10 Şubat 2023 Cuma

Endülüs'te Murabıtlar Dönemine Kadar Müslüman-Hıristiyan İlişkileri ve Hıristiyan İspanya Krallıklarının Oluşumu

 


(Reconquista'nın İlk Dönemi 711-1085)


Müslüman veya Müslim kelimesi, Arapça sulh yapmak, teslim, selamette olmak, itaat etmek anlamlarına gelen 'silm' kökünden gelir. Terim anlamı ise, "İslam dinini kabul eden kimse"dir. Müslüman veya Musulman kelimesinin kaynağı da kendisine Farsça 'an' sıfat eki ilave edilmiş olan 'Müslim'dir. Sözlükte İsevilik veya Hıristiyanlık akidesini kabul eden kimseye ad olan 'Hıristiyan' ise, Arapça karşılığı 'Nasri' (çoğulu 'Nasara'), Süryanice 'Nasraya'dan gelmekte ve Yunan-Garp Hıristiyanlarına delalet eden 'Rum' ve 'Efrenc' kelimelerinden farklı olarak, "Müslüman hakimiyeti altında bulunan Şark kiliselerinin mensupları Hıristiyanlar" anlamında kullanılır bir tabirdir.


Ortaçağ tarihi içerisinde, Müslüman veya Müslümanlar · denince, sadece bir İslam dini mensubu kimse anlaşılmamakta, terimin ayrıca bir uluslararası boyutu da bulunmaktaydı ki, o da hangi ırktan olursa olsun bir Müslüman vatandaş olarak Müslüman bir devlet çatısı altında yaşayan insanlar topluluğunu veya aynı dava etrafında birleşen Müslüman toplulukları ifade etmesidir. Özellikle Endülüs gibi pek çok toplumsal unsurdan müteşekkil bir devlette bu anlam daha da kuvvetlenmektedir. Aynı şekilde, Hıristiyan veya Hıristiyanlar denince de ırkı ne olursa olsun Hıristiyan bir devlet · çatısı altında veya aynı Hıristiyani amaçlar uğrunda birleşebilen toplumlar anlaşılmaktadır.


Bu çalışmada Müslümanlar kavramı, Endülüslüleri olduğu kadar Müslüman Endülüs Devletini ve Hıristiyanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'nda bulunan Murabıtlar ile Muvahhidler'i Hıristiyanlar kavramı ise, İspanyalılar ve Portekizlileri olduğu kadar, Hıristiyan İspanya Devleti ile Müslümanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'na gelen Fransızlar ve İtalyanlar'ı ifade etmektedir. Bunlar birbirleriyle karşılıklı siyasi ve dini bir mücadele içinde olan iki millet veya devlet olarak algılanmalıdır. Nitekim bu zihniyet hemen aynen Hıristiyan kaynaklarının müelliflerince de benimsenmiş görünmektedir. Hıristiyan İspanyol kaynaklarında Müslümanlar kastedildiğinde, genelde "Los Sarracenos", "Las Barbaras", Endülüs Müslümanları kastedildiğinde "Los Moros", "Los Mahometanos", "Los Andaluzes"; Hıristiyanlar için ise "Los Cristianos", seyrek olarak da İspanyalılar anlamında "Los Hispanos", Portekizliler anlamında "Los Portuguesos" terimleri kullanılmaktadır.


İspanya'nın fethinden sonra kendi dinlerinde kalan Yahudi ve Hıristiyanlara, bütün İslam dünyasında olduğu gibi "zimmet ehli", "zimmiler", "muahidun" veya "kitap ehli" denmiştir. Müslüman fatihlerin, İberya Yarımadası'nda Gayri Müslimlere karşı geçerli kıldıkları uygulamalar, daha evvel fethedilmiş ülkelerin yerli halklarına yapılandan farklı bir karaktere sahip değildi. Halkı İslam'a girmeye zorlamamışlar ve onları kendi dinlerinde serbest bırakmışlardır. Hatta din ve inanç özgürlüğü ile güvenliklerini sağlayarak dini hayatta güzel bir hoşgörü ortamının oluşmasını sağlamışlardır. Dini hayatları yanında Gayri Müslimler, örf ve adetlerini de muhafaza etme hakkına sahip olmuşlardır. Dini hayat açısından, sulhla fethedilen topraklarda yaşayan Gayri Müslimler ile savaşla fethedilen topraklarda yaşayanlar arasında ciddi bir farklılık tespit edilememiştir.


Hıristiyan ve Museviler'den cizye alınırdı ki, bunun nisbeti mükellefin ekonomik durumuna göre yılda 20 ile 48 dirhem arasında değişirdi. Kadın, çocuk, yaşlı, müzmin hastalıklı, din adamı, muhtaç ve fakirler cizyeden muaf tutulurdu. Ekilip biçilen topraklardan elde edilen mahsülün yılda ortalama %20'sinden ibaret olan Harac vergisi ise, aynı şekilde zimmilerden alınan bir arazi vergisiydi. Cizye, İslam'a giriş ile kalkar fakat harac kalkmazdı. Bununla birlikte, yerel halkın ekserisi Vizigotlar'ın kendilerine sağlayabildiği geçim seviyesinin çok üstünde bir hayat tarzına sahip olan Müslümanlardan doğal olarak etkilenmişler ve yeni gelen fatihlerin dilini konuşmaya ve onların yaşam tarzını benimsemeye başlamışlardır. Bu durumdaki zimmilere "müsta'ribler (mozarabes, mozaraplar) denmiştir.


Zimmiler, dini hayatlarında cemaat teşkilatıyla iç yönetimlerini sağlıyorlar ve "Kadi'n-Nasara", "Kadi'l-Yehud" veya "Kadl'l-Acem" adı verilen dini liderleri vasıtasıyla Müslüman hükumetle olan işlerini yürütüyorlar, hukuki anlaşmazlıkları çözebiliyorlardı. Ayrıca, onlar dini hayatlarında olduğu gibi, toplumsal, iktisadi ve kültürel alanlarda da tam bir özgür ortamda yaşıyorlardı. Ancak, bütün bunlara rağmen IV.IX. yüzyılın ortalarında Eulogius, Perfectus, Isaac ve Flora gibi Kurtubalı bazı müfrit ve mutaassıp Hıristiyanların başlattıkları İslami değerlere ve Müslümanlara karşı hakaret ederek sonuçta "Martir" (Hıristiyan şehidi) olma yarışı da görülmüştür. "İberya toplumu"nun Müslümanlar ile olan ilişkilerinde gördükleri her çeşit hürriyet ve güvencenin tarihi delilleri de mevcuttur. Bunları en başta Fransisco Simonet, Isidore de las Cagigas, A.Gonzalez Palencia, Amador de los Rios, Millas Vallicrosa ve Burns gibi tarihçiler vesikalarıyla ortaya çıkarmışlar, daha sonra Müslüman araştırmacılar da İslam kaynaklarını tahkik ve neşrederek bu konuya eğilmişlerdir. Bazı batılı araştırmacıların, Endülüs'te Müslümanların Gayri Müslimler ile yaptıkları antlaşmalara ve bu çerçevede onların dini haklarına saygılı davranmadıkları şeklindeki iddialarının, son senelerde konunun asli kaynaklarına dayanılarak yapılan ciddi tetkikler sonucu zayıf delillere müstenit ve önyargılı olduğu anlaşılmıştır. Nitekim bu saygı ve vefa sebebiyledir ki, sekiz yüzyıllık İslam hakimiyeti boyunca Endülüs'te Yahudi ve Hıristiyan varlığı hep devam etmiştir.


Endülüs tarihi boyunca Müslümanlar ile Hıristiyan İspanya arasındaki ilişkiler daha çok askeri boyutlarda gerçekleşirken, uzun süren barış dönemleri de elbette yaşandı. Taraflar arasında özellikle Maride, Tuleytula ve Sarakusta gibi sınır bölgelerinde savaşlar yaşanıyordu. Çatışmanın sebebi ve hedefi ise, her bir taraf için de İberya Yarımadası'na hakim olmaktı. Aslında, düzensizlik ve adaletsizliğin getirdiği karmaşa ve sefalet içinde kalmış bir İberya Yarımadası'na fetihle gelen Müslümanların fetihle güttükleri amaçları, girdikleri ülke halkına düzen, adalet ve medeniyet getirmekti. Hıristiyan İspanya tarafının amacı ise, ellerinden alınan İspanya hakimiyetini Hıristiyanlar olarak yeniden ele geçirmek ve Müslümanları oradan çıkarmak (Reconquista) olarak özetlenebilir.

Başlangıçta Fransa içlerine kadar ilerleme hamlelerinden de anlaşılacağı üzere, Müslümanların İspanyalılar ile ilişkilerindeki asıl amaç, Hıristiyanları kendi hakimiyetleri altında huzur içinde yaşatmaktı. Bunun için de kendilerinin İberya Yarımadası'ndaki hakimiyetleri kalıcı olmalıydı. Ancak, zamanla İspanyol direnişi güçlenip toprak kazandıktan ve coğrafi şartların yardımıyla belirlenen sınırlar içerisinde mücadele kızıştıktan sonra, Hıristiyanlara karşı Müslümanların mücadelesinde onların ülkelerini yok etmek veya kendilerine katmak amaç olmamış, sadece iki toplum barış ve huzur içinde yaşasın diye sınırlarda barış ve sükuneti sağlamak esas hedef olmuştur. Nitekim Emeviler dönemi başlarından itibaren bu politikanın zamanla yerleşmeye başladığını, cereyan eden ilişkilerin tarihi seyrinden anlamak mümkündür. Bu zamandan sonra ise, savaşların sebebi genellikle İspanyalıların Endülüs topraklarına karşı her fırsatı değerlendirerek saldırıya geçmeleri olmuştur.


Müslümanlar kendi içinde istikrarlı oldukları zamanlarda Hıristiyanlara karşı seferleri yoğunlaştırmışlar ve onlara adeta göz açtırmamışlardır. Hatta ilk yıllarda Emevi Emiri Muhammed (852-886), Hıristiyan oluşumunu kökünden kazımak üzere hareket ederken içerde kargaşa çıkması üzerine bundan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Diğer taraftan, Hıristiyanlar da kendilerini güçlü hissettikleri ve Müslümanların da iç kargaşalar sebebiyle zayıf düştükleri zamanlarda derhal İslam topraklarına karşı saldırıya geçmişler ve bunu yüzyıllar boyunca sürdürerek İspanya'yı geriye almışlardır.

Reconquista, fethedilen yerleri geri alma, istirdat anlamında İspanyolca bir kelimedir. Kavram olarak, Müslümanların İspanya'yı 711 tarihinde fethetmelerinden sonra, mağlup Vizigot ordusundan artakalan bir grup asker tarafından, kuzey İspanya' daki Asturias (Aştüri'ş, Astures, Asturya) bölgesinde bulunan Kantabria (Cantabria) dağlarında, bu dağlardaki Covadonga (Kufadunka) ve Cangas (Çaga) mağarasında, 718 yılında başlatılan ve İspanya'yı Müslümanlardan geri almayı hedefleyen hareketin adıdır (Reconquista, The Reconquest of Spain, el-Hareketü'l-İstirdad el-İsbaniyye). Yaklaşık olarak sekiz yüzyılda neticelenmiş olan Reconquista'yı üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birinci aşama, 718 yılından Tuleytula'nın düşüşüne (1085) kadar olan süreyi kapsar ve Reconquista'nın temellerinin atıldığı bir oluşum devresidir. İkinci aşama, Tuleytula'nın düşüşünden (1085) Muvahhidler'in Endülüs'teki hakimiyetlerinin bilfiil sona erişine (1238) kadar olan süreyi kapsar ve Reconquista'nın hız kazanarak büyük başarılar elde ettiği asıl önemli büyüme devresidir. Üçüncü ve son aşama ise, Endülüs'te kalan topraklara Nasri'ler'in sahip olmalarından hakimiyetlerinin sona erişine (1238-1492) kadar geçen süreyi kapsar ve Reconquista hareketinin kolayca neticelendirildiği bir işi tamamlama devresidir.


İberya Yarımadası'nda Müslümanlara karşı Hıristiyanların başlattıkları bu hareketin geri planında, ezeli' Doğu-Batı, daha sonra İslam-Avrupa ya da hilal-haç çekişmesinin yer aldığını söylemek yanıltıcı olmayacaktır. İberya Yarımadası'nda Müslümanlara karşı gerçekleştirilen Reconquista hareketi de, gerçekte Batının Doğuya karşı yaptığı meşhur Haçlı Seferleri'nin düşünce kaynağı ve başlangıç devresini oluşturmaktadır. Yani, Hıristiyan din adamları ve özellikle Papalığın teşvik ve kışkırtmalarıyla bir Haçlı hareketine dönüşen Reconquista, Doğuya yapılan Haçlı seferlerinin bir çeşit ateşleyicisi fonksiyonuna sahip olmuştu.


Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyan Reconquista hareketinin başlamasıyla Endülüs'te ilk kayıp meydana geldi: Aşturga'nın (Astorga) düşüşü (136/753). Ancak, 753 yılına kadar da bazı olaylar yaşandı. Bu yıllarda Müslümanlar Reconquista'nın doğuşunu ve gelişimini, ancak kendilerine karşı düzenli bir güç belirtisi göstermeye başladığında fark edebilmişlerdi. Vadi Lekkü savaşında yenilen ve komutanları kral Rodrigo'nun ölmesi üzerine dağılan Vizigot ordusundan kalan bir grup asker, ülkenin kuzeyindeki (önünde İslam yayılmasının durduğu) Kantabria dağlarının arkasına kaçmışlar ve oluşumu orada başlatmışlardır. Bunlar özellikle kuzey doğudaki Navar (Nabarre, Biladü'l-Beşkens, Beşkunye, Nebre, Navarre) bölgesinde bulunan Kantabria tepesi ile kuzey batıda yer alan Galicia bölgesinde bulunan Asturias'taki Covadonca dağının Cangas tepesini mekan tutmuşlardı. Bu Hıristiyan gruplar, ırk olarak Gotlar ve yerli İberyalılardan oluşmuştu ve kuzey doğuda Dük Petrus liderliğinde Kantabria Hıristiyan Düklüğü, kuzey batıda ise Palagios veya Vavila oğlu Pelayo (699-737) önderliğinde Asturias Düklüğü adıyla organize olmaya başlamışlardı.


Kantabria ve Asturias Düklüğü (Galicia krallığı 718-911) adını alan oluşum, Dük Petrus önderliğinde Navar bölgesinde 713 yılnıda oluşmaya ve 718 yılında belirgin hale gelmeye başladı. Mevkii itibarıyla Pirene dağlarının batı yanında ve Navar-Bask ovalarına düşmesi sebebiyle, Müslümanların ilk dönemlerde hemen her yıl düzenledikleri (60 küsür yıl süren) Fransa yönündeki seferleri sırasında saldırıya maruz kaldılar. Buna rağmen, oluşum engellenemedi. Asturias Düklüğü ise, Pelayo (718-737) tarafından Asturias dağlarındaki Covadonga sarp kayalığı altında kalan büyük mağarada, Müslüman fatihlerin uğramak istemeyecekleri bir yerde oluşumunu başlattı. Sonradan Müslümanlar bu tehlikeli oluşumu geç fark etmenin karşılığını, kuzey yerleşim yerlerinde meydana gelen ve Endülüs valilerini çok uğraştıran Hıristiyan isyanları olarak görmüşlerdir. (718) tarihinde Endülüs valisi el-Hür b. Abdurrahman es-Sakafi, bölgeye bir sefer düzenleyerek Bask ve Asturias Hıristiyanlarını kuşattı. İşleri bitti düşüncesiyle geri çekildi. Yanında bulunan eski Vizigot kralı Vitiza'nın kardeşi Opas'ı, Pelayo'yu teslim olmaya ikna etmesi için gönderdi. Fakat, Pelayo teslim olmayı kabul etmeyerek büyük Covadonga dağı altındaki mağaraya sığındı. Bunun üzerine Müslümanlar bu dağı kuşatarak düşmanı uzun süre desteksiz bıraktılar. Bu esnada düşmanlar açlıktan ölmeye başladılar ve birkaç yüz kişiden sadece 30 erkek ve 10 kadın sağ kaldı. Kötü hava koşulları ve tepelerin sarp olması yüzünden Müslümanlar, artık bunların işi bitmiştir üçbeş kişiden bir şey çıkmaz diye düşünüp düşmanı küçümseyerek bölgeden geri çekildiler. Bundan sonra Pelayo grubu yeni katılımlarla kısa sürede büyüyerek güçlenmeye başladı ve Hıristiyan halk Pelayo'yu bir kahraman belleyerek onu kendilerine kral yaptılar. Bu fırsatı iyi değerlendiren Pelayo da hakimiyetini sağlamlaştırmak ve Müslümanlardan yeni toprak kazanmak için Endülüs topraklarına her fırsatta akınlar tertip etmeye başladı ve bilhassa iç karışıklıkların nüksettiği zamanlarda Müslümanlar için önemli bir tehlike haline gelmeye başladı. (734) tarihinde göreve gelen vali Ukbe b. Haccac, Hıristiyan saldırılarına son vermek amacıyla Galicia bölgesine bir sefer düzenledi (118/735 veya 736), bazı yerleri istila etti. Ancak, Hıristiyanlar her zamanki gibi dağlara çekilince vali geri çekildi. Bundan sonra yine Müslümanlar arasında toplumsal yapıdan kaynaklanan iç çatışmaların ortaya çıktığı zamanlarda Hıristiyan grupların İslam topraklarına doğru saldırıları artarak devam etti. Buna karşın Kurtuba İslam hükumeti içişleriyle meşguliyetinden bölgeye yardım gönderemedi. Haddizatında, merkezi hükumetin bölgedeki hakimiyeti oldukça zayıftı. Bunun sebepleri arasında bölgenin merkezden uzak olması ve sarp dağlardan oluşması yanında, bölgede iskan edilmiş olan Müslüman halkın çoğunluğunun, kendilerinin Araplar tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesine layık görüldüklerine inanan ve bu sebeple Araplar'a karşı kızgın olarak sık sık isyan edip ayaklanan Berberiler' den meydana gelmesi, ayrıca İslam arazisinde oturan Hıristiyan halkın da saldırgan gruplara destek vermesi gibi etkenler vardır.


Sonuçta, elverişli ortamda oluşumunu sürdüren Hıristiyan devleti, gittikçe güçlenerek büyümeye başladı. Dokuz küsür yıl Galicia'da liderlik yapan Pelayo, 737 tarihinde ölünce yerine oğlu Favila geçti, fakat Favila'nın ömrü 739 yılına kadar sürdü. Aynı yıl Kantabria dükü Petrus da öldü ve yerine oğlu Alfonso yönetime geçti. Oluşumlarından bu yana geçen zaman içinde iki düklük arasındaki işbirliği arttı ve Alfonso'nun, Pelayo'nun kızı Ermesinda (Ermuzende, Hürmüzende) ile evlenmesi aradaki bağları kuvvetlendirdi.


Favila öldüğünde Galicialılar kendilerine yeni dük olarak Alfonso'yu seçtiler, böylece Asturias ve Galicia düklükleri I.Alfonso idaresinde birleşti. Yeni oluşumun adı ise, "Galicia Krallığı" oldu. Krallığın sınırları, artık doğuda Bask bölgesinden batıda Atlas Okyanusuna, kuzeyde Bask Körfezinden güneyde Duero Nehrine kadar uzanan ve Müslüman hakimiyetinden uzak dağlık bölgeleri içine almıştı. Alfonso'nun son zamanlarında ise İberya Yarımadası'nın dörtte birini kapsar duruma geldi.


Hıristiyan İspanya'nın gerçek kurucusu ve Endülüs'e karşı Reconquista hareketinin gerçek başlatıcısı sayılan I.Alfonso'nun krallık dönemi (739-757), kendi açısından parlak bir devre oldu. Çünkü, onun zamanında Endülüs'ün kuzeybatı sınır bölgesindeki eyaletler Berberiler'in ayaklanması (741-742) sebebiyle karmaşaya sürüklendi ve Alfonso bunu iyi değerlendirerek İslam topraklarına karşı 740 yıllarında saldırılar yaptı, Müslüman halka katliam uyguladı. Yöredeki Hıristiyanları ise daha kuzeye kendi bölgesine sevk etti. 750 tarihinde Endülüs'te ortaya çıkan kıtlık zamanında kuzey batı İslam eyaletlerinde bunun etkisi daha fazla hissedildi. Fırsattan istifadeyle Franklar da Arbilne'yi işgal ettiler. Sonuçta, oradaki Müslüman halkın çoğu güneye göç etmek zorunda kaldı ve bu da Hıristiyanların bölgedeki durumlarının sağlamlaşması, hatta bölgenin Alfonso'ya bağlanması sonucunu doğurdu. Alfonso bölgeye girerek Aşturga ve çevresini işgal etti (136/753). Öte yandan I.Alfonso, krallığın doğu yani Kantabriya kısmının idaresini kardeşi Froila'ya devretti. Kendisi gibi Froila da İslam topraklarına karşı saldırılarını sürdürdü. Vali Abdurrahman el-Fihri'nin kuzey eyaletlerindeki bir Hıristiyan ayaklanmasını bastırmakla uğraşmasını fırsat bilen Alfonso, kuzeydeki Müslüman kalesi Lük'ü (Lugo) işgal etti. 765 tarihinde I.Alfonso ölünce yerine oğlu I.Froila geçti.


Endülüs Emevileri Döneminde (756-1031), karşılıklı savaşlar olmakla birlikte Müslümanlar toprak kaybına izin vermedikleri gibi, eskiden kaybedilen bazı yerleri de geri aldılar. İlk Emevi Emiri l.Abdurrahman'ın, İbn Muğis ayaklanmasıyla meşgul olduğu sırada Froila harekete geçerek Lük, Burtugal (Portekiz), Şelemenka, Şekubiye, Abile (Avila), Semmlire ve Kaştale bölgelerini işgal etti. Bu şehirler iki yüzyıl kadar sonra ünlü Hacib el-Mansur İbn Ebu Amir tarafından geri alınıncaya kadar Hıristiyanların elinde kaldı. Ancak, tehlikenin büyüdüğünü fark eden I.Abdurrahman, krallığa karşı 148 tarihinde birlikler gönderdi, yapılan çarpışmalarda Hıristiyanlar sadece mal-insan kaybettiler. 150 (767) tarihinde Müslüman ordusu, Hıristiyanların elindeki Elbe ve'l-Kıla' (Castellay Alava) beldesini fethedip cizyeye bağladılar.


1.Aurelio, krallığın ancak doğusuna yani daha evvel babasının yeri olan Navar-Bask bölgesine hükmedebildi, batısına ise 1.Alfonso'nun kızı Adosinda'nın kocası Silo hakim oldu. Böylece krallık ikiye bölündü, ancak bunlar kendi aralarında çatışmadılar. Aurelio ölünce yerine geçen Silo, iki düklüğü yeniden birleştirdi ve Müslümanlar ile sulh yaptı. Silo 784 tarihinde öldüğünde, çıkan taht kavgası sonucunda yerine l.Alfonso'nun bir Arap cariyeden olan gayrı meşru çocuğu Mauregato geçti. Batı Galicia'ya hakim olan Mauregato, krallığın doğusuna hükmeden Alfonso yanlılarına karşı Müslümanlar ile antlaşma yaptı. 788 tarihinde ölen Mauregato'nun yerine el Diacono lakaplı l.Bermudo tahta geçti. I.Hişam'ın kendisine karşı sefer hazırlığını öğrendiğinde Bermudo, doğu hakimi Alfonso'yu ordu komutanlığına atadı, daha sonra da krallıktan feragat etti. Böylece Hıristiyan krallığı, II. Alfonso liderliğinde yeniden birleştirmiş oldu (175/791).

Asturias kralı el Casto (Afif, Namuslu) lakaplı II. Alfonso’nun son zamanlarında, Hıristiyan İspanya'nın kaderinde etkili olacak bir dini olay meydana geldi. Efsaneye göre, Kudüs'te kral tarafından öldürüldükten sonra cesedi deniz yoluyla Galicia bölgesine gelen Aziz Yakub'un (St. Jakop) zamanla kaybolmuş olan mezarı, 835 tarihinde Keşiş Theodemir tarafından bulundu. Kral tarafından mezar bir kubbe ilavesiyle türbe haline getirildi. Olay İspanyalılar ve Avrupa Hıristiyanları arasında yayılınca, türbe Hıristiyanların hac için yoğun olarak gelmeye başladıkları bir yer haline geldi ve türbe çevresinde süratle yerleşim meydana geldi. Şehrin adı ise Medinetü Şente Yakub Mukaddese (Santiago de Compostela, Mukaddes Aziz Yakub'un Şehri) oldu. Daha sonra türbenin yanına bir de büyük bir kilise veya katedral inşa edildi.


Bu gelişmenin İspanyol ve Avrupa milliyetçiliği ve dindarlaşması yolundaki etkileri büyük olmuştur. Nitekim Aziz Yakub, artık İspanya'nın kutsal hamisi oldu, türbesi de zamanla tüm Avrupa Hıristiyanlarının ziyaretgahı haline geldi. Bu münasebetle Avrupa ve İspanya Hıristiyanları arasında görüşme başladı. Bu görüşmeler karşılıklı etkileşimlere, çeşitli adetlerin gelişmesine ve Müslümanlara karşı bir şuur birliği oluşumuna zemin teşkil etti. Bugün dahi Santiago, Hıristiyan İspanya'nın hatta Avrupa'nın en meşhur hac mahalli olarak bilinmektedir. İslami dönemde şehir, Hacib el-Mansur tarafından 387 (997) tarihinde fethedilerek tahrip edildi. Sadece Aziz Yakub'un mezarına dokunulmadı. Galiçya kralı II. Bermudo, XI. yüzyıl başında şehri Müslümanlardan geri aldı.


Bu oluşumu güçlendiren diğer bir faktör de, Hıristiyan İspanya devletlerinde yaşayanların kendilerini Gotlar'a mensup saymalarıdır. Kendilerini Got olarak adlandırarak ve hükumet işlerini de Got geleneklerine göre düzenleyerek eski devletlerini ihya etme fikrini geliştirmeye başladılar. II.Alfonso ile Endülüs Emevi emirleri I.Hişam, I.Hakem ve II.Abdurrahman arasında şiddetli savaşlar oldu ve karşılıklı istilalar yaşandı. Ancak, bunda etkili olan taraf Müslümanlar oldu. Bu durum, Endülüs Emevileri'nin yıkılışına kadar sürdü.


Oviedo (Ubit) şehrini kendisine başkent yapan Alfonso, yarım yüzyıl kadar süren hakimiyeti döneminde krallığı her yönden olgunlaştırmaya çalıştı. Ancak, Müslümanlara karşı genelde başarısız oldu. Mesela, 179 (795) Sahra Savaşı ve 193 Vadi'l-Hicare Savaşı'nda Alfonso yenildi. 208 (823) tarihinde de Liyün şehri Müslümanlar tarafından tahrip edildi. Alfonso öldüğünde yerine oğlu l.Ramiro (Rezmir) geçti. l.Ramiro (842-850) da zamanını Müslümanlar ile mücadele ederek geçirdi. İçte önemli düzenlemeler yaptı ve kiliseler inşa ettirdi. 850 tarihinde öldüğünde yerine Ordono kral oldu. l.Ordono (850-866), Müslümanların iç karışıklıklarla uğraşmalarından yararlanarak Duero nehrini geçti, bazı şehirleri işgal etti ancak, karşı ataklar sonucu geri çekilmek zorunda kaldı ve döneminde Hıristiyanların sürekli hezimete uğramasına engel olamadı. 766 tarihinde öldüğünde yerine 14 yaşındaki oğlu el Magno (Büyük) lakaplı III. Alfonso (866-911) geçti.


III. Alfonso, krallığı güçlendirmek için çok çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Sınırlarını doğuda Pireneler'den güneyde Duero ile Tacu (Taco) nehrini geçerek aşağılara doğru genişletti. Bunu yaparken defalarca İslam topraklarına saldırılar düzenledi. Maride (Merida), Kulumriye (Kulunbire, Kulumbriye, Coimbra), Bazu, Kılriye ve Şelemenka şehirlerini tahrip etti. Kendi sınır şehirlerini Müslümanlara karşı tahkim ederek, içeride idari ve toplumsal düzenlemeler gerçekleştirdi. 911 tarihinde iktidarı bırakmak zorunda bırakıldıktan sonra yerine geçen oğlu Garda ile birlikte artık krallığın adı Leon krallığı olarak anılmaya başlandı. Krallığın başşehrini Oviedo'dan Liyün'a nakletti. Böylece, Asturias ve Kantabria Düklükleri bir krallık çatısı altında birleşti ve Leon (Liyun) krallığı (911-1230) ortaya çıktı. Ancak, VII. Alfonso' dan sonra birbirinden ayrıldılar. IX. Alfonso'dan (1188-1230) sonra ise iki krallık tekrar birleşti. Galicia krallığının önemli merkezlerinden birisi de Semmfire (Zamora) idi. 938 tarihinde bu şehir Müslümanlar tarafından fethedildi.


Pirene dağlarının güney batısında kalan Navar bölgesi, İspanya'nın fethinden itibaren Franklar ile Müslümanlar arasında yapılan savaşlara bir meydan teşkil etti. Bölgenin sakinleri, II.VIII. asrın sonlarına kadar Frank Krallığına tabi ikta sahiplerinin emrinde çalışan Basklılar idi. Önemli kenti olan Benbelilne (Pamplona), sekizinci yüzyıl sonlarında Müslümanlardan geri alınmıştı. Asturias- Galicia kralları, bölgeyi kendi topraklarına katmak için çok uğraşmışlar ancak, Basklılar'ın istiklale düşkün olmaları yüzünden bunu başaramamışlardı. 799 tarihinde çıkan Osvar adındaki dük, kendisini bağımsız Navar dükü ilan etti ve böylece bir krallık daha doğdu: Navar krallığı (810 veya 820-1512). 810 veya 820 yılından 851 yılına kadar Dük Inigo Arista tarafından idare edilen devlet, 870 yılına kadar da I.Garcia Iniquez tarafından yönetildi. Onun yerine Fortun Garces (el Tuerto) geçti ve 905 yılına kadar idarede kaldı. Sonra gelen l.Sancho Garces (el Grande), kral adıyla anılan ilk yönetici olduğu için Navar krallığının gerçek kurucusu sayılmaktadır (905-925).


Kuzey İspanya' da, batıda Leon krallığı ile doğuda Navar krallığı arasındaki arazide bir diğer Hıristiyan İspanya krallığı oluştu: Kastilya krallığı (930-1217). Önceleri Berdolia adıyla anılan bölgenin adı, içinde çok kale bulunduğu için sonradan Kastilya oldu. Arap kaynaklarında bu kaleler Kıla adıyla geçer. Elbe (Alava) şehrine nisbetle Elbe ve'l-Kıla' adıyla anılması daha yaygındır. Bölge sakinleri, Elbeliler ve Basklılar' dan oluşur. Bölge önce Leon krallığına bağlıydı ve başkenti Burgos idi. Kastilya kontları, Leon krallarına karşı uzun yıllar bağımsızlık mücadelesi verdiler. Sonunda Fernan Gonzalez, Leon kralı II. Ramiro'ya karşı sürdürdüğü savaşı kazandı ve X. yüzyıl sonlarında bağımsız krallığını kurdu. Bundan sonra krallık, Müslümanlar ve çevre Hıristiyan devletler aleyhine olarak sürekli genişledi. İlk kez Kastilya kralı olarak anılan I.Fernando zamanında Leon krallığı ile birleşildi ve Birleşik Leon-Kastilya krallığı (1037-1157 ve 1217-1504) ortaya çıktı. Ancak, VII. Alfonso'dan sonra iki krallık ayrıldılar. I.Enrique zamanında ise Leon ile tekrar birleşme oldu.



Berşelune bölgesine gelince, burası Endülüs'te Müslümanların kaybettikleri ilk yerdi. Hakem b. Hişam zamanında Franklar'ın kralı Şarlman (Büyük Karl 768-814) tarafından işgal edilmişti (190/801). Şarlman burayı güney sınırlarını güvenceye almak için sınır eyaleti olarak tahkim etmişti. Frank Devletine bağlı Got veya Frank asıllı kontlar tarafından idare edilirdi. Daha sonra Frank Devleti iç kargaşaya düştüğünde kendilerini güçlü addeden kontlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bölgede oluşan küçük kontluklar içerisinde en güçlüsü Barselona Kontluğu ( ... ?-1137) idi. X. yüzyıl sonlarında kontluğa Borrel hanedanı hükmediyordu. O zaman kontluğun toprakları, el-Manstir İbn Ebu Amir tarafından tahrip edildi (375/985). Amiriler'in hakimiyeti kaybetmesiyle Endülüs içinde meydana gelen çatışma ortamında Endülüslü Sakalibe (Slav asıllı köle sınıfı), Kont Ramon Borrel'den yardım istedi ve kontluk güçleri pek çok çatışmaya katıldı (400/1010). Daha sonraki zamanlarda Aragon krallığı ile birleşerek Müslümanlara karşı daha da etkili oldu. Aragon Prensi IV. Ramon Berenguer zamanında Aragon Kontluğu ile birleşildi ve Birleşik Barselona-Aragon krallığı oldu. Aragon Kontluğu (809-1137), I.Azanar Galindo ile bir kontluk olarak doğdu ve gelişmeye başladı. II. Ramiro zamanında Barselona ile birleşti ve Birleşik Aragon-Barselona krallığı (1137-1516) ortaya çıktı.


Bu Hıristiyan devletler, Müslümanlara karşı ortak menfaatleri söz konusu olduğunda birleşebiliyorlar, ancak bunun dışında bazen kendi aralarında toprak savaşlarına da girişiyorlardı. Bu uğurda, bazen Kurtuba İslam hükümetinden birbirlerine karşı yardım istedikleri de olurdu. Ancak, içeride asayişi sağladıkları ve Hıristiyan komşularına karşı endişelerinin kalmadığı zamanlarda, derhal Müslümanlar ile olan antlaşmalarını bozarak saldırıya geçerlerdi.

Mülukü't-Tavaif Döneminde (1031-1090), tarafların birbirlerine karşı güç dengeleri Müslümanlar aleyhine olarak değişmeye başladı. Endülüs'e karşı bütün Hıristiyan İspanya devletleri Frank kontluklarıyla birlikte ortak hareket ettiler ve içlerinde oluşan Haçlı ruhu ile Haçlı saldırıları gerçekleştirdiler. Bölünmüş Endülüs Müslümanlarına karşı burada başarı sağlanınca, bunun vermiş olduğu cesaretle Avrupa ülkeleri Orta Doğu Türk İslam dünyasına karşı sistematik şekilde Haçlı Seferleri başlattılar (488/1095). Papalık, İspanya Hıristiyanlarına doğuya yapılan seferlere katılmayı yasak etti. Çünkü onlar Endülüs'ü Müslümanlardan arındırmalıydılar. Mülukü't-Tavaif döneminde yani, Murabıtlar'ın Endülüs'e gelişlerine kadar özellikle Kastilya krallığı ile Reconquista hareketi ivme kazandı ve pek çok Endülüs toprağı kaybedildi. Bunların önemlileri Mecrit (Madrid 1083) ve Tuleytula'dır (Toledo 1085).


Karşılıklı savaşlarla birlikte, taraflar arasında cereyan eden diplomatik ilişkiler de oldu. I. Abdurrahman devrinde Kastilya krallığı ile olduğu gibi, Hıristiyan İspanya devletleriyle sağlam temelli olmasa da, sulh antlaşmaları yapıldı. Emevi Emirliği döneminde pek belirgin olmayan ilişkiler, hilafet zamanında gelişti. III. Abdurrahman ile devletin siyasi durumu çok parlak bir konuma geldi. Bizans Devleti dahil, diğer Avrupa ve Afrika devletleriyle diplomatik ilişkiler kuruldu. Bazen de ittifak antlaşmaları yapıldı. Mesela, II. Abdurrahman devrinde Navar krallığı ile yapılan ittifak antlaşmasına göre, Müslümanlar Navar'ı her çeşit dış tehdide karşı koruyacaklar, buna karşın onlar da Müslümanların Pirene dağları ötelerine Fransa içlerine doğru yaptıkları seferlere katkıda bulunacaklardı. Ancak, bu türden diplomatik antlaşmalara Hıristiyan devletleri, bilhassa kendilerini güçlü ve Müslümanları da zayıf gördükleri zamanlarda sadık kalmamışlardır.

Siyasi ilişkiler yanında, taraflar arasında evlilik ilişkileri de görüldü. Mesela, ilk Endülüs valisi Abdülaziz b. Musa, son Vizigot kralı Rodrigo'nun kızı Ermele ile evlenmişti. Diğer yandan, I.Alfonso'nun bir Arap cariyeden gayrı meşru çocuğu olduğu kabul edilen ve büyüdüğünde batı Galicia'ya hakim olan Mauregato (783-788), Müslümanları severdi ve Hıristiyan kızlarını Müslümanlar ile evlenmeye teşvik ederdi. Endülüs sınır bölgesinde yaşayan Müvelled Kasfoğulları ile Navar liderleri arasında evlilikler olmuş ve bu münasebetle aile, yeri geldiğinde Müslümanlara karşı Hıristiyanlar ile işbirliği yapabilmiştir. Emir Abdullah b. Muhammed, Navar kraliçesi Iniga ile evlenmiştir. Daha evvel Aznar Sanchez adlı Navar prensiyle evlenerek ondan 'Toda adında bir kızı olan Iniga'nın Abdullah ile evliliğinden ise, III. Abdurrahman'ın babası Emir Muhammed doğmuştur. Emir Muhammed'in kardeşi ve IIl. Abdurrahman'ın halası olan Prenses Toda, büyüdüğünde Navar kraliçesi olmuştur. Bu tür sihri münasebetler, taraflar arası ırki ve kültürel karışım-etkileşimlere zemin teşkil etmiştir.


Son olarak, Endülüs topraklarında ortak yaşam süren toplumlar (societies in symbiosis) arasında meydana gelen kültürel ilişkilere gelince, bu konuda karşılıklı etkileşimlerin toplumsal ve kültürel hayatın temelini oluşturduğu bilinmektedir. İster Endülüs toprakları içerisinde isterse Hıristiyan İspanya devletleri içerisinde olsun, bütün Hıristiyan halk ile Müslüman halk arasındaki karışma ve kaynaşma (Convivencia Endülüs'te Birarada Yaşama Sanatı), hem harp hem de sulh zamanlarında meydana gelen sürekli bir olguydu. Karşılaşan iki milletten, medeni bakımdan daha üstün durumda olanın aşağı durumdakine tesir ettiği gerçeğinden hareketle, Hıristiyanların Müslümanlardan her bakımdan etkilenmiş olduklarını gözlemlemek mümkündür.


Hıristiyanların eline geçen İslam topraklarında kalan Müslümanlara müdeccen (mudejar) denmiş ve bunlardan özellikle zanaatkarlar ve kültür erbabı muhafaza edilmiş, bizzat Hıristiyan krallar tarafından ülkenin iktisadi menfaati için kollanmışlardır. Bunlar sayesinde Müslümanların bilimsel birikimleri kuzeyde İspanya halklarına, oradan da Avrupa içlerine intikal etmiştir. Özellikle VII.-VIII/XIII. -XIV. yüzyıllarda müdeccenlerin iki toplum arası kültürel ve ekonomik alışverişte büyük rolleri olmuştur. Endülüslü yöneticilerin sahip olduğu hoşgörü sayesinde sağlanan barış ve huzur ortamında, dinler-milletler arası kültürel alışveriş sağlıklı işlemiş ve toplumsal gelişmeye sebep olmuştu. Bu bilindiği için, günümüzde Endülüs tecrübesinden yararlanarak kültürler­ dinler arası diyalog çalışmaları hızlanmıştır.


Endülüs topraklarında İslam hakimiyeti altında yaşayan Hıristiyanlar yani müsta'ribler (mozarabes) de, iki tarafın dilini bilerek ve serbestçe göç imkanına sahip olarak, İslam medeniyeti öğelerinin İspanyalılara ve Avrupa'ya naklinde etkili olmuşlardır. Bu yolla Endülüs'te kullanılan idari ve askeri teşkilat usul ve kanunları da İspanyalılara geçmiştir. Bu arada Arapça isimler ve kavramlar, eski İspanyol dili olan Romance dahil, İspanyalıların diline yerleşmiştir. Mimari alanda ise, kilise kubbesi, köprü yapımı, çömlekçilik, camcılık, altın tezyinah ve süslemede Müslümanların Hıristiyanlar üzerindeki etkilerinin bariz bir şekilde görüldüğü bilinmektedir. Haddizatında, İslam dünyasının Batı Avrupa'ya etkileri asıl olarak Endülüs kanalıyla olmuştur. Sicilya ve Haçlı seferleri vasıtasıyla gelen etkiler ise ikinci planda kalmıştır.



Reconquista 

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

9 Şubat 2023 Perşembe

MASSAGETLER

 Asya dünyanın en eski kıtalarından birisidir. Coğrafi olarak Kuzey Asya, Doğu Asya, Güney Asya, Ön Asya ve Orta Asya olmak üzere beş bölümde incelenmektedir (LİGETİ 1986:14-15). Adı geçen coğrafyalarda tarih öncesi devirlerden başlamak üzere çok sayıda kültür ortaya çıkmış ve gelişimini sürdürmüştür. Özellikle, İç Asya ya da Merkezi Asya olarak da bilinen Orta Asya çeşitli kültürlerin beşiği olmuştur. Burası, doğuda Kadırgan dağlarından, batıda Ural dağları ve Hazar denizine, kuzeyde Sibirya'dan güneyde Çin, Tibet ve İran ülkelerine kadar uzanan geniş sahadır (ARSAL 1933:3). Burada ortaya çıkan kültürler daha geniş sahalara yayılmıştır. Böylece, kültürler Çin Seddinden Tuna nehrine kadar uzanan bozkırlarda varlığını hissettirmiştir. Coğrafi şartlardan dolayı hareketli hayat tarzları olan bozkır kavimleri Asya'nın ortası merkez olmak üzere doğu-batı yönünde hareket ederek, çeşitli kültürlerin oluşumu ve gelişiminde birinci derecede rol oynamışlardır. Bozkır kavimlerinin yayıldığı coğrafya çok geniş düzlüklerle kaplı doğal bir otlak görünümündedir (MEMİŞ 1987:15). Altayların eteklerinden başlayan bozkırlar, güneydoğudan kuzeybatıya doğru gidildiğinde düzleşmektedir. Aşağı İnci (Sır Derya) ve Aral gölü doğrultusundaki bozkırlar Güney Sibir ovalarını oluşturmakta ve Hazar denizinin kuzeyinden Karadeniz'in kuzeyine uzanmaktadır (KURAT 1992:6). Böylece adı geçen coğrafya Pamir, Tanrı dağları, Altaylar ve Batı Türkistan üzerinden aşağı Tuna bölgesine kadar bütün Güney Rusya'yı içine almaktadır. Batıda Silezya'ya kadar uzanmakta ve çok sayıda geçitle Doğu Türkistan ve Gobi bölgesiyle bağlanmaktadır. Bölgenin doğusu büyük çöl sahasıyla kaplıdır, buna karşılık batı kısmı genellikle verimli ve yaşamaya doğudan daha elverişlidir. Kuzeye doğru bu mekan eski zamanlarda bataklıklar ve sık ormanlarla tamamen kaplanmıştı, güneye doğru geniş alanlar Hazar denizi ve Karadeniz, geri kalan kısımlar İran'daki dağlık arazinin yükselen dağ sıraları ve Kafkas dağlarıyla sınırlanmıştır (JUNGE 1939:5). Bozkırlar, İrtiş nehrine doğru çıkıldığında zenginleşmekte, bol su ve otlaklar bulunmaktaydı. İrtiş boyları ve Batı Sibir'den Orta ve Güney Ural dağlarına, oradan Kama ve İtil nehirleri boyuna gitmek için doğal bir engel yoktu. Balkaş gölü ve Talas nehrinden İnci, Yayık ve İtil nehirlerine doğru uzanan bozkırlar ise, Hazar denizinin kuzeyi ve Uralların güneyinden, tarihte "Kavimler Kapısı" olarak bilinen kum, çöl sahasından, Karadeniz'in kuzeyinden ta Karpatlara, Tuna boyuna kadar uzanmaktaydı. Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlar Orta Asya ve Batı Sibir'deki yayla ve bozkırların devamı mahiyetindeydi. Arada yüksek dağlar ve büyük çöller olmadığından Orta Asya'daki kavimler doğudan batıya kolayca geçebilirlerdi (KURAT 1992:6). Eski dönemlerde adı geçen bölgenin sınırları daha çok siyasi sınır olmaksızın coğrafi hatlarla belirlenmişti. Bu coğrafi sınırlar, doğudan batıya doğru Nanşan ve Tanrı dağları ile Ögüz (Amu Derya) nehrinden oluşmaktaydı. Bunlardan sonra gelen İran platosu, belki daha ziyade siyasi bir sınırdı, fakat onu tekrar Kafkas dağları, Karadeniz ve Tuna nehrinin oluşturduğu doğal sınırlar takip ediyordu (RICE 1958:33-34). Coğrafi özelliklerini belirtmeye çalıştığımız bozkırlarda büyük ölçüde atlı-göçebe kültürler ortaya çıkmıştır. Atın hızı ve demirin vurucu gücünden en iyi şekilde faydalanan bu kavimler geniş coğrafyalara yayılmışlardır. Adı, ülkesi, kökeni, tarihi ve kültürü üzerinde durmaya çalıştığımız kavimlerden birisi de Massagetlerdir.

Massaget Adı

Massaget adı üzerinde şimdiye kadar çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İlk defa antik Grek kaynaklarında Massaget adına rastlanmaktadır. Massaget adının aydınlatılmasına Pers kaynakları yardımcı olmaktadır. Bu kaynaklarda Saka tigrakhauda, Saka tiay para daray ve Saka haumavarga olmak üzere üç Saka gurubundan söz etmektedir (HERRMANN 1933:158). Pers kaynaklarında geçen saka haumavarga, şüphesiz Herodotos'ta geçen Sakai Amyrgioi ile aynıdır (HERODOTOS VE:64). Kelimenin etimolojisi karanlık olmakla beraber, belki basit olarak "Omargas Sakaları" ya da "Omargas'a tabi olan Sakalar" düşünülebilir (MORDTMANN 1877: 42). Saka tiay para daray, yani denizin ötesindeki Sakalar olarak karadeniz İskitleri düşünülmektedir. Greklerin dilindeki Sakalara Strabo Hazar denizi çevresinde hüküm süren İskitlerin daha çok Dahailer, daha doğuda bulunanların ise Massaget ve Sakalar olduklarını belirtmektedir (STRABO XI:8.2). Hekataios ise, Karadeniz İskitleri, Hazar denizinin doğusunda geniş düzlükte yaşayan massagetler ve onların doğusunda bulunan Sakai Amyrgioi olmak üzere üç gurup tanıyor. Saka tigrakhauda ve Massaget adı tamamen maksada uygun olarak aynı şekilde görülüyor. Her iki adla açık bir şekilde görülüyor. Her iki adla açık bir şekilde Sakaların Batı Türkistan düzlük sahasındaki gurupları belirtiliyor. Mısır Darius stelinde "Düzlük Sakaları", Hekatios'taki Hazar denizinin doğusundaki bölgede yaşayan "Düzlük Massagetleri" olarak geçiyor (JUNGE 1939:70). Bu tarihi belgelerden Massaget adının Saka tigrakhauda adıyla aynı topluluk için kullanıldığı anlaşılıyor. Massaget adındaki çoğul eki olan "et" çıkarıldığında Ar-sak adında olduğu gibi Mas-sag (Mas-Sak) adının oluşumundaki Sak, Saka bağlantısını hatıra getiriyor (KUUN 1981:LVII). Böylece, Saka ve Massaget adları arasındaki bağlantı da ortaya çıkıyor.

Massaget Ülkesi

Antik kaynaklardan Massagetlerin Hazar denizinin doğusunda yaşadıkları anlaşılmaktadır. Herodotos'un belirttiğine göre, Masssagetler Hazar denizinin doğusunda uçsuz bucaksız bir düzlüğün büyük çoğunluğunu ellerinde tutmuşlardır (HERODOTOS I:204). Onlar, İnci nehrinin yanında İssedonların tam karşısında oturuyorlardı (HERODOTOS 1:201). Massagetlerin bir kısmı dağlarda, diğer bir kısmı düzlüklerde, bir kısmı ise ırmakların oluşturduğu bataklıklarda, diğer bir kısmı bataklık arazi adalarında yaşamaktaydılar. Çok sayıda akarsuyun döküldüğü İnci ırmağı ve çevresi Massagetlerin yaşadıkları önemli coğrafyaydı (STRABO XI:8.6). Böylelikle, Massagetlerin oturduğu yer belirlenebilmekte ve Herodotos zamanında yaşadıkları coğrafyada Strabo zamanında da yaşadıkları anlaşılmaktadır. Onların Aral gölü ve Hazar denizi arasındaki coğrafyada varlıklarını sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Strabo tarafından söz konusu edilen düzlükler Üst Yurt (Ust Urt) platosudur. Bu coğrafyanın güneydoğusunda büyük Balkan dağları bulunmaktadır. Bataklıklar Hazar denizi ve Aral gölü sahil şeridi üzerinde adalarla birlikte Ögüz kollarına kadar ulaşmaktadır (HERRMANN 1930:2126). Tarihi kaynaklar incelendiğinde Massagetlerin Hazar denizi ve Aral gölü arasının dışında, daha doğuda da varlıkları ortaya çıkmaktadır. Herodotos Massaget ülkesinden büyük ölçüde altın ve bakır çıkarıldığını ve demirin adı geçen coğrafyada bulunmadığını bildirmektedir (HERODOTOS 1:215). En eski dönemlerden bu yana altının Sogdiana (günümüzde Zarafşan: altın veren)'dan bakırın ise Semerkant ve Fergana dağlık bölgesinden elde edildiği de bilinmektedir (HERRMANN 1930:2126). Massaget ülkesinden çıkarılan madenler ve Massagetlerin gereksinimlerini karşıladığı gıda maddeleri de dikkate alındığında onların yayılmış oldukları sahanın belirlenmesi kolaylaşır. Ancak unutmamak gerekir ki, Herodotos'un Massaget ülkesine dair verdiği bilgiler, Strabo'nunkinden aşağı yukarı dört asır önceye aittir. Massagetlerden bahseden Grek kaynaklarında, onların doğuda nereye kadar yayılmış oldukları açık bir şekilde belirtilmemektedir. Ayrıca, Massagetler hareketli, atlı-göçebe bir kavimdi. Bu durum dikkate alındığında, Massagetlerin yayıldığı coğrafyanın doğuda Altay ve Tanrı dağlarından batıda Urallar ve Hazar denizi arasında kalan geniş saha olduğu kabul edilebilir.

Massagetlerin Kökeni

Massagetlerin kökeni hakkında bazı antik kaynaklardan ipuçları çıkarabiliyoruz. Bu konuda en kayda değer bilgileri Herodotos vermektedir. O, Avrupa İskitleri ile Asya'daki Saka, Massagetlerin aynı ırktan olduklarını belirtmektedir (HERODOTOS VII:64). Buradan anlaşılacağı üzere, Asya'daki İskitlerin bir kısmına Grekler Massaget demekteydiler. Massagetler İskitlerle aynı ırktan idiler. Fakat Massagetler Asya'da tek başlarına bağımsız bir siyasi birleşme oluşturuyorlardı (ARSAL 1933:7). Bunlar büyük Saka birliğine dahildiler (TARN 1968:72). Saka tıgrakhauda, yani ok şeklinde başlık giyen Sakalar, antik Grek kaynaklarında Massagetler olarak belirtiliyor. Hatta, "Düzlük Sakaları" ve "Düzlük Massagetleri" adı aynı topluluklar için kullanılıyor (JUNGE 1939:70). Kaynaklardan da anlaşılacağı üzere, Saka tıgrakhauda ve Massagetlerin aynı kökten olduğu ortaya çıkıyor. Böylece, Massagetlerin kökeninin Sakalar, özellikle "ok şeklinde başlık giymiş Sakalar"la bir ve aynı olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, Pers kralı Darius'un üçe ayrılmış Sakalara karşı sefer düzenleyerek savaştığı ve Saka liderleri Sakesphares, Homarges ve Thamyris'in ıssız bir yerde durumu istişare ettikleri belirtilmektedir (JUNGE 1939:65). Saka tıgrakhauda lideri olarak Thamyris'in Massaget lideri, yani Massaget kraliçesi Tomris olduğu anlaşılmaktadır. Bu bilgi de Saka tigrakhauda'nın Massagetlerle aynı olduğunu göstermek bakımından büyük önem taşımaktadır. Böylece, Massagetlerin büyük Saka grubuna dahil oldukları ve kökenlerinin onlarla aynı olduğu anlaşılıyor. Antik yazarlardan bazıları Massagetlerin Hunların, bazıları da Türklerin ataları olduklarını belirtmektedirler (HERRMANN 1930:2125). Bu bilgiler Massagetlerin tarih sahnesinden çekilişi ve Asya Hunlarının güçlendiği ve Hun hakanı Maotun (Batur)un dağınık Hun boylarını Hun adı altında topladığı dönem hatırlandığında değer kazanmaktadır. Böylece, Hunların siyasi bir güç olarak ortaya çıkmasında Massagetlerin önemli bir yer tuttuğu düşünülebilir.

Massaget Tarihi

Massagetlerin tarih sahnesine çıkışı M.Ö. VIII. yüzyıla kadar götürülebilmektedir. Herodotos Asya'da yaşayan göçebe İskitlerin Massagetlerle yapmış oldukları mücadeleden yenik çıkarak, Kimmerlerin yanına göç ettiklerini bildirmektedir (HERODOTOS IV: 11). Bu sebeple Massagetlerden ilk kez söz etmektedir. Ancak, onların siyasi tarihleri hakkında M.Ö. VI. yüzyılın üçüncü çeyreğinin sonlarına kadar herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Asıl onların mücadele ettiği Pers kralı Kyros'tur. Başarılı savaşlar sonucunda imparatorluğunun sınırlarını kuzeydoğuya doğru genişleten Kyros, Hazar denizine doğru sınırlarını genişletmek istiyordu. Böylece, Massagetler üzerine bir sefer düzenlemiştir. Onların bağımsızlığını büyük ölçüde tehlikeye düşürmüştür (HERRMANN 1930:2127). Bu sırada bazılarına göre Massagetlerin ve bazılarına göre de Sakaların kraliçesi olarak belirtilen Tomris Massagetlerin başında bulunuyordu (HERRMANN 1921:1787). Massaget liderinin ölümü üzerine Tomris, yani Tomir başa geçince Massagetlerin bu durumundan faydalanmak isteyen Kyros, sefer düzenleme ihtiyacını duymuştur (TOGAN 1987:32). Kyros Tomris'e bir elçi göndererek, onunla evlenmek istediğini bildirmiştir. Kyros'un eş değil, topraklarını istediğini bilen Tomris red cevabı vermiştir. Bunun üzerine kurnazlıkla amacına erişemeyeceğini anlayan Kyros, kaba kuvvet kullanmaya karar vermiştir (HERODOTOS 1:205). Kyros sefer hazırlıklarını sürdürürken Tomris ona seferden vazgeçmesini ve kendi halkını yönetmesi önerisinde bulunmuştur. Massagetlere karşı savaşmak istiyorsa, kendilerinin de onlara karşı hazır olduğunu belirtmiştir (HERODOTOS 1:206). Kraliçenin mesajı üzerine Kyros harekete geçmiştir. İnci nehrini geçtikten sonra, Massaget ülkesine doğru ilerlemiştir. Bir hileyle kraliçe Tomris'in oğlu Spargapises'i ve çok sayıda Massaget askerini esir almıştır (HERODOTOS 1:211). Oğlunun esir alınmasına çok sinirlenen Tomris, Kyros'tan Massaget ülkesinden çekilip gitmesini istemiştir. Kyros kraliçenin teklifine aldırmamış ve her iki taraf şiddetli bir şekilde savaşmaya başlamıştır. Kraliçe Tomris'in komutasındaki Massaget ordusu, Kyros'un komutasındaki Pers ordusunu ağır bir şekilde yenilgiye uğratmıştır. Pers kralı Kyros bu savaşta öldürülmüştür (HERODOTOS 1:212-213). Mücadele Kyros ırmağı geçtikten sonra dar bir boğazda yapılmış ve Massagetler Kyros'un ordusunu burada yenilgiye uğratmıştır. Buna göre Massagetlerin Pers ordusunun önünü köprü başına girişte kestikleri ve dağlık arazinin boğazında, yani büyük Balhan'da onları zorladıkları ve yok ettiklerini anlamaktayız (HERRMANNİ 930:2128). Kyros'un Massagetler üzerine gerçekleştirdiği ve onun ölümüyle sonuçlanan bu savaş son araştırmalara göre, M.Ö. 528 yılında yapılmıştır (TOGAN 1987: 33). Bu tarihten aşağı yukarı on iki yıl sonra, yani M.Ö. 517-516 Darius, Kyros'un planını gerçekleştirmiş ve bozkır ülkesine girerek, halkı egemenliği altına almaya zorlamıştır (HERRMANN 1921:1785). Behistun kitabesinden anlaşıldığı üzere Darius, sivri başlıklı, yani ok şeklinde sivri başlık giymiş olan Sakaların ülkesine yaptığı seferde onların bir kısmını yenerek, liderlerinden Sakunkha'yı esir almıştır (HİNZ 1939:365). Darius, Sakalar ile yaptığı savaşta kendi askerlerine Saka askeri elbisesi giydirerek hile ile hareket etmiştir. Bundan dolayı, Saka liderleri mağlup olup çöllere çekilmiştir. Sirak isminde bir çoban Darius'un ordusuna kasten yanlış yol göstererek, onları çöl ortasına sokup memleketini kurtarabilmiştir (TOGAN 1987:33). Darius'un Saka liderlerinden Sakunkha'yı esir etmesine rağmen, diğer Saka liderleri memleketlerini bütünüyle esarete düşmekten kurtarabilmişlerdir (DURMUŞ 1993:70). Büyük İskender'in doğuya, Türkistan'a doğru yaptığı sefer sırasında, Massagetlerin ağırlık noktası Ögüz deltasında bulunuyordu (HERRMANN 1930:2129). Makedonyalı Büyük İskender, Pers Spitanames bir isyan çıkarınca sefer yönünü İnci üzerine çevirmiştir. Makedonlarla Massagetler arasında yapılan mücadeleden Makedonlar galip çıkmıştır. Böylece, bölgenin bir kısmı Makedon imparatorluğunun egemenliği altına girmiştir (ARRİANOS IV: 16-17). Bu dönemde Massagetlere komşu olan Dahailer vardı. Onlar, Massagetlerin doğusunda bulunuyordu. Turan bozkırlarında bu arada kavimler göçü sonucunda Dahailer Massagetlerin yerine yerleşmiştir. Massagetlerin büyük çoğunluğu Dahailer tarafından emilmiştir (HERRMANN 1930:2129).

Massaget Kültürü

Massagetlerin yaşayışı tamamen çevrenin şartlarına bağlıydı. Onlar, çoban ve balıkçı bir topluluktu. Ziraatla fazla uğraşmamaktaydılar. Düzlük yerde yaşayanlar hayvancılık yapmakta, özellikle koyun beslemekteydiler. Büyük ölçüde balık avlamaktaydılar. Adalarda yaşayanlar yazın kökleri, kışın ise sonbaharda toplamış oldukları yabani yemişleri yemekteydiler. Ayrıca meyvelerin kabuklarını yakarak kokusuyla kendilerinden geçmekteydiler. Dağlık arazide oturanlarda aynı şekilde yabani meyvelerle beslenmekteydiler. Besledikleri koyunları kesmemekte, özellikle onların yünü ve sütünden faydalanmaktaydılar. Bataklık arazide oturanlar balık avlayarak yemekte ve Hazar denizinden ya da Aral gölünden yakaladıkları fok balığının derisinden elbise yaparak giymekteydiler (HERRMANN 1930:2126). Evleri kapalı yük arabalarıydı, onunla çoban olarak istedikleri yere gidiyorlardı (HERRMANN 1930:2126). Aynı tür arabalar Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda hayatlarını sürdüren İskitlerde de vardı. Bu arabalar dört, ya da altı tekerlekli olup, ev şeklinde yapılmışlardı. Arabaların dört tarafları ve üzerleri keçe ile kaplanmıştı. Bu arabalar soğuğa karşı korunaklı olup, içerlerine kar ve yağmur geçmemekte ve rüzgar da etki etmemekteydi (HÎPOKRATES VI: 18). Massagetler Güney Rusya İskitleri gibi aynı şekilde giyiniyorlardı. Koyun yününden elbiseler üretiyorlardı. Yaya olduğu gibi atlı olarak da mücadele ediyorlardı. Ülkelerinde bol miktarda olan altın ve tunçtan yaptıkları okları, yayları, mızrakları ve savaş baltalarını taşıyorlardı. Altından miğfer ve kemer de yapıyorlardı (HERODOTOS I:215). Saka lideri Sakunkha'nın kabartmasında da olduğu gibi sivri başlık taşımaktaydılar. Atların gemleri ve üzengileri altındandı (HERRMANN 1930:2126). Massagetlerde erkek ve kadın münasebetleri diğer Orta Asya bozkır kavimlerindeki gibiydi. Hatta, yalnız tek kişiyle evlilik mevcuttu. Massagetlerin dini politesit (çok tanrılı) değildi. Tanrı olarak güneşi tanıyorlardı. Herodotos'un ifadesiyle "Tanrıların en hızlısına, ölümlülerin en hızlısı olan atı" kurban ediyorlardı (HERODOTOS I:216). Onlarda savaşabilme yeteneği çok fazlaydı ve kahramanlıklarıyla tanınmaktaydılar. Ticari faaliyetlerde son derece samimiydiler. Sadelik ve güvenilirlikleri övgüye değerdi (HERRMANN 1930:2127).

İlk olarak İskitlerle mücadeleleri sonucunda adları bilinen Massagetler, güçlü bir bozkır topluluğu olarak Aral gölü ve Hazar denizi arasındaki coğrafya başta olmak üzere çok geniş coğrafyada yaşamışlardır. Massagetler yaşadıkları coğrafyadan dolayı büyük bir imparatorluğa sahip olan Perslerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Gücünün zirvesinde olan Pers imparatorluğunun ordusunu yenilgiye uğratmaları ve Pers kralı Kyros'un savaş sırasında öldürülmesi onların askeri gücünü ortaya koymaktadır. Pers kralı Darius da ancak askerlerine Saka elbisesi giydirmek suretiyle onlarla başa çıkmaya çalışmıştır. Pers kaynaklarında geçen üç Saka gurubundan biri olan Saka tigrakhauda'nın Grek kaynaklarında da belirtildiği üzere artık Massagetlerle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, Massagetlerin büyük Saka gurubuna dahil olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlar, Saka tiay para Daray, yani denizin ötesindeki Sakalarla aynı tür elbiseleri giymekte ve yine aynı tür arabaları ev olarak kullanmaktaydılar. Massagetlerin giyimleri Perslerinkinden farklıydı. Bunu Pers kralı Darius'un askerlerine Saka elbisesi giydirmesi açık bir şekilde göstermektedir. Antik yazarlardan bazıları kraliçe Tomris'in Massaget, bazıları Saka, bazıları da İskitlerin liderleri olduğunu bildirmektedirler. Böylece, Massaget ve Sakaların aynı topluluk olduğunu söylememiz mümkün olacaktır. Massagetler ve onlardan sonra aynı coğrafyada ortaya çıkan Türk toplulukları arasında dini inanç, sosyal hayat, karakter ve sanat anlayışı bakımından çok yakın benzerlikler bulunuyordu. Massagetlerde görülen tek tanrı inancı, tanrıya at kurban etme adeti, tek evlilik, savaşlarda gösterilen kahramanlık, ticari faaliyetlerde samimiyet ve madeni en iyi şekilde işleyebilme kabiliyeti çok sayıda Türk topluluğunda da vardı. Ayrıca, bazı kaynaklarda Hunlar, bazılarında ise Türkler Massagetlerin halefleri olarak gösterilmişti. Tamamen bu hususlar dikkate alındığında Massagetlerin Aral gölü ve Hazar denizi arası başta olmak üzere, çok geniş coğrafyaya yayıldıkları ve büyük ölçüde Türklerle bağlantılı bir topluluk oldukları hatıra geliyor.

 

Yrd. Doç. Dr. İlhami DURMUŞ

Gazi Ü. Fen-Edebiyat F. Tarih B. Öğr. Üyesi

MESİHLİK VE MEHDÎLÎK

 


Genel olarak, mehdi ve mesîh kavramları, birbirinin eşanlamlısı olarak kullanılmakta, hemen bütün dinlerde «beklenen bir kurtarıcı»yı ifâde etmekte ve ortak bir «fenomen» şeklinde yer almaktadır. Ancak; «Mesîh inanışı», diğer dinlerden daha farklı bir şekilde, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta önemli bir yer tutmakta ve bir “kurtuluş ülküsü” halinde iman esasları arasına girmektedir. İslâm'da ise mesîh ve mehdî inancı, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi, iman esasları arasında bulunmamakta; fakat Müslümanlar arasında ve İslâm kültüründe bir “anlayış” olarak yaşamaktadır. İslâm kültüründe mehdî ve mesîh ayrı ayrı roller taşımaktadır.


Biz, dinlerde «kurtarıcı bekleme ülküsü» halinde ortak bir fenomen olan Mesîh ve Mehdî’nin kelime ve terim anlamları üzerinde durduktan sonra, İlahî menşeli üç dindeki anlayışı ayrı ayrı ele alacağız.


Kelime ve Terim Olarak Mesih ve Mehdi


Kelime ve terim olarak Mesîh:


Mesîh kelimesinin, Arapça'ya, Aramîce “Meshîhai” veya, İbranîce «ha-Mashiah» dan geçtiğini savunanlar bulunduğu gibi, Habesce, «Mesîh» olabileceğini de İleri sürenler bulunmaktadır.


Kök itibariyle «beklenilen kurtarıcı» ya verilen bir sıfat olarak Mesih kelimesi Arapça’da, meshedilmiş, günahlardan temizlenmiş, yağ' ile yağlanmış, güzel yüzlü, sıddîk, kezzâb (yalancı), yürüyen, seyahat eden, “ölçmek”, silmek anlamlarına gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda Hz. İsa’nın sıfatı olarak da kullanılmaktadır.


Türkçe’de Mesîh, sıfat olarak, üzerine yağ sürülmüş; özel isim ve lâkab olarak, Hz, İsa karşılığında kullanılmakta ve «Deccal”a da lâkab olarak verilmektedir.


Fransızca Larousse’da Mesih; kutsal, yağ sürülmüş, yağlanmış, meshedilmiş anlamını ve Tanrı tarafından gönderilen, saygı duyulan Jesus-Christ’i (İsa) ifade etmektedir. Bunun yanında peygamberler tarafından kendisinin haber verildiğini ileri süren yalancı ve sahte mesîhler de bu kelime ile karşılanmaktadır. Kitabı Mu-kaddes’te (Bible) Mesîh, genel anlamda, «kutsal» manasına gelmekte ve kutsal bir yetkiye haiz bütün insanlar, krallar ve peygamberler için kullanılmakta; özel anlamda, İsrailoğullarını kurtarması gereken ilâhî bir elçiyi işaret etmektedir.


Terim olarak Mesih; günü geldiğinde yeryüzüne inerek Yahudileri kurtaracak, bozulan düzeni yeniden kuracak, dünyayı adaletle dolduracak İlâhî bir temsilcidir. Bunun dışında Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da Mesîh, Hz. İsa’dır.


Hıristiyanlara göre Mesîh olarak İsa ikinci defa gelecek ve bozulan düzeni yeniden kuracaktır. İslâm kültüründe de Kıyamet’ten önce Hz. İsa inecek ve Deccal’ın öldürülmesine yardım edecektir.


İlâhî menşeli üç dinde de, istılahî olarak, ortak bir “fenomen” şeklinde, Kıyamet’ten önce, bozulan düzeni Islâh etmek, adaleti sağlamak üzere bir «kimse» nin gelmesidir. Yahudilere göre bu, Hz. Davut soyundan birisi olacak ve yalnız Yahudileri kurtaracaktır, Hıristiyanlara göre ise bu, Hz. İsa olacaktır ve ikinci gelişiyle gerçekleşecektir. İslâm’da ise bu, «Mehdi» şeklindedir; belirli bir kimse değildir ve Hz. İsa sadece ona yardımcı durumundadır.


Kelime ve Terim Olarak Mehdi:


Türkçe lügatlarda «hidayete eren, doğru yola giren, doğru yolda bulunan» anlamlarında kullanılan Mehdi kelimesi, Arapça’da, «kendisine rehberlik edilen, Allah tarafından yol gösterilen» mânasındadır. Bu mânası ile «Mehdi», Allah’ın hidâyetine nâil olan kimse demektir. Çünkü Allah’ın güzel isimlerinden (Es-mâü’l-hüsna) birisi de; Hidâyet eden. Yol gösteren, Rehber anlamına gelen «el Hâdî»dir, Kur’ân’ın birçok âyetinde İlâhî istekamet, yol fikri yer almaktadır. Bundan dolayı «Mehdî» hidâyete nail olan, kendisine Allah tarafından yol gösterilen anlamını içermektedir. Mehdî'ye mutlak surette yol gösterildiği için, bu kelime, geçmişte bazı kimseler ve gelecekte de Kıyamet ile alâkalı bir «kimse» için kullanılmaktadır.


İslâm kültüründe, Mehdî kelimesi, Kıyâmet’ten önce gelmesi beklenen “birisi” için kullanılmaya başlamadan önce, «hidâyete eren» halîfelerden Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali için kullanılmıştır. Müşriklere doğru yolu gösterdiği ve onları Allah'a kulluk etmeye yönelttiği için Hz. Muhammed’e de «Mehdî» denilmiştir. Hz. Ali’yi diğer üç halîfeden ayırmak gayesiyle ona «hâdıyen, mehdîyyen» (doğru yolu gösteren, kendisine rehberlik edilen) sıfatı verilmiştir. Yine bu kelime, Hz. Hüseyin’e, şehid edilmesinden sonra, «el Mehdî ibnu’l Mehdî» (Mehdî oğlu Mehdî) şeklinde ve müceddid’liğine işaret olmak üzere, Emevî halifelerinden Ömer İbn Abdilazîz hakkında, bir şeref ünvanı olarak, kullanılmıştır.


Mehdî tâbiri, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b, el-Hanefiyye için de kullanılmıştır. Hz. Hüseyin’in Kerbelâda şehid edilmesi Müslümanları çok sarsmış ve «bir kurtarıcı»ya ihtiyaç olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Halkın bu manevî buhranından istifade etmek isteyenler, Muhammed b. el-Hanefiyye’yi halifelik iddiasında bulunmaya teşvik etmiş ve ona «Vasi’nin oğlu Mehdî» adını vermişlerdir. O da istemeyerek bu ünvanı kullanmış ve Kaysânîler fırkasının kurucusu olmuştur. Muhammed b. el-Hanefiyye ölmüş; fakat ölümü kabul edilmemiştir. Öldükten sonra onun tekrar geleceği fikri yerleştirilmiş ve döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece o, daha sonra îsnâ Aşeriyye Şiîlerinin dönmesini bekledikleri ve Mehdî adını verdikleri Onikinci imamları gibi, «Mehdî Muntazar» (Beklenen Mehdî) haline gelmiştir. Bununla Mehdî fikrine «ricat» fikri de eklenmiş ve Şiîlerin dönmesini bekledikleri «gizli imamları» için benimsenmiştir.


Müslümanlar arasında, Mehdî terimi, Kıyâmet’ten önce gelecek, bozulan düzeni yeniden kuracak ve adaleti hâkim kılacak «bir şahıs» için kullanılır hale gelmiştir.


Yahudilikte Mesîh ve Kabbala: 

Mesih:


Babil sürgününden sonraki hemen her yüz yılda, Yahudileri Arzı Mey’ûda götürecekleri iddiasiyle, çok sayıda «Mesih» ortaya çıkmıştır. Bu iddiada bulunanlar, Yahudilerin nasıl bir Mesîh beklediklerini inceleyerek, kendilerini o vasıflara göre hazırlayarak veya o vasıflara haiz olduklarını savunarak mesîhlik dâvası gütmüşlerdir. Tarih içerisinde bu durum öyle bir hal almış ki; «Mesih» ve Yahudi bir ve aynı şey sayılır olmuştur.


Mesîh inancının menşeî ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler arasında, Yahudilikteki Mesîh inancının kaynağını, Mezopotamya ve eski Mısır inanışlarında; İran’ın eski dinî inanışlarından Zerdüştilikte ve Yahudi Kutsal Kitabı’nda, dinin kendi iç bünyesinde görenler vardır.


Mezopotamya’da, «zamanın günden güne kötüleşeceği, günahların dünyayı saracağı, halkın beklediği kurtuluşu ise Tanrı’nın kendisi veya göndereceği bir hükümdarın gerçekleştireceği, dünyayı tekrar düzelteceği» inancı bulunmaktadır. Bu inancın M.Ö. 2000 yıllarında Mısır’ı etkilediği, oradan îsrailoğullarına, Babil’den İran’a, İran’dan Hindistan’a ve Budizm yoluyla Çin’e kadar gittiği ileri sürülmektedir.


Yahudilikteki Mesîh inancının Zertdüştîlikten geldiğini iddia edenler, M.Ö. 586 yılında başlayan Babil esaretinin 538 yılında İranlılar vasıtasiyle sona ermesi ve Yahudiler’in yaklaşık iki yüz yıl İran hâkimiyetinden hareket etmektedir. Zerdüştîlikte, “Düalizm” (İki-ikilik) ilkesi gereği, İyiliğin temsilcisi Ahura Mazda ile kötülüğün temsilcisi Angra Mainyu’nun mücadelesinde, Ahura Mazda’ya yardım için «Saoşyant» adında bir «kurtarıcı»nın geleceği, “iyilik” tarafının galip geleceği ve insanların bu Saoşyant sayesinde kurtulacakları inancı bulunmaktadır. Bu inancın, Babil esareti yıllarında, İran mitolojisindeki Yahudilere, Davud soyundan bir «Mesîh» geleceği, onun sayesinde «Tanrı Krallığı»nın kurulacağı ve seçkin kavim olan Yahudilerin delâletiyle yeryüzündeki bütün insanların kurtulacağı fikrinin aşılandığı ileri sürülen görüşler arasındadır. Wıscaerk, bu inancın Yahudiliğe Zerdüştîlikten geçtiğini kabul etmekle beraber, aynen değil; fakat ilk elementlerini alarak kendi içlerinde geliştirdiklerini savunmaktadır.


Mesih kavramının ne zaman ve nasıl doğduğunun kesin olarak cevaplandırılmasının zor olduğunun ileri sürülmesine rağmen, Yahudi fikriyatının son zamanlarında, Yahudi Kutsal Kitabı’nın (Tanah) Daniel bölümünde «insanoğluna benzer» birinin gökten bulutlarla beraber gelip «ebedî bir saltanat» kuracağı gibi fikirlerin yer alması bazı araştırıcıları, Mesih fikrinin Zerdüştîlikten alındığı kanaatine sevketmiştir.


Bu fikrin menşei ile ilgili diğer bir görüş, her dinin psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğması, gelişmesi şeklindedir. Yahudilikte de bu fikir vardı; fakat daha belirgin bir şekil almasında İranî düşünceden etkilenmiş diyenler de bulunmaktadır. Guignebert, İran düşüncesindeki “Hayi” denilen şeyin Yahudilikteki «Mesîh» ile aynı olduğunu: ancak Yahudilikteki Mesîhle beraber «beklenen» kelimesinin kullanılmasının onun daha önce var olduğunun delili bulunduğunu ileri sürmektedir. Mesih’in Musa döneminde de beklendiğini ve Davud’un «Beklenen Mesîh» olarak vasıflandırıldığını belirten bazı araştırıcıların görüşünden destek alan Guignebert, Mesîh fikrinin Babil sürgününden önce Yahudiler arasında yaşadığı kanatine ulaşmaktadır.


Bu konudan bahseden kaynakların büyük çoğunluğu, Yahudilikteki “Mesih inancı”nın, Babil esaretinden İran’ın yardımiyle kurtulup ikiyüz yıl kadar İran kontrolünde kaldıkları sırada, İran’ın dinî inancı olan Zerdüştîlikteki fikirlerden etkilendiğine yer vermektedir. Aslında bu fikir, hemen hemen her dinde değişik şekil ve adlar altında, fakat aynı mahiyette olmak üzere bulunmaktadır. Bu da, ya bir peygamberden veya bir din kurucusundan sonra, bozulan düzeni İslah etmek, insanları doğru yola sevketmek ve «dini tamamlamak» üzere «birisi» nin gelmesi şeklindedir. Hemen her dinde var olan bu anlayış, çeşitli yorumlara sebep olmuştur. Neticede bu kapı, yalnız İslâm’la kapanmıştır. Çünkü dinin tekâmülü İslâmla olmuş; hiç bir dinde olmayan özellik, yani Kur’ân’ın korunmasını Allah’ın üzerine alması, İslâm’da bulunmaktadır. Diğer dinlerde olan gelecek bir din tamamlayıcısı da İslâm’da yoktur ve Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Böylece bu kapı İslam’la kapanmıştır. Bununla beraber yeryüzünde mevcut hemen her dinin mensupları, kendi kutsal kitaplarınca veya geleneklerinde bulunan bu kabil bilgi ve işaretleri öne çıkararak, yorumlayarak bazı inanç ve anlayışlara ulaşmışlardır. Bunlardan birisi de «Mesîh inancı» dır. Yahudi Kutsal Kitabı’nda da, kültürlerinde de dağınık olarak bu inanca rastlanmaktadır. Ancak bu inancın «Mesîh» şeklini alması Babil sürgününden sonradır. Bunun için Yahudilerdeki «Mesîh» fikrinin doğuşu yabancı tesirlere ve özellikle İrani tesirlere bağlanmaktadır. Bize göre, îran düşüncesi, Yahudilikte dağınık olarak bulunan bir fikrin sistemleşmesine sadece yardım etmiş, dinlerde ortak bir fenomen olan «Mesîh» anlayışına Yahudi karakterinin kazandırılmasını sağlamıştır.


Yahudilikteki bu Mesih. Davud soyundan gelecek, adı «îmmanuel» (Tanrı bizimle) olacak. Beytlehem’de bakire bir kızdan doğacaktır. Bu Mesîh, ilâhî nitelikte, Tanrı gücünü taşıyan bir kişiliğe sahip olacak ve Tanrı Yahve’nin temsilciliğini yapacaktır. Yahudi peygamberleri tarafından geleceği ileri sürülen bu «Mesîh» in ilâhî ve cismanî iki yönü bulunacaktır. İlâhi Mesîh, Yahve’nin hizmetkârı olup, Tanrı’nın ruhunu benliğinde taşıyacaktır. Cismanî Mesîh ise, Davud soyundan yüce bir kral olacaktır. Yahudilerde Mesîh, İnsanî tabiata sahiptir, fakat meshedilmesinden dolayı kutsal bir güce kavuşmuştur. Tanrı’nın himayesinden dolayı da masumdur, suç işlemez. O, Tanrı’nın özel lütfuna sahiptir ve O’nun yeryüzündeki vekilidir.


İsrail kralları da, Tanrı tarafından seçildikleri için, İlâhî güce sahiptir ve Tanrı Yahve’nin takdisine mazhar olmaktadırlar. Bu takdis kutsal yağ ile gerçekleştirilmektedir. Kralın yağlanması Tanrı’nın ruhu ile olmakta ve onlar da «Mesîh» olarak görülmektedir. O, sadece Tanrı’nın seçilmişi değil, fakat aynı zamanda O'nun oğludur. Krallıkta Hz, Davud’un Önemli bir yeri olduğu gibi, Mesîhlikte de önemli bir yeri vardır. Yahudilikte beklenen Mesih, Davud soyundan olacaktır. Mesîhlik tarihinde peygamber Nathan’m mucizesi önemli bir rol oynamaktadır. Bu mucizeye göre Davud-Tanrısı ve kendisi için ev yapacak; Tanrı ona baba, o da ona oğul olacak; soyundan gelenler kendisinden sonra duracağı gibi krallığı ve tahtı ebedî kalacaktır. Millî bir kriz anında İşaya, Nathan’ın mucizesine dayanarak, Yahudileri kurtaracak olan İmmanuel’in doğacağını haber vermekte ve onun Davud’un tahtı üzerine oturacağını, zamanında olacak işleri, mucizeleri teferruatı ile anlatmaktadır. O, kral gibi krallık edecek, akıllı davranacak, memlekette doğruluk ve adaletle hükmedecektir. Onun günlerinde Yahudiler kurtulacaktır. Hezekiel, yeni bir «Davud» ilan etmektedir. O, ona sadece prens ünvanı vermektedir. Zekerya ise “mesholunmuş”ları ikiye çıkarmaktadır.


Yunan zulmü altında, M.Ö. II. yüzyılda, Yahudi ruhbaniyetinin otoritesi tamamen gücünü kaybetmişti. O zaman, «sonun» yaklaştığını haber verecek ve peygamberliği mühürleyecek, Yahudileri bulundukları sıkıntıdan kurtaracak mesîhî. bir dalga başlıyor. Son mesîhî mucize olarak, «tanrınınoğlu» bulutlar arasından görünüyor. Bütün göklerin altındaki krallıkların büyüklüğü, «Yüce Olanın Mukaddeslerinin halkına» verilecek ve onun krallığı ebedî krallık olacak, bütün saltanatlar ona baş eğecek, kulluk edecektir, îşte Daniel ile Yahudilere verilen bu müjde ve ümit, yıllarca, onları çeşitli yorum ve olaylarla, ayakta tutmaya yaramıştır. Bugüne kadar da Yahudiler, bu mucizenin gerçekleşmesini beklemişlerdir.


Yâhudilere göre, Hz. Musa, tahminen M.Ö. 1250 yıllarında, îşrailoğullarını Mısır’dan, Firavun’un zulmünden kurtararak «millet» olma şuuruna kavuşturmuş; «Arzı Mev’ûd»a götürmek üzere yola çıkarmış; fakat «va’dedilen diyara ulaşamadan vefat etmiştir. Yerine geçen Yeşu zamanında «Ken’an Ülkesi»ne varılmış; dinî merasimler ve takdimelerin yerine getirilmesi için bir «mezbah» inşa edilmiştir. Hz. Davud’un saltanat döneminde Kudüs merkez edinilmiş ve «Mâbed»in (Beyt ha-Miktaş) inşa çalışmalarına başlanmıştır. Mabet'in bitirilmesi Hz. Süleyman döneminde olmuş ve bu dönemde Yahudi krallığı en muhteşem devrini yaşamıştır. Hz. Süleyman’ın ölümü ile Yahudi krallığı güneyde Yahuda, kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye bölünmüştür. İsrail krallığı M.Ö. 722 yılında Asur; Yahuda krallığı M.Ö. 586 yılında Babil tarafından işgal edilmiş, Mabet yakılıp yıkılmış ve Yahudi bağımsızlığı son bulmuştur. Yahudilerin Babil esareti, M.Ö. 538 yılındaki İran hâkimiyetine kadar sürmüştür. Yahudiler, M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in istilasına kadar, İran kontrolünde kalmış ve İran İmparatorunun yardımiyle Mâbed’i yeniden yapmışlardır. Ancak Mâbed, daha sonra Yunan tanrılariyle dolmuştur. M.Ö. 163’de Yahudiler Mabedi ele geçirip Yunan tanrılarından temizlemişlerdir. M.Ö. 157’li yıllarda siyasî ve dinî yönden bağımsız bir Yahudi devleti kurulmuştur. Bu devlet de M.S. 70 yılında Romalıların hâkimiyetleri ve Mâbed’in tahribiyle son bulmuştur. Böylece Yahudiler, 1948 yılına kadar devam edecek olan yabancı hâkimiyetine ve sürgüne mahkûm edilmişlerdir.


M.S. 70 yılında Mâbed’in Romalılar tarafından yıkılması, Yahudilerin dinî ve siyasî bağımsızlığına son vermiştir. Yahudiler için bağımsızlık simgesi olan Mâbed’in tahribi, günlük ve mevsimlik bir takım ibadetleri, kurban takdimlerini icra edilemez duruma düşürmüştür. Bu durumdan kurtulmak için Bar Kohba’nın idaresinde giriştikleri isyan da kanlı şekilde bastırılmıştır. Bundan sonra Yahudiler. Kutsal Kitap yorumlarına, tefsirlerine, geleneklere ve «apocaliptik» vizyonlara sarılmış, onlardan bazı ipuçları çıkarmaya çalışmışlardır. Bu ipuçları arasında, Yahudileri esaret ve sürgünden kurtarıp “Arz-ı Mev’ûd”a götürecek; Mâbed’i yeniden bina edecek «bir kurtarıcı»nın geleceği bulunmaktadır. Bir ümit haline gelen bu «kurtarıcı», Yahudilerin tek tesellisi, kurtuluş gününün müjdecisi «Mesih» dir. Bu Mesîh, Ahdi Atîk’te (Tânah) ve onun yorumu durumunda olan şifahî gelenekte etraflıca işlenmiş; bir doktrin halinde kalmış ve müesseseleşmiştir. Daha sonra Yahudi iman esasları arasına girmiştir. Buna bağlı olarak İsrailoğulları, peygamberlerinin verdikleri sözlere uygun olarak, sürgünden kendilerini kurtaracak, Mâbed yeniden inşa edecek ve diğer din mensuplarına galebe çalacak bir «Mesih»in geleceğine kesin olarak inanmışlardır. Onlar, esaret ve sürgünü günahlarının bir cefası görmekte ve Allah’ın adaleti gereği bu cezanın sona ereceğini düşünmektedirler. Bu da, Davud oğlu “Mesih” ile olacaktır. O, Kudüs’ü düşmanlardan temizleyecek ve kavmiyle oraya yerleşecektir. Yahudiler, bulundukları yerlerden Filistin’e toplandıklarında yeniden dirilme zamanı da gelmiş olacaktır. Süleyman Mabedi yeniden yapılacak, Allah’ın nuru yine onun üzerine yerleşecek ve genç - İhtiyar, efendi- köle bütün İsraillilere nübüvvet nuru ihsan edilecektir. Bu mukaddes devir, zamanın sonuna, yani bu dünya yerini diğerine terk edene kadar devam edecektir.


Yahudilikte, Tanah’ın ilk beş kitabını teşkil eden “Tora”nın (Tevrat) Hz. Musa'ya indirilmesiyle «din» tamamlanmamaktadır. O, yerini Yeşu’ya bırakmakta ve nebiler birbirini takibetmektedir. Tora’nın İndirilmesini takibeden yüzyıllar içinde gelen nebiler silsilesi, Ahd-ı Âtîkı’te (Tanah) Malakı ile sona ermekte; fakat ileride gelecek ve «Mesih«in haberciliğini yapacak olan îlya’yı bekleme ümidi sebebiyle «Nübüvvet» müessesesi açılmaya hazır bir kapı gibi durmaktadır. Bu kapı, bugüne kadar da kapanmış değildir. Çürikü Yahudiler, ner sıkıntıya düştüklerinde va’dedilen kurtarıcıyı beklemişlerdir. îlya'nın haberciliğini yapacağı «Mesîh«, çoğu zaman, Yahudilerin siyasî ve maddî zaferini sağlayacak büyük bir kral, kudretli bir şef olarak tasavvur edilmektedir.


Yahudiliğin ilk baba dini olduğunu, onlara mükâfat olarak seçilme, sonuç olarak da dünya hâkimiyeti va’dedildiğini ileri süren Freud; Musa’nın, Yahudilere, Tanrı’nın seçkin kavmi bulundukları şuurunu aşılayarak, sıkıntı anlarında bile bu mirası iyi değerlendirmeye sevkettiğini; Mâbed’in Romalılar tarafından sonra, haham Yahanan ben Sakai’nin özel müsaade ile Tevrat’ın (Tora) tetkik ve tefsiri için bir okul açtırdığını ve Kutsal Kitab'ın bu şekilde incelenmesi sayesinde dağılmış olan kavmin biraraya toplanabildiğini belirtiyor. Gerçekten Yahudilik, biri Allah’ın birliği, diğeri ise İsrail’in seçilmiş milleti olması gibi iki temel üzerine kurulmuştur. Bu seçilmişlik, Talmud ve Siyon önderlerinin protokollarında mübalağalı bir şekilde yorumlanmaktadır. Daniel Kitabı’nda da ebedî hayat işlenmekte ve bu hayatın da sadece Yahudilerin hakkı olduğu vurgulanmaktadır. Ancak sahip oldukları bu üstünlük onlara mesuliyet yüklemekte; bu mesuliyeti taşıyamamaları, Allah’a verdikleri söze riayet etmemeleri intikam ve cezalandırılmalarına yol açmaktadır.


Beklenen Mesih inancının doğmasında, seçilmiş ve üstün millet olma fikrinin de rolü bulunmaktadır. Çünkü onlar, kendilerini, zannettikleri gibi, beşerin en hayırlısı ve temizi göremediler; belâ ve musibetlerden kurtulamadılar. Onların düşünürleri, bu musibetlerden ve uçurumlardan Yahudileri çıkaracak ve istedikleri mevkilere ulaştıracak bir kurtarıcının fikrine yöneldiler. Bu kurtarıcıya da «Mesîh - Muntazır» adını verdiler ve sema’nın elçisi olarak vasıflandırdılar. Onu, kendilerini irşâd ve hidâyetiyle hak ettikleri şan ve şöhrete ulaştıracak bir kumandan olarak da gördüler, Guignebert’e göre Mesîh, normal bir insan değil, semavî bir insandır; gönderilme vaktine kadar semada kalacak, Tanrı onu gönderdiğinde kendi kuvvetini verecek ve o “insanoğlu” lakabını taşıyacak. Tanrı ile insan arasında bir tabiata sahip olacaktır.


Yahudi Kutsal Kîtabı’nın (Ahd-i Atık), çeşitli dönemlerde, incelenmesi neticesinde elde edilen ipuçları, Talmud’da yeralan «meshedilmiş» kralla ilgili kısımlar «Mesîh»in geleceğine delil kabul edilmiştir. Bu, Ortaçağın en büyük Yahudi düşünürü Musa ibn Meymun’un tesbit ettiği «Onüç Prensip» içerisinde de yeralmıştır. îbn Meymun’un tesbit ettiği bu Onüç Prensip; Yahudilerin iman esasları olarak bugüne kadar kabul edilegelmiştir. Böylece Mesih inancı Yahudi iman esasları arasına girmiştir.


Freud, Musa’nın kavmi tarafından katledildiğinin Hoşea’nın kitabında hata kabul etmez bir şekilde belirlendiğini; fakat bu kavimde, Bâbil esaretinin sonunda, katlettikleri bu adamın dirilerek onları ebedî huzur diyarına götüreceği umudunun canlandığını; sürgünde bulundukları sırada çektikleri sıkıntıların onlara hürriyet fikrini ve birbirlerine bağlılığı geliştirdiğini kaydediyor. O, Musa’ya atfedilen suçluluk durumunun Mesih’e dönüşünü, kavmine kurtuluş ve dünya hakimiyeti vermesi için bir tahrik unsuru olduğunu; Musa Mesih ise, İsa Mesîh onun halefi ve devamı olduğunu işaret ediyor ve seçilmiş bir kavim olmanın onlara yüklediği sorumluluğu ve bunun yeterli olmayacağını da şöyle dile getiriyor : «Bir halka devamlı ruhî tesirler meydana getirebilmek üzere kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını telkin etmek yeterli değildir. Bu teminat yeterince isbatlanmış olarak inançların pekiştirilmesi bakımından sunulmalıdır. Musa dininde hicret böyle bir delil teşkil eder. Tanrı ve O’nun temsilcisi olan Musa bunun böyle olduğunu bıkmadan, usanmadan tekrarlamıştır». Freud, Yahudiler arasındaki dayanışmanın başkaları tarafından nefretle karşılanmasmın normal, fakat onların ev sahiplerinden, farklı davranmalarının affedilmez hata olduğunu da ifade ediyor.


Daha başlangıçta Yahudiler, Mesih’in Davud neslinden, muzaffer, fethedici bir kral olduğunu zannetmekte ve onu «Allah’ın oğlu» olarak isimlendirmektedirler. Onun, İsrail'i kurtaracak, Yahudileri Filistin’de toplayacak ve Tevrat’ın hükümlerini tatbik edici olarak geleceğine itikad ediyorlar. Onlar, zaman zaman, Davud neslinden olmasa da düşmanlarıyle savaşanlara «Mesîh» adını verirler. Bu bekleyişleri arasında Mesîh gelmeyince, Mesih’in güvenilir, âdil, dinî ve içtimaiyatı düzene koyan bir İslahatçı olarak ileride geleceği inancıyla beklemeye koyulurlar.


Bütün bunlara rağmen Yahudilerin iman esasları arasında yer alan Mesîh onların umudu haline gelmiştir. Aslında bu umut Yahudi dininin bir vasfıdır. Herkes, Yehova’nın kavmine büyüklük ve mutluluk vereceği çağı güvenle bekler. Bu çağda, îsrailoğulları sürgünden kurtulacak, Süleyman Mabedi yeniden inşa edilecek; Tanrı'nın nuru onlar üzerine yerleşecek, seçkin kavim olup İsrail’e toplanacak ve Tanr’nın Devletini kuracaklardır. Bu görüşün bazan millî çerçeveden taşıp, bütün milletlere de şâmil olduğu görülmektedir, O gün, onlar için, sevinç ve bayram günüdür. Ondan sonra, onların çalıştığını başkaları yemeyecek, bina edip de başkaları oturmayacaktır. Bütün bunlar, çileli bir milletin kurtarıcı beklediği ve umut âleminde yaşattıkları şeyin hakikat olmasını istemenin bir gayreti şeklinde yorumlanmaktadır. Daniel, IX/24 - 27’de Yahudilerin bekledikleri Mesih’in vasıfları ve geleceği zaman belirtilmiştir.


Örs de, her çileli milletin bir kurtarıcı beklediğini, bu kurtarıcı beklemenin umutsuzluğa düşüldüğü zamanlarda daha fazla görüldüğünü ve «... Osmanlı İmparatorluğunun güçlü zamanlarında Allah’tan gayri tabiatüstü varlıklardan yardım, beklenildiğine pek az rastlanıldığı halde, çöküş zamanlarında ‘Mehdî’ ve benzeri inançlara çok rastlandığını, Yahudilerin de, devletlerini kaybedince ümitlerini ‘David’ soyundan bir kralın gelmesine bağladıklarını»  kaydediyor.


Aslında yahudiler, kendi nefislerinin (ve ihtiraslarının esiri olmuşlardır. Buna rağmen onları hiçbir şey hür kılamaz. Onların hürriyet anlayışı, dünya hâkimiyeti fikri olsa gerek. Zaman da bunu gösteriyor. Çünkü Yahudilik Hz. Musa’ya Sîna dağında Tevrat’ın verilmesiyle başlar. Hz. Musa'dan önce Firavun’un onlara kötü davrandığını ve Tanrı’ya feryad ettiklerini; Rabbın da seslerini işitip onlan Mısır’dan çıkardığını -ki bu Hz. Musa’nın çıkarışı- Tevrat’ta görüyoruz. Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde, ideal bir kralın geleceği ve her şeyi düzelteceğini vaadeden yerlere rastlıyoruz, fakat bu kral için Mesih dendiğine rastlamıyoruz. Meselâ; «İşte, Davud’a salih bir kök sürgünü çıkaracağım günler geliyor. Rab diyor, bir kral gibi krallık edecek ve akıllı davranacak ve memlekette, doğruluk ve adalet edecek! Onun günlerinde Yahuda kurtulacak ve İsrail emniyette oturacak; ve onu çağıracakları isim şudur: Yehova salâhımız » Bir başka yerde de şöyledir: «... İsrail üzerine hükümdar olacak adam o ana senden çıkacak ve onun çıkışı eski vakitten, ezelî günlerdendir.» Ve «Ey Sion kızı, büyük sevinçle coş; ey Yeruşalim kızı, bağır; işte kralın âdildir ve kurtarıcıdır; alçak gönüllüdür, ve bir eşek üzerihe, evet, eşek yavrusu üzerine binmiş, sana geliyor». Mevcut' metinlerdeki en kesin ibare Malaki’dedir : «İşte, Rabbın büyük ve korkunç günü gelmeden önce, ben size peygamber İliya’yı (Eliyahu) göndereceğim». Bu İlya (Eliyah’j), Yahudilere göre, Mesih’in habercisi olan peygamberdir. Malaki de Mesih’ten önceki son peygamberdir. Tevrat’ın çeşitli bölüm ve baplarında görülen ifadelerde bir Mesih lâfzı geçmiyor, kral lâfzı geçiyor ve bu kral lâfzı da Yahudilerin bekledikleri kurtarıcının vasıflarını havidir. Bu cümleler, daha sonra, çeşitli tefsirlerle başka şekle bürünecek ve Mesîh intizarı devralacaktır. Bu Mesîh, tahminen M.S. 70 yılında kutsal Mabedin yıkılmasından sonraki yıllarda yazılan Talmüd’da yer alıyor. Talmud’un (") Sanhedrin '97 a -97 b’de şöyle denildiğini Örs kaydediyor ; «Elia’nın sinagogunda şöyle öğrettiler; Dünya altı bin yıl duracak; iki bin yıl şaşkınlık, iki bin yıl yol gösterme, iki bin yıl da Mesih’in zamanı. Ama bizim pek çok olan suçlarımız yüzünden bunlar geciktikleri gibi geçtiler (Yani Mesih’in gelmesi gecikti)».


Yedi asır önce Yahudi muharrirlerinden Moşe ben Majemin şunu söylüyor ; «Tevrat, bize yeni bir cümle sermekte ve çeşitli renklerde Mesih’in geleceğini ve Yahudiliğin bütün dünyaya hakim olmasının ergeç hakikat olacağını bildirmektedir».


Yahudiler, Tevrat’ta geçen kral lâfızlarını «Mesih»e hamledip onu daha da genişleterek eserler vücuda getirmişlerdir. Onlar, siyasî hayatlarının son bulması ve Hz. İsa'nın gelmesi olayından sonra, tehlikeli günler yaşamışlardır. Onlar için tek kurtuluş, Mesih’in gelmesidir. O yüzyıllarda, Hz, İsa’nın gelmesi onları hayâl kınklığına uğratmıştır, çünkü onların beklediği Mesih, Davud soyundan olacak, kendilerini Romalıların elinden kurtaracak, dağılmış olan Yahudilerin Arz-ı Mevû'dda toplayacak bir kişidir. Halbuki Hz. İsa’da bu vasıflar bulunmuyor. O, insanları doğru yola getirecek Allah’ın bir Peygamberidir. Yahudiler, Hz. İsa’yı, o günlerde «Mesîhim» diye ortaya çıkan Theudas gibi kabul edip, sahte Mesîh muamelesine tabi tuttular. Çünkü Kitab-i Mukaddes’te sık sık işlenen tema şöyledir: Günahı bitirecek, suçları sona erdirecek, fesat için Kefaret edecek, ebedî salahı içeri getirecek; Yeruşalim’i eski haline koyacak; mesholunmuş (Mesîh) gelecektir. Halbuki İsa, Sebt (Cumartesi) gününü ihlâl ediyor, Yahudilerin beklediği dünya hakimiyeti fikrini gerçekleştirmiyor. Bu vasıflarla Yahudilerin anladığı ve bekledikleri Mesîh olamıyor. Böyle olunca, onların Mesîh’i, şartlar tamamen elverişli olunca gelecektir.


Gerşom Şalom (Gersöm Scholem), Mesîhî hareketin doğmasına birçok faktörlerin etki ettiğini, bu noktada tarihçilerin yanıldıklarını ve Sabatay’ın çıkışına, o dönemdeki bazı hareketlerin sebep olduğunu ileri sürüyor. O, Polonya Yahudi Felâketinin; harpler, kıtlık, Tanrı yolundan sapmaların Mesîhlik çağını hazırladığını; bunun da, yabancı idarenin zulüm ve baskısını tatmış bir neslin acı tecrübesinin bir neticesi olduğunu kaydediyor. Yine Şalom, Mâbed’in yıkılmasının Yahudilerde varolan kurtuluş ümidini ve Kudüs’e dönüş fikrini söndüremediğini, Apocaliptik literatürün sürekliliği, Ortaçağ boyunca bir çok Mesîhî hareketin, geçmiş tarihin yeniden arzu ile yazılmasına sebep olduğunu ve bu Mesîhliğin, «ceza görenlerin ceza verenlerden öç almasının» detaylarının etraflıca işlendiği Talmuttan kaynaklandığını belirtiyor.


Mesih’in Gelmesini Hazırlayan Şartlar,  Mesih Devrinde Yapılacak İşler  ve  Siyon İdeali:


Yahudilikte Mesîh gelmeden Önce olacak şeyler şöyle özetlenebilir:


Dünyada ahlâksızlık, dinsizlik hâkim olacak; insanlarda utanma duygusu azalacak, pahalılık artacaktır. Tanrı’nın düşmanları Kudüs’e saldıracaktır. Âlimler meclisi fahişeler yuvası olacak; Tevrat âlimlerinde bilgi kalmayacaktır. Günahtan çekinenler küçük görülecek, büyük küçük farkı kalkacak, küçükler büyükleri saymayacak; oğul babasına, kız anasına, gelin kaynanasına karşı gelecektir. Felâketler birbirini takip edecek, savaş, hastalık ve benzeri şeyler insanları saracaktır. Dünyada verim azalacak: bağ, bahçe ve tarlalar bakımsız kalacak, ülke çöle dönecektir, Kudüs harap alacak; yabanî eşeklerin ve sürülerin gezinti yeri haline gelecektir. Babilliler İsrail ülkesine ayak basacak; Fars (İran) atları İsrailoğullarının mezarlarını çiğneyecektir.


Yukarıda belirtilen şartlar vuku bulduğunda Mesih'in gelmesi yaklaşmıştır. Bu durumda Yahudiler, Kabbala’ya başvurarak, «Mesîh»in geleceği yılı ve ayı tesbit etmeye çalışmışlardır. Tesbit edilen tarih tutmayınca veya Mesîh’im diye ortaya çıkanların sahte oldukları anlaşılınca: tevil yoluna sapılmış ve ileriye bırakılan tarihler verilmiştir. Mesih’in gelmesi gecikince bunu, Sebt gününü ihlâl etmelerine ve günahkârlıklarına atfetmişlerdir.


Tanrı’nın yeryüzündeki vekili kabul edilen Mesîh, Yahudilere olduğu kadar Yahudilerin dışındaki milletlere de hükmedecektir. O, inananlara Tanrı’nın rahmetini, inanmayanlara, küfredenlere de lanetini getirecektir. Mesih’in hâkimiyetini kabul etmeyenler, ilâhî cezaya uğrayacaktır. Âdil bir hükümdar olarak o, Davud’un tahtından dünyayı idare edecektir. Bu taht, Siyon tepesinde yükselecektir.


Yahudi literatüründe ve Mesih anlayışında «Siyon» önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Yahudi tarihinin en parlak dönemi, Hz. Davud ve Hz. Süleyman dönemleridir. Hz. Davud, Kudüs’ü alarak Yahudiler’in en parlak devresini başlatır. Onun oğlu Hz. Süleyman da, babası tarafından hazırlatılan yere, Mâbed’i yaptırır ve «Ahid Sandığını Mâbed’in bir odasına koydurur. Mâbed’in yapılmasından sonra orası Yahudiler için merkez olur ve sürgün döneminde de hep oraya dönme hayaliyle yaşarlar. Bunun için Mesih anlayışında “Siyon tepesi” önemlidir. Mesîh, «Tanrı’nın evi»ni Siyon tepesinde inşa edecektir. Bütün milletler ona akacak ve şöyle diyeceklerdir: «Gelin, Rabbın dağına, Yakub'un Allah’ın evine çıkalım; kendi yollarını bize öğretecek ve onun yolunda yürüyeceğiz. Çünkü Şeriat Siondan, Rabbin sözü Yeruşalimden (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek, çok kavimler hakkında karar verecek; kılıçlarını sapan demirleri ve mızraklarını bağcı bıçaklar yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi Öğrenmeyecekler».


Mesîh devrinde, «Rabb evinin dağı» Siyondan yükselecek ve diğer dağlardan daha fazla ihtişama sahip olacak, cennet bahçelerine benzeyecektir. Mesih'in getirdiği dinî ve ahlâkî hayatın bir mükâfatı olarak mahsûl artacak; çöller verimli hale gelecek; orda akasyalar, zeytin ve selviler yetişecek, ağaçlar da devamlı meyve verecektir. O gün, sular fışkıracak, steplerden dereler akacak ve derelerde göller oluşacak; dağlar, tatlı şarap, tepeler süt akıtacaktır. Rabb’ın evinden bir kaynak çıkacak ve Şittim vâdisini sulayacak; çöller de Aden bahçesine dönecektir. Tabiat eski halini alacaktır. Ayın ışığı güneşinki gibi parlak; güneşin ışıkları da bugünkünden yedi kat fazla olacaktır.


Bu devirde, hayvanlar vahşiliklerini kaybedecek; kurt kuzu ile beraber oturacak; kaplan oğlakla beraber yatacak; buzağı, genç aslan ve besili sığır bir arada olacak ve bunları küçük bir çocuk güdecektir. İnekle ayı otlanacak ve aslan da sığır gibi saman yiyecektir. Emzikteki çocuklar, yılan deliği üzerinde oynayacak ve ellerini yılan deliğine soktukları halde zarar görmeyeceklerdir.


Mesih, halkını ve ülkesini düşmanlara karşı koruyacak; hâkimiyetini denizden denize ve Irmaktan yerin uçlarına kadar yayacak; dağılmış olan İsrailoğullarını biraraya toplayacaktır. Mesîh, ülkesini ilâhı kanunlara göre yönetecek; hâkimiyeti altındaki bütün milletleri sulh ve refah içinde yaşatacak; harbi kaldıracak, kılıç ve mızrak gibi harp âletlerini ziraat âletlerine dönüştürecek; millet millete karşı kılıç kaldırmayacaktır. Ceng öğrenilmeyecek; harp arabaları, ok ve yay kırılacak; kanlı çizme ve elbiseler yakılacaktır.


Mesîh devrinde, Kudüs ve halkı zulüm, sefalet ve yokluktan kurtulacak, sulh ve sükûna kavuşacaktır. Yahve’nin milleti (Yahudiler), kendi evine, bağına, bahçesine ve tarlasına kavuşacak; artık ondan sonra, onların bina ettiğinde başkası oturmayacak, onların diktiğini başkası yemeyecektir. Çünkü bu dönem, Tanrı’nın «İsrail evi» ile, «Yahudi evi» ile “ahd”ini yenilediği bir dönemdir. Dünya Rabb’ın bilgisiyle dolacak; herkes Yahve’yi bilecek ve O’nun emirlerini yüreklerinde duyacaklardır. Tanrı da onların fesatlarını bağışlayacak ve suçlarını aramayacaktır. Rab Sion’dan ve Yeruşalimden (Kudüs) seslenecek; gökle yer sarsılacak, fakat Yahve kendi kavmi için sığınacak yer ve İsrailoğulları için hisar olacaktır. Kudüs mukaddes olacak ve artık onun içinden yabancılar geçmeyecektir.


İşte bu vasıfları taşıyan Mesih gelmeden önce, onun bir habercisi olan İlya gelecektir. Malaki’de o şöyle müjdelenmektedir : «Kulum Musa’nın şeriatını, kanunları ve hükümleri anın, o şeriat ki, Horeb’de bütün İsrail için ben ona emrettim. İşte, Rabbın büyük ve korkunç günü gelmeden Önce, ben size peygamber îlya’yı göndereceğim. O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir; ta ki, gelip dünyayı lanetle vurmıyayım».


llya’nın bu gelişi herhangi bir bayram gününe tesadüf etmeyecektir. O, Mesih’in gelmesinden üç gün önce, Filistin dağlarında görünecek ve Mesih’i müjdeleyecektir. Mesîh geldiğinde ona hizmet edecek; Yahudilerin aile hayatlarını düzenleyecek, dinî meseleleri halledecek; kudret helvasını, kutsal suyu ve kutsal mesh yağını, Harun’un değneğini geri getirecektir.


Bu Mesîh devrinin ne kadar süreceği ihtilaflıdır. Ancak Mesih’in ölümünden sonra bütün insanlar ölecek, hiçbir canlı varlık kalmayacak ve dünya yedi gün sessizlik içinde kalacaktır. Belirli bir zaman sonra da “haşr ve hesap günü” gelecektir.


Yahudilikte yer alan, etraflıca işlenen, iman esasları arasına giren ve Yahudilerin ideal hir dönemini başlatacak bu Mesih kimdir ve ne zaman gelecektir? Yahudilerin bu zaafından istifade ederek tarihte çok sayıda «Mesîh« ortaya çıkmıştır. Böylece sahte Mesîhler devri başlamıştır. Ortaya çıkan bu Mesîhler, beklenen «ideal düzeni» kurmaya muktedir olamadıkları için «sahte Mesîhler» olarak adlandırılmışlardır. Onlardan da kısaca bahsedeceğiz.


Yahudi Tarihinde Mesîhî Hareketler:



Esâret altında sıkıntıları artan Yahudiler, Tanah’ta haber verilen ve Talmut’ta etraflıca işlenmiş olan Kralı (Mesîh) beklemeye başlamışlardır. Hattâ daha Mâbed Romalılar tarafından tahrip edilip dinî ve siyasi bağımsızlığa kesin olarak son verilmeden önce, Yahudi Kutsal Kitabı'nda yeralan bilgilere göre, Mesihliğini ilan edip Yahudileri siyasî bağımsızlıkları için etrafında toplamaya çalışanlar olmuştur. Ahd-i Atîk’teki bu tür fikir ve düşüncelerden İstifade ederek Mesîhliklerini ilân edenleri şu şekilde özetleyebiliriz:


Miladî 44 yılında Theudas, Mesîh olarak ortaya çıkmış ve kendisini «Mesîh» kabul ettirmeye çalışmıştır. O, Roma Valisi üzerine kuvvet göndermiştir. Gönderdiği kuvvetin bir kısmı öldürülmüş; bir kısmı da Theudas ile beraber esir düşmüş ve Theudas’ın boynu vurulmuştur. Ona inananların 400 kadar olduğu ve bu yüzyılda ortaya çıkan Mesîhlerin de 50-60 civarında bulunduğu ileri sürülmüştür.


M.S. 66-70’deki isyanın başında bulunan Menahem de «Mesîh» olduğunu iddia etmiştir.


Tarihte asıl Mesîhî hareket, Roma İmparatorluğunun Yahudi bağımsızlığına son vermesiyle başlamıştır. Bu tarihten sonra ortaya çıkan Mesîhler, halk arasındaki bazı düşünce ve inançlardan faydalanarak, Yahudileri Roma tahakkümünden kurtaracakları vadiyle işe başlamışlardır. Bu hareketler, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiş ve Ortaçağ’da «Mesîh» lerin sayısı oldukça artmıştır. Bımlardan, Sabaatay Sevi hariç, tarihte fazla bir iz kalmamıştır. Ortaya çıkan bütün bu Mesîhlerin ortak gayesi; İsrailoğullarını bağımsızlığa kavuşturarak Filistin’i istilâ, orada «Süleyman Mabedi»ni inşa etme ve «dünya hâkimiyeti»ni yeniden canlandırmadır.


Mesîhî hareketler, Mâbed’in tahribinden 60 yıl kadar sonra, Simon Bar Kohba (Koziba) ile yeniden canlanmıştır. Bar Kohba, miladî 132-135 yıllarında, Roma’ya karşı bir isyan vücuda getirmiştir. O, başarılı olmuş ve adına paralar bastırmıştır. Ancak ömrü üç yıl kadar sürmüştür. Romalılar, bu isyanı korkunç şekilde bastırmış ve Siyon tepesine «Jüpiter Tapınağı»nı yaptırarak Yahudilerin oraya girmelerini yasaklamışlardır. Romalılar, Yahudilere sadece yılın belirli günlerinde Mâbed’in geri kalan Batı Duvarını (Ağlama Duvarı) ziyaret etme ve ağlayabilme müsaadesi vermişlerdir. Bu müsaade ile Yahudiler, tarihte eşine pek rastlanmaz bir millî bağlılık örneği göstererek, iki bin yıl bu duvarın dibinde ağlamış ve yok olmuş devletlerini anmışlardır. Onlar, iki bin yıllık bir bekleyişten sonra, 1948 yılında, İsrail’e dönebilmeyi başarmışlardır.


Bar Kohba, Mesîhliğini ilân ettiği zaman, Rabbi Akiba (Öl. 135) tarafından «Kral Mesîh» olarak karşılanmıştır. Akiba, onun Mesîhliğini, Ahd-i Atîk’teki «Yakup’tan bir yıldız çıkacak» (Sayılar, XXIV/27) cümlesini «Yakup’tan Koziba (Kohba) çıkacak» şeklinde yorumlayarak, kabul etmiştir. Kohba Mesîhim diye ortaya çıktığında Akiba, «İşte Kral Mesîh» diyerek onu tanımıştır. Yine aynı dönemde bir başka Rabbi, Jokhanan' b. Torta, Akiba'ya «Davud’un oğlu (Mesîh) geldiği zaman senin mezarında ot bitmiş olacak» şeklinde hitap ederek Kohba'nın Mesîh olmadığını ileri sürmüştür. Zaten îsrailoğullarının kurtuluşunu gerçekleştirmek isteyen Bar Kohba da gayesine ulaşamadan ölmüş ve Mesîh olmadığı ortaya çıkmıştır.


Bar Kohba’dan tahminen 300 yıl sonra Mesîh olarak Giritli Moşe çıkıyor. Talmud’daki bir hesaba göre Mesîh, 440 veya 441 yılında zuhur edecektir. Moşe 441’de Girit Yahudileri arasından İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaran Moşe (Musa) ile aynı şahıs olduğunu, Musa’nın kavmini Kızıldeniz’den geçirdiği gibi, Yahudileri Akdeniz’den geçirip «Kutsal Arz»a götüreceğini iddia ediyor. Yahudiler, ellerindeki servetlerini tasfiye ediyor ve varlıklarını dağıtıyorlar. Mesîh çağında paraya ihtiyaç olmayacağı için Moşe, belirli gün gelince, onları, bir buruna getirip tepe üstü denize atlatıyor. Denizciler yardımı ile bir kısmı kurtuluyor diğer bir kısmı telef oluyor. Yahudiler aldatıldıklarını anlıyorlar; fakat Moşe’yi bulamıyorlar.


Moşe’den takriben 300 yıl sonra Serene zuhur eder. O dâ, Yahudileri götürüp müstakil bir devlet kuracağını vaadeder ve dinde bazı reformlar yapmaya çalışır. Şikâyet üzerine Halife Yezidin huzuruna çıkarılır; ne yaptığı sorulunca «Sırf Yahudilerle eğlenmek için böyle hareket ettim» cevabını verir.


1146 -1160 yıllarında İran Yahudileri arasında, Menahem Ben Solomon (Arapçası: İbn er-Ruhi) adı ile bilinen David Alroy Mesîhlik davası güder. Bu da, II. Haçlı Seferi sırasında Filistin’in Hıristiyanların eline geçmesi, Abbasî hilafetinin zayıflaması ve Yahudilerden alınmakta olan vergilerin ağırlığı sebebiyle artık kendilerinin de kurtulma zamanının geldiğine inanarak ortaya çıkar. Amediye kalesini ele geçirip devlet kurmayı tasarlar; fakat kaleyi ele geçirme safhasında iken yenilir ve öldürülür. Taraftarları da onun ölümüne inanmayıp, tekrar “rücu”unu beklemeye devam ederler. Bu bekleyişten istifade eden iki açıkgöz, bu «Mesîh» adına işe girişir ve şehir Yahudilerini «Kutsal Yer»e götürecekleri va’diyle etraflarına toplarlar. Onlar Yahudilerin malını, mülkünü paraya te’vil edip kendilerine teslim etmelerini isterler. Yahudileri, karanlık bir gecede, yeşil elbiselere bürünmüş olarak surlardan aşağıya atlatır ve kendileri de paraları alarak kaybolur. O sene “Âmut – Tayârân” diye anılır.


XIII. yüzyıldan itibaren “Kabbalist Mesîhlerin ortaya çıktığı görülür. XIII - XVII. yüzyıllarda Abraham Abulofya, XIV. yüzyılda Aser Lemmlein, Niseim Ben Abraham, David Reubeni, İzak Luria ve XVI. yüzyılda Samuel Molto v.s. Mesîhlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu İzmirli Yahudi Mesîh Sabatay Sevi’dir.


Bar Kohba ve sonraki Mesîhlerin gayesi, Yahudileri Filistin’e götürüp orada , devlet kurmak; Giritli Moşe’den sonrakilerin gayesi de, Müslüman hâkimiyetindeki Yahudileri kurtarmak ve Filistin’e götürmektir.


XIII. yüzyıla kadar ortaya çıkan «Mesîh»lerin Mesîhlikleri, XIII. yüzyıldan sonra çıkanlarınki kadar, sağlam bir kaynak, hesap ve tarihe dayanmamaktadır.


XIII. yüzyıldan sonraki «Mesîh»ler, «Kabbala» öğretilerinden ve oradaki hesaplardan istifade ederek ortaya çıkmışlardır. Bundan dolayı bu Mesîhler, «Kabbalist Mesîhler» olarak adlandırılmıştır. Mesîhliğin yayılıp benimsenmesinde ve bu Mesîhlerin ortaya çıkmasında, Kabbala ve Kabbalizm'in çok önemli bir yeri bulunmaktadır. 


Kabbala ve Kabbalizm:


Kelime olarak «gelenek» (an’ano) anlamına gelen îbrarnice «Kabbalah», «almak, anlamak, kavramak» manalarına geldiği gibi, «ilham edilmiş, ihata edilmiş bilgi veya geleneksel bilgi» manalarına da gelmektedir. Kabbalah, «hokmah nistarah» (gizli bilgi, hikmet) olarak da adlandırılmaktadır.


Terim olarak Kabbala, harf ve sayı esasına dayanan Yahudi mistisizmine ait geleneği ifade etmektedir. Yahudi mistisizmi ve gnostisizmi (sezgi bilmi) olan Kabbala; Tanrı, insan ve Kainat hakkındaki bâtını mistik doktrinleri ihtiva etmektedir. Yahudi kabbalistler, Kabbala’nın eski bir «ilim» olup nakil yoluyla geldiğini ileri sürmüş ye onu gizli şeyleri açığa çıkaran bir bilim haline getirmişlerdir.


Kabbala’nın menşei hakkında çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bir kısmı, Kabbala’yı vahiy mahsulü kabul edip Hz. Âdem’e kadar geri götürmektedir. Diğer bir kısmı ise, onu, Pers, Babil, Neo-Platohizm, Hellenik tesirlere ve Apokaliptik etkilere bağlamaktadır. Başlangıcı çok eskilere götürülmesine rağmen gerçek Kabbala’nın tarihinin XII. veya XIII. yüzyıldan daha geriye gitmeyeceği belirtilmektedir.


Talmut ve Mişna'nın başlangıcı gibi bakılan Kabbala, ilk kaynağını Tanah’ın (Ahd-i Atik) Daniel Kitabı’nın V ve XII. baplarında bulur; İşaya VI ile Hezekiel I ve XI. baplardaki bilgilerden de istifade eder. Kabbala’nın yazılı olarak en eski ifadesi Rabbi Akiba’ya atfolunur. kabbala’da Talmudî ve hahamlığa ait dünyadan ayrı bir dünya bulunduğu ileri sürülür. Ondaki bütün düşünce ve mülahazalar, bozuk dünya düzenini yeniden kuracak “Mesîh”in bir gün geleceğine dair bekleyişin etrafında dönüp dolaşıyor. Kabbalistlere göre Kabbala, aklın ve mantığın kabul etmeyeceği yüce bir nizamı ihtiva etmekte, gayb ilimleriyle uğraşmakta; Kâinat ve Allah’ın tabiatı üzerine kutsal bir doktrinden bahsetmektedir.


Kabbala’dan kaynaklanan Kabbalizm, ancak İspanya hareketinden sonraki Mesîhi akımla daha iyi anlaşılır. Bu hareketten önce Kabbala, Mesîhlikle daha az ilgilenmiştir. İlk kabbalistler, eski gnostik ve felsefî fikirlerden yararlanarak, Tanrı’ya ruhî yönden ulaşmak için, mistik ve sembolik görüşlere kendilerini terkeder; Kutsal Kitab’ın harflerine, zahirî anlamları dışında bâtınî anlamlar vererek istedikleri sonuca ulaşmaya çalışırlar.


H. Ziya Ülken, Kabbalizm hareketini ve İslâm Dünyasındaki etkilerini şöyle belirtmektedir : «... Yahudilikte Tevrat ve Zebur’un dış anlamı ile kalmayarak kitabın harflerinden gizli anlamlar çıkaran ve böylece istedikleri anlamları yükleyen cereyan idi. İslâm Âleminde ilk defa bu eğilim Sufîler’den Hakîm Tirmizi’de görülüyor. Hallacı Mansur, bazı Kur'ân Sûrelerinin başında anlamları bilinmeyen harflerde böyle gizli anlamlar olduğu şeklindeki bu görüşten faydalanmak suretiyle ‘T ve S'ler kitabı (Kitabat Tavasin) yazmıştı. İbn al-Arabî de bu görüşe katıldı. Kur’ân’ın başındaki ‘ELM’ üzerinde türlü yorumlar yaptı. Bâtınîler de bu yorumlardan faydalandılar ve onun sınırlarını sonsuza, genişleterek İslâm doktrinine istedikleri bütün fikirleri sokmaya çalıştılar. Onların sonraki yüzyıllarda aldığı yeni bir şekil Fazlullah Esterabadî’nin «Cavidan-ı Kebîr» adlı kitabı ile Hurufîlik şeklini aldı. İbn Firişte’nin Aşkriâme’sinde noktavîlik derecesine kadar ilerledi. Bu aşırı yorumlamalar Yıldırım Bayezid zamamnda Bektaşî tarikatı içerisine sokuldu. Yavuz’un temizleme gayretlerine rağmen, Bektaşi edebiyatı yakın zamanlara kadar Hurufîlik tesiri altında gelişti».


Kutluay, Kabbala’yı Rabbinizm Talmutçuluğuna karşı bir hareket olarak görmekte ve İslâm Dünyası’nın tesirinde kalmaktan kurtulamayıp «İhvanu’s-Safa’nın taklitçisi olduğunu ileri sürmektedir. O, bu şekliyle Kabbalizm’in Ortaçağ boyunca Yahudiler arasında varlığını hissettirdiğini; Sabatay Sevi'nin de bu hareketin mensubu bulunduğunu ve bunun, XIX. yüzyılda, Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında «Hasidût» adı altında yeniden hayat bulduğunu belirtmektedir.


Kabbalizm'i, ihvan as-Safa’nın tam mukallidi olarak göremeyiz. Ancak, ondan, son şeklini almasında, faydalanmış olabilir. Çünkü «Kabbala» hareketi doktrinlerinin bir bölümü, milâdî IX, veya X. yüzyılda doğmuş; fakat gelişmesi XIII. yüzyılda tamamlanmıştır, İhvan as-Safa milâdî XI. yüzyılda vücut bulmuştur, Kabbala’nın son şeklini almasında, ondan yararlanmış olabilir. Bununla beraber Kabbalanın, sûfîler, Vahdet-i Vücut’cular ve Bâtınîler üzerine tesir ederek türlü cereyanların doğmasına sebep olduğu ileri sürülen görüşler arasındadır.


Abdülkadir İnan, İslâm dininde yasak olan, hattâ şirk sayılan tılsım ve afsunların menşeinin, Yahudilerin «Kabbala» mistisizmi olduğunu, XIII. yüzyılda kitap halinde bir araya getirildiğini, İspanya Yahudileri vasıtasıyla Müslümanlara geçtiğini ileri sürmektedir.


Kabbala, 'materyalizme karşı olan, ruh ve madde diye iki ilke kabul eden, İslâm âleminde Yahudi filozofları diye bilinen filozofların hareketlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu ikicilikte, iki ilke birbirini sınırlamaktadır: Ruh veya Tanrı hareketlerinde hür değildir ve iradesine göre meydana çıkmaz. Bu sistemin meziyeti, ahlâkî kötülüğün varlığını açıklamasıdır. Bu ikicilik, Zerdüşt ve Mesîhlikte de çözülmüş değildir. Kötülük de iyiliğe karşı bir Tanrı gibi ileri sürülmektedir. Bu güçlüğü çözebilmek için «Sudur» teorisi ortaya çıkmıştır. Yaradılış, varlıkların Tanrı ışığında derece, derece çıkmasıdır. Tanrı'dan çıkan bu varlıklar, ilk kaynaktan uzaklaştıkça karanlığa dalmaktadır. Madde de onların en uzağı ve kötülüğün kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu doktrin İskenderiye’de doğarak Doğu ve Batıda yayılmış ve Kabbala da bunun dallarından biri olarak kabul edilmiştir. .Kabbala’ya göre : «Hiç bir cevher mutlak yokluktan çıkmamıştır. Var olan her şey bir ışıktan, Allah’tan gelir, Allah, ancak kendinden çıkanlarla, görünenlerle anlaşılabilir. Meydana çıkmamış, görünmemiş Allah bilinemez ve soyuttur. Bu anlamda Allah 'Gaybların Gaybıdır. O’na bu bakımdan Mutlak Körlük de denilebilir (Âmâ-i Mutlak). Böylece âlem sonsuz ışıktan yaratılmış ve sonsuz birliktir. Hiç bir şey onu sınırlayamaz. Çünkü o herşeydir ve hiç bir şey onun dışında değildir. O, hür olarak ve kendi bilgeliği İle meydana (gelir) çıkar ve böylece ilk sebep, sebeplerin sebebi olur. Gerektirilmemiş ve karanlık varlıktan doğan ilk gerektirme 'zuhur’un başlangıcı ‘Büyük Âlem’ ve İlk Adam’ (Adam Kadmon) ’dur. Oradan, aşağı âlemler ve ‘Küçük alem’ olan insan meydana gelmiştir».


Kabbala’ya göre Tanrı kendisini dışlaştırmış ve evrendeki herşey bu dışlaşma ile olmuştur. Bu oluşma, Sefirot (daireler) adı verilen ve Hikmet’in otuz iki yolunu gösteren, otuz iki daire aşamasiyle gerçekleşmiştir. Bundan maksat; varlığın kendi kendine tekâmül edişini tavsif, hudutsuz olan bilkuvve (tasavvurî) varlığın hakikî mahdut varlık haline nasıl geldiğini göstermektir. Ayrıca bu dairelerden herbiri, Tevrat’ın Tanrı’ya verdiği adlardan biri ve sonuncusu Adonai adını alır. Hepsi birden Adam Kadmon’dur (Örnek İnsan). Bu Sefirotlar, Allah’ın kabbalistik kavramlarıdır. İlk on daire yaratıcı sözdür (Kelâm) ve Allah’ın iç dünyasını meydana getirir. Bundan sonra gelen yirmi iki daire, bu yaratıcı sözü meydana getiren İbranî alfabesinin yirmi iki harfini karşılar. Her harf, aynı zamanda bir sayıdır. İlâhi sır, bu harf ve sayılarda gizlenmiştir, okumasını bilene açılır. Bunların, anlama ve tahayyülle kavramlamayacağı, yaratıkların yapısiyle anlaşılabileceği ve kâinatın mistik tahayyülünün onun sembolik karakterini vereceği ileri sürülmektedir. Her şey “Bir” den çıkar ve O’na döner. Herşey yaratandan çıkar ve yine O’na döner. Kabbalist, kestirme yoldan Sefirot’un dünyasına erişir. Burada yükselme; cismen değil de, ruhî yönden Tanrı’ya yükseliş olarak izah edilmektedir.


XIII. yüzyılda çeşitli fikirlerin tesiri ile yeniden kaleme alınan ve tamamlanan panteist bir görüşteki Kabbala, İbn Çebirol’un panteizme meyleden «Yenbuu’l-Hayat» (Hayat Kaynağı) eserindeki fikirlerden; yine Yahudi filozoflarından İbn Meymun’un (Maimonide diye tanınan Moise Ben Meymun) nass haline getirdiği ve on üç esasta topladığı Yahudilerin iman esaslarının on İkincisindeki Mesih’in geleceğine inanmadan yararlanmıştır.


İbn Meymun, her ne olursa olsun Mesih’in geleceğini, dünyanın düzenini değiştireceğini ve İsrail’in kendi devletini kuracağını belirtmiştir. O, bu fikirleriyle, Yahudi, ilahiyatına ve düşüncesine tesir etmiş; Mesih’in geleceği zaman ve şartların tesbiti çalışmalarını hızlandırmıştır.


Gizli Doktrin olan Kabbala, teorik ve pratik olmak üzere iki kısma ayrılır. Pratik Kabbala, yazı ile tesbit edilmemiştir. O, «maji» (magie)Rin genel teorisine göredir ve sembollerden yararlanır. Teorik Kabbala, yazı ile tesbit edilmiştir. Eskatoloji ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmış olmasına rağmen bunların en eskisi, Teorik Kabbala’ya ait olanlardır. Bunlar Sefer Yesirah ve Sefer ha-Zohar olmak üzere iki tanedir. Bunların yazılması pek eski değildir. Ortaçağ sonuna doğru tamamlanmıştır. Yesira ve Zohar doktrinleri XIII. yüzyılda gelişmeye başlamıştır. Yesira X, yüzyılda doğmuş; Zohar XI. yüzyılda başlamış ve yeni felsefî fikirlerin tesiriyle baştanbaşa kaleme alınarak XIII. yüzyılda toplanmıştır. Yesira’da, sayılar ve harfler, Tanrı sözünün unsurları ve âlemde var olan sembolleri gibi görülmüş; harfler halindeki bu tecelli doktrini daha sonra Zohar kitabında genişletilmiştir (İbranîce’de, Yesira = Jezirah yaratma; Zohar, ışık, parlaklık mânâlarına gelir). Zohar ismi, Danierdeki bir cümleden (XII/3) alınmıştır. Zohar"da, Hind ve Kaldenîlerinkine oldukça yakın vehimler (kurgu) yeralmaktadır. Kebbalist dünyanın en meşhur eseri sayılan Zohar’ın içinde gaipten haber verme vardır. Zohar’ın, Tevrat’ın ilk beş kitabı (Tora)’nın kabbalistik şerhi olduğu da ileri sürülmektedir.

Zohar’da, Mesih’in ne zaman geleceği, İbranî alfabesinin harflerinin matematiksel değerleriyle, hesap ediliyor. Bu, Themuria, Ghemataria ve Notaria diye adlandırılan üç hesap sistemi üzerine, dayanır: 

La Themuria : Bir kelimenin hakikî mânâsından başka bir mânâda kullanılmasıdır.

La Ghematarla : Bir kelimeyi teşkil eden harflerin matematiksel değerlerinin mecmu’udur.

La Notaria : Bir kelimenin aynı mânâda başka harflerinin yardımı ile yapılmış yeni kelimelerin teşkilidir.


Zohar, gelecekte, 408 yıl sonra insanların yeni bir hayata kavuşacaklarını bildirmektedir. Burada, kastedilen zaman, Yahudi hesabına göre, yaratılıştan başlamak üzere, 5408 yılıdır. Bu yıl, milâdî takvime göre 1648’dir. Bu tarih, Zohar'a göre, Mesih’in geliş tarihidir. Kabbalistler de, onu, Tora’nın (Eski Ahit) Levililer, 25/13. cümlesine istinad ettiriyorlar. Orada «Jübile (Yubil) yılında sizden herbiri kendi mülküne dönecek» deniliyor. Burada, bütün hesap, (ZAT) kelimesi üzerine bina ediliyor. Bu kelimenin İbranî harflerine göre matematiksel değeri 408 ediyor.


Kabbalistler, bu 408’e 5000 yılını ekleyerek miladî 1648 yılını karşılayan, İbranî takvimine göre, 5408 yılını elde ederler. Bu, Jübile (Yubil) ayının icra edildiği tarihtir. Jübile ayının icrası, sonuncu Mesîhin gelişine tekabül ediyor. O tarih de 1648’dir ve «Mesîh» de bu tarihte gelecektir. Kabbalistler, Yahudi Kutsal Kitabı’ndaki «Harun Şu’nunla mukaddes yere girecektir» (Levililer, X/3) cümlesinde geçen «Şu»yu da «ZAT» kelimesi ile izah ediyorlar. Harun’un girişi, «Mesih» in gelişini işaret etmektedir. Bu da 1648 yılı olacaktır. Tefsire göre bu tarihte bizzat «Mesîh»in kendisi gözükecektir.


Bazı. Kabbalistler de «Le Sanctuaire» (Beyt ha-Mikdaş) daki «Sakrus» kelimesinin matematiksel değerine sarılarak, Mesih’in gelişini bir sene sonraya götürüyorlar. Bu kelimenin harflerinden 409 sayısı elde ediliyor. Yine Mesih’in doğum sancıları olarak, Polonya Yahudilerinin Chmielnicki askerleri tarafından zulüm görmeleri kabul ediliyor. «Hebli (?) - Mesih» kelimeleri, Mesih’in sancıları olarak kabul ediliyor. Bu iki kelimenin matematiksel değeri de 408 etmektedir. Bu 408, 5000’e eklenince; 5408 = 1648 elde edilir ki «Mesîh» olarak kabul edilen Sabatay 22 yaşındadır.


Örs, Polonya’daki Yahudi katliamının, onların inançlarını sarsacak yerde, ümitlendirdiğini; bu ümit, Mesih’in mutlak geleceği yolunda olduğunu kaydediyor ve şöyle devam ediyor : «Hattâ Kazak sergerdesinin adının İbranî harfleriyle yazılmış şekli olan H.M.Y.L.’den mânâlar çıkarıldı ve bunlara ‘Hevle Maşiah Yabo Le’ Olam’ yani ‘Mesih’in doğum sancıları dünyaya geliyor’ kelimelerinin baş harfleri olarak anlam verildi.


Kabbala ile Mısır mistiğine kapılmış olan Yahudiler için bu bir müjde idi. îşte tam bu bekleyişin en yüksek dereceye eriştiği sırada İzmir’de çıkan yeni Mesîh de birdenbire Avrupa ve Yakın Doğu Yahudilerinin beklediği kahraman oluverdi.


Polonya katliamı 1648 -1649’dur. Esaret ve katliam da Mesîh işareti olarak kabul edildiğine göre, Örs ve Galante’nin verdiği bilgiler birbirini destekler mahiyettedir.


Bu hesap, Zohar’ın XIII. yüzyılda yazılıp tamamlandığı nazarı itibara alınırsa, aydınlanmış olur. Zohar, Mesih’in gelişini, gelecek 408 yıl sonra olarak belirtmektedir. Bu 408 yılını geriye götürürsek, Zohar’ın kesin yazılış tarihi olan 1240 yılı ortaya çıkar. Bu 1240’ı, milâdî yıl itibariyle 3760’a ilâve edersek; 5000 yılı elde edilir. Bu 5000’i geçmiş yıl kabul edilip, 408’i de Zohar’m kehâneti olarak ele alırsak; ikisinin toplamı olan yıl Kutsal Kitab’ın haber verdiği ve Talmud’un da şartlarını etraflıca işlediği «Halaskarın» (kurtarıcı) gelip, İsraillileri Filistin'e geri döndüreceği yıl oluyor.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

8 Şubat 2023 Çarşamba

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ-3

 Yalancı peygamberlerin ortaya çıkış sebepleri arasında kabile rekabeti, kabile istiklaline bağlılık, politik ihtiras, kâhinlik yoluyla nüfuz kurmak da sayılabilir.


Kabile rekabeti ve kabile istiklâline bağlılık:


Araplar'da kabileler arasında ötedenberi rekabet eksik olmamıştır. Hatta bunu, kuvvetini kaybetmiş, zayıflamış bir halde zamanımızda bile görmek mümkündür. Şairlerin bu yolda, gerek irticalen, gerek hazırlıklı olarak söyledikleri birçok şiirler, bize kadar gelebilmiştir. Her Arap, kendi kabilesinin üstünlüğünü fırsat düştükçe, muvaffak olabileceği nisbette müdafaayı âdeta bir vazife bilir ve hürriyetine olduğu kadar, asaletine de düşkünlük gösterirdi. Vakıdinin Kitab -ül-Megazi'sinde bu hususta şöyle bir misal mevcuttur: "Fezare'lilerden Uyeyne bin Hısn; Temim kabilesine bir baskında bulunmuş, onbir erkek, onbir kadın ve otuz çocuk esir getirmişti. Bunun üzerine Temim kabilesinden on elçi Hazret-i Muhammed'e geldiler ve bunlardan birisi, Temim kabilesinin, doğunun en asil, en zengin ve en kalabalık kabilesi olduğu hakkında bir söylev verdi. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed Sâbit bin Kays' ı çağırdı. Sabit hazırlıklı olmadığı hâlde, Resâlullah ve taraftarları hakkında bir methiye söyledi. Bunun üzerine Temimilerin şairi Zibrikan bin Bedr, Temimileri öğen birkaç beyitle bunu karşılamaya çalıştı : "Biz en asilleriz, hiçbir kabile bize yetişemez, krallar da bizim aramızdadır ve bizde kiliseler yapılır!" dedi Hazret-i Muhammed'in emri üzerine Zibrikan'a, Hassan bin Sabit Muhacirân ve Ensar' ı metheden bir kaside ile cevap verdi. Temimiler yalnız kalınca bu yarışmada yenilmiş olduklarını kabul ettiler ".


Bu kabile rekabeti, kabile asabiyeti ve ittifakları Araplar'da VII. Yüzyılın ilk yarısına doğru dini inançlardan da bazen üstün bir yer tutuyordu. Nitekim Halid bin Velid, Yemame savaşı sırasında ele geçen esirlere sorular sorduğu zaman, onlar kendisine "Biz diyorduk sizde bir peygamber, bizde de bir peygamber olsun"  dediler. Yâni Araplar Kureyş'den çıkan Peygamber'e tabi olmaktansa, kendi kabileleri arasında çıkıp peygamberlik iddia eden birinin göstereceği yolda yürümeği daha uygun görecek kadar bu hususta ileri gidiyorlardı.


Kabile asabiyetinin en güzel örneklerinden birini daha Taberi'de buluyoruz". Talhat ün-Nemri Yemâme'ye geldi; ahalisinden "Müseylime nerede?" diye sordu. Ona, "Sen onu Müseylime adıyla anmaktan sakın, Tanrı elçisi nerede?" diye sor dedikleri zaman o, "Hayır kendisini görmeden, onu Tanrı elçisi diye anamam" cevabında bulundu. Müseylime onun yanına geldiğinde, "Müseylime sen misin" diye sordu; o, "Evet benim" diye cevap verdi. Talha ondan "Senin yanına kim geliyor?" diye sordu; o, "Rahman geliyor" dedi. Talha ondan "Karanlıkta mı geliyor, aydınlıkta mı geliyor ?" diye sorduğunda, o, "Karanlıkta geliyor" cevabını verdi. Bunun üzerine Talha "Senin yalancı olduğuna tanıklık ederim; fakat Rebia oğullarından olan bir yalancı, bizim için, Mudarlar'ın doğru olan peygamberinden daha iyidir" diye söyledi.


Makrizmin "en - Niza vet-tehasum fi ma beyne beni Ümeyye ve beni Hâşim" adlı kitabı da başından sonuna kadar Emevi ve Haşimi kolları arasında yıllarca sürüp giden bu kabile rekabetini anlatmaktadır.


Yukarıdaki misâller gösteriyor ki, Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime gibi yalancı peygamberlerin, çok sayıda ve oldukça nüfuzlu insanlar tarafından tanınmış olmalarının sebepleri arasında kabile asabiyeti ve kabile istiklaline bağlılık da yer almaktadır.


İktisadi ve siyasi sebepler:


İslamiyet Arap Yarımadasında geniş halk kütleleri tarafından kabul edilince, Medine şehri hem dini, hem siyasi bir merkez halini almaya başlamıştı. Bunun tabii bir sonucu olarak iktisadi bakımdan da bu şehrin önemi artmıştı; çünkü islamın şartlarından birisi olan zekat ve savaşlardan elde edilen ganimetler gene Medine'de toplanıyordu. Bu, öteki büyük kabilelerin, bilhassa Temim ve Hanife kabilelerinin tamamı ve kıskançlığını mucip oluyordu. Bu yüzden Hazret-i Muhammed ölünce, Esed, Gatafan ve Tayy kabilelerinden bazı kollar Medine'ye elçiler göndererek, dinde sabit kalacaklarını, namazı kılacaklarını, fakat zekattan muaf tutulmak istediklerini bildirdiler. Bu teklifi başta Ömer bin Hattab olmak üzere Sehabe çok müsait karşıladılar. Çünkü hemen her kabileden irtidad yoluna sapanların sayısı gittikçe artmakta olduğu gibi, Usame ordusu da Suriye'den Medine'ye henüz dönmemişti. Taberi'deki bir rivâyete göre ancak Kureyş ve Sakif kabileleri irtidad etmemi şti. Havazinler ise mütereddit kalmışlardı Bu elçilere Ebu Bekr'in verdiği cevabı gene Taberi şu şekilde anlatır: "Zekat olarak vermekte olduğunuz hayvanların bağlarını vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım", Peygamberin ölümü üzerine her tarafta baş gösteren dinden ayrılma ve isyanlar zekat vermek istemiyen kabilelerin işine gelmiş, bu suretle de Medine'ye gönderilmek için hazırlanan zekât devleri yeniden eski sahiplerine iade edilmiş veya kabile şeflerine teslim edilmişti. Ömer bin Hattab'ın da söyledi ği gibi " Araplar yalnız malları için hasistiler.


Bu iktisadi ve siyasi durumdan faydalanmak isteyen bazı kimseler, kendi kasaba ve bölgelerini Medine hükûmetinin nüfuzundan sıyırarak kendi şahıslarına bağlamak ve böylece zekât veya başka adlarla toplayacakları vergileri, kendilerinin ve kabilelerinin refah seviyesini arttırmak için kullanmak istiyorlardı. İşte böyle bir gayeye ulaşabilmek için bazı kimseler peygamberlik iddiasını da kendilerine uygun bir yol olarak seçtiler.


Dikkati çeken bir cihet de ele aldığımız dört mütenebbinin dördünün de dini hüviyetlerinin yanı başında, siyasi hüviyetlerinin, yâni şeflik arzularının yer almış olmasıdır. Esved ül - Ansi, Tuleyha, Secah, Müseylime, hepsi de birer siyasi, hatta askeri şef idiler. Esved kısa zamanda güney Arabistan'ı Hicaz sınırına kadar eline geçirmeğe muvaffak olmuş, Secah Medine hükûmetinin zayıf anlarını beklemiş, Tuleyha İslâmlar üzerine ilk akıncı kuvvetlerini yollamış, Müseylime ise Yemâme topraklarını kırkbin asker ile savunmuştur.



Kâhinlik:


Bütün bu hareketlerin meydana gelebilmesi için, bu siyasi şahsiyetlerin hususi kabiliyetlere sahip olmaları gerekiyordu. Nitekim her şeyden önce bunlar, mensup bulundukları kabilelerin en yüksek tabakasından idiler veya doğrudan doğruya bu kabilelerin başkanları idiler. Ayrıca kâhindiler de.


Araplar'da kâhinlerin verdikleri hükümler itirazsız kabul edilirdi. Bunların halk üzerindeki nüfuzları çok büyüktü ve onların bu nüfuzları çok kere kendi kabilelerinin sınırlarını aşmıştı. Bir kabiledeki kâhin ekseriya kabilenin seyyidi olup idareci, münevver zümresine dahildi.


İncelediğimiz mütenebbilerden olan Müseylime, Tuleyha, Esved ve Secah da kâhin idiler. Bunlar kabiledaşlarında uyanmış olan dini temayüllerden kâhinlerin eski ifade vasıtaları olan secili konuşma üslubu ile söz söyliyerek kendi hesaplarına istifade etmesini bilmişlerdi. 



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-2

 Karmati Hareketinin Ortaya Çıkışı


İslam dünyası IX. ve X. yüzyıllarda bölünme ve parçalanma alametleri göstermeye başladı. Bu parçalanma hareketleri bu iki asırda bitmek bilmeyen tartışmaları da İslam dünyasında başlattı. Neticede İslam dünyasında farklı anlayışlar belirmeye başladı. Bu anlayışlardan Allah'a yakınlaşmayı öğreten Sufizm, hakikate ulaşmak için aklı en yüksek ve en iyi vasıta yolu olarak benimseyen "filozoflar" ve sonsuzluk içinde her iki nazariye ve teşekkülün takipçisi olduğunu iddia eden "İsma'ililer" İslam dünyasında önemli izler bırakmıştır. Müfrit bir Şii mezhebi olan İsma'iliyye İmamiyye'nin altıncı imamı Cafer es-Sadık (148/765)'ın ölümünden sonra imamiyye ile ihtilafa düştüler. Bundan sonra imametin Musa el-Kazım'a geçtiğini kabul edenler; İsna aşeriyye; İmametin Cafer es-Sadık'ın oglu ismail'e geçtiğine inananlar ise İsma'iliyye olarak adlandırılmıştır. Fırkanın taraftarları, ismail'in ölümünün ardından 158/774 oğlu Muhammed b. İsmail'in etrafında toplandılar. İsma'ililerle, Ebu'l Hattab arasındaki bağlantı reddedilmesine karşın ilk İsma'iliyye'nin Cafer es-Sadık'ın ilahlığını ve kendisinin onun tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini iddia eden Ebu'l Hattab el Esedi'nin mensupları olduğunu ileri sürmektedir. Fakat daha sonra genellikle Ebu'l Hattab'ı kötüleyen İsma'ili doktrini, onun ve mensuplarının düşüncelerinden etkilenmiş gibi görünmek istememiştir. Bununla birlikte IX. yüzyılın başlarında yazılan ve Bedehşan İsma'ililerince muhafaza edilen Ümmü'l Kitab genel düşünceye zıt olarak Ebu'l Hattab'ın etrafında Muhammed el-Bakır'ın sadık ve önemli bir öğrencisi oğullarının da İsma'iliyyenin kurucuları arasında olduğunu belirtir. Ebu'l Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddah ve oğlu Abdullah İsma'ili öğretisinin ilk öğrencileri olmuştur. Meymun el Kaddah ve oğlu Abdullah b. Meymun el Kaddah Fatımi hareketinin ceddi olarak düşünülür. Tarihsel bir şekilde baba-oğul'un yaşamları veya İsma'ili doktrininin gelişmesinde oynadığı rolü hakkında bir şey bilmemekteyiz.

Kaddahlar hakkında bilgi veren ve özellikle Abdullah b. Kaddah'ın İsma'iliyyenin kurucusu olduğunu ilan eden ilk kişi IX. yüzyılın başında yaşayan Ebu Abdullah b. Rizam (Razzam)'dır. İbn Rizam, Abdullah kanalıyla İsma'ilizm'in uzak ve geniş bir coğafyaya yayıldığını ifade eder. İbn Rizam'ın bu çalışması kaybolmuştur. Fakat İbn Nedim, Fihrist'inde bu çalışmayı aktarmıştır. İbn Rizam'ın eserinden Muiz ile aynı asırda yaşayan Ebu Muhsin, fazlasıyla istifade etmiştir. Ebu Muhsin'in metni Makrizi, itikad bölümünü Hıtat'ında, tarih bölümü de Mukafifa'sında vermiştir. Nuveyri (öl. 732/1331)'nin Nihaye'l el-Ereb fı Funüni'l Edeb adlı edebiyat ve tarih ansiklopedisi mahiyetinde olan eserinde, Ebu'l Muhsin'in çalışmasına yer vermektedir. Temelde İbn Rizam'a dayanan bu rivayete göre Meymun el-Kaddah Ebu'l Hattab'ın aşırı bir takipçisidir. Daha sonra Meymuniyye diye bir mezhep kurdu. Oğlu Abdullah ise babası Meymun'dan daha ileri bir noktaya mezhebi taşıdı ise de kendisinin peygamber olduğunu iddia etti. Abdullah'ın VIII/IXyüzyılın. ortalarında yaşadığı ifade edilir. İbn Rizam'a göre Meymun Ahvaz yakınlarındaki Kuraj 'dan gelmişti. Daha sonra oğlu Abdullah Huzistan'da küçük bir kasaba olan Askar Makram'a taşındı. Sonra Sabat Ebu Nuh'a yerleşti. Orada Şii ve Mutezile tarafından Abdullah'ın düşünceleri deşifre olunca Basra'ya kaçtı. Basra'da Akil b. Ebu Talib'in soyundan olduğunu ileri sürerek onun evlatlarına sığındı ve halkı Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sadık'ın imametini kabule devam ettiği için askerler tarafından takibe uğradı. Sadık ve hararetli dostu Muhammed b. Hüsdüyin ile birlikte Şam civarındaki Selemiye'ye kaçtı. Ölümüne kadar (261/874) burada yaşadı ve Muhammed b. İsmail lehine çalıştı. Daha sonra davası oğlu Ahmed, başka bir rivayete göre Muhammed'in geçtiği bildirilir. Diğer kaynaklar ise babasının yerine Ahmed'in geçtiğini ve Ebu'ş-Şelale lakabıyla anıldığını zikrederler. Bu süreçte çalışmalarını gizli bir şekilde sürdürdü. Daha sonra davası oğlu ve kendisine inananlar tarafından devam ettirildi. İsma'ili tarihinde bu devrenin önemli bir yeri vardır. Çünkü İsma'ili imamları, Cafer es-Sadık'ın ölümünden itibaren Ubeydullah'ın Mehdi'lik ortaya çıkışı (881-899) ve Kuzey Afrika'da devletleşme sürecini başlattığı döneme kadar (296/908) dönem gizlenme döneminin (Setr Dönemi) sonu; Zuhur/Keşf döneminin başlangıcı olmuştur. Setr döneminde dailer tarafından kurulup yönetilen gizli ihtilal teşkilatı mezhebin yayılmasında önemli rol oynamıştır. İbn Rizam'a göre, Abdullah davasına başından beri Hüseyin el-Ahvaz sayesinde inanmış olan Hamdan b. el Aş'as'ın Karmat'ın bulunduğu yer olan Kufe Sevad'a dailerini gönderdi ve daha sonra 261/874 yılında Kufe Sevadında Hamdan ile haberleşmek için Alamut'un batısında yer alan Talikan' a oğullarından birini hami olarak atadı. 264/877-78 yılında İsma'ili davet Kufe'de Hamdan Karmat tarafından geliştirilmiş, kayınbiraderi Abdan ise kendisine yardım etmişti.



Karargah olarak Selemiye İsma'ili propagandasının merkezi olarak seçilmiştir. Suriye'de Hama şehrine bağlı Selemiye kasabası da İslam dünyasının her tarafına propagandacılar gönderiyordu. Selemiye Suriye'de Asi nehrinin doğusunda, Hama'nın yaklaşık olarak 40 km kuzey doğusunda Hıms' ın 55 km kuzey doğusunda Hama'ya bağlı küçük bir kasabadır. Abdullah davetini yaymak için Selemiye'yi ona merkez edinmiş, buradaki propaganda organizasyonunun başına oğlu Hüseyin'i getirmişti. Diğer oğlu Ahmed Ebu Şela'la ise bazı Irak şehirlerinde özellikle Kufe ve Bağdat'taki propaganda faaliyetlerinin başkanlığına, oğullarından birini de İran'daki faaliyetlerin başına tayin etmiştir. 260/873-82 yıllarında oğlu Hüseyin ölünce, Abdullah diğer oğlu Ahmed Ebu'ş-Şela'le'yi önceki idare ettiği yerlere ilave olarak Selemiye ve Irak bölgesi başkanlığına getirmiştir. Dolayısıyla 270/883 yılı civarında davetin liderliğine Ahmet geçti. Ahmet kardeşi Hüseyin'in oğlu Said'in vesayetini de üzerine almıştı. Bazı yazarlar, bu Said'in Fatımilerin kurucusu ve ilk halifesi Ubeydullah el-Mehdi olduğunu iddia etmektedirler. Ahmet İslam dünyasının farklı bölgelerine dailerini gönderdi. 286/899 yılında Selemiye'de İmametin kendisine ve dedelerine ait bir hak olduğunu ileri süren Ubeydullah el-Mehdi'nin bu iddiasından dolayı mezhep bünyesinde önemli bir bölünme ortaya çıktı. Hamdan ve Abdan Ubeydullah tarafından vazedilen, propaganda edilen yeni İsma'ili doktrininden desteklerini kestiler. Bu süreçten itibaren Hamdan başkanlığındaki gruplar merkezden bağımsız bir hareket olarak kendi ideolojilerini yaymak için faaliyet gösterdiler. O ve çevresinde Hamdan b. el Aş'as'ın propagandası sonucunda oluşan grup bundan daha çok Karmatiler olarak adlandırılmıştır. Zamanla İsma'ililerle Karmatiler arasında öğreti ve ritüellerde farklılaşma oluşmuştur.


Kendi adlarına faaliyetlerini yaygınlaştırmaya başlayan İsma'ili-Karmati grupları İslam dünyasının farklı bölgelerinde yeni öğrenciler kazandılar, yeni doktrinlerini propaganda ettiler. Hatta bu dailer sayesinde devlet dairelerine bile sızdılar. Bu bölgeler Irak, Basra, Rey, Fars, Horasan Yemen, İran Kuzey Afrika, Bahreyn, Suriye, Sind bölgeleri dailerin gönderildiği ikinci derecedeki merkezler olmuştur.




ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak