3 Ocak 2023 Salı

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Amerikan Devrimi

 


18.yüzyıl boyunca ingiltere ve Amerika'daki kolonileri arasındaki ilişkiler bozulmaya başlamıştı. Koloniler ingiliz Parlamentosu'nda temsil edilmemelerine kırılmışlardı. ingiltere yeni vergiler koymak isteyince tansiyon yükseldi. 1773 yılındaki Boston çay Partisi'nde doruğuna ulaşan bir dizi protesto hareketi yaşandı. Koloniciler üç gemi dolusu çayı Boston Limanı' na boşalttılar.

Kral III. George vergiler konusunda anlaşmaya yanaşmayıp koloni yerleşimcilerinin taleplerini dinlemeyince silahlı direniş hızla bir savaşa dönüştü. Kamuoyu giderek bağımsızlık yanlısı oluyordu. Aydınlanma'nın demokratik ve liberal idealleri ve Thomas Paine'in ingiltere yönetiminden ayrılmayı savunan kışkırtıcı broşürü "Common Sense" (Sağduyu) bu harekete büyük bir enerji veriyordu.

Barışçıl yöntemlerle bir sonuç elde etmenin imkansız olduğu koşullarda koloniciler 4 Temmuz 1776 tarihinde Bağımsızlık Bildirgesi'ni yayınladılar. Bildirge Amerikan kolonilerini "ingiliz tahtına hiçbir bağlılığı olmayan... bağımsız ve özgür devletler" olarak birleştiriyordu. Savaş bir beş yıl daha devam etti. ingiliz güçleri kaynak ve bilgi yoksunluğu nedeniyle sorun yaşadılar. Bir dizi zafer kazanmalarına rağmen George Washington'un ordusunu ve Amerikalıların arzularını yok edemediler.

İlk ABD Meclisi ile Fransızların 1778 yılında ittifak kurmaları savaşın seyrini değiştirdi. ingiltere' nin hem Avrupa'da hem Doğu ve Batı Hint Adaları'nda savaşmak zorunda kalması dikkatini dağıtmıştı. 1781 yılında Yorktown ve Virginia'da ilk büyük zaferi kazanan Fransız-Amerikan ortak güçleriydi. 1783 yılında imzalanan Paris Antlaşması ABD'nin bağımsızlığını resmen tanıyordu. 1787 yılında Amerikan kolonilerinin temsilcileri son derece ileri bir federal anayasa hazırladılar. Anayasa Amerika' da temsili demokrasiyi destekliyordu.


Alıntıdır.


Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-4

 Harun er-Reşid'in İmparator VI. Konstantinos'a Mektubu


İslam devlet merkezinden Bizans sarayına gönderilen dine davet mektuplarının bir başka örneğini Harun er-Reşid tarafından İmparator VI. Konstantinos'a gönderildiği rivayet edilen mektup teşkil eder. Klasik kaynaklardan sadece İbn Tayfur'un eserinde yer aldığı bilinen uzun mektubun halife adına Ebu'r-Rabi' Muhammed b. el-Leys tarafından kaleme alındığı belirtilmektedir. Burada Müslümanlarla Bizanslılar arasında gerçekleşen dini tartışmaların hangi noktalarda yoğunlaştığını bir başka vesileyle görmeye imkan vermek amacıyla mektuptan bazı kısımların özetlenerek verilmesi faydalı görülmektedir.


"Allah'ın Kulu ve Mü'minlerin Emiri Harun'dan Bizans İmparator'u Konstantinos'a" hitabıyla başlayan mektupta özellikle, Allah'ın birliği çocuk edinmemesi gibi Müslümanlarla hıristiyanlar arasında tartışma konusu olan bazı sıfatlarına atıfta bulunulup O'na hamdedildikten sonra, İslami tebliğde esas alınması gereken hikmet ve güzel öğütle davet gibi temel prensipleri belirleyen ayetler zikredilmektedir. Halife imparatordan nasihatlerini dinlemesini rica etmekte ve Kuran'daki bir ayete atıfta bulunarak Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na şirk koşmamak ve O'ndan başka kimseyi rab edinmemek üzere sözbirliğine davet etmektedir. 


Daha sonra Hz. lsa'nın Allah'ın bir peygamberi, Hz. Meryem'e ulaştırdığı Kelime'si ve Ruh'u olduğunu belirtip Ehl-i kitaptan, dinde aşırı giderek Allah hakkında, O'nun üç olduğu gibi yanlış şeyler söylememelerini isteyen ayete yer verilmektedir.


Allah'ın yaratıcı olduğu, tabiat olaylarını idare ettiği, bütün mahlukata rızkını verdiği, göklere ve yere ibret gözüyle bakanların bunları görebilecekleri gibi hususlar Kuran'dan ayetlerle delillendirilip edebi izahlar yapıldıktan sonra, lslam'ın Allah tarafından seçilen son din olduğu hatırlatmakta ve imparatordan, "Emiru'l-mü'mininin çağrısına kulak vererek" son peygamber Hz. Muhammed'e ve ona indirilen Kuran'a inanması istenmektedir.


Asla yalan söylemeyen Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Kuran-ı Kerim'in Allah kelamı olduğuna dair apaçık deliller bulunduğu, Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Muhammed'in müjdelendiği, ancak Ehl-i kitaba mensup din adamlarının ilgili ifadeleri tahrif ettikleri, onlardan bir kısmının kutsal kitaplarında belirtilen özellikleri Hz. Muhammed'in şahsında açık bir şekilde gördükleri halde hakikatleri dindaşlarına gizleyip haset ve inatlarından dolayı kabul etmedikleri vurgulanmaktadır. Bu arada Ehl-i kitap, basiretlerini ve akıllarını kullanarak Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeye davet edildiği gibi ısrarlı ve samimi bir uslüpla imparatordan, din adamlarının yanlış yorumlarına aldanmaması, bu hususta kalbinin sesine kulak vermesi istenmektedir.



Kuran'ın Hz. Muhammed'in sağlığında yazılıp ezberlendiği gibi daha sonra da nesilden nesile yazılı ve sözlü olarak nakledildiği, dolayısıyla herhangi bir şekilde tahrif edilmesinin mümkün olmadığı vurgulandıktan sonra Kur'an'da Hz. Peygamber'i uyaran bazı ayetlere yer verilmekte ve bunun Kuran-ı Kerim'in vahiy mahsulü olduğunu gösteren en önemli delillerden biri olduğu belirtilmektedir.


Buraya kadar yapılan açıklamalarla nurlu yolun kendisine gösterildiği belirtilerek, Hz. Muhammed ve lslamiyet'le ilgili doğruları gizleyen, Allah hakkında yanlış bilgiler veren din adamlarının muhtemel baskısı karşısında imparatorun direnç göstermesi istenmekte ve Allah'ın birliği, Hz. lsa'nın şahsiyeti ile alakalı konularda din adamlarından hangi sorulara cevap vermelerini isteyebileceği, muhtemel soru ve cevaplarla öğretici bir uslüp içerisinde açıklanmaktadır.


Mektupta Teslis inancının tutarsızlığı dile getirilerek, Hz. lsa'nın uluhiyyetini isbat için örnek olarak güneşle güneş ışınları arasında ilgi kurulması tenkit edilmektedir. Nasıl ki, güneşin ışınlarına güneş, insanın eline insan denilemezse Tanrı'nın Ruh'u olduğundan hareketle Hz. lsa'ya da Tanrı denilmemelidir. Allah'ın baba olması, çocuk edinmesi vs. asla düşünülemez. Hz. lsa'nın bir peygamber ve beşer olduğunu vurgulayan halife, et ve kandan müteşekkil bir varlık olarak onun beşeriliğiyle uluhiyyetinin bir arada düşünülmesinin imkansızlığını birçok mantıki soru ve cevaplarla açıkladıktan sonra, Hz. İsa'yı rab olarak kabul etmenin "büyük bir küfür ve iftira" olduğunu belirtmektedir. Ardından imparatordan, Allah'tan korkup doğruyu aramaktan geri durmamasını istemektedir.


Mektubun bundan sonraki bölümünde tebşir konusuna geniş bir şekilde yer verilmekte ve Kitab-ı Mukaddes'te yer alan Hz. Muhammed'in gönderileceğine dair ifadeler sıralanmaktadır. Bunlar arasında Hz. lsa'nın: "Ben gidiyorum. Benden sonra size hakikat Ruh'u olan Paraklit gelecektir. O kendiliğinden konuşmayacak, kendisine söylenilenleri söyleyecektir. Ve bana şahitlik edecektir" sözü en açık delil olarak zikredilmektedir.


İncil'in birçok yerinde Hz. lsa'nın "insanoğlu" olduğunu belirttiği halde ona "Allah'ın oğlu" demenin tutarsızlığına da dikkat çekilen mektupta, eğer Hz. lsa'ya göğe kaldırıldığı için ibadet ediliyorsa meleklere ve Hz. ldris'e, babasız dünyaya geldiği için ibadet ediliyorsa Hz. Adem ve Havva'ya, ölüyü dirilttiği için ibadet ediliyorsa binlerce kişiyi dirilten Hazaki­ el'e, bazı mucizelerinden dolayı ibadet ediliyorsa Hz. Musa'ya ibadet edilmesinin daha mantıklı olacağı ifade edilmektedir.


Mektubun, müminlerin emirinden imparatora "nasihat" amacıyla yazıldığı belirtildikten sonra imparator, İslam'a ve "cehennemden kurtulup cennete girmesine vesile olacak olan" imana bir kez daha davet edilmektedir. Bu davete olumlu cevap vermediği takdirde topraklarını, mal ve canlarını emniyete alabilmeleri için cizye ödemeleri, yine kendi menfaatlerine olacağı vurgulanarak "tavsiye edilmektedir".


Daha önce halife ile yaptıkları fidye anlaşmasının Bizanslılara, çok yönlü faydalar sağladığı örnekleriyle açıklanarak, Müslümanlarla yapacakları cizye anlaşmasının bundan daha çok faydalar sağlayacağı belirtilmektedir. Bu arada imparatoru teşvik amacıyla olmalıdır ki, kendisinin, barış sayesinde ülkesini çeşitli tehlikelerden korumuş olduğu için halk nazarında itibarının arttığı da özellikle eklenmektedir.



Mektubun sonuna doğru üslubun giderek sertleştiği ve bir nevi savaş ilanına dönüştüğü görülmektedir. Halife, Bizans'ı ya İslamiyet'i kabul etmeye ya da cizye ödemeye çağırmaktadır. Halifenin güçlü ve askeri techizat bakımından donanımlı ordulara sahip olduğu belirtilerek, Müslümanların Bizans'la cihada hazırlıklı oldukları ifade edilmektedir. Hz. lsa'nın merhametli olmayı emrettiği halde Bizans'ta, özellikle fakir ve güçsüzlere haksızlık yapıldığı, devlet görevlileri tarafından halka baskı uygulandığı hatırlatılarak, teklifleri kabul edilmediği takdirde halifenin bu zulümleri ortadan kaldırmak için sefer düzenleyeceği uyarısında bulunulmaktadır. Mektuba göre Bizans'ta yaşayan özellikle çiftçi, fakir, kimsesiz ve güçsüz halk tabakası, halifenin idaresi altındaki bolluk, bereket, adalet, emniyet ve din hürriyetini bilseler, halifenin tarafını tercih etmemeleri mümkün değildir.



Mektubun sonunda halifenin iyilik, güzellik ve dostluk istediği vurgulanarak imparatora bir kez daha cizye çağrısı yapılmakta, ancak halifenin bunu devletin ihtiyacı olduğu için değil, Allah'ın emrini yerine getirmek için yaptığı ayrıca belirtilmektedir. Daha önce Mehdi-Billah döneminde yapılmış olan barışa da atıfta bulunulduktan sonra Bizanslıların anlaşmalara uymamaları, dini hayatlarında gevşeklik göstermeleri gibi sebeplerle artık Emirü'l-mü'mininle aralarında İslam'ı kabul veya savaştan başka alternatif kalmadığı ifade edilmektedir. Mektup "Hidayete uyanlara selam olsun" dua cümlesiyle sona ermektedir.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ-1

 


İSLAMIYETİN ÇIKIŞI SIRASINDA ARABİSTAN'DA DİNİ DURUM


İslamiyet'in çıkışı sırasında Arap yarımadasının içinde bulunduğu dini durumun, yalancı peygamberlerin ortaya atılmasında oldukça büyük bir tesiri olmuştur. Bundan ötürü Yarımadanın o zamanki dini durumunu incelemek gerekir.


Arabistan'da putperestlik


islâmiyetin çıkışı sırasında Araplar ın genel olarak dini putperestlik idi. Fakat Yarımada, Kızıldeniz ve Basra Körfezi vasıtasiyle Habeşistan'a ve İran'a, kuzeyden ise Mezopotamya ve Suriye bölgelerine komşu olduğu için, bu memleketlerdeki dinlerin sınır bölgelerinden Yarımadanın içerisine doğru sızıntı hâlinde girdiği gerçek bir olaydır. Bu cümleden olarak Bahreyn, Oman, Yemen, Necran bölgelerin de Mecusilik, Hristiyanlık, Mûsevîlik sayılabileceği gibi, ayrıca Hristiyanlığın Yaldibilik ve Nestûrilik şekli de burada kendine taraftar bulabilmiştir. Fakat ticaret yollarının âdeta kavşak noktası ve bir yıllık panayır yeri olan Mekke ve etrafı Hicaz'da bu dinlerden hiçbiri yerleşmemiştir. Orada ecdadın yaptığı putlar, Kâbe'nin içini süslemektedir. Kureyşli Araplar'ın kutsal tanıdığı ve taptığı putların sayısı ise üçyüz altmışı bulmakta idi. Kâbe'nin en önemli putu Hubel, Kurey ş kabilesinin putu idi. Savaşa gidecek olan bir kimse, başını tıraş ettirip onu ziyaret ederdi. Fakat bundan da daha önemli olan Hacer-i Esved vardı. Bazı kabilelerde mâbudlar insan, arslan, at, kuş şekillerinde tasvir edilmişti Meselâ Mekke yakınındaki Hüzeyl kabilesinin putu kadın şeklinde, Kelb ve Tayy kabilelerininki arslan şeklindeydi. Yemen'de Hamdan denilen yerdeki halk at şeklinde bir mâbuda, Himyeriler ise Kerkenez kuşuna taparlardı. Evs ve Hazrec'lilerin Menat adında bir mâbudları vardı ki, bu bir kayaydı ve kurbanlarının kanlarını onun üzerine sürerler, kıtlık olursa ondan yağmur yağdırmasını isterlerdi.


Kâbe her nekadar putperest Araplar'ın müştereken kutsal tanıdığı bir yer olmuşsa da bundan gayri, Yarımadanın başka başka yerlerinde yüz kadar tapınak daha vardı ve onların da etrafı tavaf edilir, kurbanlar kesilir, bunlara hediyeler sunulurdu. Bunların da Kâbe gibi kayyumları ve hâcibleri bulunurdu. Bununla beraber Kâbe daima en üstün yeri alır ve Araplar buranın Hazreti İbrahim'in mescidi olduğunu tasdik ederlerdi. Bu cümleden olarak Uzza tapınağı, gene Kureyşlilerin Mekke dışında, Batn-ı Nahle'deki kutsal yerlerinden biriydi ve bakımı Süleym kabilesine aitti. Sakif kabilesinin Tâifde Lât , Rebia kabilesinin Rıda, Himyeriler'in San'a da Risâm adında birer tapınakları mevcuttu.


Araplar cinlere de inanır, bunları Allah'ın kızları sayarlardı. Bu inançta Arabistan ikliminin ve coğrafi durumunun tesirleri olsa gerektir. Cinler hayır ve şer işledikleri için onlara hürmet ve ibadet gerekirdi. Bunlar ekseriya bir taşın veya ağacın içini mesken tuttuklarından, o ağaç veya taşa ibadet edilirdi. Gene bu ağaç ve taşlardan bazı sesler işitildiğinden onlara kehanet atfedilirdi Meselâ Lât, Uzza ve Menat'da böyle birer cin bulunur ve bunlar konuşurlardı. Bu işi tapınaklardaki kâhinlerin idare ettiklerini tahmin etmek güç değildir.


Milâttan sonra VI. Yüzyılın ortalarında Arabistan'da putlara artık eskisi gibi rağbet eden kalmamıştı. Araplar taştan ağaçtan yapılmış tanrıların dünyayı ve kâinatı idare edemiyecekleri inancına artık varabilmişlerdi. Her ne kadar başları darda kalınca gene onlara müracaat ediyor, kurbanlar kesip kanlarını bu putların üstlerine sürüyorlar idiyseler de, amaçları gerçekleşmeyince onlara küfretmekten de geri kalmıyorlardı. Hattâ Beni Hanife'nin uzun yıllar boyunca taptığı putu bir kıtlık sırasında yemiş olması, Araplar'ın tanrılarına bağlılıklarının ne derece gevşediğini göstermeğe yarayacak bir örnek teşkil etmektedir.


Tanrılara olan bağ böyle zapflayınca, kabile üyeleri arasındaki bağın da zayıflayacağı akla gelmemelidir. Çünkü Araplar'da asıl birlik din yolu ile değil, kan yolu ile kurulmuştu. Mesela VI. Yüzyılda bir kabilenin başka başka kolları, ayrı ayrı tanrılara tapıyordu. Sonunda tanrıya nispetle anılan kabileler boş yere bu adları taşıdılar. Çünkü zamanla tanrı ile, adını taşıyan kabile arasında gerçek bir bağ ispat edilemez olmuştu. Bu şöyle olmuştu: Kabileler veya kabilelerin bir kısmı mecburi olarak yerlerini terkettikleri zaman, bunların putları ve tapınakları eski yerinde kalırdı; yeni gelenler kendi tanrılarını terketmemekle beraber, yeni tapınağı ve tanrısını kabul ederler ve yılda bir iki defa da eski tanrılarına kurbanlar sunmak üzere eski yurtlarına giderlerdi. Böylece din kabile mensubiyetini kaybedip adeta tevhidi bir mahiyet almaya başlamış bulunuyordu. Bu yoldaki gelişme tanrıların birbirleriyle birleşmesine yardım etmiş ve böylece monoteizme müsait bir zemin hazırlanmıştır. VI. ve VII. Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah'ın mevcudiyetine inanıldığı kitabelerden ve şiirlerden anlaşılmaktadır. Zira bu devirde yemin edilirken putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeğe başlanmıştır. Putun adına, bazen şiirlerin mısraları arasında rastlanırsa da bu, çok kere, o putun bağlı bulunduğu tapınağın bahse konu teşkil etmesinden ileri gelmekte idi. Her kabilenin mensupları kendi tanrılarından bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez "Rabbi" veya "Rabbenâ" (efendim veya efendimiz) diye onu anardı. Bazan " İlahi" de denirdi. Mesela Sakifler'de el-Lat, Rabb'in müennesi idi. Her kabile "Allah" diyor, fakat kendi tanrısını kastediyordu. Ancak böylece konuşma dilinde tam hâkimiyet elde eden "Allah" kelimesi, her tarafta bir olan, her kabilenin sayılan genel bir Tanrı fikrine geçişi temin etmiş oldu ve genelliği, bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onların üstüne yükseldi. Böylce çok kere olduğu gibi dil, gene akıldan evvel harekete geçmiş, genel bir kavram meydana getirmişti. Araplar'da putperestlik artık samimi ve kalbi olmaktan çok uzaktı; kütle halinde islamiyeti kabul etmeleri, hem de kolayca kabul etmeleri bunu gösterir. Kur'andaki (XXXIX /3) yani "Biz onlara ancak bizi Tanrı'ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" ayeti de bu fikri kuvvetle teyid etmeğe yeter bir delildir.


İşte bu misâller bize gösteriyor ki, islamiyet doğmadan biraz evvel, Araplar kainatı kuran, düzenleyen bir tanrının varlığına hükmetmişlerdi. Fakat onunla kendileri arasında henüz bir münasebet kurulamamıştı. Gerçi, tek tanrılı dinler ötedenberi Yarımadada bilinirdi Fakat İsa ve Mûsa dinleri, hürriyetlerine son derece bağlı olan Araplar, tarafından itibar görmemişti. Çünkü bu iki dinden biri tamamiyle milli idi, diğeri ise aslında esaret hayatı yaşıyan ve hâkim sınıfların zulmünden ümitsizliğe düşen kavimlere sabır ve tahammülü tavsiye ediyordu. Araplar, öyle bir yanağına tokat vuran kimseye, öteki yanağını uzatacak kadar müsamahakâr yaradılışta değillerdir. Esasen Araplar başka dinlere karşı pek lâkayt idiler. Bir kabile içinde ayrı ayrı dini inanca sahip kimselerin bulunmasına, o kabile üyeleri hiç ses çıkarmazlardı. Bu lâkaydi o dereceye varmıştı ki, Kâbe'nin direkleri üzerinde Meryem ve oğlu Isâ'nın resimleri yer alıyor, öte yandan putperest olan birçok şairler ve bu arada İmru'ul - Kays muallakasında, yolunu şaşırmış seyyahlara meşalelerle yol gösteren Hristiyan münzevilerini anıyordu.


Gene bu hoşgörürlük sebebiyledir ki, ilk zamanlarda Hazreti Muhammed'in dinini yaymasına Mekkeliler ses çıkarmadılar; fakat o, putlara hücuma başlayınca durum değişti. Ancak bundan sonradır ki, gururları zedelenen Araplar, putların ortadan kalkmasıyla Mekke'nin iktisadi merkez olma durumunu kaybedeceğinden korkarak islâmiyet'e karşı cephe aldılar.



Arabistan'a sızmış olan yabancı dinler


Arabistan'da hâkim olan putperestliğin yanında komşu ülkelerden, bilhassa sınır bölgelere, çeşitli yollar ve şekillerle, bir takım yabancı dinler girmiş ve taraftarlar kazanmış bulunuyordu.


Sâbiilik:   Sâbiilik birbirinden farklı iki mezhebe ayrılmıştı:


Mandeenler yahut Subbalar, 2) Harran Sâbiileri. Birincisi Mezopotamya'da Musevilik ve Hristiyanlık'la karışmış bir mezheptir.


İkincisi daha çok eski Bâbil dininden müteessir olan ay ve yıldızları kutsal tanımış, putperestliğe yakın bir mezheptir ve uzun zaman İslam hâkimiyeti altında devam etmiştir. Doktrinleri ve yetiştirdiği alimlerin değeri bakımından enteresandır. Kur'anda bile Musevilerle Hristiyanlar arasında Ehl al - Kitab olarak üç yerde zikredilmiş olan (S. II, A. 64) her hâlde bu Mandeenler olmalıdır.


IV. Yüzy ıldan sonra Arap yazarları Harran Sâbiiler'inden sık sık bahsetmektedirler. Bunlar Şehristaniye göre iki feylesof peygamberi dinlerinin kurucusu olarak tanımaktadırlar. Bu peygamberler Set ve İdris ile aynı olan Hermes ve Azimen'dir. Orfeus da bunların peygamberlerinden sayılmaktadır. Sabiiler esasında hakim, mukaddes, yaradılmamış bir yaratıcıya inanmaktadırlar ki, büyüklüğü kavranamaz ve ancak ruhlar vasitasiyle ona ulaşılabilir. Bu ruhlar en büyük varlığın yanında şefaatçidirler ve kudreti, ilahi büyüklükten alıp aşağıdaki alçak varlıklara indirirler. Bu alçak varlıklar'da ilk başlangıçtan olgunlaşmaya doğru götürürler. İşte yedi gezegen yıldız bu ruhlardan olup her birinin birer de tapınağı vardır. Bu yıldızlar Sabillerde bazen "babalar", hava ve su gibi unsurlar ise "analar" adını taşımaktaydılar. Sâbiler öyle inanırlardı ki, bu ruhların yâni yıldızların faaliyetleri, muhitlerini harekete getirmek ve böyle unsurları ve fizik kainatı tesir altına almaktan ibaretti. Arap Yarımadasına da inmiş olan Sabiilik, islâmiyet'in yayıldığı zamana kadar oralarda yaşamıştır. Ömer bin Hattab İslamiyet'i kabul ettiği sırada, yanlış olarak onun hakkında arkadaşları "Ömer Sabii olmuş" demişlerdi. İlk zamanlarda henüz islâmiyet anlaşılmadan önce, Müslümanlara bu adın verilmesi, Sabiiliğin Yarımadada taraftarlar bulmuş olduğunu ve hatta putperest Hicaz'da bile adını tanıttığını bize göstermektedir. Her ne kadar Arapçada "Sebii" dinden sapmış manasına gelmekte ise de, buradaki Sabiî kelimesinin yukarda bahsettiğimiz mânada kullanılmamış olması daha muhtemeldir.


Mecasiliğin bir adı da Zerdüştilik'dir. Kurucusu Zerdüşt Maveraünnehr' de veya Harizm'de doğmuş dinini gene bu bölgede yaymıya devam etmiştir. Mecasiliğin Avesta adlı din kitabına Pehlevi dilinde bir şerh yazıldı. Bu iki kitaba birden "Zend- Avesta" dendi ve Mecasiler'in mukaddes kitabını teşkil etti. Bu dinde iki büyük tanrı vardır: Bunlar birbirleriyle daimi bir şekilde çarpışmaktadırlar. Bu tanrılardan birinin adi " Ahuramazda" ( Hürmüz) dır; o, bütün unsurları ihata eden, kurtaran, dünyayı yaratan ve onun nizamını, planını hazırlayan, hayat veren tanrıdır İkincisi " Angramanyu" (Ehrimen) kötülük ve karanlığı temsil eden tanrıdır. Bu iki tanrı birbirleriyle aynı zamanda ikiz kardeştirler. Bir gün bu iki tanrı arasındaki savaşta, Ahuramazda'nın üstünlük elde etmesiyle dünyanın sonu gelmiş ve böylece Ahuramazda'nın saltanatı ebedi olarak kurulmuş olacaktır. O gün erimiş demirden ırmak, müminler için ılık bir süt kadar hoş görünürken, günahkarları yakıp mahvedecektir. İyiler yeni ve iyi bir dünyaya ulaşmakta ise de, bu isimlerin yukarda adları geçen tanrılar kadar kuvvet ve nüfuz sahibi olmaktan çok uzak bulunan ve bazan görevlendirilmiş melekleri, bazan da tanrıların muhtelif sıfatlarını ifade etmekte oldukları anlaşılmaktadır.


İslamiyet'in yayıldığı sıralarda, bu dinin mensuplarına daha çok Oman, Bahreyn ve Yemen'de rastlanmakta idi.


Musevlik: Musevilik herkesin malumu en eski monoteist dinlerden olduğundan, bu dinin mahiyeti hakkında kısa da olsa bilgi vermeği lüzumsuz buluyoruz. Burada sadece İslamiyet'in zuhuru sırasında Museviliğin Arabistan'da nerelere kadar yayıldığını bildirmekle yetineceğiz. Musa dini, komşu bulunduğu memleketler içinde en ziyade Arap Yarımadasında taraftar bulabildi Çünkü İbrahim'in Rabbi'ne karşı Beni Ismail'in hürmeti büyüktü. Milli bir din olması onun başka ülkelerde geniş kütleleri içine almasına engel olmuştu. Mûsevilik Arabistan'da bazı önemli münbit yerleri eline geçirmiş buralarda kuvvet ve nüfuza sahip olabilmişti Böylece Arabistan'ın kuzey batısındaki vahaları, belki de daha Yemen'e yerleşmeden önce, elde etmiş bulunuyordu. Bunlar Teyma, Hayber, Yesrib, Fedek vahalarıdır. Himyer, Kinâne, Hâris bin Kâ'b kabilelerinin bir kısmı da bu dine dahil olmuşlar, hatta Yemen hükümeti bir ara devletin resmi dini olarak Müseviliği kabule kadar gitmiştir. Ayrıca Mûsevilik Bahreyn ve Oman'da da yerleşmeğe muvaffak olabilmiştir.


Hristiyanlık: Hristiyanlık Arabistan'a iki ana yoldan girmeğe muvaffak olmuştu. Bunlardan birincisi, kuzeyden Suriye, ikincisi güneyden Habeşistan'dan Kızıldeniz vasıtasıyla Yemen'e ulaşan yoldur. Bu yollardan Hristiyanlık kâh barışçıl bir şekilde, kâh savaş ve istilâ ile Yarımadanın baz ı bölgelerine yayılmış, bazı bölgelerinde ise, umdeleri, efsaneleri ve ibadet şekilleri, inanmayan Araplar tarafından öğrenilmişti. Hristiyanlığın Arabistan'a barışçıl bir şekilde sızmasına, Hristiyan esirler ve bilhassa Arabistan'dan Habeşistan'a, Suriye ve İran'ın Hristiyan olmuş bölgelerine giden şarap tüccarları sebep olmuşlardır.

Yarımadada Hristiyanlık en büyük zaferini Necran şehrinde kaydetti. İddiaya göre bu dini oraya götüren, salih Phemion adlı bir şahıstır. Esir olarak oraya satıldığı sırada dini vaızlarıyla Necran halkını Hristiyanlaştırmağa muvaffak olmuştur.

Esirlerin bu yolda faaliyetlerine paralel olarak Yarımadanın en uzak köşelerine kadar giden şarap tüccarları da bu dinin yayılmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak, geleneklerine sadık müşriklerin din hususundaki geniş müsamahalarına rağmen atalarının taptıkları putları, pek hayali kabul ettikleri çarmıha gerilmiş bir tanrı uğruna kolay kolay terke yanaşamadıkları da bir gerçektir. Esasen bunlar sınırdaki kabileler gibi Arâmi tesirlere fazlaca maruz da değillerdi.


Ayrıca Arap Yarımadasından dışarıya giden tüccarlar, gittikleri yerlerde Hristiyanlığın başka başka mezhepleri ile temasa geçerek bu din hakkındaki çeşitli bilgilerini arttırmak fırsat ve imkanlarını buluyorlardı. Hristiyanlığın bu şekilde barışçıl bir yolla Arabistan'a girmesine karşılık, diğer taraftan Habeşilerin Yemen'i istilası üzerine bu dinin Melkit mezhebi Yarımadanın güneybatısında bazı yerlere iyice yerleşmiştir. Sonra İranlıların Habeşileri kovup hâkimiyeti ellerine geçirmeleri üzerine de aynı dinin Nesturi mezhebi burada teşvik görmüş, fakat ne bütün güney Arabistan'ı ne de bu bölgede halkın çoğunluğunu kendine bağlayan bir kilise kurulamamıştır.


Kuzey bölgesine gelince, burada Kuzaa, Taglib kabileleri Dumetül - Cendel bölgesi sakinleri, Hristiyanlığı sathi bir şekilde de olsa kabul etmiş, Hire'deki Lâhmi sülâleleri, hükümdarlarının putperest ve bedevi kalmasına rağmen, hristiyanlaşmışlardı. Gene Arapçayı yazı dili olarak kullanan Anbarlı İbadiler de Hristiyan olmuşlardı. Bu sınır ülkelerinin kapılarından Yarımadanın içerlerine doğru yayılan Hristiyanlık Tanuh, Taglib kabilelerinin bir kısmını ve Baheyn, Fârân halkından bazı toplulukları da içine alıyordu. Bundan başka Wellhausen, Hazret-i Muhammed zamanında Tayy hattâ Temim ve Reba kabilelerinin arasına kısmen de olsa Hristiyanlığın girdiğini iddia etmektedir. Ayrıca Himyerler, Cezemler ve Esed kabilelerinde Hristiyan toplulukları bulunduğunu ve Basra Körfezinin güney kıyılarında ise beş piskoposluğun mevcut olduğunu öğreniyoruz.


Arabistan'da putların üstünde bir tanrı kavramının teşekkülü ve Haniflik



Hazret-i Muhammed'den evvel Mekke, Taif ve Medine'de bazı insanların putperestlikle tatmin olunmayıp yeni bir din aramaya başladıklarını, bunu bulmak ümidi ile de Tevrat ve incili incelediklerini Islam kaynakları bize haber vermektedirler. Hanif adı verilen bu arayıcılar, Musa ve İsa dinlerine karşı belki sempati duymuşlarsa bile, onları kabul etmemişlerdi. Bunlar kendilerinin atası ve Kâbe'nin kurucusu addettikleri Hazreti İbrahim'in dinini araştırıyor ve bu dini ihya edecek yeni bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Fakat aralarında bir birlik ve müşterek bir ibadet şekli mevcut değildi. Bunlar sadece tek tanrıya inanıyorlar ve bu tanrının görünen, bilinen her şeyin üstünde olup ona şerik koşulamıyacağına, onun doğmamış ve doğurmamış olduğuna, onun bütün mahlükatı yarattığına iman ediyorardı. Kelime olarak Hanif, doğruya meyleden kimse demektir. Kur'an'da "Hanif" adı birkaç yerde geçmekte ve bunlara Müslim de denmektedir. İslam da zaten insanın kendisini ilahi yola terketmesi demektir 19. Bakara süresinin 136. Âyetinde "Onlar dediler ki, Yahudi veya Hristiyan olunuz, hidayet bulursunuz, deki hayır biz Hanif olan İbrahim dinine gireriz, zira İbrahim müşriklerden değil idi"; gene Al-i İmran süresinin 95. âyetinde İbrahim milletinin hanefi olduğu ve İbrahim'in putperest olmadığı bildirilmektedir.


Peygamberimizden önce ve onun yaşadığı yıllarda, adları ve iddiaları belli Hanifler yaşamışlardır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nevfel, Umeyye bin Ebi Salt, Kus bin Sâide, Hâlid bin Sinan, El-'Aşa bin Kays. Bunlardan Varaka bin Nevfel ile Osman bin Huveyris, Hazreti Hatice'nin amcası oğludurlar. Varaka, Hazreti Muhammed'e görünen meleğin, Musa'ya görünen Cebrail olduğunu ve onun Peygamberliğini ilk müjdeleyen şahıstır. Bu meşhur Hanifler'den dördü, Varaka bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr, Ubeydullah bin Cahş bir gün, Mekke halkının her yıl kurban kestiği ve dilekler dilediği bir puta, o yıl da nasıl merasim yapıldığını bir kenara çekilip seyrederler. Putlara gösterilen bu saygı, onlarda artık tahammül edilmez bir nefret uyandırır ve aralarında Hanif dinini, İbrahim'in şeriatını aramak üzere ayrı ayrı yörelere seyahat etmek kararını verirler. Mahmud Esad Efendinin,  ibni İshak'dan aldığı bu rivayet, Hanifler'in putperestlikten ne kadar uzak olduğunu bize göstermektedir. Ayrıca, kuvvetli bir şair olan Umeyye bin Ebi Salt ise şiirleriyle Hanifliğin prensiplerini çok güzel ifade etmiştir. Kendisi Müsa ve İsa dinlerini incelemiş, fakat bunlardan hiç birini kabul etmemişti. O, bir âhır zaman Peygamberinin geleceğini söylemişti; fakat bu peygamberliğin kedisine nasip olacağını umuyordu. Bu yüzden Hazreti Muhammed Resül olduğunu ilân edince memnun olmadı ve İslâmiyet'i kabul etmedi. Bununla beraber, onun şiirleri âdeta mü'min bir Müslümanın ağzından çıkmış gibidir: "... Sağ olduğum müddetçe Cenab- ı Hakka hamd-ü sena etmekten ve O'nu yüceltmekten geri durmam. O'mutlak hâkimdir; ne O'nun üstünde bir Allah, ne O'na yakın sayılabilecek bir mâbud vardır. Ey insan fenalıktan kaçın...


Cenab-ı Hakk' dan bir şey gizleyemezsin... Ya Allah sen benim mâlikimsin, ümidim sendedir. Senden başka bir mâbud tanımam... Ona sorsunlar ki sabahleyin doğup, dünyayı aydınlatan güneş kimindir. Yerde otları bitiren, mahsulleri yetiştiren ve yeniden tohum husille getiren kimdir? Ya Rabb senin adını takdis ettiğim gibi günahlarımın affını da temenni ederim. Ya Rabb beni rahmetine nâil et, beni ve evlâtlarımı mesut kıl". Hanif adı verilen ve asıl Tanrıyı arayan bu insanlar çok sayıda olup bütün Arabistan'da tek tanrılı bir dini havanın teşekkülüne sebep olmuşlardır.


Yukarıda söylediğimiz gibi uzun yıllar boyunca sürüp giden bedevilik, putların karışmasına, sonunda da bir tek Tanrı anlamının doğmasına vesile olmuştu. Gene yukarda, Musa ve İsa dinlerinin Yarımadanın bazı bölgelerinde nasıl yerleştiğini, bazı bölgelerde ise hüsni kabul görmese bile Araplar tarafından nasıl tanındığını ifadeye çalıştık. Şimdi ise Hanifler Arabistan'ı dolaşarak kâh veciz nutuklar (Kus bin Saide'nin nutku gibi), kâh tesirli şiirler söyleyerek putperestliği küçümseyip hakiki dini arayarak, Araplar'ın putlara karşı olan bağlarının daha da gevşemesine vesile oluyorlardı. Böylece Araplar tek tanrılı bir dini telkin edecek bir peygamberi kolayca kabule hazır hale gelmiş bulunuyorlardı. İşte bu suretle bir taraftan Yemen ve Yemame'de, diğer taraftan Esed ve Temim kabileleri arasında peygamberlik iddiasında bulunan bazı insanlar kendilerini, fikirlerini kabule hazır dini bir atmosfer içinde buluvermişlerdi. Tarihte sahte peygamberler adıyla anılan kimselerin ortaya çıkma sebepleri arasında "Ridde" olaylarını da saymak gerekir.



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK


2 Ocak 2023 Pazartesi

BÜYÜ VE BÜYÜCÜ TERİMLERİNİN ANLAMLARI-1

 


Büyü kavramı, Eski Türk kültüründe kullanılmaktadır. Eski Türk dilinde büyü; “bügi”, “bügü” şeklinde yazılmaktadır. Büyü anlamına gelen Almanca ve Fransızca Magie, İngilizce Magi, Magic (Spell, incontation, Sorcery, Charm) kelimelerinin aslının Yunanca Magos’tan geldiği bilinmektedir.


Büyü; tabiatüstü gizli güçlerle ilişki kurularak veya gizli güçler içerdiğine inanılan bazı tabii nesneleri kullanarak belli birtakım amaçları gerçekleştirmek gayesiyle yapılan davranışlar olarak tanımlanmaktadır.


Tabiat üstü güçlerle tabiatın etkilenebileceği düşüncesi insanlığın en eski düşüncesi olarak bilinmektedir. Kimi bilim adamlarınca sanatın kaynağı olduğu ileri sürülen büyü, gerçekte üç ayrı düşünceyi içermektedir. Birincisi; tabiat üstü güçlerin varlığı, ikincisi; bu güçlerden bir takım işlemlerle yararlanılabileceği, üçüncüsü ise; bu güçlerle tabiatın insan iradesine bağlanabileceği inancıdır.


Büyü; insana ve tabiata ilişkin olayları maddi dünyanın ötesindeki gizemli dış güçler aracılığı ile etkileyip yönlendirdiğine inanılan törensel eylem olarak da bilinmektedir. Geniş anlamda, dinî tören ve inançlardan, el çabukluğu, gözü ve gönlü bağlamaya dayalı gösterilere kadar pek çok uygulamayı kapsayan büyü, dünyanın her yerinde ve bütün dönemlerde rastlanan toplumsal ve kültürel bir olgudur.


Büyücü kelimesi, Arapça’da sâhir deyimi ile kullanıldığı gibi, Arapça ve Farsça karışımı sihirbaz kavramıyla da kullanılmaktadır Büyü yapan kişiye büyücü denilmektedir. Büyücülük; büyü yapma mesleğidir. Büyü, olağanüstü etkileyici bir güç veya bilgiye sahip olduğuna inanılan bazı insanlara yaptırılır.

Bunlar büyücü, kam-şaman, sihirbaz ve hekim gibi toplumlara göre isimleri değişen kimselerdir.


Türkçe’de büyücülük ile sihirbazlık aynı anlama gelmemektedir. Sihirbazlıkta gözü, görüntüyü aldatan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir sanatı yürütme anlamı da vardır. Sihirbaz; illüzyonizm, manyetizma, hipnoz ve telepati gibi teknikleri uygulayan kişidir. Büyücü ise; iyi veya kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü teknik ve usullerini, tılsımlı sözleri, iksirleri, uygun materyali, muska ve diğer ilgili konuları bilen ve kullanan kimsedir.


Büyü ilahi olanla ve ahiretle çok fazla ilgilenmez. Allah’a yaklaşma, Allah gerçeğini tanıma ve günahlardan sıyrılma gibi arzular, büyü yoluyla tatmin edilemez. Kutsalla ilişkisi bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması büyünün en temel özelliklerindendir. Başlıca gayesi ise, daima çıkar sağlamaktır. Büyü; insan ve hadiselere etki ederek, tabiat olaylarını ve güçlerini kontrol altına alıp, kişi ya da kişilere iyilik veya kötülük etmek suretiyle bir menfaat sağlama işidir. Büyünün, kutsalla ve din ile ilişkisi olmadığı için müşterisi, dinin ise; inanan bir cemaati vardır.


BÜYÜ İLE İLGİLİ KAVRAMLAR


Büyü ve sihir uygulamaları ile ilgili birtakım kavramlar bulunmaktadır. Bu kavramların, büyücülerin uyguladıkları teknikler, kullandıkları yöntemler ve malzemeler bakımından büyü ile yakın ilişkisi olduğunu düşünmekteyiz. Bu kavramları maddeler halinde açıklayacağız.


a) Afsun:


Farsça bir kelime olup, okuyarak üfleme yoluyla yapılan bir büyücülük kavramıdır. Afsun, dilimizde üfürükçülük deyimiyle de kullanılmaktadır. Büyüye tutulmuşları, hastaları ve “cin çarpmış” sanılanları iyileştirmek amacıyla, ya kutsal kitaplardan bölüm ve duaları okuyarak ya da büyülü sözlerden ve formüllerden faydalanarak, okuduklarını hastaların yüzlerine üfleyen kimselere de üfürükçü denilmektedir.


Afsun kelimesini Orta Asya Türk lehçelerinde de görmekteyiz. Bugünki Kıpçak lehçelerinde “arbav”, Doğu Türk lehçelerinde “arbış” şeklinde söylenmektedir. Yakut lehçesinde bu kelime “kötü ruhları aldatmak ve dalkavukluk etmek” anlamlarına gelmektedir.


Afsunlama yöntemine Hıristiyan ülkelerde değişik şekillerde rastlanılmakla birlikte, bu usul İslam ülkelerinde uygulanan bir çeşit büyücülük şeklidir. Afsun, her türlü kaza ve belalardan, nazar ve hastalıklardan, kötü düşünce ve zararlı varlıklardan korunmak için yapılmaktadır.


Kendilerinde yılanları, akrepleri v.b. zararlı varlıkları uyuşturma kudreti bulunan bazı kimseler, bunların zehirlerine karşı afsunlama yaparak korunma yöntemi uygularlar. Bunu da belli bir bedel karşılığında yaparlar. Bu maksatla vücudun belli bir organına afsun yapılır. Artık o organla çeşitli zararlı hayvanların tehlikesizce tutulabileceğine inanılır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde de bu ve buna benzer uygulamalara rastlanmaktadır. Çeşitli zararlı haşereler tarafından ısırılan veya sokulan insanlar afsunculara okutturulmaktadır.


b) Bağlamak:


Herhangi bir şeye düğüm atarak, bir kilidi kilitleyerek ve bir bıçağı kapatarak birilerini veya kötülükleri bağlama büyüsüne olan inanca, bağlama büyüsü denilmektedir. Bu büyünün çıkış noktası insanların pratik tecrübelerine dayanmaktadır. Birtakım kötü kuvvetleri ve cinleri bağlamak, onları zararsız hale getirmek, iplere düğümler atmakla mümkündür. Bu nedenle her çeşit düğüm, insanlara büyülü görünmüştür.

 


Bağlama büyüsü; insanların ağzını, dilini ve uykusunu bağlamak, cinsel gücünü yok etmek ve evcil hayvanlarını, kurtların ve yabani hayvanların zararlarından korumak için de yapılmaktadır.


Bağlama her yaştan her cinsten insanlar için geçerli olmakla birlikte, büyü yapmak veya yapılan büyüleri bozmak için de yapılmaktadır. Kısmetlerinin kapalı olduğuna inanılan bir genç kızın kısmetini açmak ya da kapamak, birbirini seven kimselerin kavuşmalarını önlemek veya daha ziyade evlilik esnasında damat ve gelinin gerdek gecesinde birlikteliklerini önlemek için yapılmaktadır.


Bağlama büyüleri genelde bağlanmak istenilen kişilerin saçından veya o kişiyi temsil eden herhangi bir şeyinden alınarak yapılmaktadır. Mesela; bağlanacak kişinin yedi adet saç teli gizlice alınıp yeşil bir ipliğe bağlanarak, kişinin ismi bir kağıda yazılmaktadır. Saçlar bir kağıda sarılarak bal mumu ile kaplandıktan sonra üç gün bekletilmekte, daha sonra da o kişinin ismi yetmiş defa söylenerek evine doğru üflenmektedir. Böylece bağlanma işinin gerçekleşeceği düşünülmektedir.


c) Bakıcılık:


Bakıcı; Arapça’daki “nazır” kelimesinin karşılığıdır. Bazen kâhin ve falcı ile eş anlamlı kullanılırsa da, farklı bir kavramdır. Kahinler ve falcılar mutlak olarak gaipten haber verdiklerini iddia ederken, bakıcı özellikle görme duyusunu kullanarak kehanette bulunur. Bunun için de çok defa aynaya, tırnağa, su dolu tasa veya zeytin yağı gibi şeffaf maddelere, hayvanların yürek, ciğer ve kemiklerine bakarak, bunların parlak veya saydam yüzeyinde gördüğünü öne sürdüğü hayali şekillerden hareketle yitik ve çalıntı eşyalar hakkında bilgi vermektedir.


Bakıcılık, gelecekten haber aldığına inanılan bir çeşit falcılıktır. Antik çağ Yunanlıları bakıcı ya da bilicilere “bakis” adını vermektedir. Bakıcılara cinlerle iletişim kurduğu için cindar da denilmektedir. Bir çeşit Şamanlık faaliyeti olarak bilinmektedir. Bakıcı, çoğu zaman bir kap içerisine konulmuş olan sudan veya çizdiği daireden geleceği görmek, hastalıkların sebeplerini öğrenmek, çalınan kıymetli bir yitiğin kim tarafından çalındığını tespit etmek ve düşmanlık eden kişilerin isimlerini söylemek gibi işlemlerle uğraşan kimsedir.


d) Fal:


Gelecekten ve bilinmeyen olaylardan haber almak için çeşitli nesnelerden anlam çıkarmaktır. Arapça da fal (fe’l); uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge anlamına gelmektedir. Batı dillerinde genellikle gelecekten haber verme (kehanet) anlamındaki Grekçe Monteia (İngilizce’de Money, Fransızca’da moncie) ekiyle yapılan ve fal türlerine göre değişen kelimeler kullanılmaktadır.


Fal genelde ya bazı alet ve araçlarla veya bazı yöntemlerle tahminlerde bulunma, içinde bulunulan zamanla ve gelecekle ilgili yorum yapma işine de denir. Kehanet ve bakıcılıkla ilgili ortak yönleri varsa da, fal özü itibariyle farklıdır. Falcı birtakım şeylere bakar, belirli işlemler yapar, özel alet ve araçlar kullanır. Falcı gaipten haber verdiğini iddia eder. Bakıcı ise görme duyusunu kullanarak kehanette bulunur. Falcının farklı bir yeteneği uymak zorunda olduğu züht kuralları yoktur. Falcı, bazı teknikler, kurallar ve söz kalıplarıyla belirli şeylerden anlamlar çıkararak, olumlu veya olumsuz sonuçlara ulaşmaktadır.


Gelecekte olacak olayları önceden bilen kişiye kâhin, bu olayları bakıcılık ve cinler yardımıyla veya özel yeteneklerle icra etme işine de kehanet denir. Kahin, riyazet esnasında aç kalarak kendinden geçtiğini ve vecde ulaştığı durumlarda da gözle görülmeyen varlıklardan özel olarak bilgi aldığını iddia etmektedir.


Kahinlerin ilhamlarının kaynağı, cin ve şeytanlara dayanmaktadır. Kulak hırsızlığı yoluyla gökten haber aldığına inanılan cin ve şeytanlar, doğru ve yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla büyücü veya kâhinlerin kalplerine ulaştırmaktadır. Cahiliye Arapları, büyücü, kâhin, şair ve sihirbazların cinlerle irtibat kurarak, onlardan ilham aldıklarını kabul ediyorlardı. Böylece kulak hırsızlığı yoluyla gökten haber çalan cinler, bu haberleri kâhin ve sihirbazlara ulaştırdıklarında, onların ardından gök yüzünde kayan ışıklar atıldığına inanıyorlardı.


İnsanoğlunun bilinmezi ve esrarengiz olanı keşfetmek için, çeşitli yöntemler kullandığı bilinmektedir. Zaman içinde onun bu ihtiyacını karşılamak üzere bu işi meslek haline getirenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Büyücü, kâhin ve şifacı gibi isimlerle anılan bu kişiler, sezgi gücüne dayanarak, görünmez varlıklarla temasa geçerek ya da tabiattaki bazı varlık ve nesnelerin durum ve davranışlarını yorumlayarak söz sahibi olduklarını iddia etmektedir.


Falda, çeşitli araç ve teknikler kullanıldığından, değişik fal türleri ortaya çıkmaktadır. Başlıca fal türlerini şu şekilde sıralayabiliriz. Yıldız falı, el falı, kağıt falı, iç organ falı, kum falı, zar falı, kitap falı, ateş falı, su falı, rüya yorumu, astroloji falı, kahve falı vb. gibi fal çeşitleri bulunmaktadır.


d) Hipnotizma:


İnsanların, ruhsal bir gücün etkisiyle uyutulabileceği inancıdır. Uykuya benzemekle birlikte kişinin etkinlikte bulunurken olağan günlük bilincinin dışına çıkmasıyla normal uykudan ayrılan, kendisine özgü fizyolojik belirtileri olan psikolojik bir durumdur. Bu durumda içe dönük yaşantılar, tıpkı gerçekmiş gibi algılanarak benimsenir ve cevaplandırılır.


Halk inançlarında bu basit telkin yöntemi tabiat üstü ve ruhsal bir gücün etkisine bağlanmaktadır. Bu sayede insanların etki altına alınabileceğine inanılmaktadır.


Hipnozun yöntem farklılıkları bir tarafa bırakılırsa tarihi, büyücülük kadar eskidir. Bilimsel tarihi ise 18. yüzyılın sonlarında, hastalarını tedavi etmede hipnoz yöntemini kullanan Viyana’lı hekim Franz Mesmer ile başlamaktadır. Mesmer “hayvansal magnetizm” adını verdiği hipnozu, doğru bir biçimde uygulayan kişiden hipnotize edilene geçen büyülü bir güç olarak tanımlamaktadır. Tedavi yöntemi olarak hipnoz, tıp, psikiyatri, psikoloji ve diş hekimliği alanlarında yaygın olarak kullanılmaktadır. Mesela gerginlik, migren, ruhsal yapıyı etkileyen olumsuz yaşantıların hatırlanmasında ve savaş nevrozu gibi bozuklukların tedavisinde de kullanılmaktadır.


e) İspirtizma:


Ölülerin, ruhlarının yaşadığı ve onlarla konuşulup, görüşüleceği yolundaki boş inanca ispirtizma denilmektedir. Ölülerle ilişki kurarak onların sözlerini algılayabileceklerini iddia eden medyumlar, ölülerden aldıkları bilgilerle insanları etkileyebileceklerine inanmaktadır. Ruhlarla, ispirtizmaya inananlar arasında aracı olan bu kişiler, ruh adına konuşmaktadır. Bu insanlar ölüler adına davrandıklarına ve konuştuklarına kendileri de inanmaktadır. Ölüler dünyasıyla aracılık ettiği iddiasında bulunanların tarihi, ilk çağlara kadar dayanmaktadır. Günümüzde de bu tür inançları yaşatanlar bulunmaktadır.

f) Muska:


Muska, Batı dillerinde Latince amuletum’dan gelmektedir. Amuletler fonksiyonlarına göre iki gruba ayrılırlar; birincisi, insanları ve varlıkları zararlı dış etkilerden uzaklaştırmak, ikincisi ise; iyilik ve güzellik getirmesi için yapılmaktadır. İnsanları kötülüklerden koruyacağına inanılan nesnelere muska denilmektedir. Genellikle olası bir hastalıktan korunmak ya da tedavi amacıyla yazılarak taşınan nesnelere verilen isimdir. Çoğunlukla üçgen biçiminde olup, deri, gümüş ve altın muhafazalar içerisine konularak, boyuna veya kola takılmaktadır.


Yazıyı bilen topluluklar ve kültürlerde kutsal kitaplardan alınan cümleler, kutsal sözler, Tanrı, peygamber, aziz ve evliya isimleri, büyülü formüller kağıt, deri, altın, bakır vb. üzerine yazılarak muska olarak kullanılmaktadır.


Günümüz modern insanı muska diyebileceğimiz çeşitli nesneleri üzerlerinde, son model arabalarında, dükkanlarında, bürolarındaki masalarında ve lüks apartmanlarında taşımaktadır. Aynı zamanda taşıyanlara güç verdiği, uğur getirdiği veya uğursuzluğu giderdiği kabul edilen nesnelere de fetiş denilmektedir. Bu nedenle muskaların fetişle de ilgileri bulunmaktadır.


ğ) Nazar:


Arapça bir kelime olan nazar, sözlükte bakış veya bakmak anlamına gelmektedir. Kişide kaza, hastalık, hatta ölüm gibi olumsuzluklara yol açtığına inanılan bakış ya da kem gözle yapılan kötülüklere denilmektedir.


Birisi hastalanıp yatağa düşse insanların koyacağı ilk teşhis nazardır. Bu yüzden halk arasında “nazar değdi, göz değdi, nazara göze uğradı, göze geldi” gibi ifadeler yaygın bir biçimde kullanılmaktadır.

Nazar inancına hemen hemen dünyanın her tarafında rastlanmaktadır. Eskiden beri bu zararlı güce karşı konulmaya ve onun yıkıcı ve öldürücü gücünden korunmaya çalışılmaktadır. Nazarın psikolojik temelinde kıskançlık ve haset duygularının yattığı bilinmektedir. Nazardan korunmak için izlenen ve halk arasında yaygın olan iki yol vardır. Birincisi; nazarlık asmak, ikincisi ise; dua etmektir.


Peygamberimizin bu konuyla ilgili bir hadisinde; “nazar (göz değmesi) haktır” dediği rivayet edilmektedir.


Eskiden günümüze kadar örf ve adetlerle gelen ve göz değmesini önlemek için şu nesneler kullanılmaktadır: Göz boncuğu, mavi boncuk, hurma çekirdeği, iğde dalı, sümüklü böcek, özerlik tohumu, çörek otu, kaya tuzu, at nalı, delikli taş, geyik boynuzu, koç kafası v.b. gibi. Ülkemizde bunlara nazarlık denilmektedir.


h) Tılsım:


Nesnelerin tabiatüstü güç taşıdığı inancına denilmektedir. İlk çağlardan beri ve hemen bütün toplumlarca bazı nesnelerin tabiatüstü güce sahip olduğu veya büyücüler tarafından kimi nesnelere bu gücün aktarılabileceği inancından kaynaklanmaktadır. Özellikle ilkel kabile mensupları, kendilerinin görünmez ve tabiat üstü kuvvetlerle kuşatıldıklarına inandıklarından, bu görünmez güce “mana” ismini vermektedir.


Tılsımlar, insanları koruyabileceğine ya da uğur getirebileceğine inanılan, doğal veya insan yapısı nesnelerdir. Tılsımlar değerli taş, metal, hayvan dişi ve pençesi, melek ve peygamber isimleri ve bitki gibi çok değişik türlerden meydana gelmektedir. Tılsımların etkisinin tabiattaki güçlerle ilişkilerinden, dini çağrışımlardan ya da uğurlu kabul edilen bir zaman diliminde törensel biçimde hazırlanmalarından kaynaklandığına inanılmaktadır.

Tılsım kullanmanın kökeni çok eski çağlara dayanmaktadır. Tılsımların en eski şekli eski Mısırlı’larda bulunmaktadır. Eski Mısır’da yetmiş beş tılsım olduğundan söz edilmektedir. Bunların en yaygın olanı ise; hem yaşayanların, hem de ölülerin taktığı yuvarlak böcek (Skarabeydi) olduğu ifade edilmektedir. Yine ölümden sonra dirilmeyi sağladığına inanılan “doğan güneş” tılsımı kullanılmaktadır. Eski Romalılar’ın zehirlenmekten korunmak için esrarengiz işaretler yazılmış tılsımlar taşıdığı bilinmektedir. Eski Türk topluluklarında tılsım kullanma adeti ve bu tılsımların her türlü bela ve afetlerden koruyacağı inancı yaygındı. Yahudiler arasında geç dönem kabbalistlerinin de onayıyla tılsım kullanımı varlığını sürdürmektedir. Hıristiyan din adamlarının orta çağda getirdiği yasaklamalar yavaş yavaş ortadan kalkarak, tılsım kullanımı varlığını devam ettirmektedir. Tılsımlar, zararlı etkileri uzaklaştırıcı olmaktan çok, taşıyıcısına mutluluk ve başarı getirecek bir uğur eşyası olarak algılanmaktadır.



TÜRK HALK İNANÇLARINDA BÜYÜ VE BÜYÜ İLE İLGİLİ UYGULAMALAR

Yüksek Lisans Tezi

Abdulkadir Sipahi

Endülüs Emevi Devleti (H. 138-422/M. 756-1031)

 


Müslümanlardan Endülüs'e ilk girenler, H. 92/M. 711 yılında Şam'daki Emevi Devleti zamanında Tarık b. Ziyad ve Musa b. Nusayır'dır. ikisi beraber işbirliği halinde söz konusu bölgeyi ele geçirdikten sonra, birtakım emirler bu bölgede Emevi halifeleri adına icraatta bulundular. Daha sonra halifeliğin Abbasilere geçmesiyle Saffah, tüm Emevileri katledip soylarını kuruttuğu dönemde bunlar arasından, halife Abdülmelik soyundan gelen Abdurrahman b. Muaviye adında bir delikanlı canını kurtararak kaçmayı başarmış ve Magrib'den (Tunus, Cezayir, Fas) geçtikten sonra denizi aşarak Endülüs'e girmiştir. O tarihte Endülüs'de Abdurrahman b. Yusuf el Fihri adında bir vali bulunuyordu. Abdurrahman b. Muaviye onun elinden ülkeyi almış ve kısa bir süre Abbasi halifesi Saffah adına hutbe okutmuştur. Çok zaman geçmeden, Abbasi halifesi kendisini görevden alınca, Abbasileri tanımadığını belirterek, H. 138/M. 756 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Endülüs bölgesinin o tarihte başkenti olan Kurtuba'yı kendisine merkez yapmıştır. Abdurrahman'dan sonra birçok emir Endülüs'te hüküm sürdü. Bunlar H. 317/M. 912 yılına kadar kendilerine "emir" lakabını veriyorlardı. Söz konusu yılda hükümdarlığa üçüncü Abdurrahman (H. 300-350/M. 912-961) geçince, emirlikle yetinmeyip halifeliğini ilan etti. Kendisi Endülüs'te saltanat makamına oturan Emevi halifelerinin en büyüğüdür. Birçok kez Franklarla savaşlar yapmış ve onları mağlup etmiştir.


Üçüncü Abdurrahman'ın vefatından sonra birçok hükümdar hilafet makamında bulunmuşsa da hiçbiri onun gibi güçlü olamamıştır. H. 5. yüzyılda Endülüs'teki İslam devleti "tavaif-i mülük" adı verilen çok sayıda küçük devletçiğe bölündü. Her yerde bir bey hüküm sürmeye başladı. Bu devletçik veya beyliklerin en büyüğü lşbiliye Araplarından oluşan "Benü Abbad Hanedanı"ydı (1023-1091). Daha sonra tüm egemenlik tavaif­ i mülüktan olan bu hanedan eline geçmişse de bunlar da Franklara karşı durabilmek için Mağrib bölgesinde hüküm süren hükümdarların yardımlarına muhtaç olmuşlardır. Onlar da Endülüs'e girdiklerinde buranın güzelliğinden etkilenmişler ve bir süre sonra bölgeyi ele geçirip, kendi ülkelerine katmışlardır. Endülüs bölgesi daha sonra çeşitli olaylara sahne olduktan sonra nihayet M. 1492 yılında Frankların (İspanya’nın) egemenliğine geçmiş ve söz konusu tarih Müslümanların bu bölgedeki idarelerinin sonu olmuştur.


Endülüs bölgesi İslam tarihinde gerçekten büyük bir yer işgal eder. Söz konusu bölgede, pek çok alim, edip, şair, filozof ve bilim adamı yetişmiş, birçok okul ve kütüphane kurulmuş, yüksek bina ve saraylar inşa edilmiştir.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Türk Soylu Halklarda Gök Tasavvuru-5

 


Samanyolu



“Samanyolu” çok eski dönemlerden itibaren ilkel toplumların dikkâtini çeken gökyüzü unsurlarından birini teşkil eder. Türk-Tatar halklarında ona genellikle “Kuş yolu” (Türkmenler, Kırgızlar) veya “Yaban kazı yolu” (İdil Tatarları, Çuvaşlar) adı verirler. Bu ikinci isme Fin kökenli İdil (Volga) kabileleri arasında da rastlanır. Finliler ve Estonlar “Kuş caddesi”, Laponlar “kuş patikası” adını verirler. Muhtemelen çok eskiye dayanan bu isimlerin kökeni, Ostyak ve Vogul efsanelerinde bulunabilir. Zira, bu efsanelerde Samanyolu “yaban ördekleri yolu” veya “Güney kuşlarının yolu” olarak geçmekte ve göçmen kuşlara geceleri yol gösterdiğine inanılır. Estonlar ve Finliler “Kuş caddesi” adının anlamını bu şekilde izah ederler.


Gökyüzündeki bu mucizevi “yol”, daha önce bahsini etmiş olduğumuz üzere Buryatlarla, bazı bölgelerdeki Yakutlar arasında Saman yolunu göğün dikişleri olup, gökyüzünün örtüsünün parçalarının orada birbirine dikilerek birleştirildiği, Turuhansk bölgesindeki Samoyedlerse Samanyolunu “gökyüzünün sırtı” olarak adlandırdıkları gibi, başka birçok tasavvura da yol açtığı görülür. Bu yoldan olmak üzere Buryatların bir başka efsanesinde Samanyolunun; “Manzan Görmö” adındaki bir tanrıçanın sütünden meydana gelmiş olduğu anlatılır. Efsanenin bir başka varyantında ise, gökteki bir başka varlık Görmö’yü sarhoş etmiş ve o uyuduğunda çekmecesinden çok değerli hazinesini alarak kaçmıştır. Görmö, uyanıp hırsızın peşine düşmeden önce, gökyüzüne göğüslerinden sütünü fışkırtmıştır. Birçok Avrupa kavimleri de Samanyolunu süt ile özdeşleştirerek, “Süt yolu” olarak adlandırmışlardır. Eski Yunanlılar Samanyolunun meydana gelmesini, tanrıça Hera’nın süt emmekte olan Herkül’ün ağzından göğsünü çekmesi esnasında fışkıran süt damlaları ile açıklarlar.


Kuzey Sibirya inançları arasında Samanyolu, gökyüzünün ortasında akan bir nehir olarak tasavvur edilmesi, Çin kültüründen geçmiş olması muhtemeldir, zira Çinliler Samanyoluna “Gökyüzü ırmağı” adını vermektedirler. Koreliler ve Japonlar ise, birbirine aşık iki yıldızın görevlerini ihmâl etmeleri sebebiyle, Tanrı tarafından birbirlerinden ayrıldıklarına ve gökyüzü ırmağının iki ayrı yakasına yerleştirildikleri inancıyla, senede sadece bir defa Temmuz ayında, kuşlar nehrin üzerinde bir köprü oluşturup, birbirlerini görebildiklerini ifade ederler.


Kafkasya Tatarları, Osmanlı Türkleri ve birçok Balkan halkları arasında ahırdan saman çalan bir adamın, arkasından samanların döküldüğünü fark etmeden kaçarken, döktüğü samanların izlerinden, gittiği güzergâhın gökyüzünden görülecek şekilde yol olduğundan, “saman hırsızının yolu/izleri” adı verildiğine dair anlatılan hikâye, eski bir Pers inançlarına dayanması muhtemeldir.


Bazı bölgelerdeki Yakutlar da Samanyoluna “Tanrının ayak izleri” adını verirler. Anlatılana göre Tanrı, dünyayı yaratırken gökyüzünde yürümüş ve bu izleri bırakmıştır. Ostyaklar ve Vogullar ise Samanyoluyla irtibatlı bir av hikâyesi anlatırlar: Tanrı “Numi-Torem” dünyayı yarattığında, dünyaya altı ayaklı bir geyik yollar. Bu çok hızlı koşan hayvanı yakalayamayacağını anlayan insanoğlu, bir orman adamından geyiği yakalaması için yardım ister. Kar ayakkabılarıyla çok iyi koşabilen bu adam, geyiği yakalamakta zorlanırsa da, sonunda geyiği yakalamayı başardığında fazladan iki ayağını keser ve babası olan Tanrı Numi Torem’e “Bu hayvanı normal bir geyik hâline dönüştür, benim için bile onu yakalamak çok zordu, herhangi bir insan bunu nasıl yakalayabilir ki” der. Bu olayın hatırası olarak Büyük Ayı yıldız kümesinde, iki gözü, ön ve arka bacakları ve hâtta kesilmiş ayaklarının çıkıntılarıyla beraber bu hayvanın sureti görülebilir. Samanyoluna bu sebeple “orman adamının kar ayakkabısı izleri” adı verilmiştir. Ülker yıldız kümesi de bu orman adamının gökteki evi olarak görülür ve Vogullar ona; “kusursuz orman adamının evi” adını verirler. Bu efsanede Büyük Ayıyı takip eden Ülker yıldız kümesi fikri mevcuttur.


İrtiş Ostyak efsanelerinde altı ayaklı geyiği avlayan avcının adı “Tunk Poks” olarak geçer. Bu sebeple Samanyolu üzerinde Tunk Poks’un yan yana giden kar ayakkabısı izlerini görürler ve Büyük Ayı yıldız kümesinde de onun avlamış olduğu geyiğe. Vasyugan Ostyakları geyiği avlayan bu avcının “Gök Tanrı’nın oğlu” olduğuna inanırlar.


Tunguzlar, Saman yolunu kar ayakkabılarının bıraktığı izlerin, bir ayıya ait olduğunu, bir ayının geyiği yakaladıktan sonra, onu parçalara ayırıp, ayırdığı parçaların gökyüzünde Büyük Ayı yıldız kümesinde “geyik ayağı” ve Orion yıldız kümesine de “geyiğin uyluğu” adını verdiklerini söylerler. Geyiğin parçalarından bir tanesi Samanyolunun bir tarafına, diğeri de diğer tarafına kayar. Ayı, avdan sonra yorgunluktan ayaklarını sürümeye başlar ve Samanyolunun sonundaki çatal uç meydana gelir. Tunguzlar bu sebeple Samanyoluna “ayının kar ayakkabısı izleri” adını verirler. Büyük Ayıya Tunguzların vermiş olduğu “geyik ayağı” adı, eski Mısırlıların “öküz ayağı” adı verdiklerini de burada ayrıca belirtmek gerekir.


Goldeler, Samanyolunu bir kahramanın kar ayakkabılarının izleri olarak tasavvur ederken, Moğollar, “Burkhan yolu”, müslüman Tatarlarda da “Hac yolu” ismini verirler.


Oniki Yıllık Zaman Döngüsü Sembolleri



Orta Asya halkları yukarıda bahsetmiş olduğumuz yıldız tasavvurlarıyla alâkalı olarak, zamanı oniki dilime ayırarak, oniki yıllık zaman dilimlerini; Fare, İnek, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek ve Domuz yılı olarak tanımlamışlardır. Kenarları çepeçevre bu hayvan sembolleriyle süslü küçük metal aynalar (toli) bu bölgelerde yaygın eşyalar arasında olup, şamanların elbiselerine taktıkları bu metal aynalar, Moğolistan’a zaman döngüsünün kullanıldığı Çin üzerinden ticaret yoluyla intikâl eder. Çinliler, bu sembollerden fare sembolüne sıçan, tavşan sembolüne de ada tavşanı adını vermişlerdir.


On iki yıllık döngüyü kullanan Buryatlar, döngünün ilk yılının aslında deve yılı olacakken, devenin bu şerefi fareye kaptırmış olduğunu şu şekilde anlatırlar: Deve ve fare, döngünün ilk yılına içlerinden kimin adı verileceği konusunda birbirleriyle uzun bir münakaşaya girerler ve en sonunda doğan güneşin ışığını ilk kim görürse, yıla onun adının verilmesini kararlaştırırlar. Deve bir yere oturur ve Doğu ufkunu gözlemeye başlar. Fare, devenin üzerine tırmanır ve Batıya doğru bakmaya başlar. Gün doğumuna yakın, daha deve güneşin ışıklarını göremeden, fare, daha yüksekte olduğundan, Batıdaki dağların üzerine vuran ışınları görür görmez, yarışmayı kazanarak döngünün ilk yılına adını verir. Bu konuda, “Deve kendine çok güvendiği için bir yılı kaybetti” sözü, Buryatlar arasında yaygın bir deyim olarak kullanılması, bu efsanedeki hikâyeye dayanır.


On iki dilimli döngüyü ifade eden bu hayvan sembolleri geç dönem Mısır kitabelerinde rastlandığı gibi, bu sembolleri on iki saatlik farklı bir zaman döngüsü içinde sıralama değişikliğiyle eski Yunanlılar da kullanırlar. Onların sıralaması ise şöyledir: Kedi, köpek, yılan, böcek (yengeç), eşek, aslan, keçi, öküz, doğan, maymun, flamingo ve timsah. Muhtelif coğrafyalarda rastlanan gerek bu on iki dilimli zaman döngüsü, gerekse bunların hayvan isimleri ile anılmaları hiç şüphesiz aynı tarihî kökene dayanmaktadır. Bazı Yunan kaynaklarında zamanın bu on ikilik parçalara bölünmesi, “Kalde usûlü” olarak nitelendirilmekte ve bu da Babilin, yıldız ilimine işaret etmekle, bu hayvan sembollerinin burçlar kuşağından türemiş olduklarını akla getirmektedir.

Gökyüzüyle ilgili önceki bölümlerde bahsi geçen bir çok tasavvurunun (meselâ, avcı Orion veya Ülker yıldız kümesinin bir yıldızının çalınması veya Samanyolunun hikâyesi) Yunan mitolojisinden çıkıp, Sibirya’ya mı geçtiği, yoksa Sibirya’dan çıkıp, İskitler vasıtasıyla Yunanlılara mı geçtiği konusu meçhuldür. Keza aynı kültürel mirasın etkilerini Altay ve Kuzey Moğolistandaki eski Türk mezarlarında da görmek mümkündür. 

 




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak