19 Ocak 2023 Perşembe

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-8

 


KARŞI SALDIRI (1128- 1146)



BARBARLARIN ARASINDA BİR EMİR



Zengi, 1137 haziranında yanında etkileyici miktarda kuşatma malzemesi olduğu halde gelmiş ve ordugâhını Orta Suriye’nin başlıca şehri olan ve egemenliğinin kime ait olacağı konusunda Haleplilerle Şamlılar arasında sürekli çekişme yaratan Hıms’ı çevreleyen bağların içine kurmuştur. Şehir o anda Şamlıların denetimindedir ve kentin valisi yaşlı Unar’dan başkası değildir.


Hasmının gülle ve taş atan mancınıklar yerleştirdiğini gören Muyiniddin Unar, uzun zaman direnemeyeceğini anlar. Frenkler’e, teslim olma niyetinde olduğu haberini uçurur. Zengi’nin kentlerine iki günlük bir mesafeye yerleşmesini hiç istemeyen Trabluslu şövalyeler yola koyulurlar. Unar’ın planı tam anlamıyla başarılı olmuştur: İki ateş arasında kalacağından korkan atabey, eski düşmanıyla acele bir ateşkes yaparak Frenkler’e yönelir, onların bölgedeki en güçlü kaleleri olan Albara (el-Bâre, Baarin) kalesini kuşatmaya karar vermiştir. Kaygılanan Trablus şövalyeleri, kral Foulque’u yardıma çağırırlar, o da ordusuyla koşar gelir. Böylece Zengi’yle Frenkler arasındaki ilk önemli çarpışma, Albara surlarının altında, taraçalar halinde işlenen bir vadide meydana gelir. Eğer atabeyin dokuz yıldan beri Halep’e hükmettiği düşünülecek olursa, bu gecikmeye şaşırmak gerekir.


Çarpışma, kısa ama belirleyici olacaktır. Uzun bir cebri yürüyüşten bitkin düşen Batılılar, sayı fazlalığı karşısında ezilmiş ve paramparça edilmişlerdir. Yalnızca kral ile maiyetinden birkaç kişi kaleye sığınmayı başarabilmiştir. Foulque, kendini kurtarmaya gelmeleri için Kudüs’e haberci yollayacak zaman bulamamıştır. İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: Sonra Zengi bütün yolları kesti, hiçbir haberin sızmasına izin vermedi, öylesine ki, yol denetimleri çok sıklaştığından kuşatma altındakiler artık ülkelerinde neler olduğunu bilmiyorlardı.


Böylesine bir abluka Arapları hiç etkilemezdi. Bunlar kentlerarası haberleşme için, yüzyıllardan beri posta güvercini kullanıyorlardı. Sefere çıkan her ordu, birçok Müslüman şehrine ve kalesine ait güvercinleri beraberinde götürmektedir. Bu güvercinler, mutlaka yuvalarına geri dönecek şekilde eğitilmişlerdi. Bu durumda, ayaklarından birine bir haber bağlamak ve kuşu salmak, onların en hızlı habercilerden daha hızlı giderek, zaferi, bozgunu veya bir hükümdarın ölümünü haber vermeleri, kuşatma altındaki bir garnizonun kuşatma isteğini veya onu cesaretlendirme mesajını iletmeleri için yeterliydi. Arapların Frenkler’e karşı seferberliği düzene girdikçe, Şam, Kahire, Halep ve diğer şehirler arasında düzenli posta güvercini servisleri çalışmaya başlamıştır. Hatta devlet, bu kuşları yetiştiren ve eğiten kişilere ücret vermeye başlamıştır.


Zaten Frenkler güvercin yetiştirme merakını Doğu’da bulundukları sırada edinecekler ve bu iş daha sonra ülkelerinde çok revaçta olacaktır. Fakat Albara kuşatması sırasında bu haberleşme yöntemine ilişkin hiçbir şey bilmemektedirler, bu da Zengi’ye bundan yararlanma fırsatı yaratmaktadır. Kuşatma altındakiler üzerindeki baskısını artırmaya başlayan atabey, sıkı bir pazarlıktan sonra onlara avantajlı teslim koşulları önermiştir: Kalenin teslimi ve elli bin dinar ödemeleri. Bunun karşılığında, onların serbest gitmelerine izin verecektir. Foulque ve adamları teslim olmuşlar ve bu işten yakalarını ucuz kurtardıklarından ötürü mutlu olarak, dört nala kaçmışlardır. İbn el-Esir’e göre, Albara’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yardımlarına gelen büyük bir takviye gücüyle karşılaşmışlar ve teslim olduklarına pişman olmuşlardır, ama bu pişmanlık geç olmuştur. Bu ancak Frenkler’in dış dünyadan tamamen kopuk olmaları sayesinde mümkün olabilmiştir.


Zengi, özellikle tehlike belirten haberler aldığı ve Albara olayını lehine bitirdiği için daha da memnundur. 1118’de babası Aleksios’un yerine geçen Bizans imparatoru Ioannes Komnenos, onbinlerce adamıyla birlikte Kuzey Suriye’ye doğru yoldadır. Foulque uzaklaşır uzaklaşmaz, atabey atına atlayıp dörtnala Halep’e gitmiştir. Geçmişte Rumların baş hedefi olan kent kaynaşma içindedir. Bir saldırıyı hesaba katarak, surların civarındaki hendekler boşaltılmaya başlamıştır, çünkü halkın barış zamanlarında buralara çöp atma gibi kötü bir adeti vardır. Fakat vasilevsin elçileri kısa bir süre sonra Zengi’yi rahatlatmışlardı: Hedefleri kesinlikle Halep olmayıp, Rumların talep etmekten asla vazgeçmedikleri Frenk şehri Antakya’dır. Atabey bu arada, kentin çoktan kuşatıldığını ve mancınıklarla bombardıman altında olduğunu memnuniyetle öğrenmiştir. Zengi, hıristiyanları kendi aralarındaki kavgaları sürdürsünler diye bırakıp, Unar’ın kendine kafa tutmaya devam ettiği Hıms’ı kuşatmaya gitmiştir.


Ancak Frenkler’le Rumlar öngörülenden daha çabuk uyuşmuşlardır. Batılılar, vasilevsi sakinleştirmek için Antakya’yı ona geri vereceklerine söz vermişler, Ioannes Komnenos de onlara bunun karşılığında Suriye’de birçok müslüman kentini vermeyi yüklenmiştir. Bu da, 1138’de yeni bir fetih savaşını başlatmıştır. İmparatorun iki Frenk yardımcısı vardır: yeni Edessa kontu II. Jocelin ve II. Bohémond ile Alix’in sekiz yaşındaki kızları Constance’la evlenerek Antakya prensliğini ele geçiren Raymond adında bir şövalye.


Müttefikler, Nisanda Şeyzer’i kuşatmaya girişmişler, taş ve gülle atan on sekiz mancınığı buraya yerleştirmişlerdir. Frenk istilasının başlamasından önce kentin valiliğini yapmış olan yaşlı emir Sultan İbn Munkid, Rumlar ile Frenkler’in birleşik güçlerine karşı koyabileceğe hiç benzememektedir. İbn el-Esir’e göre, müttefikler hedef olarak Şeyzer’i seçmişlerdir, çünkü Zengi’nin kendine ait olmayan bir kenti hararetle savunmakla uğraşmayacağını umuyorlardı. Bu onu yanlış tanımaktır. Türk beyi, direnmeyi bizzat örgütlemiş ve yönetmiştir. Şeyzer çarpışması, onun için harika devlet adamı yeteneklerini her seferinden daha fazla seferber etme fırsatı yaratacaktır.


Birkaç hafta içinde bütün Doğu’yu ayağa kaldırmıştır. Anadolu’ya haberciler yollayıp, Danişment’in ardıllarını Bizans topraklarına saldırmaya ikna ettirdikten sonra, Bağdat’a karıştırıcılar yollamış, bunlar da 1111’de İbn el-Haşab’ın harekete geçirdiğine benzeyen bir ayaklanma örgütleyerek, Sultan Mesut’u Şeyzer’e asker yollamaya zorlamışlardır. Bütün Suriye ve Cezire emirlerine mektup yazmış, onları tehdid de ederek, yeni istilayı defetmeye çağırmıştır. Bizzat atebeyin kendi ordusu hasmınınkinden zayıf olduğundan, cepheden saldırmaktan vazgeçerek bir yıpratma taktiği uygulamıştır. Bu arada Zengi, vasilevs ve Frenk şefleriyle yoğun bir mektuplaşma içine girmiştir. İmparatora, müttefiklerinin ondan kaygılandıklarını - ki bu doğrudur - ve Suriye’den ayrılmasını sabırsızlıkla beklediklerini “haber vermiştir”. Frenkler’e, özellikle de Edessa kontu Jocelin ve Antakya prensi Raymond’a mesajlar yollamaktadır: Onlara Rumların Suriye’de tek bir kale fethederlerse, kısa bir süre içinde bütün kentlerinizi işgâl edeceklerini anlamıyor musunuz? demektedir. Sıradan Bizanslı ve Frenk savaşçıların yanına çok sayıda ajan göndermekte, çoğu Suriyeli hıristiyanlardan olan bu adamlar, İran, Irak ve Anadolu’dan devasa yardım ordularının geldiğine dair moral bozucu söylentiler yaymaktadırlar.


Bu propaganda, özellikle Frenkler arasında olmak üzere meyvalarını vermiştir. Altın kafa zırhını giymiş olan imparator mancınık atışlarını şahsen yönetirken, bir çadırda oturan Edessa ve Antakya senyörleri bitmez tükenmez zar partileri yapmaktadırlar. Firavunlar Mısır’ı zamanından beri bilinen bu oyun, XII. yüzyılda hem Doğu’da, hem de Batı’da çok yaygındır. Araplar buna “ez-zar (az-zar)” demektedirler, Frenkler bu kelimeyi alacaklar, ama onunla oyunun kendini değil, talihi, rastlantıyı ifade edeceklerdir: “Hasard”.


Frenk prenslerinin bu zar partileri, vasilevs Ioannes Komnenos’u öfkelendirmektedir. Müttefiklerinin kötü niyetinden morali bozulan ve güçlü bir Müslüman ordusunun yardıma geldiğine dair ısrarlı söylentilerden alarm durumuna geçen - bu ordu aslında Bağdat’tan hiç ayrılmamıştır -, imparator, Şeyzer kuşatmasına son vererek, 21 Mayıs 1138’de Antakya’ya gitmek için yola çıkmış, Jocelin ve Raymond’u peşinden yaya yürütüp, onlara seyis gibi davranarak, kente at üzerinde girmiştir.


Zengi için bu muazzam bir zaferdir. Rumlarla Frenkler arasındaki ittifakın yoğun bir korku yarattığı Arap âleminde, atabey artık bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Tabii ki canını sıkan bazı sorunları ara vermeden çözmek üzere prestijinden yararlanmaya kararlıdır. En başta da Hıms sorununu. Zengi, Şeyzer savaşı biter bitmez, yani mayıs sonunda Şam’la ilginç bir anlaşma yapar: Sultan Zümrüt’le evlenecek ve Hıms’ı da onun çeyizi olarak alacaktır. Oğlunun katili hanım sultan, bundan üç ay sonra alayla Hıms surlarının dibine gelmiş, burada yeni kocasıyla resmen birleşmiştir. Törene, sultanın, Bağdat ve Kahire halifelerinin temsilcileri ve hatta düş kırıklıklarından ders alarak Zengi’yle çok iyi ilişkiler kurmaya karar veren Rum imparatorunun elçileri katılmışlardır.


Musul, Halep ve Orta Suriye’nin tamamının efendisi olan atabey, yeni karısının yardımıyla Şam’ı ele geçirmeyi hedeflemiştir. Karısının, oğlu Mahmut’u Şam’ı ona çarpışmadan bırakması konusunda ikna etmeyi başaracağını ummaktadır. Hanım sultan tereddüt eder, hık mık eder. Ona güvenemeyeceğini anlayan Zengi, sonunda bu yoldan vazgeçer. Fakat 1139’da Harran’da bulunduğu sırada, Zümrüt’ten acil bir mesaj alır: Sultan hanım ona, Mahmut’un, üç kölesi tarafından yatağında bıçaklanarak katledildiğini haber vermektedir. Hanım sultan, kocasına gecikmeden Şam üzerine yürümesi, kenti ele geçirmesi ve oğlunun katillerini cezalandırması için yalvarmaktadır. Atabey hemen yola çıkar. Karısının gözyaşlarına hiç aldırmaz, ama Mahmut’un ölümünden Suriye’nin birliğini sonunda kendi önderliğinde gerçekleştirmek üzere yararlanabileceğini düşünür.


Bu, her zaman varolan ve Hıms’ın tesliminden sonra Şam’a geri dönen Unar’ı hesaba katmamak demektir. Unar, Mahmut’un ölümüyle kent yönetimini doğrudan kendi eline almıştır. Zengi’nin saldıracağını bekleyen Muyiniddin, buna karşı koymak üzere gecikmeden bir plan yapmıştır. O sırada bu planı uygulamıyor ve yalnızca savunmayı örgütlemekle meşgul oluyordu.


Zaten Zengi de, göz koyduğu kentin üzerine doğrudan gitmemiştir. İşe önce antik Roma kenti Baalbek’e saldırmakla başlamıştır; burası hâlâ Şamlıların elinde olan belli bir önemdeki yegâne yerleşim yeridir. Zengi’nin niyeti Suriye başkentini sarmak ve halkının moralini bozmaktır. Ağustos ayında Baalbek’in etrafına on dört mancınık yerleştirerek, Şam kuşatmasına yaz sonunda başlayabilmek için burayı ele geçirmek üzere, bunlarla şehri aralıksız dövmeye başlamıştır. Baalbek zorluk çıkartmadan teslim olmuştur, fakat Fenikeli bir tanrı olan Baal’in adına yapılmış olan eski bir tapınağın taşlarıyla inşa edilmiş olan Hisarı savunanlar ekim sonunda, hayatlarının bağışlanacağı güvencesini alarak teslim olunca, otuz yedi savaşçının çarmıha gerilmesini ve komutanlarının da hemen oracıkta canlı canlı derisinin yüzülmesini emretmiştir. Şamlıları, her tür direnmenin intihar olacağına ikna etmeye yönelik bu vahşi hareket, tamamen tersi etki yapmıştır. Unar’ın etrafında sıkı bir birlik oluşturan Şam halkı, hiçbir zaman olmadığı kadar cesur bir şekilde sonuna kadar çarpışmaya kararlıdır. Her halükârda kış yakındır ve Zengi ilkbahardan önce saldırmayı düşünemez. Unar, bu birkaç aydan, gizli planını düzene sokmak için yararlanacaktır.


Nisan 1140’ta atabey baskısını artırmış, genel bir saldırıya hazırlandığı sırada, Unar işte tam bu anda planını uygulamaya sokmuştur: Kral Foulque komutasındaki Frenk ordusunu, güç kullanarak Şam’a yardım etmesi için çağırmak. Bu tek bir kerelik bir harekât olmayıp, Zengi’nin ölümünden sonra da sürecek tam bir ittifak antlaşması olacaktır.


Nitekim Unar 1138’de, Halep’in efendisine karşı dostu vakanüvis Usama İbn Munkid’i, bir Frenk-Şam işbirliğinin incelemesi için Kudüs’e göndermiştir. Orada iyi karşılanan Usama, bir ilke anlaşması sağlamıştır. Karşılıklı elçiler gönderilmiş, vakanüvis 1140’ta belirgin önerilerle kutsal kente gitmiştir: Frenk ordusu Zengi’yi Şam’dan uzaklaşmaya zorlayacaktır; iki devletin güçleri yeni bir tehlike belirdiğinde birleşeceklerdir; Muyiniddin askeri harekâtların masrafını karşılamak üzere yirmi bin dinar ödeyecektir; nihayet Zengi’nin bağımlılarından Bere tarafından kısa bir süre önce ele geçirilmiş olan Banyas kalesini işgal etmek ve Kudüs kralına vermek üzere, Unar’ın komutasında ortak bir harekât yapılacaktır. Şamlılar, iyi niyetli olduklarını kanıtlamak üzere, kentin önde gelen ailelerinden seçilen rehineleri Frenkler’e vereceklerdir.


Aslında Frenk koruması altında yaşamak söz konusuydu, ama Suriye başkentinin halkı buna istemeye istemeye razı olmuştur. Atabeyin sert yöntemlerinden korkarak, Unar’ın görüşmelerini yaptığı antlaşmayı ittifakla kabul etmiştir. Unar’ın siyaseti inkâr edilemez bir etkinliğe sahiptir. Kıskaca düşmekten korkan Zengi, Baalbek’e çekilmiş, burayı ikta olarak güvenilir bir adamına, Eyüp’e vermiş, sonra ordusuyla birlikte kuzey yönünde uzaklaşmadan önce, Selahaddin’in babasına yenilgisinin intikamını almak için geri geleceğine söz vermiştir. Atabeyin gitmesinden sonra, Unar Banyas’ı işgâl etmiş ve ittifak antlaşmasına uygun bir şekilde burayı Frenkler’e teslim etmiştir. Sonra Kudüs krallığına resmi bir ziyarette bulunmuştur.


Usama ona bu ziyaretinde eşlik etmiştir. Usama, bir bakıma Şam’ın Frenk sorunları konusundaki büyük uzmanı haline gelmiştir. Bizim için mutluluk verici birşey olarak, vakanüvis-emir kendini diplomatik müzakerelerle sınırlamamaktadır. Herşeyden önce meraklı biri ve dikkatli bir gözlemcidir; bize, Frenkler zamanındaki gündelik hayata ve adetlere ilişkin unutulmaz bir tanıklık bırakacaktır.


Kudüs’ü ziyaret ettiğimde, dostlarım Templierler’in konaklama yeri olan el-Aksa camiine gitme adetini edinmiştim. Caminin kenarlarından birinde, Frenkler’in kilise kurdukları bir mescid vardı. Templierler, ibadetimi yapabilmek için burayı emrime veriyorlardı. Birgün buradan içeri girdim, Allahü Ekber dedim ve tam namaza duracaktım ki, bir adam, bir Frenk bana doğru koşup kolumdan tuttu ve yüzümü Doğu’ya çevirerek, bana “işte böyle ibadet edilir” dedi. Templierler hemen koşup onu benden uzaklaştırdılar. Ben de tekrar namaza durdum, ama bu adam dikkatsizliğimden yararlanarak tekrar üstüme atıldı, yüzümü Doğu’ya çevirerek, “işte böyle ibadet edilir” diye tekrarladı. Templierler gene müdahale ederek onu uzaklaştırdılar ve özür dileyerek, bana “o bir yabancı, Frenkler ülkesinden yeni geldi ve Doğu’ya dönmeden ibadet eden birini hiç görmedi” dediler. Ben de ibadetimi tamamladığımı söyledim ve beni Mekke’ye (Kıbleye) dönerek ibadet ederken görünce bu kadar çok kızan bu iblisin davranışından şaşırmış bir şekilde dışarı çıktım.


Emir Usama’nın Templierler’den “dostlarım” diye söz etmesinin nedeni, onların barbar adetlerinin Doğu’yla temasları sonucu kibarlaştığını düşünmesidir. Frenkler arasından bazılarının bizim aramıza yerleştiklerini ve Müslüman cemaatini geliştirdiklerini görüyoruz. Bunlar, onların işgâl altında tuttukları topraklarına yeni gelenlerden çok daha üstünler diye açıklamaktadır. Ona göre, el-Aksa camiindeki olay “Frenklerin kabalığının bir örneğidir”. Kudüs krallığına yaptığı çok sayıda ziyaret sırasında devşirdiği başka örnekleri de zikretmektedir.


Frenkler’in bayramlarından birini kutladıkları bir günde Taberiye’de (Tiberias, Tiberiade) bulunuyordum. Şövalyeler, bir mızrak oyunu oynamak için kentten çıkmışlardı. Çökmüş iki yaşlı kadını da beraberlerinde sürüklemişler ve atmeydanının bir ucuna koymuşlardı, diğer uçta ise bir kayaya asılmış bir domuz vardı. Şövalyeler bunun üzerine iki yaşlı arasında bir koşu yarışı düzenlediler.

 



Kadınlardan her biri, yolunu kesen bir grup şövalyenin eşliğinde ilerliyordu. Her adımda düşüyorlar, sonra seyircilerin kahkahası arasında yeniden kalkıyorlardı. Sonunda ihtiyarlardan biri birinci oldu, domuzu zaferinin ödülü olarak yakaladı.


Usama gibi okumuş ve incelmiş bir emirin, Galyalıların bu alışkanlıklarını takdir etmesi beklenemez. Fakat küçümseyici yüz ifadesi, Frenklerin adaletinin ne olduğunu gözlediğinde bir iğrenme haline dönüşmektedir. Şöyle anlatmaktadır:


Nablus’ta ilginç bir gösteriye katılmaya fırsatım oldu. İki adam teke tek dövüşeceklerdi. Bu dövüşün nedeni şuydu: Müslüman haydutlar komşu köyü istila etmişlerdi ve çiftçilerden birinin onlara rehberlik ettiğinden kuşkulanılıyordu. Kaçmıştı, ama yakında geri dönecekti, çünkü kral Foulque onun çocuklarını hapsettirmişti. Çiftçi ona, “bana adil davran ve beni itham edenlerle hesaplaşmama izin ver” demişti. Kral bunun üzerine, köyü fief (malikâne) olarak almış olan senyöre “hasmı getirt” demişti. Senyör köyde çalışan bir demirciyi seçmiş ve ona “düelloyu sen yapacaksın” demişti. Fiefin sahibi köylülerinden birinin öldürülmesini hiç istemiyordu, çünkü işlenecek tarlalar bundan zarar görürdü. Ben de işte bu demirciyi gördüm. Güçlü bir adamdı, ama yürürken veya otururken içecek birşeyler isteme eğilimindeydi. İtham edilen kişiye gelince, parmaklarını meydan okuma belirtisi olarak şaklatan cesur bir ihtiyardı. Nablus’un valisi olan vikont yaklaştı, herbirine bir kargı ile bir kalkan verdi ve seyircileri çevreye bir çember halinde yerleştirdi...


Dövüş başladı diye devam etmektedir Usama. Demirci ihtiyarı arkaya doğru bastırıyor, onu kalabalığın üstüne atıyor, sonra alanın ortasına geri dönüyordu. Birbirlerine öyle sert darbeler indirdiler ki, artık iki hasım tek bir kan sütunu gibi gözükmeye başladı. İşin sonunun çabuk gelmesini isteyen vikontun cesaretlendirmelerine rağmen dövüş uzadı. Onlara “daha çabuk” diye bağırıyordu. İhtiyar sonunda tükendi ve demirci de çekiç sallamadaki deneyinden yararlanarak ona bir darbe indirdi ve kargısını düşürdü. Sonunda üzerine çöküp, parmaklarını gözlerine sokmaya uğraştı, ama akan kanlardan ötürü bunu başaramadı. Demirci bunun üzerine kalktı ve hasmının işini bir kargı darbesiyle bitirdi. Cesedin boynuna hemen bir ip bağlayıp darağacına sürüklediler ve buraya astılar. Bu örnekten Frenkler’in adaletinin ne olduğunu anlayınız!

 



Emirin bu kızgınlığından daha doğal birşey olamaz, çünkü XII. yüzyıl Arapları açısından adalet ciddi birşeydir. Kadılar (yargıçlar) çok saygı gören kişilerdir; bunlar kararlarını vermeden önce Kur’an tarafından saptanmış iyice belli bir usule uymak zorundadırlar: İddia, savunma, tanıklıklar. Batılıların sık sık başvurdukları “Tanrı yargısı” (haklının düelloyla belirlenmesi.), onlara ölümcül bir şaka olarak gözükmektedir. Vakanüvis tarafından tasvir edilen bu düello, ordalie’nin (ilkel toplumlarda, suçluyu ortaya çıkartmak için başvurulan hukuk dışı yöntemler.) biçimlerinden başka bir şey değildir. Aynı zamanda, Usama’nın dehşetle anlattığı su işkencesi de vardır.


Suyla dolu kocaman bir fıçı getirilmiştir. Kuşkulanılan genç adam sucuk gibi bağlanmıştı ve kürek kemiklerinden bir ipe bağlanarak fıçının içine daldırılmıştı. Dediklerine göre eğer masumsa suya batacak ve bu iple dışarı çekilecekti. Eğer suçluysa, suya batması olanaksızdı. Talihsiz çocuk, suya attıklarında dibe kadar gitmeye uğraştı, ama başaramadı ve Allah onları lanetlesin, yasaların katılığına maruz kalmak zorunda kaldı. Bunun üzerine gözüne kızdırılmış gümüş bir mil çekildi ve kör edildi.


Suriyeli emirin “barbarlar” hakkında kanaati, bilgilerinden söz ettiğinde de hiç değişmemektedir. Frenkler, XII. yüzyılda bütün bilim ve teknik alanlarında Araplardan çok geridirler. Fakat gelişmiş Doğu ile ilkel Batı arasındaki açıklık tıp alanında daha da büyüktür. Usama farkı gözlemektedir:

Lübnan dağındaki Murnietra’nın Frenk valisi, bir gün Şeyzer emiri amcam Sultan’a, bazı acil durumluları tedavi etmek üzere bir hekim yollamasını rica eden bir mektup yazdı. Amcam bizim oralardan Thabet adında hıristiyan bir hekimi seçti. Bu hekim ancak birkaç gün kaldıktan sonra bize döndü. Hastaları bu kadar çabuk nasıl iyileştirdiğini öğrenmek için hepimiz meraktan çatlıyorduk, bu yüzden onu soru yağmuruna tuttuk. Thabet şöyle cevapladı: “Önüme, bacağında cerahat olan bir şövalye ile vereme yakalanmış bir kadın getirdiler. Şövalyenin bacağına bir yakı koydum, çıban açıldı ve küçüldü. Kadına da, ateşini düşürmek için perhiz verdim. Fakat bir Frenk hekimi geldi ve “Bu adam bunları tedavi etmesini bilmiyor”, dedi. Şövalyeye dönerek ona, “Tek bacağınla yaşamayı mı, yoksa ikisiyle birlikte ölmeyi mi tercih edersin?” diye sordu. Hasta, tek bacakla yaşamayı tercih ettiğini söyleyince, “Bana iyi bilenmiş bir baltayla güçlü bir şövalye getirin”, diye emretti. Biraz sonra şövalyeyle balta geldi. Hekim bacağı bir kütüğün üzerine koyarak, yeni gelene “Tek bir kerede kesmek üzere baltanla iyi bir vuruş yap” dedi. Adam gözlerimin önünde bacağa ilk darbeyi indirdi; ama kopmadığı için bir daha vurdu. Bacağın iliği saçıldı ve yaralı hemen o anda öldü. Kadına gelince, Frenk hekim onu muayene ettikten sonra, “Kafasının içinde ona aşık bir iblis var. Saçlarını kesin”, dedi. Saçlarını kestiler. Kadın onların gıdalarını sarımsak ve hardalla birlikte yemeye başladı, bu da veremini ağırlaştırdı. Onların hekimi, “Demek ki iblis başın içine girdi” diye iddia etti. Ve bir ustura alarak, (kadının) başına haç biçiminde çentik attı, kafa kemiğini açığa çıkardı ve onu tuzla oğdu. Kadın hemen oracıkta öldü. Bunun üzerine şöyle sordum: “Bana başka ihtiyacınız var mı?” Hayır, dediler ve Frenklerin hekiminden bilmediğim birçok şey öğrenerek geri geldim.


Batılıların cehaletleri karşısında apışıp kalan Usama, onların adetlerine daha da şaşırmıştır: “Frenkler, diye haykırmaktadır, onur duygusuna sahip değildir. Eğer içlerinden biri karısıyla sokağa çıkar da başka bir adama rastlarsa, bu sonuncusu kadının elini tutarak, konuşmak için onu ayrı bir yere çekmekte, bu arada koca konuşmanın bitmesini beklerken biraz uzaklaşmaktadır. Eğer bu iş uzarsa, karısını konuştuğu kişiyle bırakmakta ve gitmektedir”. Emirin kafası karışmıştır: “Bu çelişkinin üzerinde biraz düşünün. Bu adamların ne kıskanmaları, ne de onur duyguları var, oysa ne kadar da cesurlar. Oysa cesaret yalnızca onur duygusundan ve kötü olan herşeye karşı tiksinti duyulmasından kaynaklanır”.


Usama, Batılılar hakkında daha çok şey öğrendikçe, onlar hakkında kötü bir kanıya sahip olur. Onların yalnızca şövalyelik niteliklerini beğenmektedir. Bu durumda, onların arasından edindiği “dostlar”dan birinin, Foulque’un ordusundaki şövalyelerden birinin, ona oğlunu Avrupa’ya götürerek şövalyelik kurallarına alıştırmayı teklif ettiğinde, emirin, oğlunun “Frenkler’in ülkesine gitmesindense hapse girmesini tercih ettiğini” söyleyerek bunu geri çevirmesi anlaşılmaktadır. Bu yabancılarla yakınlaşmanın bir sınırı vardır. Zaten Usama’ya Batılıları tanıma konusunda umulmadık bir fırsat sağlayan Şam ile Kudüs arasındaki bu ünlü işbirliğinin bir süre sonra kısa bir ara olduğu anlaşılacaktır. Seyirlik bir olay, kısa bir süre sonra istilacıya karşı savaşı yeniden ve köküne kadar başlatacaktır: 23 eylül 1144 cumartesi günü, Doğu Frenk devletlerinin en eskisinin başkenti olan Edessa, atabey İmadeddin Zengi’nin eline geçmiştir.


Eğer Kudüs’ün 1099’da düşmesi Frenk istilasının zirvesini ve Sûr’un 1124 Temmuzda düşmesi de istila safhasının sona ermesini belirlediyse, Edessa’nın geri alınması da, tarihte Arapların istilacıya yönelik karşı saldırılarının taçlanması ve zafere doğru uzun yürüyüşün başlangıcı olarak kalacaktır.


Hiç kimse, istilanın bu kadar parlak bir şekilde tartışmalı hale getirileceğini tahmin edemiyordu. Aslında Edessa, Frenk varlığının bir ileri karakolundan ibaretti, ama bu devletin kontları yerel siyaset oyunuyla tam anlamıyla bütünleşmeyi becermişlerdi. Halkının çoğunluğu Ermeni olan kentin sonuncu Batılı efendisi, kısa boylu, sakallı, koca burunlu, patlak gözlü, orantısız vücutlu, ne cesaret, ne de bilgelik açısından parlak olan II. Jocelin’di. Fakat uyrukları ondan nefret etmiyorlardı, çünkü özellikle annesi Ermeniydi ve malikânesinin durumu hiç de kritikmişe benzemiyordu. Komşularıyla birbirlerini karşılıklı olarak yağmalıyorlardı ve bunlar hep ateşkeslerle sona eriyordu.


Fakat durum, bu 1144 sonbaharında aniden değişir. Zengi, becerikli bir askeri manevrayla, hem güçlüleri, hem de zayıfları sarsacak bir zafer kazanarak, doğu’nun bu parçasının üzerindeki yarım yüzyıllık Frenk egemenliğine son verir. Bu zafer ta, İran’dan uzaktaki “Almanlar” ülkesine kadar duyulur ve en büyük Frenk krallarının yönetimindeki yeni bir istilayı başlatır.


Edessa’nın fethinin en heyecanlı anlatısını, olayları bizzat yaşamış bir tanık, Süryani piskopusu Ebul-Farac Basil (Bar Habreus) yapmıştır. Bu papaz, olaylara doğrudan karışmıştır. Çarpışma sırasındaki tutumu, mensup olduğu Doğu hıristiyan cemaatlerinin yaşadıkları dramı iyice aydınlatmaktadır. Kenti saldırıya uğrayınca, Ebu-Farac savunmaya faal olarak katılır, fakat sempatisi giderek Müslüman ordusuna yönelmektedir, çünkü Batılı “koruyucular”ına karşı pek büyük bir saygı duymamaktadır. Şöyle anlatmaktadır:

Kont Jocelin Fırat kıyılarında talana çıkmıştı. Zengi bunu öğrendi. 30 kasımda Edessa surlarının dibine gelmişti. Askerleri gökteki yıldızlar kadar kalabalıktı. Kentin çevresindeki bütün topraklar onlarla doldu. Her yere çadır kuruldu ve atabey kendininkini şehrin kuzeyine Saatler kapısının (Şae kapısı) karşısında, Günah Çıkartıcılar (itiraf) kilisesine egemen bir tepenin üzerine kurdurdu.


Bir vadide yer almasına rağmen, Edessa alınması zor bir kaleydi, çünkü üçgen biçimli surları, çevredeki tepelere sağlamca bağlanmıştı. Ebul-Farac, fakat Jocelin hiç asker bırakmamıştı. Şehirde yalnızca kunduracılar, dokumacılar, ipek satıcıları, terziler, rahipler kalmıştı, diye açıklamaktadır. Demek ki şehri kentin Frenk piskoposu savunacak ve ona yüksek rütbeli bir Ermeni din adamı ile bizzat vekayinin yazarı yardım edeceklerdir, oysa Ebul-Farac atabeyle bir anlaşmadan yanadır.

Zengi, kuşatma altındakilere sürekli barış önerilerinde bulunuyor ve şöyle diyordu:

“Ey gafiller! Bütün umutların kaybolduğunu görüyorsunuz. Ne istiyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Kendinize, oğullarınıza, karılarınıza, ailenize acıyınız. Kentinizin harap olmasına ve insansız kalmasına engel olunuz”. Ama kentte iradesini dayatabilecek güçte hiçbir önder yoktur. Zengi’ye aptalca bir şekilde yalancı pehlivanlık yapıldı ve hakaretler yağdırıldı.


Kazmacıların surların altına lâğım kazdıklarını gören Ebul-Farac, barış önermek için Zengi’ye bir mektup yazılmasını teklif eder ve Frenk piskopos da buna katılır. “Mektup yazıldı ve halka okundu, ama akılsız bir adam, bir ipek satıcısı elini uzattı, mektubu kaptı ve yırttı”. Bu arada Zengi sürekli olarak, “Eğer istiyorsanız yardım alıp alamayacağınızı göresiniz diye size birkaç gün ateşkes süreci tanırız. Yoksa teslim olun ve yaşayın” diye tekrarlayıp duruyordu.


Fakat hiçbir yardım gelmez. Başkentine saldırıldığından erkenden haberdar edilmesine rağmen, Jocelin atabeyin güçleriyle boy ölçüşmeye cesaret edemez. Antakya ve Kudüs’ten yardım birliklerinin gelmesini beklemek üzere Tell Beşir’e yerleşmeyi tercih eder.


Türkler şimdi kuzey surlarının temelini uçurmuşlar ve onun yerine bol miktarda odun, kalas, ağaç kütükleri koymuşlardı. Bunlar daha iyi yansın ve duvar daha çabuk çöksün diye, yarıkları nafta, yağ ve kükürtle doldurmuşlardı. Bunun üzerine Zengi’nin emriyle bunlar tutuşturuldu. Ordugâhındaki haberciler savaşa hazırlanın çağrısı yaparak, askerleri sur çöker çökmez yarıktan içeri dalmaya davet ettiler ve şehri onlara üç gün yağmalatacaklarını vaad ettiler. Ateş nafta ve kükürdü sardı ve odun ile eritilmiş yağı tutuşturdu. Rüzgâr kuzeyden esiyor ve dumanı savunuculara taşıyordu. Sağlamlığına rağmen duvar önce sendeledi, sonra çöktü. Türkler, içlerinden çoğunu yarıkta kaybettikten sonra kente girdiler ve insanları ayırımsız katletmeye başladılar. O gün halktan yaklaşık altı bin kişi öldü. Kadınlar, çocuklar ve gençler, katliamdan kurtulmak için yukarı Hisara kaçtılar. Buranın kapısını Frenk piskoposun hatası yüzünden kapalı olarak buldular, çünkü o muhafızlara “eğer benim yüzümü görmezseniz kapıyı açmayın” demişti. Böylece Hisara gruplar halinde çıkanlar birbirlerini çiğniyorlardı. Ağlanası ve dehşet verici manzara: itişen kakışan, boğulan, tek bir gövde haline gelen yaklaşık beş bin, belki de daha fazla insan böylece korkunç bir şekilde hayatını kaybetti.

 


Oysa, katliamı durdurmak için bizzat Zengi müdahale edecek ve başyardımcısını Ebul-Farac’a yollayacaktır. “Saygıdeğer pederden, kendinin ve cemaatinin bize sadık kalacağına haç ve İncil üzerine yemin etmesini istiyoruz. Bu kentin Arapların yönetiminde olduğu iki yüz yıl boyunca büyük bir şehir olarak geliştiğini çok iyi biliyorsun. Şimdi, Frenkler burayı işgal edeli elli yıl oldu ve onu çoktan harabeye çevirdiler. Efendimiz İmadeddin Zengi, size iyi muamelede bulunmaya hazırdır. Onun egemenliği altında barış içinde yaşayın, güvenlik içinde olun ve uzun yaşaması için dua edin”. Ebul-Farac devam etmektedir:


Bunun üzerine, Suriyeliler ve Ermeniler kentten çıkartıldılar ve bunların hepsi rahatsız edilmeden evlerine döndü. Buna karşılık Frenkler’in nesi varsa, altın, gümüş, kutsal kaplar, kutsal su kapları, kutsal tabaklar, bezemeli haçlar ve çok miktarda mücevher alındı. Rahipler, soylular ve ileri gelen kişiler ayrı bir yana konuldu; bunların elbiseleri çıkartılıp, zincire vurulup Halep’e götürüldüler. Geriye kalanların içinden zenaatkârlar ayrıldı, Zengi onların her birini kendi mesleğinde çalıştırmak üzere esir olarak yanında tuttu. Yüz kadar olan diğer Frenkler’in tamamı idam edildi.


Edessa’nın geri alındığı haberi duyulunca, bütün Arap âlemi sevince boğuldu. Artık Zengi’ye en muhteris planlar atfedilmektedir. Atabeyin çevresinde çok sayıda bulunan Filistinli ve kıyı kentlerinden mülteciler, daha şimdiden Kudüs’ü geri almaktan söz etmektedirler. Bu hedef, bir süre sonra Frenkler’e karşı direnişin simgesi haline gelecektir.

Halife, günün kahramanına parlak ünvanlar vermekte gecikmemiştir: el-melik el-mansur (muzaffer melik), zeynülislam (islamın süsü), naşir emirülmüminin (insanların emirinin desteği). O dönemin bütün hükümdarları gibi, Zengi de gücünün simgesi olan ünvanlarını sıralamaktadır. İbn el-Kalanissi, ince bir alay taşıyan bir notta, vekayisinde bütün ünvanlarını sıralamadan “şu sultan”, “emir” veya “atabey” diye söz ettiğinden ötürü okurdan özür dilemektedir. Çünkü diye açıklamaktadır, X. yüzyıldan beri bu unvanlarda öylesine bir enflasyon yaşanmıştır ki, eğer hepsini vermeye kalksa, metni okunamaz hale gelir. Basitliği içinde yüce olan emirülmüminin ünvanıyla yetinen ilk halife dönemini hasretle andığını gizlice belirten Şamlı vakanüvis, söylediklerini açık hale getirmek için birçok örnek vermektedir, en başta da Zengininkini. İbn el-Kalanissi, atabeyi zikrettiği her seferinde şunları yazması gerektiğini hatırlatmaktadır:

Emir, komutan, büyük, adil, tanrının yardımcısı, zafer kazanan, emsalsiz, dinin desteği, İslamın kilit taşı, islamın süsü, yaratıkların koruyucusu, hanedanın ortağı, doktrinin yardımcısı, milletin şanı, meliklerin şerefi, sultanların dayanağı; kâfirlere, asilere, imansızlara galip gelen, Müslüman ordularının başı, muzaffer melik, hükümdarların hükümdarı, liyakatlerin güneşi, Irakeyn ve Suriye emiri, İran fatihi, Pehlivanı cihan, Alp, İnasay, Kutluk, Tuğrulbey, atabey, Ebu-Said Zengi İbn Aksungur, emirülmümininin desteği.

Şamlı vakanüvisin saygısız bir şekilde dalga geçtiği şatafatlı karakterlerinin dışında, bu ünvanlar artık Zengi’nin Arap dünyasında sahip olduğu öncelikli yeri işaret etmektedirler. Frenkler adını duyunca titremektedirler. Kral Foulque’un arkasında küçük çocuk bırakarak, Edessa’nın düşmesinden kısa bir süre sonra ölmüş olması, bu korkuları katlamaktadır. Taht niyabetini yürüten karısı, Frenkler ülkesine aceleyle elçiler göndererek, halkının uğradığı felâketleri haber vermiştir. İbn el-Kalanissi, bunun üzerine bütün ülkelerde, İslam topraklarına saldırmaları için insanlara çağrılar yapıldı, diye yazar.


Sanki Batılıların endişelerini teyid etmek istermişçesine, Zengi zaferinden sonra Suriye’ye dönmüş, Frenklerin elindeki başlıca kentlere karşı geniş çaplı bir saldırıya hazırlandığını duyurmuştur. Suriye kentleri bu tasarıları başta heyecanla karşılamışlardır. Fakat kısa bir süre sonra Şamlılar, tıpkı 1139’da olduğu gibi çok sayıda savaş makinesi yaptırtmak için Baalbek’e yerleşmiş olan atabeyin gerçek niyeti hakkında soru sormaya başlamışlardır. Cihad görüntüsü altında bizzat Şamlılara saldırmayı düşünüyor olmasın?


Bunu bilmek asla mümkün olmayacaktır, çünkü ilkbahar seferi için hazırlıkların bitmişe benzediği 1146 Ocağında, Zengi kuzeye gitmek zorunda kalmıştır. Casusları, onu Edessa kontu Jocelin’in, kentte kalmış olan bazı Ermeni dostlarıyla birlikte, Türk garnizonunu katletmek için bir fesat tezgâhladığından haberdar etmişlerdir. Atabey, fethettiği kente döner dönmez durumu kendi eline almış, eski kontun yandaşlarını idam ettirmiş ve halk arasındaki Frenk-karşıtı grubu güçlendirmek için kendini sonuna kadar destekleyecek üç yüz Yahudi aileyi Edessa’ya yerleştirmiştir.

Bu alarm, Zengi’yi alanını genişletme projesinden en azından bir süre vazgeçerek buradaki varlığını pekiştirmesi gerektiği konusunda ikna etmiştir. Özellikle, Halep’ten Musul’a giden büyük yol üzerinde yer alan ve Fırat kıyılarında bulunan güçlü Caber kalesini elinde tutan ve atabeyin otoritesini kabul etmeyen bir Arap emiri vardır. Bunun boyun eğmesi, iki başkent arasındaki ulaşımın kopmasına yol açabilir. Zengi, 1146 Haziranında Caber’i kuşatmıştır. Burayı birkaç gün içinde ele geçireceğini ummaktadır, fakat iş öngörülenden daha zor çıkmıştır. Üç ay geçmiş ve direnenlerin gücünde zayıflama olmamıştır.


Bir Eylül gecesi, atabey epeyi alkol aldıktan sonra uyumaktadır. Çadırının içindeki bir gürültüyle uyanır. Gözünü açınca, Yarenkeş adındaki Frenk kökenli bir hadımının onun testisinden şarap içtiğini görür, öfkeye kapılan atabey onu yarın ağır bir şekilde cezalandıracağına yemin eder. Efendisinin dehşetinden korkuya kapılan Yarenkeş, onun yeniden uyumasını bekler, bıçakla defalarca vurur ve Caber’e kaçar. Orada onu armağanlara boğarlar.


Zengi hemen ölmez. Yarı bilinçsiz bir şekilde yatarken, yakınlarından biri çadırına girer. İbn el-Esir onun tanıklığını aktaracaktır:


Atabey beni görünce, işini bitirmeye geldiğimi sandı ve parmağıyla bir işaret yaparak merhamet diledi. Ben üzüntüyle diz çöktüm ve ona, “efendimiz, bunu sana kim yaptı?” dedim. Ama bana cevap veremedi ve ruhunu teslim etti. Tanrı ona merhamet etsin.


Zengi’nin trajik ölümü, çağdaşlarını etkileyecektir. İbn el-Kalanissi olayı dizelere dökmüştür.


Sabah onu yatağına uzanmış olarak gösterdi,

hadımın boğazladığı yerde,

Oysa kahramanları ve kılıçlarıyla çevrelenmiş

olarak gururlu bir ordunun ortasında uyuyordu.

Zenginlik ve güç ona yaramadan bu dünyadan göçtü,

Onun ölmesiyle, o buradayken çekmeye cesaret

edemedikleri kılıçlarıyla baş kaldırdılar.



Zengi’nin ölümü tam bir kaynaşma ortamı yaratmıştır. Eskiden çok disiplinli olan askerleri, denetlenmesi olanaksız bir yağmacılar sürüsüne dönüşmüştür. Hazinesi, silahları, hatta kişisel eşyaları bile göz açıp kapayana kadar kaybolmuştur. Sonra ordusu dağılmaya başlamıştır. Emirleri, birbiri ardına adamlarını toplayıp, birkaç kaleyi işgâl etmeye veya buradan olayların durdurulmasını beklemeye koyulmuşlardır.


Muyiniddin Unar, hasmının öldüğünü duyunca, hemen askerlerinin başında Şam’dan ayrılarak Baalbek’i ele geçirmiş, Orta Suriye’ye birkaç hafta içinde egemen olmuştur. Antakya hükümdarı Raymond, unutmuşa benzediği bir geleneği tekrar uygulayarak, Halep surlarına kadar uzanan bir akın düzenlemiştir. Jocelin ise, Edessa’yı geri alabilmek için entrikalara girişmiştir.

Zengi tarafından kurulan güçlü devlet efsanesi sona ermişe benzemektedir. Ama gerçekte daha yeni başlamaktadır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

18 Ocak 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Süslenme-5

 


Epilasyon


Latince ex ekiyle kıl anlamında pilus sözcüğünden gelen epilasyon, bütün zenginliğine rağmen Pars Tuğlacı’nın Okyanus sözlüğünde (1971-72) bulunmadığı gibi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Örneklerle Türkçe Sözlüğünde de (1995) yok. Ama Dil Derneği’nin Türkçe Sözlüğünde (1998) bulunmaktadır ve anlamı açıklanırken işlemin “özel makinesiyle” yapıldığı belirtilmiştir.


Seneca hamam gürültüsünü anlatırken, “... doğru dürüst sesleri olanlar bir yana, bir de koltukaltı kıllarını alan ağdacıyı düşün! O cıyak cıyak sesini! Flani kendini tanıtmak için durmadan çığlıklar atan ve ancak kılları yolarken susan, o zaman da bir başkasını kendi yerine bağırtan o ağdacıyı!” diyerek hamam manzarası çizer. Romalı hiciv şairleri Martialis ve luvenalis de epilasyondan söz ederler ve tıp tarihçileri böylelikle bit ve vücut parazitlerinin önlendiği, mantar ve uyuzun, parazitlerle taşınan tifüsün azaldığını yazarlar.


Osmanlı kaynaklarında kıl döken ve söken çeşitli macun formülleri bulunmaktadır. Örneğin, bure (boraks) zırnıkla (arsenik kükürt karışımı) kıvamı tavuk tüyüyle denenerek tüyleri dökene kadar kaynatılır, kurutularak kaldırılır, gerektiğinde ıslatılarak kullanılır. Bazı formüller ise oldukça iddialıdır. İncir sütü ve karınca yumurtasıyla hazırlanan macunun buluğa ermemiş kızın kasıklarına sürüldüğünde hiç kıl çıkmayacağı bildirilir. Bu formüllerde çeşitli otların yanı sıra, gölgede kurumuş kurbağa eti, tatlı su kaplumbağası kanı gibi bugün garipsenen maddeler de vardır. 

TSE ‘Güzellik ve epilasyon salonlarının sınıflandırılması ve özellikleri’ ile ‘Manikür, pedikür ve ağda salonlarının sınıflandırılması ve özelliklerini belirleyen standartları 13 Nisan 1990’da kabul etmiştir. ‘Ağda günleri’ yalnızca edebiyatta yer bulmuşken, ‘istenmeyen kıllardan temizlenmeden söz etmenin meşrulaşması, güzellik salonu tabelaları, reklamlar ve elektronik aletlerle olmuştur.



Dövme


Bilinen en eski dövme, 1991 yılında İtalya’da Similaun buzulunda bulunan 5300 yıllık ‘buzadamı’nın üstünde görülmüştür. IÖ 400 yılına ait Pazırık kurganındaki göçebe şefinin dövmeleri türünün mükemmel örnekleridir. Eski Mısır’dan Orta Amerika’ya kadar çok eski ve yaygın olan dövme, farklı toplumlarda farklı toplumsal sınıf ve tabakalarca benimsenmiştir. Örneğin, Herodotos Traklarda dövmenin soyluluk işareti olduğunu yazar ki ta Amerika’daki Mayalarda da böyledir.


Dövmenin Romalılar Britanya’yı IÖ 43’de fethettikten sonra oradaki kabileleri taklitle moda olduğu ve Avrupa’ya böyle yayıldığı ileri sürülmektedir. Romalılar suçlu ve kölelere de dövme yaptırmışlardır. Büyük Constantinus (306-373) döneminde dövme yaygınlaştı. İlk Hıristiyanlar özellikle haç dövmesi yaptırırken, zamanla dövme yaptırmak pagan âdeti olarak görüldü ve yüze dövme yaptırmak yasaklandı. 787’de toplanan II. Nikaia (İznik) Konsili dövmeyi bütünüyle yasakladı. Osmanlı döneminde gene de mutaassıp Ermeniler arasında baş ve şahadet parmakları arasında haç dövmesi yaptırmak yaygındı. Kürt kadınlardan başlayarak Hindistan’a kadar çeşitli mezhep ve tarikatlarda halen dövme âdeti geçerlidir.


1066 Hastings Savaşı’nda İngiltere kralı Harold, kalbinin üstündeki Edith adı dahil dövmeleriyle teşhis edilmişti. Ama Avrupa’da dövme giderek nadirleşti. Dövmenin yeniden canlanması 18. yüzyılda Avrupalı denizcilerin Uzakdoğu ve Pasifik halklarının dövmelerini görmeleriyle oldu. Zaten Avrupa dillerine de yayılan İngilizce tattoo sözcüğü Tahiti dilinden alınmıştır. Polinezya ve Japonya’dakilere benzetilen dövme salonları liman şehirlerini doldurmuştur.


1891’de ABD’de ilk elektrikli dövme aleti patenti alındı. ABD dövme desenlerinin merkezi haline geldi ve bütün dünyada denizci, asker, yurt sever, dindar, romantik dövmeleri neredeyse standartlaştı.


İslam fıkhının vücuda zarar verme olarak değerlendirerek hoş görmediği dövme yeniçerilerde çok yaygındı. Yeniçeriler özellikle mensup oldukları ortaların işaretlerini yaptırırken, külhanbeyleri, efe ve pehlivanlar arasında da meraklısı çoktu.


17.yüzyılda ABD’de hükümlüler, İngiltere’de ordudan kaçanlar, Çarlık Rusya’sında Sibirya mahkûmları dövme yapılarak işaretlendi. Suçlulara dövme yapılmasına Fransa’da 1832, İngiltere’de 1834’de son verildi. Naziler de toplama kampı tutuklularına dövme yaptırdılar.


Dövme altkültür âdeti olarak sönmeye başlamışken, 20. yüzyılda sokak ve motosiklet çeteleri ve Punklarla dünya gençliği arasında yeniden yayılmaya başladı. Geleneksel dövme iğneyle resim çizildikten sonra çivit ve barutla sabitleştirilerek yapılır, üstünden kızgın yağ geçirilene ‘dağ’ denirdi. Dövmenin post-moderni de geçici dövmenin icadı oldu. 6 Mayıs 1997’de ‘Allah’ yazılı dövme yaptırdığı için inançlarla alay ettiği iddia edilen barmen, kurşunlanarak öldürüldü.



Manikür, Pedikür


“Manikürcülük zannedildiği gibi son birkaç sene zarfında türemiş bir sanat değildir. New York’ta on sekiz seneden beri manikürcülük yapan bir kadın varmış. (...) Ne manikürcü bolluğu varmış ne de onlara devam eden müşteri bolluğu.” Ahmet Cevat Emre’nin Ankara’da yayımlanan Muhit dergisi Mayıs 1930 tarihli 19. sayısında manikürü konu edinirken, yaygınlaşma nedenini de açıklar: “Suvare eldivenlerinin terk edilmesi asrî kadın için (manikürü) itiyat haline” getirmiştir.



Saç Kurutma Makinesi


Saç kurutma makinesi elektrikli süpürge ile blenderin bileşiminden doğmuştur. 1910’larda elektrikli aletler icat edilir ve yaygınlaşırken, her alet ve makineye birçok işlevi yakıştırma çabası vardı, ilk elektrikli süpürge reklamlarında da saçını bu makine ile kurutan bir kadın resmi kullanılmıştı, süpürgenin emici özelliği kadar üfleyici özelliğinden de yararlanılması öneriliyordu.


Saç kurutma makinesinin icadı ilk elektrikli süpürge motorlarının hantallığından kaynaklanıyordu. Blenderin patenti 1922’de alınmış olsa da, aynı şehirde, Racine’de (Wisconsin) yürütülen çalışmalarla blenderler için üretilen uygun motorlar elektrikli süpürge mantığıyla birleştirilince, Racine ve Cyclone adlı ilk ürünler Racine Universal Motor Şirketi ve Hamilton Beach Şirketi tarafından 1920’de piyasaya çıkarıldı.


İlk saç kurutma makineleri ağır, verdikleri hava fazla sıcak olsa da 1930’lara kadar elektrik süpürgelerinin yerini tuttular. 30 ve 40’lı yıllarda ısı ve hız ayarlama sistemleri geliştirildi. 1951’de elde taşınan küçük model yapıldı ama saç kurutma makinesinin Amerika’da yaygınlaşması 1960’Iardan sonra oldu. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Mevlana Meydanı / Konya

 


İslam Devletlerinde Yönetim-2


Nükud-ı İslamiyye (İslam Paraları)


Araplar İslamiyet'in doğuşuna kadar Rum ve İran paralarını kullandılar. Daha sonra ülkeler fethedilip devlet kurulunca, bir uygarlık oluşturmaya başlamışlar ve bunun bir parçası olarak sikke bastırmışlardır. Ancak bu sikkeyi önceleri Rumlar ve İranlılarla ortak bastırmışlardır. Halit b. Velid tarafından Hicret'in 15. yılında "Tabriye"de bastırılan sikke bu tür paralardan biridir.


Bu para, üzerinde haç, tac ve saltanat asası vs.'yi taşıması noktasından tıpkı Rum dinarı şeklindedir. Bir tarafına Yunan harfleri ile Halid'in ismi Xaved ve Bou kelimeleri kazılmıştır. Bu resmi nakleden alman tarihçi Dr. Müller, söz konusu harflerin Halid b. Velid'in künyesi olan "Ebu Süleymanı"nın kısaltılmış şekli olduğu görüşündedir.


Muaviye adına basılmış diğer bir sikke vardır ki, bu lran dinarı şeklindedir. Yalnız üzerinde Muaviye'nin adı yazılıdır.


Demiri, "bagliyye" adında bir çeşit paradan söz ederek, bunun "Re'sü'l-bagl" adında bir kişi tarafından Hz. Ömer adına lran sikkesi damgasıyla basılmış olduğunu veya bu sikke üzerinde padişahın resmi ve şahın tahtı altında Farsça (nüşhor) kelimesinin konduğunu rivayet ediyor.


Merhum Cevdet Paşa da Raşit Halifeler zamanında, beyler ve valiler tarafından bastırılmış sikkeler gördüğünü ve bunların en eskisinin Taberistan'da Hertek kasabasında Hicret'in 27. yılında bastırılan sikke olduğunu, üzerinde "Kufi yazı ile "bismillah rabbi" ibaresi bulunduğunu belirtiyor. Yine Cevdet Paşa, H. 38 yılında bastırılmış diğer bir para üzerinde de yukarıdaki ibarenin kazılmış olduğunu söyledikten sonra üzerinde Pehlevice "Abdullah b. Zübeyr" isminin yazılı olduğunu, H. 40 yılında Yezd'de bastırılmış diğer bir sikke daha gördüğünü söylemiştir. Bununla beraber belittiğimiz sikkeler, lslam devletlerince resmen tanınmıyordu. İşlemlerin çoğu Rum ve lran paralarıyla yapılıyordu. Emevilerden Abdülmelik zamanında ortaya çıkan bir olay, lslam paralarının kullanılmasına neden olmuştu. Halife Abdülmelik trazı (kaftan, cüppe vs. diğer elbiselerin yakalarına işlenen süslü yazı) Rumca'dan Arapça'ya çevirmek istemişti. Halifenin bu teşebbüsü Rum hükümdarınca hoş karşılanmamıştı. Bu yüzden dinarlar üzerine Peygamber'e hakareti içeren kelimeler işleteceğinden söz ederek Abdülmelik'i tehdit etmişti. Bu tehdit Abdülmelik'in onuruna dokunmuş ve hemen Müslümanların ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle konuyu görüşmüştü. Toplantıya katılanlardan biri bu konuda on iki imamdan biri olan ve Medine'de yaşayan Muhammed Bakır'ın görüşüne uyulmasının iyi olacağını söylemişti. Abdülmelik halifelik mücadelesinde rakibi olan Haşimoğulları'ndan birine muhtaç olmak istemiyordu. Ancak sonunda çaresiz ona başvurmaktan başka bir yol bulamadı. Medine'deki valisine "Muhammet Bakır"ın Şam'a gönderilmesi için şöyle bir emir gönderdi: "Muhammet b. Ali b. Hüseyin'e harçlık olarak yüz bin ve yol masrafı için de otuz bin dirhem vererek kendisini saygı ve refah içinde Şam'a gönder. Gerek kendisinin gerekse beraberindeki arkadaşlarının rahatı için ne gerekiyorsa hepsini yaptır." Muhammet Bakır Şam'a ulaştığında Abdülmelik Rum imparatorunun İslamiyet hakkında yapmak istediği hakaret ve ihanete karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiği konusunda kendisiyle bir görüşme yaptı.



Muhammet Bakır, Abdülmelik'e şu öneride bulunmuştur: "Bizans imparatorunun tehdidine karşı telaş etmeye gerek yok. Derhal birkaç sanatkarı yanına al onlara altın ve gümüşten para bastırıp paranın bir yüzüne 'kelime-i tevhid'i, diğer yüzüne de 'Peygamberin ismini' koyarsın. Dirhem veya dinarın kenarına da basıldığı yılı ve şehri eklersin. Dirhemi on, dinarı yedi miskal ağırlığında bastırmalısın."


Abdülmelik bu öneriyi yerinde bulup uygun görerek bastırdığı sikkeleri İslam yurtlarının her tarafına göndermiş ve gerek dirhem gerek dinar olsun söz konusu paralardan başka paraları kullananları da idam cezasıyla tehdit etmiş, daha önce tedavülde bulunan yabancı paraları İslam paralarına çevirtmiştir.


İbn el-Esir, Abdülmelik'e sözü edilen öneriyi yapan kişinin, Demiri'nin yukarıdaki rivayetine aykırı olarak Halid b. Yezid b. Muaviye olduğunu iddia ediyor. Diğer bazı tarihçiler ise, Demiri ve lbn el-Esir'in verdiği bilgilerden farklı şeyler de söylemişlerdir. Abdülmelik'in bastırdığı dinarlara Şam altınları adı verilmişti. Bundan başka Abdülmelik Irak valisi Haccac'a da dinar basımında kullanılan kırat ölçüsü üzere 15 kırat ağırlığında dirhemler bastırıp tedavüle çıkarmasını emretmiştir. Bu tarihten itibaren Irak'ta valilik veya emirlik yapanlar çoğunlukla Emeviler adına sikke bastırmaya başlamışlardır. Emeviler'in bastırdığı sikkelerin bir yüzüne "la ilahe illallahu vahde­hu la şerike leh" (Allah'dan başka ilah yoktur. O birdir ve eşi yoktur) ve bunun kenarına "bismillah, duribe haza el dirhemu fi beled-i keza sene keza (Allah'ın adıyla bu dirhem falan şehrinde filan yılda basılmıştır) ve diğer yüzüne de ihlas suresi ve bunun etrafına da "Muhammedun Rasulullah erselehü bi'l-hu­ da ve din-i'l-hakkı liyuzhirahu ale'd-dini kullih velev kerihe'l müşrikun" (Muhammed Allah'ın elçisidir. Allah O'nu hidayet ve hak dinle gönderendir. Çünkü O, bunu (dini) diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır, müşriklerin hoşuna gitmese de) ayeti işlenmişti. Bu yazılar hem dinar hem de dirhemlere aynı şekilde yazılırdı.


Söz konusu tarihten itibaren Müslümanlar Rum ve Iran parasını tamamen tedavülden kaldırdılar. Emevilerin bastırdığı en iyi para Ömer b. Hübeyre tarafından Emeviler adına bastırılan "Hübeyriye" adındaki sikkelerle Halid b. Abdullah'ın bastırdığı "Halidiye" ve Yusuf b. Ömer'in bastırdığı "Yusufiye" adındaki paralardır. Bunların üçü de Irak'ta görev yapmış Emevi valilerindendir.

Daha sonra hilafet Abbasilere geçince halife Mansur haraç bedeli olarak Emevi paralarından olmak üzere üç çeşit paradan başkasını kabul etmemiştir.


İslam madeni paraları Irak, Şam, Endülüs, Horasan, Hindistan vs. bölgelerde, başkentlerde ve ünlü kentlerde bastırılmıştır. Söz konusu madeni paralar devletler ve yüzyılların farklılaşmasına göre hacim olarak ve üzerindeki yazılar açısından birbirinden ayrıydı.


Bu paralarda kullanılan yazı önceleri "Kufi yazısı"yken daha sonra H. 631 yılında Selahaddin Eyyübi'nin oğlu Aziz Muhammed zamanında "basit nesih" yazısına çevrilmişti. Gelişmelerden anlaşıldığına göre, Müslümanlar H. 2. yüzyılın başlarına kadar sikkeler üzerine sikkenin basıldığı şehrin adını koymuyorlardı. Basım tarihini belirttiklerinde ise ondan önce "sene" kelimesini kullanırlardı. Daha sonra aynı anlama gelen "am" kelimesini kabul ettiler. Çok kere sikkelere "fülan senenin aylarında veya fülanın hükumeti zamanında gibi şeyler de yazıyorlardı. İlk zamanlarda tarih, cümle (ebced) harfleriyle ifade olunurken daha sonra rakamlar ile yazılmaya başlanmıştır. Rakam ile yazılmış elimize ulaşan en eski sikke H. 614/M. 1217 yılına aittir.


Darphane


Araplarca "darü'd-darb" adı verilen "darphane" bu yüzyılda devletler için nasıl zaruri ise o dönemde de öyleydi. Dünyanın hiçbir yerinde darphanesi olmayan uygar bir devlet bulunamaz. İhtiyaç gereği lslam devletleri her devirde başkentlerinde ve önemli kentlerinde birçok darphaneler kurmuşlardır. Bağdat, Kahire, Şam, Basra, Kurtuba vs. ünlü lslam kentlerinde birçok darphane vardı. Darphaneler, bastıkları sikkeler için odun bedeli ve baskı ücreti adıyla her 100 dirhem için bir dirhem ücret alırlardı. Bazı kentlerde bu ücret daha az veya daha çok olabiliyordu. Ancak her durumda devlet buradan önemli bir gelir sağlıyordu.


İslam devletlerinin vaktiyle ne kadar sikke bastırdığını doğru bir şekilde tesbit ve tayin etmek oldukça güçtür. Çünkü birçok kez bir lslam devleti yıllarca diğer bir devletin parasını kullanmakla yetinir ve ayrı darphane kurmazdı. Bazen de bir hükumet kendi adına sikke bastırdığı halde, kendisinden daha önce başka devletlerin bastırdığı sikkeleri kullanırdı. Bununla birlikte bu konuda elimize geçen bilgileri bir örnek olması için aşağıda kaydediyoruz.


Nejhu't-Tib kitabında "Endülüs'teki darphane idaresinin Hicret'in 4. yüzyılında Mervan oğullarının zamanında altın sikke basımından yıllık gelirleri 200.000 dinara ulaşmıştır" deniliyor. Bir dinar 17 dirhem tutuyordu. Söz konusu gelir basılan paraların yüzde biri kabul edilirse Islam ülkelerinden yalnız Endülüs'te her yıl 20 milyon dinar veya 10 milyon İngiliz lirası basıldığı ortaya çıkar oysa bu miktar günümüz İngiltere hükumetinin en güçlü zamanında, yılda bastırdığı madeni paraların iki katına eşittir. Şimdi bu miktara Fatımi devletinin başkenti olan Kahire'de, Abbasilerin başkenti olan Bağdat'ta vs. ünlü Islam kentlerinde o tarihlerde basılan miktarları da eklersek Islam ülkelerinde o zamanlarda bastırılan madeni paraların oldukça büyük bir yekune ulaşacağı görülür.

 

O zamanlar sikke basma sanatı, bu sanatın geçirmiş olduğu en basit devirlerdeydi. Paraya yazılması istenilen sözcük, demirden bir damgaya ters olarak kazınırdı. Altın ve gümüş dinar veya dirhem ağırlığında parça parça yapılırdı. Söz konusu damga veya kalıp bu parçalar üzerine konularak kalıbın resmi çıkıncaya kadar ağır bir çekiçle vurulurdu. İşte sikke bu şekilde yapılırdı. Sikke kelimesi önceleri kalıbın bulunduğu bu demir parçasına denirken daha sonra demirin eseri olan nakşa ve daha sonra sikke basımı sanatına da denmiştir.


Tıraz


Halifelere ait alametlerden sayılan tıraz, Rum ve İran devletlerinde egemenliği göstermek için kullanılan eski alametlerden biridir. Hükümdarlar kendi isimlerini veya birtakım özel işaretlerini ipekten yapılan elbiselerine kumaş dokunurken koydururlardı. Bu yazılar veya özel işaretler (alametler) ya altın sırmayla ya da kumaşın renginin dışında ipekle yapılırdı. Işte bu yazılara ve özel alametlere "tıraz" adı veriliyordu. Tıraz, makam ve rütbeye göre gerek halifelerin gerekse diğer devlet adamlarının resmi elbisesiydi. Bugün devletlerin kullandığı resmi elbiseler ve askeri üniformalar yerine o günlerde tıraz kullanılıyordu. Bundan amaç günümüzde olduğu gibi onu giyen kişinin devlet görevlilerinden olduğu halka bildirmekti.


Iran ve Rum hükümdarları tıraz üzerine kendi resimlerini, egemenliklerini işaret eden birtakım resim ve şekilleri taşır biçimde imal ettirirlerdi. Müslümanlar Kayser ve Kisraların hakim olduğu toprakları ele geçirip hüküm sürmeye başlayınca adet ve geleneklerinde Rum ve Iran hükümdarlarına özendiler. Resim kullanılması, Peygamber'in sözleriyle yasaklandığından tırazdaki resimler yerine isim, uğurlu saydıkları bazı şekil, yazı veya duayı içeren ibareler yazılmasını uygun görmüşlerdi.


Islam halifelerinden tırazı Arapça diline ilk değiştiren Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan'dı. Raşid Halifeler daha önce de belirttiğimiz gibi, oldukça sade bir ömür sürmüşler, bunun gibi gösterişli şeylere önem vermemişlerdi. Hilafet Emevilere geçince, zamanla Rumlarla karşılaşmaları sonucunda onların devlet kültüründen etkilenmişler ve birçok konuda onlara özenmişlerdir. Tırazlı elbise, tırazlı ev perdeleri ve tırazlı bohçalar, mendiller bu özenmelerin sonucudur.


Müslümanlar tırazı ilk önce Rumlarda olduğu gibi, Rumca yazılı olarak kabul etmişler ve Abdülmelik devrine kadar öylece kullanmışlardır. Halife Abdülmelik tırazı Arapçalaştırma emrini verince, bu işe öncelikle Mısır'da üretilen bohça ve mendillerden başlanmıştır.


Mısır halkı o sırada çoğunlukla Hıristiyan olduğundan, bohçalara ve mendillere Rumca tıraz koyarlardı. Bu tıraz ise "baba, oğul, Ruhulkudüs adına" duasından oluşuyordu. Müslümanlar Mısır ve Şam'ı ele geçirdiklerinde tırazı böylece almışlardı. Nihayet bir gün Abdülmelik kendi meclisinde otururken bir bohça görür ve üzerinde yazılı olan Rumca ibareyi anlamak ister. Yazılar Arapça'ya tercüme edilir. Kelimelerin anlamını ve hangi makamda kullanıldığını anlayınca tırazın o şekilde devam etmesini çirkin görmüş ve "Bu durum lslam dinine göre ne kadar çirkindir! bohçalardaki nakışlar böyle olsun da bunlar lslam ülkelerinin her tarafında kullanılsını Ne ayıp!" demiştir. Hemen Mısır valisi olan kardeşi Abdülaziz'e emir gönderdi. Tüm kumaşlar vs.'de kullanılan Rumca tırazın tamamen terk edilip yerine "la ilahe illa hu" (Ondan başka ilah yoktur) yazılmasını emretti. Halifenin emrine göre hareket edildi ve tırazların hepsi lslam tırazı şekline çevrildi. Daha sonraki lslam devletlerinde de bu şekilde devam etti. Abdülmelik diğer bölgelere de aynı emri göndererek Rum tırazı imal etmeye devam edenler olursa bunların dayak ve hapis cezasıyla cezalandırılmalarını emretti.


Söz konusu emirden sonra lslam ülkelerinde üretilen kumaş ve bohçalar, Rum imparatoru tarafından görülüp tercüme edilince, imparator çok öfkelenmiş ve Abdülmelik'e "Mısır'da üretilen mendil, bohça vs.'nin üretimi Rumlara aittir. Şimdiye kadar onların tırazı kullanılıyordu. Senden öncekiler buna itiraz etmediler. Ya onlar doğruyu yaptılar veya sen. İkisinden birini kabul et" anlamında bir mektup yazıp gönderdi ve tekrar Rum tırazının kullanılması için bazı hediyeler yolladı. Abdülmelik hediyelerin hepsini geri göndermekle kalmayıp, elçisine de imparatora cevap yazmaya gerek olmadığını söyledi. İmparator ikinci kez yine birçok hediye göndererek cevap beklemişse de cevap alamayınca, öfkelenip Rum parası üzerine Peygamber'e hakaret içeren kelimeler yazacağı tehdidinde bulunmuştu. Bu tehditler Abdülmelik'in -yukarıda belirttiği­ miz şekilde- lslami madeni paralar basması konusunda uyarıcı ve yönlendirici olmuştur.


Durumdan anlaşıldığına göre, elbise üzerinde bulunan tıraz bu olaydan sonra Müslümanların dikkatini çekmiş ve devlet adamları ve askeri üniformalar üzerine halifelik işaret ve sembolleri konulmaya başlanmıştır. Bu işaretler halifenin adı, lakabı vs.'den oluşuyordu. Böylece devletin diğer işlerinde, elbiselerde, bayraklarda bu yeni tıraz kullanıldı. Tıraz devletin egemenliğini gösteren en önemli alametten sayılıyordu. Üstelik valilerden biri hükümetin aleyhine isyan etmek istese halife adına okuttuğu hutbeyi kestiği gibi tırazdan da adını çıkarırdı. Nitekim Me'mün Horasan'da valiyken kardeşi Emin'in kendisini veliahdlıktan çıkardığını işitince onun adına hutbe okunmasını ve tıraz kullanılması geleneğini kaldırarak isyan ettiğini göstermiş ve ilan etmişti.


Halifeler, tıraz imaline mahsus kendi saraylarında "tıraz imalathaneleri" adıyla daireler kurdular. Buralarda dokunan elbise halifenin tırazı ile süsleniyordu. İmalathaneleri kontrol ve teftiş eden memura "sahib-i tıraz" adı verilirdi. Söz konusu memurlar bu imalathanelerde çalışan kuyumcuları ve onların alet ve takımlarını, dokuyucuları denetler ve aylıklarını verirlerdi. Emeviler ve Abbasilerde bu imalathaneler en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Halifeler buraları kontrol etme işini en güvendikleri memurlara verirlerdi. Endülüs'teki Emevi Devleti ile Mısır'daki Fatımiler ve çağdaşları olan yabancı devletler bu tür imalathanelere büyük önem verirlerdi.


Fatımiler zamanında "darü'l-kisve" adı verilen bu imalatahaneler de aynı şeyler olup, buralarda da her çeşit elbise biçilip dikilirdi. Her yıl bu imalathanelerde dikilen elbisenin değeri 600.000 dinara ulaşıyordu. Fatımi halifeleri emirlere bağışladıkları hilatlar, altın sırmalı elbiseler, altın sırmalı sarıklardan oluşuyordu. Bu gibi sırmalı bir elbiseyle sırmalı bir sarık 500.000 dinardı. Fatımi halifeleri biri kışlık biri yazlık olmak üzere bütün hükumet adamlarına ve kendi saray görevlilerine vs.'ye sarıktan şalvarlara varıncaya kadar yılda iki kez elbise dağıtırlardı. H. 516'da bu şekilde dağıtılan elbisenin sayısı 14.305 parçaya ulaşmıştır. Makrizi'de o sıralarda dağıtılan elbisenin çeşit ve biçimleri hakkında ayrı bir bölüm ayrılmıştır.

İslam devletlerinin duraklama ve gerileme devirlerine kadar bu tıraz imalathaneleri, söylediğimiz şekilde parlak devirler geçirdikten sonra tabi oldukları devletler gibi yıkılışa doğru giderken bile elbise ve tıraz kullanımından vazgeçilmemiştir. İmalathanelerin olmadığı yerlerde elbise ve tıraz ihtiyaçları özel sanatkarlardan satın alınarak karşılanmıştır. Mısır'daki Memluk beyleri böyle yapmışlardır. Kısacası söz konusu tıraz o eski devletlere göre günümüzde Osmanlı Devleti'nde kullanılan arma, hükumet adamları ve subayların resmi elbiseleri ve diğer devletlerde kullanılan benzeri resmi alametlerin benzeri olarak özel ve resmi elbise yerindeydi.


Belirtilen halifeler zamanında, -bayrakların rengi ve her devletin bir renk ile ayrılmasından başka­ bayraklarda Osmanlı devletinde kullanılan ay ve yıldız yerine geçmiş bir şeye rastlayamadık. Durumdan anlaşılan, söz konusu halifeler kendi isim veya lakaplarını sikke üzerine kazdırdıkları gibi bayraklar ve silahlar üzerine de işletirlerdi. Bu nakışlar devlet ve hükümdarların özel alametleri yerine geçerdi. İbn Hallikan Fatımi halifelerinden el-Azizbillah'ın hayatını anlatırken onun ülkeyi genişlettiğini Hıms, Hama, Şizer, Halep fetholunarak onun ülkesine ilhak edildiğini, Musul emiri Mukallid b. Müseyyeb tarafından söz konusu halife adına Musul'da hutbe okunduğu gibi halifenin adı sikkeye ve bayraklara işlendiğini açıklıyor. Ebu'l-Fida da Abbasi halifeleri zamanında "emiru'l ümera" lakabını alan Beckem'in Bağdat'ı istilasından söz ettiği sırada onun daha önceki emirlerden lbn Raik'in hizmetine girdiğini, üstelik taşıdığı bayrağa Raik'in adını koyduğunu söylemektedir. Bundan anlaşılıyor ki, lslam devletlerinde bayraklar üzerine isim koymak lslam'ın ilk dönemlerinde yalnız halifelere mahsus bir şeyken, daha sonra emirlere ve egemenlik makamına geçen her idarecinin uyguladığı bir gelenek olmuştur.


Serir, minber, taht ve kürsü de egemenlik alametlerinden sayılıyordu. Aynı şekilde; sancak, bayrak ve musiki aletleri de halifelik alametleri arasında belirtilmiştir. 



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

ONGUNCULUK (TOTEMİZM)

 



Bazı sosyolog ve tarihçiler totemizm'i dinlerin en ilkeli olarak kabul ederler.


Ongunculuk, adına klan denen bir insanlar grubunu bazı kutsal yaratıklara, ya da kimi kutsal nesnelere bağlayan dindir.


Ongun (Totem) sözcüğü, Kuzey Amerika Kızılderililerinden Algonkinler tarafından kullanılmaktaydı. Bu sözcüğe ilk kez 1791' de, Londra'da J. Long tarafından yayınlanan ve bu kişinin yolculuklarını anlatan bir kitapta rastlanmıştır.


Totemizm kurumlarıyla inançları da ilkin Kuzey Amerika'da Kızılderililer arasında incelenmiştir.

XIX. yüzyılın ortasına doğru, Avustralya'nın ilkel insanları arasında da buna benzer olaylara rastlandığı keşfedilmiştir.

XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında Baldwin Spencer ve Gillen adlı iki İngiliz gözlemci Orta Avustralya'nın kabileleri arasında önemli bir soruşturma yaptılar. O dolaylarda uzun yıllar geçiren ve onların dillerini de konuşan Kari Strehlow adlı bir Alman misyoneri, bu aynı incelemeye olağanüstü değerde yardımda bulundu. O gün bugün de Avustralya'nın, Totemizmin en iyi korunduğu bölge olduğu anlaşıldı.


Totemizm kurumlarıyla inançları daha iyi tanındıkça, Totemizmin tüm insanlığın tarihinde büyük bir rol oynamış olacağı varsayımı da güçlenmektedir. Daha XIX. yüzyılın yarısında MacLennan Totemizmle antik çağların dinleri, Robertson Smith de Sami'lerin dinleri arasında birtakım yakınlıklar bulmuşlardı. XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında Sir James-Gcorge Frazer (1854-1941) adlı İngiliz bilgini, bu konu üzerinde çok geniş belgeler topladı.


O zamana değin öğrenilen bütün olayların en dikkate değer sentezi, büyük Fransız sosyologu Emile Durkheim (1858- 1917) tarafından, "Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri" adlı çok önemli yapıtta ortaya konmuş  bulunmaktadır.

Totemizmin ana düşünceleri totem, mana ve tabu'dur. Başlıca ayin ve törenler bir müspet tapınma ile bir menfi tapınmadan ibarettir.


Totem terimi, bir klanın bütün üyelerinin kutsal saydıkları yaratıklar ya da şeyler çeşidini göstermektedir. Bunlar çoğu zaman (kanguru, opossum, manda, kartal, şahin, papağan, tırtıl gibi) hayvanlar, kimi (çay fidanı gibi) bitkiler, daha seyrek olarak da (yağmur, deniz, bazı yıldızlar gibi) şeylerdir. .


Örneğin, kanguru klanının bütün üyeleri, bütün kanguru çeşitlerini kutsal sayarlar.


Totem aynı zamanda klanın bütün üyelerinin taşıdıkları ve bunların hepsini birleştiren addır. Sırf bir klanın adını taşımak yüzünden, bir insan o klana üye sayılır. Toplumların büyük çoğunluğunda çocuk, daha doğuştan, anasının totemini taşımak hakkına sahip olur.


Totem ayrıca bir belirti, Durkheim'ın dediği gibi: "Bir grubun arması, hem de gerçek bir armasıdır ki bunun hanedan armaları ile olan benzerliği çoğu zaman göze çarpmıştır." Kimi zaman bu simgenin resminin yere yapıldığı; kimi zaman da kana bulandıktan sonra kalkanların, sandalların, çadırların, sonra da köylerin içine dikilen direklerle evlerin üzerine resmedildiği görülmüştür. Totemi gösteren şekil çoğu zaman dövme biçiminde beden üzerine basıldığı gibi, yaşayan bir kimsenin klanının toplantısından önce bunun bedeni ya da cesedin gömülmesinden önce ölünün bedeni üzerine de resmedildiği olur.


Zaten klanın üyeleri de dış görünüşlerini kendi totemlerinin biçimine uydurmaya çalışırlar ve bunu en çok saçlarına verdikleri biçimle yaparlar: Manda klanında saçlar boynuz şeklinde düzenlenmiştir; kaplumbağa klanında baş tıraş edilmiş, fakat hayvanın kafasını, ayaklarını ve kuyruğunu taklit eden altı tutam saç bırakılmıştır. Totem bir kuş ise, bu kuşun tüylerinin taşındığı da görülmüştür.


Durkheim'a göre "totem, ilkin ve her şeyden önce bir isim ve bir imdir."


Hatta daha da fazla bir şeydir: "Totem, ortaklaşa bir etiket, bir im olmakla birlikte, bunun dinsel bir niteliği de vardır ... Nesneler, totem esas tutularak kutsal olan ya da olmayan diye sınıflandırılırlar. Totem, kutsal şeylerin ta kendisidir. Zaten, "totemik yaratığın tasvirleri, totemik yaratığın kendisinden daha kutsaldırlar."


Kutsallık vasfı totemle onun tasvirinden insanın kendisine geçer.


Bu kişisel kutsallığın nedeni ise şudur; İnsan kendini, sözcüğün kullanılan anlamıyla insan saymakla birlikte, totem çeşidinin bir hayvanı ya da bir bitkisi de sayar. Nitekim, zaten onun adını da taşımaktadır: Buna göre ise adın verdiği kimlik, bir doğal kimlik haline girer... Kanguru klanının bir üyesi kendine Kanguru adını verir; şu halde o, bir bakıma, o türden bir hayvandır.

İnsan bedenindeki kimi kesimlerin özel bir kutsallığı vardır. Örneğin kan (kanı anımsatan aşı boyasının dinsel niteliği bu yüzdendir) ve saçlar gibi (bunların kesiliş tarzı, dinsel bir işlemdir).


Dinsel rütbe eşit olarak bölünmüş değildir: Bu bakımdan erkekler rütbece kadınlardan: yaşlılar ise -hatta dine kabul edilmiş olsalar bile- gençlerden üstündür.

Çoğu kez totem, klan üyelerinin babası, büyük babası, atası sayılır.


Totemik klanlara bölünmüş olan kabilede tüm yaratıklar ve tüm nesneler toteme göre sınıflandırılır. Tüm hayvanlar, tüm bitkiler, yağmur, gök gürültüsü, yıldızlar, mevsimler çeşitli totemler arasında paylaşılmış durumdadır. Bir Avustralya kabilesinde güneş beyaz papağana benzetildiği için, beyaz papağandır; ay ise kara papağana benzetildiği için kara papağandır.

Yine Durkheim'ın daha önce sözünü ettiğimiz yapıtında dediği gibi: "Totemizmin de kendi kozmolojisi vardır... Dinsel nesnelerin çevresi, ilkin içinde kapalı gibi göründüğü sınırların çok daha ötesine kadar yayılır... Totem dininin alanı, bir veya iki yaratık çeşidine ayrılmış olmaktan çok uzaktır; bu alan, bilinen evrenin en son sınırlarına dek yayılır."

Totemizmin başka bir temel düşüncesi de mana fikridir.

Bu söz bir Melanezya terimidir. Hem maddi, hem manevi ve ruhani olan, her yere yayılmış bulunan, kutsal imlerle kutsal yaratıklarda ve nesnelerde, tüm yaratıklarda ve tüm nesnelerde görülen kişilik dışı bir gücü gösterir.

Bu düşünceyi Melanezya'da ilk olarak incelemiş bulunan İngiliz misyoneri Codrington, mana terimini şöyle tanımlamaktadır:


"Bu madde dışı türden ve bir anlamda da doğaüstü bir güç, bir etkidir; fakat kendini bedensel güç ya da insanın sahip olduğu her tür kudret ve üstünlük sayesinde açığa vurur. Mana belirli bir nesne üzerinde sabit değildir; her çeşit nesne üzerine getirilebilir. Melanezyalının dini, ya kendisi yararlanmak, ya da bundan başkalarını yararlandırmak için mana edinmekten ibarettir."


Aynı düşünceye Kuzey Amerika Kızılderililerinde de rastlanır ki orada Siyular bunu anlatmak için vakan, Irokualar orenda,· Algonkinler manitu vb. terimlerini kullanırlar.


Durkheim'a göre Avustralyalıların Totemizmi totemik imlere, kutsal türden kişilere klanın üyeleri için ortaklaşa olan bir ilkeye inanmayı da içermektedir. Bu ilkeyi anlatmak için kimi zaman su­ ringa teriminin kullanıldığı olur.


Gerçekte tapınma, bu ortak ilkeye seslenmektedir. Başka bir deyimle Totemizm filan hayvanın, filan insanın, filan tasvirin değil, bir çeşit isimsiz ve kişilikdışı gücün dinidir ve bu güç, bu yaratıkların hiçbirine karışmamakla birlikte, bunların herbirinde bulunur. Hiç biri bunun tümüne sahip değildir ama bundan hepsinde vardır. Bu güç, kalıbı içine girdiği öznelliklerden öylesine bağımsızdır ki, onlardan önce varolduğu gibi, onlardan sonra da varolmaya, yaşamaya devam eder. Kişiler ölürler; kuşaklar geçerler ve yerlerine başkaları gelir; fakat bu güç her zaman güncel, canlı ve kendine benzer olarak kalır. Dünkü kuşaklara nasıl can veriyor idiyse, bugünkülere de can verir, nitekim yarınkilere de can verecek olan, yine odur. Sözcüğü çok geniş anlamda almak koşuluyla denebilir ki bu güç her totemik mezhebin tapındığı tanrıdır, dünyada kalıcıdır, sayılamayacak denli çok nesnelere dağılmış haldedir...



Totem, bu madde dışı özün hayal gücü karşısında özümlendiği maddeleşmiş biçiminden başka bir şey değildir; ayrı cinsten her çeşit yaratığın içine işleyip dağılmış bir enerjidir ki, tapınmanın konusunu yalnız ve yalnız o temsil eder



Totemizmde ayrıca tabu, yani yasak düşüncesi de bulunmaktadır.

Tabu, bir Polinezya terimidir: Kimi nesnelerin, kimi eylemlerin yasak olduğunu onaylayan konumu gösterir. Tabu, yasak sayılan nesnelere, eylemlere de sıfat halinde eklenir.


Tabunun başlıca amacı kutsal olanı, kutsal olmayandan ayırmaktır.


İlke olarak -herbiri gerçek birer "komünyon" (yani kurbanların yenmesi) olan gösterişli kimi törenler dışında- totemik hayvanı öldürüp yemek, totemik bitkiyi koparıp yemek yasaktır.


Çalışmak, dışkutsal (profane) eylemin en belirli biçimidir. Görünürde yaşamın cismani gereksinimlerini karşılamaktan başka amacı yoktur; çalışma bizi ancak bayağı şeylerle karşılaştırır. Tersine olarak, bayram günlerinde dinsel yaşam olağanüstü bir yeğinliğe ulaşır. Buna göre, bu iki çeşit varlık arasında karşıtlık, o anda, özellikle belirli bir hal alır; bundan dolayı da bu iki varlık yanyana olamaz ... Şu halde din gereğince boş oturmak, kutsalla dışkutsalı birbirinden ayıran genel uyuşmazlığın özel belirtisinden başka şey değildir; yani bir yasağın sonucudur.


Kökünü dinden alan başka yasaklar da ahlaki ve sosyal yaşama egemen bulunmaktadır. Aynı klanın bir üyesini öldürmek yasaktır. Aynı klandan bir kadınla birleşmek yasaktır; klanın dışından bir kadın almak gerekir. Exogamie (yani dışardan evlenme) görevi bunu gerektirmektedir. 

Bu yasaklar insana bir takım perhizler, yoksunluklar, dolayısıyla acılar yüklemektedir.


Durheim diyor ki: "Bundan da anlaşılacağı üzere perhiz ve nefse karşı koyma, sanıldığı gibi, yasakların dinsel, olağandışı ve hemen hemen anormal bir meyvesi değildir; tersine olarak bu, bir ana ögedir; çünkü bir yasaklar sistemine rastlandı mı kesinlikle bu da meydana çıkar."


"Yasaklara saygı gösterme" nin adına olumsuz tapınma diyebiliriz.

Kimi törenlerin konusu, tek bir baş üzerine tam bir yasaklar sistemini toplamaktan ibarettir. Avustralya'da da, bir kimse dine kabul edildiği zaman, işte bu hal meydana gelir.


Dine kabul edilecek kimse toplumdan çekilmek, kadınlar ve dine kabul edilmemişlerle görüşmemek, kendisine sağdıçlık eden birkaç yaşlının yönetimi altında cengelde ya da ormanda yaşamak zorundadır. Birçok yiyecekleri yemesi yasaktır; hatta yemesine izin verilen yiyeceklere bile dokunmaması gerekir; sağdıçları onun ağzına, yaşaması için ucu ucuna ne kadar yiyecek gerekse o kadarını koyarlar. Bazen kendisi en sıkı biçimde oruç tutmak zorunda bırakılır. Konuşmaması, eğlenmemesi, yıkanmaması, kımıldamaması gereklidir. Bu sınavın sonucu tam bir değişme, ikinci bir doğuştur. Bundan böyle artık dine kabul edilen kimse insan topluluğuna girecek, kutsal bir nitelik edinecek, tapınmalara katılacaktır.



Kutsal olanla olmayanı ayıran engel dolayısıyla insan ancak üstünde kutsal olmayan ne varsa onlardan sıyrılıp soyunmak koşuluyla kutsal şeylerle sıkı ve yakın temasa girebilir. Ancak cismani yaşamdan az çok tam olarak ayrılmaya başladıktan sonradır ki biraz geniş bir dinsel yaşam sürebilir. Şu halde olumlu tapınma, bir bakıma, bir amaca erişmek için bir araçtan ibarettir: Olumlu tapınmaya başlayabilmek için gerekli olan koşul budur.


Olumlu tapınma ‘da bir sıra ayin, töre ve yol, yöntem topluğu vardır.

İlkin bunlardan intişiyuma adlı büyük şenliği anabiliriz. Bu, kısa bir yağmur mevsiminden sonra gelen güzel mevsimde kutlanır. Klanın üyeleri çırılçıplak, yani kutsal olmayan tüm urbalarını çıkarmış oldukları halde, bir yere doğru yol alırlar: Bu yerde totem'lerle özdeşleşen efsenevi ataları simgeleştiren taşlarla kayalar vardır. Çeşitli yöntemlerle, örneğin çevreye bolluk ve verimlilik getirici tozlar serperek, totem türünün bol olarak yetişmesini sağlamayı umarlar. Sonra yasaklara tam tamına uyup tam tamına kendilerini temizleyerek, kutsal hayvanı hep birden yemek için bir araya toplanırlar. Böylece de bu hayvanda bulunan kutsal özle haşır-neşir olurlar ve bu özü benliklerine sindirirler.


İşte bunda büyük bir dinsel kurumun halen bilinmekte olan en ilkel biçim altında, bütün ana ilkeleri bulunmaktadır ki bu kurum sonradan üstün dinlerdeki olumlu tapınmanın özleyişlerinden biri olmuş ve adına da kurban, adak kurumu denmiştir. Bu savı ilk olarak açıklayan Robertson Smith'e göre bu kurban şölenlerinin amacı inananla tanrısı arasında bir hısımlık bağı kurmak için bunları, yenen kurbanın etinde içli-dışlı etmektir.


Buna göre de kurban eti yenmesinin en gizemli biçimine, halen bilinmekte olan en ilkel dinden başlayarak rastlanmakta olduğunu böylece saptamak mümkündür.


Olumlu tapınmada ayrıca mimetik ayinler de vardır. Benzer, benzeri doğurur yolundaki inanca uyularak, bol miktarda üremesi istenen hayvanı taklit amacını güden hareketler yapılır ya da sesler çıkarılır; bunlar sıçrayan kangurunun, kozasından çıkan tırtılın hareketleri; papağanın ötüşleridir (Klanın şefi bu ötüşü bütün bir gece tekrarlar ve ancak dermanı kesildiği zaman durur. Bunun üzerine oğlu onun yerine geçer ama şef biraz dinlenince yine ötmeye başlar).


Ayrıca temsili ya da atacı ayinler de vardır. Klanın bir takım efsanevi ataların torunları olduğu sanılır: Ovaları, dağları, nehirleri bu atalar yaratmışlar, canlıların tohumlarını onlar ekmişlerdir. Bu efsanevi öyküler anımsanır. Bazen bir çeşit dramatik temsil, bu uzak çağı anımsama olanağını verir. Bundan da yalnız dinin sırrına erenlerin katıldıkları dinsel törenlere ve gençlerle kadınların da katılabildikleri topluluk halindeki şenliklere geçilmiştir. O zaman tapınma, bir çeşit eğlence halini alır. "Oyunlarla sanatın başlıca biçimlerinin dinden doğma oldukları ve uzun zaman da dinsel bir nitelik taşımış oldukları" durumu, böylece anlaşılmaktadır.


Son olarak da tövbe ve istiğfar ayinlerini, törenlerini anmalıyız. Bunlar, bir afeti önlemek ya da yalnızca onu anımsatmak ve bu nedenle kederlenmek için yapılan bir takım hüzünlü törenlerdir.


Ölü kutsal olduğundan, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi, gücü durdurmak gerekliydi. Töreye göre ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, belirli zamanlarda kucaklaşmak gerekliydi. Dinsel usul ve erkan hısımlık ilişkilerine göre değişmektedir. Kadınlar saçlarını kesmek, bedenlerine toprak sürmek, bazen iki yılı bulan yas tutma süresince hiç konuşmayıp sessiz durmak zorundadırlar. Hatta yas bitince bile kimi kadınlar meramlarını ancak işaretler, davranışlarla anlatırlar: Yaşlı bir kadın yirmi dört yıl boyunca hiç konuşmamıştır.


Ölü ne denli kutsal olursa olsun, yine de temiz değildir. Bu gözlem de kutsal olmayanla, kutsal olanın iki yönünü ayırdetmek gibi bir sonuç doğurmaktadır: Temiz olan, uğurlu olan kutsal ile temiz olmayan uğursuz olan kutsal vardır. Zaten bu kutsallık konusunda, birinden ötekine geçilmesi de olasıdır. Temiz olanla olmayan iki ayrı tür değil, tüm kutsal nesneleri içine alan aynı türün iki ayrı çeşididir. Temiz olan sayesinde temiz olmayan yapıldığı gibi, temiz olmayanla da temiz olan elde edilebilir. Eti yenince insanın güç, kudret edindiği totemik hayvan, bunun etini yersiz olarak yiyen kimse için bir ölüm kaynağı olabilir.


Ancak, perhiz ve nefse karşı koyma gibi eylemlerle tövbe törenleri gibi yol ye yöntemlerin, Totemizmin esasında gamlı, kederli bir din olduğu gibi bir düşünce yaratmamaları gerekir.

İlkel insan tanrılarını, her ne bahasına olursa olsun iyiliklerini, ihsanlarını elde etmek zorunda olduğu. Yabancılar, düşmanlar, tam anlamıyla zararlı varlıklar gibi görmemiştir; tam tersine bu tanrılar onun için birer dost ve hısım, doğal birer koruyucudur. Nitekim, totemik türün varlıklarına verdiği adlar da bunu göstermiyor mu? Tapınırken hitap edilen güç çok yükseklerde dolaşan ve kullarını üstünlüğü ile ezen bir güç değildir; tersine, bu güç, tapınanın hemen yanıbaşındadır ve doğal olarak sahip olmadığı yararlı güçleri ona aşılar. Tanrı belki ancak tarihin bu anında insana bu denli yakın olmuştur: Çünkü insanın yakın çevresindeki nesnelerde vardır ve kısmen de insanın kendisinde bulunur. Sonuç olarak Totemizm'in kökünde olan şey tedhiş ve baskı değil, sevinçli bir inançtan doğan duygulardır.


Durkheim totemik inanç ve tapınışların parlak bir sentezini verdikten sonra bu ilkel dini doğuran nedenlerle bunun sonuçlarını da bulmaya çalışmaktadır. Bu noktadaysa görüşleri daha az nesnel, daha kişisel bir hal almakta, daha çok tartışma konusu olacak bir maceraya dökülmektedir.


Durkheim Totemizm ‘in açıklaması olarak önerdiği şeyi, kendi genel din görüşüne bağlamaktadır.


Din esasında kutsal olanın kutsal olmayandan ayrılmasıyla nitelenmektedir. Durkheim'a göre: "Dünya birisi kutsal olan, diğeri ise kutsal olmayan her nesnenin içinde toplandığı iki ayrı alana bölünmüş bulunmaktadır ve din düşüncesinin ayırdedici niteliği de budur." Beri yandan, din sosyal bir olaydır: "Şu halde tam anlamıyla dinsel inançlar her zaman belirli bir topluluğun malıdır, bu topluluk bu inançları benimser ve onun gereklerini dayanışma halinde yerine getirir." Buna göre dini şöyle tanımlayabiliriz: "Din kutsal, yani aynı, yasak nesnelerle ilgili bir inanç ve töre, yol-yöntem sistemidir ve bunların tümü, adına kilise denen, aynı manevi topluluk içinde birleştirilir."

Kişiyi kendi benliğinin üzerine yükselterek onda kutsal nesnenin duygusunu yaratan, toplumdur. "Bir tanrı inananlar için neyse, bir toplum da üyeleri için odur."


Avustralya toplumlarında ise ilkel insan özel olarak, kendi klanı tarafından korunduğunu, desteklendiğini, onun egemenliği altında olduğunu da hisseder. Sonra, dindışı yaşayışı boyunca genel olarak dağınık bulunan halk, dinin sırrına ermiş kimselere özgü törenlerle henüz dine kabul edilmemiş kimselere ve kadınlara özgü öteki törenlerde bir araya toplanır. Bu toplantılar şevk ve heyecana yol açar. Herkes bağırıp çağırır, zıplayıp sıçrar, rakseder, adına "boomerang" denen silahı birbirine çarpar. Kadınlarla erkekler her zamanki kurallara aykırı olarak birleşirler; kocalar karılarını değiş-tokuş ederler ... İlkel insan o zaman "kendisini çılgınlık derecesinde bir tutkuya ulaştıran olağanüstü güçlerle ilişki haline girer." Kutsal nesneler alemine ayak basar.

Kişinin o zaman edindiği izlenimler -bunlar bağımlılık ve gittikçe artan bir canlılık izlenimleridir- klandan klanın imine, toteme geçer ve kişinin duyuları karşısında totemin çeşitli tasvirleri belirir. Klanın, kendisini öteki klanlardan ayırdeden ve grubun birliğini hissedilir hale sokan böyle bir ime gereksinimi vardır.


İm, ilkel insanın en fazla ilişkide bulunduğu nesneler ve özellikle yaratıklar arasından seçilmiştir. Strehlow'un bir gözlemi bizi şöyle bir düşünceye yöneltmektedir: Klan kendisine im olarak "ötedenberi toplanmayı adet edinmiş olduğu yerin yakınında en çok yaygın olan hayvan ya da bitkiyi" almış olmalıdır.



Totemizmi artık nedenleri değil de sonuçları bakımından inceleyen Durkheim, bu ilkel dinin, insanlığın en aydın, ahlaksal, sosyal ve dinsel yaşayışı üzerinde geniş ve derin bir etki yarattığı sonucuna varmaktadır.


Biz bu dinle her şeyden önce, düşüncemizin içinde hareket halinde olduğu çerçeveleri borçlu bulunmaktayız, bunlar zaman, mekan, genel düşünce ve kavramlar, aklımızın temel yasalarıdır.


Kişi hiç kuşkusuz duyuları ile, özellikle görme duyusuyla belirli bir alanı hemencecik kavrayabilmektedir. Fakat tüm insanların aynı biçimde tasarımladıkları tek tür mekanın kökü sosyaldir, dinseldir. Kimi Avustralya toplumlarında kabilenin işgal ettiği konak alanı çember biçiminde olduğundan, mekan da çember biçiminde tasarımlanmaktadır; bu çember, kabileyi oluşturan klanlar sayısınca parçalara bölünmüş bulunmaktadır. Öte yandan, sağ ile sol arasındaki ayrılık da birtakım ortak tasarımlardan ileri gelmektedir: Sağ el kutsal nesnelere, sol el kutsal olmayan nesnelere yakındır.


Kişi hiç kuşkusuz benliğinde algılamalar, anılar, zevklerle acılar vd. gibi kişisel ruh hallerinin birbirini kovaladığını anlamaktadır. Fakat, kişinin yaşam sürecinin içinden, herkes için ortak, tutarlı zaman ayrılıp çıkmaktadır. Zamanın bölümleri de ayinlerin, bayramların, dinsel törenlerin dönemselliğinden oluşmaktadır.


Totemik kozmoloji, yaratıklarla nesnelerin, hepsini bir araya toplayan gruplara bölünmesini gerektirmektedir: İnsan sınıflarına egemen olan genel düşünceler ve kavramlar da bundan çıkmaktadır.


Kilikdışı, yani ortak aklın ilkeleri, kişisel düşünceden daha üstündür. Böyle ilkeler olmasaydı her ortak davranış da olanaksızlaşırdı. Mimetik tapınış yöntemleri "benzer, benzeri doğurur" inancına bağlıdır. Bu ise "aynı nedenler aynı etkileri yaratırlar" yolundaki nedensellik ilkesinin, yani aklımızın temel yasalarından birinin ilk kez ifade edilişidir.


Totemizm ayrıca estetik yaşamın da kökü olmuştur. Tapınışın nasıl bir eğlence haline geldiğini, oyunlarla sanatın kimi biçimlerinin, özellikle dramatik sanatın kaynağı olduğunu daha önce görmüştük.

İnsanlığın ahlaksal, toplumsal, hukuksal yaşamı, kökünü dinden ve dinlerin ilki olan Totemizmden almıştır. Bu dindeki yasaklar, toplumun kişilere kabul ettirdiği yasaların ilk biçimini özümlemektedir.

Son olarak Durkheim, ileride çok geniş bir gelişme edinecek olan can, ruh, Tanrı gibi dinsel düşüncelerin kökünü Totemizmde görmektedir. 


Avustralyalılar her insan bedeninin yaşamın özü, can demek olan bir iç varlık içerdiğini kabul etmektedirler. (Bununla birlikte kimi kabileler kadında hiç can olmadığı düşüncesindedirler.) Her seferinde, bir atanın ruhu, canı, yeni bir bedende görünmektedir. Ölüm sırasında bu can, ruhlar ülkesine dönmekte, sonra yine geri gelerek başka bir bedene girmektedir.


Atalar hayvan gibi, bitki gibi totemik varlıklar, ya da örneğin kanguru -insan gibi insan-hayvanlardı. Durkheim'a göre de "atalar, totemin parçalanmış biçimleridir." Kişisel ruh, bir atanın bir bedene girişiyle oluştuğuna göre, "genel olarak ruh, her kişinin bedenine girmiş olan totemik özden başka şey değildir", yani bu, "kişileşmiş bir manadır”.


Ruhun, kutsal olmayan beden karşısında kutsal bir nesne olduğu da böylece açıklanabilir.


Totemizmin zayıflamış olduğu toplumlarda, ruhun bir hayvan biçiminde olduğu da düşünülebilmektedir: Kuzey Amerika Kızılderilileri, Brezilya'daki Bororo'lar ruhu bir ayı, bir geyik, bir kuş, bir yılan, bir kertenkele, bir arı biçiminde tasarımlamaktadırlar. Kişi ölünce, ruh biçimine dönerek bir hayvan bedenine girmektedir. Durkheim'a göre, "çok yaygın olan ruhgöçü (tenasüh, metempsychose) öğretisi de herhalde bundan gelmektedir."

Canlar bedenden çıkınca ruh haline gelir. Ortak yaşamın sürekliliği için bunların ölümden sonra yaşamaları çok gereklidir. Ata'nın ruhunun bir bölümü kadının bedenine girer; bir başka parçası yeni doğmuş çocuğu korur, insanı korur, koruyucu bir melek hizmetini görür. Kimi ölülerin canları kendilerine konut olarak ormanları ya da mağaraları seçerler, Birer doğa ruhu haline girerler.


Bir kabilenin tüm klanları için ortak tapınma yol ve yöntemini -örneğin dine kabul edilme yöntemlerini- kurmuş sayılan bazı ruhlar, gerçek birer kabile tanrısı haline girerler. Hatta bu tanrıların -temsilcileri dine kabul olunma törenlerine çağrılmış- başka kabilelerce de tanındıkları olur. Bu törenler hem dinsel, hem laik nitelikte bir tür uluslararası panayırlardır. Bu tanrıların böylece, bu kabileler tarafından da benimsendikleri görülür. Böylece bir düşünce alışverişi oluşur ve "uluslararası bir mitologya" doğar. Bundan da anlaşılacağı üzere "dinsel enternasyonalizm en yeni ve en ileri dinlere özgü bir özellik" değildir.


Örneğin, Tanrı Bunjil, Victoria Devleti'nin hemen her yanında tapınılan bir tanrı haline gelmiştir. Her yanda da nitelikleri aynıdır.

Ölmez, hatta sonsuz bir varlıktır o; çünkü hiçbir başka varlıktan gelme değildir. Bir süre yeryüzünde oturduktan sonra gök'e çıkmış ya da çıkarılmıştır, orada da ailesiyle birlikte yaşamayı sürdürmektedir. Yıldızlar üzerinde gücü olduğu söylenir. Güneşle ayın yürüyüşlerini ayarlayan odur; onlara buyruk verir. Buluttan şimşek çıkaran, yıldırımı atan odur. Gök gürültüsü de o olduğundan aynı zamanda yağmurla ilişki halindedir: Kuraklık oldu, ya da çok yağmur yağdı mı herkes ona başvurur. Ondan tıpkı bir çeşit Yaratanmış gibi sözedilir: insanların babası diye adlandırılır ve insanları yaratanın o olduğu söylenir.


Tanrı Bunjil'i böylece tanımladıktan sonra Durkheim şu sonuca varıyor: "İşte böylece Totemizmin yükseldiği en yüksek görüşe de erişmiş oluyoruz. Bu nokta, Totemizmin kendisinden sonra gelecek dinlere ulaşıp onları hazırladığı noktadır."


Totemizm üzerinde ileri sürülen kuramlardan hiç kuşkusuz en bütün ve en derini Durkheim'ınkidir. Tümü bakımından bu kuram sağlam olarak kalmaktadır. Bununla birlikte bu kuram, bu dinsel olayı açıklayan tek öğreti olmaktan da uzaktır. 1920'de "Totemizmin Şimdiki Durumu" adı ile yazdığı bir yapıtta Arnold Van Gennep bu konu ile ilgili kırk üç kuram saymaktadır.


Durkheim'ın görüşü çok çetin tartışmalara yol açmıştır. En çok da, ileri sürdüğü olaylar için yaptığı sosyolojik açıklamalar eleştirilmiştir.

Kutsal'la sosyal için ileri sürdüğü tıpkılık, genel olarak yersiz bir önerme sayılmıştır.


Özellikle Avustralya toplumları için ise klanın, kendisini öbür klanlardan ayıracak olan bir bitki ya da bir hayvan tasvirine gereksinimi olduğunu tüm dinsel yaşamın açıklaması olarak kabul etmek biraz güçtür. Rene Dussaud'nun "Dinler Tarihine Giriş" adlı yapıtında yazdığı gibi, "neden" -yani bir ime sahip olmak arzusu - ile etki -yani sosyal ve dinsel örgütlenme- arasındaki oransızlık apaçıktır."


Durkheim'ın ilkel insan için totemik tasvirin, totemik varlığın kendisinden daha kutsal olduğu yolundaki savı da biraz gariptir. Kutsallık niteliğinin daha çok varlıktan ya da nesneden onun tasvirine gitmesi daha akla yakın görünmektedir. Nitekim haç - yani çarmıh- da ancak buna çivilenen kimsenin kişiliği tanrısal sayıldığı içindir ki kimilerince kutsal sayılmaktadır.


Son olarak ve özellikle, totem'den mana'ya geçiş de anlaşılması çok güç bir şey olarak görünmektedir. Tersine olarak, "totemin kutsal niteliğini mana'dan aldığı yaygın haldeki büyü ile karışık dinsel gücün, belki çok ilkel olan, bir çeşit cisimlenmesi olduğu düşünülebilir, ki bu gücün hemen tüm dinlerde bulunduğu hiç yadsınamayan bir gerçektir."


Klanın üyeleri için de bu, kendisinde en çok mana toplanmış bulunan özel bir hayvan ya da bitki türü olabilir.

Böylece de mana düşüncesinin totem düşüncesinden daha önce olduğu kabul edilirse Totemizm, Durkheim'ın yaptığından daha fazla olarak, Animizm (Fetişizm)e yaklaştırılmış olur.



Felicien Challaye dinler tarihi

çeviren: Samih Tiryakioğlu


Mardin

 


ASYA'YI ELE GEÇİREN İLK BATILI: BÜYÜK İSKENDER

 


Dünya tarihinin en önemli simalarından biri olan büyük İskender'in asıl adı Aleksandros'tur. M.Ö. 356 yılında Makedonya kralı II. Filip'in oğlu olarak şimdiki Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Pella'da dünyaya geldi. Babası Filip, kendi döneminde (M.Ö. 359-336) Makedonya Krallığı'nın sınırlarını, Yunanistan'a ve Balkanlar'ın büyük bir kısmına ulaştırmayı başarmıştır. Oğlu Aleksandros'a dönemin en büyük bilginlerinden dersler aldırmış, onu genç yaşta felsefe, bilim ve siyaset bilgeleriyle tanıştırmıştır.


İskender henüz on üç yaşında iken Aristo'ya öğrenci olmuş, üç yıl süre ile ondan; dil, tarih, felsefe, edebiyat ve siyaset alanında bilgiler almış, bu suretle ufkunu genç yaşta genişletmiştir.


Babasının M.Ö. 336 yılında siyasi bir suikastla öldürülmesinden sonra 20 yaşında, tahtında 12 yıl 8 ay kalacağı Makedonya Krallığı'nın başına geçti. Büyük İskender önce Trakyayı itaat altına aldı. Sonra Tebai ve Atina'daki başkaldırıları kanlı bir biçimde bastırdı. Tebai şehrini yerle bir ettiğinde Atina'ya dokunmadı. Böylece Yunan şehir devletleri Büyük İskender'in hakimiyetini tanımak zorunda kaldılar.


İSKENDER'İN ASYA SEFERİ


Büyük İskender, babası II. Filip'in de ideali olan Perslerden intikam almak ve onlarla hesaplaşmak gayesiyle Asya Seferi'ne karar verdi. Batı tarihinde, Avrupa sınırlarını Orta Asya kapılarına taşıyacak olan bu önemli sefer için gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra mimar, mühendis, tarihçi ve ilim adamlarının da bulunduğu büyük bir ordu ile yola çıktı. İskender, Pers ordusunu ilk defa Çanakkale’de Biga Çayı kıyısında mağlup ederek Anadolu'ya girdi. Güneye yönelerek İyon şehir devletlerini teker teker itaat altına aldı. M.Ö. 333 yılı baharında Anadolu'nun güneyine indi ve Adana Dörtyol yakınındaki Deliçay kıyısında, Pers imparatoru III. Darius ile karşılaşarak Pers ordusunu bozguna uğrattı. İmparator III. Darius, Babil'e kaçtı.


Muzaffer kumandan İskender, hiçbir büyük engelle karşılaşmadan, önce Suriye'ye ardından da Mısır'a girerek bu toprakları ülkesine kattı. Mısır halkına ve onların dini değerlerine son derece saygılı davranan büyük İskender'e «Ammon'un Oğlu» unvanı verildi. Ele geçirdiği ülkelerde yetmiş civarında yeni şehir kurdurdu. Bunların en büyüğü Nil deltasının ucunda kurdurduğu İskenderiye şehridir. Mısır'da yeni bir düzen oluşturduktan ve kışı orada geçirdikten sonra Suriye ve Irak'a geçti. Ninova ve Erbil arasındaki Gaugamela ovasında bir milyonluk Pers ordusuyla karşılaştı. Böylece Perslere üçüncü ve son darbeyi vurdu. III. Daryus kaçtıysa da yakalanarak kendi adamları tarafından öldürüldü.


Bu başarıdan sonra İskender, güneye inerek stratejik öneme sahip Babil'i aldı. Ardından Zagros Dağları'nı aşarak Perslerin başkenti Persapolis'i ele geçirdi. Şehri yağmaladı ve yakıp yıktı. 1. Serhas'ın sarayını ateşe verdiğinde bir bakıma Pers İmparatorluğu'nu da küller altında bırakmış oldu. Medyanın başkenti Ekbatana'yı aldıktan sonra kuzeyde Hazar'a kadar bütün Pers topraklarını itaat altına aldı. Ele geçirdiği bu topraklarda Perslerin yönetim şemalarına uygun yeni bir düzenlemeye gitti. Küçük krallıkları yerinde bırakarak şark yönetim tarzını benimsedi.


Pers İmparatorluğu'nun tacını da başına geçirmiş olan Büyük İskender, dünya imparatorluk idealini gerçekleştirmek üzere Afganistan ve Hindistan yolunu takip ederek Asya içlerine doğru ilerlemeye devam etti. Afganistan'da Bakhtria prenseslerinden Roksana ile evlendi. M.Ö. 327 de ordusu ile lndus Irmağı'nı geçti. Hindistan'ın fethi için yerlilerden engebeli arazide dövüşebilecek dayanıklı otuz beş bin kişilik yeni bir ordu kurdu. İlk kez filleri savaşta devreye sokarak askeri dehasını ortaya koydu. Bu ordunun önünde başarılı savunmalar yapan Hint Hükümdarı Poros'u tutsak aldıysa da kahramanlığına hayranlık duyarak onu bağışladı ve tahtını kendisine geri verdi.


İskender, Ganj Irmağı'nı geçmek istediyse de uzun süredir vatanlarından uzakta yaşayan ordusunda çıkan huzursuzluklar yüzünden daha ileri gitme isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı. Hydespes Irmağı kıyısında inşa ettirdiği liman kentinde bin gemilik bir deniz filosu oluşturdu. Böylece Cebelitarık'tan Hint Okyanusu'na uzanan bölgede yeni bir deniz ticaret ağı oluşturmuş oldu. İndus Deltası'nda bir liman ve tersane yaptırdıktan sonra dönüş hazırlıklarına başladı. Karadan Babile dönen Büyük İskender, Makedonlarla Persleri kaynaştırıp yeni ve dinamik kozmopolit bir kültür meydana getirme siyasetinin bir parçası olarak kurmaylarını İranlı kadınlarla evliliğe teşvik etti. Kumandan ve askerlerinden on bin kişiyi bu kaynaştırma evliliğine tabi tuttu. Fakat bu evlilikler ölümünün ardından çözülüp dağıldı.


Büyük İskender, Babilde sulama kanalları açtırma planları üzerinde çalıştığı sırada içkili bir eğlencenin ardından hastalandı. Malarya denilen ateşli sıtma hastalığından Babilde öldü. Cenazesi İskenderiye'ye götürülerek altın bir tabuta kondu. Hemen ardından görkemli imparatorluğu da kumandanları arasında bitmez-tükenmez iktidar mücadeleleri sonucunda parçalanarak Helenistik Krallıklar'a dönüştü. Bu krallıkların etkinlikleri Romanın bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasına kadar devam etti.


BÜYÜK İSKENDER, ZÜLKARNEYN MİDİR?


Göz kamaştıran zaferleriyle bilinen, dünyanın yarısından fazlasını hakimiyeti altına almayı başaran ve kurduğu uçsuz bucaksız imparatorluğun görkemiyle bütün dünyayı hayrete düşüren Büyük İskender, bu yaptıklarıyla destani bir kahramana dönüşmüştür. Şark edebiyatında önemli bir yer tutan İskendernameler böylece ortaya çıkmıştır. Hatta bazı İslam bilginleri daha da ileri giderek İskendere ve zaferlerine mukaddes bir boyut da katmış, onu Kur'anda adı geçen Zülkarneyn olarak göstermiştir.


Kehf Suresi'nin 83 ila 99'uncu ayetlerinde güneşin iki ucuna varmayı başaran hakimiyet sahibi bir kul olarak nitelendirilen Hz. Zülkarneyn, adil kişiliği ve manevi yönden desteklendiği belirtilerek örnek bir iktidar sahibi olarak tanıtılmaktadır. Hz. Zülkarneyn'in Büyük İskender olmadığı görüşünü savunan İslam alimleri, Büyük İskender'in kişiliğinin Kur'an'da adı geçen Zülkarneyn (a.s.) ile bağdaşmadığını, ahlaki, ameli ve manevi yönden tezatlar içerisinde olduğunu ifade ederler.


Bazı bilgin ve tarihçiler ise adaleti ve hoşgörülü yönetimiyle şöhret bulan Pers hükümdarı Keyhüsrev'in (Hüsrev) Zülkarneyn olabileceği görüşündedirler. Zülkarneyn'in bu tarihi şahsiyetlerden başkası olabileceği de ileri sürülen iddialar arasındadır.

 


Mesela büyük Türk astronomi bilgini ve seyyahı Ebu Reyhan el-Biruni, «el-Asaru'l-Bakiye» adlı eserinde Kur'an'da zikri geçen Zülkarneyn'in Himyer kabilesine mensup bir melik olduğunu ileri sürer. Zira Güney Arabistanda hakim olan Himyer Kralları'nın adlarının başına mutlaka «Zi» ekinin getirildiğini belirten Biruni, Zülkarneyn'in asıl adının İfrikeş oğlu Ebubekir olduğunu söylemektedir. İfrikeş, oğulları ile beraber Tunus ve Merakeşe varmış, orada İfrikiye adlı şehri kurmuştur. Afrika Kıtası da adını bu şehirden almıştır.


Alusi dahil İslam bilginlerinin birçoğunun Büyük İskender'i Zülkarneyn olarak görmelerinin, yakın Şark'ın hafızasında tazeliğini koruyan Büyük İskender'in zaferlerinin ancak manevi yardımla olabileceği düşüncesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.


Ayrıca, aynı İslam bilginlerinin, büyüme istidadı gösteren şark meliklerine: "Eğer siz de büyümek istiyorsanız Zülkarneyn gibi adaleti ayakta tutun ve manevi değerlere herkesten çok sahip çıkın. Böyle yaparsanız siz de Büyük İskender gibi görkemli bir mülk ve saltanata kavuşursunuz." demek isteyerek onlara idealize edilmiş bir tarih perspektifi kazandırma gayesi güttükleri de bir gerçektir.


Helenistik kültürü kendi tabii havzasından çıkarıp Ön Asya, Afrika ve Hindistan'a kadar yaymayı başaran, doğu ve batı kültürlerini kaynaştırma konusunda belli bir mesafe kat eden Büyük İskender, ölürken kendisine "imparatorluğu kimlere bırakacaksınız?" diye soran adamlarına şu tarihi cevabı vermiştir:


"En iyisine “ 



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak