öte yandan Saba Devleti'nin Habeşliler eliyle yıkılması ve Kızıl Deniz yoluna hakim olma imkanı sağladı. Böylece Arap Yarımadasındaki zengin kervan ticareti Kureyşliler'in eline geçmiş oldu.


Hindistan ve Habeşistan kaynaklı lüks malların ve Yemen kaynaklı parilimeri (Bahur)'nin Akdeniz ülkelerinin ürünleriyle mübadelesini sağlamanın yanı sıra, ticari bağlarını Basra Körfezi ve lrak'a kadar genişledi. Özellikle Hicaz bölgesinin bazı sakinleri hem mal, hem de para ticareti yapmalarının bir sonucu olarak, toplum arasında tekelcilik yoluyla servetlerini artırmaya çalışan ve malları kudret ve nüfuzlarını pekiştirme aracı olarak kullanan bir aristokrasi oluştu. Bu durum güçsüzlerin ve fakirlerin şiddetli bir şekilde sömürülmesine ve sıkıntılı bir sosyal çelişkiye yol açtı; bireyci sömürücü bakış açısını pekiştirdi. Bu gidiş diğer bir yandan da kabilevi kavramları sarstı, kabilenin kolektif ruhunu zayıflattı ve kabilelerin alt ve üst tabakaları arasındaki mesafeyi genişletti. Aşiret farklılığı muhalefet de gerilimlere yol açtı. Arabistan'dan gelen ordular kendi aşiretlerine olan bağlılık duygularını da beraberinde getirdiler. Yeni koşullarda bu duygular daha da güçlenmiş olabilir. Kentlerde ve öteki göç yerlerinde aynı soydan geldiklerini iddia eden gruplar Arap steplerine kıyasla birbirine daha yakın mahallerde bir araya geldiler; soyluluk iddiasında bulunan güçlü önderler daha çok taraftar toplayabildiler. Birleşik bir siyasal yapı birbiriyle bağlantı kurmalarını sağladı ve zaman zaman onları ortak çıkarlarda birleştirdi. Merkezi hükümeti denetlemesi için verilen mücadele aşiret isimlerinin ve sadakat duygularının kullanılmasını sağlayabiliyordu.


İran, Yemen, Bahreyn, Suriye ve Irak'taki farklı dini ve sosyal gruplar, tarihi süreç içinde bölgenin şekillenmesinde etkili olmuştur. Suriye ve Irak kırsal kesiminde yaşamakta olan Araplar, Gassaniler dışında yeni hükümdarlarla dayanışmayı daha kolay kabul etmiş olabilirler. Yeni hükümdarlar için çalışan memurlar, onların inancı kendi çıkarları gereği ya da iktidarın doğal cazibesine kapılarak bu kabullenişi benimsemiş olabilirler; aynı şey fetih savaşları sırasında alınan esirler veya Araplara katılan Sasani askerleri için de geçerli olabilir. Yeni kentlere gelen göçmenler Müslüman olmayanların ödemek zorunda oldukları özel vergilerden kaçınmak için din değiştirmiş olabilirler. Kadim Fars dinine bağlı olan Zerdüştler, Sasani yönetimi sona erdiğinde kendi örgütlü Kiliseleri zayıfladığı için Hıristiyan olmaktansa Müslüman olmayı daha kolay bulmuş olabilirler.



Arabistan'ın Arapça konuşan göçebe veya yerleşik bütün kavimleri, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'yı kaplamak üzere Orta Asya'dan Atlas Okyanusu'na kadar uzanan geniş bir imparatorluk kurdular. Bu imparatorlukta dinleri ayrı bir sürü kavimlerle birlikte yaşamak zorunda kaldılar. Bunların ortasında, idare vazifesiyle mükellef bir fatihler ve efendiler azınlığı teşkil ediyorlardı. Kabileler arasındaki etnik ayrılıklar ve şehir halkıyla çöl halkı arasındaki sosyal farklar, bir müddet için, yeni imparatorluğun efendileriyle hakimiyetleri altına aldıkları çeşitli kavimler arasındaki ayrılıktan daha az önemli sayıldı. Bölge nüfusun göçebeler, tarımla uğraşanlar ve kent halkı şeklinde üçe ayrılması, siyasi olarak gruplaşanlar kadar önemli değildi. Siyasi gruplaşmada bir yandan yöneticiler ile savaşçılar yani askerler; diğer taraftan teb'a vardı. Bu unsurların İslam dünyasındaki huzursuzluklardaki etkisi, sosyal tabakalar arası eşitliksizliği körüklemesi de göz ardı edilemez. Ayrıca Arap göçebeler önceki kabile yapılarını kolay unutmadılar. Bu unsur her zaman etkisini göstermiştir. Abbasi döneminde bazı şehirlerde, farklı kabilelerden gelen unsurlar birbiri ile karıştırılarak yeni bir hayat tarzı denenmiştir. Bu çok geçmeden kaçınılmaz olarak eski kabile düzenini duygusal bir hayat haline indirgemiştir ve önemleri gittikçe artan yerli halkın buna bağlanması sonucunda toplumsal bir gerçek olmaktan iyice çıkmıştır. Yarımadanın orta kısmında, siyasi ve sosyal birimler olan kabileler, sosyal muhafazakarlıkla ve gelenek ve göreneklerin kararlığında ifadesini bulan, kendi kendini tekrarlayıp duran bir hayat yaşıyorlardı. Hukuki, ahlaki ve siyasi kavramların kabile örfleri şeklinde ortaya çıktığı bir cemaat şeklinde idi. Diğer taraftan, bazı yerleşik toplumlarda sosyal çalkantılar baş gösterdi. Bu huzursuzluklar Mekke'de göçebelik ekonomisinden ticari ekonomiye geçiş sonucunda ve Medine'de yine bir göçebelik ekonomisinden zirai bir ekonomiye geçiş sonucunda kendisini göstermiştir. Aynı şekilde Irak, Suriye ve Yemen gibi bazı tarımsal bölgelerde ise ikta rejiminin genişlemesi sonucunda çiftçilerin sömürülmesi ve çok kere kölelik statüsüne düşmeleri sosyal çalkantılara neden olmuştur.


İran'da ise ortaya çıkan bir seri hareketler köken olarak Abbasileri ortaya çıkaran harekete dayanıyordu. Abbasi ihtilali Emeviler'e muhalif olan unsurların ittifakıyla meydana çıkmıştı. Bu unsurlar Arap ve İranlı Müslüman muhaliflerle İranlı aristokrasi ve aşağı sınıftan olan topluluklardan oluşuyordu. İhtilalin başarıya ulaşmasından sonra ittifak bozuldu ve taraftarları başarısızlığın verdiği hayal kırıklığıyla birbiriyle olan eski mücadelelerine döndüler. Abbasi zaferinin asıl mimarı olan Ebu Müslim, ikinci Abbasi halifesi el-Mansur tarafından öldürüldü. Hareketin, diğer şefleri de aynı akıbete maruz kaldılar. Halifeler, İranlılar ve bilhassa Horasanlıların desteğinden faydalanmaya devam ediyorlardı. Fakat Ebu Müslim ve benzerlerinin yerine aristokratik Bermeki ailesi iktidarı ele geçirdi. Birkaç halife devrinde devlet idaresinde üstün bir rol oynadılar ve eski İranlı idareci sınıfın da hükümeti desteklemesini sağladılar. Halkın memnuniyetsizliği İran'ın çeşitli bölgelerinde köylülerin yardımıyla bir takım dini hareketler şeklinde kendini gösterdi. Belirli bir noktaya kadar bu hareketler milliyetçi karakter taşıyordu, çünkü karşı çıktıkları rejim onlarca hala Arap olarak telakki ediliyordu; muhalefet hareketinin altında yatan dini ideoloji İran kökenli idi, fakat Zerdüşti değildi. İran devletinin eski dininin gerçek taraftarları ve yönetici sınıfın mensupları idare ile bir süre için bütünleştiler ve ancak Me'mun'un hilafete geçişinden (813-833) sonra İranlı prensler Doğu eyaletlerinde bağımsız beylikler teşkil ederek istiklal hususunda kendi hareketlerini başlattılar. Bu isyancıların dini ilhamı, Sasani monarşisine karşı aşağı ve orta tabakaların birleştiği İslam öncesi eski İran sapık düşüncelerinden geliyordu.


Fethedilmiş ülkelerde yerleşmiş olan Arapların sayısı kesin olarak bilinmiyor, fakat yerli halk arasında azınlık teşkil etmiş olmalıdırlar. İslam'ın birinci asrının sonunda Suriye ve Filistin için yapılan tahminler çeyrek milyon civarında değişmektedir. Bunların çoğu şehirli ve bedevilerden meydana gelen askerler ve memurlar idi. Bu arada, bahsi geçen bölgede İslam'dan önce yerleşmiş olan Arap çiftçilerin sayıları oldukça kabarıktı. Bir Mısır kaynağında, Emeviler devrinin sonlarında Mısırlı köylülerin üç bin kadar olduğunu tahmin ediyor. Fatihler, fethettikleri bölgelerin sakinlerinin dini inanç ve içişlerine karışmıyorlardı. Bunlar, müsamaha edilen dinlerin mensupları anlamına gelen zimmi statüsünde idiler. İdarenin Bizans'tan Araplara geçmesi, bölge halkları tarafından genellikle sevinçle karşılanmıştır. Fethedilmiş bölgelerin halkı yeni idareyi, vergiler ve diğer hususlar bakımından eskisinden daha insaflı buluyordu. Suriye ve Mısır'ın Hıristiyan halkı bile Ortodoks Bizans'a karşı İslam hakimiyetini arzu ediyordu. Bazı Araplar tarafından yapılan büyük servetler, ticari münasebetlerde ve yatırımlarda kullanılmışa benzemiyor. Mekke'nin tüccarlar sınıfı bir harp aristokrasisi haline gelmek için eski mesleklerini terk etmişe benziyorlar. Fakat Emevi halifeleri ve diğer zenginlerden bir kısmı, şehirlerde ve hatta çölde büyük lüks içinde yaşıyorlardı. Büyük paraları sarayların inşasına ve tefrişine harcıyorlardı. Devrin ekonomisi bütünüyle olmasa bile, esas itibariyle parayla ilgiliydi. Askerlere ve memurlara aylıkları, para olarak ödendiği gibi malla da ödeniyordu. Vergiler de aynı şekilde toplanıyordu. İlk halifelerden bize kadar gelmiş olan paralardan birçoğu. İran ve Bizanslıların para basma telmiğini alan Müslümanların ihtiyaca cevap verebilmek için yeteri kadar altın ve gümüş sikke darbına devam ettikleri hakkında tarihçilerin verdikleri bilgileri teyit etmektedir.


Ortaçağ İslam dünyasında huzursuz bir başka kitle de Mevali'dir. Geçek şu ki, büyük meblağlar harcayan idareci zümre, yeni bir sınıfın, Mevali'nin (tekili mevla) doğmasına zemin hazırladı. Doğuştan bir Arap kabilesine mensup olmayan herhangi bir Müslüman mevla olabiliyordu. Böylece Mevali, İranlılar, Mısırlılar, Berberiler, Arap olmayıp da İslamiyet'i kabul edenlerden ve dil yahut menşe bakımından Arap olup da herhangi bir sebeple hakim sınıfa mensubiyetini kaybetmiş veya bu hakkı elde edememiş olanlardan meydana geliyordu. Mevali, yüksek bir vergi ödeme karşılığında devletin müsamaha gösterdiği dinlerin mensupları olan ve· Zimmi adı altında tanınan Müslüman olmayanları içine alıyordu. Mevali büyük 1 miktarda Emsar'da toplanmıştı. Buralarda işçiler, zanaatkarlar, tüccarlar ve Arap aristokrasisinin diğer ihtiyaçlarını gören meslek mensupları idi. Teorik olarak Araplarla eşit haklara sahip olan Arap olan Müslümanlar, bu eşitliği sosyal ve ekonomik sahalarda da istiyorlardı. Fakat Emeviler ardından Abbasiler devrinde aristokrasi; onları tamamen kabul etmiş değildi. Mevali'den bazı mülk sahipleri yeni rejimin hizmetleri sayesinde Müslümanların vergi hususundaki haklarını elde etmeyi başarırlarken Abdülmelik devrinde hükümet, devletin hazinesini doldurmak gayesiyle İslam'ı kabule teşvik etmemeye ve Mevaliyi şehirlerden, gelmiş oldukları yerlere geri göndermeye başladı. Bununla beraber Mevali, Arapların yanında bilhassa Horasan'a komşu eyaletlerde ve Uzak Batı'da, piyade olarak, ganimetten Arap süvarilerinin aldığından çok az bir pay alarak ve daha az ücretle savaştılar Mevali'nin sosyal bakımından kötü bir durumda olduğu, devrin edebiyatında açıkça görülmektedir. Mesela bir Arap kızla bir mevlanın evlenmesi o kadar garip karşılanıyordu ki, bir Arap yazarı buna benzer evliliklerin Cennet'in mutluları arasında hoş karşılanıp karşılanmayacağını sormaya kadar gitmiştir.


Mevalinin sayısı o kadar süratle çoğalıyordu ki, kısa zaman sonra sayıca Arapları aştılar. Mevali'nin ordugah şehirlerinde büyük kitleler halinde yerleşmeleri huzursuz ve tehlikeli bir şehirli nüfusu meydana getirdi. Bunlar, artan siyasi önemlerinin, kültür üstünlüklerinin ve askeri seferlerde artan paylarının şuurunda idiler.

Onların esas şikayetleri ekonomik durumdan ileri geliyordu. Arap devletinin yapısı, vergi veren ve Müslüman çoğunluğu idare eden Arap azınlığı prensibi üzerine kurulmuştu. Mevaliyi, Araplarla ekonomik bakımından eşit seviyeye getirmek, hazinenin gelirlerinin azalması ve sonu iflasla bitebilecek surette masrafların artması demekti. Bu ancak tam bir ayrılmayla sonuçlanabilirdi. Yönetici sınıf ile Mevali arasındaki ayrılık her ne kadar Arap ve Arap olmayan unsurlar arasında ırki engellerle çıkıyor ise de aslında milli bağlardan ziyade ekonomik ve sosyal düzenden de ileri geliyordu. Bazı istisnalar da mevcuttu. Özellikle Irak ve Bahreyn'in divan'a kaydolmamış fakir Arapları Mevaliye boyun eğmek zorunda kaldılar ve onların ızdırabını paylaştılar. İran'ın eski toprak asilzadelerinin çoğu yeni rejimi kabul etmişlerdi. Mevalinin kırgınlığı Şia adı altında bilinen bir hareketle dini bir izah buldu. Şiilik başlangıçta Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin halifelikteki iddialarını destekleyen ve tamamıyla Araplardan meydana gelen siyasi grubun hareketi idi. Merkezin Kufe'ye sonra Emeviler'in emriyle Suriye'ye nakli Şiiliğe lraklıların mahalli vatanperverliğinin desteğini sağladı. Hareketin gerçek yayılması Kerbela faciasından sonra başladı. Şii propagandacıları memnun olmayan kitleye ve bilhassa Mevaliye büyük bir başarı ile hitap ettiler. Hz Muhammed'in soyundan meşru halef fikri Mevaliye Araplardan daha uygun geldi. Şiilik esas itibariyle Sünni doktrini benimseyen devlete ve yerleşik düzene karşı dini terimde ifadesini bulan bir muhalefet oldu. Bu muhalefet Arap olmayanlarla sınırlanmadı. Ordugah şehirlerinde ve bilhassa Kufe'de -ihtilalci Şiiliğin beşiği-Araplar başlangıçta mühim rol oynadılar. Bunlar Şiiliğin İran'a girmesine yardımcı oldular. Kufe'de kolonisi olan Kum garnizon şehri Şiilerin başlıca kalelerinden biri haline geldi. Şiilik vasıtasıyla ortaya çıkan muhalefet, Araplara karşı milli bir ihtilalden ziyade Arap aristokratlarına, onların kanununa, devletin ve hafiyelerine karşı sosyal bir ayaklanma idi. Diğer taraftan rejimin taraftarları yalnız Araplardan ibaret değildi. Sosyal ve ekonomik fonksiyonlarının ve imtiyazlarını koruyan İran feodal aristokrasisinin kalıntıları, siyasi haklarının geçici olarak kaybolması yanında imtiyazlarının kabul edildiği sürece Arap devleti ile işbirliği yapmışlardı. Onlar İslamiyet'i kabul etmelerinden dolayı Zerdüştilik yerine İslami inancı koydular. Müslümanlığı kabul etmiş olan İranlı şehirli ve köylüler aynı düşmanla mücadele ederek idareye hakim Arap ve İran aristokrasisi karşısında Zerdüştilik yerine İslami bir mezhebi benimsediler. Kabileler arsındaki anlaşmazlık, çoğunlukla güney kabilelerine mensup olan ve fetihlerden önce fethedilecek ülkelere sızmış bulunan Araplar ile büyük bir kısmını kuzey kabilelerinin meydana getirdiği ve İslam ordularıyla gelmiş olan Araplar arasında menfaat çatışmalarından ileri gelmektedir. Bu teşhis, güney kabilelerinin büyük bir kısmının Şia propagandasına açık olmalarına ve Mevali ile belirli bir menfaat birliğine dayanıyordu.


Haşimi ihtilali bir saray entrikasının yahut bir hükümet darbesinin neticesi değil, önceki idareden memnun olmayan halkın ileri gelenlerinin temsil ve izhar ettiği yoğun bir propagandanın, bir teşkilatlanmanın etkin hale gelmesidir. Bu hareket; bir çok ihtilalde olduğu gibi yerleşmiş düzeni yıkmak isteyen genel arzunun birleştiği çeşitli menfaatlerin bir koalisyonudur. Zafer kazanılır kazanılmaz bu hareket birbirine karşı olan grupların ayrılması kaçınılmaz oldu. Zaferi kazanan Abbasilerin birinci vazifesi, kendilerini iktidara getirmiş olan hareketin hayal kırıklığına uğrayan aşırı kanadını ezmek oldu. İhtilalin baş mimarı Ebu Müslim ve arkadaşları bertaraf edilerek, onların taraftarlarının kışkırttığı ayaklanma bastırıldı. Hem hükümet yapısında, hem de insanların duygu ve düşüncelerinde din ve devletin birbirinden ayrılmayacak bir şekilde iç içe olduğu bir toplumda din ve dini tartışma, modern dünyada politikanın oynadığı rolü oynamakta idi. İtici gücü ne olursa olsun her hareket dinde bir maske değil, bu hareketi yöneten hırs ve tatminsizliklerin halkla ilgili ve sosyal terimlerle mecburi ve organik bir ifadesini arardı. Şüphesiz bazı istisnaları da vardı: Siyasi zayıflama döneminde saray ve askeri müdahaleler, iktisadi kriz esnasında da köylü isyanları ve şehirlerde karışıklıklar ortaya çıkıyordu. Bu hareketler yer yer görülüyordu; onların ani ortaya çıkışlarının zaman, yer vd şartları bakımından sınırlı oluşları ve umumiyede kötü organize edildikleri dikkati çekiyordu. Çoğunlukla tam anlamıyla şahsi bir mahiyet taşıyorlardı. Her seferinde bir grup sosyal düzene karşı teşkilatlı bir meydan okuma şeklinde ortaya çıkıyordu, günümüzdeki bir siyasi partiye yönelme gibi bir dini mezhepte ifadesini buluyordu. Karmatilerin, Arap-İslam egemenliğine karşı mazlum halkların ve ezilen sınıfların başlattığı Şuubiyye hareketine bakışı da esneklik arz ediyordu. Şuubiyye içindeki kanat Araplar oluşmuşsa, daha çok Arap kabilecik ve cengaverlik ruhuna hitap ediliyor; bu arada başka etnik aristokratların Türk askerleri, Deylemi, Büveyhi, Bermeki, Farslıların Abbasi iktidarını ele geçirip halka nasıl zulüm yaptıkları yolunda söylemlere yer veriliyordu. Yok eğer, temas edilen Şuubiyye hareketinin ağırlık noktasını Arap olmayanlar oluşturuyorsa, bu kez, Arap-İslam zulmünden bahsediliyordu. Karmatiler bu davranışlarıyla Şuubiyye hareketiyle özdeşleşmiyor, taktik gereği onlarla ilişki içine girebiliyorlardı.


Sosyal hoşnutsuzlukları körükleyen nedenlerden biride Arap yarımadası, Suriye, İran ve Orta Asya'da fethedilen bölgelerin gelirlerinden kaynaklanan anlaşmazlıklar. Arap aşiretleri arasında başlayan rekabet ile bunların yerli halk arasındaki pürüzler de sosyal nitelikte idi. Toplumun belli kesitlerindeki iktisadi refah üst seviyelere çıkması halk arasında iktisadi uçurumları ortaya çıkardı. Böylece genel halktan insanların artmasının yanı sıra, toplumun, tüccar ve ikta edilmiş zirai mülk sahibi gibi zengin grupların yükselişine ve bu gruplar arasında büyük iktisadi farkların ortaya çıkışına da tanık olduğu görülüyor. Nitekim İhvan-ı Safa, insanlar üç tabakadan oluştuğunu belirtmektedir. Bunlar: Zenginler, orta halliler ve fakirler olarak üç kısma ayrılmıştır. Zenginlerin, servetlerini bir güç ve güvenlik kaynağı olarak gördüğü bir dönemde, diğer insanlar, cemaat bağlarının çözülmesi ve sömürünün acımasızlığı sonucu, bir çeşit endişe ve burukluk hissi içinde yaşıyor olmaları tabakalar arası uçurumu gösteren bir husustur. Diğer taraftan bu ayırımda kölelerin sınıflara dahil edilmemiş olmaması dikkat çekicidir. Çeşitli sektörlerde çalıştırılan kölelerin çıkarmış oldukları huzursuzluk kayda değer bir husustur. Çağdaşı ve sonraki siyasi ve politik hareketlere hem taban oluşturmuşlar hem de siyasi ve politik tavırlarına da katkıda bulunmuşlardır. Bunun en güzel örneğini Zencilerin isyanında görmekteyiz.


Zutt ve Zenci isyanları, ülkeyi huzursuz bir ortama sürüklemişti. Abbasi idaresi 890'dan 906 yılına kadar büyük sıkıntılar içinde olmasına rağmen, bu problemleri ortadan kaldıracak herhangi bir radikal reform gerçekleştiremedi. İçtimai şartlar, özellikle zengin tabaka ile fakir kitleler arasında meydana gelen iktisadi uçurumlar bu akımları besliyordu. İlk dönem İsma'ili hareket, kasabalardaki en üst tabakada da bazı taraftarları vardı. Fakat Zencilerin durumunda olduğu gibi şehirli emekçi sınıfları ve esnaflar (zanaatçılar) onlara katılmadılar. Muhtemelen onlar İsma'ili dailerce şehirli emekçi sınıfları ve esnaflar menfaatlerini desteklemeyi uygun görmedikleri için katılmamış olabilirler. Kısaca, başlangıçta İsma'ilizm'in başlıca hitap ettikleri kitle taşra olmuştur. Bu nedenle son dönemlerine kadar kentlere sızmayı başaramamalarının bir sonucu olarak, bedevilerin ve köylülerin desteğiyle faaliyetlerini yürüttüler. Bununla birlikte sonraki dönemde rejime karşı esnaf ve sanatkar grupları ile kentin çalışan sınıflarının desteğini harekete geçirdiler. Ortaçağın başlarında Müslüman kentlerdeki "Sınf' olarak isimlendirilen İslami loncalar veya profesyonel loncaların (demekle) lsma'ililerle bağlantılı oldukları olduğu Massignon hipotezine benzer görüşleri Fuad Köprülü'de Massignon'dan daha önce belirtmiştir. İlk dönem isma'ilileri öncelikle kentli olmayan çevrelerde yoğunlaştırılmasına rağmen bölgeden bölgeye farklılık gösteren İsma'ili taraftarları karmaşık bir, grup olduğunu kabul edilmektedir.


Karmati hareketinin sosyal tabanı, VIII. ve IX. asırların sosyal ve ekonomik alanındaki önemli değişikliklerin, bazılarına zenginlik ve nüfuz; bazılarına da zorluk ve hayal kırıklığı getirmiş olmasının sunucunda oluşmuş gayr-ı memnun kitlelerden oluşmaktadır. Taşrada çoğu zaman vergiyle ilgili imtiyazlara sahip olan büyük mülklerin artması, çiftçilerle küçük mülk sahiplerin yoksullaşması ve adeta köleleşmesi sonucunu doğurdu. Şehirde ise ticaret ve endüstrinin gelişmesi bir amele sınıfını meydana getirmişti. Irak'ta hareket bir dereceye kadar bedevi kabileleri ve başlıca Kufe Sevad'ının köy sakinlerini cezbetti. İsma'ilizm basit sosyal ekonomik bir sistem kurduğu ve başlangıçtaki başarısına tanıklık eden yarı bedevi olan göçebelerdi. Bahreyn ve Suriye'de Bedevi kabileler hareketin bel kemiğini oluşturdu. Yemen'de İsma'ilizm, dağ bölgelerindeki kabilelerce desteklendi. Daha sonra Kuzey Afrika'da misyon Kutama Berberileri üzerine temellendi. lran'da da hareket başlangıçta köy nüfusunun ihtida etmesi üzerine amaçlandı. Cibal'deki ihtidaller Rey çevresindeki vadilerde yoğunlaştılar. Fakat başlangıçta hareketin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Arap topraklarında korunabilmek ve idarecilere karşı isyan açmada öncülük edebilen büyük bir popüler taraftar elde etmek için iran'da yeni bir politika uygulanıldı. Bu yeni politikanın gereği olarak, yönetim sınıflarını harekete kazandırmak için propagandalarını özellikle Horasan ve Maveraünnehir'de bu politikayı uyguladılar. Bu amaçla kendi aristokrat olan Emir Hüseyin el-Mervezi kuzeydoğu İran'da hareketin başı oldu. Birçok yüksek memuru kazanmasıyla birlikte yeni politik sürekliliği olan herhangi bir politik başarıya öncülük edemedi ve hareket herhangi bir doğu eyaletindeki yöneticilerin ihtidasını elde etmede başarısız oldu.


Başlangıçta İsma'ililer'in kabileler ve köylüler arasında faal oldukları görülür; bununla beraber çok geçmeden şehir halkı ve bilhassa zanaatkarlar arasında büyük ölçüde taraftar buldular. Ortaçağ İslam dünyasında ortaya çıkan sosyal huzursuzluklarda Müslüman olmayan toplulukların rahatsızlıkları da etkili olmuştur. Teb'a durumundaki halkların Müslüman olma aşamalarının meydana çıkarılması kolay değildir; ancak özgül olarak Müslüman isimlerini benimseme olgusu, din değiştirmenin (ihtida) boyutlarını makul biçimde ortaya koymaktadır. İktisadi ve sosyal farklılaşma, mevcut durumun niteliğini açığa vuran bir sosyal huzursuzluğa, sosyal hareket ve ayaklanmalara yol açtı. Hicri üçüncü yüzyıl esnasında ve sonrasında ortaya çıkmış olan Ayyanın ve Şuttar (serseriler ve dolandırıcılar), Zenci ayaklanması, Karmatilik ve İsma'ilik hareketlerini bu kategoride değerlendirmek gerekir.




ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

Hindistan'ın Bağımsızlığına Doğru

 


Bağımsızlık peşindeki milliyetçilerin Hindistan'daki ingiliz yönetimi üzerindeki baskıları giderek artıyordu. 1885 yılında başlarda Hindistan'ın devlete daha fazla katılımı için kurulan Hindistan Ulusal Kongresi 1920 yılında Hindu ruhani lideri Mohandas Gandi tarafından yönetiliyordu. Ona büyük ruh anlamına gelen Mahatma deniliyordu. Gandi'nin amacı şiddet içermeyen yöntemlerle Hindistan'da özyönetimin kurulmasıydı.

II.Dünya Savaşı sırasında Hint güçleri ingilizlerin safında yer almışlardı. Ne var ki milliyetçi gerginlikler gelişiyordu. İngiliz Raj anti-teror yasaları çıkarmak zorunda kaldı. Buna yanıt olarak Gandi, taraftarlarına çalışmayı bırakmalarını öğütledi. 1919 Nisan ayında Amritsar'da büyük bir genel grev planlandı. Toplanan büyük kalabalığın üzerine ateş açıldı. 372 kişi öldü, 1200 kişi yaralandı. Bu Pencap' ta   büyük   bir   isyana    ve    ülke    çapında    gerginliğin yaygınlaşmasına neden oldu.

Daha sonraları Kongre Partisi kitlesel destek kazandı. Yüzbinlerce insan Gandi'nin sivil itaatsizlik kampanyalarına katıldı. ingiliz malları ve kurumları reddedildi. Hükümet bu duruma Gandi'yi tutuklayarak yanıt verdi. 1930 yılında 60 bin kişi daha tutuklandı ve 1931 yılında büyük ölçüde ülkede kontrol sağlanmıştı. Buna rağmen sivil itaatsizlik hareketleri devam etti. 1937 yılında Kongre eyalet seçimlerinde önemli bir başarı sağladı. İngilizlerin dominyon statüsü önerisini reddetti ve bağımsızlık arayışını sürdürdü.

1947 yılında Hindu ve Müslümanlar arasındaki çatışmalar sırasında Kongre Partisi ve Müslümanlar Birliği ülkeyi kendi kendilerini yöneten Hindistan ve Pakistan bölgeleri olarak ikiye ayırma noktasında anlaşmaya vardı. Gandi ayrılığa karşıydı ve Delhi'deki kutlamalardan uzak durdu. Şehre geri döndüğünde bir Hindu fanatik tarafından katledildi.


Alıntıdır. 


20 Şubat 2023 Pazartesi

Pollen Saati ve İngilizlerin İsabetli Atışları I. Dünya Savaşı, İngiltere

 


19. yüzyılda donanma teknolojisi üç önemli icatla büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Buhar gücüyle çalışan gemiler, keresteden yapılmış gemileri kullanılmaz hale getiren ateşli silahlar, ağır kalibreli silahlara karşı demir ve çelikten yapılan zırhlar. Artık gücün yeni ölçüsü silah kalibreleri, gemi zırhlarının kalınlığı, gemiyi hareket ettirecek motorun gücü ve geminin ulaşabileceği en büyük hızdı.


İngiliz Kraliyet Donanmasına giren ve ilk seferlerini ahşap bir gemide yapan denizciler kariyerlerine son noktayı benzin ateşlemeli buhar tribünleri olan gemilerde koyuyordu. Bu tür gemiler Birleşik Devletler donanmasından yeni emekliye ayrılmış gemilere çok benziyordu. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları donanma savaş araçları tarihi açısından en heyecan verici dönemdi.


Buhar teknolojisinin uygulanmasına sıra geldiğinde işin içindeki herkes gemi dizaynındaki teknoloji, taktik ve stratejik değişiklikleri kavramıştı. Rüzgar, artık görüş mesafesi ya da çatışmalardan çıkan dumanların ne tarafa gideceği konusu dışında anlamsızdı. Mühendislik tam bir uzmanlık alanı haline gelmişti.


Artık stratejik kaygılardan biri uzaklarda tam donanımlı üslere sahip olmaktı. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren bu üsler Ortadoğu'daki petrol akışının kontrolü açısından daha da önemli hale geldi.


Bu yoğunlaşmanın odak noktası yeni tasarımlar ve değişikliklerdi ancak kimsenin aklına silahların hedeflerini tutturma konusunda isabetlerini artırmak için çalışma yapmak gelmiyordu. Uzun zamandan beri bu iş ilkel bir biçimde yapılıyordu. Ateş açılacak alan belirlenir, mesafeyi gözünüzle ayarlarsınız, ateş emrinin zamanlamasını hesaplar ve ateş edersiniz.


Amerikan İç Savaşı'nda iki tarafın gemilerinde de dört-beş mil uzaklığa atış yapabilen silahları vardı. Ancak bütün çatışmalar çeyrek mil ya da daha kısa mesafeden yapılıyordu. Silahlar kolayca dönemeyecek, uzak mesafeye ayarlanamayacak kadar hantaldı. Birkaç teorisyen oturup ABD'nin İspanyol Pasifik Filosunu yendiği 1898'deki Manila Savaşı'nın sonuçlarını gözden geçirdi. İspanyollar çatışma boyunca limanda demirli kalmışlardı. Karşılıklı birkaç mil öteden ateş açılmıştı, binlerce atış yapıldı ancak bunların sadece yüzde üç kadarı isabetliydi.


Bu silahların menzilleri ve güçlerine karşın isabetli olmamaları, hedefi bulmalarım güçlendirecek bir teknolojinin gereğini doğurdu. 15, 20 hatta 25 santimlik modern bir silahın 100 metre ilerideki bir hedefe isabet kaydetmesi kolaydı. Bu şekilde 18. yüzyıldan kalma silahlar bile hedefi tuttururdu. Deniz sakinse yüz metreden hedefi vurmak da mümkündü. Çeyrek mil, yani 400 metre uzaklıktan ise hafifçe sallanan bir geminin güvertesinden açılacak ateş pek isabetli olmazdı.


Bir mil, 1600 metre uzaklıktan hedef tutturmak zor olurdu, on mile çıkıldığında ise kör atış yapmak zorunda kalırdınız. İsabet büyük bir şans eseri idi. Modern silahların, on iki hatta on beş millik bir menzile kadar çıkabildiği, ancak isabeti garantileyen bir mekanizmanın olmaması hayli can sıkıcıydı.


Teorisyenler ise şaşırtıcı bir sonuca varmıştı. Bir geminin zırhına, silahlarına, motorlarına ne kadar para harcanırsa harcansın, eğer bir rakip uzak mesafelerden isabetli atış yapmanın teknolojik sırrını çözebilirse, karşı taraf o günün şartlarında isabetli atış yapacak yakınlığa ulaşamadan imha edilmiş olacaktı. Bu tez, Japonların Çarlık Rusya'sının donanmasını 1905'de Tsuşima'da yendiğinde doğrulanmış oldu.


Rus gemilerinin bazıları teknik açıdan Japon gemilerinden daha üstündü. Ancak ayrıntılı bir çalışmayla Japonlar basit ama etkili bir hedef tutturma sistemi geliştirmişti. Gelişmiş optik malzemelerle Rus gemilerinin uzaklıklarını ölçebiliyor ve ilkel bir atış tablosuyla silahları hangi şiddetle ateşlemeleri gerektiğini hesaplıyorlardı.


Japonlar aşağı yukarı altı millik mesafeden isabetli atışlar yapmıştı ve bu mesafe o zaman için dikkate değerdi. Ama yine de sonuçta rakiplerinin işini tamamen bitirmek için onların menzili içine girmek zorunda kaldılar. Ancak Ruslar sekiz milden isabetli atış yapacak donanıma sahip olsaydı...


Burada sahneye Arthur Hungerford Pollen çıkar. Arthur teknik konuda bir dahiydi. Linotype şirketinin yönetim kurulu başkanının kızıyla evlenmişti. Linotype İngiltere'nin önde gelen matbaa malzemeleri üreticisiydi. 1900 yılında Arthur bir arayış içine girdi. Linotype'ın ürettiği makineler insanlığın yaptığı en karışık endüstriyel cihazdı. Binlerce parçadan oluşuyordu. Kaynayan kurşun üreten elektrikli bir ocağa bağlı yüzlerce tuşlu bir daktilo gibiydi. Kurşun, harfleri oluşturmak üzere kalıplara dökülüyordu. Mekanik olarak plakalara yerleştiriliyor, bunlar da kağıda baskı yapıyordu.


Pollen 1900 yılının Şubat ayında kısa bir tatil yapmak üzere Malta'daki amcasını ziyarete gitti. Adaya kraliyet donanmasında hizmet veren bir kuzeninin gemisiyle gidiyordu. Pollen'e kuzeninin gemisini inceleme olanağı verildi. Bu, hafif bir seyir gemisiydi. Pollen geminin hedef talimini izledi ve çok etkilendi.


Köprüde durup geminin 12-15 cm. çaplı silahlarından çıkan mermileri 1.350 metre öteye ulaşmasını izledi. Ne rastlantıdır ki, Arthur aynı gün Times gazetesinde İngiliz donanmasının 12 cm. çaplı silahları söküp Boer saflarında 7.200 metrelik mesafelerde kullanılmak üzere Güney Afrika'ya gönderileceğini öğrendi.


Sıradan bir vatandaş olarak bu silahların nasıl olup da denizde sadece 1.350 karada ise 7.200 metrelik menzilleri olduğunu sordu. Şüphe yok ki aldığı yanıt gülümsemeler ve kafa sallamalarla söylenen, "Biliyorsunuz, denizde bazı zorluklar vardır" olmuştu. Pollen o gün, donanması için dünyanın en iyi nişan alma sistemini geliştirmeye karar verdi.


İyi fikirlere her zaman ihtiyaç vardır ama bu seferki Arthur'un tüm yaşamını mahvetti.


İngiltere'ye döner dönmez kayınpederini hedef kontrol sistemi araştırma ve geliştirme programı başlatmanın vatanlarına karşı bir görev olduğu ve işler yolunda giderse iyi de para kazanacaklarına ikna etti. Arthur Linotype makinelerinin kusursuzluğu ve karışıklığını göz önüne alıp, bu işi becerebileceklerini düşünüyordu.


Sonra, mekanik olarak çözmeye çalışacakları bir hipotez sorusu ortaya attı. Soru, birbirine dokuz bin metre uzaklıkta, tam hızla birbirine yaklaşan ve birbirlerine bin üç yüz elli metre uzaklıktan geçecek olan iki gemi üzerine kuruluydu. Bu yaklaşma sırasında ve iki gemi birbirinin yanından geçtikten sonra, on beş santim çaplı bir silahla sürekli isabetli atışlar yapmak için nasıl bir hesaplama yapmak gerekliydi?


İlk atışta merminin hedefe ulaşma süresi otuz saniye olacaktı. Silah tekrar yüklenene kadar geçen sürede ise iki gemi birbirine 800 metre kadar daha yaklaşacaktı. Her atışta uzaklık değiştiği için yeni hesaplamalar gerekecekti. Dahası gemiler birbirine sabit bir hızda yaklaşıyor olmayacaktı. Aslında iki gemi arasındaki uzaklığın değişme oranı bir değişkendi, çünkü iki gemi arasındaki açı da sabit kalmıyordu.


Rüzgarın hızından başka, nem oranı, barometrik basınç, hava basıncı, atmosferdeki yoğunluk değişimleri, silahın namlusunun ısıyla genleşme oranı, silahtan ayrılan merminin momentumu gibi bir sürü etken de bu hesaplamayı etkileyecekti. İlk başta hesaba katılmamasına rağmen dünyanın kendi etrafında dönüşü bile, eğer hedef farklı bir boylamdaysa merminin düşeceği yeri etkileyecekti.


O zamanın teknolojik imkanlarıyla bu işin altından kalkılması mümkün değil gibi görünüyordu ki, gerçekten de öyleydi. Bir grup matematikçi geminin güvertesinde oturmuş, her biri ayrı bir değişkeni hesaplarken, hedef gemi çoktan geçip gitmiş ve vardığı limanda tayfasına gece izni bile vermiş olurdu.


Ama inatçı Arthur Pollen kolay yılacak biri değildi. Buna verilecek teknik yanıt bir hesap makinesi yapmaktı. Bu makine gözlemle girilecek görsel dataları değerlendirip sonucu vermeliydi. Sonraki aşama ateş edecek geminin pozisyonu ve yönünün, ayrıca sıcaklık gibi değişkenlerin bu verilere eklenmesi olacaktı.


Bu işleri yapacak makine, Pollen'in verdiği isimle Saat tüm çarklarıyla çalışıp silahların hedeflenmesi konusunda hızlı bir senaryo çıkarıyordu ve alet silahı otomatik olarak ateşliyordu. Gözetleyicilerden gelen verilerle ayarlamalar yapılacak, sonunda her şey hazır olacaktı. Bir önceki atışın isabetine göre Saat yeni hesaplamalarını yapacaktı. Bu sağlandıktan sonra sistem, silahın ateş edebileceği kadar kısa süre içinde otomatik olarak ateş edecekti.


1904'te Pollen temel bir tasarım yapmıştı. Kuzeni, Arthur'a böyle bir şeye giriştiği için çıldırmış olması gerektiğini söylemişti. Dediği gerçekleşiyordu. Pollen bu fikri donanmaya götürüp bir gemide denenmesini istediğinde pek de hoş karşılanmamıştı. Hala otuzlarında olan genç bir adamdı, denizle ilgili tüm deneyimi sadece bir günlük bir yolculuktu ve doğrudan söylenmese de bir Katolikti. Majestelerinin filosunu destekleyen zenginlerin dahil olduğu sosyal çevrenin çok dışındaydı.


Pollen amirallerin incelemesi için gemilerde kullanılan silahlardaki isabetli atış sorununu, bu soruna bulduğu çözümü anlatan belgeler hazırladı. Ancak bunların işe yaraması ihtimali yoktu, çünkü bu belgeler amirallerin anlamayacağı kadar karışıktı. Pollen deli bir bilgin gibi görülmeye başlamıştı. Su altında giden gemiler, üzerlerinden kalkan uçaklarla öteki gemileri batırabilen savaş gemileri, radyo dalgalarıyla yönlendirilebilen roketler gibi çılgınca projeleri vardı.


Pollen sonunda donanma komutanıyla görüşmeyi başardı. Bu adam Pollen'i büyük bir hoşgörüyle dinledi ve icadını deneyebilmesi için birkaç gemiyi kullanmasına izin verdi. İlk sonuçlardan o kadar etkilendi ki, bu icadın incelenmesi için resmi bir kurul oluşturdu. Pollen'in donanmayı dahiyane fikrini kullanmaya ikna etmesi çabası başarıya ulaşmıştı. Sonra ortaya Majestelerinin donanmasından Teğmen Frederic Dreyer çıktı.

Dreyer, Pollen'in Saat'inin her detayını inceledi. Karışık iç parçaları bile incelemesine izin verildi. Dreyer notlar aldı, Pollen'le arkadaşlık etti, onu yemeğe çıkardı ve sistemin bir kopyasını yaptı. Ancak Dreyer'ın kopyası başarısız oldu. Pollen'in sistemi, transistörleri bırakın, vakum tüplerinin bulunmasından bile önce yapılmıştı.


Linotype mühendisi bir nişan alma uzmanına dönüşmüştü ve mekanik cihazının kusursuz sonuçlar alabilmesi gerekiyordu. Bu kusursuzluk birazcık zarar görürse, tüm hesaplar boşa giderdi. John Harrison da yüz elli yıl önce ilk kronometreyi icat ederken santimetrenin on binde biri kadar hassaslıkla ayarlar yapmak zorunda kalmıştı. Dreyer'ın yaptığı kopyanın başarısızlığı muhtemelen orijinalinin ince hesaplarından yoksun olmasıydı.


Dahası, Dreyer gizliden gizliye, Saat'in üretimini yapmak için bir şirket kurmuştu. Öyle belgeler hazırlamıştı ki, uzun süredir bu iş üzerinde araştırma yapıyormuş gibi görünüyordu. Sonraki yıl Dreyer, Pollen'e cihazının denenmesi için yardımcı olurken, kendi sistemini de başka bir gemiye yerleştirmiş aynı zamanda bir deneme yapıyordu.


Dreyer'ın çevirdiği oyunlar sonucu Pollen'in testi başarısız oldu. Test daha yarısına gelmeden donanmanın adamları, Pollen'in verdiği sözleri gerçekleştiremediğini ilan etti. O sıralarda testi yapılan Dreyer'ın saati ise Arthur'un cihazından daha üstün bir performans göstermişti. Ancak önemli bir ayrıntı vardı; deneme sırasında Kraliyet Donanması'ndan bir görevli olarak Dreyer'in orada bulunması gerekiyordu ve deneme gerçekten sona ermeden bitmesi için emir veren grubun da içindeydi.


Donanma için çalışan birinin hem o denemeye rakip olması, hem de seçici kurulda bulunması etik açıdan pek sorun yaratmamıştı.

Uygun raporlar sunuldu, Pollen'in projesinden vazgeçildi. Dreyer donanmayla bir anlaşma imzaladı. Araştırmalara ilk kendisinin başladığını belgelerle ispat eden Dreyer'e Saat'in patenti verildi. Gerçekler hasıraltı edilmişti. İyi fikirler işte böyle devlet anlaşmalarına dönüşüyordu.


Hikayenin daha da trajik olan bir yönü var. Zavallı Arthur sessiz kalmayı reddetti. Çizim masasının başına oturdu ve Dreyer'ın modelinden çok daha üstün bir tasarımla ortaya çıkmaya karar verdi. Birkaç yıl boyunca gizliden gizliye yeni tasarımı üzerinde çalışıp Dreyer'la savaşmaya çalıştı. Ne yazık ki, Pollen kendine bir müttefik bulmuştu ve bu müttefik Amiral Charles Beresford'tu. Beresford karizmatik biriydi ve aynı zamanda donanmanın başı Bobbie Fisher'a da düşmandı. Ancak Beresford iyi bir müttefik değildi.


Nihayet 1909'un sonlarında Beresford'un yardımlarıyla Pollen'in eline ikinci bir şans geçti. Ama artık tüm donanma Dreyer sistemlerini kullanıyordu. Pollen HMS Natal gemisine çıktı, malzemelerini yükledi ve cihazını yerleştirmeye başladı. Geminin kaptanı Frederick Ogilvy idi.


Sonunda Pollen'in karşısına dürüst ve makul bir adam çıkmıştı. Bu kaptanın tüm kaygısı, donanmasına ve ülkesine hizmet edebilmekti. Ogilvy, silahların teknik yanından çok etkilenen biri olduğundan Pollen'in makinesinin tüm detaylarını öğrendi. Amacı bu fikri çalmak değil, en iyi şekilde kullanabilmekti. Bu iki adam hemen arkadaş oldu ve İngiltere'nin denizlerdeki üstünlüğü amacında birleşti.


Deneme büyük bir başarıyla gerçekleşti. Pollen'in en son geliştirdiği Saat Dreyer'ın makinesinden daha üstündü. Limana döndüklerinde Ogilvy Pollen'e kayıtsız şartsız ve hayatta olduğu sürece destek vereceğine ve donanmanın ona karşı olan tutumunu değiştirmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Kader sanki önlerinde bir yol açmıyor, altı şeritli bir otoyol inşa ediyordu. Pollen'in cihazının deneme seferinden dönüldükten sonra Ogilvy, Fisher'in onu HMS Excellent'a tayin ettiğini öğrendi.


Excellent bir gemi değil, deniz silahları araştırmaları yapılan bir kara okuluydu. Excellent'ın başına geçen birinin deniz silahları konusunda donanmanın en yetkin kişisi olduğu düşünülürdü. Ogilvy kısa süre içinde Dreyer'ın donanmadan atılacağı ve Pollen'in alınacağı sözünü verdi. Hiçbir düşman, Pollen Saati taşıyan bir kraliyet gemisine saldırmaya cesaret edemeyecekti.


Uzun yolcuğunun mutlu sona ulaşmasından duyduğu heyecanla Pollen, Ogilvy ve subaylarına şampanya ve istiridye göndertti ve yeni haberleri beklemek üzere evine gitti. Birkaç gün sonra Ogilvy ve adamları apar topar hastaneye kaldırıldı. Pollen'in gönderdiği istiridyeler tifoluydu! Ogilvy bir ay içinde öldü. Pollen onu tek destekleyen adamı öldürmeyi başarmıştı.


Sonra Beresford karşıtı (aynı zamanda Pollen karşıtı, Dreyer destekçisi) bir subay Excellent'ın yönetimine geldi. Ogilvy'nin son raporu, resmi bir rapor hazırlamaya fırsat bulamadığından sadece notlar halindeydi ve dikkate alınmadı. Dreyer'ın çağın dehası olduğunu savunan karşıtları tarafından Pollen donanmadan uzaklaştırıldı.

Altı yıl sonra Kraliyet Donanması Jutland'de bir savaş yaptı. Savaş dokuz mil uzaklıktan başladı. Gemiler on dört mil uzaklıktan bile ateş edebiliyordu. İngilizler sürekli isabetsiz atışlar yapıyordu. Ama The Queen Mary adındaki gemide Pollen sistemleri bulunuyordu ve isabetli atışlar yapıyordu.


Donanma bu gemiyi savaştan önce dışarıdan satın almıştı. Açılış atışlarında üç ya da dört isabetli atış yapmıştı. Dreyer sistemleri taşıyan gemilerin ise en iyi skoru ikiydi. Ama ne yazık ki, bu olaydan sonra donanmadan hiçbir hareket gelmedi. Queen Mary isabet aldı ve battı. Savaşın karışıklığında Almanlar çekildi. İngilizlerin kaybı daha büyüktü. Savaş iki yıl daha sürecekti.


1925'de yıllar süren mahkeme savaşlarından sonra yaşlı ve yorgun Pollen sonunda Dreyer'in şirketinden patent hakları ihlali nedeniyle 30 bin sterlin aldı. Dreyer uzun ve verimli bir meslek yaşamından sonra ikinci amiral unvanıyla ödüllendirildi ve emekliye ayrıldı.


Alıntıdır.


Çin iç Savaşı

 


1911'deki Çin Devrimi'nin ardından Kuomintang (ya da Milliyetçi Parti) merkezi bir güç olarak etkisiz kaldı. Yerel savaş lordları kendi bölgelerinde denetimi sağlamışlardı. 1920'lerin sonlarında Kuzey Seferi olarak anılan bir askeri faaliyetin sonucunda Kuomintang ülkenin birliğini sağlamayı başardı. Başkent, Pekin'den Nankin'e taşındı.

Bu sırada 1921 yılında Sanghay'da Çin Komünist Partisi kuruldu. 1927 yılında Kuomintang partiyi tasfiye etmeye çalıştı. ÇKP asi köylülerle birleşerek ülke çapında yeniden inşa edildi. Güney Çin'de muhtelif bölgeleri kontrol etmeye başladı. 1931 yılında Marksist devrimci liderler Mao Zedong ve Zhu De, Jiangxi'de komünist bir cumhuriyet kurdular (Jiangxi Sovyeti). Bunu 9 milyon kişinin üzerinde barındığı bir alanda yaygınlaştırdılar. Kuomintang'ın onları ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği çeşitli girişimlere karşı direndiler. 1934 yılında bölgeden çıkmak zorunda kaldılar. Mao'nun liderliği altında 80.000 kişilik bir ordu Kuzey'e doğru bir yıllık bir yolculuk yaptı (Long March olarak da bilinir). Jiangxi'den Sensi bölgesine doğru ilerlediler.   Yaklaşık 20.000 kişi hayatta kalmayı başardı. Mao da onların arasındaydı. Ya-An'da komünist bir idare merkezi kurdu. Kuomintang'a direnmeyi sürdürdü.

1937 yılında komünistler ve milliyetçiler Japon- Çin Savaşı'nda birlikte mücadele etmek için anlaşma yaptılar. Komünistler Japonlara karşı etkin bir direniş gösterdiler. Bu arada kendi etkilerini de arttırıyorlardı. Savaşın sonlarına doğru 96 milyon insan komünist yönetimi altında yaşıyordu. 1946 yılında Kuomintang ve Komünist Parti arasındaki iç savaş yeniden başladı. Komünistler ezici bir zafer kazandılar. 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu ve Mao yeni devletin ilk başkanı oldu.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak