17 Şubat 2023 Cuma

MISIR'IN DİNİ

 


Daha önce "Üç hal kanunu"nu andığımız Auguste Comte'a göre insanlığın bugün adına Fetişizm denen ve doğanın içindeki ruhlara seçkin bir yer veren Animizmden, birkaç tanrıya tapan Çoktanrıcılığa geçmiş olması gerekir. Tanrılar da insanlara benzerler, fakat bunlar daha az sayıda ve daha güçlüdürler.


Bu geçişi özellikle Mısır'da daha iyi incelemek olasıdır. Bir dinin kırk yüzyılı aşkın bir zaman, Afrika halklarıyla semitik halkların rastlaşma noktasında bulunan bir ülkedeki gelişimini burada özellikle iyi izlemek olasıdır. Bu halkların birbirleriyle kaynaşması, Mısır kavmini oluşturmuştur.

Mısır'ın dini üzerinde Yunan ve Latin yazarlar bize birçok bilgiler vermişlerdir. Bunların başında da M.O. V.yüzyılda Mısır'ı ziyaret etmiş olan Herodot vardır: "Mısırlılar, çok dindar bir kavimdir," diye yazmaktadır.


Bu dini tanıma olanağını veren başka belgeler de arkeolojik ve yazıtsal türdendirler, yani eski anıtlardan, yazıtlardan, papirüslerden gelmedirler. Mısır metinleri ya hiyeroglifik (yani küçük resimlerden oluşan), ya hiyeratik (yani rahipler tarafından kullanılan, ruhani olan), ya da demotik (yani halk tarafından kullanılan) harflerle yazılmış bulunmaktaydı ve bu metinler uzun zaman okunamamıştı. Fakat XIX. yüzyılın başında İngiliz Young hiyeroglif yazısının alfabetik olmadığını, iki çeşit işlek ( cursif) yazının da bu hiyeroglif yazısının basitleştirilmiş biçimleri olduğunu keşfetti. Sonra da Fransız Champollion (17901832), hiyeroglifleri çözmenin çaresini buldu.


XIX. ve XX. yüzyıllarda Fransız, Alman, İngiliz, Mısır, Amerikan, Belçika, İtalyan vd. heyetlerce esaslı araştırmalar yapıldı.

 

Mısır anıtlarında bir takım metinler bulundu ki bunlar vahyedilmiş bir kutsal kitap vasfında olmamakla birlikte, Mısır'ın dini üzerine çok değerli bilgiler vermektedirler.


Ehramlar Kitabı, biri V. diğeri VI. hanedandan kalma olan, Sakara'daki beş küçük ehramın dehlizleriyle mihraplarının duvarlarına kazılmış metinlerin derlenmiş biçimidir, içinde dinsel ayinlerle ilgili metinler ve kralın öbür dünyadaki yazgısı hakkında bir takım formüller vardır; bunların kimileri çok eskidir. Sandukalar Kitabı Orta İmparatorluk döneminden kalmadır; tahta sandukaların içlerine işlek hiyeroglif harfleriyle yazılı metinlerden meydana gelmiştir; ölüyü öbür dünyada tehdit eden tehlikelerden korumak amacını güden ve ona orada hoş bir yaşam sürme olanağını veren formüllerle doludur.

Ölüler Kitabı Yeni İmparatorluktan kalmadır: Bunun bölümleri papirüs tomarlarında toplanmıştı; tomarlar mumyaların sargıları içine yerleştiriliyordu; kitapların çok özenle yazılmış kimi nüshaları resimlerle süslüydü. Bu metin özellikle büyü formüllerinden ve ölülerin yazgılarıyla ilgili dualardan oluşmaktaydı.


Mısır dininde Totemizm'in birçok kalıntılarına, izlerine rastlamaktayız. Bunlar, ölülerin ilerki yaşamlarına verilen önemle beliren bir Animizm ve kimilerinin Tektanrıcılığa doğru yöneltmek istedikleri bir Çoktanrıcılıktır.


Mısır'da kutsal hayvanlar vardır ki bunlar ülkenin her yerinde saygı görürler; örneğin, kedi de bunlar arasındadır: İran hükümdarı Kavus M.Ö. VI. yüzyılda Mısır'ı ele geçirmek istediği zaman askerlerinin önüne kedilerle leylekler yerleştirmek gibi bir kurnazlık yaptı ve Mısırlılar da bunlara karşı silah kullanmaya cesaret edemediler. Yine kutsal hayvanlar vardır ki bunların türü kimi yerlerde saygı görmektedir; Timsah bunlardan biridir: Herodot kulakları ve ön ayakları mücevherlerle süslü timsahlar görmüştür. Belirli kimi niteliklere ve işaretlere göre tek tek seçilen kutsal hayvanlar da vardır; örneğin Apis boğası beyazdır ve alnında üçgen biçimi bir beyaz leke vardır. Fransız Mariette (1821-1881) tarafından bulunmuş olan Serapeum tapınağında, içlerine bu boğaların yerleştirilmiş olduğu sandukalar vardı.


Bazı kutsal hayvanların tanrı haline gelmiş olmaları, ya da bunlarda yerli bir takım tanrılar görülmüş olması düşünülebilir. Tanrıların yanlarında, çoğu zaman kendilerine ayrılmış olan hayvanlar da vardır; bu tanrılar çoğu zaman hayvan başlarıyla ya da hayvanlar aleminden alınan kimi ayrıntılarla betimlenirler. Örneğin, Horus şahin başlıdır; Anubis'in çakal başı, İbis'in leylek başı, Bastis'te bir dişi kedi başı vardır; İzis ise çokluk inek boynuzları taşır. Yukarı Mısır'ın yerli tanrısı olan Khnum bir koç-tanrı, ya da koç kafalı bir tanrı idi. Efsaneye göre her insanın bedenine nasıl biçim veriyorsa, dünyaya da öylece bir çömlekçi çarkında biçim veren Yaratan, oydu. Bu yaratıcı hayvan-insan bize Totemizm'in efsanelerini özellikle anımsatmaktadır.


Yukarıdaki gözlemler dolayısıyla İsveçli tarihçi Söderblom şunları yazmaktadır:

"Dinler tarihi Ksenofon'la Feuerbach'ın, tanrıların insanlar örnek tutularak yaratıldığı yolundaki belitini (axiome) doğrulamamaktadır. Kural olarak tanrısal nesne insan biçimine girmezden önce hayvan şekline bürünmektedir. İlkel insan için hayvan, insana göre çok daha gizemlidir. Fakat hayvana tapınma yöntemi hiçbir yerde, Mısır dininde olduğu kadar direnişle korunmamıştır."


Animizm de eski Mısır'ın inançlarından biri olmuştur. Doğada, yıldızlarda ve özellikle güneşte, ağaçlarda, nehirlerde ve bu arada en çok Nil' de ruhlar vardır.


Eski Mısır'da da büyücülük biliniyor ve uygulanıyordu. Muskalar, hastalıkları iyileştirici heykeller vardı: Bu heykellerin Üzerleri yılanlara, akreplere karşı afsunlarla kaplıydı; bu hayvanların soktuğu bir kimsenin, heykelin başından aşağıya su dökmesi gerekti; heykele kazınmış metinlerin üzerinden geçen su, iyileştirici bir özellik ediniyordu; iyileşmek için de bu suyu içmek yetiyordu.


Ölülerin sonradan yaşamaları sorunu da Mısırlıları özellikle ilgilendirmiştir. Bu konuda onların bilinçlerinde çoğu zaman belirsiz ve bize birbirini tutmaz gibi görünebilecek olan düşünceler birbirine karışmış haldedir. Bunlar ise, Mısırlılar için canlı bir insanın içi demek olduğu anlaşılmak yoluyla aydınlatılabilir. İnsan aynı zamanda bir beden, bir gölge, bir tasvir, bir ad, Lir ruh (ba), ve eş diye adlandırılan bir (ka) idi. Bu çeşitli ögeler ise gelecekteki yaşamda bir rol oynamakta ya da oynayabilecek yetenekteydiler.


İnsan bedeninin, ölünün düşmanlarınca sakatlanmaması, parçalanmaması gerekir. Neolitik çağdan başlayarak ölüler (torunlarını seyredebilsinler diye) yüzleri konutlara dönük olarak mezarlara yerleştirilmişlerdir, çoğu kez elleri ağızlarının yakınındadır, avuçlarında ve başlarının çevresinde buğday taneleri vardır. Ceset hemen tahnit edilir, ya da içi boşaltılarak kurutulur ve mumya haline sokulur.

Bunun üzerine ceset, yani mumya bir ölüm anıtına yerleştirilir ki bu bir sonsuzluk evi'dir. Eski İmparatorluk çağında firavunlar ehramların içine gömülürdü: Sfenks'in koruduğu görkemli Cizze ehramlarını herkes bilir; hiçbir görüntü insanda aynı zamanda bu denli büyüklük ve bu denli gizem duygusu uyandıramaz. Cizze ehramları IV. hanedan, yani Hristiyanlık çağından önceki üçüncü bin yıldan; Sakkara ehramları ise V. ve VI. hanedanlar döneminden kalmadır. Krallık ehramının çevresinde kraliçe ile kral ailesi üyelerinin küçük ehramları ve kimi özel kişilerin, adına mastaba denen mezarları bulunur (arapçada sedir anlamına gelen bu söz, bu çeşit mezarlar için Mariette'in kazılarda çalışan işçilerince kullanılmıştır). Zaman geçtikçe ehramlar giderek daha ufalırlar, mastabalar ise giderek büyürler. Eski İmparatorluğun sonuna doğru ve Orta ve Yeni Imparatorluklar boyunca cesetler (adlarına Fransızcada Jıypogee denen) yeraltı mezarlarına yerleştirilerek onların daha iyi korunacakları sanılmaktaydı.



Tasvir gerçeğe eşdeğer olduğundan, ölünün sonradan yaşamasını sağlamak için mezarının, fakat öncelikle mumyasını içerenden başka bir mezarın içine heykeli dikiliyordu. Evrensel heykelciliğin başyapıtları olan, firavunların ve yüksek kişilerin olağanüstü heykellerinin tüm gözlerden saklı· ve Mısır mezarlarında gömülü olarak bulunuşunun nedeni işte budur.


Fakat ölünün sonradan yaşaması yetmez; öte dünyada onun mutlu olması da gerekir. Tarihöncesi zamanlardan beri mezara yiyecekler, inci gerdanlık gibi ziynetler, fildişinden oyulma tuvalet eşyası da konur. Heykelcikler kabartma olarak yerleştirilir: Bunlar, odalık görevi yapacak olan giyimli veya çıplak kadınlar; köleler, eğer sert bir Tanrı ölüden ağır, güç işler isterse onun yerini tutacak olan uşebti'lerdir. Bu türün başyapıtı, Louvre müzesinde bulunan zarif armağan taşıyan kadın'dır. Sonra, yine tasvirle gerçek arasındaki eşdeğerliğe dayanılarak, sandukanın içine boya ile yapılmış frizlerde ölünün sağlığında kullandığı bütün eşya gösterilir. Oyma ve boyalı kabartmalar ölüyü malikanesinin çalışmalarına gözkulak olurken, ya da şölenlerde veya gezilerde eğlenirken, ya da bol bol armağanlar alırken gösterir. Maspero ve ondan sonraki Mısır uzmanlarının hepsi, bu sonuncu tasvirin, betimleyen sahnenin gerçekliğini ölen için büyülü bir şekilde yaratması gerektiğini kabul etmektedirler.


Adın tasvirden daha da büyük gücü vardır. Adını dayanıklı harflerle hakkederek ve rahiplerle yoldan gelip geçenlerden bu adı söylemeleri istenerek, ölünün sonradan da yaşaması sağlanır.

Ruh da yokolmaz bir nesnedir. Ruh düşüncesi, insan başlı bir kuş hiyeroglifi ile anlatılır. Onun gökte, güneşin yanında uçtuğu, ya  da yeryüzünde mutlu vahalarda oturduğu, ya da bir yeraltı dünyasında yaşadığı tasarımlanır.

Ölüler Kitabı ölenlerin öte dünyada karşılaştıkları engelleri ve bunları güçlükten kurtarma çarelerini anlatır. Kimi zaman cenaze töreni sırasında, ölenin kendisine hasım iblisçe kuvvetlere karşı kazandığı zaferi simgeleyen dramlar oynanır.


İlk hanedanlar zamanında görünüşe göre ölümünden sonra da bir güneş aleminde yaşama hakkı olan kimsenin yalnız kral olduğu anlaşılmaktadır; fakat kralın tanrılar aşamasına erişebilmesi için bir yargılamadan geçmesi ve yeryüzünde adaleti egemen kıldığını kanıtlaması gerekiyordu. Ölümden sonra yaşama ayrıcalığı sonradan en önemli memurları da kapsadı. Sonunda ölmezlik hakkı herkese bahşedildi. Fakat hepsi ölülerin büyük tanrısı olan Oziris'in mahkemesinden geçmek; hepsi hal ve gidişlerini haklı göstermek zorunda oldular. O zamandanberi de dini görüşlere eşitsiz değerde, fakat kimileri çok güzel olan, bazı ahlaki düşünceler de karıştı.


Ölüler Kitabı'nın ünlü CXXV. bölümü bize ölünün, Oziris'in mahkemesi önünde yapması gereken olumsuz itirafı anlatmaktadır:

"Hiç kimseye haince kötülük etmedim. Yakınlarımı mutsuz etmedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kötülüğe yakınlık göstermedim. Kötülük yapmadım. İnsanların efendisi olarak kimseyi asla gücünün dışında çalıştırmadım... Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, mutsuz olmadı. Tanrıların nefret ettikleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Köleye efendisi tarafından kötü muamele ettirmedim. Kimseyi hiç aç bırakmadım. Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretmedim. Hiçbir insana yalan söylemedim. Tapınakların yiyeceklerini hiç yağma etmedim. Tanrılara ayrılan cevherleri azaltmadım. Mumyaların ne ekmeklerini, ne sargılarını kaldırmadım. Hiç zina yapmadım. Dinsel bölgemin rahibiyle hiçbir utandırıcı eylem yapmadım. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Terazide tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağızlarından sütü hiç uzaklaştırmadım. Otlaklarında hayvanları hiç çalmadım. Tanrının kuşlarını ağ kurup avlamadım. Ölmüş balığı avlamadım. Taşkın zamanında suyu hiç geriye sürmedim. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Tapınakların alevini hiçbir zaman saatinde söndürmedim. Tanrılara sunulacak armağanlarda hile yapmadım. Tanrılık kişiliği olan hayvanları hiçbir zaman kovmadım. Göçtüğü sırada hiçbir tanrıya engel olmadım. Ben temizim, temizim, temizim."


Kimi nüshalarda bu metni süsleyen resim Oziris'i tahtında otururken, karşısında da ölüyü, bir kefesinde dirhem yerine gerçek bulunan terazinin gözüne yüreğini koyarken göstermektedir. Tanrı Toth da bu tartma işinin sonucunu tutanağa geçirir. Yalan söyleyen ruh idam, sonra da yokedilir. Gerçeği söyleyen ruh temize çıkar ve cennetlikler arasına girer.


Ruhun kendisi nasıl ölmez ise onun eşi diye adlandırılan nesne de ölmez sayılır. Görünüşe göre ka, kişinin şahsiyetinde en derin   olan ne varsa onu betimlemektedir ve ailevi bir ka'dan çıkmadır ki bu, grubun tüm üyeleri için ortak bir çeşit peridir. Bu tanım da ka' yı totem'e yaklaştırmaktadır. Durkheim'ın kuramlarından esinlenen büyük Mısır uzmanı Fransız Moret ka'da mana'nın, tanrısal Öz'ün kişileşmesini görmektedir.


"Gelecek yaşam üzerindeki inançlara karşıt olarak, kimi Mısırlılar mutluluğun ancak bu dünyada aranması gerektiği düşüncesindedirler. -Böylesine keskin bir düşünce karşıtlığı bu kavmin düşünsel canlılığını kanıtlamaya yeter-. Söderblom "Yaşam, rahatlık ve sağlık" biçimindeki Mısır özdeyişini bu nedenle anımsatmaktadır. Kreglinger de yine bu konuda, kimi ilgi çeken metinlerden sözetmektedir. Ölen bir kadın, kocasına şu mesajı gönderir:


"Ey benim arkadaşım, benim kocam! Hiçbir zaman yemekten, içmekten, sarhoş olmaktan, kadınlarla sevişmenin zevkini tatmaktan ve şenlikler yapmaktan geri kalma! Gündüzün de, geceleyin de kendini her türlü zevke terket! Yüreğinde kaygıların yeretmesine sakın fırsat verme! Çünkü Batı ülkesinde uyku ile karanlık hüküm sürmektedir; burası öyle bir konuttur ki, içinde bulunanlar hiçbir zaman dışarıya çıkamayacaklardır. Bunlar mumya biçimi altında uyumaktadırlar ve artık hiç uyanmayacaklardır ... Burada hüküm süren tanrının adı tam bir sönmedir".


Orta İmparatorluğun başlangıcından itibaren, yani M.Ö. üçüncü bin yılda halk arasında yayılan ve mezarların üzerinde dinletilen harp çalıcının türküsü de aynı sonuca ulaşmaktadır:


"Yaşadığın sürece gönlüne uy; ölçüsüzce eğlen; gönlünün üzüntüye kapılmasına fırsat verme; arzularını doyuma ulaştır, dünyada olduğun sürece mutluluğu araştır. Çünkü hiç kimse malını mülkünü yanında götürmez. Buraya gelen hiç kimse de geri dönmez."

Bununla birlikte birçok başka Mısırlılar da derin bir ölmezlik umudunu koruyagelmişlerdir; bu umut eski Mısır'ın diniyle, ilişki kurmuş bulunan öteki dinlere de geçmiştir. Nitekim bu, Yahudilik yoluyla yeni yeni başlamakta olan Hristiyanlığa da geçmiş, bu ölmezlik umudu sayesindedir ki Oziris ile Izis'in dini Roma İmparatorluğunun ilk dönemlerinde Roma dünyasının her yanına yayılmıştır.

Mısır dininin belirli niteliklerinden biri de hükümdara, yani firavun'a verilen önemdir.


Firavun, tanrıların ve özellikle şahin-tanrı Horus'un koruması altındadır. Güneşin parlaklığına o da katılır; XIV. Louis'den çok daha önce, Güneş-Kral olmuştur. Tanrı'nın oğludur. Tanrı'dır.


İnsanüstü gücünü nereden almaktadır? Bunu kalıtım yoluyla almaktadır herhalde; kralın kanının temiz olarak kalabilmesi için de hükümdar kızkardeşi ya da baba bir ana ayrı, ya da ana bir baba ayrı kızkardeşiyle evlenmektedir. Bununla birlikte tahtı zorla ele geçirenler bulunduğu gibi, ana- babasından hiç olmazsa biri kral kanından olmayan hükümdarlar da görülmüştür. Böyle hallerde, öğreti, bir yapıntı (fiction) sayesinde kurtulmaktaydı: Tanrı güya gökten yere inmiş ve kralı kendisi yeryüzündeki annesine doğurtturmuştu; yani bir Tanrı evlenmesi olup bitmişti. Ayrıca tahta çıkış sırasındaki kutsama da hükümdara doğaüstü bir güç vermekteydi: Biri Aşağı, öteki Yukarı Mısır'ın olan ve yeni firavunun başına yerleştirilen iki tac, iki "büyük sihirbaz"dı ki ona tanrısal seyyaleyi de teslim ediyordu.



Daha önce de gördüğümüz gibi, hükümdarın başlıca ödevi, adaleti egemen kılmaktı. Şaşırtıcı bir yönteme göre, bu bakımdan ''Adaleti, onu yaratan kimseye doğru yeniden yükseltmek" söz konusu idi.


Fakat firavunun görevi bu sosyal rol ile sona ermiyordu. Bütün doğa olayları ve özellikle, Nil'in verimli taşması ile güneşin düzenli biçimde yürümesi de ona bağlı olan şeylerdi. İnsanlar bir cezayı hakettikleri zaman, kuraklık da firavundan gelebiliyordu. Çünkü o, dünyada yaratılmış olan ülküsel hükümdarın cisimlenmiş haliydi.


Yaşadığı sürece, tanrı Horus'la eş tutularak, kendisine tanrı niteliğiyle tapınılması gerekirdi. Nitekim ölümünden sonra da tanrı Oziris'le bir tutularak yine kendisine tapınılması gerekiyordu.

Eski Mısır'ın Totemizm ve Animizm'den esinlenen dini, bu ilkel evreleri geride bırakmıştır. Bu, çoktanrıcı bir din olmuştur.


Tanrıların her biri ilkin yerli bir tanrı olmuştur ki bu belki de, galip gelen grubun totemi olan kutsal hayvanın başkalaşmış biçimiydi. Bulunduğu yerde her türlü yetkiye sahipti. Sonradan ülkede birlik kuruldu: Saltanat sürmekte olan hanedan her yerde kendi koruyucu tanrısının dinini kabul ettirdi, öteki yerli tanrıları da ikinci derecede Tanrılar olarak benimsedi.


Rahipler bu tanrıları üçlü, sekizli, dokuzlu topluluklar halinde grupladılar. Bu tanrıların ilişkilerini açıklamak amacını güden bir takım efsaneler anlattılar.


Asırlar boyunca Mısır dininin birliğini yapan şey ne kutsal bir metne, ne de bir dogmalar sistemine olan bağlılık değildir, bu dinin, başka başka tanrılara hitabetmesine karşın; birbirlerini izleyen firavunlar tarafından korunan sürekliliğidir. Bir yazarın dediği gibi, "Mısır dini her şeyden önce Mısır toprağının meşru sahipleri olan tanrılara fiilen tapınmaktan ibaretti. Onun özünü ve birliğini sağlayan bağ da buydu."

Mısır çoktanrıcılığının pek büyük sayıdaki tanrıları arasından kimileri, çeşitli nedenlerle, özellikle dikkati çeker.


Bunların ön planda, karısı İzis ve oğlu Horus'la birlikte Oziris yer almaktadır.


Delta' da tanrı Buziris olan Oziris, Memfis'le Abydosta iki ölüler tanrısı ile eş tutulmuş; bu da onu dünya tanrısı haline sokmuştur. Geleneğe göre, Yukarı-Mısır tanrısı olan kendi kardeşi Seth'in karşıtıdır: Çünkü söz konusu olan, Kuzey'le Güney'in savaşlarını ve delta'nın zafer kazanışını simgeleştirmektir.


Oziris efsanesinin, çeşitli anlatılış biçimlerine göre, birbirinden farklı ayrıntıları bulunmakla birlikte özeti şöyledir:


"Oziris de tıpkı Adonis, Dionysos, Zagreus, gibi Orphe'nin mirasçısıdır, bunu da iyicil bir hükümdar olarak yönetir: Burada "savaşları durdurur", adaleti hüküm sürdürür. Halka sanatlarla zanaatları öğretir. İnsanlığı barbarlıktan uygarlığa geçirir. Fakat ne yazık ki kardeşi Seth -ya da, efsanenin hellenleştirilmiş biçiminde Typhoeus onu kıskanmaktadır. Seth Oziris'i öldürür, cesedini on dört parçaya böler. Oziris'in kızkardeşi ve karısı olan İzis, onun dağınık organlarını birleştirerek kendisine yeniden can verir. Dirilen cesedin üzerine yatarak, Horus'a gebe kalır. Delta'nın bataklıklarında gizlenerek çocuğunu bin güçlükle büyütür. Fakat Horus büyür, Seth'le savaşır, onu yener, babasının öcünü alır. Oziris de ölüler ülkesinde hüküm sürer.

Bu iyicil, acı çeken, ölen ve dirilen Tanrı Mısır'ın halkça en tutulan, en büyük şefkatle sevilen tanrısı olmuştur. Bir erkek biçiminde betimlenir, sırtında eski Mısır'da ölülere giydirilen mayoyu andırır bir urba, başında iki tüyle süslü sivri, yüksek bir tac vardır. Teni ise yeniden canlanmanın rengi olan yeşile boyanmıştır. İzis'e gelince, kucağında küçük Horus olduğu halde o, ana sevgisini hep dokunaklı bir biçimde simgeleştirir. Nitekim, Söderblom'un dediği gibi, onun bu tasviri Mısır dininde çok yayılmış, oradan Akdeniz ülkelerine de geçmiş ve sonunda, İsa'yı kucağında tutan Madonna'nın örneği haline gelmiştir.


Oziris efsanesinde bitkilerin ölüp sonra dirilişlerinin bir çeşit ifadesini görenler olmuştur. Bu efsaneyi başka dinsel öykü ve söylentilere benzetenler de bulunmuştur. Bu konuda S. Reinach "Orpheus" adlı yapıtında şöyle diyor:

"Oziris de tıpkı Adonis, Dionysos Zagreus, Orpheus ve İsa gibi acı çeken bir kahraman, arkasından gözyaşı dökülüp sonra dirilen bir kahramandır; efsanesine uyularak yapılan çok eski kurban törenleri gereğince, onuruna kutsal bir boğa kurban edilip on dört parçaya bölündükten sonra bir araya toplanan inananlar tarafından yenilmekte, sonra da Oziris'in dirilişini simgeleştirmek için, yenilen boğanın yerine başka bir kutsal boğa konulmaktaydı. Eski Yunanlıların Oziris efsanesinde Dionysos Zagreus, Titanlarca parçalanıp yenilmiş yavru bir boğaydı ki, sonradan Tanrı Zeus onu diriltip şan ve şeref dolu bir yaşama kavuşturmuştu. İkisi de kurban törenlerinden çıkma olan bu efsaneler, birbirlerine etki yapmamış olmakla birlikte çok benzeşmektedirler."


Heliopolis tanrısı olan başka bir tanrı daha vardı ki adına Ra (ya da Re) denmekteydi. Ra doğan güneş tanrısı ve güneş tanrılarının en büyüğüdür. Göklerde iki sandalla, kimi zaman gündüz sandalıyla, kimi zaman gece sandalıyla yolculuk yapar.

Küçük Thebae kasabasının tanrısı olan Amon, küçük bir tanrıdır, onuruna da üstünkörü bir tapınak yapılmıştır. Fakat Thebae başkent olunca, Amon da tanrıların birincisi oldu. Bunun üzerine Heliopolis rahipleri onu Ra ile bir tutmak gibi bir kurnazlık gösterdiler: Ondan sonra da "türedi" tanrıya AmonRa adı verildi.


Mısır dininin son zamanlarında da Serapis (Oziris-Apis) adlı bir tanrı yükseldi: Batlamyus'lar bu hellenleşmiş Mısır tanrısının dinini, Mısırlı ve Yunanlı uyruklarının inançlarını birleştirmek için bir araç olarak kullandılar.

Bu tanrılara tapınmak için yapılan ayinler, bunların "evleri" sayılan tapınaklarda oluyordu. Sonsuz yaratıkları barındırmakla görevli olan bu yapılar taştan, "sonsuza dek dayanıklı malzemeden" inşa edilmekteydiler.


Ramses'in saltanat döneminde Thebae'deki Amon tapınağı 2500 km2'lik bir alana yayılmış bulunmaktaydı. Antonius sülalesinin saltanat döneminde ise kırk iki tane Serapis tapınağı vardı.


Tapınakların hizmeti için çok sayıda rahipler kullanılmaktaydı. Bu rahip sınıfının elinde kimi zaman sonsuz zenginlikler bulunuyordu; sömürgeleştirilmiş kavimlerin alışılmış yağmasından büyük paylar alan, üstelik çok geniş topraklara sahip bulunan Amon rahipleri, özellikle zengindi. Driton ve Vandier'nin "Mısır" adlı yapıtta da yazdıkları gibi: "Büyük bir sömürge İmparatorluğunun sağladığı ekonomik yararlar firavunların gözünden kaçmamıştı ... Her yıl Mısır'a her çeşit cizyeler oluk gibi akıyordu; bunlardan en başta yararlananlar da hiç kuşkusuz kralla rahipler (özellikle Amon rahipleri) idi."


III. Ramses döneminde Amon'un serveti 235.000 hektar toprak, 81.000 köle, dirilerle eşit muamele gören 5.000 heykel ve 421.000 baş hayvandan ibaretti.

Günlük dinsel tören tanrıyı yedirmek, tuvaletini yapmak, giydirmekten ibaretti. Tepsilerle getirilen yemekler sonunda, kralın kendilerine tapınak üzerinden bir yiyecek geliri bağladığı ayrıcalıklılara veriliyordu.


Arasıra geçitler, tapınma törenleri yapılmaktaydı. Herodot geceleyin kutsal Sais gölü üzerinde Oziris'le ilgili bir dinsel piyesin oynandığını görmüştü. Birtakım din bayramlarında Oziris'i simgeleyen çörekler yeniyordu.

XVIII. hanedan döneminde ve M.Ö. XIV. yüzyılda soylu bir ülkücülüğe ve şaşırtıcı bir enerjiye sahip IV. Amenhotep (ya da IV. Amenophis) adlı bir hükümdar, Mısır'da Tektanrıcılık'ı kurmak istedi.


Başlıca değil de tek tanrı olarak, o zamana dek önemsiz olan bir Tema'yı, Aton'u benimsedi: Aton, güneş yuvarlağını kişileştirmekteydi.


Hükümdar Thebae'de oturursa bu devrimi yapamayacağını seziyordu; çünkü bu kentte Amon rahiplerinin güçlü etkisi vardı; onun için Amenhotep, saltanatının dördüncü yılında başkentten ayrıldı, Orta Mısır'da (Güneş yuvarlağının ufku anlamına gelen ve bugünkü adı Tel-el -Amarna olan) Akhet-Aton adlı yeni bir kent kurdu. İlkel toplumlarda adların sanki büyülü bir önemi vardır. Nitekim Mısır'da da Amon adı böyle bir öneme sahip bulunmaktaydı. Amenhotep her yandan Amon'un adını kazıtıp sildirmeye uğraştı. Öteki tanrıların adlarını kazıtıp sildirmemekle birlikte, onlara tapınılmasını yasak etti. Kendisi de ''Amon memnundur" anlamına gelen eski adını bırakıp ''Aton'un görkemi" anlamına gelen Akinaton adını aldı. Yeni başkente yerleşen memurlar da onu örnek alarak atonist birer ad aldılar. Böylelikle olağanüstü bir din devrimi başarıldı; çoktanrıcı geçmişle bütün bağlar parlak bir biçimde kesildi.


Hükümdarın bu davranışının nedenine gelince: Onun, Amon rahiplerinin politik nüfuzunu kırmak istediğini, ayrıca Thebae dinini İmparatorluğun Mısırlı olmayan uyrukları için de kabul edilir hale sokmak için bu dinin özelliklerini kaldırmak istediğini söyleyenler oldu: Evrensel Güneş'te tapınma, evrensel bir din kurmaya olanak veriyordu. Ya da Akinaton sadece içten gelen bir dinsel duyguya boyun eğmiş bulunmaktaydı.


Hükümdar daha önceki tapınışları kaldırmakla yetinmedi; yeni bir din, Evrensel Yaşam'ın dinini kurmaya kalkıştı. Bunda güneş aynı zamanda hem bir gerçek, hem bir simgedir. Güneş yuvarlağı her yöne, ellerle son bulan ışıklar saçmaktadır.


Kreglinger'in dediği gibi: "Kralın tanrılaştırdığı güçlü bir yaratık değildir ama, yine de insana benzemektedir ve· onun gibi "sınırlı"dır; bu, fizik anlamda güneş değildir; onun dünyaya yaptığı bütün iyiliklerdir: Sıcaklıktır, evreni aydınlatan ışıktır ki güneş bunun en güçlü kaynağıdır. Hükümdar bu hayırlı etkiyi, bu canlandırıcı enerjiyi bütün çevresinde keşfetti; tanrısının yalnız dünyanın yaratılmasında, ya da çevresinde olup biten, açıklanması güç, tek ve olağanüstü olaylarda eli olduğunu kabul etmekle kalmadı; onu her yerde, bu toprağın üzerinde yürek gibi çarpmakta olan bütün yaşamda bütün güzellikte, bütün sevinçte, bütün mutlulukta gördü ki bunlar, tanrının dünyaya saçmakta olduğu iyilikler sayesinde bütün insanlarca duyuluyor; bunlar da onun yapıtını hayranlıkla seyredip değerlendirmeyi biliyorlardı.


Akhnaton'un kendisi de tanrısı onuruna çok güzel övgüler düzdü ki bunlarda daha o zamandan, Hristiyan azizi François d' Assise'in edası çınlamaktadır:


"Sen ki nesnelerin oluşları sırasında zaten yaşamaktaydın, ufukta parlak olarak yükseliyorsun, ey canlı Aton! Doğu ufkunda yükseldiğin zaman, güzelliğinle bütün ülkeleri aydınlatıyorsun! Bütün büyüklük ve parlaklığınla görkemli ve güçlü bir halde, ülkelerin hepsi üzerinde göründüğün zaman ışıklann, yarattığı ile son uçlarına dek bütün ulusları kucaklıyor ... Bizden uzaksın ama, ışıkların yine de yere iniyor ve yaptığın bütün çevrimlerinde kendini insanlara gösteriyorsun ...


Sabahları doğduğun, gün boyunca ışıklarını yerin üzerine saçtığın zaman, karanlığı kovuyorsun; bize ışığını sunuyorsun. O zaman iki ülke de sevince garkoluyor; insanlar kalkıp ayakları üzerinde doğruluyorlar, onları uyandıran sensin. Ellerini yüzlerini yıkıyorlar, giyiniyorlar ve göründüğün zaman, bütün kollar sana tapınıyor. Bütün dünya yeniden işe koyuluyor. Hayvanlar kendilerine verdiğin ot için seviniyorlar, ağaçlarla çayırlar yeşeriyorlar; kuşlar yuvalarından çıkıyorlar ve· kanatları bile senin "ka"na tapınıyor. Keçiler bacakları üzerinde zıplaşıyorlar; kuşlarla havalarda uçup gezen yaratıkların hepsi, sen gökte yükseldiğin zaman yeniden yaşamaya başlıyorlar. Gemiler nehirde aşağı-yukarı gidip geliyorlar; hatta nehirlerin balıkları bile sana doğru atılıyorlar; çünkü ışıkların suların derinliklerine değin sokuluyor.


Anasının kucağındaki çocuğu besleyen sensin; ağlamasın diye onu yatıştıran sensin. Yarattığın her çocuk gün ışığına kavuştuğu zaman, onu canlandıran soluğu sen veriyorsun. Bağırmaya başladığı zaman onun ağzını sen açıyorsun; onun yaşamına göz-kulak oluyorsun. Küçük kuş yumurtadayken ve kabuğunun içinde haykırırken kendisini yaşatan havayı ona veren sensin ve senin sayendedir ki, her yanını saran kabuğu kıracak gücü bulabiliyor.


Yarattığın nesneler ne kadar da çeşitli! Yeryüzünü yalnızken, kendi isteğine göre yarattın; bütün insanlar, sürüler, hayvanlar, yerde yürüyen ve yaşayan, gökte uçan her şeyle birlikte, yeryüzünü de sen yarattın. Yabancı ülkelerde, Suriye' de, Habeşistan' da, her yerde insanı yerli yerine sen koydun, Onun bakımına sen göz-kulak oluyorsun, bütün insanlara da istedikleri rızkı sen veriyorsun.


Ey nurlu Aton, yeryüzünün üzerinde ışıldamaya başladığın zaman bütün gözler seni seyrediyor.


Bu soylu dinsel devrimin yanısıra derin bir ahlak değişimi de oldu. Güneş bütün ulusları, bütün insanları, bütün varlıkları aydınlattı. Onların herbirinde tanrısal bir zerre vardı. Hepsinin içten gelme bir biçimde harekete geçmeye hazır olduklarına inanılabilirdi artık. Drioton ve Vandier'nin "Mısır" adlı yapıtlarında dedikleri gibi: "Özgürlük, Amarna'da doğan dinin yüce düşüncelerinden biri oldu. Yeni öğretinin öteki büyük düşüncesi de doğa sevgisiydi.


Böyle bir öğretinin de yaratıkları sevmeyi ve yaşama neşesini öğütlediğini insan, kolayca anlayabilir.

Değişiklik kendini dinde de gösterdi. Tanrı ile kulları arasına bir rahipler topluluğunun girmesi artık gerekli görülmedi: İyicil Tanrı'yı keşfetmek için gözlerini açmak yetiyordu. Amarna tapınağı, Üzerleri gökyüzüne bakan, açık avlular ve dehlizlerden oluşmaktadır; ana mihrap ise güneşin ışıklarına boğulmuş bir haldedir.


Bu arada bütün güzel sanatlar da baştanbaşa değişti. Yine Drioton ve Vandier'nin dedikleri gibi: "bundan böyle sanat artık gerçekçilikten ve tinselcilikten meydana geldi... Tel-el-Amarna'nın her yanında doğa sevgisine rastlanmaktadır: Dinde, güneşe söylenen övgüler de, günlük yaşayışın sahnelerinde ve hatta evlerin süslenişinde bile bu, böyledir. Kuşlar, çiçekler ve yemişler artık stilleşmiş süs motifleri değil de, doğanın çok değerli vergileri sayılmakta ve bunlar anlatılması güç bir doğruluk, duygululuk ve sevimlilikle betimlenmektedir."


Bununla birlikte gelenekçiler her alanda böylece meydana gelmiş olan devrimden hoşlanmamışlardı. Rahipler, çıkarlarına dokunan sosyal bir değişmeyi onaylamıyorlardı. Akhnaton yirmi dokuz yaşında ölür ölmez de gericiliğin tepkisi başladı. Hükümdarın büyük damadı ancak bir yıl saltanat sürdü; küçük damadı Amon dininin rahiplerine boyun eğdi, Amarna'dan ayrılıp Thebae'ye gitti ve Tutankhaton olan adını, Tutankhamon olarak değiştirdi.

(Tel-el-Amarna'nın birdenbire bırakılışı şöyle bir sonuç verdi: Çöl kumlarının örttüğü tapınaklarla saraylar oldukları gibi kaldılar ve burada yapılan kazılar sayesinde bakanlıkların arşivlerini, Akhnaton'la yabancı hükümdarlar arasındaki mektuplaşmaları bulup çıkarmak mümkün oldu. Bu ise bize, M.Ö. XIV. yüzyılı daha iyi tanıma olanağını verdi; Öte yandan Tutankhamon'un mezarı da Mısır' da soyulmamış olarak keşfedilen tek mezardır ve içindeki "ölüm eşyası" paha biçilmez bir zenginliktedir.)


Tutankhamon'un yerine geçen Horemheb, rahiplerin oyuncağı olan bir askerdi. Tapınakları yıktırdı, Aton adını kazıtıp her yere Amon adını yeniden yazdırdı.


Evrensel tarihin tanıdığı dinsel hareketlerin en güzeli de böylece sona ermiş oldu.


M.Ö. IV. yüzyıldan başlayarak, ölümden sonra yaşamak vaadini taşır sayılan Izis dini Yunan ve Roma dünyasında da yayıldı. Oziris ile Serapis de İzis gibi makbul tutuldular. Jüpiter'le eş tutulan Serapis, Tektanrıcılığa eğilim besleyenlerin gözde tanrısı haline geldi.

Hristiyanlık çağının başlangıcı sıralarında daha evrensel bir nitelik kazanan bu Mısır dinleri, çok canlı bir gizmecilik hareketinin doğmasına yol açtılar.


Latin yazarların bize anlattıklarına göre İzis rahipleri sakalsızdı, başlarının tepesi traşlıydı, keten gömlek giyerlerdi, Madonna'nın önünde bir çeşit ayini kutlamak üzere inananları küçük çanlar çalarak çağırırlardı.


Roma dini ile Latin İtalya dinini incelerken bu Mısır dinlerine yine rastlayacağız ve bunlardan ileride sözedeceğiz. Hatta "Tibullus'un Ağıtları"nın Mirabeau tarafından çevrilen ve 1798'de yayınlanan bir baskısında rastlanan bir not okuyucuya, Lutetia'nın (yani bugünkü Paris'in) dolaylarındaki Issy köyünde bir İzis tapınağının bulunduğunu ve XVI. yüzyılda bir kardinalin, o zamana dek merak dolayısıyla saklanmış olan bir tanrıça heykelini devirtip kırdığını haber vermektedir.


En eski çağlardan beri ruhani çevrelerde çok derin bir aydın yaşam gelişmiş ve hatta bundan, bizzat din düşüncesinin dışındaki başka faaliyet kolları da yararlanmıştır. Örneğin, ilk kez Firavunlar zamanındaki Mısır'da güneşin çevrimi (devri) ve mevsimlerin sıra ile geri gelişi üzerine kurulu, yirmi dört saatlik günlerden ve yedi günlük haftalardan oluşan bir takvim kullanılmıştır. Julius Caesar tarafından birtakım değişikliklerle Roma dünyasına kabul ettirilen ve XVI. yüzyılda Papa XIII. Gregorius tarafından daha da iyileştirilen bu takvim, sonradan evrensel takvim olmuştur. Görünüşe göre bu takvim, Hristiyanlık çağından önceki beşinci bin yıldan kalmadır ve büyük bir din merkezi olan Heliopolis'in astronomları tarafından hazırlanmışa benzemektedir.


Ehramlar yapılmasını zorunlu kılan dinsel ödev, geometrinin yaratılmasına ya da geliştirilmesine yol açmıştır.


Din duygusunun da canlı tuttuğu ölümden sonra yaşamak umudu ilkin yüzyıllar boyunca Mısır'da; sonradan İzis, Oziris ve Serapis'e tapınış Roma dünyasına da yayıldığı zaman Mısır dışında herhalde birçok kaygıları yatıştırmış olsa gerektir.


Ölülerden günahlarını açıklamalarını istemek düşüncesi de yakınlarını mutsuz etmemek, hiç kimseye kötülük yapmamak, çevresinde acı yaratmamak ve gözyaşı döktürmemek gibi çok güzel ahlak düşüncelerini yaymış olmalıdır.


Akhnaton'un tektanrıcılığının yüceliğini ise daha önce anlatmıştık. Tüm varlıkların, yaratıcıları olan Güneş karşısındaki eşitliklerini ileri süren, herkese özgürlük ve tüm yaratıklara karşı sevgi duyma hissi ile yaşama zevkini aşılayan düşünce de bundan doğmuştur.



Felicien Challaye dinler tarihi


Çeviren: Samih Tiryakioğlu 


16 Şubat 2023 Perşembe

Endülüs'ün Abbasiler ve Fatımiler ile ilişkilerinin Reconquista'ya Etkileri

 

750 Yılında İslam devleti içinde hanedan değişikliği oldu ve iktidar Emeviler'den (661-750) Abbasiler'e (750-1258) geçti. Bu arada Abbasiler'in Emevi kıyımından kurtulan Abdurrahman b. Muaviye (756-788) Kuzey Afrika'ya sığındı. Oradan da Endülüs'e geçerek yönetime sahip oldu ve Endülüs Emevileri'ni kurdu. Abbasi halifeleri, başlangıçtan itibaren güçlü oldukları dönemlerde kendi idarelerinden ayrılmış olan Endülüs'ü tekrar kendi devletlerine bağlama çabasına giriştiler. İçte merkezi idareye karşı isyanlarla, dışta İspanyol-Portekiz Reconquista savaşlarıyla, Reconquista'ya sürekli fiili ve moral destek sağlamakta olan Fansızlar ve diğer Avrupalılar ile zaten bir var oluş mücadelesi içerisinde olan Endülüs'ün, Doğu' da Abbasiler ve özellikle Afrika' da Fatımiler (909-1171) ile de ayrıca uğraşmaları gerekecekti.

Abbasi Halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur döneminde (754) yoğun şekilde başlayan Endülüs-Abbasi mücadelesi, daha çok Kuzey Afrika merkezli cereyan etti. Çünkü, Endülüs hakimiyetinin yolu, doğal olarak oradan geçmekteydi. Bunun için Kuzey Afrika' da yaşayan kabilelere ve onların kurdukları emirlikler ya da devletlere hakim olabilmek için iki taraf arasında çeşitli savaşlar yaşandı. Bu savaşlar sonucunda bazen Abbasiler ve bazen de Endülüs Emeviler'i bölge üzerinde söz sahibi oldu. Ancak, birbirini yok etmek üzere hırs ve kinle dolu olan iki taraftan her biri, bölgeye hakim olduğu dönemde hasmının üzerine doğrudan gitme imkanı bulamamıştır. Bir kere, coğrafi şartlar buna izin vermemekteydi. Çünkü, Endülüs Bağdat'a çok uzaktı. Bu sebeple, doğrudan değil de dolaylı ilişkilerle mücadele içine girdiler.


Abbasiler, Kuzey Afrika' daki kendilerine tabi liderleri Endülüs'e sokmak ve böylece içerde isyanlara sebep olmak suretiyle idareye sahip olma girişimlerinde bulundular. Ayrıca, Endülüs'ün düşmanı ve Avrupa'nın en büyük gücü olan Franklar'ın krallarıyla [Pepin (751-768) ve Büyük Karl (768-814)] diplomatik ilişki kurarak anlaştılar ve böylelikle Endülüs'ü hem güneyden ve hem de kuzeyden kuşatma yoluna gittiler. Şarlman'ın Abbasiler'e yardım etmesinin sebebi, sadece iki tarafın da ortak hedefi olan Endülüs'ü almak değildi. Aynı zamanda, Hıristiyan dünyaya hakim olma mücadelesi içinde olduğu Bizans İmparatorluğu'na karşı Abbasiler'i destekleme düşüncesi de bunda etkiliydi. Nitekim, Şarlman bu anlaşma uyarınca Endülüs üzerine sefer düzenledi, ancak başarılı olamadı. İkinci seferinde ise kısmen başarı sağlayarak Berşelune'yi aldıysa (801) da, beklenen sonucu yine alamadı.


Endülüs ve Bizans'a karşı Abbasi-Frank ittifakı harekete geçerken, buna karşı Endülüslü idareciler de boş durmadılar ve aralarında hasımlarına karşı işbirliği için anlaşma yaptılar. Endülüs'te Emevi idaresinin sona erdiği 1031 yılına kadar ilişkiler daha çok bu düzeyde seyretti. Bu tarihten sonra zaten içte zayıflayıp parçalanmaya yüz tutan Abbasiler'in Endülüs ile uğraşacak halleri pek kalmadı. Abbasi halifesine bağlılık arz eden Murabıtlar'ın, ayrıca 1229 yılında Endülüslü lider Muhammed b. Hud'un Endülüs'e hakim olmasıyla ise, dolaylı ve şeklen de olsa Abbasiler Endülüs' e hakim olmuş sayılabilirler. Ancak, bu kez de Abbasiler'i Endülüs'e hakim olmaya sevk eden Emevi unsuru zaten ortadan kalkmış bulunuyordu.


909 yılında kurulan Fatımiler'e gelince, bunlar Şii oldukları için en başta bu yüzden Sünni olan Endülüslüler ile anlaşmaları zordu. Sonra, Hz.Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffin Savaşı (657) sonrasında meydana gelen acı olaylar nedeniyle Fatımiler, Emeviler'i ezeli bir hasım olarak görüyorlardı. Kendi Şii ideolojilerini İslam dünyasına yayma çabasına giren Fatımiler'in ilgi alanları içinde Endülüs de vardı. Dolayısıyla, oraya da seçkin propagandacılarını (dai) salarak dini ve siyasi nitelikte gizli faaliyet içine girdiler. Halk arasında özellikle Emevi idaresinin meşru olmadığı fikrini yaymaya çalıştılar. Bu arada, Kuzey Afrika üzerinde hakimiyet kurma mücadeleleri, tarafların ilişkilerinde en belirgin yanı teşkil etti.


Abbasiler ile olandan farklı olarak Fatımiler ile yapılan Kuzey Afrika hakimiyeti mücadeleleri, bazen dolaylı ve fakat bazen de doğrudan kanlı savaşlar şeklinde cereyan etti. Bu arada, IIl. Abdurrahman Fatımiler ile yaptığı mücadelesi çerçevesinde kendisini "halife" ilan etti. Dini-siyası bir sembol olarak değeri büyük olan halifeliğin, Fatımiler'e karşı olduğu kadar Abbasiler'e karşı da Endülüs'ün bağımsızlığını ve üstünlüğünü ifade etmesi bakımından etkileri büyük oldu. Sonuçta, Endülüslüler ile başa çıkamayacağını anlayan Fatımiler Kuzey Afrika' da tutunamadılar ve dikkatlerini Mısır'a çevirdiler.


İslam dünyasının o zamanki iki büyük devleti olan Abbasiler ve Fatımiler' in Endülüs ile özetlenen tarzda gerçekleşen ilişkilerinden biri olumlu, diğeri olumsuz iki türlü sonuç çıkarmak mümkündür. Birincisi, bu iki devletin Endülüs'e karşı yürüttükleri yok etme ya da kendine katma siyasetleri sayesinde, bağımsızlık yolunda daha yeni olan Endülüs Devleti bir anda kendisini o zamanki İslam ve Batı dünyasının en büyük devletleriyle amansız bir mücadelenin içerisinde buldu. Bu mücadeleler, Endülüs'ün karada ve denizde bağımsız ve hasımları gibi büyük bir güç olarak doğmasının ana sebeplerinden birisi oldu.


İkincisi, yukarıda ana hatlarıyla belirtilen ilişkiler göz önüne alındığında bu iki devletin Endülüs'e karşı yürütülen Reconquista hareketine, Hıristiyanlar lehine katkı sağladıkları gerçeğidir. Bunun en somut göstergesi, Şarlman'ın iki kez Endülüs üzerine saldırması ve Berşelune'nin kaybıdır. Genel etkileri ise, birkaç maddede özetlenebilir. İlk olarak, Endülüs Devleti kendi içinde zaafa düştüğü zamanlarda bir darbe de bu İslam devletlerinden yemiş ve Hıristiyan devletler yanında onlarla da uğraşmak zorunda kalmıştır.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Şeytanın Vasıfları

 


Şeytan, mahiyetindeki iyiliğe, güzelliğe açık tüm istidatlarını iradesiyle öldürmüş ve kötülüğe ait bütün yeteneklerini de geliştirmiştir. İçini tamamen küfürle doldurduğundan artık onun mahiyetinde inanmaya yer kalmamıştır. Öfkeli adamın her davranışından öfke döküldüğü gibi, onun hayatını bütünüyle kötülük kaplamıştır. Artık küfürle bütünleşmiş, her türlü şerri işlemeye fıtratı itibariyle hazır hale gelmiştir.


İblis’in en önemli fonksiyon ve vasıfları şunlardır:


Düşmanlığı


Şeytanın insana olan düşmanlığı apaçıktır. O, içinde taşıyıp durduğu isyan ve küfür tohumlarının ortaya çıkmasına sebep olan insana ve onun zürriyetine harp ilan etmiştir. Allah’a fevkalâde bir saygısızlık içerisinde: “Ben hiç senin çamur olarak yarattığına secde eder miyim? Yemin ederim, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan pek azı dışında, onun neslini (tamamen) kendime bağlayacağım,” demiştir. Allah (c.c), onun insana olan bu öfke, kin ve nefretten meydana gelen düşmanlığını haber vermiş, bizim de onu düşman edinmemizin lüzumunu ihtar etmiştir: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O, kendisine tâbî olanları alevli ateş halkından olmaya çağırır.” Onun bize azılı bir düşman olduğunu bilmek, ona karşı kendimizi uyanık tutma açısından önemlidir. Esasen o, ciddi bir hasım olarak kabul edilse de edilmese de peşine düşenleri hep o can akıcı ateşe sürükleyecek, hiçbir zaman iflah etmeyecektir.


Şeytanın ilk faaliyeti, Âdem’i ve hanımını yoldan çıkarmak olmuştur: “Kendilerinden örtülüp gizlenen kötü yerlerini meydana çıkarmak (avret mahallerini açmak) için, şeytan ikisine de fısıldadı: “Rabb’iniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek, ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti” dedi. Ve onlara: “Elbette ben size öğüt verenlerdenim,” diye (bir de) yemin etti. Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi.) Ağacın meyvasını tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü. Cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar.”


Şeytan, ikisini de aldattı. “Âdem ile Havva ise, hiç kimse yalan yere Allah’a yemin etmez sandılar, aldandılar.” Allah Teâlâ da kendilerine: “Ben sizi o ağaçtan nehyetmemiş miydim, şeytan size açık bir düşmandır dememiş miydim” diye nida etti.


Âdem ve eşi, yaptıkları yanlışlığın utancı içindelerken, bir de böyle bir azar işittiler. Halbuki Allah, onları daha önce ikaz etmiş: “Ey Âdem, bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın, sizi cennetten çıkarmasın, sonra zor durumda kalırsın(ız,)” demişti. Onlar mahcup bir şekilde: “Rabb’imiz, biz kendimize yazık ettik. Şayet sen bizi yarlığamaz ve merhamet etmezsen biz hepten kaybedenlerden oluruz.” dediler. Vaziyeti derhal anladılar, hatalarını itiraf edip tevbe ve istiğfara koştular.


İlâhi suâle karşı İblis’in zikri geçen cevabıyla, Âdem ve Havva’nın bu cevaplarını mukayese etmeli, bu kelimelerin hemen o anda Âdem’in kalbine gelmesinin ne büyük bir lütuf olduğunu ve Âdem ile İblis arasındaki farkın büyüklüğünü anlamalı ki İblis’in ateş ve çamur mukayesesindeki cahilliği bu noktada açıkça gözükmektedir.


Bu ilk iğvasıyla şeytan, düşmanlığını açıkça ortaya koymuştur. Doğru konuşmamış, yalan yere yeminler etmiş, onları aldatmış ve sonra da sıvışıp gitmiştir.

Allah (c.c), Âdem ile eşinin başına gelen bu olayı hatırlatarak bizi de aynı duruma düşmememiz için ikaz eder: “Ey Âdemoğulları, şeytan, ana babanızı, cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin. Çünkü o ve yandaşları sizi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden görürler. (Şu da bir gerçektir ki) Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık.”


Şeytanın düşmanlığı, onun en önde gelen özelliğidir. Ona ait diğer bütün vasıflar, onun bu yanını takviye eder. O, ileride de anlatılacağı üzere, aldatır, süsler, vesvese verir, sinsice yaklaşır, korkutur, va’deder, kuruntulara salar, dürter, fitler, unutturur, hoş olmayan şeylerin yapılmasını emreder, akla hayale gelmedik tuzaklar kurar, bütün bunları da düşmanlığından, insanın bedbaht olup ebedî kaybetmesini arzuladığından yapar.


Şeytan, her ne kadar bize gözükmese de, gizliden gizliye kanımıza, iliklerimize işlemekte, kalbimize sokulmaktadır. O, bize Allah’ın istemediği gayet çirkin şeyleri yapmamızı emreder. Şeytanın emretmesi; onun, Allah’ın razı olmadığı şeyleri süsleyerek hayallerimize atmasından ve onları işlemeye teşvikinden ibarettir. Şeytanı adım adım izlemenin bayağılığını, onun reyine uymanın alçaklığını beyan etmek için emir kelimesi mecaz olarak kullanılmıştır. Ayrıca, şeytanın peşi sıra gidenlerin, onu kendilerine şef edindiklerine de bir işaret olabilir. İblis kötüyü iyi, batılı hak, şerri hayır gibi gösterip dürtülerde bulunur, helali haram, pisi temiz gösterir. Bunların yanında bir de Allah Teâlâ’nın zatı, emirleri, yasakları, icraatı gibi konularda ileri-geri konuşmayı salıklar. Hikmeti açıkça gözükmeyen bazı meselelerde bizi işkillendirirr. İman esasları veya İslam’ın şartları ile alakalı lüzumsuz ve tehlikeli düşünceleri sokuşturarak bunları açığa vurmamızı ister. Bütün bunların şeytan işi olduğu bilinmeli, ona göre tedbirler alınmalıdır. Cenab-ı Hakk, bunları bize bildirerek tetikte olmamızı tavsiye eder: “Ey insanlar, yeryüzünde bulunan temiz ve helal şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. Size daima kötülük ve çirkinliklerin en aşırılarını ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”


Hainliği


Hıyanet, şeytanın en belirgin özelliklerindendir. Emanete veya verilen söze vefasız davranma, güveni kötüye kullanma manalarına gelen hıyanet, nifakla aynı manaya gelir. Şu var ki nifak, dine karşı vefasız kalma, umursamama durumunda kullanılan kelimedir. Hıyanet ve nifak kelimeleri iç içe geçmiş, belli etmeden, verilen söze, hakka muhalefet etme manalarını ifade eder olmuştur. Şeytan, insana en pes ve bayağı şeyleri yapmasını fısıldar, kötülüğü çok masumane bir şekilde nazara verir. Maksadı hasıl olunca da sıvışır, ortadan kaybolur. Âdem ve hanımına da böyle yapmıştır. Bir nasihatçı gibi onlara yaklaşmış, yeminler etmiş, o yasak meyveden tattırınca da çekip gitmiştir. Ondan sonra gelişen hadiseleri beraber göğüsleyecekleri yerde, onları yardımsız ve yardımcısız bırakmıştır. “...Zaten şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakır.” ayetiyle ifade edilen mana da budur. Yani o, hiçbir zaman insanın hayrına dost olmaz. Bir felakete sürüklemek için öyle gözükür, nihayet başı sıkışınca onu yardımsız bırakır, çekiliverir, hainlikten hiç vazgeçmez.


Şeytan, hazûldür, insanları hizlana atar, muavenetsiz, yardımcısız, kimsesiz, yalnız başına, sefil bırakır, zelil eder. Bazı insanları ve cinlerin bazılarını iyice baştan çıkararak onları kendine yandaş edinir. Fakat şeytan onlara da vefasızdır, nankördür. Dünyada peşinden koşturduklarını öbür tarafta kurtaramayacağını, onlara faydalı olamayacağını ifade edecek: “İş bitirildikten sonra şeytan: “Allah size gerçeği va’detti, ben de size va’dde bulundum, ama ben sözümden caydım. Benim, sizin aleyhinize kullanabileceğim bir gücüm de yoktu. Sadece sizi (inkâra ve isyana) çağırdım. Siz de benim çağrıma derhal icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın da kendi kendinizi levmedin. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni. Ben, daha önceden beni (Allah’a) ortak tutmanızı da tanımamıştım zaten. Hiç şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır,” diyecektir.


Şeytan ilk münafık ve sonrakilerin de akıl hocasıdır. Nifak kelimesi hıyanet kelimesi ile küçük bir nüansla ayrılsa bile birbirlerinin yerine kullanılabilmektedirler. İnsanlar, iki yüzlülüğü şeytandan öğrenmişlerdir: “(Münafıkların durumu) Tıpkı şeytanın şu durumuna benzer ki insana “İnkâr et” dedi. İnsan inkâr edince de “Ben senden uzağım, ben Alemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım,” dedi. Nihayet ikisinin de sonu, ebedî olarak ateşte kalmaları oldu. İşte zalimlerin cezası budur.”


Şeytanın vartalarına karşı koyabilmenin, dünya ve ahirette kaybetmemenin en önemli çaresi, Allah’ın dosdoğru yolunda yürümeye çalışmaktır: Abdullah b. Mes’ud (r.a) diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.s) yere bir çizgi çizdi: “Bu Allah’ın doğru yoludur” dedi. Sonra o çizginin sağına soluna bir çok çizgi daha çizdi. Sonra da: “Bunlar da bir çok yollar, her bir yol üzerinde, insanları kendisine çağıran bir şeytan vardır” dedi. Arkasından da: ”İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, başka yolların peşine düşmeyin ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte Allah, belki korunursunuz diye size böyle tavsiyede bulunuyor,” ayetini okudu.”


Vesvesesi


Şeytanın en çok bilinen özelliği onun vesvese verici olmasıdır. Vesvese; gizli ses, zinet eşyalarının çıkardığı ses, insanın içinden sessizce konuşması, fısıltı, akla gelen bayağı hatıralar gibi manalara gelir. Vesvâs ise; kalbe hayırsız, faydasız, alçak hatıraları atan, yavaşça fısıldayan, insanların sinelerine vesvese verip durmada fevkalâde kabiliyetli olan gibi manalar ifade eder. Bu isim, bu işte en başarılı olan şeytana ad olmuş, bu özelliğini çok kullandığından, sanki vesvesenin bizzat kendisi haline gelmiş, bütün işi ve meşguliyeti bu olmuştur.


Hunûs ise; inkıbaz ve istihfa’ demek olup büzülme, çekilme, kasvet, keder, sıkıntı içinde olma, kabz hali yaşıyor olma, gecikme, gerileme, saklanma ve gizlenme gibi manalara gelmektedir. Hannâs ise; Allah anıldığı zaman geri geri çekilen, sinen, o esnada kaybolan, sıkılıp büzülen manalarını ifade eden mübalağalı faildir.


Vesvâs ve hannâs kelimelerini, yukarıda söylenilen manaları göz önüne alarak şöyle ifade edebiliriz: İnsanın aklına ve kalbine, lüzumsuz ve alçak hatıraları atan, hiç belli etmeden fısıltıda bulunan, gizliden gizliye aldatma ve ayartma için fis-kos edip duran; sinerek, gerisin geriye çekilerek fenalığa sürükleyen, değişik stratejilerle haktan yüz çevirten, dönek, sineleri işkillendirip duran, vesveseci şeytan.


“Şeytan, insanın kalbi üzerine çöküp oturur (fırsat kollar). O kimse Allah’ı zikrederse şeytan büzülür, kabza girer. O kişi kendini gaflete salarsa, şeytan ona vesvesede bulunur.” İnsanların gaflete dalmaları için de bazı şeyleri güzel gösterir, insanları gurura ve kibre sevkeder: “Düşün o vakti ki, şeytan onlara yaptıkları işleri süslemiş, “Bu gün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur. (Korkmayın) Ben sizin yanınızdayım” demişti. Fakat iki topluluk birbirlerini görünce iki ökçesi üzerine (gerisin geriye) dönmüş, “Ben sizin yaptıklarınızdan berîyim, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezası pek şiddetlidir,” demişti”

Bu ayet, Bedir Savaşı münasebetiyle nazil olmuştur. Şeytan önce allamış-pullamış, içlerine kuruntu doldurmuş, gelişen hadiseleri görünce de apar topar sıvışıp gitmiştir. Giderken de sessiz sedasız gitmemiş: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım...” gibi birçok sözler söyleyerek onları iyice yıkmış, içlerine acı acı endişeler atmış, ümitlerini bütün bütün bitirip öyle gitmiştir.


Kur’an’da, şeytanın vesvesesi ile alakalı somut misal olarak sadece, Âdem (a.s) ile karısına verdiği vesvese anlatılmaktadır. Şeytan, kendisine “Kovulmuş olarak çık oradan,” denildikten, yani cennetten kovulduktan sonra Âdem’e ve eşine vesvese vermiştir. Cennetin dışından, içindeki insanlara vesvese atmıştır. Bu hadisenin cereyan şekli ile alakalı değişik rivayetler zikredilir: Bazıları: “Şeytan, cennete melekler gibi değerli birisi olarak girmekten menolunmuştur. Yoksa Âdem ve Havva’ya imtihan vesilesi olarak girmekten alıkonmamıştır,” derler. “Cennetin kapısına kadar geldi, oradan vesvese verdi,” diyenler olmuştur. Bir hayvan sûretinde girdiğinden ötürü cennetin bekçiliği yapan meleklerin onu göremediğini iddia edenler, bir yılanın ağzına gizlenip cennete öylece girdiğini söyleyenler olmuştur. Bazıları da şeytanın, yandaşlarından birkaçını göndermek sûretiyle Âdem ile eşinin ayağını kaydırdığını ifade ve iddia etmişlerdir.


Yukarıda ifade edilen rivayetler pek sıhhatli görünmemektedir. İşin aslını Allah bilir. Bizce burada önemli olan, Şeytanın Hz. Âdem ve eşine verdiği vesvesenin cereyan şeklinden ziyade, cennetten kovulmasına rağmen, yine de vesveseye imkan bulabilmesindedir.


Ayetlerin delaleti gösteriyor ki, İblis’in cennetten kovulup çıkartılması, dört bir taraftan vesvese verme imkanını ortadan kaldırmamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s) de, vesveseyi, bir mücahidi cihaddan alıkoymaya çalışan bir düşünce olarak nazarlara sunmuştur: “Şeytan, insanoğlunun çeşitli yollarında oturur. Önce İslamiyet yolu üzerine oturur ve “Ananın babanın dinini terk edip müslüman mı olacaksın?” der. İnsan bu hususta şeytanı dinlemeyerek müslüman olursa, bu defa hicret yolu üzerine oturur ve “Şu vatanını şu havayı terk edip nereye gideceksin?” der. İnsan eğer burada da şeytanı dinlemez ve hicret ederse, bu defa onun cihad yolu üzerine otururak onu cihaddan alıkoymaya çalışır: “Harp, öldürmek ve nihayet ölmek değil midir? Neticede ailen başkasına yâr olur, servetin de başkaları tarafından paylaşılır,” demek sûretiyle insanı cihaddan geri bırakmak ister. O insan bunu da dinlemez ve mücahedesini yaparak ölürse, Allah Teâlâ’nın cennetini hak etmiş olur.”


Şeytan, Allah Rasûlü’nün arkadaşlarına da birşeyler fısıldamış, onları da yanıltmaya çalışmıştı. Mikdad (r.a), bir defasında şeytanın kendisine gelerek Hz. Peygamber’e ayrılan sütü içmesi hakkında vesvese verdiğini, onun da bu vesvesenin tesiriyle sütü içtiğini, sonra da duyduğu pişmanlığı ifade etmiştir.


Ebu Hüreyre (r.a)’ye de şeytan gelmiş, ona birçok yalanlar söylemiş, hatta âyetü’l-kürsîyi şeytandan korunması için okumasını tavsiye etmiştir.


Şeytansız insan düşünülemez. Farklılık, şeytana itaat ve isyandadır. Aişe (r.a) Hz. Peygamber’e: “Şeytan benimle beraber mi?” diye sormuş, O da: “O, her insanla beraberdir” demiştir. Aişe (r.a): Seninle de beraber mi Ya Rasûlallah?” diye sorunca: “Evet, fakat Allah yardım etti de, o bana teslim oldu,” buyurmuştur. Hadisin başka bir varyantında Allah Rasûlü (s.a.s): “Hiç kimse yoktur ki, onun cinden bir arkadaşı olmasın” dedi. Bunun üzerine Ashab: “Sizin de var mı?” diye sorduklarında Hz. Peygamber (s.a.s): “Evet benim de var, fakat Allah bana yardım etti de o teslim oldu, (şimdilerde ise) bana sadece iyiliği emretmektedir,” demiştir.


Şeytanın vesvese ve hunûsu hakkında, ayet ve hadislerin bildirdiği kadarıyla bilgi edinmiş olabiliriz. Fakat onun mahiyetini tam olarak hiçbir zaman öğrenemeyecek, tamamıyla idrak edemeyeceğiz. Mesela, yukarıdaki ayette geçen “Bu gün insanlardan size galebe edebilecek yoktur, ben sizinle beraberim” sözünü nasıl söylemiştir? Ökçeleri üzerine dönüp kaçması nasıl olmuştur? Sadece bunlar değil, başka ayetlerde de ifade edilen, örneğin yemin etmesi, dürtmesi, arkadaşlık yapması, konuşması gibi ona ait daha birçok icraatın hakikatını bütünüyle bilemeyeceğiz. “Zira şeytana ait bütün işler, bizim yaşadığımız hayat buudları haricinde cereyan etmektedir. Onun fiilleri de, kendi şahsı gibi metafizik alemle alakalıdır. O ve onun işlerini biz, ayetlerin ve hadislerin ışığı altında öğrenir, yakînen inanırız.”


Fakat bütün bunların yanında biz, şeytanın insana olan tesirinin bir atmosfer, bir manyetik alan işi olabileceğini de uzak görmemekteyiz. Bir dakika önce olumsuz hiçbir şey hissetmeyen insan, bir dakika sonra bir günaha meylediyor ve hatta o günahı işliyorsa, bu, o kişinin, şeytanın atmosferine kapılmasından kaynaklanmaktadır. Tıpkı bir Allah dostunun huzuruna girildiğinde, o zattan etkilenildiği, onun atmosferinde ruhen ve kalben aydınlanıldığı gibi. Veya mıknatısın manyetik alanına giren demirin ona doğru ilerlemesi gibi.


Şeytan da, ya günahı bizzat göstererek ya da zihinleri onunla bulandırarak insanı tesir alanına çekmekte, bütün kabiliyetlerini kullanarak onu, kendi atmosferine sokmakta ve istediklerini yaptırtmaktadır. Şeytandan Allah’a sığınma da, onun manyetik alanına girmeme, onun dürtülerinden etkilenmeme temennisi olsa gerektir.

Her şeye rağmen bir realite var ki, o da şeytanın insana vesvese verip durmaktan hiç bıkıp usanmamasıdır. Onun en küçük bir boşluğunu bile affetmemekte, çeşit çeşit yollarla yıkmaya çalışmaktadır.


İnsana gerek şeytan tarafından gerek nefsi tarafından pek fena ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Onları yenip kaçırmanın çaresi, onlarla meşgul olmamaktır. Arılar gibi ki onlarla uğraşıldığı takdirde hücumlarını artırırlar, ilgilenilmediğinde ise terkeder giderler. Pis bir delikten güneş ve yıldızlara bakıldığında, delikteki pisliğin bakana da, bakılana da bulaşmadığı gibi, vesvesenin de İlahî hakikatlere ve insan kalbine herhangi bir zararı yoktur.


Melun ve Racîm Olması


Şeytana ait birçok özellik vardır. Bunların çoğu onun hedefine ulaşması için kullandığı manevî cihazlarıdır. Vesvesesi, süslemesi, dürtmesi, emretmesi gibi. Körelttiği iyi hasletlerine bedel, bütün kötü sıfatları kendinde toplamış ve onları inkişaf ettirmiştir. Tıpkı bir insanın iradesini şer ve kötülük adına kullanıp, zamanla tüm hayır ve iyiliklere kapanması gibi. İblis’in kendi gayesine ulaşması adına kullandığı bu hususiyetlerine onun pozitif özellikleri diyeceksek, onun zatıyla alakalı iki de negatif özelliği vardır. Melun ve racîm olması onun, Allah’a isyanı neticesinde sırtına vurulan iki damgadır.


Şeytanın pozitif özellikleri, Allah’a isyanından önce de kendinde mevcut idi. O, Âdem yaratılmadan önce de, vesveseci, süsleyici, fitleyici idi. Fakat, o vakte kadar bunları kullanmamış, kullanmaya lüzum görmemişti. Bu hasletler, dışa aksetmediğinden gözükmüyorlardı. Hz. Âdem yaratılıp ona secde emri gelince, inat etmiş, kibirlenmiş, emri yerine getirmemişti. Böylelikle onun içi dışına çıkmış, mevcut özelliklerinin ortaya dökülmesiyle birlikte, daha önce olmayan iki yeni sıfat daha kazanmış oldu. Artık o, Allah’ın huzurundan kovulmuş, cennetten atılmış, lanetlenmişti.

Lanet; “bir şeyi kovmak, uzaklaştırmak demektir. Allah’tan kovma ve uzaklaştırma, mahlûkattan sebb ve beddua manasına gelir,” denmiştir. Azap etme manasını da kapsar ki Allah’ın kendinden uzak tuttuğu kimse, O’nun rahmetine ulaşamaz ve ebediyen cehennemde kalır. Bu kelime şeytanın gâlib sıfatıdır, çünkü o semadan kovulmuş, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Lain, melun manasını ifade eder. Helak ve rezil rüsva olana da denir. Ayrıca tarlalara dikilen korkuluklara da lain denilmektedir.


Asım  Efendi (ö.  1174/1760) de:  “Melun  kelimesi,  matrud,  kovulmuş  manasınadır.


Herkesin lanet ve nefrin ettiği kişiye, sebb ve şetm edilen, sövülüp sayılan, hakarete maruz kalana, rezalet ve helakete uğramışa da denir” der.


Kur’an’da, şirkin anlatıldığı aynı yerde şeytan ve onun Allah’ın lanetine uğraması beraber anılır: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki her şeyi dilediğine yarlığar. O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp bir takım dişilerden başkasına dua etmiyorlar ve onlar meret (hayırsız, âsî) şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. O şeytan ki Allah ona lanet etti ve o da: “Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara salacağım ve onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar; yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler,” dedi. Kim Allah’ın yerine şeytanı dost edinirse muhakkak ki o açık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara söz verir, va’d eder. Fakat şeytanın söz vermesi, aldatmadan başka bir şey değildir.”


Yukarıdaki ayette, şeytanın Allah’a bu kadar saygısızca karşı gelmesi, onun niçin lanetlendiğini açıklıyor gibidir. Allah’ın emrini dinlememeden başka bir de kalkıp böyle edepsizce sözler söylemesi bunu netice vermiştir. “Ben, çamur olarak yarattığın kimseye secde eder miyim hiç. Şu benden üstün kıldığına bak. (Nesi var ki) Andolsun eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini pek azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim,” demişti. Daha bunun gibi birçok laf etmiş, Allah’ın gadabını üzerine çekmiştir: “Allah, (Defol) git dedi. Onlardan kim sana uyarsa, cezanız cehennemdir, tastamam bir ceza. Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, onlara çeşitli va’dlerde bulun. Gerçi şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.”


Racîm kelimesi ise; Taşlama, katletme, lanet etme, ayrılma, hicran, kovma, sûi zanda bulunma, yakışıksız söz söyleme, sövüp sayma, şetmetme ve körü körüne iftirada bulunma gibi manalara gelir. Taşlanmış, kovulmuş, tahkire uğramış, lanetlenmiş demektir.


Racîm kelimesi, hem fâil ve hem de mef’ûl manalarını içerir. Yani racîm olan şeytan deyince hem atan, gayb taşlayan, lanetleyen, kötü zanda bulunan, iftira eden, sövüp sayan, hakaret eden, kendi kendine hükümler veren, fırsatını bulunca katleden gibi manalar anlaşılabileceği gibi hem de, taşlanan, kovulan, lanetlenen, hakaret gören, kendisine sûi zan edilen, sövülüp sayılan gibi manalar da anlaşılır.


Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, mel’un ile racîm kelimeleri arasında bir nüans, hatta bununda önünde bir telâzum (birbirini gerektirme) vardır. Lanete uğrayan hayır ile alakası kesilip uzaklaştırılmaktadır. Racîm de, onuru rencide edilerek kovulmakta, yaka-paça tutulup dışarı atılmaktadır. Allah’ın huzurundan uzaklaştırılan, aynı zamanda kovulmuş; kovulan, hayır adına kapanmış, hayırsızlaşmış, derdest edilerek kapı dışarı edilmiş olur. Allah’ın gadabını celbeden, bedduaya maruz kalır. Allah’a isyan eden, rezil rüsva olur, herkesin nefret ettiği kişi, birçokları tarafından da hakarete uğrar.


Kur’an’da, semanın Allah tarafından süslenerek her racîm şeytandan korunduğu ifade edilmiştir: “Andolsun ki biz semada burçlar yaptık ve onu, (dikkatlice tetkik ederek) bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanarak kovulmuş şeytandan koruduk” Bu ayette “her şeytan-ı racîm” denmesi gösteriyor ki insan ve cinden olan bütün şeytanlar, hiç biri hariçte kalmamak üzere racîmdir. Şeytan ve onun avanesi, semaya çıkamaz, göklere vakıf olamaz, yerdeki gibi orada da şeytanet yapamaz. Sema, bütün şeytanlara kapalıdır. Onların hepsi, semadan kovulmuş, atılmıştır. Ancak kulak hırsızlığı edenler olur. Semadan çaldıklarıyla yerde şeytanlık yapmak isterler. Fakat onları da alevli bir ateş parçası kovalar.


Allah (c.c), yukarıdaki ayetle, semanın bütün şeytanlardan muhafaza edildiğini ifade eder. Sema gibi Kur’an da muhafaza altındadır. Ona da kimse ilişemeyecek, herhangi bir zarar veremeyecektir: “Şüphe yok ki zikri biz indirdik biz. Ve herhalde onu muhafaza edecek de yine biziz,” ayeti gayet açık olarak bunu anlatır.


Kur’an ile sema arasında üç yönden benzerlik vardır. Birincisi, Kur’an’ın muhafazasını ifade eden ayetle, semanın korunmasını anlatan ayet arasındaki benzerliktir. Nasıl ki sema, akıllara durgunluk veren büyüklüğü ve harika manzarasıyla insanların nazarına tezyin edilmiştir. Sema gibi Kur’an da, yetişilemeyen üslubuyla, taklit edilemeyen ayetleri ve sûreleriyle, erbabı için süslendirilmiştir. İkincisi, Kur’an da sema da şeytanlara karşı koruma altına alınmıştır. Üçüncü de, semanın şeytanlardan korunması ifade edilirken o şeytanlar, racîm sıfatıyla anılmıştır. Kur’an okumaya başlanacağı zaman da şeytanlardan korunmak emredilmiş:“Kur’an okuyacağın zaman, racîm olan şeytandan Allah’a sığın,” denmiştir.



Kötülük ve Çirkinliği Emretmesi


Bütün iyilik ve güzellikler Allah’tandır. O, kullarının küfrüne razı olmadığı gibi, hak yolundan çıkıp, doğru yoldan sapan fasıkları da rızasına erdirmez. “Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” Şuurluca yapılan ibadetler bile, insanı kötülük işlemekten alıkor. Kur’an’da buna misal olarak namaz verilmiş: “Namaz, (insanı) kötülüklerden ve kerih görülen şeylerden alıkor,” buyurulmuştur. Esas peşine düşülmesi gereken, Allah’ın ve Rasûlü’nün hoşnutluğudur. Bir mü’minin hayallerini bu yüce gaye süslemelidir.


Cenab-ı Hakk, her işte orta yolu tutmayı, itidali, ifrat ve tefritten sakınıp dengeli hareket etmeyi, sadece kendisine ibadet edilmesini emreder. Hz. Peygamber’e de: “Sen afv yolunu tut, örfle emret ve kendini bilmezlerden yüz çevir,” emrinde bulunmuştur. İyiliği ve hayrı emretme Allah’ın adetidir. Allah Teâlâ, ma’rufu emredip münkerden nehyettiği gibi, Allah Rasûlü de, iyiliği emredip hoşlanılmayan şeyleri yasaklar. Kur’an’da mü’minler nazara verilirken, onların da iyiliği ve hayrı emrettikleri, kötülük ve şerden alıkoydukları zikredilerek, bu hususiyetin değerine atıfta bulunulmuştur.


Fakat şeytan, insana, Allah’ın bunca emir ve nehylerinin tam aksine olan şeyleri yapmasını fitler: “O (şeytan) size ancak, kötü ve gayet çirkin şeyleri ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi emreder.” O, Allah’a karşı büyük bir cüret ve saygısızlık ifade eden ne varsa hepsini söylettirmeye çalışır. Halbuki, hiçbir dinde, hiçbir vahiyde, hiçbir peygamberde Allah’ın edepsizliği emrettiğine delalet edecek hiçbir şey yoktur. İnsanları edepsizliğe, terbiyesizliğe ve günaha davet eden, şeytandan başkası değildir.


Cenab-ı Hakk, bu şekilde iftirada bulunanlara bizzat kendisi: “Allah, hiçbir zaman, fenalığı emretmez, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri (Allah’a karşı) mı söylüyorsunuz?” diyerek cevap vermektedir.


Unutulmamalıdır ki Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelenlere, içinde ebediyen kalacakları ve kendileri için rezalet ve zillet sebebi olan cehennem vardır.


İsyanı ve İnadı


Şeytan için bitişin başlangıcı, isyanı; bitişi geri dönülmez hale getiren de inadı olmuştur. Âdem’e secde emrini yerine getirmemiş, Allah’ın sözünü tutmamıştı. “Rabb’in emrine muhalefet etme” manasına gelen isyan, şeytanın birinci yanlışlığı oldu. O, emir geldiği zaman, diretip kibirlenmiş, küstahlaşarak emre muhalefet etmişti. Cenab-ı Hakk: “Emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorgulayınca da: “Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan,” deme cüretini göstermişti. Secde etmediğine pişman olmamıştı ki Allah’a böyle küstahça karşılık veriyordu. Bu da, onun ikinci yanlışlığı oldu. İsyan etmiş, sonra da bu isyanında inat etmişti. Halbuki diretip inat etmeseydi kurtulabilirdi. Nitekim Hz. Âdem, hatasını anlayınca derhal Allah’a yönelmiş ve affa mazhar olmuştu. İblis, bunu yapmamış, hatasını unutturacak bir hayır da işlememişti. Bu yüzden isyanı, onu başkalarından ayıran önemli bir özelliği oldu. Hakk’a muhalefet söz konusu olunca isyan, isyan söz konusu olunca da şeytan akla gelir oldu. Hz. İbrahim, putperest olan babasını tevhid dinine davet ederken: “Babacığım, şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a isyan etmişti,” diyerek şeytanın başka değil, sadece bu yanına dikkat çekiyordu.


İsyanın zıddı itaattır. Allah’a itaat, şeytana isyan; Allah’a isyan da şeytana itaattir. İbadetlerini tastamam yerine getirmeye çalışıp bu azimlerini kaybetmeyenler, şeytanın tesirine girmeyecek ve değişik yanlışlıklara –Allah’ın izniyle- düşmeyeceklerdir. Bu aynı zamanda Allah’ı dost edinmenin de manası oluyor. Şeytan: “Eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı hariç, onun neslini kendime bağlayacağım,” derken, Allah’ın kullarına göndermede bulunmaktadır. O bilmektedir ki Rabb’lerine ihlas ve samimiyetle ibadet edenleri şaşırtamayacak, ne taraftan gelirse gelsin onları bedbaht edemeyecektir. Allah (c.c) da, bu insanlara “benim kullarım” diyerek sahip çıkmakta: “Şurası muhakkak ki benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın yoktur,” buyurmaktadır.


Şeytanı dost edinme ise, Allah’ı bırakmak demek olur ki: “Allah’ı bırakıp ta şeytanı dost edinenler, pek açık bir sûrette ziyan etmişlerdir,” ayetiyle manasını bulur.


Allah’a âsi olan şeytana itaat edip onu dost edinme, bir kafir sıfatıdır. İsyankâr şeytana uyma, insanı Allah’a isyana götürür. Düşmanın dostu da düşmandır. İnsanın şeytanla olan irtibatı, imanı ölçüsündedir. İmandan hiç nasibi olmayanların dostları, âmirleri, başlarına tebelleş olan arkadaşları ise şeytanlar olur: “Şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır.” İmansızlık ile şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korumasız bahçeye haşerât hücum eder: “...Biz kafirlerin üzerine kendilerini iyice (isyankârlığa) sevkeden şeytanları gönderdik,” ayetinde de ifade edildiği gibi, imansız kalblere şeytanlar musallat olur. Kafirler şeytaneti sever, şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. İmansızların bütün temayülleri, şeytanette olduğundan önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer, ve artık onları diledikleri yere sevk ederler.


Korkutması


Havf, korkma ve ürperti duyma demektir. Her hangi bir zan veya kati bir bilgiden ötürü istenilmeyen bir şeyin başa geleceği endişesiyle girilen psikolojik hale denir. Tıpkı, hoşa gidecek bir durumla karşılaşma ihtimalinden dolayı meydana gelen beklentiye ümit denmesi gibi. Havfın zıddı emniyettir. Hem dînî ve hem de uhrevî meselelerde kullanılan bir kelimedir. Allah Teâlâ’dan korkma denildiği zaman, O’ndan ürperti duyma veya aslandan korkar gibi O’ndan korkma manası anlaşılmaz. Bilakis masiyetten sakınma ve O’na ibadette derinleşme manalarını içerir. Bundan ötürüdür ki günahları terketmemiş birisi Allah’tan korkuyor sayılmaz. O’na karşı havf içinde olmanın göstergesi, O’na isyana götüren şeylerden sakınmak ve bu sakınmayı teşvik etmektir: “İşte Allah, kullarını (azabına) karşı sakındırıyor. Ey kullarım benden korkun,” ayetinin çerçevelediği mana budur. Cenab-ı Hakk, şeytana ve yandaşlarına karşı korku ve ürperti duymayı yasaklamış: “...Eğer mü’minler iseniz, şeytanın dostlarından korkmayın, benden korkun,” buyurmuştur. Bunun manası, şeytanın emirlerini değil, benim emirlerimi yerine getirin demektir.


Yukarıdaki ayetin baş tarafı da vardır ki buraya: “İşte bu şeytan, sizi dostlarından korkutuyor” manası verilebileceği gibi, “İşte bu şeytanın dostları, sizi korkutuyor” diye meallendirmek de doğrudur.


Şeytan, insanları kendinden korkutur, kendine karşı ürperti hasıl ettirir. Veya dostları vasıtasıyla kendinden korkutur. Ya da kendisi, kendi dostlarına karşı bir korku ve ürperti meydana getirir. Veyahut dostları vesilesiyle yine kendi dostlarına karşı korkutur. Hasılı şeytan, insanda bulunan bu duyguyu, kendi hesabına işlettirmek sûretiyle onu saptırmak ister. Mü’min ise, şeytanın bütün bu çalışmalarını kısırlaştıracak işler yapmalı, bu korku hissini doğruya kanalize etmeli, sadece Allah’a karşı havf içinde olmalı, O’nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmalıdır.


Fakirliği Va’detmesi


Va’d; söz verme, bir şeyi üstlenip kendi üzerine alma, yapacağına dair taahhütte bulunma gibi manaları içerir. Hem hayır hem de şer için kullanılır. Şeytan, kendine tâbi olanlara aslı-esası olmayan şeyleri va’deder. Onları kuruntulara salar, ümniyeler verir, değişik arzu ve heveslere kaydırır, ağızlarının suyunu akıtır. Onun bütün va’dleri, hep şer çizgisini takip etmekte olup sadece birer aldatmacadan ibarettir: “Şeytan, onlara söz verir, ümitlendirir. Fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka bir şey değildir.” Şeytan, insanları değişik kanaat ve zanlara sevkeder. O, devamlı insanın aleyhine çalıştığından, hayırlı işlere karşı ümitsizlik pompalar. Mesela: “Şeytan, fakirliği va’deder.” “Aman hayır etmeyin, sonra elinizde avucunuzda bir şey kalmaz, züğürt hale gelirsiniz” der. Buna karşılık, hayırsız ve yanlış işleri süsler, etrafa aldatıcı duygu ve düşünceler püskürtür. Bu duygu ve düşüncelerin ilk baştaki hoşa giden yönlerine baktırdığından arkasından gelecek sıkıntılarını gördürmez. Onun bu tür hücumuna maruz kalan insan da aldanmış olur, kendini hiç olmayacak hayallere salar, kuruntularıyla avunur, basireti bağlanır, doğruyu ve güzeli bulamaz.


Şeytanın va’dlerde bulunması, değişik kuruntulara salması, her insan için muhtemeldir. Bundan Peygamberler bile müstesna değillerdir. Şu var ki Allah (c.c), peygamberlerini, şeytanın bu karıştırmalarından korur, onlara zarar verdirtmez: “Senden önce hiçbir Nebi ve Rasûl göndermedik ki şeytan onun arzusu içerisine mutlaka dünyevi bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, Hikmet sahibidir.”


Şeytan yalan yanlış şüpheler karıştırır. Değişik kuruntular ve arzuları insanın gönlüne hoş gösterir. Fakat bu tür ümniyeler isabetli olmayabilir. Her zaman için hata yapmak mümkündür. Peygamberlerin verdikleri kararlar, vahy değil de, kendi içtihatları ise nadiren bunlarda da isabet edememe ihtimali söz konusudur. Ama Cenab-ı Hakk, şeytanın attığı bu kuruntuları peygamberlerinden giderir, yok eder. Ve kendi ayetlerini hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde kuvvetleştirir, sapasağlam hale getirir.


Peygamber, bir ümniye (arzu) takip ettiği zaman, şeytanın o ümniyeye bir şeyler katmasına imkan verilse idi, peygamberin ümniyesi ile kalbi kaskatı olmuş münafığın kuruntusu arasında herhangi bir fark kalmazdı. Fakat öyle olmadı. Allah, Rasûllerini kendi düşünceleri ile baş başa bırakmadı. Onları ve getirdikleri vahyi muhafaza etti. Böylece peygamberler, kendilerine gelen vahyin Allah tarafından hak ve gerçek olduğunu bildiler, en küçük şüphe ve tereddüt göstermeden vazifelerini tastamam yerine getirdiler.


Peygamberlerin dışındaki insanlar, kendi temenni ve kuruntularıyla baş başa bırakılmakta ve bunlarla imtihan olmaktadırlar. Temiz ve selim kalb sahipleri bu imtihanda muvaffak olurlarken, kalblerinde birçok hastalık taşıyanlar başarılı olamamaktadırlar. Zira: “(Allah) Şeytanın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan yapmıştır. Zalimler elbette uzak bir ayrılık içindedirler.” Çünkü onlar, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarak ömürlerini tüketmiş, doğruyu bulabilecekken yanlışta karar kılmışlardır. Onların bu kalb katılığına maruz kalmaları, Allah’a yönelmemeleri, O’na tevbe etmemeleri, tazarru ve niyazda bulunmamaları sebebiyledir. Farklı farklı imtihanlar süzgecinden geçirilen insanoğlu, başına herhangi bir iş geldiğinde Rabb’ine yönelmeli, sıkıntıdan kurtarması için O’na yalvarmalıdır. Bu, kişinin Rabb’i ile arasındaki bağın göstergesidir. Böyle olmadığı takdirde insan, Allah’tan uzaklaşacak, uzaklaşınca kalbi ister istemez katılaşacaktır. Kalb katılığı da arkasından şeytanın bazı şeyleri allayıp pullamasına, yalan va’dlerine kapı açacaktır. Demek ki, önce kişinin Allah’a karşı lakayt davranması ve saygısızlığı, kalbinin katılaşmasını, sonrasında da şeytan tarafından aldatılmasını netice vermektedir. Allah Teâlâ: “Hiç olmazsa kendilerine böyle tazyîkimiz geldiği zaman yalvarsalardı ya. Fakat (yalvarmadılar da) kalbleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi,” buyurarak bu konuya işarette bulunur. Allah’a dua ve niyazda bulunma, kalbi taşlaştırmayacak ve insan, şeytan tarafından iğfal edilemeyecektir. Ayette anlatılan insanlar bu kısır döngüye girmiş, Allah’a dayanmamaları, kalb katılığını, kalblerinin katılığı da şeytanın boş va’d ve kuruntularına kanmayı netice vermiştir.


Kalblerinde herhangi bir rahatsızlığı olmayanlar, akıllarına gelen her düşünceyi Kur’an ve sünnetin öğretilerine vurarak, doğruyu yanlıştan ayıklarlar. Netice bazen aleyhlerine de olsa, onlar buna razı olur ve bir yanlışlığa düşmezler.


Her türlü imtihanda başarılı olmanın sırrı burada yatmaktadır.


Süslemesi ve Aldatması


Şeytanın süslemesi, Kur’an’da tezyîn ve tesvîl kelimeleri ile ifade edilir. Sözlük manası itibariyle tezyin; “Bir şeyin güzelliğini davranış veya sözle izhar etmektir.” Süslemek, tahsin etmek, sevdirmek, kolaylaştırmak, aldatmak manalarına gelir. Cenab-ı Hakk, süsleme fiilini, bazen kendi zatına, bazen şeytana nispet etmiş, bazen de failini meçhul bırakmıştır.


Tesvîl kelimesi ise; Nefsin, hırs gösterdiği bir şeyi süslemesi, arzuladığı şeyin çirkin yönlerini güzel bir sûrette tasvir etmesidir. Kur’an’da hem nefse hem de şeytana nispet edilir.


Kur’an’da, insanların hoşuna giden, çok sevip beğendikleri şeyler ifade edilirken, süsleme fiili meçhul sîğasıyla kullanılmıştır: “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, ekinler (kabilinden) arzular süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki Allah, (ki) akıbet güzelliği O’nun yanındadır.”


Bu zikredilen şeyler, insanlara çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler bunlar zannettiler.


Bu ayette sayılanların bir meşru birer nimet olması yönü vardır. Bir de gayrı meşru bir şeye sebep olma durumları vardır. Birincisinde süsleyici Allah, ikincisinde ise şeytan veya insanların cehaletidir ki bunların ayetin sonunda yerilmesi bu açıdandır.


Şeytanın tezyin ve tesvîlinden murad; onun çirkinlikleri, kötülükleri, fuhşiyatı ve günahları süslemesi, allayıp pullaması, bunları önemsiz göstererek arzuları alabildiğine kışkırtmasıdır.


Allah (c.c), her şeyin yegane yaratıcısı olduğu halde, şeytanın insan üzerindeki tesirine işarette bulunmuş, ona tezyin ve tesvîl fiillerini nispet etmiş, onun bu kabiliyetine dikkatlerimizi çekmiştir: “Düşün o vakti ki şeytan, onların (o mağrur müşriklerin) yaptıklarını kendilerine süslendirip demişti ki: “Bu gün o insanlardan size galip gelecek yoktur. Şüphesiz ben de sizin yanınızdayım.” Fakat iki taraf birbirlerini gördüklerinde, ardına dönüverdi de “Ben sizin yaptıklarınızdan berîyim, (başınıza gelene karışmam) ben göremediklerinizi de görüyorum, hakikaten ben Allah’tan korkarım,” dedi.”


Şeytan, Mekke müşriklerine, bir savaş durumunda müslümanları yenebileceklerini, bu kadar sayı ve silah bakımından üstünlüğün neticesinin zafer olacağını fitlemişti. Onlara galip gelme kuruntusunu yaldızlamış, hayallerine öyle göstermişti ki onların karşısında güya hiç kimse duramazdı. Zaten kendisi de onlarla beraber bulunacak, yanlarından ayrılmayacaktı. Ama yaşananlar hiçte öyle olmadı. İki ordu karşılaşıp da, durumun aleyhte geliştiğini görünce şeytan, fıtratının gereğini sergilemiş, müşrikleri terkedip gitmiştir. Giderken de, habersizce bırakıp sıvışıvermemiş, fenalıklarını yüzlerine vurmuş, bütün ümitlerini kesip ye’se attıktan sonra, evvelki tatlı hayaller yerine acı acı endişeler saçmış, daha işin başlangıcında iken birdenbire tehlikeyi gözlerinde büyütüp telaş ve ıztıraplarını artırmış, ansızın helecan ve felaketlerini hızlandırmak sûretiyle gerisin geriye öylece çekip gitmiştir.


Şeytanın tesvîlatına maruz kalanların durumu da, Allah’ın hidayeti kendilerine tebeyyün ettiği, hak ve hakikat açık-seçik gözüktüğü halde, istikamet çizgisini takip etmeyip de küfre veya nifaka kayanların hali olarak beyan edilmiştir: “Kendilerine hidayet açıkça gözüktükten sonra irtidat edip arkalarına dönenler (var ya), şeytan onlara, yaptıklarını güzel göstermiş ve onları birçok arzu ve emelin peşine takmıştır.”


Onlar, şeytanın tesvîlatına maruz kalmışlardı. Kuran’ı düşünüp, kalblerini onunla aydınlatmak varken, Allah’ın kitabından hoşlanmayanlara: “Bazı hususlarda size itaat edeceğiz” diyerek Kur’an’a ihanet ediyorlar, Allah’ın gazabını üzerlerine celbedecek işler çeviriyorlardı. O’nun rızasına ermek gibi bir gayeleri de yoktu. Allah da bu münafıkların planlarını ters-yüz ediyor, işlerini boşa çıkarıyordu. Yukarıdaki ayetin öncesine ve sonrasına bakıldığında ifade edilenler bunlardır.


Kur’an’ı düşünmeme, onun her yönüyle mükemmelliğini göz ardı etme, Allah’a ve Kur’an’a hiyanet içinde bulunanlarla dirsek temasına geçme, onlara açıktan açığa tâbi olma ve hayat boyu hep yanlış çizgiyi takip etme, şeytanın aldatmacalarına, tezyinat ve tesvîlatına maruz kalmaya götüren argümanlardır.


Anlaşılan odur ki şeytanın kandırmacaları, allayıp pullayıp bazı çirkinlikleri insanlara hoş göstermeleri, durup dururken başa gelmemektedir. Onların iradelerini hayır ve iyilik adına kullanamamaları şeytana davetiye çıkarmaktadır.

 


Şeytanın tezyîni de, tesvîli de, aldatması da, bin bir türlü vesvesesi de, insanoğlunun zaafları sonucunda onlara gelip ulaşmakta ve etkilemektedir. Bütün bunlardan korunmak da, dînî hayatı boşluk bırakmadan devam ettirmeye bağlıdır. Bu gerçek, Kur’an’da, bizzat şeytan tarafından şu şekilde itiraf edilir: “Rabb’im, beni azdırmandan ötürü, ben de yeryüzünü onlara süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım, Ancak içlerinden ihlaslı olanlar müstesna.” Bu son sözü, şeytan sanki ağzından kaçırmış, önemli bir açık vermiştir. Bu ifadeleriyle o, kendisinin müdahaleye yol bulamadığı insan tipini resmetmiş, hayatını boşluksuz yaşayanların süsleme ve aldatmalarla baştan çıkarılamayacağını ifade etmiştir.


Şeytanın bir özelliği de batılı, hak sûretinde gösterip karışıklığa sebep olmasıdır ki buna “Şeytanın Telbîsi” denir. O, bozuk inançların doğru, bayağı olan düşüncelerin iyi olarak algılanmasına çalışır. İnsanların gafletlerinin yanında uyanık olmalarından, cehaletlerinin yanında bilgilerinden de istifade ederek devamlı bir yanıltma uğraşısı içindedir. Kendisi en ufak bir fütûr göstermeden insanların gevşeme anlarını kollar, o halleriyle yakaladığında da aman vermez, yapabileceği en büyük kötülüğü yapmaktan geri kalmaz. Hasan Basrî (ö. 110/728)’ye “Şeytan uyur mu?” diye sorduklarında: “Uyusaydı birazcık rahat ederdik,” demiştir.


“Su uyur, düşman uyumaz,” sözü şeytan için ne kadar da geçerlidir.


Fitlemesi ve Dürtmesi


Şeytan, insanı, kendi duygu ve düşünceleriyle çelişkiye düşürmek, insanlar arasında bozgunculuk çıkarmak gibi gayeler için fitler. Kızdırıcı, kışkırtıcı, tahrik edici mahiyette sözler fısıldar, ifsat ve iğfal eder. Fitilleme de diyebileceğimiz bu yanıyla şeytan, insanın zayıf yönlerini kullanarak onu baş aşağı getirmek ister. Türkçe’de dürtüklemek, dürtüşlemek gibi kelimeler de bu manaları karşılar ki insanı bir şeye karşı teşvik ve tahrik etmek, bir işi veya bir meseleyi kurcalamak, insanda, onu değişik tepkilere sürükleyen duygular hasıl etmek, gerilime geçirmek demek olur.


Yusuf (a.s), kardeşleriyle arasında geçen hadiseleri anlatırken: “Benimle kardeşlerimin arasını şeytan dürtüşledikten sonra...(böyle oldu)” diyerek, bütün olup bitenleri şeytanın fitlemesine vermiştir.


Yüce Allah da şeytanın dürtüklemelerine karşı insanları uyarırken: “Kullarıma söyle en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fit sokar. Şüphesiz ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır,” buyurmuştur.


Şeytan, yerli yersiz, vakitli vakitsiz birçok dürtülerde bulunur. Çoğu zaman da insan, bunlardan kurtulamaz. Şeytanın bu tür tazyîkine karşı yapılabilecek en doğru şey ise Allah’a ilticadır: “Ve şayet, şeytandan bir dürtü seni (emrolunduğunun tersine) kışkırtırsa, (onun şerrinden) hemen Allah’a sığın.” Zira, bütün kötülüklerden korunabilme, ancak Cenab-ı Hakk’a sığınmakla mümkün ve müyesser olabilir.


Kur’an’da, şeytanın dürtmelerinin anlatıldığı hemen her yerde, güzel söz söyleme, ihsan sahibi olma, affedici ve hayra teşvik edici olma gibi güzel hasletler anlatılmaktadır. Kur’an’ın böyle bir üslûbu tercih etmesinde, insanın, hep iyilik ve hayır çizgisini takip ederek şeytanın fitlemelerine kapanabileceğini ihtar ettiğini düşünmekteyiz.


Unutturması


Unutma veya Arapça’dan alarak Türkçe’de de kullandığımız nisyan; anma, hatırlama, zikretme, ezberleme gibi kelimelerin anlamca tam zıddını ifade eder ki biz hatırlayamama, hatırdan çıkma, ezberden söyleyememe gibi kelimelerle karşılarız. Unutma bazen tembih ifade eder. İnsan kendisini bilince, Allah’ı da bilir. Kendisini unutunca, Rabb’ini de unutur: “Unuttuğun zaman Rabb’ini an,” ayetindeki unutma, böyledir. Unutmanın ikinci manası terketmedir. Ya kalbin zayıflığından ya gafletten ya da bir kasıttan kaynaklanır. “Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım,” ve “Sonra Allah ona tarafından bir nimet verince, önceden kendisine yalvardığını unutur,” ayetlerinde Hakk adına olduğundan ötürü terkedilmemesi gereken, kasıtlı terkedildiği için de mesuliyeti netice veren terketme manasında kullanılmıştır. Bir de terkedildiğinde mesuliyeti gerektirmeyen, mazur görülen, herhangi bir kasıt olmaksızın sebepsiz yere unutma vardır ki Allah Rasûlü: “Ümmetimden, hata, unutma ve istemediği halde zor kullanılarak kendisine yaptırılan şey (in mesuliyeti) kaldırılmıştır,” ifadesindeki unutmayı, bu manada kullanmıştır.


Kur’an’ın bazı ayetlerinde nisyan Allah’a nispet edilir. Allah için unutma muhaldir. O zaman mana, Allah’ın cezalandırması, aşağılaması gibi anlamlar kazanır. Örnek olarak: “Bu güne kavuşmayı unutmanızdan ötürü tadın bakalım azabı. Biz de sizi unuttuk,” ayeti verilebilir. Evet onlar unutulmayacak, fakat unutulmuş gibi muamele göreceklerdir.


Meseleye bir başka açıdan bakıldığında unutma ve hatanın mazeret olup olmamasına göre ikiye ayrıldığı görülecektir ki bu durumda sadece birisinin mazereti geçerlidir. Mesela bir kimse, üzerinde bir pislik görse de temizlemese, bu haliyle kalkıp namaz kılsa, mazur olmaz, görür görmez temizlemediğinden dolayı kusur işlemiş olur. Fakat o pis olan şeyi görmezse mazereti geçerlidir. Yine aynı şekilde insan, dînî vazifelerini bellemeye çalışmaz ve belledikten sonda da unutmamak için tekrar tekrar mütâlaa etmeyip unutursa, yine bu unutma geçerli bir mazeret sayılmaz.


İnsan, yaratılışı icabı unutkandır. Ve her insanda az çok vardır. Peygamberler bile bunun haricinde değillerdir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’i unutmaya karşı uyarmış, müşriklerle beraber oturmamasını ve şayet unutarak oturmuşsa, hatırlayınca hemen oradan kalkıp gitmesini ihtar etmiştir: “Ayetlerimiz hakkında münasebetsiz konuşmaya dalanları gördüğünde, başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir, eğer şeytan bunu sana unutturursa, hatırlayınca hemen kalk, o zalimler topluluğuyla beraber oturma.”


Yukarıdaki ayetten, unutma şeytana nispet edilmiş olmakla beraber, Allah Rasûlü’nün de bazen unutabileceği anlaşılmaktadır.


Hz. Musa, yanındaki gençle beraber, Hızır (a.s)’la görüşmeye gitmiş, yolda yorulunca yanındaki gence yemek için beraberlerinde bulundurdukları balığı getirmesini istemişti. Genç, balığı yolda unuttuğunu ifade ederken: “Gördün mü, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı,” demiş, unutmasını şeytandan bilmişti.


Hz. Yusuf hapse girmiş, iki kişi daha onun yanına hapse atılmıştı. Bunlar birer rüya görmüş, Yusuf (a.s) da bu rüyaları tevil etmişti. Onun yorumuna göre bu iki gençten birisi asılarak idam edilecek, diğeri hükümdarın yakınlarından olacaktı: “Kurtulacağını ümit ettiği gence: (hapisten çıkmasına vesile olur diye) “Beni efendinin yanında an,” dedi. Fakat şeytan ona, (Yusuf’u) efendisine anmayı unutturdu.” Şeytan, kurtulan gence Hz. Yusuf’un tenbihini unutturmuş, Bu yüzden Yusuf (a.s), birkaç sene daha hapisten çıkamamıştı.


Hz. Peygamber (s.a.s) de unutkanlığa sebep olarak şeytanı göstermiştir. Ebu Hureyre (r.a) der ki: “Bir gün Allah Rasûlü mescidde namaz kıldığı makama geldi, orada iki saf erkek, bir saf kadın veya bir saf erkek, iki saf kadın vardı. Onlara: “Eğer, şeytan bana namazımdan bir şey unutturursa erkekler tesbih etsin (sübhanallah desin), kadınlar da ellerini çırpsınlar,” dedi. Allah Rasûlü, onlara namaz kıldırdı, namazından hiçbir şey de unutmadı.”


Kur’an’da münafıkların hali anlatılırken: “Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki onlar, hepten kaybedenlerdir,” buyurulmaktadır. Aslında münafıklar, Allah’ı unutmamışlardı. Fakat, sanki unutmuş gibi davranıyor, O’nu ve O’nun dinini hiç hesaba katmadan yaşıyorlardı. Allah’ı anmaya anmaya, iyi duyguları büsbütün körelmiş, sanki şeytanlaşmışlardı. Onlar da zamanında şeytanın yaşadığı kısır döngüye girmişlerdi. Nasıl ki şeytan, Allah’ın emrini tutmayınca, huzurdan uzaklaştırılmış, uzaklaştırılınca, Allah’a karşı iyice bilenmişti. En sonunda da bir daha rahmete eremeyecek kadar O’nunla mesafeyi açmıştı. İşte bunun gibi münafıklar da Allah’tan gaflet etmişler, bu gafletleri onları şeytana tâbi kılmış, onun peşi-sıra gitmeleri onları iyice haktan uzaklaştırmış, nihayetinde de çukurlarını çıkamayacak kadar derinleştirmişlerdir.


Halbuki Allah’tan gaflet etme, feci sonun başlangıcıdır. Körlük edip Allah’ın zikrini görmezlikten gelme, Kur’an’ın irşadını dinlememe, şeytanın tasallutuna davetiye çıkarma demektir. Zira: “Kim Rahman’ın zikrine karşı göz yumup kör gibi davranırsa ona bir şeytanı sardırırız. Artık o, onun yanından ayrılmaz bir arkadaşı olur. O(şeyta)nlar, onları yoldan çıkardıkları halde, bunlar kendilerini hidayet üzere sanırlar. Nihayet, bize geldiğinde: “Keşke aramızda iki doğunun uzaklığınca (doğu-batı arası kadar) bir mesafe olsaydı, meğer sen ne kötü arkadaşmışsın” der,” buyurulmuştur.


Netice itibariyle diyebiliriz ki şeytan, nisyana sebep olur, unutturur. Fakat o, herhangi sıradan bir şeyi unutturmanın yanında Allah’ı, Kur’an’ı, dînî hayatı, ibadetleri...gibi dünya ve ahiretle alakalı en önemli meseleleri de hatırdan silmek sûretiyle insanın dünya ve ahirette bedbaht olmasını arzular.


Dokunması


Messetmek; Arapça’da dokunmak demektir. Delirmek manasına da gelir, deliye ve sar’alıya memsûs denilir. Bunlar, tam bilinemeyen gizli sebeplerle ortaya çıkan fena hastalıklar olduğu için cine şeytana nispet edilerek cin tutmuş, şeytan çarpmış denile geldiği de bilinen bir şeydir. Bunların cin ve şeytana nispeti hakikat olup olmaması meselesi münakaşaya sebep olmuş ise de asıl mana açıktır.


Faiz ve tefecilik cahiliye döneminde, anormal derecede revaç bulmuş, topluma iyice yerleşmişti, sosyal hayat onunla sanki içli dışlı hale gelmişti. İslamiyet, faizi kaldırırken ona bulaşanların çirkinliğini, işin önemine binaen şeytan çarpmış bir insan benzetmesiyle nazarlara sunmuştur: “Faiz yiyenler, (başka değil) ancak şeytan çarpmış sar’alı ve deli gibi perişanlık içinde kalkarlar.” Elmalılı (ö. 1361/1942): “Bunlar, karınlarını faizle doldurduklarından dolayı kabirlerinden kalkarken, umumiyetle sar’alı veya deli gibi kalkacaklar ve bu hal onları başkalarından ayıran en önemli alamet olacaktır, ” der.


Hz. Eyyüb (a.s) yaraları iyice artınca: “...Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu” demiş, bu halini şeytanın kendisine dokunması olarak nitelemiştir.


Hz. Eyyüb’e şeytanın dokunmasını, İmam Kurtubî (ö.  671/1272): “Vesveseden Hz. Eyyüb’e ulaşabileni,”  Elmalılı  (ö. 1361/1942): “Şeytanın vesveseye yol bulması” olarak anlamıştır. Fahreddin Râzî (ö. 606/1209): “Şeytan, lezzete, şehvetlere ve Allah’tan başka meşguliyetlere çağırır. İşte bu, şeytanın dokunmasından kastedilen manadır,” demektedir.  İmam Beydâvî (ö.  685/1286) de şeytanın dokunuşunu cinnet ve sar’a hastalıkları olarak anlamıştır.


Ezher Üniversitesi tefsir hocalarından Muhammed Hicâzî, konuyla alakalı olarak şunları söylemektedir: “Şeytanın dokunması geneldir. Bununla kastedilen, şeytanın vesvesesi, iğvası ve insanları dalâlete düşürmesi gibi hususlardır. Allah Teâlâ, şeytanın aldatma ve dalâlete itme va’dlerini reddetme sadedinde: “Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat,(kışkırt) atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, onlara çeşitli va’dlerde bulun(onları boş va’dlerinle oyala), (işin aslı) şeytan onlara aldatmadan başka bir va’dde de bulunmaz,” buyurmuştur.


Ayetteki şeytanın sesi; çalgı, şarkı, oyun, eğlence, insanı ciddiyetten uzaklaştıran işler ile onu fısk ve fücura teşvik eden şeyler demektir. “Atlıların ve ayalarınla onların üzerine yaygarayı bas” ayetiyle; sen onlara seslen, onları günaha, isyana ve helakete çağır. Onlara kendi askerlerinden güç yetirebildiklerinle musallat ol manası anlatılmak istenmiştir. İbn Abbas’a göre Allah’a isyan hususunda her yaya ve binekli şeytanın ordusundandır. “Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol”un manası ise; malca, servetçe, dine ters tasarrufların bütünü ve bunlarla şeytana ortak olma, onunla ortaklık yapma demektir. Bunlar hırsızlık, kızgınlık, faiz, fasit muameleler, zekattan alıkoyma veya onu Allah rızası haricinde kullanma gibi işlerdir. Bu hususu: “Onlar kendi zan ve iddialarınca “bu Allah’a, bu da ortaklarımıza” dediler,” ayeti teyit eder. Evlatlar hakkında ortaklığa gelince o, oğullar ve kızlar hususunda dinimize ters olarak yapılan bütün tasarruflardır. Evlat edinme, onlar hakkında fakirlik endişesi, onlardan ötürü utanç veya onları Abdullat, Abduluzza gibi isimlendirme gibi şeylerdir.” 


Anlaşılan odur ki şeytan, fırsatını yakalayınca, insanı dalâlet vadilerinde dolaştırmak isteyecek, çeşitli şekillerde yaklaşıp, onun ahiretini mahvetmeye çalışacaktır. İşte İblis’in bütün bu gayretleri onun insana dokunması manasına gelmektedir.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER


15 Şubat 2023 Çarşamba

Boxer isyanı ve 1911 Çin Devrimi

 


Qing Hanedanlığı Taiping isyanı'nın etkilerini asla tam olarak silemedi. Sonraki yıllarda ticari faaliyetlerini ülkenin dört bir yanında yaygınlaştırmak isteyen Avrupalı güçlerin baskılarıyla karşılaştı.

Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri ile birleşen bu yabancı işgal, derin bir hoşnutsuzluğa ve gizli bir organizasyonun üyeleri tarafından örgütlenen bir halk hareketine neden oldu. Adil ve Uyumlu Yumruklar Topluluğu olarak bilinen bu grup Boxer isyanı'nı (1898- 1901) başlattı. İsyan yabancı malların ithalatının geniş çapta işsizliğe neden olduğu kuzey bölgelerde başladı.

Boxerlar yabancı misyonerlere saldırıp onları öldürdüler. Çinli Hıristiyanlar ve yabancı elçilikler de hedef oldu. Demiryollarını ve telgraf hatlarını yok ettiler. Yabancıların Pekin'deki Karargah Elçiliğine sığınmak zorunda kalması ve Alman elçisinin öldürülmesinin ardından, Avrupalı güçler 1900 yılının Ağustos ayında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderdiler.  1901 yılının Eylül ayında imparatoriçe Dowager Cixi ağır koşulları olan Bari Protokolu'nu kabule zorlandı. Yabancılara Çin gelirlerinin önemli bir bölümünün dahi kontrol edilmesi hakkı veriliyordu. Rusya Mançurya'yı ele geçirmişti (Bu olay 1904-1905 yılları Japon-Rus savaşı'na neden oldu). İngilizler Tibet'i işgal ettiler. Yine de Avrupalı güçler Çin'i paylaşmaya kalkmadılar. Zira Boxer isyanı'nın fanatizmi böyle bir girişimin büyük çaplı kitlesel bir direnişe neden olacağını göstermişti.

Qing Hanedanlığı zayıflamıştı. 1911 yılında yaşanacak olan Çin Devrimi onları silip süpürecekti. Sun Yat-Sen'in liderliğindeki devrimciler 1905 yılında Mançu karşıtı bir birlik kurmuşlardı. Devrimci propagandayı yaygınlaştırmaya başladılar. 1911 Ekim ayındaki   Wuchang   isyanı'nın   ardından   eyalet    delegeleri, Kuomintang'ın (ya da milliyetçi parti) önderi Sun Yat-Sen'in geçici başkanlığında bir cumhuriyet kurdular. 1912 Şubat ayında son Qing imparatoru 6 yaşındaki Puyi tahttan çekilmeye  zorlandı.  Böylece Çin ' in 2000 yıllık imparatorluk yönetimi son bulmuş oluyordu.


Alıntıdır.


İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER-2

 


Mimari


Eski Yunan kültürünün hakim olduğu Doğu Akdeniz çevresinde ortaya çıkmış olan Bizans medeniyetinin, Roma kültür mirası ve Hıristiyanlık inancı ile, sahip olduğu topraklardaki yerli kültür unsurlarının birleşiminden meydana geldiği araştırmacılar tarafından kabul edilen bir husustur. Artık Bizans sanatı olarak bilinen Doğu Roma İmparatorluğu sanatı, eski Yunan ve Roma sanatlarından köklerini almakla birlikte, sahip olduğu toprakların eski sanat geleneklerine ilgi duymuştur. Bu sebeple bölgelere göre farklılıklar gösteren bir karaktere sahip Bizans sanatının, bir döneme damgasını vurduğu şüphesizdir.


Köklü bir sanat geleneğine sahip Bizans'ın bu özelliğinin, Araplar tarafından ötedenberi bilindiği ve takdir edildiği anlaşılmaktadır. Cahız'ın birçok toplumları çeşitli açılardan ele alıp değerlendirdiği el-Ahbdr ve Keyfe Tasıhhu adlı eserinde Bizanslılar hakkında zikrettiği görüşler, bilim ve sanat alanında müslüman Arapların Bizanslıları nasıl gördükleri hususunda aydınlatıcı bir özellik taşımaktadır. Cahız'ın ifadeleri özet olarak şöyledir: 


Bizanslılara bakıldığında onların birçok tabip, filozof ve müneccim yetiştirdikleri görülür. Musıki usullerini bildikleri gibi kitap dünyasından da haberdardırlar. Mükemmel resim yaparlar. Bir kişinin resmini aynen çizerler ve sonra genç, yaşlı, üzgün, sevinçli, yakışıklı, ağlayan, gülümseyen gibi istedikleri şekli verebilirler. Resim içinde resim çizebilir ve bunu iki-üç kez tekrarlayabilirler. Bizanslıların diğerlerinden farklı bir mimari becerileri vardır. Oymacılık ve marangozluk alanında başkalarının yapamayacağını yapabilirler. Kutsal bir kitapları ve dini bir toplumları vardır. Aritmetik, astroloji, güzel yazı, yiğitlik, isabetli düşünme ve entrika çevirme (ve fi envd'i'l-mekidetı) hususunda inkar edilemez becerileri vardır.


Her ne kadar Cahız, kelam, felsefe, tıp, astronomi, aritmetik ve katiplik gibi birçok alanda uzman insanlara sahip olduklarını belirttiği Bizanslıların, bu özelliklerine rağmen teslisi ve diğer insanlar gibi beşeri vasıflar taşıyan Hz. İsa'nın uluhiyyetini savunmaya devam etmelerini tenkid edip bu çelişkiye bir anlam veremediğini ifade etmekte ise de sözleri, bilim ve sanat açısından Bizanslıların bulunduğu noktayı anlamada yardımcı olmaktadır Cahız'ın, Bizanslıların bilim ve sanatı hakkındaki kanaatlerinin benzeri, lbnü'l-Fakih'in eserinde de yer almaktadır.


İslam dönemine çok yakın bir sırada gerçekleşmiş ve Arapların, Bizanslıların mimari becerilerine itibar ettiklerini gösteren bir rivayetle konuya başlamak mümkündür. Bu rivayet, otuzbeş yaşlarında olduğu sırada Hz. Peygamber'in de katıldığı, Kabe'nin tamiri konusuyla ilgilidir. Yangın ve sel sularından zarar görmüş olan Kabe'yi tamir etmeye karar veren Kureyşliler, o sırada bir Bizans gemisinin Cidde yakınlarındaki Şu'aybe limanında fırtınaya yakalanıp karaya vurduğu haberini alırlar. Rivayete göre, Bizans imparatorunun emriyle Mısır'dan gönderilmiş olan gemi, İranlıların Habeşistan'da yaktıkları bir kilisenin tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir götürmekteydi. Geminin kerestelerini satın almak için Velid b. Muğire ve arkadaşları, Şu'aybe'ye giderek keresteyi aldıkları gibi, gemide bulunan Rum asıllı marangoz ve inşaat ustası Bakum'u da (er-Rumi) Kabe'nin tamirini yapması için Mekke'ye davet ederler. Bakfım'un aynı zamanda tacir olduğu ve geminin kendisine ait olduğu da rivayet edilmektedir.


Ezraki'ye göre Kureyşlilerin Bakum'dan istedikleri şey, Kabe'yi Suriye yapı mimarisiyle yeniden yapmasıydı (ibnihf lena bünyane'ş-Şam). Bu rivayeti, İbn Hacer'in naklettiği "onu bize kilise mimarisiyle tamir et" (ib­ niha 'ala bünyani'l-kenais) şeklindeki ifadeyle birleştirmek mümkündür. Hz. Peygamber' in, Mekke fethi günü Kabe'ye girip, üzerine elini koyduğu Hz. Meryem ve İsa resimlerinden başka, bütün resimlerin imha edilmesini istediğine dair yine Ezraki'nin kaydettiği rivayet, burada tekrar hatırlanabilir ve bu resimlerin belki de bu tamir sırasında yapıldığı düşünülebilir.


Başlangıçta kurumuş hurma dallarının yakılmasıyla aydınlatılan Mescid-i Nebevi'nin, içerisine yağ konulup direklere asılan kandillerle aydınlatılmaya başlanmasıyla ilgili rivayetlerde, Bizans etkisini yakalamak mümkündür. Aslen hıristiyan olup daha sonra lslamiyet'i kabul eden ve 9/630 yılında kandille Mescid-i Nebevi'yi aydınlatan ilk kişi olarak bilinen Temim b. Evs ed-Dari, Suriye bölgesindeki seyahatleri sırasında Bizanslıların, geceleyin kandille aydınlandıklarını görmüş ve beraberinde Medine'ye de birkaç kandil getirmişti. Bir gün yatsı namazında bu kandillerle mescidi aydınlattığında Hz. Peygamber son derece memnun olmuş ve "Sen bizim mescidimizi aydınlattın; Allah da seni nurlandırsın" demiştir.



Mescitte bir hurma kütüğüne dayanarak cemaate hitap eden Hz. Peygamber'in, zorluk çekmemesi ve cemaat tarafından kolaylıkla görülebilmesi için 8/629 yılında minber yapan sahabiler arasında yukarıda adı geçen Bakum er-Rumi'nin yanısıra, Temim ed-Dari de zikredilmektedir. Gün geçtikçe artan cemaate ayakta hitap ederken yorulduğunu ifade eden Hz. Peygamber'e Temim ed-Dari, "Ya Resulallah! Sizin için Suriye'de gördüğüm gibi bir minber yapayım mı?" diye sormuş ve onun tasvibini alarak üç basamaklı bir minber yapmıştır.


Raşit halifeler döneminde Suriye, Filistin ve Mısır gibi Bizans'a ait bölgelerin fethedilmesi ve en önemlisi Emeviler döneminde Dımaşk'ın başkent olarak seçilmesi, müslümanların bu bölgelerde oluşmuş Bizans sanat formlarını daha yakından tanımalarını sağlamıştır. Müslümanlar, Bizans sanat mirasına ilgi duymuşlar ve bundan istifade etmişlerdir. Özellikle Emeviler döneminde Suriye'deki İslam mimarisinin, evvelce burada varlık kazanmış yerli unsurlarla birlikte, Suriye-Bizans üslubunun etkisi altına girdiği görülmektedir. IX. Yüzyıl başlarına kadar Suriye ve Filistin bölgesi başta olmak üzere birçok bölgede yükselmeye başlayan Kubbetu's-sahra, Kusayr Anıra ve Mescid-i Aksa gibi lslam sanatının ilk örneklerinde, doğrudan veya dolaylı bir şekilde Bizans etkisinin görüldüğü kabul edilmektedir.


Herşeyden önce gerek Raşit halifeler ve gerekse daha sonraki dönemlerde Bizans'tan alınan topraklarda bazı kiliseler, tamamen veya kısmen camiye dönüştürülmüştür. Mesela Belazuri'nin rivayetine göre, Humus'u sulh yoluyla fetheden Ebu Ubeyde'nin, yerli halkla yaptığı anlaşma maddeleri arasında kiliselere dokunulmayacağı, ancak Yuhanna kilisesinin dörtte birinin cami olarak kullanılacağı zikredilmektedir. Diğer taraftan Halep halkıyla yapılan anlaşmada bir cami yeri veya bazı rivayetlere göre kiliselerin yarısı müslümanlara verilmiştir. Hama'daki Büyük kilise (el-Kenfsetü'l- 'uzma) m. 636-37 yılında camiye çevrilmiştir. Dolayısıyla, Bizans dönemindeki bazı kiliseler, kıble vb. hususlar dikkate alınarak yapılan zaruri değişikliklerle, İslam hakimiyeti döneminde cami vazifesi görmeye başlamışlardır. Ayrıca, bu dönemlerde inşa edilen camilerde eski kilise malzemeleri ve kalıntılarının kullanıldığı görülmektedir. Mesela, Hişam b. Abdilmelik döneminde Remle'de inşa edilen ve mihrab, minber ve minaresiyle dikkat çeken camiin yapımında eski kilise sütun ve mermerlerinin kullanıldığını Makdisi haber vermektedir. Hz. Ömer döneminde Sa'd b. Ebi Vakkas'ın 17 /638 yılında yaptırdığı Kufe camiinin gölgeliği (zulla) İran şahlarına ait mermer sütunlardan yapılmış ve tava­nı da Bizans kiliselerindeki gibi süslenmişti (semauha ke-esmiyeti'l-kena­ isi'r-Rümiyye) .


Hz. Peygamber ve Raşid halifeler döneminde inşa edilen dini veya sivil mimari eserler, daha basit malzemeyle gösterişten uzak bir şekilde yapılırken, Emeviler döneminde daha önce yapılmış olan eserler yeniden elden geçirilip genişletilmiş veya önemli merkezlerde yeni binalar yükselmeye başlamıştır. Emeviler döneminde yenilenen veya inşa edilen eserlerde kullanılan malzeme, önemli ölçüde değişiklik göstermiş, süslemelere ve görkeme ağırlık verilmeye başlanmıştır.


Emevi halifelerinin hem coğrafi, hem de evlilik gibi sebeplerle Dımaşk ve Humus'taki kabile ve merkez guruplarla daha çok ilişki kurabildiklerini, böylece daha çok onların desteğini kazandıklarını belirten Gibb, bu yakın ilişkiyle halifelerin, Bizans kurumlarını kısmen tanıma imkanı bulduklarını, aynı şekilde İslam hakimiyetinde eski görevlerini sürdürmeye devam eden memurların etkilerinin fazla abartılmaması gerektiğini ifade eder. Bununla birlikte Emevilerin bazı Bizans tatbikatını adapte etme ve Bizans imparatorlarının izinden gitme eğilimlerinin açık olarak görüldüğüne de dikkat çeker.


Gibb'e göre Emevilerin büyük dini yapılar inşa etme politikası, Bizans ilhamını göstermektedir. Mesela Bağdat Abbasi halifeleri, Mekke ve Medine camilerini genişletmiş olmalarına rağmen, diğer merkezi bölgelerde bu tutumu izlememişlerdir. Emevilere pek sempatik bakmayan tarihçilerin ve bazı Batılı araştırmacıların, Kudüs ve Dımaşk'ta büyük dini yapılar inşa eden Emevilerin, Mekke ve Medine'nin yerine bu merkezleri ön plana çıkarmak istediklerine dair bir kanaat taşıdıklarını belirten Gibb, Emeviler tarafından inşa edilen veya rekonstrüksiyonu yapılan üç binadan birinin, Medine'deki Mescid-i Nebevi olduğuna dikkat çekerek bu görüşe itiraz etmektedir.


Makdisi'nin bir rivayeti, Emevilerin görkemli dini binalar inşa etmelerini, Bizans'tan aldıkları merkezlerde gördükleri Bizans sanat şaheserlerine karşı duyulan hayranlık ve bu hayranlığı giderme amacı ile izah etmektedir. Bu rivayete göre, özellikle kubbesiyle dikkat çeken Kudüs'teki Kumame (Kiyame) kilisesi başta olmak üzere, Suriye ve Filistin bölgesindeki hıristiyanlara ait kilise ve manastırların görkemine, müslümanların hayran kalıp olumsuz etkileneceklerini düşünen Halife Abdülmelik, Kubbetu's-sahra'yı yaptırırken, oğlu Velid de büyük masraflarla Dımaşk'taki Ümeyye camiini inşa ettirmiştir. İnsan psikolojisi dikkate alındığında bu tür rivayetlerde doğruluk payı bulunmakla birlikte, müslümanların gerçekleştirdikleri yapı ve imar faaliyetlerini, her medeniyette görülen kendini oluşturma, faydalı ve güzel görülen insanlık tecrübelerinden istifade ederek kalıcı eserler meydana getirme düşüncesi ve pratik ihtiyaçların bir sonucu olarak görmek daha isabetli olacaktır.


Emevi dini mimarisinin ilk eserlerinden ve Mescid-i Haram ile Mescid-i Nebevi'den sonra müslümanların üçüncü kutsal mabedi olarak bilinen Kudüs'teki Mescid-i Aksa kompleksi içinde yer alan Kubbetü's-sahra, Abdülmelik tarafından 72/69 192 yılında yaptırılmıştır. Özellikle mozayik süslemeleriyle dikkat çeken bu eserde, Bizans kilise mimarisinin en önemli unsurlarından biri olan kubbenin kullanıldığı görülmektedir. Hitti'ye göre Kubbetu's-sahra'nın yapımında Bizans menşe'li olması mümkün yerli sanatkarlar ile hıristiyanlara ait Meryem Ana kilisesi gibi bazı bina kalıntılarından faydalanılmıştır. Sekizgen yapısı, kubbesi, mermer ve mozayik süslemeleriyle Kubbetü's-sahra'nın, Bizans yapı mimarisinin etkilerini taşıdığı kabul edilmektedir.



80/700 yılında meydana gelen sel baskınından zarar gören Mescid-i Haram ve bu arada Kabe'nin tamiri için Abdülmelik büyük maddi yardımlarda bulunmanın yanısıra, hıristiyan bir mühendisi de görevlendirmişti. Mes'cidi, Kabe tamirinde kullanılmak üzere, Ebrehe'nin San'a'da yapmış olduğu kiliseden mozayik ve üç mermer sütun getirildiğini kaydetmektedir. Kabe tamiriyle ilgili bir rivayet, Theophanes'in eserinde de yer almaktadır. Theophanes'in 618-3 hilkat yılı (m. 691-92) olayları arasında zikrettiğine göre, Kabe'nin tamirine önem veren Abdülmelik, Kudüsteki Gethsemane kilisesinin (Kenisetü'l-Cismaniyye) bazı sütunlarının sökülerek bu tamir sırasında kullanılmasını istedi. Ancak halifenin dostluğunu kazanmış olan mali işlerden sorumlu Sergios (Ioannes Damaskenos) ile Filistinli hıristiyan din adamlarından Patrikios Klausus, halifeye müracaat ederek bu kararından vazgeçmesini rica ettiler ve bu sütunların yerine başka sütunlar temin etmesi için İmparator Iustinianos'u ikna edebileceklerini belirttiler. Aynı kaynağa göre teklifleri kabul edildi ve halifeye verilen söz yerine getirildi.

Müslümanlarla Bizanslılar arasında mimari alanda gerçekleşen ve malzeme yanında insan unsurunu da kapsayan bir ilişki, Emevi halifesi Velid b. Abdilmelik dönemine rastlamaktadır. Konuyla ilgili rivayetler bazı farklılıklar arzetmekle birlikte ortak nokta, Velid b. Abdilmelik'in, Bizans imparatoru II. Iustinianos'a mektup yazıp Emevi camiinin inşası veya Mescid-i Nebevi'yi genişletme çalışmaları için yardım istemesi ve müsbet cevap almış olmasıdır. Bilindiği gibi Velid b. Abdilmelik, Romalılara ait m.ö. I. yüzyıldan kalma Jüpiter tapınağı üzerine Bizans imparatoru Theodosios (379-395) döneminde inşa edilen Aziz Ioannes (Hz. Yahya) Kilisesi'nin yerine, Emevi Camii'ni yaptırmıştır. Yapımına 86/705, 871706 veya 88/707 yılında başlanan camii 96/714 yılında tamamlanmıştır. Öte yandan Velid, 871706 veya 88/707 yılında Hicaz valisi Ömer b. Abdilaziz'den de Medine'deki Mescid-i Nebevi'yi genişletmesini istemiştir. Sözkonusu rivayetin kaynaklarda nasıl yer aldığı ve zamanla ne tür değişikliklere uğradığını görmek açısından ilgili rivayetler, bazı ayrıntılarıyla sıralanacaktır:



Belazuri Velid b. Abdilmelik'in, Medine valisi Ömer b. Abdilaziz'den Mescid-i Nebevi'yi yıkıp yeniden inşa etmesini istediğini, bu arada ona bir miktar para, mozayik ve mermerle birlikte, Suriye ve Mısır'dan Rum ve Kobt asıllı 80 usta gönderdiğini kaydeder.


Velid'in 88 yılında Dımaşk camiinin yapımına başladığını belirten Ya'kubi'nin Vakıdi'den naklettiğine göre halife, Bizans imparatoruna mektup yazarak Mescid-i Nebevi'yi genişletmeye başladığını bildirip yardım istemiş, bunun üzerine gönderilen 100.000 miskal altın, 100 usta ve 40 yük mozayiği Ömer b. Abdilaziz'e göndermiştir. Mescid-i Nebevi'deki çalışmalar 90/7089 yılında tamamlanmıştır.


lbn Kuteybe, Dımaşk kilisesini yıkan Velid'e Bizans imparatorunun "babanın yıkmadığı kiliseyi sen yıktın. Eğer yıkılması gerekiyorsa baban hata yapmış demektir. Eğer babanın yaptığı doğruysa sen ona muhalefet etmiş oluyorsun" şeklinde bir mektup yazdığını, bunun üzerine halifenin de el-Enbiya suresinin 78-79 ayetlerini yazıp gönderdiğini kaydeder.


Ebu Hanife ed-Dineveri, Velid' in Mescid-i Nebevi'yi genişletme çalışmalarından imparatoru haberdar edip gönderebildiği kadar mozayik istediğini, onun da 40 vesk mozayik gönderdiğini kaydeder.


Taberi'nin 88 yılı olayları arasında zikrettiğine göre, vali Ömer b. Abdilaziz' e Mescid-i Nebevi'yi genişletme emri veren Velid b. Abdilmelik, aynı zamanda Bizans imparatoruna (sahibu'r-Rum) da mektup yazarak yardım istemişti. Bu istek üzerine imparator 100.000 miskal altın, 100 usta ve 40 yük mozayik göndermiş, Velid de bunları Ömer b. Abdilaziz'e ulaştırmıştır.


Makdisi, müslümanların en güzel şaheseri olarak tanımladığı Dımaşk camiinden bahsederken şu rivayete yer verir: "Denildiğine göre Velid b. Abdilmelik, bu camiin yapımı için İran, Hind, Mağrib ve Bizans'tan ustalar getirtmiştir. Bizans imparatorunun hediye ettiği malzeme ve mozayik ile Kıbrıs'tan getirtilen 18 gemi yükü altın ve gümüşten başka, Suriye'nin yedi yıllık haracı bu camiin yapımına harcanmıştır.''


Reşid b. Zübeyr'e göre 88 yılında Dimaşk camiini inşa etmeye karar veren Velid'e, Bizans imparatoru 100.000 miskal altın, 40 yük mozayik ve 1.000 işçi (fa'i[) göndermiştir.


İbn Asakir, rivayeti biraz daha süsler ve olaya farklı boyutlar kazandırır. Ona göre Dımaşk camiinin inşası için birçok ustaya ihtiyaç duyan Velid, imparatora (tağiye), daha önce yapılmamış ve yapılması mümkün olmayan benzersiz bir cami yapmak istediğini bildirir ve 200 Bizanslı usta (min sunna'ı'r-Rum) göndermesini ister. Ayrıca göndermediği takdirde bunu savaş sebebi sayacağını belirterek, Kudüs ve Urfa'daki kiliselerle birlikte ülkesinde bulunan Bizans eserlerini (ve saira asari'r-Rum) yıkmakla tehdit eder. Bunun üzerine imparator, halifenin isteğini yerine getirir, ancak onu kiliseyi yıkmaktan vazgeçirmek amacıyla, "babanın yıkmadığı kiliseyi sen yıkıyorsun. Eğer babanın tutumu doğruysa sen aksini yapmış oluyorsun. Eğer seninki doğruysa baban hata etmiş demektir. Bununla birlikte istediklerini gönderiyorum" şeklinde bir mektup yazar. İbn Asakir, mektubu alan Velid'in, imparatora cevap vermek için çevresiyle istişare ettiğini, sonunda şair Ferazdak'ın görüşü doğrultusunda el­ Enbiya suresinin ayetini yazıp gönderdiğini de ekler. İbn Şeddad bu rivayeti aynen tekrarlamaktadır.


580/1184 yılında Dımaşk'ı ziyaret ettiği bilinen Endülüslü seyyah İbn Cübeyr, sözkonusu rivayeti, camilerin en güzeli olarak vasıflandırdığı Dımaşk camii için zikreder. Camii yapmak isteyen Velid, imparatora mektup yazarak 12.000 usta (sunna') göndermesini "emreder". Halifenin tehdit de içeren mektubu karşısında imparator, bu isteği yerine getirmeye mecbur kalır. lbn Cübeyr' in rivayeti küçük farklılıklarla lbn Battuta tarafından da tekrarlanır ve yine 12.000 rakamı verilir.


Yakut el-Hamevi, Medine valisi Ömer b. Abdilaziz'den Mescid-i Nebevi'yi yeniden inşa etmesini isteyen Velid'in, aynı zamanda Bizans imparatoruna bir mektupla durumu bildirip ustalar ('umma[) istediğini, bunun üzerine imparatorun da 40'ı Rum, 40'ı Kobt olmak üzere 80 kişi, 40.000 miskal altın ve yüklerle mozayik gönderdiğini kaydeder. Yakut'un ifadelerinden Bizans'tan gönderilen Rum ve Kobt ustaların, Mescid-i Nebevi'nin yeniden inşasında merkezi bir rol üstlendikleri anlaşılmaktadır.


lbn Fadlillah el-'Ömeri, Dımaşk camiini inşa etmek için ustalara ihtiyaç duyan Velid'in, Bizans imparatoruna (tağiye) mektup yazarak 200 Bizanslı usta (sunnd') istediğini, göndermediği takdirde ise savaş açmak ve kiliseleri tahrip etmekle tehdit ettiğini, imparatorun da bu isteği yerine getirmek zorunda kaldığını kaydeder. Ancak halifeye "babanın yıkmadığı kiliseyi sen yıkıyorsun. Eğer babanın tutumu doğruysa sen aksini yapmış oluyorsun. Eğer seninki doğruysa baban hata etmiş demektir" şeklinde sitemli bir mektup yazdığını; buna karşılık Velid' in, şair Ferazdak'ın görüşü doğrultusunda el-Enbiya suresinin 79. ayetini cevap olarak gönderdiğini de ekler. Aynı müellif, et-Ta'rif bi'l-Mustalahı'ş-Şerifadlı eserinde farklı ayrıntılar verir. Buna göre Velid b. Abdilmelik döneminde lstanbul'dan berfd (posta) vasıtasıyla Dımaşk'a taşınan mozayikler, Emeviyye camiinin yanısıra Mekke, Medine ve Kudüs'teki camilerde kullanılmıştır. lbn Fadlullah el-'Ömeri lstanbul'dan gönderilen mozayiklerin kendi dönemindeki kalıntıları hakkında da bilgi vermektedir.


Semhudi, rivayeti Mescid-i Nebevi'nin tamiriyle ilgili olarak zikreder ve farklı rakamlar verir. Ona göre imparatorun gönderdiği usta sayısının 20 küsur veya 100 kişiye bedel oldukları belirtilen 10 ya da 40'ı Rum ve 40'ı Kobt olmak üzere 80 kişi olduğu nakledilirken, altın miktarı hakkında 40, 80 veya 100 bin miskal gibi rakamlar verilmekte, ayrıca yüklerle mozayik ve kandil zinciri gönderildiği belirtilmektedir.


Bizans kaynaklarından Theophanes, halife ile imparator arasında herhangi bir yazışma ve yardımlaşmaya yer vermeksizin Velid'in, Dımaşk'ta güzelliğiyle göz kamaştıran büyük kiliseden dolayı hıristiyanlara karşı kıskançlık duyduğunu ve bu yüzden 619 hilkat yılında (m. 707-708) kiliseye el koyduğunu kaydeder.


Velid b. Abdilmelik'in Emeviyye camii veya Mescid-i Nebevi için Bizans imparatorundan yardım aldığına dair yukarıda zikredilen rivayetler, araştırmacılar arasında tartışma konusu olmuştur. Konuyla ilgili müstakil bir makale yazan Creswell, bu rivayetleri efsane (legend) olarak niteler ve görüşlerine temel olmak üzere üç sebep zikreder: Birincisi, Mescid-i Nebevi ve Ümeyye camiinin herbiri ile ilgili en eski rivayetlerde böyle bir yardımdan bahsedilmemektedir. İkincisi, XII. yüzyıl müellifi lbn Asakir, halifenin imparatora mektup yazdığından bahsederken, IX. yüzyıla ait rivayet imparatorun, kiliseyi yıktığı için halifeye bu tutumunu tenkit eden bir mektup yazdığını belirtmektedir. Üçüncüsü, bu dönemde halife ile imparator arasındaki olumsuz ilişkiler, böyle bir yardımlaşmaya müsait değildir. Bununla birlikte Creswell, rivayetin bir aslı olabileceğini düşünür ve VI. yüzyılda San'a'da mükemmel bir kilise inşa etmek isteyen Habeş valisi Ebrehe'nin, Bizans imparatoru 1. lustinianos'a mektup yazarak yardım istemesi üzerine, imparatorun da usta, mozayik ve mermer gönderdiğine dair Taberi'de geçen rivayetle irtıbatlandırır. S. el-Müneccid de Velid'le Il. Iustinianos'un yazışmalarıyla ilgili olarak zikredilen tarihlerde, müslümanlarla Bizanslıların savaş halinde olduğunu belirterek rivayetlerin doğru olmaması gerektiğini belirtir.


Hitti, Velid'in yerli kabiliyetlerle yetinmeyip lranlı ve Hintli ustaların yanısıra, Bizans imparatorundan 100 sanatkar istediğini belirtmek suretiyle rivayetin doğruluğunu kabul eden gurup içerisinde yer alır. Gibb ise Creswell, M. van Berchem ve J. Sauvaget'in görüşlerine katılmadığını belirterek rivayetin doğruluğunu kabul eder. Bununla birlikte halifenin tehdidi üzerine imparatorun yardıma mecbur kaldığına dair geç dönem kaynaklarında rastlanan ifadeleri de hayali detaylar olarak niteler. Sauvaget'in de otorite olarak kabul ettiği, fakat sadece nakillerle günümüze gelebilen İbn Zebale'den, Semhüdi'nin yaptığı alıntıların da böyle bir mektuplaşmayı ve yardımı açıkça gösterdiğini belirten Gibb, Bizans imparatorunun mozayik küpleri ve para ya da altınla birlikte ustalar da gönderdiğini ve bunların Emeviyye camii ile Mescid-i Nebevi'de değerlendirildiğinin kesin olduğunu düşünür. Ayrıca Emevi-Bizans savaşlarına rağmen, çeşitli ekonomik ilişkilerin gerçekleşmiş olduğunu bazı kaynaklara dayanarak delillendirir.



Müslümanlarla Bizanslılar arasında savaşın hemen hiç eksik olmadığını vurgulayan Vasiliev, buna rağmen kültürel ilişkilerin de varlığına dikkat çekmekte ve Velid'in isteği üzerine Bizans imparatoru tarafından gönderilen usta ve mozayiklerin Dımaşk, Medine ve Kudüs'teki camilerde değerlendirildiğini belirtmektedir. Oleg Grabar ve Cheikho da sözkonusu rivayeti kabul edenler arasında yer almaktadır.


Görüldüğü gibi Velid b. Abdilmelik'in Bizans imparatoru II. Iustinianos'tan yardım aldığına dair rivayetler, kaynaklarda genellikle Emeviyye camii veya Mescid-i Nebevi hakkında zikredilmektedir. Ayrıca geç dönem kaynaklarında, rivayete tehdit unsurunun da karıştırılmış olduğu dikkat çekmektedir. Velid b. Abdilmelik'in II. Iustinianos'u tehdit ederek bu yardımı sağladığına dair zikredilen ifadeler ile, mübalağalı olduğu anlaşılan rakamlar bir tarafa bırakılırsa, halife ile imparator arasında para, malzeme ve insan unsuruna dayalı bir yardımın gerçekleştiğini ve bu unsurların, o dönemdeki bazı önemli mimari faaliyetlerde değerlendirildiğini kabul etmek mümkün gözükmektedir.


Burada minarenin orijini ile ilgili tartışmalara girmeksizin belirtilmelidir ki, Emeviyye camiinin minarelerinin daha önce aynı yerde bulunan kilisenin gözetleme kulelerinden dönüştürüldüğü, ayrıca zamanla minarelerin sayısında değişiklikler olduğu anlaşılmaktadır. lbnü'l-Fakih tek minareden (mi'zene) bahsetmekte ve bunun, Bizanslılar devrinde Yuhanna kilisesine ait bir gözetleme kulesi (natür) olduğunu, kiliseyi camiye çeviren Velid'in bu kuleyi eski haliyle bıraktığını ifade etmektedir. Emeviyye camiinin üç minaresi (savma'a) bulunduğunu belirten İbn Battuta, bunlardan doğu ve batı tarafında olanların Bizanslı ustalarca yapıldığını (ve hiye min binai'r-Rüm), kuzey tarafında olanın ise müslümanlar tarafından yapıldığını (ve hiye min binai'l-müslimin) kaydetmektedir.


Süleyman b. Abdilmelik döneminin ünlü komutanı Mesleme b. Abdilmelik tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatması sırasında (97-99/716-7l7) Mesleme'nin, Bizans makamlarının izniyle müslümanların ibadet ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir cami yaptırdığı rivayet edilmektedir. İstanbul'da böyle bir camiin varlığından Konstantinos Porphyrogenitus da bahsetmektedir. Makdisi'nin rivayetine göre İstanbul muhasarası sırasında Mesleme, ileri gelen müslüman esirlere tahsis edilmek üzere imparatorluk sarayının karşısında bir bina yapılmasını şart koşmuş ve bunun üzerine meydanın (Hipodrom) arka tarafında "Daru'l­ Balat" inşa edilmiştir.



Emeviler döneminde camilerden başka özellikle çöllerde birçok kasır, köşk vs. binalar inşa edilmiş, bunlardan bir kısmının kalıntıları günümüze kadar gelmiştir. Kendilerinden önce aynı bölgede yaşamış olan Gassani emirleri gibi, çoğu Emevi halifeleri ve prensleri de kırsal kesimde ve Bizans sınırına yakın yerlerde saraylar yaptırarak buralarda yaşamışlardır. Bizans sınırlarına olan yakınlık, bu yapıların mimarisini ve dizaynını da etkilemiştir. Kasru'l-Hadra'yı yaptırıp burada ikamet eden Muaviye ile Abdülmelik dışında, Emevi halifelerinin Dımaşk'ta oturmadıkları bilinmektedir. Emeviler döneminde yapılmış olan köşk ve saraylardan bazıları şöyle sıralanabilir: Velid b. Abdilmelik tarafından yaptırılan Kusayr Amra, Taberiyye gölü yakınındaki Hırbetü'l-Minye ve Cebelü Esis'teki saray, Hişam b. Abdilmelik tarafından yaptırılan Kasru'l-Hayri'l-Garbi, Kasru'l-Hayri'ş-Şarki ile Hırbetü'l-Mefcer sarayı ve Il. Velid tarafından yaptırılan Kasru'l-Meşetta ile Kasru't-Tube vs. Açık alan üzerinde köşegen bir yapıda inşa edilen bu saraylar, kaleleri andıran sağlam kapıları, küçük camileri, lüks hamamları ve olağanüstü güzellikteki mozayik, resim, heykel vs. süslemeleri ile sanat tarihi araştırmacılarının dikkatlerini çekmektedir. Gerek yapı malzemesi, gerekse dekorasyonu ve süsleme biçimleriyle kısmen Sasani ve diğer Doğu özelliklerini taşımakla birlikte, Roma-Bizans sanat unsurlarının da önemli ölçüde alınıp kullanıldığı anlaşılmaktadır.



Bu döneme ait yapılar içerisinde I. Velid tarafından 94-97 /712-715 yılları arasında bugünkü Ürdün'ün doğusunda yaptırılan Kusayr Amra'nın, karşılama salonu ve hamam kısmı başta olmak üzere bazı kalıntıları, A. Musil tarafından 1898'de keşfedilmiştir. Günlük hayattan ve av sahnelerinden kesitler içeren duvar süslemeleriyle Kusayr Amra, ayrı bir özellik taşımaktadır. Duvardaki bir resim gurubu içerisinde halife ile birlikte, üzerindeki Grekçe ve Arapça yazılardan anlaşıldığına göre Bizans imparatoru, Vizigot kralı Rodrik, Sasani imparatoru Hüsrev, Habeş kralı Necaşi ve muhtemelen Çin imparatoru yer almaktadır. Bu resimler, dönemin imparatorlarının halifeye tazimlerini sundukları şeklinde yorumlandığı gibi, bütün imparatorların aslında aynı aileye mensup kardeşler olduğunu kabul eden bir anlayışın yansıması olarak da görülmektedir.


Emeviler döneminde gerçekleştirilen çeşitli imar faaliyetlerinin, Bizanslıların da dikkatini çektiği anlaşılmaktadır. Hişam b. Abdilmelik döneminde gerçekleştirilen saray inşa faaliyetlerini Theophanes şöyle tasvir etmektedir: "Hişam, her şehir ve kasabada saraylar inşa etmeye başladı. Sulama tesislerini yaptırarak verimli tarlalar, bağ ve bahçeler oluşturdu.''

Başkent olarak Dımaşk'ı seçmiş olan Emevilerin, sanat alanında daha ziyade Bizans'tan etkilendikleri, buna karşılık Abbasiler döneminde başkentin daha doğudaki Bağdat'a kaymasıyla, Sasani etkisinin ağırlıklı olarak kendisini hissettirdiği bilinen bir husustur. Abbasiler dönemi, lslam sanatının aynı zamanda yerli unsurları da içine katarak kendine mahsus bir yapıya kavuştuğu dönemdir. Öyle ki, aşağıda görüleceği üzere lslam sanatının bu yeni formu, komşu Bizans'ın dikkatini çekecek ve bu defa Bizans'a doğru kısmi bir geçiş yaşanacaktır.


Abbasilerin başkenti olarak kurulan Bağdat'ta Bizans'ı çağrıştıran bazı unsurlar yakalamak mümkündür. Taberi, Ebu Ca'fer el-Mansur'un, Bağdat şehrinin konumuna ilişkin olarak görüşlerine başvurduğu kişiler arasında az sonra bahsedilecek olan Reha'l-Batrik'ın sahibi "Batrik"ın da bulunduğunu kaydetmektedir. Halife Mansur'un, şehrin içerisinde yaptırdığı çarşıyı Kerh'e nakletmesi, Kerhaya suyunu şehre getirtmesi ve Abbasiyye adı verilen dinlenme yerini yaptırması, Bizans'tan gelen elçi heyetinin tavsiyelerine bağlanmaktadır. Bağdat şehrini çevreleyen duvarların anayola açılan ve "Kiva Rumiyye" adı verilen pencereleri vardı. Bu pencereler, güneş ışığının girmesini sağlamakta ve yağmuru engellemekteydi. Kerhaya nehri kenarında Katf'atü'r-Rümiyyin ve Daru'r-Rümiyyin denilen bölgeler ile yine aynı nehir üzerinde kurulan Kantaratü'r-Rümiyyin adlı köprü bulunmaktaydı.



Mehdi'nin (158-169/775-785) halifeliğini kutlamak için, kendisi gibi tahta henüz çıkmış Bizans imparatoru IV. Leon (775-780) tarafından gönderilen elçi Tarasius (Taras), aynı zamanda mühendislik bilgisine de sahipti. Tarasius, Bağdat'ta bir süre kalmış ve bu arada Sarat nehirlerinin kavuştuğu yerde yüz tane öğütücü taşı bulunduğu belirtilen ve yıllık geliri 100 milyon dirhem olan "Reha'l-Batrik=Patrik/Elçi Değirmeni" veya "Ebu Ca'fer Değirmeni" diye anılan büyük bir değirmen inşa etmiştir.


İslam sanatının Bizans sanatına etkisi, İmparator Theophilos (829) döneminde en açık bir şekilde kendisini hissettirmektedir. Theophilos'un kişiliği ve Bağdat'a bakışı dikkate alındığında bu etkilenme çok doğal gözükmektedir. Ostrogorsky'e göre, sanat ve ilme düşkünlüğüyle tanınan Theophilos Bağdat'taki hilafet sarayının etrafına saçtığı kültür ışınlarına da gözlerini ve kalbini açık tutmuştu. Arap sanatına karşı hayranlık duyan bu imparatorun dönemi, Bizans'ın Arap kültürünün etkisine en fazla maruz kaldığı bir dönem olmuştur. İdeal bir hükümdar olma arzusundaki imparator, adaletiyle meşhur Harun er-Reşid'i taklid ederek, tebdili kıyafetle şehirde dolaşır, güçsüz ve fakirlerle konuşur, halkın şikayetlerini dinleyerek suçluları rütbe ve makamına bakmadan ibretli bir şekilde cezalandırırdı. Bu imparatorun İstanbul'da yaptırdığı ve harabeleri günümüze kadar gelebilmiş olan Bryas sarayı, İslam sanatının izlerini taşımaktadır.



Müslümanlarla peşpeşe yapılan savaşların ardından İmparator Theophilos, daha sonra İstanbul patriği olacak olan hocası Synkellos Ioannes Grammatikos'u, barış görüşmeleri yapmak amacıyla Abbasi halifesi Me'mun'a (813-833) elçi olarak gönderir. Görevi dolayısıyla bulunduğu Bağdat'ta halifenin sarayına hayran kalan elçi, İstanbul'a döndükten sonra İmparator Theophilos'a izlenimlerini aktarırken bu saraydan da bahseder. Anlatılanlardan oldukça etkilenen İmparator, Abbasi saraylarının resimlerini getirterek Patrikios'a 832 veya 837 yılında Bryas mevkiinde aynı mimari özellikleri taşıyan bir saray yaptırmıştır. İkonoklazma döneminde yapılmış olmasıyla devrin sanat zevkini yansıtan ve o dönemde "İstanbul'da benzeri bulunmadığı" ifade edilen sarayda, Hz. Meryem adına büyük bir salon ve üç salımlı bir kilise de bulunmaktaydı. Sarayın etrafındaki bahçeler ve saraya su sağlayan kanallar, doğunun bir tesiri olarak görülmektedir. Günümüzde Bostancı'nın az ilerisinde Küçükyalı mevkiinde görülen büyük harabenin, Bryas sarayı olduğu tahmin edilmektedir. Bizans imparatorlarının kaynaklarda adları geçen kent dışındaki sayfiye sarayları arasında, günümüze gelebilen tek saray olma özelliği taşıyan bu sarayın halen ayakta duran büyük mahzenlerinden, üst yapısı hakkında fikir edinmek mümkündür.


Özellikle IX. yüzyıldan başlamak üzere Bizans sanatının, birçok noktada Arap-İslam sanatının etkisi altına girdiği Bizantologlar tarafından da kabul edilen bir husustur. Theophilos dönemiyle ilgili olarak yukarıda anlatılanlardan başka, mesela kağıt yapımını Bizanslılar, özellikle esir müslümanlar arasında bulunan sanatkarlar vasıtasıyla öğrenmişlerdir. Bununla birlikte Bağdat kağıtları, Bizans tarafından geç dönemlere kadar ithal edilmeye devam etmiştir. Bundan başka Bizanslılar, müslümanlardan çini yapımını öğrenmişler ve kilise duvarlarını çinilerle süslemişlerdir. Kufi yazılarıyla birlikte bitki ve hayvan motifleri Bizans'a bu dönemde geçmeye başlamıştır. Theophilos'un ikonoklast olduğu dikkate alındığında, dini resimlerin yerini tutmak üzere, bu tür resim süslemelerine ağırlık vermesi kolaylıkla anlaşılabilir.


Şu halde Bizanslıların sanatkarlık yönlerinden öteden beri haberdar olan ve takdir eden Araplar, Bizans sanat birikiminden yararlanmışlardır. İslam fetihleri sırasında fethedilen şehirlerdeki kiliselere, genellikle anlaşma gereği dokunulmamakla birlikte, yine karşılıklı anlaşmalarla bazı kiliselerin kısmen veya tamamen camiye çevrildiği görülmektedir. Binaların mimari yapıları, süsleme ve dekorasyonlarında bazı Bizans sanat unsurları alınmıştır. Bu durum Emeviler döneminde daha belirgin bir şekilde kendisini gösterirken, Abbasiler döneminde başkentin doğuya kaymasıyla, Sasani ve diğer Doğu unsurları etkisini daha ziyade hissettirmiştir. Emevi halifesi Velid b. Abdilmelik döneminde, İslam Devleti ile Bizans arasında sanat alanında dikkate değer bir yardımlaşma yaşanmış ve İmparator Il. Iustinianos, halifenin isteği üzerine gönderdiği para, mozaik ve ustalarla dönemin görkemli yapılarına katkıda bulunmuştur. Bizans, Sasani ve diğer unsurları özüne katıp kendine mahsus bir özellik kazanan İslam sanatı, III/IX. yüzyılın başlarından itibaren Bizans'ın dikkatini çekmeye başlamış ve Bryas sarayı örneğinde olduğu gibi Bizans'taki bazı yapılarda İslam sanat unsurlarına yer verilmiştir.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak