27 Aralık 2022 Salı

Karmati Hareketinin Arka Planı

 Coğrafi Arka Plan


Eflatun, Hippodomos, İbn Haldun ve Montesquieu gibi düşünürler devlet rejimleriyle coğrafya arasında münasebet görürler. Kafamızı, kalbimizi yoğuran, gözümüzü açtığımız zaman gördüğümüz coğrafyadır. Bu manada kaderimizi çizen de aynı coğrafyadır. Aynı şekilde coğrafi determinizm'in diktiği en büyük abide olarak düşünülen Buckle'de İngiliz Medeniyet Tarihi'nin belli bir coğrafya içinde belirdiğini ifade eder. Michelet de, coğrafyasız tarihin, Çin resimleri gibi havada kalacağını söyler. Bu manada her hangi bir milletin tarihi, doğal çevresi bilinmeden anlaşılamaz. Hava şartları, insanların karakter ve psikolojisini, çalışkanlık ve tembelliğini etkilediği gibi bedenlerin oluşmasını ve derilerinin rengini de etkiler. Toprağın verimliliği ve suların bolluğu, insanların faaliyetlerini ilke olarak ziraat ve tarıma yöneltir. Buna karşılık çoraklık ve kuraklık da, insanların ticaret gibi başka bir alana yönelmelerini teşvik eder. Ülkenin önemli ulaşım yolları üzerinde bulunması, insanları ticaretle uğraşmaya yöneltip, başkalarıyla kaynaşmalarına, kendilerine yabancı kültürlerle bağlantı kurmalarına yol açar. Aynı şekilde coğrafi konum, genel siyasete yön vermeye veya bir ülke ile diğer ülke arasında siyasal bir bağ oluşturmaya da etki eder.


Coğrafya'nın bu özeliğiyle insanlar coğrafyalarının özelliklerini yansıtırlar demek, mümkündür. Aslında her topluluk hayatını fiziki (dış) ve kültürel (iç) bir çevrede sürdürür. Toplumların yerleşme tarzları ve çevre şartları, onların sosyal yapılarının dış özelliğini yansıtır. Fiziki çevre olarak adlandırılan coğrafi alan, toplumların sosyal yapılarını oluşturur. Aynı şekilde İnsanlar da coğrafyalarının özelliklerini yansıtırlar. Hatta bazen kimi mekanlar, o mekanı şekillendiren insanların önüne geçer, onlardan daha fazla şöhrete sahip olur ve oluşturulan medeniyetin en belirgin göstergesi haline gelir. Bu manada Ortadoğu diye adlandırılan bölgenin tarihte ve günümüzde de devam eden bir şöhreti olmuştur. Karmati hareketi de bu bölgede ortaya çıkmıştır. Hareketi oluşturan etkenlere baktığımızda coğrafi yapı, tarihi süreç içinde oluşmuş olan dini-felsefi etkenler kadar etkili olduğu görülmektedir. Karmati-İsma'ili hareketi bulunduğu coğrafyalardaki farklı etnik, kültürel çevre ve sosyal tabanlara mensup gruplar tarafından oluşturulmuştur. Aslında Asya'dan Doğu Avrupa'ya uzanan çok güçlü ve çeşitli geleneksel kültürel yumak, toplumların dini algılanma şekline tesir etmiştir. Adı geçen bölgede coğrafik faktörlerin etkisiyle, bu kadar geniş ve renkli etkiler ortaya çıkmıştı. Söz konusu coğrafya, iki bölümden oluşmaktadır. Birincisi, Arap Yarımadasının ortası, ikincisi ise iç kısımlar ve çevresi olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Her iki bölüm coğrafi açıdan pek çok değişiklikler gösterir. Bu cografik sahanın nüfuz alanı, başta Basra Körfezi, Akdeniz, Kızıldeniz, Suriye, Irak, Filistin, Ürdün, Lübnan, İsrail, Suudi Arabistan, Yemen, İran ve Kuzey Afrika'nın belli bölgelerini kapsayan Ortadoğu olarak adlandırılan bölgeyle Hindistan, Afganistan, Orta Asya dedigimiz bölgeler gelmektedir. Ortadoğu bölgesi hemen hemen bütünüyle subtropikal bölgede yer alır. Bu yüzden genelde çöl ve yalnızca sınırlı otlakların bulunduğu yarı-çöl bölgeleriyle, yılda iki hasada imkan veren zengin vahaların ve verimli sulu toprakların (Dicle-Nil boyunca) yer aldığı birbirine zıt bölgelerle kaplıdır. Bu durum toplumun şekillenmesinde de kendisini göstermiştir. İlk çağlardan beri büyük medeniyet ve kültür merkezlerini oluşturan bu geniş coğrafi bölgeye, Ortadoğu denilmektedir. Ortadoğu'nun bir de nüfuz alanları vardır. Bu alanları da Yakındoğu, İç Asya ve Balkanlar olarak ifade edebiliriz. Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkmış olan fikirlerin Yakındoğu, Balkanlar ve en uzak nokta olarak da Hindistan ve Afganistan'da etkin bir şekilde etkileri olmuştur.



Bahsetmiş olduğumuz bölgeler üç büyük dine ev sahipliği yapmasının yanında birçok yerel kült ve ritüelin de ana vatanı olarak kabul edilir. Bu bölgelerde ortaya çıkmış olan hareketlerin merkezi hep Kufe veya Kufe ile bağlantılı mekanlar olmuştur. Bu açıdan Kufe'nin konumu ilgi çekicidir. Kufe kültürlerin ve eski dinlerin birleştiği yer olmasından dolayı huzursuzlukların merkezi olmuştur. Ayrıca bölgenin çöl hayatından ve bedevilikten miras kalan saldırgan yapısı da kabilelerarası savaşın ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu da ürün elde etmek için araziyi kullanmaya önem veren çiftçi sınıfın huzursuz etmiştir. Bölge Emevi döneminden itibaren, siyasi ve politik mücadelelerin faaliyet alanı haline gelmiştir. İslam dünyasındaki birçok karışıklığın merkezi konumunda olan Kufe, bölgedeki sosyal çalkantıların merkezi konumundadır. Kozmopolit bir yapıya sahip olan Kufe, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik ve Yunan düşünceleri ile birlikte birçok ilkel inanışı bünyesinde barındırmakta idi. Bu durum siyasi ve sosyal içerikli olayların şekillenmesine de etki etmiştir.


Siyasi ve sosyal içerikli hareketlerin teşekkülü döneminde kültürler arası etkileşimin önemi oldukça fazladır. İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi tarihte bilinen çok eski dönemlerden itibaren birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bölgelerin misyonları tarihin derinliğinde kalması mümkün değildir. Sonraki dönemlerde de bu kültürel yapıların etkilerini görmek mümkündür. Bu kültürel etkileşim, değişik süreçlerden geçeceği kaçınılmaz bir hakikattir. Ortadoğu bu süreci algılamamız için iyi bir örnek olarak görülmektedir. Öncelikle Arap toplumunun oluşmasında coğrafyanın etkisine bakacak olursak; Arap Yarımadası 'nın kenar bölgelerinde bazı yerleşik Arap toplumlarının ortaya çıkmasında cografi faktörlerin kendine özgü etkileri olmuştur. Bu toplumların bir kısmına tarımsal bir karakter hakim iken, diğer bir kısmında, özellikle yarımadanın batısı ve güneyindeki şehirlerde ticari bir karakter hakim idi. Yarımadanın orta kısmı, bu sırada, çoğunlukla hayvancılıkla geçinen göçebe toplumların dolaştığı bir alan görünümünde idi. Çöl ve deniz, beşeri bir soyutlanmanın oluşumunda kendilerine has roller oynamışlardı. Ancak gerek ticaret yoluyla, gerekse yarımadanın kuzeyinde komşu ülkelerle olan sıkı temaslar sonucu olarak bazı kültürel etkileşimler olmuştur. Yabancı etkilerin sınırlı kaldığını, belki de kenar bölgelere inhisar ettiğini, Araplara özgü oturmuş yapıların etkileri dışındaki etkilerden uzak kaldığı söylenilebilir. Yarımadanın orta kısmında, siyasi ve sosyal birimler olan kabileler, sosyal muhafazakarlıkda ve gelenek ve göreneklerin kararlılığında ifadesini bulan kendi kendini tekrarlayıp duran bir hayat yaşıyorlardı. Hukuki, ahlaki ve siyasi kavramların kabile örfleri şeklinde ortaya çıktığı bir cemaat hayatı olarak ön plana çıkmıştır.


Bölgenin jeopolitik konumunun bir sonucu olarak bölgenin siyasi ve kültürel yapılanması m.ö. yıllardan Abbasi hilafeti dönemine kadar devam etmiştir. Miladi VI. yüzyıl yerleşik hayatın çöküşüne ve kabileci hayat tarzının geçerli olduğu alanın genişlemesine tanık olundu. Öyle ki kabile merkezli kavramlar, yerleşik toplumlarda bile belirgin bir güç haline gelmişti. Arap toplumları, miladi VI. yüzyılda son derece karışık bir durumla karşı karşıya geldi. Bu dönemde iki büyük devlet, batıda Bizanslılar, doğuda Sasaniler Arap toplumlarına saldırmaya başladı. Bizanslılar'ın müttefiki olan Habeşliler, Gassaniler'in Şam'daki varlığına darbe vurdular. Yine Sasaniler Münzirioğulları'nın Irak'taki varlığına son vererek, onun ve Basra Körfezi'nin diğer bazı kısımları üzerindeki dolaysız hakimiyetlerini genişlettiler. Sasaniler'in nüfuzu altına girinceye kadar Yemen, iki devlet arasında bir mücadele alanı olarak kaldı. Bu suretle Araplara ait yönetimler ortadan kalkarak, Arap toplumu yabancıların direkt tehdidiyle yüz yüze geldi. Sasaniler ve Bizanslıların ticaret yolları, özellikle bir taraftan Basra Körfezi yoluyla Irak üzerinden Şam'a ulaşan, diğer taraftan da Yemen, oradan Kızıl Deniz ya da Yarımadanın batısı üzerinden geçerek Akdeniz'e kadar varan Hint yolu üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştılar. Ebrehe'nin (Fil yılında) Hicaz'a yaptığı sefer, Yarımadanın batısından geçen ticaret yolu üzerinde hakimiyet kurma teşebbüslerinin sonuncusuydu. Bizanslılar ve Sasaniler'in Yarımadanın kuzeydoğu, batı ve güney kıyılarındaki ticaret yollarını ele geçirme, siyasi hakimiyet ve nüfuzlarını genişletme teşebbüsleri sürekli bir huzursuzluk ve karmaşa kaynağı olmuştu. Bazen buna siyasi bilinçlenme de eşlik ediyordu. Yakın Doğu dünyasında altıncı yüzyılda ve yedinci yüzyılın başlarında pek çok şey değişiyordu. Bizans ve Sasani imparatorlukları uzun süren savaşlara girdiler. Bu savaşlar, aralıklı olarak, 540'dan 629'a kadar sürdü. Esas olarak Suriye ve Irak'ta savaştılar. Bir ara Sasani orduları, kutsal Kudüs kentinin yanı sıra, Antakya ve İskenderiye gibi büyük kentleri işgal ederek Akdeniz'e kadar geldiler. Ancak bu ordular 620'li yıllarda İmparator Heraklius tarafından püskürtüldü. Sasani hakimiyeti bir süre için Güneybatı Arabistan'a yayıldı. Buradaki Yemen krallığı Habeşistan'dan gelen akınlar ve tarımdaki gerileme nedeniyle eski gücünü önemli ölçüde kaybetmişti. İmparatorlukların hükmettiği yerleşik toplumlar, hayatın anlamı ve nasıl gerektiği hakkında büyük dinlerin üslupları içinde ifade edilen sorularla doluydu.


İmparatorlukların iktidarı ve nüfuz, Arap yarımadasının çeşitli kesimlerini etkiledi ve yüzyıllar boyunca Arap kırsal göçerleri yarımadanın kuzeyinden ve ortasından, bölgenin, günümüzde genellikle Bereketli Hilal denilen kırsal kesimine doğru hareket ettiler. Bu bölge, yani Suriye'nin iç kesimleri, aşağı Irak'ta Fırat nehrinin batısında yer alan topraklar, yukarı Irak'ta Fırat ile Dicle arasında yer alan bölge (Cezire) nüfus bakımından genellikle Arap idi. Bunlar özelliklerini ve toplumsal örgütlenme biçimlerini de beraberlerinde getirdiler. Bazı aşiret reisleri topluluklarına vahalarda önderlik ettiler ve imparatorluk hükümetleri tarafından, öteki aşiretleri yerleşik bölgelerden uzak tutmak ve vergi toplamak için kullandılar. Dolayısıyla, Sasanilerin doğrudan denetlemedikleri bir bölgede başkentleri Hire olan Lahmiler, Bizans İmparatorluğu'nun benzer bir bölgesinde yaşayan Gassanilerinki (m.s. l .yy.) gibi daha istikrarlı siyasal birimler oluşturabildiler. Bu ülkelerin halkı siyasal ve askeri konularda bilgiliydi ve imparatorluk topraklarından gelen fikirlere ve inançlara açıktı. Hira ise bir Hıristiyan merkezi idi. Aynı şekilde Himyeriler (m.ö. 1 15-M.S.525), Gassaniler ve Palmiriler (m.ö.200-M.S.634) gibi devletler kurulmuştur. Orta Arabistan'da kabile otoritesi çerçevesinde bir devlet, Kinde Devleti (m.s. 480-529) kurulmuştur. Bu ülkelerden, Yemen'den ve aynı zamanda ticaret yolları boyunca tüccarların geçişinden, Arabistan'a, dış dünyadan bazı bilgiler ve bu dünyanın kültürü ulaştı ve yine bu çevreden gelip bölgeye yerleşenler oldu. Batı Arabistan'daki Hicaz vahalarında Yahudi zanaatkarlar, tüccarlar ve çiftçiler, Orta Arabistan'da Hıristiyan keşişler ve dönmeler vardı.


Bizans'ın bölge üzerindeki etkisi Emevilerin fetih hareketleriyle gerilemiştir. Emevi genişlemesinin siyasi açıdan olumlu yankıları olmasına rağmen zamanla sosyal açıdan Emevi iktadarını zaafa uğratan isyanlar ortaya çıkmıştır. Müslüman toplumun artan büyüklüğü ve gücü Emevilerin lehine olmadı. Emevilerin merkezi bölgesi Suriye imparatorluğa katılan ülkeler zincirinin zayıf bir halkasıydı. İran, Irak ve Afrika'daki yeni kentlere benzemeyen Suriye kentleri İslam'dan önce var olmuş ve hükümdarlarından bağımsız bir hayat sürmüşlerdi. Hala Bizans'ın elinde bulunan, Araplar ile Bizanslılar arasında çıkan savaşların sık sık bozduğu yeni sınırın ötesinde kalan Anadolu'dan kopması, bu bölgenin ticaretini kesintiye uğratmıştı. Müslüman toplumunun ana gücü daha doğuda yer alıyordu. Irak kentleri, Arap yarımadasının yanı sıra İran'dan gelen göçmenler ile gittikçe büyüyordu. Bazı Arapların toprak sahibi olarak yerleştikleri Güney Irak'taki bereketli ve sulak toprakların zenginliği bu göçmenleri cezp edebiliyordu. Yeni kentleri Suriyelilerden çıkınca bölge, Araplarla doluydu ve buralarda yaşayan Arapların hayatı, eski İran hakim sınıf, memurluğa ve vergi tahsildarlığına çekildikçe, zenginleştiler. Yedinci yüzyılın başlarında biraz güç ve güven kaybına uğramış bir dünya ile bu dünyanın sınırlarında, kuzeydeki komşularla daha yakın ilişki içinde ve onların kültürüne açık bir başka dünya bu arada var oluyordu. Bunların kesin buluşması o yüzyılın ortalarında gerçekleşti. Bütün Arap Yarımadasını, Sasani topraklarının tamamını, Bizans İmparatorluğu'nun Suriye ve Mısır Eyaletlerini kapsayan yeni bir siyasal düzen kuruldu; eski sınırların yerine yeniler ortaya çıktı. Bu yeni düzende, hükmeden grup sadece imparatorluk halklarından değil, Batı Arabistanlı ve büyük ölçüde Mekkeli Araplardan oluşuyordu. Irak'ın coğrafi bir merkez olması, kara ve deniz ulaşım yollarının üzerinde bulunması, Abbasilerin ticareti teşvik etmesi ve sosyal gelişmeler, ticarete olan ilginin artmasına ve ticari faaliyetlerin genişlemesine yol açtı. Ticari faaliyet, bir yandan Uzak Doğuya, Endülüs'e ve Doğu Afrika'ya, bir yandan Rusya ve Baltık havzasına, bir yandan da Hindistan'a, Çin'e ve Kore'ye kadar uzandı. Bu coğrafya'nın birçok ortak yönleri vardır. Hepsi de çölün ekili. araziyle birleştiği sınır bölgesinde bulunup, en eski çağlardan itibaren daima göçebelerin tehditlerine maruz kalmışlardır. En önemlilerinden bazıları, Mısır ile Irak, ticaret anayolları ve en eski çağlardan beri merkezi devletlerin kurulduğu yerler olan büyük nehirlerin suladığı vadilerdir. Hemen hepsi, aslında aynı sosyal düzene ve idareci sınıflara sahip ziraat ülkeleridir. Bununla beraber, söz konusu bölgeler birbirinden ayrı olarak çeşitli zamanlarda, farklı yollar ve düzeyde Avrupa tesirine maruz kaldıklarından, her birinin dış görünüşü ve hatta sosyal gerçekleri birbirinden farklılık arz etmektedir.


Arabistan'dan başka, hepsi büyük fetihler neticesinde Araplık ve İslamiyet'e mal edilmiştir. Hepsi de aynı büyük dil, din ve medeniyet mirasına tevarüs etmişlerdir. Fakat, dil, din, kültür ve sosyal gelenekte birçok yerel farklılıklar görülür. Uzun ayrılıklar ve geniş mesafeler, Araplar'ın çeşitli yerli kültürlerle kaynaşarak, ortak gelenekten farklı, bazen Mısır' da olduğu gibi pek eski bir yerel milli şuurla da beslenen, sağlam bölgesel kültürler meydana getirmelerine sebep olmuştur. Tamamen hakimiyet altına alınan kavimlerin yanı sıra, Irak'ta çeşitli etnik gruplar, Kuzey Afrika'da Berberiler veya Lübnan'da Maruniler, Mısır'da Kıptiler gibi, fatihlerin dili ve dinini yahut ikisini reddedenler, farklı bölgelerde, Araplar arasında yaşamakta devam ede gelmişlerdi. Bizzat İslamiyet içinde, bazen daha önceden mevcut itikatların etkisi altında, yeni mezhepler doğmuş ve böylece Irak'ta Şiiler ve Yezidiler, Suriye ve Lübnan'da Dürzller, Yemen'de Zeydiler, İsma'ililer, Irak, Suriye, Bahreyn'de Karmatiler ortaya çıktı. Bu kültürlerin etkisi kadar önemli olan başka bir hususta hareketin destek aldığı bölgedir. Çoğu kez fikirler, farklı muhitlerde değişik biçimde tecelli eder; hatta aynı fikirlerin, değişik sosyal çevrelerde, çok farklı yapılar kazandıkları görülür. İslam dininin değişmez inanç esaslarının, dünyevi ve uhrevi hayatla ilgili görüşlerinin farklı değerlendirmeleri, Arabistan Yarımadasında Selefiyye, İran'da Şia, Babiyye, Yemen ve Afrika'da Hariciyye, Hindistan'da Ahmediyye ve yukarıda bahsettiğimiz gruplar hep bu olgunun etkisi ile ortaya çıkmışlardı.



Coğrafya'nın değişmesi söz konusu olmadığı için tarih ve medeniyetin meydana gelişinde coğrafyanın etkisi göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Konumuz olan Karmati Hareketinin misyonerleri olan dailerin, farklı bölgelerde değişik tarzda propaganda yapmış olmaları bu etkiyi açıkça ortaya koymaktadır.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)


Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

ATASÖZLERİ

  B

- Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun. 

- Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur. 

- Bakmakla usta olunsa (öğrenilse) köpekler (kediler) kasap olurdu (kasaplığı öğrenirdi). 

- Balık baştan kokar. 

- Balım olsun, sinek Bağdat’tan gelir. 

- Balı, parmağı uzun olan yememiş (yemez), kısmeti olan yemiş ( yer). 

- Barutla ateş, bir yerde durmaz (olmaz). 

- Başa gelen çekilir. 

- Başını acemi berbere teslim eden, pamuğunu cebinden eksik etmez (etmesin). 

- Baş yastığı baş derdini bilmez. 

- Bez alırsan Musul’dan, kız alırsan asilden. 

- Bıçak yarası unutulur ama, dil yarası unutulmaz. 

- Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp. 

- Bin dost az, bir düşman çok. 

- Bin nasihattan bir müsibet yeğdir. 

- Bir baş soğan bir kazanı kokutur. 

- Bir elin nesi var, iki elin sesi var. 

- Bir elinin verdiğini öbür elin duymasın. 

- Bir fincan (acı) kahvenin kırk yıl hatırı (hakkı) vardır. 

- Bir korkak bir orduyu bozar. 

- Bir kötünün yedi mahalleye zararı vardır. 

- Bir selam bir hatır yapar. 

- Bol bol yiyen, bel bel bakar. 

- Bugünkü (akşamın) işini yarına (sabaha) koyma (bırakma). 

- Buğday ekmeğin yoksa, buğday (tatlı, faideli) dilin de mi yok? 

- Bülbülü altın kafese koymuşlar “ah vatanım” demiş. 

- Bülbülün çektiği dili belasıdır. 

- Büyük lokma ye, büyük söyleme. 

C 

-Cahile söz (laf) anlatmak, deveye hendek atlatmaktan güçtür. 

-Cahilin dostluğundan, alimin düşmanlığı yeğdir. 

- Cefayı çekmeyen safanın kadrini bilmez. 

- Cömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler. 

Ç 

- Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme. 

- Çağrılmayan yere çörekçi ile börekçi gider. 

- Çanağa ne doğrarsan kaşığında o çıkar. 

- Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar. 

- Çobansız koyunu kurt kapar. 

- Çok konuşan çok yanılır. 

- Çok koşan çabuk yorulur. 

- Çok söyleme arsız edersin, aç bırakma (parasız koyma, çok saklama) hırsız edersin. 

- Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz. 

- Damlaya damlaya göl olur, (aka aka sel olur.) 

- Danışan dağı aşmış, danışmayan düz yoldan şaşmış. 

- Davulun sesi uzaktan hoş gelir. 

- Demir nemden, insan gamdan çürür. 

- Demir tavında dövülür, (demiri tavında dövmeli). 

- Denizdeki balığın pazarlığı olmaz (bini bir paraya). 

- Deveye bindikten sonra çalı ardına gizlenmek olmaz. 

- Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. 

- Dikensiz gül olmaz (Gül dikensiz olmaz). 

- Doğru (hak) söz (ağıdan) acıdır. 

- Dost acı söyler. 

- Dost kara günde belli olur. 

- Dost yüzünden, düşman gözünden bellidir. 

- Dünya malı dünyada kalır. 

- Dünya ölümlü, gün akşamlı. 

- Düşmanın karınca ise de hor bakma (küçük görme). 

- Debbağa sorarsan dünyada fena koku olmaz. 

- Debbağ sevmediği deriyi yerden yere çarpar. 

- Edebi edepsizden öğren. 

- El için kuyu kazan evvela kendi düşer. 

- El yarası onulur dil yarası onulmaz. 

- El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu batman taşı sanır. 

- Emanete hıyanet olmaz 

- Eşeğin kuyruğunu kalabalıkta kesme, kimi uzun der kimi kısa. 

- Et tırnaktan ayrılmaz. 

- Evlenenle ev yapanın Allah yardımcısıdır. 

- Fakirlik ayıp değil, tembellik ayıptır. 

- Fırsat her zaman ele geçmez. 

- Garibe bir selam, bin altına değer. 

- Garip kuşun yuvasını Allah yapar. 

- Gel demesi kolay ama git demesi güçtür. 

- Gençliğin kıymeti ihtiyarlıkta bilinir. 

- Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz. 

- Gönülsüz yenen aş, ya karın ağırtır ya baş. 

- Gözü tanede olan kuşun ayağı tuzaktan kurtulmaz. 

- Gülme komşuna gelir başına. 

- Gülü seven dikenine katlanır. 

- Gün doğmadan neler doğar. 

- Güneş balçıkla sıvanmaz. 

- Güvenme varlığa düşersin darlığa. 

- Hak yerde kalmaz. 

- Hak yerini bulur. 

- Hamama giren terler. 

- Haramzade pazar bozar, helalzade pazar yapar. 

- Hatasız kul olmaz. 

- Hayvan yularından, insan sözünden tutulur. 

- Hazıra dağlar dayanmaz. 

- Her ağaçtan kaşık olmaz. 

- Her deliğe elini sokma, ya yılan çıkar ya çiyan. 

- Her şey incelikten, insan kabalıktan kırılır. 

- Her şeyin yenisi, dostun eskisi makbuldür. 

- Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar. 

- Hile ile iş gören, mihnet ile can verir. 

- Horoz ölür, gözü çöplükte kalır. 

- Isıracak it dişini göstermez. 

İ 

- İğneyi kendine çuvaldızı ele batır. 

- İki karpuz bir koltuğa sığmaz. 

- İki testi tokuşunca, biri elbet kırılır. 

- İnsan kıymetini insan bilir. 

- İsin yanına varan is, misin yanına varan mis kokar. 

- İstediğini söyleyen, istemediğini işitir. 

- İş amana binince kavga uzamaz. 

- İşleyen demir pas tutmaz. (paslanmaz, ışıldar.) 

- İyi evlat babayı vezir, kötü evlat rezil eder. 

- İyiliğe iyilik her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin karı. 

- İyilik eden iyilik bulur. 

- İyi olacak hastanın hekim ayağına gelir. 

- Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına (üstüne) almaz. 

- Kalemin yaptığını kılıç yapmaz. 

- Kaçan balık büyük olur. 

- Kalp kalbe karşıdır. 

- Kanaat gibi devlet olmaz. 

- Kara (kötü) haber tez duyulur. 

- Karga yavrusuna bakmış, “benim ak pak evladım” demiş. 

- Karıncadan ibret al, yazdan kışı hazırla. 

- Kaza, geliyorum demez. 

- Kediyi sıkıştırırsan üstüne atılır. 

- Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur. 

- Kem söz, kalp akçe sahibinindir. 

- Kendi düşen ağlamaz. 

- Keseye danış pazarlığa sonra giriş. 

- Keskin sirke küpüne zarar (dır). 

- Kırkından sonra azanı teneşir paklar (çare bulunmaz.) 

- Kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar. 

- Kısmet ise gelir Hint’ten, Yemen’den, kısmet değilse ne gelir elden. 

- Kızını dövmeyen, dizini döver. 

- Kimse kimsenin çukurunu dolduramaz. 

- Kimse kimsenin kısmetini yemez. 

- Kimsenin ahı kimsede kalmaz. 

- Kişinin kendine ettiğini kimse (alem bir yere gelse) edemez. 

-Korkunun ecele faydası yoktur. 

- Kul sıkılmayınca (bunalmadıkça) Hızır yetişmez. 

- Kurcalama sivilceyi çıban edersin. 

- Kurtla koyun, kılıçla oyun olmaz. 

- Kurunun yanında yaş da yanar. 

- Kusursuz dost arayan dostsuz kalır. 

- Kusursuz güzel olmaz. 

26 Aralık 2022 Pazartesi

Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-1

 



Eski Yunanca kökenli olan diyalog kelimesi, hem karşı dinle ilgili müsbet kanaat ve tavırları, hem de reddiye türü tenkitleri veya karşılıklı kabulü ihtiva etmesi bakımından daha kuşatıcı görüldüğü için tercih edilmektedir. Bizanslılar tabiriyle de etnik kökenine bakılmaksızın Bizans devlet hakimiyeti altında yaşayan veya bir müddet yaşamış olduğu halde fetih vb. sebeplerle İslam hakimiyetine girmiş, ancak halen Bizans kilisesine bağlılığını sürdürmekte olanlar kast edilmektedir. Burada zikredilen son guruba yer verilmesinin sebebi onların özellikle İslam'a yönelik dini görüş ve kanaatlerinin Bizans'taki aynı din mensuplarının görüşleriyle paralellik arz etmesi ve onların temel görüşlerini yansıtır bir özellik taşımasıdır





Diyaloğun Başlangıcı


Müslüman Araplarla Bizanslıların dini diyaloğa yönelik ilişkilerini ortaya koymak için her iki tarafın karşı dine ve mensuplarına bakışının bilinmesi gerekmektedir. Şüphesiz pratik hayatta yaşanan birçok olayın izahı bu arka planı bilmekle mümkün olacaktır.


İslamiyet'ten önce dünya sahnesine çıkmış olan Hıristiyanlık, Roma lmparatorluğu'nda yaşadığı uzun mahrumiyet dönemlerinden sonra, İmparator I. Konstantinos'un (324-337) Hıristiyanlığı kabul etmesiyle kendisine önemli bir hami bulmuştu. Roma imparatorları Konstantinos ile Licinius'un 313 yılındaki "Milan Fermanı"ndan sonra dine davet faaliyetlerinin açıktan yapılmaya başlanmasıyla kısa sürede büyük halk kitleleri arasında yaygınlık kazanmış olan Hıristiyanlık, Bizans'ta resmi din olarak kabul edilmesiyle önemli bir dönüm noktasına ulaşmıştı. Artık Hıristiyanlık, eski Yunan kültürü ve Roma devlet tarzı gibi Bizans devletinin temel unsurlarından biri haline gelmiş ve gerek idari, gerekse sosyal hayata rengini vermiş durumdaydı.


Bununla birlikte Bizans'ta dini hayat bir bütünlük arzetmemekte, gizlilik dönemlerinin ve oldukça tartışmalı geçmiş olan konsillerin ürünü birçok mezhep ortaya çıkmış bulunmaktaydı. M. V. yüzyılda ortaya çıkan Nesturilik Bizans kilisesinin baskıları sonucu önce doğu sınırlarına çekilmiş, baskıların daha da şiddetlenip mezhebe bağlı okulların kapatılmasıyla da Sasanilere iltica etmişti. Ya'kub Baradeus'u (Vl. asır) takib eden ve monofızit inanca sahip olan Ya'kubilerin, Suriye kökenlilerin bağlı olduğu Antakya merkezli ve Kobtların bağlı olduğu lskenderiye merkezli kiliseleri bulunmaktaydı. lskenderiye, Antakya ve Kudüs merkezli Melki kilisesi ise lstanbul'daki Bizans kilisesine bağlılığını sürdürmekteydi. Daha çok Hz. lsa'nın şahsiyeti etrafında ortaya çıkan bu Kristolojik mücadeleler döneminde mezheplerin herbiri kendisinin hak olduğunu savunmakta ve muhaliflerini dindışına çıkmış olmakla suçlamaktaydı. VII. Yüzyıl başlarında İslamiyet'in dünya sahnesindeki yerini almaya başladığı sıralarda Bizans'ın genel dini durumu bu şekilde tesbit edilebilir.



Hıristiyanlık, Suriye ve Mısır'ı da elinde bulunduran Bizans'ın sınırları içerisinde kalmamış, geniş halk kitlelerine intikal etmemiş olsa bile, Arabistan Yarımadasındaki putperest Araplar arasında ve Habeşistan'da da müntesipler bulmuştu. İslam'ın zuhurundan önce Arap yarımadasında Hıristiyan topluluklarının bulunduğu belli başlı merkezler, kuzeyde Benu Tağlib, Benu Gassan, Benu Kudaa, Benu Bekr, Benu Temim ve Benu Tayy kabilelerinin yaşadığı Eyle, Dumetü'l-Cendel vb. bölgelerdi. Ayrıca yarımadanın güneyinde Necran, en güçlü ve en etkili Hıristiyan merkezlerinden biriydi. Bu merkezlerin yanında bir kısmı Bizanslı olmak üzere köle, tüccar veya misyoner olarak Mekke'de yaşayan Hıristiyan cemaatiyle, bilhassa dil açısından Mekke'yi etkilemiş olan Ehabiş kabilelerine mensup hıristiyanlar ve Hire hıristiyanlarını da hatırlamak gerekir.


Kuran-ı Kerim'de geçen "Nasara" kelimesi hıristiyanları ifade ettiği gibi "Ehlü'l-kitab" terimi de Yahudilerle birlikte Hıristiyanlar için kullanılmaktadır. Kuran'da Yahudilik gibi Hıristiyanlığın da ilahi kaynaklı bir din olduğu belirtilir. Her üç dinin ortak noktaları dile getirilmekle birlikte, Yahudilik ve Hıristiyanlığın peygamberlerinden sonra zaman içerisinde oluşmuş bazı formları da tenkit edilir. el-Ankebut suresinin 46. ayeti şöyledir: "İçlerinden zulmedenleri dışında, Ehl-i kitapla ancak en güzel yolla mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de size indirilmiş olana da iman ettik. Bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur." Öte yandan Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bir sevgi bağı bulunduğu Kuran'da şu şekilde ifade edilmektedir: "(...) İnsanlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak 'biz hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.



Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki dini diyalogun başlangıcını İsIam'ın ilk yıllarına kadar götürmek mümkündür. İslam'ın doğuş yıllarında devam etmekte olan Bizans-Sasani savaşlarında Müslümanlar, Ehl-i kitab oldukları için Bizanslıları, Müslüman olmayan Araplar da Mecusi İranlıların tarafını tutmakta idiler. Bizans'ın Sasaniler karşısında peşpeşe yenilgiye uğraması Müslümanları üzmekte, buna karşılık müşrikleri şımartmaktaydı. Kur'an-ı Kerim'de yer alan Bizanslılar anlamındaki er­ Rum suresinin ilk ayetleri bu açıdan oldukça dikkat çekicidir: "Bizanslılar (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın yerde yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar bu yenilgilerden sonra üç ila dokuz yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler de Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. Gerçekten de öyle olmuş, bir müddet sonra Bizanslılar, Sasani devleti karşısında zaferler kazanmış ve Müslümanlar da bu zafer haberleri üzerine sevinç duymuşlardır. Hatta Hz. Ebu Bekir bu konuda müşriklerin ileri gelenlerinden Omeyye b. Halefle bahse girmiş ve Bizans'ın Sasaniler karşısında elde ettiği Ninova zaferi üzerine bahsi kazanmıştı. Bu bahse girmenin sadece iki kişi arasında cereyan etmesi, bahsin onlarla sınırlı kalmış olmasını gerektirmemektedir. Dönemin sosyo-psikolojik şartları ve Hz. Ebu Bekir'le Omeyye b. Halefin kendi taraftarları arasındaki konumları dikkate alındığında bu sonuca kolaylıkla ulaşılabilir. Öyle anlaşılıyor ki, bu dönem içerisinde Müslümanlar Bizans'ın zafer kazanmasını dilemişler ve bölgeden gelecek zafer haberlerini ümitle beklemişlerdir. Şu halde, ilk yıllarda Müslümanların Bizans'a karşı sempati ile baktıkları düşünülebilir. Bu sempatinin karşılıklı olduğunu söylemek için açık bir delil bulunmamakla birlikte, dönemin şartları gereği tek taraflı kalmış olsa da böyle bir duygusal yakınlığın varlığı önemli olmalıdır.




Hz. Peygamber'in başta Bizans İmparatoru Herakleios olmak üzere Bizans vali veya diğer yetkililerine İslam'a davet mektupları göndermiş olması, dini alanda İslam-Bizans diyaloğunun en somut adımlarını teşkil eder. Aynı zamanda siyasi bir nitelik de taşıması açısından bu davet mektuplarına burada tekrar dönülmeyecektir. Ancak imparator Herakleios'a ve Mukavkıs'a gönderilen mektuplarda yer aldığı belirtilen ayetin bir kez daha hatırlanması, dini diyalog çağrısının bizzat Müslümanların kutsal kitabı Kuran' -ı Kerim tarafından yapılmış olduğunu göstermesi bakımından faydalı olacaktır. Ayet şöyledir: "Ey Ehl-i kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze geliniz: Sadece Allah'a kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer yüz çevirirlerse 'şahit olun biz Müslümanız' deyiniz. Ehl-i kitaba yönelik bu ayetin hıristiyan Bizans'a gönderilen mektuplarda yer almış olması, Kuran'da Ehl-i kitap ve bu arada hıristiyanlarla ilgili genel nitelik taşıyan diğer ayetlerin de Bizanslılarla irtibatlandırılmasında bir engel bulunmadığını göstermektedir.


Hz. Muhammed'in gönderdiği Bizans'a yönelik İslam'a davet mektuplarına gösterilen tepkilerle ilgili bazı mübalağa ve efsane unsurları ile, bazı Gassani emirlerinin tutumları bir tarafa bırakılırsa, bu mektupların dini diyalog açısından karşı tarafı tanıma, kendini tanıtma ve karşılıklı kabul gibi bazı olumlu sonuçlar getirdiğini söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Hz. Muhammed tarafından Tebük seferi sırasında Herakleios'a gönderilen İslam'a davet amaçlı ikinci mektupta imparatordan, eğer İslam'ı kabul etmezse hıristiyan kalmakla birlikte İslam hakimiyetini tanıyıp cizye vermesi veya hiç olmazsa tebaasından Müslüman olacaklara engel olunmaması istenmekteydi ki, İslam'ın gayri Müslimlere karşı genel tavrı bu şekilde olmuştur.



Müslümanlarla Bizanslılar arasında başlangıçta görülen sempati ve kısmen karşılıklı anlayışın henüz Hz. Muhammed'in sağlığında önemli bir mahiyet değişikliğine uğrayarak hasmane bir boyut da kazanmaya başladığı görülür. İslam askerleri Bizans ordusuyla ilk defa 8/629 yılında Mute savaşında karşı karşıya gelmiş ve bundan bir yıl sonra Hz. Muhammed o güne kadar düzenlemediği sayıda 30.000 kişilik bir orduyla Bizans'a karşı Tebük seferine çıkmıştır. Bununla birlikte her iki hadisenin temelinde siyasi ve sosyal sebeplerin yattığı gözden kaçmamalıdır. Nitekim birincisi Hz. Muhammed'in elçisinin dokunulmazlığı hiçe sayılarak. Bizans'a bağlı Gassani emiri tarafından öldürülmesi, ikincisi ise Herakleios'un Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırladığı haberi üzerine gerçekleştirilmiştir.  



İslam literatüründe Mekke'de putperest olmadıkları gibi herhangi bir dine de mensup olmayan, ancak tanrının birliğine inanıp kötülüklerden de uzak duran haniflerle hıristiyan ve yahudilerin bir peygamber beklentisi içerisinde oldukları belirtilmektedir. Kaynaklarda, hıristiyanların, gönderilmesi beklenen peygambere sempatisini vurgulayan birçok rivayet yer almaktadır. Herşeyden önce Hz. Muhammed'in ilk vahiy sonrası, hanımı Hz. Hatice'nin tavsiyesi üzerine olayın açıklığa kavuşturulması için başvurduğu Varaka b. Nevfel, Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid'i bilen bir hıristiyandı ve Hz. Muhammed'e peygamber olduğunu müjdeleşmişti. Yine İslam'ın ilk yıllarında müşriklerin eza ve cefaları karşısında zor günler yaşayan Müslümanlara Hz. Muhammed "adil hükümdar" olarak vasıflandırdığı Necaşi'nin ülkesi Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etmiş ve Müslümanlar burada hıristiyan Habeş hükümdarı tarafından sıcak bir ilgiyle karşılanmışlardı.


İslam öncesi dönemde Hıristiyanlarla gerçekleşen bazı münasebetlere burada işaret etmek gerekir. Henüz beş yaşlarında bulunduğu sırada bir göz ağrısına yakalanan Hz. Muhammed, dedesi Abdülmuttalib tarafından bir rahibe götürülmüş ve tedavi edilmişti. Hiç şüphesiz Hz. Muhammed on yaşlarında amcası Ebu Talib'le Suriye'ye yaptığı ticari seyahatlerde hıristiyanlarla karşılaşmış ve onları tanımıştı ki, bu hıristiyanlar arasında Rum asıllı Bizanslılar da bulunmaktaydı. Hz. Muhammed' in henüz çocuk yaştaki bu Suriye seyahatlerinden birinde karşılaştığı Busra yakınlarında münzevi bir hayat yaşayan ve Bahira diye bilinen rahip Sergios'tan gördüğü ilgi kaynaklarda tasvir edilmektedir.


Ezraki'nin rivayetine göre 8/630 yılında Mekke'yi fetheden Hz. Muhammed Kabe'deki putları temizledikten sonra içeriye girip elini bir resmin üzerine koymuş ve bunun dışındaki resimlerin imha edilmesini istemişti. Diğer resimlerin imha edilmesine rağmen korunması istenen resim, kucağında oğlu İsa ile birlikte resmedilen Hz. Meryem'den başkası değildi.


Hz. Muhammed'in kendilerini İslam'a davet etmek amacıyla Necran keşişlerine gönderdiği mektup sonucu, altmış kişilik Necranlı bir hıristiyan heyeti muhtemelen 9/631 yılında Medine'ye gelmişti. Oldukça süslü elbiseler içerisinde Mescid-i Nebevi'ye giren heyete, ibadet vakitleri geldiğinde mescidin içerisinde doğuya dönerek ibadet etmelerine Hz. Muhammed tarafından izin verilmişti. Bu ziyaret sırasında Allah'ın birliği, Hz. İsa'nın mahiyeti vb. temel konularda şiddetli tartışmalardan sonra, Necran hıristiyanlarıyla İslamiyet'in siyasi hakimiyetini tanımaları şartıyla kendi dinlerinde kalmalarına imkan tanıyan bir anlaşma sağlanmıştı. 


Patrik Ioannes ile İslam Komutanı Arasındaki Tartışma


Antakya Ya'kubi patriği I. Ioannes'in (635-648) kendisinin ve cemaatinin bölgedeki durumlarını bildirmek üzere Mezopotamya hıristiyanlarına yazdığı Süryanice mektup, Müslümanlarla hıristiyanlar arasında karşılıklı tartışmaları konu alan ve hıristiyanlara ait bilinen en eski belge özelliği taşımaktadır. Mektupta patrik, İslam ordusu komutanıyla yaptığı dini içerikli tartışmadan bahsetmekte ve komutanla hangi konular etrafında tartıştığına dair bilgi vermektedir. Bizans'ın resmi kilisesine bağlı ve Kadıköy konsili kararlarını benimsemiş olan hıristiyanların da toplantıda yer alıp patriği desteklemiş olmaları, hatta komutandan patriğin hayatına herhangi bir zarar gelmemesi ve aynı görevde bırakılması hususunda ricada bulunmaları mektubu konumuzla ilgili kılmaktadır.


Mektuba göre komutan patriğe bütün dünyadaki hıristiyanların elinde bulunan İncil'in aralarında hiç bir fark olmaksızın aynı olup olmadığını sormuş, buna karşılık olarak patrik, dünya hıristiyanlarının ellerinde bulunan İncil'in tek ve aynı olduğu cevabını vermiştir. Patrik hıristiyanlar arasındaki farklı inançları da her mezhebin İncil'i farklı anlayıp yorumlamasıyla izah etmiştir.


Komutanın Hz. İsa ile İbrahim ve Musa hakkındaki inançlarını sorması üzerine patrik Hz. lsa'nın, tanrı ve tanrının kelimesi olup baba Tanrı'dan doğduğunu, ezeli ve ebedi olduğunu, zamanla insanlığın kurtuluşu için Kutsal Ruh ve kutsal bakire Meryem'in şahsında ete kemiğe bürünüp beşer halini aldığını belirtir. Hz. İbrahim, ishak, Yakub, Musa, Harun ve diğer bütün peygamberlerin inancının hıristiyanlarınki ile aynı olduğunu, onların da lsa'yı bildiklerini fakat zamanla insanların doğru yoldan ayrılıp politeizme saparak ağaç ve taşlardan yaptıkları putlara taptıklarını ifade eden patrik, hiçbir hıristiyanın üç tanrı ve üç uluhiyyeti kabul etmediğini, mukaddes kitaplarda da belirtildiği gibi Baba ve ondan sudur eden Oğul ile Kutsal Ruh'tan oluşan tek bir Tanrı'nın var olduğunu söyler.

İslam komutanının isteği üzerine patrik Hz. İsa hakkındaki inançlarını akıl ve nakil açısından ispat etmeye çalışır. Muhataplarına miras hukuku ile ilgili sorular soran komutanın, eğer kanunları lncil'e dayanıyorsa bunlarla İslam kanunları arasında tercih yapmalarını isteyen ifadeleri karşısında patrik net olarak "Bizim kendimize ait, İncil' e, Havarilerin ve kilisenin öğretilerine uygun olan ve doğruyu gösteren adil bir hukukumuz var" şeklinde cevap verir ve toplantı böylece sona erer.

Mektubun sonunda muhataplarından dini ibadetlerini yerine getirmeye devam etmelerini isteyen patrik, Allah'ın kendi rızasına uygun hikmet ve aydınlık bahşetmesi için komutana dua etmelerini istemektedir. 




Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


DÎNİ SÖZLÜK “G”

  

 

GIBTA:

 

İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi.

 

İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyet'in ahkâmına yâni farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih (iyi) kimseye gıbta etmek gerekir. Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur. (Ebû Sa'îd Muhammed Hâdimî)

 

GILMAN:

 

Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler.

 

Güler yüzlü ve tatlı dilli olan gılmanlar, Cennet'te oturanlara hizmette en ufak bir kusur etmezler. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kabrimiz îmân ile pürnûr kıl,

 

Mûnis-i Gılmân ile hem hûr kıl.

 

(Süleymân Çelebi)

 

GINÂ:

 

1. Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir.

 

Gınâ, kalbde nifâk (münâfıklık) hâsıl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Gınâ, kalbi karartır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)

 

Gınânın haram olduğunu bütün âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmış dördüncü âyetinin gınâyı haram ettiğini bildiren âlimler vardır. Gınânın haram olduğunda ihtilâf yoktur. (Abdullah Dehlevî)

 

Gınâ, bala ve şekere karıştırılmış zehir gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Gınâ haram olduğundan, bir şarkıcıya, ne güzel söyledin veya herhangi bir teganniye iyi diyenin küfründen, îmânının gitmesinden korkulur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Zenginlik.

 

Gınâ sâhibine tevâzû edenin, yâni zengine zenginliği için alçalanın dîninin üçte ikisi gider. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

 

Asıl gınâ kalb zenginliğidir, mal zenginliği değil. (Hadîs-i şerîf-Mesnevî)

 

Gınâ ehlinin ve dünyâya bağlananların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

GÎBET (Gıybet):

 

Bir kimsenin, yüzüne karşı söylendiği zaman hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı bir sözünü, hâlini veya hareketini, arkasından, bulunmadığı yerde söylemek, hareketiyle göstermek veya îmâ etmek. Dedi-kodu.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Birbirinizi gıybet etmeyiniz. Sizden herhangi biriniz (gıybet etmek sûretiyle) ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Böyle bir etten yemeniz size teklîf olunsa) tiksinirsiniz. Allahü teâlâdan korkup, gıybet etmeyin. Allahü teâlâ gıybetten tövbe edenlerin tövbelerini kabul eder. O çok merhamet edicidir. (Hücurât sûresi: 12)

 

Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâma; "Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dediler. Resûl-i ekrem; "Gıybet, kardeşini, arkasından hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Eğer söylediğimiz şey onda varsa?" diye sordular. Peygamber efendimiz; "Eğer onda varsa bu söz gıybet olur. Eğer yoksa bühtân yâni iftirâ olur" buyurdu. (Müslim)

 

Gıybetten uzak durunuz. Çünkü gıybet zinâdan fenâdır. Zinânın tövbesi kabûl edilir. Fakat gıybet edilen helâl etmedikçe tövbesi kabûl edilmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn, İbn-i Ebi'd-Dünyâ)

 

Kıyâmet günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değildir, der. Onlar defterlerinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı denir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Gıybet kanser gibidir, girdiği vücûd iflâh olmaz, kurtulmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Gıybet edene sus diyene yüz şehîd sevâbı vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

GÖTÜRÜ SATIŞ:

 

Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala.

 

Satılan mal ile karşılığında verilecek mal veya para aynı cinsten değilseler ölçmeden götürü olarak toptan gösterilip verilebilir. Paket kutu içinde ölçmeden alınan şeyler, miktârı yazılı olsa bile, söylenmedikçe götürü satış demektir. (Dâmâd)

 

Bir kimse malları götürü satın alsa, ölçmeden tartmadan önce o mal üzerinde tasarruf (kullanma) hakkına sâhiptir. Meselâ on ölçektir zannıyla götürü olarak satın aldığı buğday yığını on beş ölçek gelse, fazlası yine alana âittir. (İbn-i Âbidîn)

 

GULÂT:

 

Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar.

 

Gulât-ı Şîa:

 

Allah, hazret-i Ali'ye hulûl etmiş girmiştir; hâşâ, hazret-i Ali tanrıdır diyenler. Gulât da denir.

 

Hazret-i Ali'yi sevme husûsunda en çok aldanan Gulât-ı şîa, ilâhî bir parçanın imâmlara hulûl ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. (Hâşâ) Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabûl ederler. Rûhların bir bedenden bir bedene geçtiğini kabûl edip, kıyâmeti inkâr ederler. (İsferâînî, Şehristânî, Bağdâdî)

 

GURRE:

 

Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât.

 

Cenin hakkında gurre, köle olsun, câriye olsun onun kıymeti beş yüz dirhemdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)

 

Bir kimse hâmile kadının karnına vurarak veya kadın ilâç ile çocuğu düşürürse, gurre vâcib olur. Gurre, erkeğin diyetinin (kâtilin vereceği para cezâsının) yirmide biridir ki beş yüz dirhem eder. Çocuk diri düşüp sonra ölürse tam diyet gerekir. (İbn-i Âbidîn)

 

Zevcinden (kocasından) izinsiz çocuk aldıran veya ilâçla veya başka sûretle ölü olarak düşüren kadının âkılesi (yardımcıları veya yardımcı olan akrabâları) diyetin yirmide biri olan beş yüz dirhem gümüşü kadının zevcine (kocasına) gurre olarak verir. Zevcin izni ile düşürürse bir şey lâzım gelmez. Gurre bir senede ödenir. (Molla Hüsrev, M. Mevkûfâtî)

 

GUSL:

 

Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması.

 

Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü (herkesin yanında bulunan) kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

 

Gusül abdesti almaya kalkan bir kimseye, üzerindeki kıl adedince (yâni pekçok) sevâb verilir. O kadar günâhı affolur. Cennet'teki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevâb, dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlı olur. Allahü teâlâ meleklere, bu kuluma bakınız! Gece üşenmeden kalkıp, benim emrimi düşünerek, cünüblükten guslediyor, temizleniyor. Şâhid olunuz ki, bu kulumun günâhlarını afv ve mağfiret eyledim buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunye)

 

Namazın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

Kâfir, müslüman olunca gusl abdesti alması müstehâbdır, sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

GÜLŞENİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

İbrâhim Gülşenî Mısır'a yerleştikten sonra Memlûk hükümdârı Sultan Gavri (Gûrî) başta olmak üzere pek çok kimse Gülşeniyye yoluna girdiler. Gelenlerin çok olması üzerine Sultan Gavri Müeyyediyye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek Ehl-i sünnet îtikâdını (inancını), dînin emir ve yasaklarını anlattı. (Muhyî Gülşenî)

 

GÜNÂH:

 

Dinde yasak olan şeyler.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli bulur. (Nisâ sûresi: 110)

Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhtır. (Hadîs-i şerif-M. Ma'sûmiyye)

 

Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Günâh işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş'ale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez. (Sâdi-i Şîrâzî)

 

Günâh işlemeye devâm ettiği hâlde, günâhımın Allahü teâlâya ne zarârı var, o beni affeder demek münâfıklık alâmetidir. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

Günâhlar eğer zinâ etmek, içki içmek, şarkı ve çalgı âletleri dinlemek, haramlara bakmak, abdestsiz mushafa dokunmak ve bid'at îtikâdı (bozuk, yanlış inanışlar) gibi Allahü teâlânın hakkı olup, kul hakları ile ilgili değilse, onların tövbesi, pişmanlık, istiğfâr ve yalvararak Allahü teâlâdan özür dilemekle olur. Ama farzları terk etmişse, meselâ namazlarını kılmamış, oruçlarını tutmamışsa tövbe ve istiğfâr bunları kazâ ettikten sonra olur. Kul hakkı ile ilgili olanlarda, hakları sâhiblerine veya vârislerine verip helallık dilemelidir. Vârisi bilinmezse, sâhibine niyetle fakirlere sadaka olarak vermelidir. (İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Sinânüddîn)

 

Günâh-ı Sagîre:

 

Küçük günah.

 

Günah-ı sagîreye devâm, büyük günâha yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Günâh-ı Kebîre:

 

Büyük günah.

 

Günâh-ı kebîreye devâm, küfre yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)

Türk’ün İnsan Boyutu

 


Türk İnsanı ve Fizikî Özellikleri


Kendilerine Türk adı verilenler acaba kendileri veya komşuları tarafından nasıl tanınmakta ve nasıl bilinmektedir? Türk’ün kendisine mahsus bir tipi, konuşması, edası veya giyimi var mıdır? Mesela X. yüzyılın Arap coğrafyacısı İstahrî (951 m.), Halaç/Kalaçlar hakkında, onların Türk tipinde olduklarını, Türkçe konuştuklarını ve Türkler gibi yaşadıklarını belirtmiştir. X. yüzyılın bu gerçeği, öncesinde ve sonrasındaki olup bitenlerle de birlikte düşünülebilir. Şu halde Türk için, öncelikle tipi, sonrasında dili ve en sonunda hayat tarzı söz konusu edilebilir. Ancak burada biz, konuyla dolaylı ilgisi sebebiyle bunlardan kısaca söz etmek durumundayız.


1. Türk’ün Tipi


Türk, X-XI. yüzyıllarda, komşularınca artık belirli bir tipe ve fiziki özelliklere sahip insanlar kabul edilmişlerdir. Böylesine fizikî özelliklere sahip oluş, muhtemelen Türk adının yaygınlaşmasında da en önemli etkendir.


Kendilerinde ortak özellikler görülen kimselere onlar kendilerine, özlerine kişi grup veya devlet adı olarak neyi benimserse benimsesinler komşuları tarafından Türk olarak adlandırılmışlardır. İlk Osmanlı döneminin tarihlerinde, devlet hayatıyla ilgili olarak hiç Türk geçmediği halde, komşularıyla, özellikle Avrupalılarla ilişkilerde temas edilen Osmanlı insanları hep Türk olarak bilinmektedir.


Türk, böylece aynı özellikler içeren insanların ortak bir adı olmuştur. Peki bu ortak özelliklerin fizikî yanı ve yönü neler olabilir?


Türk öncelikle yüzüyle dikkati çeker ve Türk’ün yüzü komşularına göre daha çıkık elmacık kemikli ve çekik gözlüdür. Burada dikkati çekmek istediğimiz husus, bu türden özelliklerin “komşularına göre” belirlenmiş ve tespit edilmiş olmasıdır. Çünkü yukarda saydığımız çıkık elmacık kemikli ve çekik gözlü oluş, Çinlilere göre geçerli olmayıp, batıdaki komşularına İranlılara veya Yunan- Romalılara göredir. Aslında Türk’ün dış görünüşü Çinlilerden ve Moğollardan da farklıdır. Batıdan bakılınca ilk anda bunlar arasında bir fark yokmuş gibi görünse de Türk kendisine mahsus özellikler içerir.


Bu arada Türkleri etkileyen ve şaşırtan, Türk’ün ilk görenlerin kendi etraflarına göre hayli farklı olduklarından Türkleri abartarak tasvir etmeleridir. “Basık burunlu, geniş yüzlü, nerede ise hiç yokmuş gibi küçük gözlü” tasvirlerin gerçeği tam aksettirmediği açıktır. Oysa daha erken devir Arap kaynaklarında “basık burunlu, küçük gözlü, geniş ve örsle dövülmüş kalkan gibi kırmızı yüzlü, yapışık kulaklı Türkler” tasvirleri vardı. Şüphesiz bütün bu tasvirler, olumsuz bir bakış açısının etkisiyle kaleme alınmışlardır.


Günümüzde, Türk’ün gerçek fizikî özelliklerini çok daha sıhhatle belirleyebiliriz. Çünkü devrinden kalmış ve yazıya değil, doğrudan resmedilmiş veya kazınmış göze hitap eden bilgi imkânlarımız vardır. Öncelikle, daha önceki yüz ve hatta bin yıldan kalmış olanlar da dahil olmak üzere, özellikle VI. yüzyıldan sonraki Göktürk çağından yüzlerce heykel bilinmektedir. Bir tür mezar taşı, mezarda yatan kişinin kendi tasviri kabul edilebilecek bu eski Türk mezar heykelleri, Türk insanının, öyle tasvir edildiği kadar çekik gözlü veya “mongoloit” olmadığını açıkça göstermektedir.


Göktürk çağı heykellerinin en güzel örneğini Köl-tigin’e ait kabul edilen baş heykeli göstermektedir. Bu heykelin gösterdiği Türk, başka örneklerine daha geç zamanlarda mesela XIII. yüzyılda Türkiye Selçuklu Sultanlarının, mesela Alaeddin Keykubad’ın (ö. 1237) çinilerdeki resimlerine benzemektedir. Burada, yukardaki yazılı tasvirlerin belirttiği bir aşırı özellik yoktur. Aksine, belirli bir tenâsüb, uyumlu ve ahenkli bir görünüş etkendir.


Türkler, VIII. yüzyıldan sonra, her türlü faaliyetine katıldıkları İslam Devleti’nin, özellikle Abbasi Halifeleri devletinin görsel kaynaklarında açık olarak tasvir edilmektedir. Minyatürlerdeki tasvirler, şüphesiz yapan ressamın çevresinde çok bulunan tipleri de yansıtmış olabilir. Bunu en iyi şekilde Oğuz Han Destanı’nın Reşideddin Fazlullah’ın ünlü eseri Cami üt-Tevârih nüshalarındaki Oğuz Han ile ilgili minyatürlerin, yazmalardaki ayrılığında görebiliriz.


Türk, bugün kesinlikle bin yılı aşkın bir süredir fizikî çehresiyle de kesin olarak takib edilebilmektedir. Bu fiziki çehredeki özellikler, iklim, coğrafya şartları ve öteki insan unsurları ile her yerde aynı özellikler göstermeyebilir. Bunun için, uygun coğrafyalardaki uygun mekânlar, aslî özelliklerin yaşamasında daha etkin olmuşlardır.


Türkler, kadınıyla, erkeğiyle kendilerine mahsus özellikleri olan, daha da önemlisi hemen bütün komşularının güzel buldukları insanlardır. Türk’ün "güzel” oluşunun veya "güzel” sayılmasının kaynaklara bakınca abartılı bir yanı yoktur. XI. yüzyıl insanı Kaşgarlı Mahmud Türk’ün özellikleri arasında en başta "güzelliğini, sevimliliğini ve tatlılığını” saymaktadır.


XII. yüzyıl kaynağı Mücmel üt- Tevârih, Türk ün güzel, fakat kan dökücü özelliğinin yıldızına ait bir talihlilik olduğunu belirtiyor. Türklerin "güzel” insanlar oluşu, Orta Çağ İran edebiyatında çok etkilidir. Yağma ve Çiğil Türk boylarının güzel insanları yanında Hıta ve Hoten Türkleri de güzel özellikleri ile ünlüdürler. Bu etkilerin izleri Osmanlı-Türk edebiyatında açık olarak görülür. 


Türk’ün kendisine mahsus hemen bütün özelliklerini, yakın yüzyıllarda en açık olarak gösteren Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaki, Beğ ve Sultanlarının tanımları, Türk tanımı için önemli sayılabilir: XVI. yüzyılda kaleme alınmış olan Kıyâfet’ül-İnsâniyye fî Şemâili’l-Osmaniyye mesela 1389’da Kosova’da şehid olan Murad Beğ’i şöyle tanımlıyor:


"Orta boylu, değirmi suretlü, mübarek yüzü etlü, kırmızı ak benizlü, şehla gözlü, mülâyim ve lâtif sözlü, çatma kaşlu, iri incü dişlü, şahin bakışlu, koç burunlu, mübârek sakalı seyrek, kird (yuvarlak) ve mevzun, sebeleti (bıyıkları) bahadırâne, çenesi uzun, gerdeni (boynu) bülend (yüksek), sînesi basit (geniş), kolları kavi (güçlü) ve tavil (uzun), özengiliği bî-misl..., barmakları etlü, mehib selâbetlü”.


Osman Gazi, yukardakilerden de daha sade olarak tanımlanır: "Orta-uzun boylu, yassı yağrınlu... kaşı siyah ve çatma, elâ gözlü, koç burunlu, değirmi yaraşık seyrek sakallu, iri dişlü, kaba avazlu, arslan betimlü” veya Orhan Gazi; "kaşları hilal gibi çatma. ela gözlü, koç burunlu, tatlu sözlü, sinesi yassı, alnı açuk.... pençesi arslana benzer, yaraşuk sakallu, bahadırâne bıyıklu” idiler. Yıldırım Bayezid’e "koç burunlu, koy heykellü”, Çelebi Sultan Mehmed’e "ince uzun boylu” denmektedir. II Murad Han’ın burnu "rast” yani düz imiş, Fatih Sultan Mehmed de "uzun boylu” olarak tanımlanıyor.


Türk’ün fizikî özellikleriyle ilgili olarak, Çin kaynaklarındaki resimlere, Saka/Skit ve sonraki devrin arkeolojik bakiyelerine, heykel ve kabartmalarına da bakabiliriz. XI. yüzyıldan sonra giderek artan münyatürler de Türk insanının görünüşünü belirlemek için yararlı olabilecektir.


Türk’ün görünüşü, onun yaşadığı yerden, coğrafyasından ve ikliminden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu etkilenmeyi, coğrafya ve iklimin, hava ve suyun Türklerin şekillerini etkilediğini XIV. yüzyılın başlarında Reşideddin de açık olarak belirtmektedir.


2. Türk’ün Temel Özellikleri


İlk bakışta etkili olan fizikî özelliklerinin yanında, dışardan görülmeyen, fakat onu Türk yapan özellikleri vardır. Bu türden özellikleri, Türk’ü yakından tanıdıktan sonra herkes kabul ve teslim edecektir.


Arap müellifi Cahiz’den (ö. 869) itibaren, Türk’e verilen ve yüklenilen özelliklerin başlıcaları şunlardır:


1. Türk, edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalplidir, hazimlidir; hoşgörülüdür; tedbir sahibidir.


2. Türk yerini, yurdunu çok sever. Ondan ayrı düştüğünde orasını her zaman özler.


3. Türk, sağlam yapılıdır, cesurdur, kahramandır. İyi savaşır. Türk ancak korkulması gerekenden korkar. Türkler iyi savaşçı oluşları sebebiyle, bütün Orta Çağlar boyunca, dünyanın da en seçkin askerlerinden sayılmışlardır.


4. Türk temiz kalplidir, açık sözlü ve açık yüreklidir. Onun bazen “saf” ve “sade-dil” olarak ifade edilen bu güzel özelliği, zamanla yadırganacak, adeta ‘ahmak’ gibi bir anlama kadar gidecektir. 

5. Türk namusludur, güvenilir insandır.


6. Türk, teşkilatçıdır; dolayısıyla itaatin, emir-komutanın ne olduğunu bilir. O yalnız olduğunda iyi bir önder olduğu halde, başında kendisinden daha üstün yetenekli birisi olduğunda ona severek itaat eder.


7. Türk zayıf ve acizleri korur; savaş zamanlarında korkunç bir muharip görünümünde ise de o barış zamanlarında en sâkin insandır. Bu zamanlarda gelene gidene yemek yedirir-içirir, yardım eder.


8.Türk tabiatın içinden geldiğinden, küçük yaşlarından itibaren hayat kavgasına alışmıştır. Hayatın ve yaşamanın zorluklarını bilir ve onları çözmeye yatkındır. Cahiz’in dediğine göre “Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa, mutlaka bir çaresini bulup kurtulur”. Belki bu sebepten daha doğuştan iyi mücadeleci ve kavgacıdır.


9. Türk gerçi kimi zaman rahata kavuşunca gevşer, hatta bazen komşularının etkisinde kalır. Ama çok geçmeden kendi özelliklerine dönmesini bilir.


10. Türk, çoğunlukla et yemekle birlikte sağlık bakımından bunu dengelemesini bilmiştir.


11. Türk, tabiata karşı çok tahammüllüdür. Hayatın güçlüklerini güler yüzle karşılar. Türk atı da aynı zamanda çok tahammüllüdür.


12. Türk, hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem bir baytar hem bir süvaridir. Cahiz’in dediği gibi “hulasa Türk başlı başına bir milletdir”.


Türkler, dünya coğrafyasında sayıca çok kalabalık bir millet olmamakla birlikte, komşularına göre üstün özellikleri sebebiyle Cihan tarihinde seçkin ve çok önemli bir yer tutmuşlardır. Bunun belli başları sebeplerini de şöyle sıralayabiliriz:


13. Türk, teşkilatçıdır; teşkilatçı özelliği onun sadece halkını değil, özellikle silahlı kuvvetlerini seçkin bir hale sokar.


b. Türk, durmak nedir bilmez; o her zaman çalışır. Hepsinden önemlisi durmaksızın kendisini aşmak ve yenilemek ister.


c. Türk, “sade” insandır: O kısa ve öz konuşur; uzun ve boş sözlerden nefret eder. Bu sebeple “sadelik, açık ve yalın” olmak onun en belirgin vasıflarındandır.


d. Türk, ata erken zamanlarda sahip olduğundan, atın sürati ve hareketli oluşu sebebiyle komşularına büyük üstünlük sağlamıştır. Bu sebeple olsa gerek Cahiz şöyle diyordu: “Türk’ün ömrünün at üzerinde geçen günlerinin, yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün”.


e. Türk, bir maden olarak “demir”i erken bir zamanda bilmiş, demiri çelik haline sokarak güçlü silahlara sahip olmuştur. Böylesine üstün silahları ve yukarda sözünü ettiğimiz “at”ı ile komşularına karşı başarılı olmuştur.

 

Türk böylece kendisine mahsus özellikleriyle, dünya üzerinde ve komşuları arasında seçkin bir yere sahip olmuştur.


Türk ile ilgili olarak Afrasiyab’dan (yani Alp Er Tunga) nakledilen bir söz varmış: “Türk, sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir. Kendi yerinde (yurdunda) bulunduğu zaman kadir ve kıymeti bilinmez. Lakin oradan çıkınca, denizden ve sedeften çıkmış bir inci gibi kıymetlenir”. 



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak