15 Şubat 2023 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

 IRK:

 

Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.

 

Irkçılık yapan da, ırkçılık için savaşan da ve ırkçılık uğrunda ölen de, bizden değildir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

 

Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleştiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esasları idi. Osmanlı Türklerini de, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları İslâm dîninin rûhu ve bedeni tekâmül ettirerek geliştiren ışıklı yolu idi. Çünkü İslâmiyet'te ırkçılık yoktur. Her müslüman kardeştir. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

ISLÂH:

 

1. Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.

 

Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeye çalışmak, ona İslâmiyet'i bildirmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kulun ıslâhı kalbinin ıslâhına, bozukluğu da kalbinin bozukluğuna bağlıdır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)

 

Kim kalbini ıslâh edip düzeltirse, Allahü teâlâ da onun zâhirini (dışını) düzeltir. (Avn bin Abdullah)

 

Allahü teâlâ âhiret için çalışanın dünyâ işlerine kâfi gelir, dünyâsı husûsunda ona yardımcı olur. Kim Allahü teâlâya karşı hâlini ıslâh ederse, Allahü teâlâ da onunla insanlar arasını ıslâh eder, güzel yapar. İçini ıslâh edenin, Allahü teâlâ dışını ıslâh eder, güzel yapar. (Avn bin Abdullah)

 

2. Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.

 

İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi ıslâh ederler. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

3. İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.

 

Âdemoğlunun her konuştuğu yalan, kendi aleyhine yazılır. Ancak iki müslümanın arasını ıslâh için konuştuğu yalan, yazılmaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)

 

İki kimsenin arasını ıslâh eden veya hayrı söyleyip, hayrı yükselten kimse yalancı değildir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Islâh-ı Nefs:

 

Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

 

ISLÂHÂT:

 

İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.

 

Endülüs müslümanlarının Avrupalılara tuttukları ışık ile, Avrupa'da bir rönesans, ıslâhât hareketi başlamıştı. Aklî ilimleri öğrenen birçok ilim adamı, akıl ve mantık dışı olan hıristiyanlığa karşı isyân ettiler. Hıristiyanlığa karşı yapılmış olan hücumlar, İslâmiyet'e karşı yapılamadı. Çünkü İslâm dîni, tebliğ edildiği, bildirildiği günden beri, bütün temizliği ve sâfiyeti ile durmaktadır. İçinde akla mantığa ve ilme ters düşecek hiçbir bilgi yoktur. Kur'ân-ı kerîm indirildiğinden beri, bir noktası bile değiştirilmeden aynen muhâfaza edilmiştir, korunmuştur. (Harputlu İshak Efendi)

 

ISMARLAMA:

 

Bir san'at sâhibine bir şeyi târif ederek istediği şekilde yaptırmak. (İstisnâ')

 

ITÂK:

 

Köle âzâd etmek, serbest bırakmak. (Âzâd)

 

Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh etmek (evlenmek), talâk (boşamak) ve ıtâktır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî ve Keşf-ül-Hafâ)

 

IYÂL:

 

Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi.

 

Iyâl için yapılacak masraflar, yiyecek, giyecek ve ev olup, şehrin âdetine, piyasaya, akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)

 

Ehl-ü ıyâlin rızâ ve gönüllerini almak için, haram işliyerek âhiret azâbını ihtiyâr eden (tercîh eden) kimsenin bu yaptığı akla uygun değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

IYD:

 

Bayram. Müslümanların sevinç ve neş'e günleri olan Ramazan ve Kurban bayramları. (Bayram)

 

Iyd günlerinde, dargın olanları barıştırmak, akrabâyı, din kardeşlerini ziyâret etmek, onlara hediye götürmek Peygamber efendimizin âdetleri olduğundan sünnettir. (Muhammed Rebhâmî)

 

Iyd-ı Edhâ:

 

Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.

 

Iyd-ı edhâda bayram namazına giderken "Allahü ekber Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhi'l-hamd" diye yüksek sesle Tekbîr-i teşrik getirmek namazdan önce bir şey yimemek, namazdan sonra önce kurban eti yemek sünnettir. (Halebî)

 

Iyd-ı Fıtr:

 

Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.

 

Sabahleyin câmi'e giderken bayram tekbirlerini Iyd-ı fıtrda sessiz, ıyd-ı edhâda (kurban bayramında) açıktan yüksek sesle söylemek sünnettir. (Halebî)

 

İBÂDET:

 

Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi:56)

 

Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)

 

Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu. (Yahyâ bin Muâz)

 

İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz.

O   hâlde, ey mü'min kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman olmayasın! Çok büyük sevâba kavuşasın!(Cüneyd-i Bağdâdî)

 

İbâdet-i Bedeniyye:

 

Beden ile yapılan ibâdetler.

 

Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendisi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine fakire fidye (bedel, belli miktarda mal veya para) veremez. Hâlbuki, oruc yerine fidye vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

İbâdet-i Mâliyye:

 

Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.

 

Bir kimse birkaç yemini bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır. Keffâretler, zekat gibi ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakirlere bir vekil vâsıtası ile vermesi câiz olur. Fakat kendisinin malı ayırırken veya fakire verilinceye kadar niyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

İbâdethâne:

 

İbâdet yapmak için toplanılan yer. (Ma'bed)

 

İbâdette Bid'at:

 

Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler. (Bid'at)

 

İBÂDİYYE:

 

Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri. (Hâricîlik)

 

Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd adındaki kimseye tâbi olanlardır. Bu şahıs, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ile hakem yapmak sûretiyle uyuştuğu için hazret-i Ali'den ayrıldı. Trablusgarb'a gitti. Orada İbâdiyye fırkasını kurdu. Bundan sonra adamları hicrî 153 yılında halîfeye isyân edip, Trablusgarb'ı ele geçirdiler. Kendilerinden başka müslümanlara kâfir deyip, harb zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günâh işleyen mü'min değildir dediler. Hazret-i Ali'yi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler. (Seyyid Şerîf Cürcânî-Şehristânî)

 

Kur'ân-ı kerîmin lafzına (zâhirî mânâsına) bağlanan İbâdîlere göre; îmân ve İslâm bir bütündür. Amel îmândan bir parçadır. Bu sebeple günah işleyen kimse, îmândan çıkar, Kur'ân-ı kerîm mahlûktur, yaratılmıştır. İbâdîler peygamberlere îmân ederler fakat şefâati inkâr ederler. Allahü teâlânın âhirette görülmeyeceğini söylerler. (Abdülkâdir Bağdâdî)

 

İBÂHA:

 

1. Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.

 

Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey ibâha olur. Ancak yediği mülk olur. Başkalarına veremez. (İbn-i Âbidîn)

 

2. Yedirme, doyurma.

 

Devamlı hasta veya çok yaşlı olan kimse, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakire bir gün taam (yemek) ibâha eder. (İbn-i Âbidîn)

 

İBÂHÎ:

 

Haramları mübah (serbest) sayan sapık İbâhiyye fırkasına mensûb olan kimse. (İbâhiyye)

 

İBÂHİYYE:

 

İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk bir fırka.

 

Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.

 

İbâhiyye, haramlara helâl deyip, yetmiş -seksen sene hacıları soydular. Müslümanları öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri 983 (H. 372) senesinde yıkılınca dağıldıkları yerlerde gizlendiler. Bunlardan Hasan Sabbâh'ın kurduğu İsmâiliyye devleti de 1256 (H. 654)'de yıkıldı. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de onların yolunda bulunmayan, kendi bozuk düşüncelerine Eshâbın yoludur diyen, Ehl-i sünnet âlimlerini ve tasavvuf büyüklerini beğenmeyip kötüleyen kimseler kendileri gibi olmıyanlara müşrik (şirk koşan) diyorlar. Bunların malı, canı kendilerine helâldir diyorlar. Böylece İbâhiyyeden oluyorlar. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi görüşleriyle çıkardıkları bozuk mânâları müslümanlık sanıyorlar. Edille-i şer'iyyeyi (dînî delilleri) ve hadîs-i şerîflerin çoğunu inkâr ediyorlar. (Dâvûd bin Süleymân)

 

İBÂRET-İNASS:

 

Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.

 

Nûr sûresi yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Namaz kılın, zekât verin" buyrulmaktadır. Burada ibâret-i nass, yalnız namaz ve zekâtın farz olduğunu ifâde etmekte, başka bir mânâ bildirmemektedir. (Serahsî, Senâullah Dehlevî)

 

İBDÂD:

 

Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.

 

Namazın kemâl mertebesinde (en güzel ve tam şekliyle) kabûl olmasının şartları; haramlardan sakınmak, huşû (Allahü teâlâdan korkmak), takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak), mâlâyânîyi (dünyâ ve âhirete faydası olmayan şeyleri) terk etmek ve namazı usûlüne, şartlarına uygun olarak kılmak husûsunda, üşenmekliği, gevşekliği terketmek ve bir de ibdâddır. (Kutbüddîn İznikî)

 

İBLÎS:

 

Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Onu hâtırla ki meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de, iblîsten başka bütün melekler hemen secde etmişlerdi. Ancak iblîs yüz çevirip, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)

 

Allahü teâlâ, iblîse; "Ben sana secde ile emr etmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" buyurdu. İblîs şöyle dedi: "Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın." (A'râf sûresi: 12)

 

Üç kimse iblîs ve iblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar. Allahü teâlâyı gece gündüz zikr eden (hatırlayan), seherde istigfâr eden (günahlarının bağışlanmasını isteyen), Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse. (Hadîs-i şerîf-Telbîs-ül-İblîs)

 

İblîs ve yardımcıları insanlara hep kötülükleri yaptırmağa çalışırlar. Bâzan iyi şeyleri yapmağı da hatırlatırlar. Fakat bunları yaparken nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ (gösteriş) yaptırarak veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak insanın günâha girmesine sebeb olur. (Abdülgafûr-i Lârî)

 

Tekebbür yâni kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle iblîs de öyle tekebbür etti. Meleklere Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın diyerek Rabbine karşı geldi. İblîs ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce onu sudan ve topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil tevâzû göstermektedir. (M. Hâdimî)

 

İblisin rahat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât; "Niçin insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?" dedikte, İblis; "Bu zamânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bırakmıyorlar" demiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İBN-ÜL-VAKT:

 

Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir. (Erbâb-ı Kulûb)

 

İBN-ÜS-SEBÎL:

 

Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.

 

Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak; fakîrlere, miskinlere (bir günlük nafakası olmayanlara), zekât me'murlarına, müellefet-ül-kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere), mükâteb (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd, serbest olacak) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve ibn-üs-sebîle verilir. Allahü teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir. (Tevbe sûresi: 60)

 

Ganîmetlerin beşte biri yetimlere, miskinlere ve ibn-üs-sebîl'e verilir. Bunlardan herbirine ayrı ayrı verilebildiği gibi tek bir sınıfa da verilebilir. (İbn-i Hümâm)

 

İBRÂ:

 

Alacağından vaz geçmek.

 

Bir kimse alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu ibrâ etse borçlu borçtan kurtulur. (Ali Haydar Efendi)

 

İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Ey Resûlüm!) Kitabda (Kur'ân-ı  kerîmde) İbrâhim'in kıssasını  anlat. Çünkü o sıddîk (doğruluğu tam) bir peygamber idi... (Meryem sûresi: 41)

 

Biz (ergenlik çağına ulaşmadan) önce İbrâhim'e tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüştünü verdik. Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk. (Enbiyâ sûresi: 51)

 

Ben babam (dedem) İbrâhim'in duâsı, kardeşim Îsâ'nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)

 

Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Babası mü'min olan Târûh'tur. Âzer, amcası ve üvey babasıdır. Putlara ve yıldızlara tapan Keldânî kavmine peygamber olarak gönderildi. Kendisine on suhuf (forma) kitab verildi. Bu kavmin o devirdeki hükümdârı olan ve ilâhlık iddiâ eden Nemrûd'u da îmâna dâvet etti. Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmediği gibi ona ve inananlara zulm ve işkence yaptırdı. İbrâhim aleyhisselâmı önce habs ettirip, sonra ateşe attırdı. Allahü teâlâ, Halîl'i (dostu) olan İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılmasını ibretle tâkib edenlerden bir kısmı îmâna geldi. İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'u ve Keldânîleri son bir defâ daha îmâna dâvet ettikten sonra, kendine inananlarla birlikte hicret etmek üzere Bâbil'den ayrıldı.

 

İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile Bâbil'den Harran'a (Urfa'nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm ve zevcesi (hanımı) Sâre Hâtun da bulundular. Harran'da bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, oradan da Mısır'a gitti. İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile Mısır'dan ayrılıp, Filistin'e geldi. Evlâdı olmadığı için Allahü teâlâdan sâlih bir evlâd istedi ve adakta bulundu. Sâre'den çocuğu olmadığı için, onun tavsiyesi ile hazret-i Hâcer'le evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm dünyâya geldi. Ardından, Sâre Hâtun'dan İshâk aleyhisselâm doğdu.

 

İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Hâcer Hâtunu ve İsmâil aleyhisselâmı yanına alıp, Şam'dan ayrılarak, o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye bıraktı. Kendisi Şam'a döndü. Gördüğü bir rüyâ üzerine oğlunu kurban etmek istedi. Tam kurban etmek üzereyken Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterdiğini bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Beytullah'ı (Kâbe-i muazzamayı) oğlu İsmâil aleyhisselâm ile inşâ etti. Ebû Kubeys dağında bulunan ve Cennet yâkutlarından olan Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak Kâbe-i muazzamanın duvarına yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen taşın üzerine bastı. Kâbe'yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın emri ile oğlu İsmâil aleyhisselâm ve Mekke'de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı ve Şam'a döndü. Şam'a döndükten sonra yüz yetmiş beş yaşında Kudüs'de vefât etti. Kudüs civârındaki Habrun kasabasında bulunan bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, Allah'ın dostu anlamında Halîlürrahmân diye meşhûrdur. İbrâhim aleyhisselâmın dînine Hanîf dîni denilmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, sevgili Peygamberimizden sonra insanların en üstünüdür. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde, Ahmed Cevdet Paşa, Altıparmak)

 

İbrâhim aleyhisselâm, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin ümmetinden olmayı temenni buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah'tır (Allah'ın dostudur). (İmâm-ı Rabbânî)

 

İBRÂHİM SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin on dördüncü sûresi.

 

İbrâhim sûresinin 28 ve 29. âyetleri Medîne'de, diğerleri Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. Otuz beşten kırk bire kadar olan âyetler İbrâhim aleyhisselâmın duâsını ihtivâ ettiği için İbrâhim sûresi denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlâya, peygamberlerine ve âhiret hayâtına îmân konuları ve İbrâhim aleyhisselâmın duâsı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

Allahü teâlâ İbrâhim sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Allah'a îmân etmeyenlerin yaptıkları faydalı işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiçbir faydasını bulamazlar. (Âyet: 18)

 

İbrâhim sûresini baştan sona kadar okuyana, sayısız çok sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl)

 

İBRÂNÎ:

 

Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.

14 Şubat 2023 Salı

Gündelik Hayatımızda Yeme İçme-1

 


1836’da Osmanlı ordusunda görev yapan genç von Moltke katıldığı bir şöleni şöyle anlatır: “Genç prenslerin sünneti vesilesiyle şenlik yapılıyordu. Kordiplomatik de davetli idi. Bu tam bir Türk şenliği olduğu için bize de hakiki bir Türk ziyafeti verildi. Tabii çatal, bıçak ve şarap yoktu. İlk yemek, içi pirinç ve üzümle doldurulmuş bir kuzu kızartması idi. Herkes bir parça koparıyor ve parmaklarıyla pilava dalıyordu. Arkasından un ve balla yapılmış bir tatlı olan helva geldi, sonra gene kızartma, gene tatlı, kimi sıcak, kimi soğuk, kimi ekşi, kimi tatlı, her yemek ayrı ayrı mükemmeldi; fakat bunların bir araya getirilişi bir Avrupalı midesi için anlaşılması zor bir tarzda idi ve şarap da yoktu. Dondurma yemeğin ortasında verildi. Nihayet, daima yemeğin sonunu anlatan pilavı ısrarla istedik. Bunun arkasından da, üzerinde yemek yediğimiz büyük yuvarlak sininin üstüne bir çanak hoşaf, yani haşlanmış meyve kondu ve kaşıklanarak boşaltıldı” (Moltke’nin Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, 1995).


19.yüzyıl sonundan itibaren Osmanlı devlet ricali verdiği şölenlerde Batı mutfağına açılarak yabancı misyonun şaşkınlığına son vermiştir.

Artık menüde, yumurtalı bouillon, mayonezli levrek, sebzeli sığır filesi, dana ciğeri mousse, beyaz soslu pilavlı tavuk, krema vardır. Gözde restoranların müşterilerine evde pişmeyen yemekler sunma arzusu da geleneksel mutfağın gerilemesinde etken olmuştur. Daha 1858’de Mehmet Kamil Efendi Melceut-Tabbahîn adlı kitabında zevklerin değiştiğini, eski yemeklerin yeterli olmadığını, garplılardan yeni ‘cuisine’ almak gerektiğini belirtmektedir. Osmanlı döneminde pahalı ve özenli yemeklere bütçeleri yeten hanımların yemek pişirmeleri beklenmeyip mutfak işleri hizmetçilere ait olduğundan, iyi yemek pişirmesi beklenen ev kadınlarının bütçeleri ise gittikçe daraldığından, değişen toplumsal yapıyla birlikte mutfak daralmış, çoğunluğu uzun zaman alan ve artık egzotik kaçan süslemelerle yapılan eski İstanbul mutfağı yemekleri unutulur olmuştur.


Türk mutfağını turizm ve tanıtma aracı olarak görerek ihya etme gayretlerine karşılık, Osmanlı saray ve konak yaşantısını ikame edecek bir toplumsal yapı olmadığı, Fransa’daki gibi aristokrasinin yaşantısını izleyen burjuvazi ve dünya şehri Paris doğmadığı, gıda sektörü çok geç örgütlendiği için, bu mutfak hep ‘turistik’ kalacaktır. Fakat yemek kültürünü tek tek yemeklerin etnik kökenlerinde aramak da bu kültürü ve ‘saray’ birikimini anlamamaktır.


Her alanda olduğu gibi, mutfağı temsil eden üst sınıfların yeme alışkanlıkları ile halkın yeme alışkanlıkları arasında fark vardır. Köyde yemek yatsıya kalamazken, şehirde işçi, memur, burjuva yemek saatleri farklıdır. Ebussuûd Efendi’nin, “Çarşıda ta’âm eden imamın azli lâzım olur mu?” sorusuna “Mutadı ise olur,” fetvasını vermesi ve tanıklığın makbul olmasını engelleyici davranışlar arasında “pazarda ta’âm ekl”ini sayması, lokanta kültürünün toplumsal davranış normları açısından değerlendiriliş biçimini ortaya koyar. Örneğin kebapçılar 16. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır ancak buraların müşterileri orta halli kimselerdir. Osmanlı sarayında da öğünler ikidir ve sefertası geleneği yok olurken, özellikle büyük merkezlerde dükkânından çıkamayan ve tepsi getirtemeyen esnafın öğle yemeği sorununa henüz çözüm bulunamamıştır.


Eski Yunanlılar günde bir öğün, o da yatarken yerlerdi. Durum dünyanın hemen her yerinde yüzyıllarca değişmemiş, özellikle gündüz evde bulunma âdeti olmadığından atıştırmayla yetinilmiştir. Yaşamın sadeliğine ve şişmanlık gibi çağcıl bir hastalığın bulunmamasına karşın, beslenme ve yemek kültürü insanların zihniyet dünyasında daha önemli bir yer tutmaktadır, çünkü doğal olarak beslenme biçimi kültürün en önemli, temel yaşamsal öneme sahip alanını oluşturmaktadır ve sağlık anlayışıyla kutsallık, ritüellerle toplumsal yapı iç içe geçmektedir.


Sağlıkta ahlat-ı erbaa anlayışı egemen olduğu gibi, pişirme teknikleri de yemekleri yaş ve kuru, sıcak ve soğuk hale getirme işlemi olduğundan doğrudan sağlıkla ilgilidir. Tamamlayıcı bir başka yönüyle de pişirme teknikleri, toplayıcı, avcı, hayvancı veya tarımsal üretim tekniklerinin devamıdır ve bu tekniklere göre ilahi veya dünyevi kabul edilir, bereket ritüellerine ve arınma, kefaret uygulamalarına konu olurlar. Totem ve tabuların temel besin maddesiyle ilişkili olmasıyla beslenme âdetleri normatif hale gelir. Böylelikle çiğ ve pişmiş yenenler, pişirme, kızartma, haşlama, tütsüleme, kurutma işlemleri içerik kazanır. Toplumun ilahi mirası ile icat ve başkalarından ödünç aldıkları ayrışır. Doğal ve uygar ayrımı doğar. Bu kültürel yapı, yalnız kabile toplumlarına ait değildir; temiz ve kirli, helal ve haram anlayışlarıyla bugüne kadar gelmiştir. Örneğin, Fransız Devrimi’nin kılık kıyafette yarattığı sadelik modası, burjuvazinin mütevazı giysileri tercih etmesi, beslenme alışkanlıklarında da kendisini gösterir. Ansiklopedi yazarları haşlanmış yemek için “İnsanoğlunun en sulu ve besleyici yemeği” derken, elli yıl sonra “Haşlanmış et susuz kalmış gövde gibidir... Bu gerçek kendisini kabul ettiriyor ve gerçekten seçkin sofralardan haşlanmış et kalkıyor, yerini kızartmaya bırakıyor,” denilerek tam tersi görüş savunulmaktadır. Haşlama halk tarzı, kızartma ise yönetici sınıfın halktan ayrıştığı, aristokratik tarzdır. Fakat bu anlayış kültürlere göre değişir. Çünkü haşlamanın (veya kızartmanın, tütsülemenin, vb.) sıcak, soğuk, kuru veya yaş bir işlem oluşu, kültürel değerlere göre belirlenir. Anadolu’da bu değerlendirmenin halen yaşayan örneği aşuredir.


Yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan çikolata, kahve, çay ve tütüne ilişkin yargılar da aynı kültürlemeye tabidir. Sıcak ve kuru, soğuk ve sıvı olarak değerlendirilir ve buna göre uyuşmak veya ayılmak, eğlenmek veya çalışmak için tüketilir ve aristokrasi, yükselen burjuvazi gibi belirli sınıfların gözdesi olurlar. Örneğin, çikolata aristokrasiye göre sıcak, sıvı ve eğlendiricidir, öğleye doğru uyanıldığında yatağın içinde içilmeye başlanır ve çikolatanın bu tarz tüketimi aristokrasiyle birlikte ortadan kalkar. Bu sınıfsal ayrıma belli yiyecek ve içeceklerin, örneğin çikolata ve sigaranın, kadın ve çocuklara yakışır veya yakışmaz kabul edilişiyle, cinsellik ve statü ayrımını da ekleyebiliriz.

Nizamülmülk’den Yusuf Has Hacip’e, Dede Korkut’a kadar anlatılan toy geleneği antropolojinin potlaç kavramı içinde incelenmelidir. Ancak Anadolu’nun “ağalık vermekle olur” anlayışına uygun olarak konu, kabilelerarası alışverişle değil, toplumsal sınıf farkının vurgulanmasıyla da ilişkilidir. Kutadgu Bilig’de tiş teri olarak geçen kavramla Osmanlının diş kirası uyum içindedir. 1908’e kadar devam eden âdetle Ramazan’da vükela ve ricalin iftar davetlilerine verdiği bahşiş paraya diş kirası denir ve davet sizlere de yemek ve bahşiş verilirdi.


Dede Korkut dört türlü ‘karı’ sayar, bunlardan solduran sop “sabadança yirinden örü turur, elin yüzin yumadın tokuz bazlammaç ilen bir külek yoğurd gözler, toyınça tıka basa yir, elin bögrine urur aydur: Bu ivi harab olası ere varaldan berü dahi kamum toymadı, yüzüm gülmedi, ayağum paşmak yüzüm yaşmak görmedi dir.” Dede Korkut’un saydığı yemek bazlama ile yoğurttan ibarettir. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in kendisine sunulan badem helvası için “iyi tutmaç imiş lâkin sarımsağı [şic] eksik” dediği rivayet edilir.


Masa adâbında tarihçesi anlatılan masa donanımında olduğu gibi, yiyeceklerin dolaşımı ve çeşitlenmesinin, ev ve lokantada yemek anlayışı ve türlerinin temelleri Rönesans’tan itibaren atılmış ve yaygınlaşması genellikle sandığımızdan çok daha yavaş olmuştur. Uzakdoğu’dan ve

Amerika kıtasından gelen birçok bitki türünün sıradan insanların mutfaklarına girmesi yüzyıllar almıştır. Zamanın çoğunda yakın coğrafyalarının verdiği ürünlerle yetinmişlerdir.


Yakın yıllara kadar bahçede hiç olmazsa maydanoz ve domates yetiştirilen, aşmalı çardak yapılan, hoşaflık meyve, biber kurutulan, reçel, şerbet, turşu, sucuk, pekmez, pestil üretilen ve yılda bir kez şifa niyetine ısırganotu yenilen kültürden, fast-food, dondurulmuş sebze, derin donduruculu buzdolaplarına geçiş, ithal yiyeceklerin yerli üretimden daha ucuza satıldığı gelişmeyle çakıştı. 


Pide, Lahmacun, Pizza


Türklerin saç ekmeği, gözleme, bazlama ve lavaşı (Farsça ve Ermeniceyle ortaktır) Ortadoğu pidesiyle aynı işlevi görür. Kiremitte, ızgarada, saçta veya üstü toprak vb. kapatılarak pişirilen hamur ekmeğin atasıdır. Bugün mısır gevreği biçimiyle, patates cips gibi çerez olarak satılan Güney Amerika köylüsünün mısır unu lavaşı tortilla’dan Çin’e kadar, çok eski zamanlardan beri fakir köylülerin yemeği, bu tür ekmekler ve üstüne konulan ürünlerden ibaret olmuştur. Evin kadınlarının uygun zamanda yapıp bezlere sarıp kaldırdıkları lavaşlar ıslatılarak veya ısıtılarak, eldeki malzemenin katılmasıyla yemeğe dönüşür. Dürümün aslı da budur.

Pideye zeytin, soğan, peynir, sebze veya et konularak zenginleştirildiğinde şehir yemeği elde edilir. Lahmacunun kökü, İsmet Zeki Eyuboğlu’na göre Arapça yoğrulmuş et anlamına gelen lakm-ı ecin’dir. Lahmacun, Şeyhülislam Mehmet Esad Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Şemseddin Sami ve Sir James Redhouse’un sözlüklerinde, ‘tuyûr-ı lâhime’ye kadar lahm türetmelerini kapsayan Hüseyin Kazım Kadrinin Türk Lûgatı’nda bulunmamaktadır. Bu efendilerin zamanın fast-food’u lahmacunu görmezlikten geldikleri düşünülebilir. Amerika’dan uluslararası tekeller eliyle dünyaya yayılan ve besleyiciliği, şişmanlatıcılığı, lezzeti tartışma konusu olan bu fast-food tarzının kökeni Yakındoğu’da yatmaktadır.


Sokakta yediklerimizi ve Osmanlı kaynaklarından öğrendiğimiz, eskiden dükkânlarda değil seyyar satıcılarca satılan yiyecek türlerini düşünürsek, tükürük köfteden kokereç ve balık ekmeğe, İstanbul’da son örnekleri kalan kelle ve kuruculara kadar uzanan ‘fast-food’ çeşitliliğini fark ederiz. Halen doğru dürüst otel ve lokantası bulunmayan Anadolu şehirleri ile eski ticaret yolları üstünde bulunan ve Çin’den İtalyan şehir devletleri geleneğine kadar uzanan bir tadın hizmete hazır beklediği kervan şehirlerinin yorgun arastalarındaki ustaları o zaman kavrayabiliriz. Esnaf ve kamyoncu lokantalarının lezzetinde devam eden bu görgü, iyi ve hızlı beslenmek isteyen yabancılara en eski ve değişmez menüyü sunar: Ekmek, yani pideyle et, bulunabilen diğer malzemeyle zenginleştirilmiştir.


Anadolu’nun çeşitli şehirlerinin adlarıyla anılan etli ekmek, pide ve çeşitlerinden bazıları yerelliği sürdürürken, bazıları da büyüyen şehirlere taşınarak yeni ihtiyaçlara uymuştur. Örneğin, Ankara’da seyyar lahmacuncular 1970’li yıllara kadar hizmetimizdeyken ekonomik krizi atlatamadılar ve lahmacunlarındaki eti iyice azaltarak pidesini de iyi yapamadıklarından önce Ulus çevresine çekildiler ve yok oldular. Ama lahmacun gerçek bir hızlı yemek olarak, hem ucuz olduğundan, hem de ayakta ve yürürken yenebildiğinden, mesai saatiyle yaşayanların sayısı artınca büfelere, yeni açılan gözlemecilere girdi.


1990lı yıllarda yaygınlaşan pizza da pidenin akrabasından başka bir şey değil. Roma’da tarihi imparatorluğun genişlemesinden önceye giden piada tava ekmeğidir. Soğan ve balık döşendiğinde pizza ve pissaladiere adını almıştır. Pizzanın İtalya’dan sonra en sevildiği ve bizdeki pideciler gibi özel lokanta türü yarattığı yer ABD’dir. İtalya’nın özellikle Almanya’ya işçi gönderdiği dönemde Avrupa’da pizzacılar açıldıysa da artık Türk döner ve pidesiyle rekabet etmek zorundalar, zira Türkler de pizzacı-pideci dükkânları açıyorlar.

‘Fast-food’un Türkiye’ye girmesinden sonra, eskiden özel lokantalarda bulunan pizza, tarz değiştirerek pastane, kafelerde de yapılmaya başlandı, Amerikan şirketlerinin şubelerinin açılmasıyla aslına rücu etti. Pizza kendi kültürünü de getirdi, telefonla ısmarlandığında, motosikletli dağıtımı yapıldı.



Aşure


Bir yemeğin ve pişirme işleminin, kültüre göre yaş veya kuru, sıcak veya soğuk kabul edilmesinin örneği Anadolu’da ritüel değerini halen koruyan aşuredir. Aşure Müslümanların ve Ermenilerin oruç yemeği iken, Rumların cenaze yemeğidir. En yaygın inanca göre aşure, Nuh’un gemisi karaya oturunca, tufandan kurtuluş sevinciyle gemide artakalmış yiyeceklerin katıldığı şükran çorbasıdır. Şii inanca göre, Kerbela’da şehit edilenler anısına tutulan on günlük Muharrem orucundan sonra yasın bitip imam Zeynelabidin’in sağ kurtulmasından duyulan sevinç yemeğidir. Anadolu Alevilerinde Nuh’un gemisi ile Kerbela olayı arasına bağ kurulur; gemidekiler, gemi Kerbela üstüne geldiğinde üç gün oruç tutup aşure yapmışlar, geminin tekrar ilerleyerek karaya ulaştığı on ikinci gün de oruçlarını aşure ile açmışlardır. Aşure yapılırken 7, 10, 12 adet malzemenin, su, şeker (pekmez), tuz, yarma buğdayın karıştırılması esastır. Pişirilmesi ve dağıtılışı törenlerle, köylerde toplu halde olur, şehirlerde de akraba ve komşulara dağıtılır. Kabın yıkanmadan iadesi gerekir.


Ermenicesiyle aşura veya anuş-abur 6 Ocak’ta Noel orucunda yapılır. Ermeni anuş-abur’u sulu yemekken, Rum kolivası kuru yemektir. Haşlanmış buğday, bal ve kuru üzümden kavrularak yapılan koliva kilise kapısında dağıtılır. Ortasına mum dikili bir tabak koliva mezarın üstüne konur. Koliva ölünün dirileceğini anımsatır. Buğdayın filizlenmesi için toprağa gömülmesi gerekir; bal gelecekteki yaşamın mutluluğunu simgeler, mum ise bu yaşamın sonsuzluğunu gösterir. Rumlar kolivayı çocuğun ilk dişi çıktığında, memeden kesilmesinde, yıl dönümlerinde de yaparlar. Bu kültürlere göre, aşurenin sulu ve kolivanın kuru oluşu önemlidir. Yani aynı malzemeyle, aynı ‘yaşama dönüş’ amacı için, çürüme ve dağılmayla tazelenme, suyla tazelenme, havayla kurutma kavramlaştırması kendisini gösterir. Nitekim Müslüman ve Ermeniler ölünün arkasından helva kavururlar.


Osmanlı sarayı devlet ricaline ve halka aşure dağıtma âdetini sonuna kadar yaşatmış, rical, vakıflar, loncalar da bu âdete uymuştur. İstanbul’a özgü bir aşure âdeti, saraydan başlayarak zenginlerin aşure dağıtmak için Avrupa’dan ağzı geniş, kapaklı ve tek kulplu porselen testiler getirtmeleridir. Gene İstanbul’da Muharrem’in 10’undan itibaren bir hafta boyunca kapı kapı dolanarak dilenen körler grubu goygoycular da aşure âdetlerine eklemlenmektedir. Her biri omuzunda iki ağızlı bir torba taşıyarak altışar kişi halinde dolaşan ve böylece on iki imamı hatırlatan, bir örnek giyinmiş körlere bir topal veya çolak önderlik eder. Söyledikleri Kerbela ağıtlarının her mısrasına “Hoy goy canım !” veya “Hey kaygulu canım!” çığlıklarını ekledikleri için bu adı aldıkları söylenmektedir. Şehzadebaşı’ndaki vakıf Tabhane binasında yaşayan bu Anadolulu insanlar, topladıklarıyla aşure pişirir ve isteyenlerle paylaşırlarmış. Geçmişinin 16. yüzyıla kadar uzandığı saptanan goygoyculuk 1909’da yasaklandı.


1920’lerde Heybeliada’da Sait Halim Paşa’nın köşkünde dağıtılan Muharrem aşuresi için kuyruğa girenlerden biri de Aziz Nesin’dir: “Bir elimde boş, öbüründe aşure dolu kapla utana utana eve gidiyorum. Ama bir yandan da Muharrem ayında aşure dağıtan adamın iyilikseverliğini düşünüyorum. Ben de büyüyüp birer kap değil, yoksulların bütün kaplarını silme aşure dolduracağım,” (Böyle Gelmiş Böyle Gitmez I: Yol, 1966).



Makarna


Erişte yüklü sıpasını kaçıran köylü, “Sıpa getti! Sıpa getti!” diye peşine düşünce, meraklanan Italyanlar sıpayı çevirmiş, erişteleri bulunca da afiyetle yemiş, bu yemeğin adını da spagetti sanmışlar. Bu halk etimolojisi değil, Amazon, Niagara, Carolina’ya Türkçe kökenler bulma modasının eski bir örneği. Fakat İtalya’daki makarna türlerini hangi şehrin bulduğu kavgasına katkıda bulunuyor...


Espresso (bastırılmış), canelloni (büyük boru) , ravioli (küçük şalgam), spaghetti (küçük iplik), tutti frutti (bütün meyveler), vermicelli (küçüksolucan), lasagna (tava), parmesan (Parmak), minestrone (çukur) İtalyanların dünya lokantalarına kendi adlarıyla tanıttıkları makarna çeşitleri...


Türkiye’de erişte (Farsça rişta), tarhana (Farsça terhuvâne), şehriye (Arapça şak) ve göçebe kültürüne çok uygun mantı (Çince mantu) yemekleri geçmişe doğru gidildikçe Italyan makarnalarıyla ve birçok ülkenin hamur, hatta buğday yerine pirinç, fasulye, soya unu kullanılan yemekleriyle benzeşir. Makarnanın Marko Polo tarafından Çin’den 13. yüzyılda İtalya’ya getirildiği söylenmektedir, ama ünlü seyahatnamede yalnızca Çin’deki ekmekağacının şaşırtıcılığından söz edilmektedir; yoksa ağacın unundan ‘pasta’ yapılmasında ve Marko Polo’nun Çin’de şehriye ve benzerlerini yemesinde şaşırtıcı bir yön yoktur. Pasta Italyancada ekmek veya kuru pasta, un çorbası veya lapası için hazırlanmış hamur demektir, zaten bu yüzyılda makarna, spagetti veya vermicelli yoktur.


Makarnanın Commedia dell’Arte kahramanı Mascherone’nin adından, İmparator III. Frederick’in (1515-1576) bir şölende kendisine sunulan makarnayı beğenip Yunanca ‘makarios’ (hoşnut) demesinden veya Napolili bir prensin ‘si buoni ma caroni’ (İtalyanca bozuk olmakla birlikte, “güzel ama pahalı”) demesinden geldiği gibi birçok öneri vardır. Italyan şehirleri arasında makarna kavgası 17. yüzyıla uzanmaktadır. 14. yüzyılda makarna çeşitleri yapılmaya başlanmıştır, fakat örneğin 1481’de ravioli makarnadan çok mantıyı hatırlatmaktadır, et, peynir, yumurta ve ot doldurulan hamurlu yemek, daha çok bugünkü canneloni gibidir. Spagettinin Napoli’de kitlesel üretime geçilip ahşap çerçeveler ve güneşte kurutulması ise 1800’leri bulmuştur. 1830’lara kadar hamur elle yoğurulurken karıştırma makinesinin geliştirilmesi makarna üretimini artırmıştır.


Italyan asıllı New Yorklu Hector Boiardi şişede spagetti, teneke kutuda ravioli satışına başlayarak 1920’lerde makarnayı gıda sektörünün ürünü haline getirdi ve kurduğu zincirle büyük bakkallara dağıtmaya başladı. 1940’larda ‘Italyan’ makarnası restoranlara, makarna fabrikaları kurulunca da evlere girdi.


Makarna biçimine göre düdük, fiyonk, çubuk, şehriye veya içindekilere göre domatesli, yumurtalı, baharatlı olarak isimlendirilir. Yurt çapında ün salan ilk makarna fabrikaları Piyale (1942), Ece (1954), Nuh’un Ankara Makarnası (1959), Ulukartal’dır (1961). Zayıflama diyetlerinin her gün basında yer aldığı bir dönem, makarna şişmanlatması nedeniyle kara listeye alınmış, üreticilerini karşı kampanya düzenlemeye mecbur etmişti ama, makarnanın mutfaktaki yeri çok sağlamdır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

DOĞU KÜLTÜRÜNDE NASREDDİN HOCA TİPİNİN BENZERLERİ

 


Anadolu kültürünün tanınmış fıkra tiplerinden Nasreddin Hoca’nın şöhreti geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Ancak coğrafya genişledikçe fıkra tipinin de, bölgesel özelliklerin etkisiyle değiştiği görülür. Bu, fıkra tiplerinin kültürel iletişim sonucu uluslar arasında gezinerek değişime uğraması demektir. Roma-Bizans dönemi Anadolu fıkra tipleri Ezop, Diyojen, ve Aristo’ya ait fıkraların Nasreddin Hoca fıkraları arasında da yer alması veya Hoca fıkralarının Alman, Fransız fıkra tipleri ile benzeşmesi bu tip veya milliyet değişiminin bir sonucudur.


Doğu kültüründe fıkra benzeri anlatma tipleri, birbirine benzer özelliklerle tasvir edilmişlerdir. Bu tipler, ...mecnun, meczup ve divane... felsefî bir deliliğe sahip olan, her akıllıdan daha akıllı, keskin zekaya sahip, ama dış görünüşleriyle saf ve deli olarak algılanan yetenekli kişilerdir...Somut ve biyografisi bilinen kişilerden ziyade .... büyük bir kısmı efsanevî şahıslardan oluşur. Bu şahıslar İslam kültüründe: Behlûl, Ebleh; Cuhâ/Cuhî, Talhak, Ayaz; Nasreddin Hoca, Bektaşî ve benzerleridir. Söz konusu tiplemeler, daha çok fıkra ve latifelerde birer kahraman ve halk filozofu rolünü üstlenirler (Çiftçi, 1998: 150).


Coğrafya değiştikçe, fıkralar gibi, fıkra tipi adlandırmalarının da değiştiği mizah dünyasında bilinen tabiî gelişmelerdir. Doğu kültüründe Hoca tipinin adlandırmaları bu farklılaşmanın başında gelmektedir. Hoca tipinin benzerleri İslam coğrafyasında; Arap ülkeleri’nde Cuha; İran’da; Cuhî, Molla Nasıruddin, Molla Dü-Piyaza, Şeyh Buhlul, Molla Müşfik; Müslüman Hindistan’da Birbal; Endonezya, Malaya’da, Pak Pandır, Pak Kadok adlarıyla karşılandığı bilinmektedir (Bausani, Eİ2: 355). Hoca tipi değişik adlandırmalarla, Suriye, Mısır, Fas, Cezayir ve diğer Arap ülkelerinde de yaşatılmaktadır. Aynı şekilde, Hoca’nın Romen Halk hikayelerinde Papelea, Pecâlà, Hapilea olarak görülmesi, tipin değişik coğrafyalardaki gezinmeleridir.


Meşhur adıyla Hoca; Apendi (Efendi), Koco Nasridin, Kojo Nasır, Molla Nasreddin, Hoca Nasreddin ve benzeri adlarla Türk dünyasında dolaşmaya devam etmektedir. İran Azerilerinde, Hoca tipi, Klâsik Fars şiirinin hiciv şairi Ubeyd-i Zakanî ile eşleştirilmiştir. Bölgede tipe bağlı olarak anlatılan fıkraların yaşamış bir şahsiyet olarak Zakanî’ye mi, yoksa Hoca’ya mı ait olduğu çözümlenememiştir. 


Bu makalede, Cuha ve Behlûl tiplemeleri ile Hoca tipine yakınlaşma, benzeşme ve aynileşme konularındaki bulgulardan söz edilecektir.

Tipin benzerleri arasında adı geçen Cuha/Coha, Cuhî,  edebî metinlerde: bön, aptal davranan çocuk tipi (?) anlamlarına gönderme yapmaktadır (Akkuş, 1998: 233).


Cuhâ, saflığı ile tanınan bir Arap Fıkra kahramanıdır. Cuha tipi, Ebü’l-Gusn Düceyn b. Sabit (ö.2./7.yy, ikinci yarı), Nuh veya Abdullah adlarıyla yaşamış kişilere bağlanır, ancak adların fazlalığı ilginin kesin olmadığını gösterir. Cuhâ, Fezara kabilesine mensuptur. 1.-2. /6.-7. yüzyılda Küfe’de yaşamıştır. Yüz yıldan fazla yaşadığı, babasının tüccar olduğu bilinenler arasındadır. Ölüm tarihi bilinmemektedir. Arap anlatmalarının yer aldığı Emsal kitaplarında, Abbasî Devletinin kuruluşunda büyük katkıları olan Ebû Müslim-i Horasanî (ö.137/755) ile Küfe’de görüşmüştür (Tural, 1993: 82).


Araplar Nasreddin Hoca’ya da Cuha adını vermekte bu yüzden de çok defa bu iki fıkra kahramanının hayatları, şahsiyetleri ve fıkraları birbirine karıştırılmaktadır. Hatta her ikisinin aynı kişi olduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi, ikisini de inkar ederek Anadolu’da ve Irak’ta bu adla gerçek kişilerin yaşamadığını ve bunların hayalî birer kahraman olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak iki fıkra tipini birbirinden ayıran en önemli fark; Hoca tipinin zekî ve filozof gibi olumlu tipi karşılamasına rağmen, Cuha’nın saf ve ahmak gibi olumsuz bir tipi temsil etmesidir( Tural, 1993: 82).


Cuha tipinin Nasreddin Hoca’nın bir başka şekilde adlandırması olup olmadığı konusundaki birçok tartışmadan yalnız birini okuyucuya hatırlatalım: Bir iddiaya göre, Hoca adı, X. Yüzyılda Fazara kabilesinden bir Arap olan Coha’nın adından doğmuştur. Türklerin telaffuzda zorlandıkları Djoha-Djuha kelimesini değiştirip hoca adına ulaştıkları; Hoca hikayelerinin batıya ilk defa Coha’nın hikayeleri olarak geçtiği iddia edilmektedir (Kurgan, 1986: 20). Söz konusu tartışmaların ayrıntısına girmeksizin, Seçme Bibliyografya bölümünde, künyelerini kaydettiğimiz eserlerde Hoca ve Cuha’nın birlikte anılmış olması; aynı şekilde, Mısırlı yazar Hasan Hüsni Ahmed’in, Nasreddin Hoca fıkralarını, Nevâdiru Cuhâ başlığı altında toplamış olması (Tural, 1993: 82) dikkate değer notlardır. Fransızca, İngilizce ve Rusça oluşturulmuş bazı eserlerde ve çevirilerinde de Cuha ve Nasreddin Hoca fıkraları bir arada anılmıştır.


Doğuda, mizah, hiciv, hezel, letaif, mutayebe, şaka, nükte, nakize, tanz, emsal, makamat, nevâdir, mezheke, menakıb ve masal adlı anlatmaların tipleri ile; batı kültüründe, humour, fabl, komik, satir, ironi, jokes, anecdotes, metamorfoze, plaisenteries, pleasing tales başlıklarıyla bilinen anlatma türlerinin tipleri söz konusu karakterleri temsil eden tiplerdir. Yine, yukarıda sıraladığımız tür adlarının gerek batı, gerekse doğu kültüründe hem Nasreddin Hoca anlatmalarının hem de adlarını andığımız fıkra tipleri hakkındaki anlatmaların adları olduğunu hatırlayalım. Yani, bunlar, hoca, cuha, behlül vd. fıkra tiplerinin adına hazırlanan kitapların adlarıdır. İki tipin birbirine benzeşmeleri ve yakınlaşmalarını somutlandırmak için, Hoca ve Cuha fıkra tipleriyle ilgili olarak hazırlanan bir kitap adını örnek vermekle yetinelim: Nevâdir-i Nasreddin-i Rûmiyyi’l-Meşhûr bi Cühâ. 1880’lü yıllarda iki ayrı baskısı yapılmış olan bu eser, Arap harfleriyle basılmıştır. Konuyla ilgili bibliyografya bölümüne kaydettiğimiz diğer eserlerde de, Türkçe’den Arapça’ya çevrilen Nasreddin Hoca fıkraları, Nevâdir-i Cuha’l-Kübrâ adıyla, Arap kültüründe bu tipi karşılayan kişinin adına bağlanarak aktarılmıştır.

Nasrettin Hoca gibi, Cuha tipinin de yaşamış bir şahsiyet olup olmadığı tartışmaları arasında, tipin Fars asıllı Abbasî dönemi şairlerinden birinin adına da bağlandığı görülmektedir. Bu şair, fıkra tiplerinin yer aldığı hiciv-mizah örnekleri vermiş olan Ebû Nüvas’tır.


Ebû Nuvâs: (Ebû Ali el-Hasan b. Nânî b. Abdilevvel b. Es-Sabbâh el-Hakemî). İran/Ahvaz’da 136/733 veya 145/762 yıllarında doğdu ve 195-199/806-814 yılları arasında Bağdat’ta öldü. Abbasî döneminin tanınmış şuûbî (Fars asıllı) şairlerindendir. Nahiv, Hadis ve Kur’an ilimleri eğitimi almıştır. Edebiyata ve İslam ilimlerine vakıf olmakla birlikte, rind ve hafif meşrep bir şairdir. Din konusunda oldukça serbest fikirlere sahiptir. İçkiye düşkündür. Zarif ve cömert bir şair olarak kendini sevdirmiştir. Harun Reşid’e medhiyeleri vardır. Kuzey Araplarını hicvetmiştir. Pervasız ve müstehcen şiirleri vardır. Arapları yerip, Farsları yüceltmiştir (Kılıçlı, 1992: 162-164).


Ebû Nüvas ile Cuha tipinin aynı tip olduğu kanaati, Nevâdiru’l-Cuha ve Ebu’n-nüvâsü’l-Kübrâ, başlığıyla Beyrut’ta basılan bir resimli fıkra kitabının adında da vurgulanmıştır. Doğu kültürüne ait fıkraların, Ebünnüvasü’l-Kübrâ, Cühatü’l-Kübrâ ve Cuha’l-Kübrâ adlandırmalarında olduğu gibi, Arapça, kübrâ: büyük sıfatında birleşmesi ilginçtir. Aynı şekilde, Arap diliyle hazırlanmış söz konusu eserin 1. Bölümü’nün Hoca, 2. Bölümü’nün de Ebû Nüvas fıkralarına ayrılmış olması benzerlik konusundaki kanaatleri güçlendirecek özelliktedir.


Klâsik edebiyat metinlerinde Ebû Nüvas adından çok Cuha adına rastlanmaktadır. Mizah-Eleştiri türünün Klâsik Türk edebiyatındaki en meşhur eseri Sihâm-ı Kazâ şairi Nefî, aynı eserin Manzume-i Kalenderân başlığı altında topladığı eleştirilerini kişilere yöneltmiştir. Bir şehrengiz özelliğinde olan bu manzumesinde şair, Mehmed Said, Mehmed Ali, Meşrebî, Tuluî ve Yetimî gibi şairleri hicvederken, küçümseme ifadesi olarak, Cuha tipinin, bön, aptal karakterine gönderme yapmış, hicvine hedef seçtiği şahısları Cuha’ya benzeterek yermiştir;


Cûha gitdiyse yüz katı geldi

Şîve-i rûzgara aşk olsun

Nefî, SK, Ks. 10/1,

Har Muhammed Ali-yi Cûhâ’dur

Nefî, SK, Ks. 10/1 (Akkuş, 1998: 188)


Adına yabancı olmadığımız Behlül tipin gelince:

Hoca tipinin adlandırmaları ile, tipin sosyal işlevi arasında uygunluk vardır. Hoca adlandırması başta olmak üzere; molla(mulla/munla), efendi, şeyh, filozof adlandırmaları, tipin toplum içinde yüklendiği görevlerin sonucudur. Bir fıkra tipi olarak Hoca; yerine göre, akıllı, zeki, hazır cevap bir karakteri temsil ettiği gibi, yerine göre de, bön, ahmak, aptal ve saf gibi olumsuz karakterleri temsil eder. Veya olumsuz özelliklerle oluşturulmuş tiplere ait fıkralar Hoca’ya bağlanmıştır. Bu temsil, Anadolu ve Asya coğrafyasında, bir başka fıkra tipinin adıyla sağlanır.


Nasreddin Hoca’nın, muzip, şakacı, eleştirici, düşündürücü tavırlarının her biri doğu fıkra tiplerine dağıtılmıştır. Akıllı olduğu halde, deli/saf biri olarak algılanmasını sağlayan tavrındaki ince eleştiri, doğu tipi Behlül’le özdeşleşmiştir. Deli görünüşlü akıllılar veya akıllı deliler anlamıyla Behlül (Pehlül, Buhlûl) doğuda Behlül-i Dânâ olarak tanınmıştır. Behlül’ün diğer fıkra tipleri gibi, yaşayıp yaşamadığı kesin olarak bilinmeyen biri olduğunu vurgulayarak tip hakkındaki bilgileri kısaca şöyle özetleyebiliriz:


Behlûl, Küfelidir. Harun Reşit döneminde Bağdat’ta yaşamıştır. Harun Reşit’in kardeşi veya kan kardeşi olduğu da rivayet edilir. Behlül hakkında bilinenler menkıbelerden ibarettir.


Klâsik kültürde Behlül tipi erenler arasında mutasavvıf bir şahsiyettir.


Behlül önceleri aklı başında biridir. Nükteli, eleştirici söz sahibi ve davranışlarıyla uyarıcı, engin bir hoşgörüye sahiptir. Deli, diye çocuklar tarafından taşlanır, bu tavrı hoş karşılar; yalnız yaşar, mezar ve harabelerde dolaşır. Kendine atfedilen anlatmalar, güldürücü, düşündürücü, çocuksu veya müstehcen fıkralar şekline dönüşmüştür. Söz ve davranış olarak aşırılık ve uç noktalarda bulunmayı temsil eder. Behlül, gülmesi ve kahkahalarıyla meşhur olmuştur.


Behlûl tipiyle hoca tipi arasında doğrudan bir ilişkinin varlığından söz edilmez. Ancak her iki tipe yüklenen görevler arasında büyük yakınlıklar olduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Klâsik edebiyat metinlerinde, Attar ve Mevlana gibi mutasavvıf şair ve yazarlar Behlül tipine bağlı anlatma, fıkra ve menkabeleri eserlerine almışlardır. Klâsik Türk edebiyatında Behlül’ü bir fıkra tipi olarak Lamiî Çelebî’nin Letaifnameler’ inde buluruz. Letaifnameler, klâsik kültürde Nasreddin Hoca fıkraları başta olmak üzere, gülmece konulu anlatmaların toplandığı eserlerdir. Bu anlatmalarda Behlül, bir halk filozofu kimliği ile karşımıza çıkar. Behlül, Türk edebiyatında olduğu gibi, İran ve Arap edebiyatlarının da fıkra tipidir. Doğu kültürü ve Anadolu fıkralarının ilk derlemelerinden olan Letaifnameler’de Hoca ve Behlül tiplerinin bir araya getirilmiş olması her iki tipin de kültür içinde aynileştirilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Behlül, Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bektaşî, Cuhâ vd. gibi meşhur halk fıkra tiplerinin özelliklerini yansıtır (Uludağ, 1992: 352- 353).


Klâsik edebiyat metinlerinde Behlûl, fıkralardaki Behlül tiplemelerine uyan özelliklerle anılmıştır:


Adı dîvâne kelâmı ma’kûl

Yâni Sultân-ı velâyet Behlûl

(Adı deli, kendi akıllı; yani velîler Sultanı Behlül)

Taşlıcalı Yahya


Klâsik Türk edebiyatı metinlerinde de Behlül, Harun Reşitle birlikte anılmıştır;


Mecnûnu eder ehl-i dilin âkıli irşâd

Behlûl ile bak kıssa-ı Hârûn-ı Reşîd’e

Neşet


Nedim’in dilinde Behlül tipinin hoca ünvanıyla birlikte anılması dikkat çekicidir;


Olurdu mu’terif taksîrine şerm ü hacâletle

Edeydi hidmet-i bâb-ı refî’in Hâce-i Dânâ

Nedim


Beyitte tip adının ardından telaffuz edilen dânâ sıfatı, aynen hoca sıfatı gibi, toplumun tipe yüklediği bilgiç, filozof olma özelliğini temsil eder. Nitekim, gerek Anadolu, gerekse Asya coğrafyalarında tanınan Ezop, Aristo, Diyojen gibi, bir çok fıkra tipinin aynı karakterleri temsil ettiği görülecektir. 

Behlûl tipinin yaşamamış bir anlatma tipi olduğu konusundaki kanati dikkate alarak, Arap kültüründe Cuha tipi ile birleştirilen Ebu Nüvas’ın da Harun Reşid’e methiyeler sunmuş bir gerçek kişilik olması; aynı şekilde Cuha’nın İran şairi Ubeyd-i Zakanî ile ilişkilendirilmesi, ortalıkta dolaşan mevcut anlatmaların nasıl yaşamış kişilerle yaşamamış tipler arasında gidip geldiğini vurgulamaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Tabii ki bu, aynı zamanda fıkra benzeri anlatmaların coğrafyalar ve uluslararası seyahatleri ve ad değiştirmelerini de yeniden hatırlatmalıdır.

Sonuç olarak, bu makalede ön plana çıkarmaya çalıştığımız Hoca tipiyle, Cuha ve Behlûl tiplerinin benzer özelliklerde birleştiği görülecektir:

Her üç tip de doğu anlatmalarının tipleridir.

Üçünün de yaşayıp yaşamadığı üzerinde farklı görüşler vardır.

Her üç tip de aynı coğrafyada, benzer ilişkilerle sunulmuşlardır.

Cuha ve Behlül aynı dönemle (Abbasîler) ve aynı yer adı (Küfe) ile ilişkilendirilmişlerdir.

Sözü, Behlül-i Dânâ’ya atfedilen bir anekdotla sonuçlandıralım:

Behlûl’e Bağdat’ın delilerini say demişler. Bu sayıya sığmaz, isterseniz akıllılarını sayayım, çünkü akıllıları birden fazla değildir, diye cevap vermiş (Pala, 1990: 76). 



Metin AKKUŞ

Doç. Dr. Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi,

FEF, Türkoloji Bölümü Öğretim Üyesi

ESKİ TÜRKLERDE TOPLUM HAYATI VE HUKUK

 


Alimlere Verilen Değer


Eski Türk toplum yapısında birinci derecede önemli görülenler her daim bilgilerine danıştıkları bilginlerdir. Türkler ilme, alime her türlü saygı ve sevgiyi göstermişlerdir ki hükümdarların yanında her zaman alim, bilgili, deneyimli ve tecrübeli vezirler bulunmuştur. Bu alim ve tecrübeli vezirlerin Türk tarihinde oynadıkları roller çok önemli olmuştur. Bu alim vezirlerin uygulamalarından bazılarını burada vermeye çalışacağız.


Bilge Kağan ileri gelen kök-Türk boy liderlerinin kendisine bağlanmalarına dayanarak Çin sınırına tecavüz etmek istedi. Fakat akıllı, alim ve bilgin vezir Tonyukuk buna itiraz ederek Bilge Kağan'a şunları söyledi: "Çin İmparatoru akıllı ve muktedirdir. Bunun dışında Çin milleti de tesanüt içinde ve müreffeh bir hayat sürmektedir. Böylelikle faydalanabileceğin bir fırsat çıkmadıkça, Çin'e karşı hareket edemeyiz. Dahası var, milletimiz henüz yeni olarak bir araya geldiği için savaş gücümüz zayıftır. Kudretini sağlamlaştırmak için birkaç sene sulh içinde yaşayıp canlanması lazımdır. Bu sebeple biz ancak olayların gelişmesini takip ederek ona göre hareket etmeliyiz." Bilge Kağan'ın şehirler ve Budist mabetleri yaptırmak istemesine Tonyukuk yine itirazda bulundu: "Böyle olmaz, nüfus bakımından Kök-Türkler çok az, hatta Çin nüfusunun yüzde biri bile değildir. Fakat bizim Çin ile rekabet edebilmemizin esas sebebi şudur: Konar-göçer hayat yaşayan ve avlanarak geçinen biz Türklerde herkes askerdir. Bundan dolayı kuvvetli olursak Çin'e tecavüz edebiliriz, zayıf isek dağlara çekiliriz. Bu suretle sayıca çok üstün olan Çin ordusu bize bir şey yapamaz. Eğer şehirlerde oturup ananevi adetlerimizi değiştirirsek bir gün mağlup olduğumuz takdirde, mutlaka Çin tarafından imha ediliriz. Görüyorsunuz ki Budizm doktrini insanları, insanlık sempatisiyle sevmeyi öğretir. Bu sebepten dolayı savaş alanında ve devletler arasında rekabette faydalı değildir. Sözün kısası Budizmi benimseyemeyiz." Bilge Kağan bunları kabul ederek onayladı.


Ebulgazi Bahadır Han "Oğuz Han'ın Uygur diye adlandırdığı cemaatinin büyüğü ve ak sakallının oğlu vardı; Arkıl Hoca adlı. Oğuz Han babasının tahtına oturup da ölünceye kadar, veziri vekili o idi. Akıllı, alim ve çok bilgili bir insandı. Kün Han onu vezir kılıp, kendisi ölünceye kadar sözü ile amel ederdi. Mesela Arkıl (ırkıl) hocanın tavsiyelerine uyarak büyük bir kurultay topladı" demektedir.


Divan'da bilge: akıllı; biliglik kişi; bilgin adam anlamlarında verilmekte; bilig; bilim, ilim, hikmet, akıl, us manasında geçmektedir. Uygurlar bilge, bilgili, bilgin, üstad kişiye "bilge ve bilgiçü"; bilgi ve ilme "bilig" demekte idiler.


Uygur çağında İslam muhitinde yazılan bilgiyi öven ve öğrenilmesini tavsiye eden şu şiir dikkat çekicidir:

"Bilgi bilen ey beyim

bilgi sana eş olur

bilgi bilen insana

bir gün devlet yar olur

Bilgili insan beline

taş kuşansa kaş olur

bilgisizin yanına

altın kona taş olur".



Sosyal Hayatta Eşitlik Yardımlaşma


Eski Türk toplumunda fertler hür ve eşit idiler. Tarihte Türk olduğu kesin olarak bilinen en eski Türk devleti olan Hun devletinde irsî sınıf yoktur. Her fert, her nefer en yüksek kumandan derecesine yükselebilir veya idari kadroda görev alabilirdi. Halk, eşit hukuki şartlarda sahip hür insanlardı. Her fert kendi zekâsı, hizmeti ve bilhassa savaşlarda gösterdiği yararlılıklar sayesinde en yüksek derecelere çıkabilirdi.


Hun sosyal hayatının sağlamlığı ve eşitliği konusunda Çinli vezir Hou-ying'in şu konuşması çok anlamlıdır: "Hunların yanına sığınmış olan Çinli akrabasını görmek bahanesi ile birçok Çinli Hunlara kaçabilir...". Burada kastedilen Hun toplumunda herkesin hür olarak hayatını devam ettirmesi ve kendilerine gelenleri de büyük bir hoşgörü ile kabul etmeleridir. Yine Ch'in Prensliği ile onların kuzey tarafında bulunan Hun devleti arasında bir elçilik olayını anlatan aşağıdaki metin Hun tarihi ve kültürü açısından büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. "Hun hükümdarı, You- yü adlı birisini Çin'e elçi olarak gönderdi. (M.Ö. 659-621) You-yü'nün ataları Çinli olduğu için Çin dili ile konuşabiliyordu. You-yü'ü Çin'i incelemek maksadı ile göndermişti. Mu-kung (Çin lordu) ona sarayını ve hazinelerini gösterdi. You-yü "Bu işleri cinlere yaptırsan Tanrı yorulur. İnsana yaptırsan millet çok zor duruma düşer." dedi. Bu sözler Mu-kung'a çok garip geldi. Ona şöyle sordu: "Çinliler şiir, kitap, nezaket, müzik ve hukukla idare ediliyorlar. Yine de karışıklık çıkmaktadır. Bugün Jung-yi'lerde (Hunlar) bunlar yokken nasıl idare ediliyorlar? Çok zor değil mi?" You-yü gülerek şöyle cevap verdi: "Çin'deki karışıklıkların sebebi budur. Huang-ti'den başlayarak nezaket, müzik ve hukukla idare edilmeye çalışıldı. Ancak küçük bir başarı sağlanabildi. Ondan sonraki nesil gittikçe şımardı ve kötüleşti. Hukukun kuvveti ile aşağıdakiler düzeltilmeye çalışıldı (çalışılıyor). Aşağıdakiler iyice yorulup bıkınca bu defa yukarıdakilerden şikayet etmeye başlıyorlar. Böylece bunlar birbirinden nefret ediyor ve birbirlerini öldürüyorlar. Bazen bu şekilde sülaleler bile yok oluyor. Jung-yi (Hunlar) böyle değillerdir. Aşağıdakilerde yukarıdakilere sadakatle hizmet ediyorlar.


Bir ülkeyi idare etmek bir vücudu idare etmek gibi olduğu için ülkenin nasıl idare edildiği hissedilmiyor. Bu gerçek bir bilgenin ifadesidir." Bu vesikadan Hun Devletinde halkın ağır kanunlar altında ezilmediği, millet ve devlet adamlarının birbirlerine sevgi, saygı ve sadakat ilişkileriyle bağlı bulunduğunu görüyoruz.


Bu vesikaya benzer bir belgede Mete'un oğlu Chi-yü (M.Ö. 174-160) zamanına aittir. Bu hükümdar tahta çıktığında, Çin kraliyet ailesinden bir prenses ile evlenmek istedi. Bu prensesle beraber hadım olarak gitmesi istenen Chung-han-Yüeh (Chung-hsing-shusa) bu vazifeye karşı çıktı. Fakat zorla Hun topraklarına gönderildi. Hadım Çin İmparatoruna kızdığından Hun devleti için çalışarak, Çinliler hakkında bazı öğütler verdi. Çin'den gelen elçilerle yaptığı konuşmada Hun memleketindeki faaliyetleri anlatılırken onlara (tartışarak) şöyle demişti: "Hunlarda hareketleri sınırlayan kurallar hafiftir, uymak kolaydır. Hükümdarla maiyeti arasındaki protokol kaideleri çok basittir. Bir devletin politikası, bir insan vücudu gibidir... Çin'de nezaketten kötülük doğuyor, üstelik alttakiler, üstekiler birbirinden nefret ediyorlar".


Grek tarihçisi Priskos, Attila için: " Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası ve kılıfı ve atının takımları askerlerinden hiç de farklı değildir" diyerek şöyle devam etmektedir: “Avrupa Hunlarında fazla yabancı vardı. Hun kağanına hizmet etmek isteyenleri ırk ayırmaksızın kabul eder, onları yapabilecekleri hizmetlere ve gösterecekleri sadakate göre takdir ederdi. Hatta onlarda ehliyet ve kıyafet görürse, mühim vazife vermekten çekinmezdi. Bu bakımdan Attila'nın sarayı, dünyanın her tarafından gelmiş kimselerden mürekkep bir halita manzarası arz ederdi. Theodosios ve Valentinos gibi herkesin nefretini kazanmış imparatorların esareti altında yaşamayı katiyen kabul etmek istemeyen Golli, Bretanyalı, Panonyalı milletperver reisler Attila'ya müraacat ve iltica ile zulüm ve istibdada karşı istimdad ederek, Hun kralını kendilerine bu ağır boyunduruktan kurtaracak münci sıfatı ile selamlıyorlardı”.


Yine Asya Hun memleketlerinde Çin'de övüldüğü gibi ayrıntılı kurallar bulunmuyor ama devletin idaresi de tıpkı bir insanın vücudu gibi çalışıyordu. Bunu destekleyen bir vesikamız daha vardır. M.Ö. 89'da Çin'e gönderdiği mektupta Hun hükümdarının şu sözlerini görmekteyiz: "... Güney büyük Çin kuzeydeki kuvvetli Hunlar seremoni ve protokol ile uğraşmazlar.".


Kök-Türklere elçilikle görevlendirilen Çin elçisi Chen-yüan-sho, Kağan'a şöyle diyordu: "Kök-Türklerin, Tang İmparatorluğu topraklarını ele geçirseler bile buralarda yaşayamayacaklarını, ayrıca elde ettikleri ganimetlerin hepsinin millete gittiğini, Kağan'a bir şey kalmadığını" belirtmesi, eski Türk'ün hayatından Kağan-halk ilişkisinde her şeyin eşitçe pay edildiğini göstermesi bakımından çok manidardır.


Uygurlara elçi olarak giden Wang-Yen-Te de, onlar hakkında: "Bu topraklarda fakir insan yoktur. Onlar ihtiyacı olanlara yemek yardımı yaparlar, insanlar iyi yüzlüdürler. Bütün fakirler et yerler" demektedir.


Yine bu dönemde Uygur asıllı Ta-pen'de Hami şehrinin idarecilikle en ileri gelen şahıslarından idi. Bu sebeple daha Hami'de iken "Pir-i Devlet" unvanını almış ve devlet işlerindeki tecrübesinden dolayı şöhret bulmuştu. Zaman zaman Moğolların katliamını önlemek istemiş ve onlara nasihat etmişti. Mesela orduda bir disiplinsizlik dolayısı ile insanları öldüren (askerler) görürse onlara şöyle nasihat ederdi: " Devletin esasını halk teşkil eder. İnsanları öldürüp toprakları almanın ne faydası vardır. Kabahatsiz insanları öldürmek demek, düşmanın maneviyat ve kalplerini kuvvetlendirmek demektir". Cengiz Han bu prensibi çok beğenip hediyeler vererek onu yükseltmiştir.


Oğuzların başbuğları her vakit halk ile birlikte olup, bütün çalışmalara ve zaferlere katılıyorlar ve giyimleri ile alelade bir Oğuz askerinden pek az ayrılıyorlardı.


Eski Türk toplumlarında sınıf mücadeleleri hakkında kaynaklarımızda hiçbir bilginin bulunmaması çok manidardır. Bilindiği gibi özellikle Avrupa tarihi ile ilgili kaynakların çoğu sınıf mücadeleleri ile doludur. Törelere ve kanunlara bağlı olarak düzenli işleyen eski Türk toplumu sınıfsız bir mahiyet arz ediyordu.


Eski Türk toplumlarında kölelik müessesinin olduğuna dair kaynaklarda açık bilgilere rastlayamıyoruz. Ancak sınıfsız bir toplumda kölelik durumunun olması da beklenemez.


Uygurlar "serbest, hür olma, bağışlanma, azad, af, kurtuluş" için "boşanmak veya boşuk" kelimesini kullanırken "serbestlik, özgürlük belgesine azadlık kağıdına da: boş bitig" diyorlardı.


Görüldüğü üzere eski Türk toplumunda adalet herkes için uygulanmış, devletin nazarından vatandaşa eşitlik ilkesi ile yaklaşılmıştır.



Hukuki Durum


Eski Türkçe'de hukukî durumları karşılayan kelimeler mevcuttu. Bunlar şunlardır:


Çamtaguçı: Davalı

Suy: Suç

Yargu, Karak: Hüküm

Çarım: İddia, dava

Kırınçı: Ceza veren, Agan: Ceza

Çanlamak: Mahkeme


Divan'da Kaşgarlı Mahmut eski Türkçe'de başkasının suçu yüzünden kendisine söz gelen kişiye "yudhug" denildiğini belirtmektedir.


Eski Türklerde, Hun devletinden başlayarak, devlet içinde emniyet ve inzibatı temin için ceza işlerine oldukça fazla önem verilmiştir. Suç işleyen kimseleri cezalandırmak devletin hak ve inhisarında idi. Mesela Hunlarda iptidaî boy camialarında görülen hususî intikam yerine suçluların devlet tarafından cezalandırılması usulü getirilmiştir. Hunlarda ceza devlet işi idi. Hususi intikam memnu idi. Hunlar cürümleri: ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayırıyorlardı. Ağır cürümlerin cezası idamdı. Hafif cürümlerin cezası ise mücrimin yüzünü yaralamaktan ibaretti.


Hunlarda muhakemenin çok çabuk yapılmasına dikkat edilirdi. Her sanık mutlaka 10 gün içinde muhakeme edilmeliydi. Onun için Hun hapishanelerinde mahpuslar az bulunurdu. Çin yıllıkları "Bir şahsı muhakemesiz uzun müddet hapishanede tutmak onların örf ve adetine mugayirdir. Onun için Hun hapishanelerinde mahpus azdır" demektedirler.


Hunlarda sosyal hayatı düzenleyen kanunlar kısa ve kesin hükümlerdi. Hunlar hukukun kuvvetine inanırlarken, onlardaki hukuka saygı ve milletin erdeminin yüksekliği sadece Çin kaynağındaki şu "mahkumların sayısı ancak birkaç kişidir" sözü bile göstermeye yeter.


Kaynaklarımız cezanın şiddeti yüzünden, o suçların pek ender işlendiğinde müttefiktirler. Mesela Uygurlarda disiplin cezaları şiddetli olup, bilhassa hırsızlık ve ırza geçme gibi olayların çok ender olması dikkat çekicidir.


Eberhard "Kırgızların kanunlarının sert olduğundan ve haramilerin daima kafalarını kestiklerinden" bahsetmektedir.

Ayrıca Hunlar 12. ayda göğe kurban verdikleri zaman caniler için af ilan ederlerdi.

Eski Türk hukukunda çeşitli müeyyidelere verilen cezalar ise şunlardır:


Hırsızlık


Hun kanunlarına göre: Hırsızlık yapanın malına el konulur. Her kim at veya madenden yapılmış (silah gibi) şeyleri çalarsa, bunlara uygulanan ceza on misli yükselecektir. Hırsızlık yapanlar ezilme veya idam edilme cezası ile karşılaşıyordu. Ayrıca hırsızın elindeki mallara el konuluyordu. Ezme cezasının nasıl gerçekleştiği konusunda kaynaklarda herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Ancak asıl mühim nokta, bu ağır cezaların hırsızlık suçunu en az seviyeye indirmiş olmasıdır.


Çin yıllıkları Kök-Türkler hakkında: "At ve eşya (mülk) çalanlar on katından fazlasını ödemeye mahkum edilirlerdi" demektedir.


Gerdizî (ölm. 1053 civarı) Tokuz-Oğuzlardaki hukukî cezalar hakkında: "Tokuz-Oğuz Hakanının veziri vardır. Bunlar bir kişiyi hırsızlık töhmetiyle yakalarlarsa ayaklarını bağlar, kollarını da boynuna bağlarlar. Her uyluğuna 200 adet sopa vururlar. 100 sopada sırtına vurular. Onu pazar yerinde dolaştırırlar. Sonra da her iki elini ve kulaklarını keserler, gözlerini çıkarırlar. Dellâl: Herkes buna baksın, bunun yaptığını yapmasın, diye bağırır" demektedir.


Çin yıllıkları ayrıca Kök-Türklerde "bağlı atı çalanların öldürüldüklerini" belirtmektedir.

İbn Fadlan da Oğuzların hırsızları öldürdüklerini söylemektedir.

Uygurlar hırsıza "alkuguçı" demekte idiler.


Hırsızlık gibi özel mülkiyete yönelik fiiller hapis cezası ile de karşılanmıştır. Mesela XI. yüzyıl Türk toplumunda hırsızlar, diğer cezalarla birlikte bu cezaya da çarptırılmaktaydılar. Nitekim Divan'da beyin, hırsızın elini, ayağını ağlatmasından ve hapsetmesinden bahsedilmesi bu hususu göstermektedir. Görünüşe göre bu devirde hapis cezaları daha çok yaygınlaşmıştır.


Dayak, tahkir, teşhir, organ kesimi gibi bedenî ve manevî cezaların bileşik şekilde bir arada verilmesini gerektiren suçlar arasında hırsızlık gibi mülkiyete karşı tecavüz mahiyetini taşıyan fiillerin bulunduğu görülmektedir.


Gerçektende diğer bazı Türk boy ve devletlerinde hırsızlık yapmak genellikle failin hayatına mal olmuş, kimilerinde ise mücrimler doğrudan doğruya canlarına ilişmemekle beraber, onun kadar şiddetli ve tesirli olan sopa atmak, el, kulak kesmek, göz çıkarmak gibi bedene ve uzuvlara yönelik cismani cezalar ve bunlara ilave olarak şeref ve haysiyet kırıcı, tahkir ve tezlil edici müeyyidelere maruz kalmışlardır.



Adam Öldürme-Yaralama:


Hun kanunlarına göre bir kişi eğer bir adamı öldürmek niyeti ile bıçağını sıyırırsa hemen idam edilirdi. Görüldüğü gibi Hun devletinde insan hayatına kastetmenin cezası idam edilmekti. Dolayısıyla birisini öldürmek, yani bir insanın yaşama hakkına tecavüz etmek isteyen kişinin en önce kendi hayat hakkını gözden çıkarması gerekiyordu.


Bu duruma ayrıca sinirli bir anında karşısındakini öldürmek için silaha sarılma durumu da eklenmiştir, böylece sert hükümle kontrol altına alınmıştır. Bu derece sert bir ceza göreceğini bilen Hunların barış zamanında birbirlerine karşı silah kullanmaları ve şahsi meseleler için suçlu da olsa adam öldürmeleri tamamen olmasa bile büyük ölçüde durdurulmuş olmalıdır.

Çin Yıllıkları Kök-Türkler hakkında: "Onların hukukunda adam öldüren herkes öldürülür. Birini taciz ederek yaralayan yaranın hafifliğine veya ağırlığına göre malla tanzim etmek durumunda idi" demektedir.


İbn Fadlan Oğuzlar için: "Bir adam diğerini kasten öldürürse, suçuna karşılık kısas olarak onu da öldürürler. Hata ile öldürürse, öldüren için kayın ağacından bir sandık yaparlar. Katili bunun içine koyup, yanına üç somun, bir testi su bıraktıktan ve üzerini çiviledikten sonra, deve havudunun ağaçlarına benzer üç ağaç dikerek suçluyu bunların arasına asarlar. Biz onu yer ile gök arasına bırakıyoruz. Güneş ve yağmura maruz kalsın, belki Allah acırda kurtulur, derler. Zamanla çürüyünceye kadar bu şekilde asılı kalır."demektedir.


Gerdizî, Oğuzlarda adam öldürme suçunun cezası için: "Eğer bir adam, bir adamı öldürürse, onu ezecek derecede büyük bir fidye ödetirler. Onu bir ay da zindana atarlar ve 300 sopa vururlar. Sonra serbest bırakırlar. Eğer adam fakir ise sopa ile yetinip serbest bırakırlar" demektedir.


Ebu Dülef ise Karluklardaki durum için: "Katil için kısas tatbik ederler. Yaralama olaylarında ise tazminat öderler. Yaralanan tazminat aldıktan sonra ölürse kanı heder olur" demektedir.


Çin elçisi Ch'en-Cheng'de şunları söylemiştir: "(Herat halkı için) eğer bir kimse birini yaralar veya öldürürse, yalnız birkaç para cezası verirler.".


Dövüş ve kavga neticesinde yapılan yara için maddi tazminat alınır. Gözü zararlandıran, zararlanmış olana kızını vermeye mecburdur. Kızı olmayan zararlanmış olana zevcesinin hususi mülkünü verir. Bir uzva zarar iras eden at vermek suretiyle cezalandırılır.


Göze iras edilen suça verilen ceza gayet orijinal bir cezadır. Göz insan için hayat mücadelesinden en zaruri bir uzuvdur. Kör adam birçok işleri başarmaktan acizdir. Türk camiasında en mühim meşgaleler ziraat, çobanlık ve askerliktir. Kör bir adam bu işlerin hiçbirini yapamaz. Gözden mahrum edilen bir adama hayatını temin için bir yardımcı veya mal verilmelidir.


M. Arsal bu husus için: "Gözsüz edilen adamlara tazminat vermeğe mecbur eden kanunun istinat ettiği fikir adalet fikri idi. Bu töre hiç şüphe yok ki gayet güzel bir töre idi." demektedir.


Vatana İhanet


Bizans tarihçisi Priskos, Avrupa Hunlarında vatana ihanet edenlerin nasıl cezalandırıldıklarını şöyle anlatmaktadır: "Bazen yolun kenarında çarmıha çekilmiş ve içi saman doldurulmak suretiyle idam edilmiş insanlara rast geldik. Bunların niçin böyle olduğunu sorduğumuzda; bunlar vatan haini, casus ve asker kaçağı olarak kabul edilenler arasındandırlar. İşte bizde bunları böyle cezalandırıyoruz, dediler".


Çin yıllıkları Kök-Türkler için "onların hukukunda isyan eden herkes öldürülür" demektedir.


Bu vesikalardan anlaşılacağı üzere eski Türklerde vatana ihanet ve isyanın suçu ölümdür.




Yalan Söylenmemesi


Eski Türklerin karakterlerinden biride yalana karşı gösterdikleri aşırı duyarlılıktır. Eski Türkler yalan söyleyeni sevmezler ve yalan söylenildiğini anladıkları anda da bunu yüzlerine vurmaktan çekinmezlerdi. Aşağıda vereceğimiz misal Türk tarihinde yalancılara karşı gösterilen muameleyi çok net bir şekilde anlatmaktadır.


İstemi Kağan'ın ölümü üzerine Bizans'tan 576'da Kök-Türklere elçilikle görevlendirilen heyet ilk önce Türk beyi Türk-şad (Turkosonthos) ile karşılaştı. Elçilik heyeti başkanı Valentinos Türk beyine Bizans diplomasisinin süslü diliyle selamladıktan sonra yeni İmparator II. Tiberius'un tahta çıktığını ve bu yolculuktan maksadının Sizobulos'la (İstemi Han) yapılmış olan silahlı ittifakın yenilenmesi olduğunu bildirdi. Bu duruma göre arzu ettikleri şey Kök-Türklerin hemen Acemler üzerine saldırması idi, çünkü bunun tam sırası idi. Fakat Bizanslıların aşırı nezaketi Türk-şad'a azıcık bile tesir etmedi. Elçiye sertçe çıkıştı, yalancılığını yüzüne vurdu ve İmparatoru ile aynı ip üzerinde oynadığını söyledi: "On türlü diliniz var ama hileniz birdir" dedi ve sözüne kuvvet vermek için on parmağını ağzına soktu. Sonra hayretten dona kalmış olan Valentinos'a izahat vermekte gecikmedi: "Görüyorsunuz işte sizin bu kadar diliniz. Bu dillerden bazıları ile bizi, bazıları ile esirlerimiz olan Juan-Juan'ları kandırırsınız. Güzel sözler söylersiniz, her milleti medh-ü senâ edersiniz, onlara ȃdeta oynarsınız. Ama başlarına bela geldi mi köşeye çekilir, kendi çıkarınıza bakarsınız. Siz elçiler huzuruma yalanlarla dolu olarak geldiniz, şu anda bile bana doğruyu söylemiyorsunuz. Ama sizleri gönderenler sizden daha çok yalancı ve daha çok sahtekârdırlar. Hemen vakit geçirmeksizin kafanızı kesmek lazım gelirdi. Çünkü Türklerin en çok nefret ettikleri şeylerden biride yalancılık ve sahtekârlıktır. İmparatorunuzda layık olduğu şekilde cezasını görecektir. Çünkü o dostluktan bahsederken, bizden yani efendilerinden kaçanlarla ittifak yapıyor. Bundan kasıt bellidir. Ben size bağlı Juan-Juan'ların geriye dönmelerini istiyorum. Onlar kafalarının üstünde kırbacımın şakırtılarını duymalıdırlar. O zaman isterlerse toprak altına girsinler. Eğer karşımıza çıkarlarsa, onları kılıçla öldürmeye tenezzül etmeyeceğiz, fakat atlarımızın nalları altında karınca gibi ezeceğiz. Siz Romalılar niçin bizim elçilerimizi Kafkaslar üzerinden Bizans'a götürüyorsunuz ve Roma'ya gidilecek başka yol yoktur diyorsunuz. Yani biz yollar geçilmez, her tarafı arızalı, dağlık, taşlık zannedelim de Roma İmparatorluğuna hücum etmeyelim mi? Böyle düşüneceğimizi mi sanıyorsunuz. Fakat ben Özi (Dinyeper) nehrinin nerede bulunduğunu, Tuna'nın nereye aktığını, Meriç'in nereden geçtiğini çok iyi biliyorum. Bize tabi olan kavimlerin Roma İmparatorluğu topraklarına nereden girdiklerini de biliyorum ve sizin kaleleriniz de bizim için sır değildir. Çünkü güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünya bizim önümüzde diz çökmüştür".


Uygurlar yalana "yalgan" diyorlardı.

Divan'da ise "ikit söz: yalan söz" anlamındadır.


Arap müellifi El-Cahiz'in verdiği bilgiye göre, Emevilerin Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman ile Türgeş Kağanı Sulu Han'ın (ölm. 738) yaptıkları bir görüşmede Türk Hakanı İslam dini ile kurallarını tanımak gayesiyle valiye bazı sorular yöneltmiştir. Bunlardan biriside yalancı, kovucu kimseler hakkında ne gibi mueyyidelerin uygulandığı idi. Cüneyd buna verdiği cevapta: "Biz böyle kimselere sürgün, ahaliden uzaklaştırma, hor bakma gibi cezalar veririz. Şehadetlerini kabul etmez, verdikleri hiçbir hükmü muteber saymayız" deyince, Hakan "sadece bu mu?" diyerek hayret etmiş, bunun üzerine Cüneyd "Dinimize göre verilecek cevap budur" dediğinde Hakan "Bence kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiçbir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Sizin hırsızın elini kestiğiniz gibi bende onun yalan söyleyen azasını keserim" demiştir.



Aile Hukuku


Eski Türk Miras Hukukunda Prensip olarak bütün çocukların ana ve babalarının mirasında hisseleri vardır.


Baba hayatta iken, babasından mal olarak ayrılmış, müstakil bir "ev" kurmuş oğullar ise mirastan hisse alamazlar.


"Evlenmiş" evlendiği zaman bir miktar çeyiz almış kızlarda mirastan hisse alamazlar.


Kocanın vefatından sonra karısı 1/4 alır. Bundan başka miras taksim edilmeden önce getirmiş olduğu çeyiz kocasının verdiği kalından fazla olmuş ise bu fazlayı alır. Oğullar olmadığı zaman babalar varistir. Erkek varisler olmadığı zaman "evlenmiş" kızlar da mirastan hisse alırlar.


Babasının oturduğu evin varisi en küçük oğuldur. Bu baba evinde kalan ve babasının bütün varisi olan oğul, anasını ve üvey anasını iaşe ve daha evlenmemiş kız kardeşlerini terbiye ve evlendikleri zaman onlara çeyiz vermekle mükelleftir. Buna mukabil kız kardeşleri evlendiği zaman alınacak kalında ona aittir. Bazı boylarda zevcelerin hissesi 1/5 ve kızların hissesi 1/10 olarak tespit edilmiştir.


Bozkır kültürüne sahip olan eski Türkler "her ne kadar konar- göçer hayatı sürdürmekte ve yurtlarını değiştirmekte iseler de kendilerine ait toprakları vardı ve bu da arkasından şahsi mülkiyet hakkını getirmekteydi. Eski Türklerin mülkiyet hakkındaki telakkileri şunlardı:


Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş istimal ve tasarruf hakkıdır.


Mülkiyet sahibi mülkünden kendisi istifade ettiği gibi, bu mülkünü satabilir, kiraya verebilir, rehin koyabilir, kendisi işletebildiği gibi, ortakçı vasıtası ile de işletebilirdi.


Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş mutlak bir hak olduğundan bu hak sahibinin vefatından sonra onun varislerine geçer.


Mesela Yakutlarda aile azasından kadın ve çocukların kendilerine ait mülkü olabilmektedir. Bunların hususi mülküne "and" veya "semse" adı verilirdi. Bu kelime "hisse, ilave" manalarını ifade eder. Aile efradından her birinin serbest tasarruf edebileceği (kendi mülkiyeti olan) maldır.

Yine Yakutlarda ailelerin oturdukları evin bulunduğu yer ve etrafındaki küçük saha ailelerin hususi ve irsî mülkiyetini teşkil eder. Bu ailenin hususî mülkünü teşkil eden arazi parçasına Yakutlar "örtük" derlerdi. Burada Yakutların misal verilmesinin sebebi, Yakutların İslam hukuku tesirinden tamamen azade kalmış bir Türk boyu olması ve Türklerin İslam dininden evvelki hukuki, içtimai, kısmen de dini ananelerinin çoğunun bunlar arasında olduğu gibi saklanmış olmasıdır.


Eski Türk toplumunda koca, karısını, kadın kocasını boşayabilirdi. Koca, karısının getirdiği çeyizin bedelini verirken, kadın da para vermek veya mihrinden vazgeçmek sureti ile kocasından boşanabilirdi.


Eski Türklerde vasiyette vardı ve Kök-Türkler vasiyet için "tutsuk" yani "tutulacak söz" deyimini kullanmaktaydılar.



Büyüklere ve Yaşlılara Saygı ve Sevgi Gösterilmesi


Eski Türklerin büyüklerine ve yaşlılarına karşı besledikleri muhabbet onların icraatlarında kendini gösteriyordu. Bu konuda ilk vesikamız M.Ö.'deki zamanlara aittir. M.Ö. 176 yılında Çin İmparatoruna yazdığı mektupta Asya Hun Hakanı Mete "…küçükler büyüsünler, yaşlılar rahat rahat yaşasınlar. Sınırdaki milletler barış içinde yaşasınlar, nesilden nesile barış içinde yaşasınlar mutlu olsunlar” demektedir.


Eski Türklerde "halk: ordu" ve "orduda halk" idi. Mete'un oğlu (M.Ö. 174-160) çağında iki büyük Çinli arasında geçen şu konuşma bize çok değerli ve temel bilgiler vermektedir. Hun başkentine gelen bir Çin elçisi, Hun Hakanına hizmet eden, ünlü Çinli vezirine (Chung-han yüeh) "Hunların kendi yaşlılarına niçin değer vermediklerini" sorduğunda, Hun veziri şu cevabı vermişti: "Han sülalesinin geleneklerinde sınırı müdafaa etmeye gönderilen askerler yola çıktıkları zaman anne ve babalar, kendilerinin sıcak tutan kalın elbiselerini ve nefis yemeklerini sefere çıkacak olan çocuklarına veriyorlar mı?". Hun vezirinin bu sorusu üzerine Çin elçisi "doğru vermiyorlar (haklısın)" dedi. Chung(vezir) devam ederek, "Hunlar için savaş büyük bir şeydir. Yaşlı ve zayıf olanlar savaşa katılmadıkları için nefis yemekleri kuvvetli kişilere veriyorlar. Bu (devletin) müdafaası içindir. Ancak bu şekilde babalar ve oğullar uzun süre kendilerini koruyabilirler. Hunların yaşlılarını önemsemediğini (küçümsediğini) nasıl söyleyebilirsiniz?".


Bu belge sosyal dayanışma bakımından Türk tarihindeki anlayışın en güzel tablosunu çizer.


Kök-Türklerde de küçükler büyüklere saygı duyuyorlardı. Bu sebeple İşbara Kağan'ın oğlunun (Yung-yü-lü) dediği gibi "Büyük amcalar, kağanın ailesinin büyüğü idiler ve devlet içinde daima saygı görürlerdi."


Uygur yazmalarında ise şu şekilde geçmektedir: "özümte ulugka utruntum tadatım öznedim erse: kendimden büyüklere karşı geldim, onları hakir gördüm ve onlara karşı koydum" denilerek saygısızlık pişmanlıkla dile getirilmektedir.

Divân'da Kaşgarlı Mahmut büyüklere karşı hürmeti tavsiye ederken birde atasözü vermektedir:


"Eştip ata ananğnıg sawlarını kadırma…: Ananın babanın sözünü işiterek öğütlerini reddetme".


"Ulugnu ulugsa kut bulur: Birisi ihtiyara saygı gösterirse uğur ve devlet bulur."


Arap coğrafyacısı İbn Havkal (X. asır) "Türklerin büyüklerine ve birbirlerine en çok itaat ve hürmet eden kişiler" olduklarını belirtmektedir.


XIII. asırda Türkistan'a seyahat eden Çinli Ch'en-Ch'eng, Kaşgar halkı için "Yaşlı ve büyüklere saygı gösterirler" demektedir.


Vesikalar, Türklerin büyüklerine ne kadar değer verdiklerinin onlarca böyle örnekleri ile doludur. Bu değerin günümüze kadar devam etmesinin altında yatan en önemli sebep onların tecrübelerinin her daim hem ailelerin hem de devletin hizmetine sunulmasında yatmaktadır.



Temizlik Anlayışları


Kaynaklarımızda eski Türklerin temiz bir millet olduklarını bulabilmekteyiz. "Hun boylarından Yüe-ban'ların öteki boylardan daha temiz oldukları ve her yemekten önce günde üç defa yıkandıkları" şeklindeki kayıtlar Hun temizlik anlayışını göstermesi bakımından önemlidir.


Avrupa Hunlarını anlattığı eserinde Bizanslı tarihçi Priskos, Attila'nın ve Onegesius'un saraylarını anlatırken, Onegesius'un sarayının bir çit ile çevrilmiş olduğunu ve bu çitin yakınında bir hamam bulunduğunu ifade etmektedir. Bu hamamın mimarı Sirmium'ın ele geçirilmesi sonrasında esir düşmüş birisidir. Priskos yine Attila'nın giyiminin sade olduğundan ancak temizliği ile dikkat çektiğinden bahsetmektedir. Macar efsanelerinde şu şekilde geçmektedir: Macar Kralı IV. Laszlo'nun (1272-1290) saray papazı Simon Kezai'nin içinde yaşayarak Macar-Hun tarihini yazdığı atmosfer,


Attila ve Hunların hatıraları için bilhassa uygun bulunmuştur. Kezai eserinde Attila'dan bahsederken "çadırı ve giyimi temizdi" demektedir.


Bulgarların Hristiyanlığı kabul ettikten iki yıl sonra (866) haftada iki gün yıkanmalarını yasaklayan rahibi hükümdara şikâyet etmeleri de Türklerin temizliğe verdikleri ehemmiyeti göstermesi bakımından çok önemli bir tarihi olaydır.


Divan'da "arıglık: temizlik" olarak geçmektedir. Divan'da temizlik hakkında geçen terimler şunlardır:

Suwluk: Mendil

Ulatu: Burunları silmek için koyunlarında taşıdıkları ipek mendil parçası

Ol tonung ütidi: O elbiseyi ütüledi

Yundı: Yıkandı.

Uygurlar ise temizliği ifade etmek için şu kelimeleri kullanıyorlardı:

arıg, silig, turug: temiz, saf, arı, berrak

Yunğuk: hamam

Yunmak, yunguluk: yıkanmak

İslam kaynaklarında da Türklerin hamamları olduğundan bahsedilmektedir.


XIV. yüzyıl Arap seyyahı İbn Batuta, Alanya halkından bahsederken: "Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir" demektedir. Yine o: "Türkler temizliğe o kadar önem verirler ki gelen her yolcuyu ahi zaviyeleri hamama götürürler. Biz Ladik'e geldiğimizde Ahi Sinan bizi hamama götürdü, Ahi bana hizmet ederken, arkadaşları da arkadaşlarıma hizmet etti." şeklinde bahsetmektedir.


Timur Devletine elçilikle görevlendirilen Çin elçisi Ch'en Ch'eng, Herat'daki Türklerden bahsederken: "Modern, temiz elbiseleri sevdiklerini" söyleyerek, hamamlarının nasıl olduğunu tarif etmektedir: "Pek çok kimsenin yıkanması için hamam içinde 10'dan fazla geniş oda var. (Yıkanmaya gelen kişiler) elbiselerini çıkardıktan sonra herkes bir tane peştamal alır. Vücut sarıldıktan sonra odaya girilir. Leğen, kova kullanılmaz. Herkes bir taş taşır. Soğuk-sıcak su kurnasından isteğine göre, ılık, serin ve temiz su alır. Kendi vücudunu yıkadıktan sonra yerdeki kirli suyu dışarıya akıtır. Jimnastik yaptıranlar vardır. (Böylece) insanlar rahatlaştırılır. Banyo bitince dış odaya çıkılır. İki havlu verilir. Biri başını, diğeri de vücudu örtmek için. Kurulanıp, temizlendikten sonra giderler".


Kutadgu Bilig'de ise, insanlara temizlik yapmaları ve temiz olmaları konusunda birçok tavsiye verilmektedir. Şöyle ki:


"Tanrı temizliği sever, temizlik ile insan iyi ad kazanır."


"Kimin boğazı ve üstü başı temiz olursa onun üzerinden bütün günahlar gider."



Demir’in Önemi


Eski Türkler demirci bir millet olarak ün kazanmışlardır. Nitekim Hun diline ait milattan önceki Çin kaynaklarında muhafaza edilen en eski Türkçe kelimelerden biri de "demir"dir.


Çin yıllıkları Kök-Türklerden bahsederlerken "Altay dağlarının kuzey yamaçlarında otururlar ve Juan-Juanlar ile demircilik yaparlar"; yine "Onların T'ie-shn (Demir Dağı) isminde bir dağları vardır ve bu dağa ava çıkarlar" şeklinde kayıtlar vermektedir.


546'da Kök-Türkler Juan-Juanların reisinin kızını istediklerinde Juan-Juanların reisi A-na-kuei buna çok kızarak şöyle demiştir: "Siz benim demir işlerimde çalışan kölemsiniz, nasıl söz söylemeye cesaret edersiniz?".


568'de Kök-Türklere elçilikle vazifelendirilen Bizans elçilik heyetinin başında Zemerkhos bulunuyordu. Elçilik heyeti Sogd memleketinde ilk mola yerinde atlarından indikleri zaman yanlarına Kök-Türkler gelmiş ve satış için onlara demir arz etmişlerdir. Bizanslılar yaman bir dille, Kök-Türklerin bu alış-veriş denemesinde ne kadar zengin olduklarını, demirin ne kadar bolluğunda bulunduklarını yahut da bu kıymetli madeni sanki kendilerinin çıkardıklarını göstererek güya onları aldatmaya yeltendiklerini kaydederler. Halbuki inançsızlık gösteren Bizanslılar bu sefer aldanmışlardır. Bu işte bir aldatma, bir kasıt yoktu. Çünkü demir madenciliğinin Kök-Türklerin eskiden beri uğraştıkları bir iş olduğunu Zemerkhos kafilesinin geçtiği bölgede demirin bulunduğunu Çin kaynakları bize söylemektedirler.


Kaynaklarımız Türklerdeki demirciliğin Tanrı armağanı olduğunu ve beşeri demircilerin ȃdeta insanüstü varlıklar olduklarını kaydetmektedir.


Divan'da "Demir: Temür" şeklinde geçmektedir.


Kaşgarlı Mahmud bu konuda bir atasözü vererek şu açıklamayı yapmaktadır:


"kök temür körü tutmaz: gök demir boş durmaz". Bu atasözünün başka bir anlamı daha vardır. Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkları ant içtiklerinde veya sözleştiklerinde demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına korlar sonra "bu gök girsin kızıl çıksın" derler. "Sözünde durmazsan kılıç kanını bulsun, demir senden öcünü alsın" demektir. Çünkü onlar demiri büyük sayarlar.


Ön Bulgarlar da bir kimseyi herhangi bir işe yemin ettirerek başlatmak için bir kılıcı ortaya koyup onun üzerine ant içtirirlerdi.


Kaşgarlı Mahmud Divan'da yine "Uygur yıgaç uzun kes temür kısga kes: Uygur ağacı uzun kes, demiri kısa kes" demektedir.


Arapların "hakiki Türk" dedikleri Hakanlı Türkleri kendilerini menşe itibariyle bir "demirci millet" olarak tanıtmışlar, hükümdarları demirciliği tesis etmişler ve demircilik sayesinde esaretten ve zulmetten kurtulduklarına inanmışlardır. Onlara Çinliler dahi Cucen (Avar) demişlerdir. Tanrı, Altay, Yayık (Ural) ve Sayan dağlarında bulunan eski madenler hakkında bunların yerli Türkler tarafından işletildiği rivayet olunmaktadır. Demir madenleri bol bulunan sahalarda yaşayan bazı Türk boyları Türkistan'da demir kültürünün hakiki hamileri olarak Çin ve Arap kaynaklarında zikredilir. Türklerin demir endüstrisinde bir hayli ileri oldukları kaynakların ittifakı ile sabittir.


Ebulgazi Bahadır Han demir konusunda: "Türkler Ergenekon'dan çıktıkları günün yıldönümünde bir mesireye toplanır hususi merasimle bir demir parçasını ateşte kızdırırlar. Han bizzat demiri ateşten çıkarır, örs üzerinde çekiçle döver, halk bu günü kutlu sayıp bayram eder" demektedir.


Efsanelerimizde demirin önemli mevkiini görebilmekteyiz. Mesela Hunlar hakkında söylenmiş olan, bir Hristiyan Süryani efsanesinde Ergenekon destanında olduğu gibi demircileri de görüyoruz. Asıl önemli nokta bu kavimlerin "Tanrı'nın emri ile setleri ve demir kapıları devirerek yeryüzüne yayılmış olmaları" inancıdır. Kendisini Tanrı'nın kırbacı olarak addeden Attila ile daha sonraki Türklerde bu inancı taşımışlardır. Onlarda kendilerini, kötü yola sapanları cezalandırmak için gönderilmiş "Tanrı'nın ordusu" olarak kabul ediyorlardı. Hunlar hakkındaki efsanede, "Büyük İskender kuzeye Hunlara karşı bir akın yaptığında Muşaş adlı bir dağı geçti. Bu dağın ötesinde her tarafı çok yüksek dağlarla çevrili bir ova vardı. Etrafındaki bazı tüccarlar, bu bölge hakkında ona bilgi vermişler, bu dağların ötesinde Nuh peygamberin oğlu Yasef'in soyları otururmuş ve onların birçok kralları varmış. Bunları duyan Büyük İskender dağların ötesindeki kavimlerin bu tarafa geçmemesi ve insanoğlunun korunması için bu dağlara bir kapı yapılmasını emretmiş. Bunun içinde üç bin demirci ile üç bin bakır ustası çağırtarak, onlara büyük bir kapı yaptırmış, bu kapıyı da Daryat geçidine koydurmuştur. Fakat bu kapının, onları ebediyen durduramayacağını Büyük İskender'de biliyordu. Bunun içinde kapının üzerine şöyle bir ibare yazdırmış: Hunlar bir zaman gelecek ki, bu kapıdan aşıp İran ve Roma ülkelerini ele geçireceklerdir. Ama bundan sonra kendi bölgelerine çekileceklerdir. 927 yıl sonra oturdukları yerlerden çıkıp yeniden yeryüzüne yayılacaklardır. Bu defa bütün dünya onların atlarının ayakları altında titreyecektir. Bu kapının yapılışından 950 yıl sonra ise Hun hükümdarı bu geçitten geçerek ve Tanrı'nın buyruğu ile bütün dünya'yı egemenliği altına alacaktır".


Güney Sibirya ve Altaylardaki Türk efsanelerinde demir dağlara çok rastlanmaktadır. Mesela çocuklar kutsal bir taya biniyorlar, tay çocukları aldığı gibi demir dağa götürüyordu. Bazılarına göre bu Demir Dağ, Akdeniz'in ötesinde bulunuyordu. Bazı masallarda ise, Demir Dağ'daki halkları yenmek için ordu gönderilirdi.


Oğuz Kağan Destanında da, Muz-Tağ'ı geçen Oğuz Kağan, "duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirden bir ev görmüştü."


Manas Destanında ise Manas her akına çıkmadan önce kendi demircisine gider, kılıçlarını biletir, silahlarını tamir eder ve öyle yola çıkardı.


Yakut Efsanelerinde de Oğuz Kağan destanındaki gibi demirden yapılmış evlere rastlanır. Bu evleri yaptıran kimseler genel olarak kadınlardır. Evlerini yaptırmak için diyar, diyar gezerler ve kendilerine bir demirci bulurlardı.


Türk folklorunda da demirci önemli bir yer tutmaktadır. Kazaklar lohusayı "albastı" ruhundan korumak için çekiç ve demir parçası alıp "demirci geldi, demirci geldi" diye bağırırlar. A. İnan bu adetin Kıpçak, Argın ve Kereylerde de mevcut olduğunu belirterek, Manas destanında Manas'ın demirci ustasına "darkan" diye hitap ettiğini ve demircinin aletlerinin kutsal sayıldığına dikkatleri çekmektedir.



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Farz Namazın Önemi

 


İş yerinde öğle ve ikindi namazlarını kılamayan birine; (Bu konuda hadis var, nafileler farzlara eklenir. Akşam işten eve gelince; sekiz rekat nafile kılarsın, böylece farz borcunu ödersin) demişler. Halbuki namazı, zaruretsiz kazaya bırakmak haramdır. Hemen tövbe etmek ve kaza borçlarını ödemek farzdır. Milyon rekat nafile namaz, iki rekat farzın yerine geçmez. (Namaz, zekât ve başka farzlardaki noksanlık, nafilelerle tamamlanır) hadis-i şerifini İbni Abidin hazretleri şöyle açıklıyor: (İmam-ı Beyhekî, “Bu hadis-i şerif, yapılmış olan farzlar içindeki sünnetler noksan kalırsa, nafilelerin bunları tamamlayacağını bildirmektedir. Yoksa yapılmamış farzların yerine nafileler geçmez” dedi. Demek ki nafileler; terkedilmiş olan farzları değil, noksan olarak kılınan farzlardaki kusurları tamamlar.) [R. Muhtar]

Nafile kılmak, farzdaki kusurları tamamlamak için emredildi. (Namazı eksik olanın, o namazın üzerine, tamamlanıncaya kadar, nafile namazları eklenir) hadis-i şerifi; nafilelerin, farzlardaki kusurları tamamlayacağını bildirmektedir. (Tahtâvî)

Farz namazın önemi büyüktür. Allahü teâlâ, (Farz namaz hesabının altından kalkan, kurtulur. Öteki hesaplarını kolaylaştırırım) buyuruyor. (Umdet-ül İslâm)

Peygamber efendimiz de; (Kıyamette, önce namazdan sorulur. Namaz doğru kılındı ise, kurtulur, namaz bozuksa perişan olur.) buyurdu. (Hâkim)

Öğle ve ikindi kaza edilmeden; bin rekat nafile kılınsa, öğle veya ikindinin 4 rekat farzı yerine geçmez. Milyonlarla sadaka, bir lira zekât borcunu ödeyemez.

Farzlara önem verip, tembellikle yapmayanın imanı gitmez. Fakat, bir farzı yapmayan müslüman, iki büyük günaha girer. Birincisi, o farzın vaktini ibadetsiz geçirmek, yani farzı geciktirmek günahıdır. Bunun affolması için tövbe etmek, yani pişman olmak gerekir. İkincisi, bu farzı terk etmek günahıdır. Bu büyük günahın affolması için, bu farzı hemen kaza etmek gerekir. Kazayı geciktirmek de, ayrıca büyük günah olur. Kaza geciktikçe; günahlar katlanarak artar, sayılamayacak kadar çoğalır. Hadis-i şerifte, (Bir farz namazı özürsüz kılmayan, seksen hukbe cehennemde kalacaktır) buyuruluyor. Bu büyük günahların altından kurtulabilmek için, namazları bir an önce kaza etmek gerekir. (Tergib-üs salât)

İbni Nüceym hazretleri buyuruyor ki: (Farz namazları kazaya bırakmak büyük günahtır. Kaza etmeye gücü varken kaza etmezse, ayrıca büyük bir günah daha işlemiş olur. (Kebair ve segair)

Yine bazı kimseler; (Kuşluk, tehiyyet-ül mescid, evvabin, tesbih namazı gibi nafile namazları kılmak, kaza namazı kılmaktan iyi olduğu için; kaza namazı kılmak yerine, bu nafileleri kılmak gerekir) diyorlar. Halbuki, nafileler hiçbir zaman farzın yerine geçmez. Bir kimse farzları, vacipleri kılsa fakat ömründe hiç nafile kılmasa; nafile kılmadığı için sorumlu bile olmaz. Daha önemlisini yapmak için sünnet bile terk edilir. Mesela sabah camiye gelen; imam teşehhüdde ise, sünneti kılmadan imama uyar. Daha sonra da sünneti kılmaz. Kamet okunduktan sonra sünnete durulmaz. Peygamber efendimiz (Kamet okunurken, o farzdan başka namaz kılınmaz) buyurunca, “Sabahın sünneti de mi kılınmaz) dediler. (Evet, sabahın sünneti de kılınmaz) buyurdu. (İ. Adiy)

Cemaat ile namaz kılınırken, sünnete başlamak mekruhtur. Mekruh işlememek için, sabahın sünneti bile terk edilir. Vakit daralınca ilk sünneti kılmak, farzın kazaya kalmasına sebep olursa; bu sünneti kılmak haram olur. (Hadika, İmdad)


İslâm’a göre büyülerin etkileri

 


Büyü ve büyücülük, bir fenomen olarak tarihin her döneminde var olmuş ve günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “sihir” kelimesi, araştırmamıza konu edindiğimiz büyü anlamında yalnızca Hz Süleyman’la ilgili olarak Bakara sûresi 102. ayette geçmektedir. Buna karşılık, el çabukluğu ile göz yanılması, gözü ve gönlü bağlama anlamına gelen “sahir” kelimesiyle anlatılan ve sihirbazlardan söz eden pek çok ayet vardır. Bu ayetlerde sihir kelimesi, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamberimiz hakkındaki kıssalar münasebetiyle açıklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Musa’nın, Firavun ve O’nun sihirbazlarıyla mücadelesi, çeşitli olaylarla ilgili olarak dokuz sûrede sihir kelimesiyle ifade edilmektedir. Hz. İsa ile ilgili olarak sihir, iki sûrede belirtilmektedir. Peygamber efendimizin, müşrikler tarafından büyücülükle itham edildiği, on sekiz sûre bulunmaktadır.


Kur’an-ı Kerim’de “kâhin” kelimesi sadece iki ayette geçmektedir. Her iki yerde de Mekke müşrikleri tarafından peygamberimiz hakkında kullanılmaktadır.


Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetlerle, bazı hadisleri kaynak gösteren İslâm âlimleri, büyünün bir hakikati olduğunu ve kişiyi etkileyebileceğini, büyü ve büyücülerin şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini söylemektedir. Bunlara göre büyücüler; uzlete çekilme, isim ve rakamların sırrını bilme ve tılsım gibi yollara başvurarak, bazı varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelmektedir. Bazı İslam alimleri büyücülerin, cinlerin kötüleriyle temas kurarak, olağanüstü görünen şeyler yapabildiklerini ifade etmektedir.


Peygamberimiz döneminde, Yahudiler arasında büyü çok yaygın olarak uygulanıyordu. Onlar, Hz. Süleyman’ın büyük bir büyücü olduğunu, hükümdarlığını büyü yoluyla elde ettiğini, insan ve cinlere de yine büyü ile hükmettiğini söylüyorlardı. Yahudiler aynı yöntemlerle çok güçlü hale gelebileceklerini ve başka kavimlere de korku salacaklarını düşünüyorlardı. Kur’an, Hz. Süleyman’ın bir peygamber olduğunu bildirince, Yahudiler de; “Muhammed Süleyman’ı bir peygamber sanıyor, halbuki O bir büyücüdür.” demişlerdi. Cenab-ı Hak da Bakara sûresi 102. ayetle bunlara cevap vermiştir. İşte büyünün büyük bir kısmının sahte ve gerçeği yansıtmadığı, bununla birlikte; büyünün bir hakikati olduğunu ve etkileyebileceğini, ancak büyüyü, cin ve şeytanların insanları küfre götürmek için öğrettiklerini bazı alimler ileri sürmektedir. Bunların delillerinden biri de, Bakara sûresinin 102. ayetidir. Ayetin meali şu şekildedir:


“ Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tabi oldular. Halbuki Süleyman küfre girmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre girdiler. Halka sihri (büyüyü) ve Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa O ikisi : “…biz sadece bir imtihan için gönderildik, sakın kâfir olmayasınız!” demedikçe hiç kimseye (sihir yapmaya vesile olabilecek) bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar vermezlerdi. Fakat, onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı. Doğrusu, büyüye müşteri olan kimsenin ahiretten nasibi olmadığını da pek iyi biliyorlardı. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı.” Bu ayet, Harut ve Marut kıssasının iç yüzünü de açıklamaktadır. Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde : “ Harut ile Marut isimli meleklerin öğrettiği bilgiler bizatihi büyü değildi, ancak o bilgiler büyü yapmaya ve suiistimal neticesinde küfre düşmeye de açıktı. Nitekim, söz konusu ayette “O iki meleğe indirilen şey” hakkında açıkça büyü tabiri kullanılmamış, o şey büyüye atfedilmiştir.” şeklinde tefsir etmektedir.


Bazı İslâm alimlerine göre, Allah Rasûlüne de büyü yapıldığından bahsedilmektedir. Buhari ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında bu konu ile ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Büyünün peygamberimiz üzerinde, dinin ve diyanetin ruhuna dokunmayacak şekilde, belli bir müddet tesir ettiği belirtilmektedir. Ancak, hadis kritikçileri bu rivayetlerin âhad haberler olduğunu ve ravi zincirindeki bazı ravilerin tenkit edildiklerini söylemektedir. Bu rivayetler sahih kabul edildiğinde Hz. Peygamberin İsmet sıfatına dokunan bir durumun ortaya çıkacağı ifade edilmektedir. Hamdi Yazır Hz. Peygambere büyü yapılması ile ilgili rivayetler hakkında şunları ifade etmektedir:


“Bu rivayetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği taktirde bile, Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvvete haiz değildir. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildir. Haber-i âhad’ın sıhhati ise itikâdın cevazını ifade etse de vücûbunu ifade eylemez. Halbuki bunda itikâdın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhalif olduğundan dolayı, caiz bile olmayacağına kail olanlar bile vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebu Bekir Esam, burada rivayet edilmiş olan sihir hadisi metruktür, çünkü bunda kâfirlerin peygamberimiz Aleyhisselâtü ve’s-Selâm’a meshur demelerinin sıdkı lazım gelecektir. Bu ise, Kur’an-ı Kerim’in nassına muhaliftir demiş ve Mu’tezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemişlerdir.” diyerek Peygamberimizin masumluğunu ve vahiylerle korunma garantisinde olduğunu anlatmaktadır. Yine Hamdi Yazır bu konuda şunları belirtmektedir: “peygambere sihirbaz ve Nübüvveti yönünden sihirlenmiş diyenin küfründe şüphe yoktur.”


Günümüz müfessirlerinden Süleyman Ateş ise bu rivayetlerle ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapmaktadır:


“ Bu rivayetler çelişkilerle doludur. Çünkü rivayetin birinde, büyü yapan Lebid’in Yahudi, diğerinde Yahudilerin andlısı bir münafık olduğu, bir başkasında ise; Hz. Peygambere hizmet eden bir Yahudi çocuğunun, Hz. Peygamberin tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp Yahudilere verdiği ve Yahudilerin de bunları Lebed’e verdiği anlatılmaktadır. Hz. Peygambere hangi Yahudi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gayet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbranice mektupları dahi güvenmediğinden dolayı Yahudilere okutmamak için Zeyd b. Sabit’e İbranice’yi öğrenmesini emreden Peygamber (S.A.V), bir Yahudi çocuğunu nasıl harem-i ismetine alır? O’na hizmet edecek pek çok Müslüman evladı varken - ki bunlardan biri de Enes b. Malik’tir - Yahudi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır? Tarihte Hz. Peygamber’e hizmet eden bir Yahudi çocuğu bilinmediği gibi; Hz. Peygamberin altı ay kadar yattığı, hâşâ ne yaptığını bilemez bir şaşkınlık içine düştüğü ve aklî denge bozukluğuna uğradığı da ifade edilmektedir. Bu rivayetlerin büyü ve nazarın etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü ve nazar peygambere bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakındırmak lazımdır.” şeklinde bir değerlendirme yapmaktadır. Büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirebildiğini kabul etmek, kâfir veya müşriklerin Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açmaktadır. Bu konuda gelen rivayetleri reddetmeden, dengeli bir yol izlemek gerektiğini düşünmekteyiz. Bu rivayetler bize Hz. Peygamber’e zarar vermek ve düşmanlık amacıyla büyü yapıldığını haber vermektedir. Çünkü büyü, çok eski dönemlerden beri varlığını sürdürmektedir. Yahudilerin de bu işle çok fazla meşgul oldukları bilinmektedir. Bu sebeple Hz. Peygambere zarar vermek amacıyla Lebid b. el-A’sam’a müracaat edilmiş ve büyü yaptırılmıştır. Bu hadisler bu olayları bize haber vermektedir. Yüce Allah, Cebrail (a.s) vasıtasıyla peygamberimize bu durumu haber vererek, büyü yapıldığını bildirmiştir. Peygamberimiz de büyüyü, atıldığı kuyudan çıkartmak suretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet bekleyenleri rezil etmiştir.


Bazı müfessirler, Lebid b. el-Â’sam tarafından peygamberimize büyü yapılınca, bu büyünün etkisinden kurtulmak için, Felak ve Nas sûrelerinin nazil olduğunu ifade etmektedir. Ancak, Hamdi Yazır; bu sûrelerin Mekki mi Medeni mi olduğu konusunun ihtilaflı olduğunu açıkladıktan sonra şu tespiti yapmaktadır: ” Peygambere bir sihir yapıldığına ve O’nun sihirden biraz müteessir ve müteellim olduğuna itikat etmek caiz olabilirse de vacip değildir. Felak ve Nas sûrelerinin mazmununda sâhirlerin de şerrinden Allah’a istiaze manası açık olduğu da katiyetle sabit değildir. Bu sûrelerin ondan daha yüksek ve daha şümullü kıymeti haizdir.” Süleyman Ateş de; bahsedilen rivayetlerin hakikati yansıtmadığını ve bu sûrelerin peygamberimize yapılan büyü olayı nedeniyle indirilmediğini ifade etmektedir. Büyü olayının Medine’de ortaya çıktığını, bu sûrelerin ise; Mekke döneminde Fil sûresinden sonra nazil olduklarını kaydetmektedir. S. Ateş; Felak sûresinin tefsirini yaparken de şu açıklamaları yapmaktadır: “Kur’an’ın indiği zamanda tüm dünyada var olan karanlık korkusu, Câhiliye Araplarında da vardı. Onlar geceleyin cinlerin ortaya çıkıp, insanları çarpacaklarına inandıklarından, karanlıkta bir dereye indiklerinde, o derenin en büyük cinine sığınıyorlardı. Böylece güvende olduklarına inanıyorlardı. Bu dönemde, insanları hasta etmek, onları istediği yöne sevk etmek, onlara zarar vermek amacıyla büyü yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken okuyup üfleyerek, düğüm bağlıyorlardı. Haset eden insanların nazarlarının değeceğine inanıyor, bunun için de tılsım ve hurafe yollara başvuruyorlardı. İşte bu ayetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını, ya da büyücülerin insanlara zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değildir. Tek kuvvet ve kudret sahibinin Yüce Allah olduğunu ifade etmektir. Allah’a sığındıktan sonra hiçbir kimsenin insana zarar veremeyeceğini, sadece Allah’a sığınmak gerektiğini anlatmaktır.” şeklinde ifade etmektedir.


Büyünün etkileri konusunda İslam alimleri arasında bir birliktelik yoktur. Mesela; büyü yoluyla bir eşyayı başka bir eşya haline getirmek veya bir varlığı başka bir varlığa dönüştürmek mümkün müdür? Bu konuda İbrahim Canan’ın İbnü Hacer’den naklettiği bilgide: “Büyü bir yanılsamadır, göz bağlamaktan ibarettir” diyen alimlere göre eşya ve varlıkların mahiyetini değiştirmek mümkün değildir. “Büyünün bir hakikati vardır” diyenler içinse, bu konu ihtilaflıdır. Ancak, büyüyle insan mizacında bir çeşit hastalık meydana getirilebilir, bundan başka değildir denilmektedir. Bazı İslam alimleri de, Kur’an’da büyüye yer verilmesinin nedenini, mü’minleri bu konuda ürküterek caydırmak amacıyla yer verildiği görüşündedir.”


Ehl-i Sünnet’e mensup bazı İslam alimleri, büyünün aslının ve etkisinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin batıl birtakım hayallerden ibaret olduğunu ve insanları aldatıp kandırmaktan başka bir şey olmadığını söylemektedir. Bu görüşü savunan âlimler arasında, İmam-ı Azam Ebu Hanife, Hanefî âlimlerinden Ebu Bekir er-Razî, Şâfiî mezhebine mensup âlimlerden Ebu Ca’fer el-Esterebâzî ve Zâhirîler’den İbn-i Hazm gibi âlimlerinin yer aldığı kaydedilmektedir.



TÜRK HALK İNANÇLARINDA BÜYÜ VE BÜYÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR

Yüksek Lisans Tezi

Abdulkadir Sipahi

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak