29 Aralık 2022 Perşembe

OĞUZLAR

 


Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuranlar Oğuzlardır. Anadolu Türklerinin aslı Oğuzlara dayanmaktadır. O halde Türk alemi içinde Oğuzlar kimlerdi? Oğuz kelimesi nereden geliyordu. Bütün Anadolu halkı kendilerini Oğuz Han'a mensup (Türkmenler) olduklarını söylemektedirler.


Oğuz kelimesi bir çok milletlerin tarihinde muhtelif şekillerde kayıtlıdır. Araplar Oğuzlara (Guz); Bizanslılar ise (Uzguze) Orta Çağ latinleri de (Uzi) diye yadetmişlerdir. Bizanslıların Ceyhun nehrine (Okus) demeleri, Oğuza nisbeten verilmiştir. Oğuz kelimesi (Ok) ile (Uz) kelimelerinden meydana gelmiştir. (Ok. Boy) kabile demektir. (Uzler) çoğul edatı manasına geldiğinden (Uğuz Kabileler) demektir. Oğuz kelimesinin (Mübarek, Kutlu) manasına geldiğini de söyleyenler vardır. Türkmenler ise (Oğuz) kelimesini (Maya, öz, cevher, asil) anlamında kullanmaktadırlar. Oğuzların aslına ait en eski eser (Oğuzname) dir. Oğuzlar arasında Oğuznamenin büyük değeri vardır. Bu eser Oğuz Han adlı bir hakanın hayatından, fetihlerinden ve öğütlerinden bahsetmektedir. Oğuz Han hakkında şu menkibe vardır.


«Oğuz, doğduğu zaman bir dünya güzeli idi. Annesinin memesinden ilk sütü emdi sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi. Lakırdı etmeye başladı. Kırk günde büyüdü. Dolaşıp oynadı. At sürüsü güder. Beygire binerek izinsiz avlanırdı. Böylece büyüdü. Delikanlı oldu. Memlekette büyük bir orman vardı. Ormanda müthiş bir canavar vardı. Oğuz onu öldürdü.

Bir gün tanrıya ibadet ederken birdenbire ortalık karardı. Gökten bir mavi ışık düştü. Güneşten ve aydan parlaktı. Bunun ortasında tek başına bir kız oturuyordu. Başında kutup yıldızı gibi yanan parlak bir işaret vardı. Oğuz bu kızı sevip aldı. Bu kızdan (Gün, Ay, Yıldız) adlı üç oğlu oldu.


Oğuz bir gün yine ava gitmişti. Uzaktan bir gölün ortasında bir ağaç ve üzerinde bir tek kız gördü. Onu da sevip aldı. Ondan da (Gök, Dağ, Deniz) adlı üç oğlu daha oldu. Bunun üzerine günün birinde kavmine büyük bir ziyafet (Şölen) verdi. Ziyafetten sonra halka:



Ben artık sizin hakanınızım, bana hizmet edeceksiniz! dedi. Dört bucağa emirler göndererek itaat istedi. Bir sabah Oğuzun çadırına gün ışığına benzer bir ışık girdi. İçinde boz yeleli bir kurt göründü. Kurt Oğuza ve ordusuna yol gösterdi. Oğuz yıllarca birçok kavimlerle cenk etti. Büyük bir Oğuz İmparatorluğu kurdu. Komutanlarından bazılarına (Kıpçak, Karluk, Kalaç, Kanıklı) adlarını vererek onları han yaptı.



Oğuz Hanın (Uluğ Türk) adlı ihtiyar bir Şamanı vardı. Bu adam bir gece rüyasında altın bir yay ve gümüş üç ok gördü. Yay doğudan batıya kadar uzanıyor, üç ok da güney yönüne uçuyordu. Uyanınca bu rüyasını Oğuza anlattı, öğütte bulundu. Oğuz bu öğüdü tutarak oğullarını yanına çağırdı. Gün, Ay, Yıldız doğu tarafına; Gök, Dağ, Deniz'i batı tarafına gönderdi. Birinciler avlandıkları birçok avlarla beraber altın bir yay bulup getirdiler. Oğuz bunu üç parçaya ayırdı ve oğullarına verdi. Diğer üç. oğlu beraber gümüş bir ok bulup getirdiler. Oğuz onu lara verdi. Bundan sonra (Oğuz Han) büyük bir da birçok avlarla da üçe ayırıp on­ kurultay topladı.

 

Sağ tarafta üç aklar, sol tarafta boz oklar oturuyordu. Oğullarına şunları söyledi:

Ey oğullarım! Çok yaşadım. Mızrakla çok cenk ettim. Çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım. Dostları güldürdüm. Gök tanrıya ben her şeyi feda ettim. Sizlere yurdumu veriyorum! Dedikten sonra yurdunu oğullarına böldü.»


Oğuz menkıbesinin Müslüman Oğuzlar arasındaki şekli de şöyledir:


«Oğuz doğunca üç gece anasının memesini emmedi. Dile gelip anasına, (Eğer Müslüman olmazsan kendimi öldürürüm.) dedi. Anası Müslüman oldu. Oğuz bir yaşına gelince, babası (Karahan) adet mucibince bir ziyafet vererek beylere: (Buna ne ad koyarsınız) diye sorunca, çocuk:


-Benim adım, Oğuz!

dedi. Çünkü bu adı ona Tanrı vermişti.

Oğuz Hanın altı oğulundan dörder olmak üzere yirmi dört torunu dünyaya geldi. Bunlar (Bozok) ve (Üçok) diye onikişere ayrıldılar. Yirmi dört boyun adları:


OĞUZ HAN





                         Bozoklar


                          1       2    3               4

(Günhan)        Kayı - Bayat - Alka evli - Kara evli


                          5       6     7              8

(Ayhan)         Yazır   Döğer - Dodurga - Bayırlı


                              9      1O       11 12

(Yıldızhan):        Afşar - Kınık - Beydili - Kargın

 


 

                          Üçoklar


                           1            2            3           4

(Gökhan)       Bayındır- Peçenek- Çavuldur- Çepni


                          5        6        7        8

(Dağhan)  Salur - Eymür - Alayuntlu - Üregir


                          9     10   11         12

(Denizhan) :    Iğdır   Böğdüz  Yıva      Kınık


Bu suretle on ikisi sağ, on ikisi sol olmak üzere Oğuzlar (24) boya ayrılmışlardır. Oğuzun her oğlunda bir ungunu damgası vardı:


Günhan        Şahin

Ayhan       Kartal

Yıldızhan       Tavşancıl

Gökhan        Sungur

Dağhan         Çağır

Denizhan       Üçkuş


idi. Her boy bu damga ile tanınırdı. Bu teşkilatı Gökhanın bilgini Yenikendli (İrkil Ata) yapmıştır. Oğuzların kendilerine göre bir lehçesi vardır. Buna (batı lehçesi) denilir. Doğu lehçesine de (Hakaniye) denilmektedir. Oğuzname Oğuz türkçesi ile yazılmıştır.



 Oğuzların anayurtları Orta Asya’da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi. Çinliler bu dağa (Gök Dağ) manasına ( Tiyan - Şan) demektedirler. Bu dağın doruğu daimi olarak karla kaplı olup yamaçları ise ardıç ormanları ile örtülüdür. Bu orman geyik ve karacalar yatağıdır. Dağın aşağı yamaçlarını yabani buğdaylar kaplamış olup, baharda tarlalar sünbül, lale ve karanfillerle bezenmektedir. Burası yeryüzünün bir cennetidir. Tanrı Oğuz Türklerini bu yeryüzü cennetinde yaratmıştır. Bu dağın önüne yeşil deniz denilen bir bozkır serilmiştir. Bu bozkırda at ve koyun sürüleri yabani olarak gezmekte idi. Oğuzlar bu hayvanları ehlileştirip geçimlerini ve daima servetlerini sağladılar. İlk defa çiftlik ve hayvancılıkla meşgul oldular.


Oğuzlar Tanrı Dağı bölgesine (Gün Ortaç) adını verdiler. Gün Ortacın doğusuna (Hatay), batısına da (Horasan), kuzeyine de (Kıpçak) dediler. Kuzeye yayılanlar Altay Dağlarının madenlerini işlediler. Doğuya gidenler Çine doğru ticaretle meşgul oldular. Büyük Oğuz kütlesi ise Ceyhun nehri yöresinde (Karaçuk - Farab) ı merkez yaptılar. Horasan elini yurt yaptılar. Burada göçerevli olarak hayvan sürüleriyle geçindiler. Oğuzların bir kısmı da Peçeneklerle beraber Volgaya, buradan da Balkanlara gittiler. Bizanslıların tesiri ile hristiyan oldular. (Gagavuz) adını aldılar. Bunların bir kısmı da Anadolu'ya yerleştiler.


Oğuzların en önemli boyları (Salur, Kayı, Kınık, Bayat, Bayındır) dır. Oğuz Han'ın oğlu Dağ Han'ın ilk oğlunun adı Salur idi. Salur'un bir boyu da (Karaman) idi. Bayat boyu da çok genişti. Çoğu Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Selçuklu Devletini Kınıklar, Osmanlı Devletini de Kayılar kurmuştur.


Oğuzların ilk kurdukları cemiyet ( Boy) idi. Boy (Halk) manasına gelmektedir. Boylar birleşerek (İl) i teşkil etmiştir. Boy beyine ( Tudon), il beyine de (Yabgu) denilirdi. Oğuz illeri birleşerek (Hakanlık) şeklini meydana getirmişlerdir. Boylar Demokrasi ile idare edilmektedirler. Egemenlik ( Boy Meclisi)nde idi. Her ferd bu meclisin üyesi idi. Bu meclis yılda bir kere Boy beyini seçerdi. Boy beyi, halkı memnun edemezse istifaya mecburdu. Boy beyinin maiyetinde gençlerden kırk yiğit bulunurdu. Barış işlerini görmek için (İhtiyar) adlı bir büyük vardı. Akıncı kuvvetlerinin komutanına da ( Sübaşı) denilirdi. Savaş başlamadan önce, Boy beyinin çadırı önüne ucunda bayrak olan bir mızrak dikilirdi. Derhal gençler silahlanıp alaylar teşkil ederlerdi.


Boy beyinin hazinesi yoktu. Aralarında eşitlik vardı. Oğuzlar (Referandum) usulü ile idare edilen bir (Cumhuriyet) şeklinde yaşarlardı. Çalışkan ve ahlakça üstün insanlardı. Aralarında para ile tutulmuş hizmetçiler olmadığı gibi esirler de yoktu. Yaraladıkları düşmanı çadırlarına götürüp kadınlarına tedavi ettirirlerdi. Çarpıştığı düşman ona el uzatırsa öldürmezlerdi, aman dileyeni af ederlerdi.  


Zamanla boylar birleşerek (İl) şeklini aldılar. İl kelimesi (Devlet) veya (Barış) demektir. Boylar içte ve dışta barış halinde yaşarlardı. Elçi kelimesi de barışçı demektir. Oğuzların adet ve örflerini sağlayan bir hukukları vardı ki buna (Töre) derlerdi. Oğuz töresine bağlı olmayanlara (Tat) veya (Tatar) derlerdi. Oğuzlarda dört yön kutlu idi. Buna dört renk vermişlerdi  


Doğu Gök

Batı         Ak

Kuzey Kara

Güney Kızıl


idi. Bu sebeple Oğuzlar Anadolu’ya yerleşince, Anadolu’nun kuzeyindeki denize (Kara Deniz), batısındaki denize (Ak Deniz), güneyindeki Denize (Kızıl Deniz) adını vermişlerdir. Kuzey rüzgarına da (Kara Yel) demişlerdir. Oğuzlar savaşlarda da dört renk ata binerlerdi. Doğuya düşen atlar gök, batıdakiler ak atlar, kuzeydekiler Kara atlar, güneydekiler de kızıl atlardı. Oğuz Hanın ordusu da böyle idi. Dünyayı Tanrının dört oğlu idare ettiğine inanırlardı.




Doğuda Gökhan

Batıda Akhan

Kuzeyde Karahan

Güneyde Kızılhan


bulunurdu. Oğuzlarda (Ağaç- Ateş- Demir- Su) kutlu idi. En kutlu kuş, (TuğTul), en kutlu hayvan (Bozkurt), ağaçta (Huş ağacı) idi. Gök Tanrıya yılda bir kere (Ökuz) kurban ederlerdi. Oğuzların dinine (Şamanizm) denilirdi. Şamanlıkta kutlu olan en büyük Tanrı (Güneş) dir. Bu (Güneş) de güzelliktir. Bütün dünyayı güzelliğin cevheri olan (Nur) kaplamıştır. Bu Nur da (Güneş) olarak görünmektedir. Ayrıca (Ay) ve (Zühre) yıldızı da kutludur. Bunlara (Günhan), (Ayhan), (Yıldızhan) denilir. Dini törenleri de (Şaman) lar veya (Kam) lar idare ederlerdi.


Oğuzlarda dörtlü teşkilatla beraber (Altı) teşkilat da vardı. Oğuzların (Uygur, Kalaç, Kanıklı, Karluk, Kıpçak, Ağaçeri) adlı altı kolu vardı. Bunların hepsi Oğuzdur. Oğuzlar, diğer Türk kavimleri olan (Yakutlar, Başkırtlar, Özbekler, Altaylılar, Hazarlar, Macarlar, Bulgarlar, Finler, Karaçaylar, Kumuklar, Kara Kalpaklar) dan ayrı müstakil bir koldur. Oğuzlar, fizyonemi itibariyle tamamen Avrupalılara benzemektedir. Bunlar Türk, Oğuz ve Türkmen diye adlanmışlardır. Oğuz, Türkün asili, kibarı demektir. Oğuzlarda en önemli bir rakam da ( 9) dur. Bunu çok uğurlu sayarlar, çok kere dokuz boya ayrılırlar, bunlara (Dokuz Oğuzlar) denilir. Oğuzlarda soy dokuzuncu göbeğe kadar çıkar. Tarhanlık imtiyazı dokuzuncu göbeğe kadar devam eder. Dokuz atası demirci olan şaman olabilir. Gökte dokuz kattır. Ceza kanunlarının da dokuz adedi önemlidir. Törenlerde dokuz bardak Kımızı, dokuz yudumda içmek adettir. Ot demetlerini de dokuzar yaparlar. Oğuz beylerinin sancakları da dokuz tanedir.


Oğuzlarda dikkate değer bir adet de (Şölen) denilen ziyafetdi. Oğuz beyleri ve hatunları şölen verirlerdi. Yirmi dört boyun beyi, çıplak olanlara elbise giydirir, borçlu olanların borçlarını öderdi. Dargınlar barıştırılırdı. Ayrıca yılda bir kere de (Yağma Şöleni) verilirdi. Bu şölene Üçokla Bozok'un bütün beyleri katılırdı. Ziyafetten sonra İl Beyinin veya hakanın atağında ne kadar malı varsa beyin emri ile halk tarafından yağma edilirdi. Çünkü beyin serveti kamuya ait vakıflar hükmünde idi. Bu serveti ona veren halkı, malını yağma ederler, fakat daha iyisini yine verirlerdi. O gün yeni bey de seçilirdi.



Oğuzlarda her kırk ev bir topluluk sayılırdı. Bu toplulukların her birinde, yılda en az dört evlenme olması töre idi. Fakir olanlara yardım edilir. Herkes bir kadın alabilirdi. Oğuzlar kendilerine tabi olup, dillerini kullanan, kültürünü kabul edenlere (Ulus) denilirdi. Oğuz olanlara da (Budun) derlerdi. Budun (Uruk) u teşkil ederdi. Uruk, tohum demektir. Yani aynı kökten gelenlerdir. Uluslarla evlenmezler, soy ve soplarını devam ettirirlerdi. Oğuzlarda Hakan olabilmek için babası ve anası Türk olmak şarttı. Hakan oğullarına (Tekin), anası Türk olan kızlara da (İnal) derlerdi.

Uruklar (Boy) lara, boylar da (Oymaklara), oymaklar da (Obalara), abalar da (Avul) lara ayrılmıştı. Oğuzların sosyal yapıları bu şekilde bölünmüştü. Yerleştikleri yerlere (Yurd) derlerdi. Sürü sahibi olduklarından yazın (Yaylak), kışın da (Kışlak) tutarlardı. Yaylaklar tahsis olup, kamuya aittir. Parçalanmaz ve satılmazdı. Ancak faydalanılırdı. Dinlenme yeri idi. Burada yağ peynir, yoğurt yapılırdı. Şehirlere yerleşmeyenler (Göçerevli) idi Göçerevlilik (Göçebelik)den farklıdır. Bunlar gezici bir teşkilat idi. Göçerevli bir ilde devlet kurabilecek dört ana teşkilat vardır. Birincisi (Alpler) dir. Bunlar talimli askerler ve akıncılardır. İkincisi (Horasan Erenleri) adıyla (Alimler, Pirler, Babalar) idi. Bunlar da alimler, din büyükleri ve şamanlardı. Üçüncüsü (Ahiler) olup, her daldan sanatçılardı. Dördüncüsü (Bacılardı). Bunlar da silahlı kadın alayları idi. Türk cemiyetinin bu ana cevheri dolayısıyla, her çağda Oğuzlar bir devlet kurmuşlar, egemenlik sağlamışlardır. Diğer Türklerde bu maya olmadığından daimi devlet kuramamışlar, teba olarak yaşamışlardır. Bu sebeple Oğuzlar tarihin bir mucizesi olmuşlardır. Tarihten silinmemelerinin birinci sebebi bu olmakla beraber, ikinci ana kaynak da (sürü sahibi) olmalarıdır. Büyük akınlara, tabii afetlere, genel kıtlıklara karşı her türlü ihtiyaçlarını temin eden koyun ve davarlara ve ota malik bulunmaları olmuştur. Bu sebeple kaderlerine inkıraz yazılmamıştır. Her çağda devlet kurmuşlardır. Zamanla illerinin birleşmesinden (Hakanlık) kurmuşlardır. Hakanların (Kurultay) adlı meclisleri vardı. Bu meclis (Yasa) yı yapardı. Hakanların büyük otağlarına (Ordu) adı verilirdi. Hakanlık devrinin sancağının rengi (kırmızı) idi. İlhanlık yani imparatorluk devrinde sancak rengi (Gök) idi. Oğuzlar ölülerini mumyalarlar, bütün eşyalarıyla (Kurgan) denilen kümbetlere gömerlerdi. Oğuzlar sakal ve bıyıklarını tıraş ederlerdi. Saçları uzundu. Elbiseleri yünden ve ak renkte idi. Temiz insanlar olup, sık yıkanmayı severlerdi. Sağlam vücutlu idiler. Kımız denilen kısrak sütünden yapılmış bir içki içerler. Kopuz denilen bir sazı çalarlardı. Ozanlar oğuznameden destanlar okurlardı. Oğuz delikanlılarının oyunları halay çekme ve bar şeklinde idi. Oğuzlara ait belgenin en eskisi altıncı yüzyılda dikilen (Yenisey) anıtlarında görülmektedir. Bu anıtlarda (Altı Oğuz Budunu) sözü yazılıdır. Bu yazı (Alp Turan) adında bir boy beyine aittir. Sekizinci yüzyılda dikilen (Orhun Yazıt) larında ise- (Doğuz Oğuz) diye kayıt vardır. Üç Oğuzları (Gültekin) yenmişti. Peçenekler ve Uygurlar da Oğuzlardan idi. Oğuzların, büyük urukları onuncu yüzyılda Ceyhun nehri ve Hazar boylarında yaşamakta idiler. Oğuzların kışlakları (Yenikent) ve (Cend) şehirleri idi. Karaçukda Oğuzlara ait bir çok kültür eserleri çıkmıştır. Maveraünnehir ve Horasan eli (Oğuzistan), Doğu Türkistan da (Uyguristan) idi. Türk medeniyetini bu Türk Oğuzlar kurmuşlardı. Oğuzlar Anadolu Türklerinin atalarıdır.



SELÇUKLU İMPARATORLUĞU TARİHİ

Yazan: Enver Behnan ŞAPOLYO


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

HAD:

 

İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.

 

Beş günah için had cezâsı vardır: Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile sarhoş olmak, kazf (iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i Âbidîn)

 

Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

Hadd-ı Bülûğ:

 

Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı

 

Hadd-i Kazf:

 

İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle verilen cezâ.

 

Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük günâhtır. İki şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf, seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf, kazf olunan kimsenin isteği üzerine tatbîk edilir.

 

Hadd-i Sirkat:

 

İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.

 

Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman veya zımmî (müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65 santigram) gümüş parayı veya değerinde olan mütekavvim (kıymetli, kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla bozulmayan bir malı, müslüman veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm'da (müslüman memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ ederse, hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından kesilir. İkinci defâ çalanın sol ayağı oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar hapsedilir. Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber vermesi ile belli olur. (İbn-i Âbidîn)

 

Et, sebze, meyve, süt, odun, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı, ekmek, her çeşit kitab vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i Hümâm)

 

Hadd-i Zinâ:

 

Akıllı  olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ.

 

Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i Âbidîn)

 

HADES:

 

Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.

 

Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük hades; bevl etmek, herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan diğer durumlarla meydana gelen manevî kirlilik hâlidir. Namaz abdesti almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünüblük, hayız ve nifas hâlleri ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi)

 

Hadesten Tahâret:

 

Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması.

 

HÂDÎ (El-Hâdî):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı ndan (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tanıtan yüce Allah.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi: 31)

 

Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî ve Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı ile tecellî eder. Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

HADÎD SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin elli yedinci sûresi.

 

Hadîd sûresi Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi beşinci âyet-i kerîmede demir mânâsına olan hadîdin ehemmiyetinden (öneminden) ve fâidelerinden bahsedildiği için, sûreye Hadîd ismi verilmiştir. Bütün varlıkların Allahü teâlâyı tesbîh ettiklerini bildirmekle başlayan sûrenin başlıca konuları şunlardır: Allahü teâlânın mübârek isimleri, sıfatları, mallarını Allah için harcayanların pek büyük mükâfatlara kavuşacakları, bâzı peygamberler aleyhimüsselâm ve ümmetlerinin durumları, Peygamber efendimize îmân edenlere (inananlara) verilen müjdeler. (Fahreddîn Râzî)

 

Hadîd sûresinde buyruldu ki:

 

Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. (Âyet: 4)

 

Dünyâ hayâtı elbette la'b, yâni oyun ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve tefâhür (öğünme) ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Âyet: 20)

 

Dünyâda olacak her şey dünyâ yaratılmadan önce levh-i mahfûzda yazılmış, taktir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden dolayı mağrûr olmayasınız. Allah kibirlileri sevmez. (Âyet: 22)

 

HÂDİS:

 

Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan.

 

Âlemin  hâdis  olduğunu  gösteren  ikinci  bir  delil  de  âlemin  her  zaman  bozularak değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah)

 

HADÎS:

 

Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.

 

Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

 

İmâm-ı  Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:

 

İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.

 

Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz,

 

Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.

 

(Şeyh Sa'dî)

 

Hadîs Âlimi:

 

Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.

 

Hadîs-i Âhâd:

 

Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Âmm:

 

Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Cibrîl:

 

Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.

 

Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir."

 

Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine inanmak, indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.

 

"İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Hadîs-i Garîb:

 

Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

 

Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)

 

Hadîs-i Hâs:

Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

 

Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)

 

Hadîs-i Hasen:

 

Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

 

Yüce Allah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)

 

Hadîs-i Kavî:

 

Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Kudsî:

 

Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)

 

Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:

 

Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)

 

Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)

 

Hadîs-i Maktû':

 

Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâma kadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.

 

Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)

 

Hadîs-i Mensûh:

 

Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.

 

Hadîs-i Merdûd:

 

Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

 

Hadîs-i Meşhûr:

 

İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)

 

Hadîs-i Mevdû:

 

Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.

 

Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)

 

Hadîs-i Mevkûf:

Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Mevsûl:

 

Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

 

Hadîs-i Muddarib:

Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Muhkem:

 

Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Mu'allak:

 

Baştan bir veya birkaç râvîsi (rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Munfasıl:

 

Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Müfterâ:

 

Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.

 

Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.

 

Hadîs-i Mürsel:

 

Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Müsned-i Münkatı':

 

Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:

 

Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):

 

Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Müteşâbîh:

 

Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i Mütevâtir:

 

Birçok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları mümkün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

 

Hadîs-i Nâsih:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.

 

Hadîs-i Sahîh:

 

Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (birçok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.

 

Hadîs-i Şâz:

 

Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.

 

Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.

 

Hadîs-i Zaîf:

 

Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.

 

Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.

 

Hadîs İmâmı:

 

Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.

 

Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir:

 

Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterse Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.

 

Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:

 

Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar.

 

Hadîs-i Nefs:

 

Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.

 

Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir. Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu tercîh kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî)

 

HADSÎ:

 

Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey.

 

Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp çoğalması, aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını güneşten aldığının bilinmesi hadsîdir. (Molla Fenârî)

 

Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı, yaratıcıyı) anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır, apaçıktır. Diğer insanların, eseri görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ hadsîdir. Bir kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın sıfatlarını iyi düşünse, O'ndan başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. (Ahmed Fârûkî)

 

HAFAZA MELEKLERİ:

 

Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olmuştur.

 

Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

 

HÂFİD (El-Hâfid):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanlarının başlarını aşağı eğdiren.

 

El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak