22 Ocak 2023 Pazar

ROMA MEDENİYETİ

 ROMA MEDENİYETİ





İdeal politika; her yerde aynı kanunların geçerli olduğu herkese eşit haklar ve eşit konuşma hürriyetinin tanındığı bir yönetimin uygulandığı ve halkının haklarıyla hürriyetlerine saygı duyan bir kral tarafından yürütülen politikadır.


Martus Aurilyüs





Günümüz batı medeniyetinin temel sacayaklarından birisi de hiç şüphesiz Roma Medeniyeti'dir. Roma tarihi denilince ilkçağda Roma dahil, bütün İtalya ve Akdeniz kavimlerinin müşterek tarihi anlaşılır. Roma İmparatorluğu tüm Akdeniz'in tek bir siyasi çatı altında toplanmasının ilk ve son örneği olmuştur. Gelişmiş Helen site devletlerinden imparatorluğa geçişi, Fernand BRAUDELin tasvir ettiği; «Zeytin ağacının kuzey sınırı ile palmiyenin güney sınırı arasında kalan bölge»de yani Akdenizde hakimiyet kurarak Roma başarmıştır.


Tüm batı Avrupada ve İtalya'da M.Ö. 3000'lere kadar Akdeniz asıllı kavimlerin kabile yaşayışlarına dair izlere rastlanmaktadır. Ancak, Roma tarihinin bilinen en eski toplulukları İtalikler ve Etrüsklerden önceki dönem hakkındaki bilgilerimiz oldukça yetersizdir.


Roma Medeniyeti'nin siyasi tarihi üç devirden oluşmaktadır:


Krallık Devri (M.Ö. 753- M.Ö. 505)

Cumhuriyet Devri (M.Ö. 505- M.Ö. 27)

İmparatorluk Devri (M.Ö. 27- M.S. 395)


KRALLIK DÖNEMİ (M.Ö. 753- M.Ö. 508)


Etrüskler, Ege ve Anadoludan ltalya'ya gelerek şehir kültürünü getirmiş, uzun mücadelelerden sonra Roma Devleti bünyesinde İtalik, Fenikeli ve Yunanlılardan oluşan toplulukları bir birlik altında toplamayı başarmıştır. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan Roma'nın imarında Etrüskler'in önemli katkıları olmuştur. Latin köylerini birleştirmeleri ve Roma kentinin inşasında yerli halkı zorla çalıştırmaları Etrüsklere karşı derin bir nefret uyandırmış, zamanla güçlenen Aristokratlar, baskıcı son Etrüsk kralı Muhteşem Tarkavinius'u ülkeden kovarak krallık yönetimine son vermişlerdir.


Krallar seçimle iş başına gelir, iktidar değişiminde senato meclisi etkili olurdu. Ancak uygulamada, kral, hakimiyetini sağladıktan sonra bu meclisi devre dışı bırakırdı.


CUMHURİYET DÖNEMİ (M.Ö. 508-M.Ö. 27)


Roma, insanlık tarihinde ilk büyük cumhuriyet olup bu özelliğiyle modern devletin öncüsü olarak kabul edilmektedir. Latincede «halk için» anlamına gelen «Respuclica» daha sonra batı dillerine «Republic» olarak geçmiştir. Bu anlamda Roma Cumhuriyeti, halkın % 10'unu oluşturan Roma soyluları Patriciler tarafından kurulmuştur. Kurulan bu cumhuriyet, nitelik itibarıyla aristokratik bir cumhuriyetti. Büyük toprak sahibi soylular, bir yıl için geniş yürütme salahiyetlerine sahip iki konsül seçerler, kontrollerinde tuttukları senato ve meclis eliyle denetlenen bir yönetim oluştururlardı.


Romalılar, kabile ve oymaklar şeklinde yaşıyor, toplum ise sosyal talepleri farklı, sınıflardan oluşuyordu.


Patriciler; Romanın asıl yerlileriydi ve tam vatandaşlık hukukuna sahip toprak sahibi aristokratlardı.


Plepler ise Roma'ya sonradan gelip yerleşen ve ancak kısmi haklara sahip kimselerden oluşuyordu. İçlerinde azad edilmiş köleler de vardı.


Köleler; hiçbir hakka sahip olmayan savaş esirleri ve satın alınan kişilerden oluşuyordu.


Cumhuriyet dönemine geçildikten sonra iktidarı fiilen ele geçiren Patricilere karşı siyasi ve hukuki yönden eşitlik arayan Plepler; devlet topraklarından pay alma, yönetime katılma, soylularla evlenme ve din adamı olabilme talepleriyle mücadeleye giriştiler. Bu hakları elde etmek için giriştikleri mücadele sonucunda 12 Levha Kanunları oluşturuldu. On hukukçudan oluşan bir komisyon bizzat Atinaya giderek Drakon ve Solon kanunlarını ile Romanın örf ve adetlerini incelediler. On yıllık bir çalışma neticesinde derlenen kanunlar tunçtan on iki levha üzerine kazındı. Böylece Roma'da hukuk devleti düzenine doğru önemli bir adım atılmış oldu. Plepler, Patriciler'in senatosuna karşılık hem kendi Plep meclislerini kurdular hem de soylularla evlenme hakkını elde ettiler. Bu sınıf mücadelesinin bir başka önemli neticesi de borç yüzünden doğan köleliğin kaldırılması olmuştur. (M.Ö. 451) Roma hukuku, din ve ahlakın tam birliğinden meydana geliyordu. Bu ahlak anlayışı, Mezopotamya, Mısır ve Yunan medeniyetlerinin nebevi hikmet ve fıtratı birleştiren doğrularını içeriyordu. Mesela; dürüst yaşamak, başkasına hakaret etmemek, herkese payını vermek gibi... (Luris praecepta sunt haec; honeste visere, alterum non laedere, suum cuigue tribuere)


Cumhuriyet döneminde içeride yoğun sınıf çatışmaları yaşanırken, dışarıda Romanın sınırları hızla genişliyordu. M.Ö. 493'te Romanın otuz Latin kent ile kurduğu «Latin Birliği» giderek «Roma Birliği>>ne dönüştü. M.Ö. 448'de Roma bir yandan tuz ve zeytin ticaretiyle Akdenizde tam bir ekonomik kontrol sağlarken, bir yandan da hem karadan hem denizden sınırlarını genişletmeye devam etti. M.Ö. 272’den sonra Roma, Güney İtalya'daki Yunan kent devletlerini ele geçirdi. M.Ö. 264'te Akdeniz üzerindeki hakimiyet uğruna Kartaca ile 120 yıl süren Pön savaşlarına girişti. Bu savaşların sonunda Romanın Batı Akdeniz'deki üstünlüğü kesinleşti. Kartaca, dünyada eşine ender rastlanan bir soykırımla tarihten silindi. Kartaca yakılıp yıkıldığı gibi, tek bir ot bile bitmemesi için topraklarının üzerine tuz atılarak savaş arabalarıyla çiğnendi. Daha sonra; üstün Roma ordusu, doğuya yönelerek önce Makedonya'yı sonra da Yunanistan'ı topraklarına katmayı başardı. Hiç şüphesiz bu önemli zaferlerde disiplinli Roma ordusunun çok önemli bir payı vardı. Roma ordusu hür çiftçilerden oluşuyordu. Konsül Marius döneminde Roma ordusunda köklü değişiklikler yapılarak ücretli askerler (lejyonerler) Roma vatandaşı askerlerin yerini almaya başladı. Kazanılan zaferlerden sonra güç ve zenginlik Roma halkını sefahate sürükledi. Mal ve köle ticareti gelişti. Rüşvet ve yolsuzluk, şahsi hırslar ve açgözlülük, cumhuriyetin ilk yıllarındaki vatanseverliğin ve özverili tavırların yerini almaya başladı. Bu dönemde yöneticiler sadece askerleri denetim altında tutmayı öncelediler ve halkı ihmal ettiler. Septumus Severus'un;


"Askerleri zenginleştir, gerisine aldırma." ifadesi Roma'nın çöküşüne zemin hazırlayan önemli bir yaklaşımdı.


M.Ö. 70 yılında Spartacus önderliğinde büyük bir köle ayaklanması gerçekleşti. Köleler, geceleri zincirlere vuruluyor, kaçtıklarında kolay yakalanabilmeleri için başlarının yarısı tıraş ediliyordu. Evlenmeleri yasaktı, uzuvları koparılabiliyor, hatta öldürülebiliyorlardı. Bazen de arenalarda vahşi hayvanlarla dövüştürülmek üzere satılabiliyorlardı. Bir köle, efendisini öldürdüğünde evdeki bütün köleler çarmıha gerilirdi. Bu durum isyanın büyüyüp Romayı tehdit edecek boyuta ulaşmasındaki en önemli faktördü. Spartacus, gladyatör kölelerden oluşan ordusuyla Roma üzerine yürüdü. Bu etkili ayaklanma, başlangıçta, üst üste kazanılan zaferlerin ardından Roma'yı sarstıysa da M.Ö. 73de yenilgiye uğratılan Spartacus'ün öldürülmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlandı.



GAİUS JULIUS CAESAR ve CUMHURİYET DÖNEMİ'NİN SONU


Roma tarihinin en renkli simalarından biri olan Julius (Jül) Sezar iyi yetişmiş bir komutan, iyi bir hatip ve yazardı. Konsül seçildikten sonra Mısır'ı Roma’ya bağladı. Daha sonra Suriye üzerinden Anadolu'ya yürüdü. Ardından Pontus Kralı'nı yenilgiye uğratarak imparatorluk sınırlarını tahkim etti. Oradan Roma'daki bir dostuna yazdığı mektupta yaptıklarını üç kelimeyle özetledi;


"Geldim, gördüm, yendim." (Veni, Vidi, Vici.)


Roma’ya döndükten sonra M.Ö. 45'te ömür boyu devlet başkanlığına seçildi. Senatörler, Sezar'ın Romanın özgürlüğünü daha da kısıtlayacağı endişesine kapıldılar ve onu bir komployla evlatlığı Brütüs'e hançerleterek öldürttüler. Sezar'ın ardından karışıklarla geçen bir dönem yaşandı. Devleti tekrar toparlayan Sezar'ın yeğeni Oktavianus oldu. M.Ô. 27'de Oktavianus'un kendini imparator ilan etmesiyle Roma’da cumhuriyet dönemi sona erdi.


HZ. İSA ÖNCESİ ROMA DÖNEMİNE TOPLU BAKIŞ


Roma medeniyetinin batı medeniyetine katkılarını şöyle özetleyebiliriz: Şehirleşme, vatandaşlık şuurunun oluşması, cihanşümul (evrensel) ve tam devlet anlayışının ortaya çıkışı, kölelik anlayışının törpülenmesi, «12 Levha Kanunları»yla medeni hukuk fikrinin oluşturulması, takvimin Mısırdan alınarak geliştirilmesi. Ayrıca Romalıların dünya kültürüne önemli bir katkısı da Fenike alfabesini Yunanlılardan alarak geliştirmeleri ve günümüz batı dillerinin temeli olan Latincenin oluşumuna zemin hazırlamalarıdır. Romayı bir kent devletinden bir dünya imparatorluğuna dönüştüren unsurlar, düzenli devlet örgütü ve emir-komuta zinciri içinde çalışan disiplinli bir orduya sahip olmasıdır.


Roma, Mezopotamyadan başlayarak dalga dalga Mısır, Anadolu ve Ege üzerinden kısmi kırılmalarla dünyaya yayılan peygamber mesajları ve Yunan düşünce atölyelerinde bir sistematiğe kavuşturulan beşeri bilginin etkisiyle, belli bir kamu ve medeni hukuk sisteminin temelini atmış, yüzyılları aşarak günümüz hukuk anlayışını belirleyerek şekillendirmiştir. Dönemin şartlarına göre, halkına hizmet eden bir devlet arayışı Roma medeniyetinin dünyayı etkileyen bir diğer artısı olmuştur.


Ne yazık ki baskın putperest inanışlar, gücü yerinde ve doğru kullanmalarını önlemiş, kamu gücünü eline geçirenler bu gücü halkın aleyhine kullanmaktan çekinmemişlerdir. Yunan medeniyetinin temel zaaflarından biri olan ahlaki çöküntü Roma medeniyetinin de sonunu hazırlamıştır. Batılı bir medeniyet tarihçisi olan Will DURANT, Roma medeniyetinin cinsi ve ahlaki sapkınlıklar açısından günümüz batı medeniyetinden daha kötü bir durumda olduğunu belirtmektedir.


ROMA'DA İMPARATORLUK DÖNEMİ ve HIRİSTİYANLIK


Augustus olarak bilinen Oktavianus'a Roma'ya hizmetleri karşılığı olarak «Orduların Başkomutanı» unvanı verilmesiyle birlikte imparatorluğa doğru önemli bir adım atılmış oldu. Augustus güç ve yetkileri birer birer elinde toplayarak, Senato dahil önemli cumhuriyet müesseselerini fonksiyonsuz hale getirmiş ve güçlü bir ordu oluşturarak çağının en büyük askeri diktatörlüğünü kurmuştur. Mısırdan elde ettiği dillere destan hazineden askerlerine cömertçe paylar ayırarak onları kendisine bağlamış, bir yandan da 300 bin aile reisine nakdi yardım ve buğday dağıtarak halkın sevgisini kazanmayı başarmıştır.


Oktavianus döneminde Roma, başarıdan başarıya koşarak Trakya, Kapadokya, Ermenistan, Kuzey Arabistan ve İngiltere'yi de içine alan büyük bir imparatorluğa dönüşür. Bu dönemde Romanın altyapısı tamamlanırken, önemli imar projeleri devreye sokularak imparatorluk bünyesinde büyük mabedler inşa edilir, yollar yapılır, ülke bir baştan bir başa arenalar, tiyatro binaları ve çeşitli sanat eserleriyle süslenir.


Roma'nın iç barışı sağlayarak ekonomik yönden kalkınması, edebiyat, mimari ve güzel sanatlara ilginin de zirveye çıkmasına sebep olmuştur. Latin zevki Antik Yunan kültürüyle birleşerek bu dönemde en güzel meyvelerini vermiştir. Augustus yarım asra yaklaşan saltanatında gerçekten de; «Tuğladan bir şehir» bulmuş; «Mermerden bir şehir» ve mamur bir imparatorluk bırakmıştır. M.S. 14'te; "Rolüm bitti, el çırpın ve alkışlayın beni!" diyerek ölür.


Oktavianus'un ardından Tiberius, üvey babasının politikalarım devam ettirmiştir. Bu dönem, Hz. İsa'nın yahudilerin sert muhalefetine rağmen ilahi mesajlarını Filistin'de yaymaya başladığı dönemdir.


Claude ve Neron dönemleri ise imparatorlukta saray çekişmelerinin zirveye çıktığı, cinayetlerle dolu bunalımlı bir dönem olarak bilinir. Neron'un iktidar yıllarında Roma'da büyük bir yangın çıkar. Neron bu yangının suçunu ilk dönem hıristiyanlarına atarak onlara eziyet ve işkence eder. Oktavianus döneminin son imparatoru Neron'un kanlı korku rejimi, senatoda halk düşmanı ilan edilerek bir askeri darbeyle öldürüleceği korkusuna kapılıp, 69 yılında intiharı seçmesiyle son bulmuştur.


Roma, bu devirden itibaren değişik sülalelerce ve daha çok askeri diktatörlükler tarafından yönetilmiştir. Batıda Germenlerin askeri baskıları, doğuda Sasanilerle süren mücadeleler imparatorluğun askeri yönden zayıflamasına yol açtığı gibi, askerlerin imparatorluk yönetimindeki rollerinin artmasına da sebep olmuştur. 235 yılından itibaren senatonun rolü tamamen ortadan kaldırılmış, hıristiyanlara ağır baskılar yapılarak topluca mezarlara gömme, inananları arenalarda vahşi hayvanlara canlı canlı parçalatarak bu vahşeti zevkle izleme, II. ve III. yüzyıllarda çokça rastlanan bir durumdu. İnananlara baskı özellikle Diokletianus döneminde dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır.


375 yılında ülkeyi uzun süreli karışıklıklar içersine sokan «Kavimler Göçü» yaşanmıştır. Türk soyunun bir kolunu oluşturan Hunların Avrupa'da ilerlemesi, Doğu Avrupa ve italya'nın kuzeyinde yaşayan Cermen, Got, Frank ve Vandalların Roma imparatorluk topraklarını aşarak çıkardığı uzun süreli karışıklık yaklaşık yirmi yıl sürmüştür. Büyük Theodosius; "Roma şehri askeri bakımdan sınırlardan uzak ve burada cumhuriyet taraftarları çoktur." diyerek 395 yılında imparatorluğu iki oğlu arasında bölüştürmüş, böylece Roma İmparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Doğu Roma'yı Arkadius'a, Batı Roma'yı ise küçük oğlu Honorius'a bırakmıştır. Doğu Roma, Konstantin'in kurduğu İstanbul’u başkent yaparak 1453’e kadar bir devlet olarak varlığını devam ettirirken, Batı Roma 476’da yıkılmıştır. Batı Roma'nın yıkılmasıyla Avrupa'da yıllarca devam edecek olan derebeylik düzenine geçilmiştir. Papa ve kilisenin yıllarca sürecek güçlü otoritesinin temelleri atılmıştır.


HZ. İSA, HIRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU ve YAYILIŞI



Putperestler ve yahudiler dışında hemen herkesin mukaddes bir şahsiyet olarak gördüğü Hz. İsa, Filistin'in Nasıra şehrinde Hz. Meryem'in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Hz. Adem' in yaratılışını hatırlatan bir mucizeyle babasız olarak dünyaya gelmiş olması, hem hıristiyan hem de Müslümanların ortak inançlarındandır. Kendisine İncil isimli mukaddes kitap verilmiştir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimli İnciller miladi III. asırda derlenmiştir. Tevhid peygamberlerinin en önemli halkalarından birini teşkil eden Hz. İsa, Roma İmparatorluğu'na bağlı Filistin'de davetine başlar; körleri iyi eden, ölüleri dirilten, cüzzamlı ve felçlileri iyileştiren mucizeleriyle kısa zamanda dikkatleri üzerine toplar. Hz. İsa, Grek­ Roma putperest din anlayışına ve güçlüyü üstün tutan katı hukuk kurallarına karşı kalpleri katılaşmış Roma ve yahudi halklarını tevhide, sevgiye, merhamete, güzel ahlaka çağırmış; arınmayı ve sade yaşamayı öne çıkarmıştır. Bugün, batının dünya sahnesinde yaptıkları ile Hz. İsa'nın söylediğini ifade ettiği cümleler arasındaki uyumu kıyas etmek bakımından, şu cümleleri örnek vermek istiyorum:


"Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. Bir yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin. Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız siz de onlara öyle davranın."


"Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile kendilerini sevenleri sever. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile böyle yapar. Verdiğinizi geri almak umudunda olduğunuz kişilere ödünç verirseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile verdikleri kadarını geri almak şartıyla günahkarlara ödünç verirler. Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin." (Matta s. Bölüm)


Havariler, Hz. İsa'nın ölümünden sonra Hıristiyanlığı Filistin ve civarında yaymaya devam etmişler, özellikle Pavlus'un çalışmalarıyla bu yeni din Roma İmparatorluğu'nun merkezinde de tutunmayı başarmıştır. Mesih merkezli teslis inancı Pavlus'un fikri olup batı Hıristiyanlığının da temelini oluşturmuştur.



Bu inancın fakir halk ve köleler arasında hızla yayılması üzerine Roma, inananlara karşı gittikçe artan çeşitli baskı, takip ve işkenceler uygulamaya başladı. Yönetimin bu ağır zulüm ve takiplerine rağmen ilk dönem hıristiyanlarının üstün çabalarıyla Hıristiyanlık gizliden gizliye hızla yayılmaya devam etti. İzbe ve dağlık bölgelerde inşa edilen manastır ve kiliselerle putperestliğin izlerini silmeyi hedeflemiş olan bu yeni inanç, giderek önemli bir güç haline geldi.


Nihayet İmparator Konstantin, 313 yılında yayınladığı Milano Fermanı ile Hıristiyanlığı tanıdı ve faaliyetlerini serbest bıraktı. Bu fermana göre hıristiyanlara ve diğer dinlere mensup olanlara din ve mezhep bakımından serbestlik sağlandığı gibi, haklarındaki kovuşturma kaldırılarak tutuklanan kişilere ait ev ve kiliselerin iadesi kararlaştırıldı. Çünkü Hıristiyanlık, tahrif olmuş ve artık putperest kültürün arzu ettiği noktaya gelmişti.


Konstantin'in 330'da hıristiyan olması Romanın hıristiyanlaşma sürecinin hızlanmasına yol açtığı gibi, bu dinin imparatorluğun resmi dini haline gelmesine de yol açmıştır. Bu da İstanbul'u imparatorluğun ve doğu Hıristiyanlığının başkenti haline getirdi.


Roma resmi kurumlarının ve devlet hiyerarşisinin etkilediği Hıristiyanlıkta görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu ayrılıkları gidermek amacıyla İznik'te 325 yılında toplanan “Konsil” görüş farklılıklarını gideremediği gibi, bu ayrılıkların derinleşmesine ve mezheplerin şekillenmesine yol açtı. Nitekim 451 yılında gerçekleştirilen Kadıköy Konsili'nin ardından Fener İstanbul Kilisesi Roma'dan ayrılarak Ortodoksluk'un merkezi haline geldi. Batı ve latin dünyası ise Roma merkezli Hıristiyanlık anlayışına bağlı kalmaya devam etti.


XV. ve XVI. yüzyıllarda Batı Avrupa'da Katolik Kilisesi'ne karşı yükselen itirazlar, Protestan mezheplerinin oluşmasına yol açacak ve böylece hıristiyan dünyası; doğusu Ortodoks, batısı ise Katolik ve ondan ayrılan Protestan mezhepleri olmak üzere üç ana mezhebe bölünecektir.


Sonuç itibarıyla Hıristiyanlık; çıkışından bir müddet sonra Hz. İsa (a.s.) ile ilgili değerlendirmelerinde temel bir sapma göstermiş, Hz. İsa'nın «Allah'ın oğlu» olduğu anlayışı giderek temel inanç olarak belirlenmiştir. Günümüzde de büyük ölçüde korunan bu teslis inancı Hıristiyanlığın Müslümanlara göre teolojik krizini oluşturmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e göre İsa (a.s.) bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve kuldur. Hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah'a kulluğu öğütlemiştir:


"İsa: Muhakkak ki Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur." (Al-i-İmran 3/51)


«HIRİSTİYANLAŞTIRILMIŞ ROMA» BİZANS ve SUKUTU


IV.yüzyılda Romanın askeri, ekonomik ve içtimai buhranlarla hızla kuvvet kaybettiğini hisseden Konstantin, imparatorluğun birleştirici gücünü Hıristiyanlıkta görüp bu yeni dinin hamiliğini üstlenir. Roma'yı kendi haline terk ederek, imparatorluğun ağırlık merkezini batıdan doğuya taşır. Byzantion'u başkent edinir, karar iki hafta süren şenliklerle kutlanır. Konstantin bu yeni şehrin ihtişamının Roma'dan daha fazla olması için şehrin etrafını surlarla çepeçevre kapatır. Asırlarca imparatorluk merkezi olacak olan kenti, 300 bin kişilik nüfusu, emniyetli tabii limanı ile doğu Avrupa'dan Anadolu'ya uzanan Ortaçağın en canlı kültür ve ticaret merkezi haline getirir. 395'te bölünme kesinleşir ve Doğu Roma İmparatorluğu Bizans olarak Balkanlar, Anadolu, zengin ve kalabalık doğu eyaletlerinden oluşan güçlü bir devlet halinde ortaya çıkar. Bizans tarihçisi George OSTROGORSKY'nin de ifade ettiği gibi, bu yeni imparatorluğun Roma devlet tarzının, Grek kültürünün ve Hıristiyanlık inancının bir terkibi olarak ortaya çıktığı ve Roma'nın doğudaki devamı olduğu hemen herkes tarafından kabul edilir.


Kilise; Roma İmparatorluğu'nda inanılmaz baskı, takip ve zorbalıklara cesaretle karşı koyan, gönüllerde taht kurmayı başaran bir davet merkezi iken Konstantin'le beraber dünyevi güçle uzlaşır. Hıristiyanlık, izbe manastırlarda dini ayinleri ve ahlaki öğütleri terennüm eden saf ve mistik bir hareket olma özelliğini kaybederek sadece görkemli kilise ve manastırlarda gösterişli törenler icra eden, halka devletin güç ve otoritesini hissettirmekle vazifeli bir duruşu benimsemiş ve krallara taç giydiren bir kurum hüviyetine dönüşmüştür. Artık devlet ve kilise el ele verecek, yeni bir tarz deneyerek üst üste topladığı konsüllerle Hıristiyanlığın yeni amentüsünü şekillendirecektir. Böylece Ortodoks Kilisesi devletten aldığı destekle Slavların hıristiyanlaşmasını sağlayacak, bu da şehir prensliklerinin birleşmesini kolaylaştırarak Rusya'nın büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Akabinde Rus ve Slav sanatının yeşermesi ve gelişmesinde de başrolü oynayacaktır.


Bizans, V. yüzyılda bir yandan doğuda çok önemli bir imparatorluk olan Sasaniler'le amansız bir mücadele içine girmişken, öte yandan Orta Avrupada çok önemli bir güç haline gelen Hun Türkleri'ni ve onun gülmeyen komutanı Atillayı ancak Balkanlar'ı onlara terk ederek ve yüklü bir vergiyi kabul ederek durdurabilmişti. Bununla da yetinmeyen Bizans, bir takım siyasi oyunlarla Atillayı Batı Romaya doğru yöneltir. Atilla, düzenlediği seferlerle Batı Romayı iyice zayıflatınca barbar bir kavim olarak bilinen Gotlar da Batı Romanın varlığına son darbeyi vururlar. Böylece Bizans'ın Batı Roma yönündeki fetihlerinin önü tamamen açılmış olur.


JÜSTİNYANUS DÖNEMİ (527-565)


İmparator Jüstinyanus döneminde Bizans, ağırlığını batıya yönelterek Batı Roma İmparatorluğu'nun boşluğunu doldurmak üzere fetihlere girişir. Adriyatik kıyıları ve İtalya bu dönemde imparatorluk bünyesine katıldığı gibi, eskiden Romanın sömürgeleri olan Kuzey Afrika kıyıları da hakimiyet altına alınır. Ancak batıyı yeniden fethetmek Bizans'a çok pahalıya mal olur. Sasaniler bu durumdan faydalanarak Suriye'yi ele geçirir. Buna rağmen Bizans, büyük ölçüde eski sınırlarına ulaşmış olur. Jüstinyanus, saltanatı boyunca doğuda yeni bir savaşı İranlılar'a ağır haraçlar ödeyerek önleme yoluna gider.



Jüstinyanus, imparatorluk kudretinin Tanrı'nın inayetinden geldiği bilincini taşıyan hıristiyan bir hükümdardı. Putperestlikle mücadelesinin bir parçası olarak Atina Akademisi'ni kapatmış, din düşmanı akademisyenleri kovmuştu. Öte yandan başta Ayasofya olmak üzere Bizans'ın en önemli ve parlak mimari eserleri onun döneminde inşa edilmiştir. Bizans medeniyeti, Helen ve doğu sanatının sentezinden oluşan en güzel örneklerini bu dönemde vermiştir. Bizanslı sanatkarlar hayranlık duydukları eski Yunan ve Helen sanat eserlerini İstanbul'a taşımışlar, mozaik ve fresk sanatının inceliklerini başta kiliseler olmak üzere birçok mimari yapıda büyük bir başarıyla uygulamışlardır. Bizans'ın sembolü olma niteliğini taşıyan Ayasofya bu dönemde onlarca ton altın ve gümüş kullanılarak inşa edilmiş, görkemli kutlamalarla ibadete açılmıştı. Görenleri hayran bırakan bu ünlü mabed, 1204 yılında güya Haçlı Seferlerine katılmak üzere Bizans'a gelen Latinlerin yağma ve yıkımına maruz kalmıştır. 1453'te İstanbul'un fethiyle beraber camiye çevrilen Ayasofya, Türkler tarafından yeniden onarılarak hat ve tezyin sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği eşsiz bir abide haline gelmiştir. Böylece bir kilise olarak inşa edilen Ayasofya, o tarihten sonra hilalin haça üstünlüğünü sembolize etmeye başlamıştır.


Jüstinyanus'un yaptığı önemli işlerden biri de, Roma hukuku ile hıristiyan gelenek ve göreneklerini birleştiren ve böylece günümüz batı dünyasının siyasi ve hukuki zihniyetini şekillendiren «Kodeks»i hazırlatmasıdır.


HERAKLİYUS DÖNEMİ (610-641)


Herakliyus, bunalımların arttığı bir dönemde işbaşına gelmişti. Nitekim Avarlar Slavlarla birleşerek Bizans'a ait Balkan arazilerini ele geçirmişler, akabinde de İstanbul'u tehdit etmeye başlamışlardı. Öte yandan Sasaniler de bu durumdan yararlanarak Suriye, Filistin, Mısır ve bir kısım Anadolu topraklarını işgal etmişlerdi. Bu kötü durum; Bizans'ta dirlik ve düzenlik bırakmadığı gibi, sivil ve askeri idarenin sarsılmasına, ekonominin çöküşüne, ahlaki yapının da çürümesine yol açmıştı. Askeri reformlar yaparak ve THEMA diye bilinen tımar sistemine benzer bir toprak düzenini yürürlüğe sokarak devleti içine düştüğü çıkmazdan kurtaran Herakliyus, 629 yılına gelindiğinde tüm bu tehlike ve işgallere son vermeyi başarmış, imparatorluğu yeniden eski gücüne kavuşturmuştur.


Herakliyus'un Bizans tahtında oturduğu yıllar, aynı zamanda İslamiyet'in de doğuş yıllarıydı. Nitekim peygamberler zincirinin son halkası ve tevhid dininin son tebliğcisi olan Hz. Peygamber'in İslam'a davet mektuplarından biri de o sırada Kudüs'te bulunan Herakliyus'a gönderilmişti. Arap Yarımadası'nda yükselen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tebliği çok kısa bir zaman içerisinde Bizans'ın doğu eyaletlerini de etkisi altına aldı. Dört Halife Dönemi'nde Suriye, Filistin ve Mısır, Müslüman toprakları arasında dahil oldu.


İKONA PARÇALAMA HAREKETLERİ (İKONAKLAST)


Bizans tarihinin önemli olaylarından biri de ikona/tasvir kırıcılık hareketleridir. İmparator III. Leon'un başlattığı hıristiyan azizlerinin ve Meryem Ana resimlerinin tahrip edilmesi hareketi, yaklaşık yüz yıl boyunca imparatorlukta sert dini tartışmalara ve kan dökülmesiyle noktalanan gruplaşmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalarda imparator, ordu ve doğu eyaletleri bir tarafta, reformlara itiraz eden papalık ve manastırlar ise karşı tarafta yer almışlardı. İkona parçalama fikrinin sadece İslamiyet'in etkisiyle ortaya çıktığını ileri sürmek yeterince ikna edici değildir. Hıristiyanlar arasında aziz resimlerine ibadet edercesine saygı duyulmasına karşı çıkan ve bunu putperestlikle bağdaştıran kişilerin olabileceği de hesaba katılmalıdır. Hatta bu hareketi manastırlardaki keşişlik müessesine karşı bir tavır olarak yorumlamak da mümkündür.


İmparatoriçe Eğirine döneminde resim konusundaki bu yasak kaldırılarak ikona yapım ve sergilenmesine yeniden önem verilmeye başlanır. Bu dönemin Bizanslı sanatçıları tarafından üretilen Helenistik tarzdaki eserlerde, aziz resimleri kadar Artemis veya Zeus gibi paganist Yunan mitolojisi kahramanlarına da yer verildiği görülür.


İMPARATORLUĞUN DOĞU SINIRI ve BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜ


Kilisenin monofızit hıristiyanlara karşı takındığı baskıcı tavır, valilerin despot tavırları, devlet gelirlerinin azalması sonucunda artan ağır vergi yükü, devlet kademelerinde bitmeyen entrikalar ve iyice kokuşan ahlaki yapı, doğu vilayetlerinin kolayca Müslümanların eline geçmesine müsait bir zemin oluşturmuştur. Nitekim Bizans, daha Emeviler döneminde karadan ve denizden yapılan kuşatmalarla iyice tehdit altına girmişti. Türkleri Anadolu’dan atacağı iddiasıyla İstanbul’da tahta çıkan İmparator Romanos Diogenes, Malazgirt'te İslamiyet’in taze gücü ve yılmaz bekçileri olan Selçuklu Türkleri'ne yenilmiş, Alparslan'a esir düşerek ağır bir antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. İstanbul'daki taht değişikliği yüzünden bu antlaşma uygulanamasa da Müslüman Türkler bir daha çıkmamak üzere Anadolu'ya yerleşmeye başlamış, güney bölgelerindeki eski Müslüman unsurlarla birleşerek Diyar-ı Rüm'u Diyar-ı İslam'a dönüştürmeye muvaffak olmuşlardır.


Bizans, bu dönemde Haçlılar'ı kışkırtarak Türk ilerleyişini durdurmak istemişse de, bu amacına bir türlü ulaşamamıştır. Latinler 1204 tarihinde IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul'u ele geçirerek Bizans Devleti'ne fiilen son vermişlerdir. İşgalden kaçan bazı Bizans prensleri İznik ve Doğu Karadenizde küçük Ortodoks Rum devletleri kurmuşlar, 1261 yılında tekrar İstanbul'u ele geçirerek Latin işgaline son vermişlerdir.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-8 “Hindistan” Râmâyana

 


IV. Bölüm


(Râvana Sîtâ'yı ele geçirmeye kararlıdır. Danışmanı Mariça bunu sağlayacak hileyi hazırlar. Sîtâ kaçırıldığında Râma onu bulmak için maymunların yardımına başvurur. Maymun Hanuman onun nerede olduğunu öğrenince Râma ve maymunlar Râvana'yı öldürmek ve Sîtâ'yı kurtarmak için yola çıkarlar.)


Râvana erkek kardeşinin öldüğünü ve tüm ordusunun yok edildiğini duyunca Sıtâ'yı ele geçirerek Râma'yı mahvetmeye karar verdi. Danışmanı Mariça bu plana karşı çıktı, "Eğer Râma'yı kışkırtırsan, kentin Lanka ve krallığındaki tüm Rakşasaların yok olmasına neden olursun!"


"Boşuna korkuyorsun" diye yanıtladı Râvana. "Râma sadece bir insan ve tüm insanlar Rakşasalar için kolay bir avdırlar.


Ya bana yardım edersin ya da hayatını tehlikeye atarsın. Benim krallığımda korkaklara yer yok!"


Bunun üzerine Mariça Sıtâ'yı kandırarak ele geçirmek için bir plan hazırladı. Kendisini, safirden boynuzları ve çiçek yaprakları gibi yumuşak derisi olan, altın ve gümüşten çok güzel bir ceylana dönüştürdü. Sltâ kendisini fark edinceye kadar Râma'nın ormandaki evinin yakınlarında dolaştı.


Nazik Sitâ, güzel yaratığı gördüğünde Mariça'nın tasarladığı gibi büyülenmişti. "Lütfen Râma" diye yalvardı, "o ceylanı kovala ve benim için ele geçir. Onun yanımda olmasını çok istiyorum. Veya onu öldürmek zorunda kalırsan parlayan derisi altın ve gümüş halı olarak çok hoşuma gidecek. Orman yollarında gezinen çok güzel antiloplar, şen şakrak maymunlar, harikulade yaratıklar gördüm, fakat bu ceylan gibisini hiç görmedim! Güzelliği ayın gökyüzünü parlattığı gibi ormanı parlatıyor."


"Dikkatli ol Râma" diye uyardı Lakşmana. "Hiçbir gerçek ceylan bu kadar güzel olmaz. Bu yaratık kılık değiştirmiş bir Rakşasa olmalı! Onların şekil değiştirebilme yetenekleri onları hain düşmanlar yapar. Onların ihtiyatsız kurbanlarını ne kadar kolay boğazladıklarını anımsa." Böylece Sîtâ'nın gerçeği görmesini sağlayarak onu etkiledi.


"Tersine Lakşmana" diye Râma yanıtladı, "eğer bu yaratık gerçek bir Rakşasa ise, o bizi tehdit etmeden önce onu öldürmek zorundayım. Yokluğumda Sîtâ'yı koru. Uzun süre uzak kalmayacağım ve o yıldız süslü ceylan derisini Sîtâ'ya getireceğim."


Mariça uzun ve yorucu bir takiple Rama'yı ormanın derinliklerine çekti. En sonunda yay menziline girdi ve Râma bir okla hayvanı öldürdü. Mariça ölü bir halde yatarken kendi haline döndü. Râvana'ya, son bir yardım çabasıyla sesini Râma'nın sesine dönüştürdü ve bağırdı: "Lakşmana! Yardım et! Yardımdan yoksun, bu ormanda ölüyorum!"


Râma bu sözleri korku ve yaklaşan felaket duygusu içinde duydu. Kat etmesi gereken uzun bir yolu olduğu bilincinin acısıyla hemen eve doğru yola koyuldu.


"Lakşmana, Râma'nın bağırmasını işittin mi?" diye sordu Sıtâ. Ona yardım etmek için hemen gitmelisin. Sevgili efendimi o ceylanın ardı sıra göndermekle ne kadar aptallık ettim! Eğer kana susamış Rakşasalar onu bulduysalar, kızgın aslanların, korkunç da olsa bir boğayı parçaladıkları gibi onu boğazlarlar."


"Bu zekice bir Rakşasa hilesi olmalı" diye karşı çıktı Lakşmana. "Gökyüzü, yeryüzü ve yeraltındaki hiç kimse Râma'yı yenemez. Dahası, her türden kötülükten seni koruyacağıma söz verdim"


"Sen insan kılığındaki kötü bir canavar olmalısın" diye kızgın bir biçimde yanıtladı Sîtâ. "Sadece şefkatli numarası yapıyorsun. Yüreğin bir taş kadar katı! Eğer ihtiyaç duyup seni yardıma çağırdığında gitmeyeceksen, Râma'yı iddia ettiğin kadar seviyor olamazsın."


"Tamam Sîtâ. Sonucundan korksam da dilediğin gibi yapacağım. Akıllı bir hile aklını karıştırdı. Bana yüklediğin onursuzluğu hak etmiyorum. Dilerim ormanın koruyucu ruhları ben yokken seni korur ve dilerim Râma'yı kısa zamanda yanında görürüm!"


Yakınlarında gizlice onları dinleyen Râvana zamanı kolladı. Kendini kutsal bir münzeviye dönüştürerek, bir elinde asa diğer elinde dilenci kasesiyle Sîtâ'ya göründü. Yapraklı ağaçlar nasıl derin ve karanlık bir mağarayı gizlerse, Râvana'nın kılık değiştirmesi de kötü niyetini ustaca gizledi. Bununla beraber tüm doğa Sîtâ'nın algılayamadığı şeyi fark etti. Râvana'nın karanlık planlarından haberdar olan kokulu orman esintisi kesildi ve ağaçlar sessiz nöbetçiler gibi kalakaldı. Hiçbir ses duyulmuyordu.


Dindar dış görüntüsünün ardında Râvana, günahkâr bir tutkuyla Sîtâ'yı seyretti. Sade elbiselerin içinde bile Râma'nın kraliçesi, ayın gümüş ışıkları yıldızsız bir gökyüzünü nasıl aydınlatırsa orman evini öyle aydınlatıyordu. Râvana onun yüce güzelliğinden övgü dolu bir incelikle söz etti. Daha sonra şöyle dedi: "Neden tehlikeli hayvanların dolaştığı ve korkunç Rakşasaların kuytu ormanda avlandıkları bu ıssız ormanda yaşıyorsun? Senin güzelliğin yapraktan elbiseler yerine ipek elbiselere, içinde yol olmayan orman yerine saraya ve binlerce hizmetçiye layıktır."


"Soylu bir talibi kabul et!" diye sözlerini bitirdi Râvana; "sana hak ettiğin özeni gösterecek bir kral ve güçlü bir kahraman olan talibini. Ben göründüğüm gibi dindar bir münzevi değilim. Ben Râvana'yım, Lanka'nın ve korkusuz Rakşasaların kralı. Cesaretim ve yeteneğim, beni hem cennetlerin, hem de koca dünyanın kralı yaptı. Pek çok harika karım var, ama sen güzelliğinle kalbimi öyle kazandın ki, görkemimi ve imparatorluğumu yalnızca seninle paylaşmayı teklif ediyorum.


Sadık Sîta öfkeyle yanıt verdi: "Benim kocam Râma'dır, erkekler arasında bir aslan! Onun sevgisine sahip bir kadın neden seninkini istesin? Kahramanlığı ve erdemiyle, sözüyle ve davranışıyla Râma bir dolunayın aydınlığıyla parlamakta. Bir danayı yiyen aç bir aslanın ağzından bir dişi çekip çıkarmak, avına yaklaşan öldürücü bir yılanın dişine dokunmak ya da kayalara kök salmış heybetli bir dağı koparıp kaldırmak, dürüst ve güçlü Râma'nın karısını kazanmaktan daha kolaydır!"


Sîtâ'nın sözleri Râvana’yı yıldırmadı. Yeniden canavar şeklini alıp, bir eliyle Sîtâ'nın saçlarını, diğer eliyle bedenini yakaladı. Tutsağını altın arabasına taşıdı ve gökyüzünü aşarak onu uzak krallığına götürdü.

"Râma! Râma!" diye bağırdı Sıtâ, aşağıdaki karanlık ormana doğru. "Kurtar beni! Sadık karını kaçıran Râvana'ya saldır! Lakşmana, beni Râvana'dan kurtar! Senin uyarın doğruymuş ve ben seni yanlış yere suçlamışım. Beni affet! Oh, siz yüksek dağlar, ormanlarla kaplı tepeler, Râma'ya benim kaçırıldığımı haber verin"


Bütün doğa Sîtâ için yas tutarken, yukarıdaki cennetlerde Brahma çok memnundu. "Artık Râvana kesinlikle ölecek!" diye heyecanla bağırdı büyükbaba ve yaratıcı Brahma.


Bir hayat belirtisi görmek için aşağıdaki araziyi gözleriyle tarayan Sîtâ, bir dağın doruğunda oturan bir grup maymun gördü. Gizlice onlara mücevherlerini ve altın peçesini attı; Râma' nın bir şekilde onun ipuçlarını bulup başına geleni öğrenmesini umuyordu.


Râma gelirken karşılaştığı kardeşi Lakşmana ile eve ulaşınca, en büyük korkusunun gerekleştiğini gördü. İki kardeş bıkıp usanmadan ormanları, dağları, ovaları Râma'nın sevgili karısını bulmak için aradılar, ama başaramadılar. Bu aramalar sırasında ağır yaraladıkları bir Rakşasa onlara şunları söyledi: "Büyük Maymun Kral Sugriva ve onun arkadaşlarının yardımını isterseniz Sîtâ'yı bulabilirsiniz. Onlar da şekil değiştirebilirler ve bütün cinlerin nerede bulunacaklarını bilirler."


Bunun üzerine Râma, maymunların kralı Sugriva'yı arayıp buldu. "Râma" dedi maymun kral, "Râvana'nın nerede yaşadığını bilmiyoruz, ama onun Sîtâ'yı kaçırdığını biliyoruz. Râvana'nın arabası üzerimizden geçtiğinde, bir dağın tepesinde oturuyorduk ve Sıtâ bu işaretleri bize attı." Sugriva Sîtâ'nın altın peçesini ve mücevherlerini Râma'ya uzattı.


Râma, Sîtâ’nın eşyalarım eline alır almaz, yüzü dolunayın geceyarısı gökyüzünü aydınlatması gibi neşeyle aydınlandı. "Sen ve halkın onu bulmama yardım eder misiniz?" diye sordu.

"Bunu elbette deneriz!" diye yanıtladı maymun kral. "Dünyanın her tarafından maymunları çağırırım. Dünyayı dörde böler, maymunların her dörtte birini de ayrı bir yöne yollarız. En çok rüzgârın oğlu Hanuman'ın yeteneğine güveniyorum. Göklere sıçrayıp dünyadaki her yere ulaşacak kadar güçlüdür; onun gücü, cesareti ve aklı kadar büyüktür."


Sugriva'nın yanında ayakta duran Hanuman bu övgüyü duyunca mutlulukla gülümsedi. "Sîtâ'yı bulabilecek tek kişi benim!" diye Râma'ya güvence verdi. "Çocukken 9000 mil yukarı göklere sıçramıştım; bir ağacın dalından sarkan olgun bir meyve gibi güneşi koparıp alacağımı umuyordum. Büyükbaba ve yaratıcı Brahma beni yenilmez kıldı. Tanrıların kralı îndra, bana nasıl öleceğimi belirleme gücünü verdi. Eminim ki bu kahramanca görevi yerine getirecek kişi benim!"


Güneşin gece yolcuğu sırasında göklerdeki yıldızları parlattığı gibi, Hanuman'ın sözleri de Râma'nın gözlerini umutla parlattı. "Ben de Sıtâ hayattaysa onu bulmayı, senin başaracağına eminim" dedi Râma. "Hanuman, eğer arayışın başarıyla sonuçlanırsa Sitâ'ya bu mühür yüzüğümü göster. Böylece sana güvenir ve duyduğum büyük sevgiyi anımsar."


Maymunlar dört gruba ayrıldılar ve Sîtâ'yı aramak için dünyayı taradılar. Hanuman'ın grubu güney bölümünden sorumluydu. Râvana'nın, üç yüz mil genişliğindeki okyanusun öte yakasındaki bir ada olan Lanka'da yaşadığını öğrendiler.


Hanuman'dan başka diğer bütün maymunları bu engin deniz durdurdu.

Hanuman, olağanüstü gücünü kullanarak bu büyük su kütlesinin üzerinden atladı. Bir ördeğin suyun üzerinde sakince kayışı gibi göklerin içinden kaydı ve uzak sahile güvenli ve enerjik bir şekilde indi. Güneşin gece yolculuğu dünyayı karanlıkta bırakana dek dinlendi.


Daha sonra, gizli görevini yerine getirmek için kendini kediye dönüştürdü. Göze çarpmayan biçimiyle altın duvarlı kente girdi ve Râvana'nın sarayının dağın tepesinde kurulduğunu öğrenene kadar kent sokaklarında gizlice dolaştı. Sarayı çevreleyen duvarlar ona yine engel olamadı. Ama nereye bakarsa baksın narin Sîtâ'nın izine rastlayamıyordu. Sonunda kentin duvarlarına geri döndü ve oturup ne yapacağını düşünmeye başladı.


"Umarım Rakşasalar Sîtâ'yı öldürüp yememişlerdir" diye düşündü maymun kral. "Ona ne olduğunu öğrenmeden buradan ayrılamam. Hiç haber alamadan dönersem, Râma üzüntüsünden ölür!"


Hanuman kent duvarının gerisindeki ormanlık araziyi araştırmaya karar verdi. Yayından çıkmış bir ok gibi duvarın üzerinden atladı ve yüreğinde yeni bir umutla ağaçların arasına daldı.


Sîtâ'yı ormanın derinliklerinde buldu; bir grup dişi Rakşasa onu bekliyordu. Sîtâ soluk, zayıf ve kaygıdan bitkin görünüyordu, ama güzeliği ay ışığının bir bulut kümesinin ardından parlayışı gibi üzüntüsünün içinde parlıyordu. Hanuman bir ağacın yapraklı dallarının arasına saklandı ve sessizce bekledi.


Râvana'nın Sîtâ'ya yaklaşıp, onu kabul etmesi karşılığında iktidar, zenginlik ve rahatlık vaat edişini izledi. Râma'nın sadık karısının, yüzünü ondan saklayışını ve hıçkırışını izledi. Râvana'ya şöyle bağırdığını duydu: "Çok yakında Râma gelip seni öldürecek!" Râvana şöyle yanıtladı: "Artık sana gösterdiğim sabır hızla tükeniyor! Bugünden sonra iki ay içinde bana teslim olmazsan eziyet görüp öldürülecek olan sen olacaksın."

Râvana ayrılır ayrılmaz Sîtâ, Hanuman'ın saklandığı ağacın altına sığındı. Hanuman onu korkutmadan ve bekçilerine duyurmadan dikkatini çekmek istiyordu. Bu nedenle Râma'nın Ayodhya'daki hayatını, daha sonra olan olayları, Sîtâ'yı arayışını ve buluşunu yumuşak bir şekilde anlattı.


Sitâ ilk önce Hanuman'ın başka bir şekle bürünmüş bir Rakşasa olduğunu sandı. Ancak ona Râma’nın mühür yüzüğünü verince, Hanuman'ı soru yağmuruna tuttu. "Râma güvenlik içinde yaşıyor mu, Lakşmana hâlâ ona sadakatle hizmet ediyor mu? Beni özlüyor mu? Beni hâlâ seviyor mu? Benim onuruma sürülen leke için Râvana ve Rakşasaları öldürmeyi düşünüyor mu?"


"Sakin ol nazik Sîtâ" diye yanıt verdi Hanuman. "Râma, eskisi kadar sadık ve cesaretli. Seni gece gündüz durmadan düşünüyor. Sen olmadan yediği yemekten, doğanın güzelliklerinden hiç zevk almıyor. Tek amacı Râvana'yı yok edip seni kurtarmak."


Sitâ'nın yüzü, karanlık bulutların çekilmesiyle gökyüzünün parlaması ve dolunayın ortaya çıkışı gibi aydınlandı. "Râma'ya saçımdaki bu mücevherli işareti ver" dedi Sıtâ, "ona beni çabuk kurtarmasını söyle. Onu en son gördüğümden beri on ay geçti ve aylar günler geçmek bilmedi. İyi şanslar kahraman maymun! Buraya gelerek hiçbir insanoğlunun yapamayacağı bir işi yaptın ve hayatıma yeniden umut ışığı getirdin."


Râma da Sîtâ'nın hâlâ hayatta olduğunu öğrenince canlandı. "Hanuman, bu kahramanca hareketinle bana bir erkek kardeşten daha yakın oldun!" dedi. "Bana Sîtâ'nın nasıl göründüğünü ve sana neler söylediğini yeniden anlat. Senin sözlerin susamış bir adama su gibi, açlıktan ölen birine yemek gibi geliyor. Bana üzüntüyle ağlayan, gaddar Rakşasalar tarafından tutsak alınmış nazik karımdan söz et. Sonra da bir an önce silahlanıp okyanusu geçmeye hazırlanalım. Yüreğim Râvana'nın krallığını işgal edip, Sîtâ'nın kırılan onurunun öcünü almak için yanıp tutuşuyor!"


Böylece Sugriva ve Râma büyük bir grup maymunla güneye, büyük denize doğru yola çıktılar. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

DÎNİ SÖZLÜK “H”

 HÎLE:

 

Sahtekârlık, hud'a. Aldatmak, yanıltmak.

 

Hîle ile rızık artmaz. Malın bereketini giderir. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günâhları kalır. Her san'atta hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. (Muhammed Gazâlî)

 

Hîle-i Bâtıla:

 

Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.

 

Farz olduktan sonra zekât vermemek için hîle-i bâtıla yapmak haramdır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Haramı helâl yapmak için hîle-i bâtıla yapmak yahûdîlerin âdetidir. (Abdülganî Nablüsî)

 

Hîle-i Şer'iyye:

 

Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.

 

Âciz olanın, zarûrete düşenin, ibâdetini kaçırmamak veya haram işlememek için hîle-i şer'iyye yapması lâzım olur. (Süleymân bin Cezâ)

 

HİLL:

 

Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mükerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im denilen yerdir.

 

Mîkâttan (ihrâma girilen yerden) geçerken bir iş için Hill'de kalmayı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbise olmaksızın) Harem'e girmeleri câizdir. Meselâ Cidde şehri Hill'dedir. Hac için, Hill'de oturanlar Hill'de; Harem'de oturanlar Harem'de ihrâma girerler. (M.Mevkûfâtî)

 

Hac etmemiş fakîrin başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de, Hill'e gidince, kendisine de hac etmek farz olur. Mekke'de kalıp sonraki senede kendi haccını yapması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

 

HİLKAT:

 

1. Yaratılış, yaratılma.

 

Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa-soğuğa, açlığa-susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanlar ile düşmanların hücumlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası kudret kimyâhânesinde imbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)


İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, önceleri bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmışlar, astronomide ve fen mensuplarına ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, hilkatin sırlarını bu hesaplı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl -i selîmleri ile İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

İnsanın hilkatından maksat, kulluk vazîfelerini yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Doğuştan gelen vasıf, cibiliyet, fıtrat. (Fıtrat)

 

HİLLET (Hullet):

 

Halîl (dost) olmak, dostluk. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâma mahsûs bir makâm. Hillet makâmı, asâleten İbrâhim aleyhisselâma mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HİLM:

 

Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.

 

Yâ Rabbî! Bana ilim ver. Hilm ile zînetlendir. Takvâ (haramdan kaçmayı) ihsân eyle! Âfiyet ile beni güzelleştir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Allahü teâlâ, hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhuş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İlim, öğrenmekle; hilm de gayretle hâsıl olur. Allahü teâlâ hayırlı iş için çalışanı, maksâdına kavuşturur. Kötülükten sakınanı, ondan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hilmi sebebiyle kul, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılanların derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Öfke ânındaki hilm, zâlimlerin gazabından korur. (Hazret-i Ali)

 

Allahü teâlânın hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HİLYE-İ SEÂDET:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.

 

Pek çok siyer kitabında Peygamberimizin Hilye-i seâdeti geniş ve açık olarak senedleri ve vesîkalarıyla yazılmıştır. Peygamber efendimizin Hilye-i seâdeti kısaca şöyledir: Mübârek yüzü ve bütün âzâ-i şerîfesi (organları) ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden, âzâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktâr yuvarlak idi. Neş'eli olduğu zaman mübârek yüzü ay gibi nurlanır, parlardı. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp bakardı. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktâr kırmızılık vardı. Mübârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Alnı açık, kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. Mübârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir miktâr yüksek idi. Ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz olup, ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zaman sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Mübârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Güler yüzlü olup, tebessüm ederek gülerdi. Mübârek parmakları iri idi. Mübârek kolları etli idi. Avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu miskten güzel idi. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı berâber idi. Göğsü geniş idi. Çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi. Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil yaratılıştan ondüle idi. Kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Güzel huyların hepsi Resûlullah'ta sallallahü aleyhi ve sellem toplanmıştı. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

 

HİMMET:

 

1. Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması.

 

Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi

Sofiyim buldum safâyı dü cihanım kalmadı

Ahmedî der; "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok durur

Hamdülillah aşk-ı Hak'tan gayrı vârım kalmadı.

(Sultan Birinci Ahmed Han)

 

2. Gayret.

 

Kişinin kıymeti, himmetine göredir. Eğer onun himmeti dünyâ için ise, onun hiçbir kıymeti yoktur. Eğer Allahü teâlânın rızâsı ise, onun kıymetine ulaşmak pek zordur. (Ebû İshâk el-Kassâr)

 

Kişinin himmeti dağları yerinden söker. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

HİSÂB (Hesâb):

 

Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi. (Hesâb)

 

HİSBET:

 

İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir. (Muhtesib)

 

Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. El ile yapmağa, hisbet denir. Dili ile yapmağa, vâz ve nasîhat denir. Hisbet yaparak çalgıları, içki şişelerini kırmak yalnız hükûmet me'murlarının vazîfesi olduğu için, başkaları kırarsa öderler. Hisbet yapmak, el ile mâni olmak din adamlarına farz değil ise de, günâh işlenirken engel olmaları câizdir. Fakat din adamı, hisbet yaparken fitne uyandırmamalıdır. Yâni, kendinin ve müslümanların dînine veya dünyâsına zarar gelecek olursa, hisbeti terk etmesi vâcib olur. Hisbet yaparken kendinde kibr, riyâ (gösteriş), sû-i zan (kötü zan), meşhûr olmak düşüncelerinin hâsıl olması ve müslümana hakâret ve onu câhillikle itham etmesi fitne olur. (Abdülganî Nablüsî)

 

HİSSE:

 

Bölünebilen bir mal veya şeyin her ortağa âit olan kısmı, ortaklardan her birinin hakkı, payı.

 

Bir sığırı veya deveyi, yedi kişiye kadar müslüman, bâliğ kimseler, ortak olarak satın alıp kesebilirler. Sekiz kişinin yedi sığırı ve iki kişinin iki koyunu ortak satın almaları câiz olmaz. Çünkü her birinin her hayvanda hissesi vardır. (Fetavâ-i Hindiyye)

 

Yedi kişi ortaklaşa bir sığırı kurban ettikten sonra, ortakların hisselerini ayırmadan önce, hiç kimseye hediye etmeleri câiz değildir. (Ahmed Zühdü Efendi)

 

Hisse-i Şâyia:

 

Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.

 

Bir kimse evini iki kişiye hediye etse, câiz olmaz. Çünkü taksimi mümkün olmayan şeyi hisse-i şâyia olarak vermek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

 

Bir binânın yarısı  Ahmed'in, üçte biri Ömer'in, altıda biri Ali'nin olsa; Ahmed, hisse-i şâyiasını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır. Ömer, hissesine göre iki misli alamaz. (İbn-i Âbidîn)

 

HİŞÂMİYYE:

 

Hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamberimizin arkadaşlarını) kötüleyen şîanın kollarından olan bozuk bir fırka, topluluk.

 

Şiîlik, hazret-i Ali zamânında ortaya çıktı. İnsanlar arasında yayılması daha sonra başladı. Hicretin altmış senesinde Kisâniyye, altmış altı senesinde Muhtâriyye ve yüz dokuz senesinde Hişâmiyye fırkaları ortaya çıktıysa da tutunamadılar, yok oldular. (Abdülazîz Dehlevî)

 

Hişâmiyye fırkası iki kısımdır. Bir kısmı Hişam bin el-Hakem er-Râfizî'ye bağlanır. Bunlara Hakemiyye de denir. İkinci kısmı ise, Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'ye bağlıdır. (Abdülkâhir Bağdâdî)

 

Hişâm bin Hakem'in kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah sınırlı ve sonlu olan bir cisimdir. Uzunluğu, genişliği ve derinliği vardır. Gümüşten yapılmış, saf bir zincir ve her yanı yuvarlak inci gibi ışıldayan bir nûrdur. İmâmlar günâhlardan korunmuş olduğu hâlde peygamberlerin günah işlemesi câizdir. (Abdülkâhir Bağdâdî)

 

Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'nin kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah insan şeklindedir. O, et ve kandan olmayıp, yükseklerde parlayan yüksek bir nûrdur. O'nun elleri, ayakları, gözleri, kulakları, burnu ve ağzı vardır. Üst yarısı boş, alt yarısı ise doludur. O'nun siyah saçları ve hikmet fışkıran bir kalbi vardır. (Abdülkâhir Bağdâdî)

 

HİTÂB:

 

Söyleme, buyurma.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Peygamber efendimize hitâb ederek; "Kur'ân-ı kerîm okuyacağın zaman, Eûzü... söyle" buyurdu. (Nahl sûresi: 97)

 

Hitâbe (Hitâbet):

 

Dinleyicilere bilgi vermek ve yol göstermek için yapılan konuşma.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen, Şuayb aleyhisselâmın kavmi olan Medyen ahâlisine hitâbesini şöyle bildirmektedir:

 

Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir burhân geldi. Artık ölçeği tartıyı tam tutun. İnsanların haklarını eksik vermeyin. Yeryüzünü ıslâhından sonra fesâda vermeyin. (A'râf sûresi: 85)

 

Peygamber efendimizin, akrabâsını dîne dâvet hitâbesi şöyledir:

 

Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı, ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun eşi ve ortağı yoktur. Size aslâ yalan söylemiyorum. Doğruyu bildiriyorum. Sizi bir olan ve O'ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben O'nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin karşılığında cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet'te ebedî (sonsuz) kalmak veya Cehennem'de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz. (İbn-i Hişâm)

 

HİZB:

 

1. Bölük, taraftar.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


Kim Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri yâr (dost) edinir yardımda bulunursa, şüphesiz onlar, Allahü teâlânın hizbidir. Üstün gelecek olanlar onlardır. (Mâide sûresi: 56)

 

2. Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.

 

Hizb-üş Şeytân:

 

Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Bunları şeytan kaplamış ve (dil ve kalpleriyle) Allah'ı hatırlamayı kendilerine unutturmuştur. Bunlar şeytanın hizbidirler. Hizb-üş-Şeytân muhakkak hüsrâna düşenlerdir. (Mücâdele sûresi: 19)

 

HİZMET:

 

Birinin işini görme.

 

Anne ve babanız sizin hizmetinize muhtâc iseler, onlara hizmeti canınıza minnet biliniz. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)

 

Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster! (Hadîs-i kudsî-Berîka)

 

Cenâzelerde hizmet etmekte bulun! Allah rızâsı için cenâzenin mezârına bir kürek toprak atıver! O attığın toprak, kıyâmette terâzîne konacaktır. (Süleymân bin Cezâ)

 

Bir kimse din hizmelerinde bulunsa ve bu hizmetlerde, nefsine bir pay ayırsa, yaptığı hizmetlerin tadını ve faydasını bulamaz. (Ebû Süleymân Dârânî)

 

Dîne yaptığı hizmetlere, İslâmiyet'i kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola gelmelerine sebeb olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hizmet görmek istiyen hocasına hizmet etsin. (Abdullah-ı Dehlevî)

1900 – 1945 ORTADOĞU VE AFRiKA-1

 Avrupa Sömürgeciliğine Direniş

Avrupalılar Afrika üzerinde hak iddia ederken, Afrikalılar kendilerini ezenlere karşı isyan etmeye başladılar. Direniş bir bütünlüğe sahip değildi. Avrupalılar silah üstünlüğü sayesinde bu hareketlerin önemli bir bölümünü bastırmayı başardılar.

Kuzeydoğu Afrika'da Mısır, Sudan ve Somali, gibi günümüz devletlerinde   özellikle İslam'ı savunma temelinde kararlı   direnişler yaşandı. Büyük Somali Afrika Kapışması sırasında ingiltere, italya ve Etiyopya arasında paylaşılırken, Afrika boynuzunda bugün Dervişler adıyla bilinen Müslümanlar bir ordu oluşturdular ve Somali'nin dini lideri Muhammed Abdullah Hasan'ın önderliğinde bir devlet kurdular. Dervişler 1920 yılında hava bombardımanları nedeniyle yenilgiye uğrayana kadar, 25 yıl boyunca ingilizleri uzakta tutmayı başardılar.

Bugün Orta Namibya olan Alman Güney Afrikası'nda, topraklarını ve hayvanlarını kaybeden Herero halkı 1904 - 1907 yılları arasında isyan ettiler. Asiler Alman ordusu tarafından vuruldu ya da çalışma kamplarına gönderildiler. Sonuç olarak Herero nüfusunun dörtte üçü hayatını kaybetti (1904 yılında 80.000 olan nüfusları 1911 yılında 15.000'e düşmüştü).

Günümüzde Tanzanya'nın   bulunduğu Doğu Afrika topraklarının Almanlarca istilasında Afrikalılar vahşice direniş gösterdiler. Ayrıca Almanların ihracat amacıyla pamuk yetiştirme politikalarına da karşıydılar. İsyan Swahili dilinde su için kullanılan ifadeyle  Maji Maji isyanı olarak adlandırıldı (Dini otoriteler, asileri sihirli suyun kendilerini Alman kurşunlarından koruyacağına ikna etmişti). Almanlar isyanı bastırdılar. Sistematik bir biçimde köyleri, ekinleri ve yiyecek stoklarını yok ettiler. Yaşanan kıtlık sonucunda yaklaşık 200 Bin kişi hayatını kaybetti.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak