4 Aralık 2022 Pazar

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Kadim Türklerin Göbeklitepesi; Çolpan Ata

Mardin

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 42

 



OKAY


Sihirbazlık tanrısı. Su altında yaşayan, öte dünyayla bağlantısı bulunan büyücü tanrıdır. Yaşadığı kalenin insan kanından meydana gelen bir deniz çevrili olduğu düşünülür. Tabanı denizde, tavanı gökyüzünde olan bu kale tamamen insan kafatasından örülmüştür ve avlusu hayvan kılığındaki insanlarla doludur. Onları bu kılığa Okay Han sokmuştur. Bazen su içenleri sakallarından tutarak suya çektiği ve sonra da öldürerek kafataslarını aldığı söylenir.



OLONGO


Şiir şeklindeki kahramanlık destanı. Hemen her toplumda destanlar bulunur ve şiir biçimli  olmaları nedeniyle daha çok ilgi çeker ve daha kolay ezberlenirler. Ancak Yakut Olongoları binlerce hatta on binlerce mısradan oluşabilen uzunlukları ve kendilerine özgü anlatım yapılarıyla dikkat çeker. Olongo anlatısı müzik eşliğinde gerçekleştirilebilir. "Er Sogotoh': "Ürüng Uğolan': "Nurgun Boğotur Abahtay Bergen': "Kulun Kulustur" gibi destanlar en önemlileri arasındadır. Örneğin "Nuyurgun Boğotur" bunların içinde en ünlü ve uzun olanıdır, şiir 36.000 dizeden oluşur. Otongolar Yakut folklorunda önemli bir yere sahiptir ve buna yönelik anlatı geceleri düzenlenir. 20. yüzyılın başında bile her Yakut köyünde birkaç tane Olongo anlatıcısının bulunduğu tespit edilmiştir. Bu anlatıcılara Olongosut/Olonhosut (Olongocu) adı verilir. Yakutçada destan anlatmaksa "Olongolo" veya "Olonholo" fiiliyle karşılanır.  Olongolorda anlatılan öykülerde üç dünya yer alır: Üst, Orta ve Aşağı dünyalar. "Üst Dünya" tanrıların yurdudur, "Orta Dünya" insanların yaşadığı kısımdır. "Alt Dünya" ise yeraltıdır, kötü ruhların alemi olarak görülür. Evrenin ortasında "Aal Luuk Mas" (Kutlu Ulu Meşe) vardır ve kökleri Aşağı Dünya'ya kadar uzanır, dallarıysa Yukarı Dünya'ya kadar yükselir. Destanlardaki kahramanların maceraları sıklıkla buralarda geçer.


ONGUN


Ongun sözcüğünün Türkçede genel olarak kabul gören iki anlamı vardır:

ı. Kutsal hayvan ve onun sembolize edilmiş figürü. Kendisinin soyundan gelindiği düşünülen ve saygı duyulan, kutsal kabul edilen hayvan, nesne veya varlık. Bereket ve uğur getirdiğine inanılır. Tengricilik inancına göre içinde bir ruhu barındırdığına inanılan nesnelerdir ve genellikle hayvan veya bazen insan biçimli heykelciklerdir. Diğer eski inanç sistemlerinde de bulunan totemle eşdeğer görülebilirler. Her boyun farklı bir kutsal hayvanı ve onu simgeleyen bir ongunu vardır. Bu genellikle kendi soylarını koruduğuna inandıkları bir hayvan türüdür ve bu hayvandan türediklerine inanırlar. Bazen rüzgar bile bir ongun olabilir. Ongun hayvanlarını yemek, yaralamak ve öldürmek yasaktır. Yasaklara uymayanın başına felaketler gelir ve toplumdan dışlanır. Hatta bu hayvanların adlarını anmak dahi tabu olarak kabul edilir. Tarihi verilerden neredeyse tüm Türk boylarının bir ongunu olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar kurt, kaplan, dağ keçisi, koç, geyik, boğa, at, kartal, şahin, doğan gibi hayvanlardır. Daha sonra arma şeklini almış ve bunlara da "ongan" adı verilmiştir.

2. Bolluk, bereket, süreklilik. Bir varlığın çoğalma yeteneği (Geçmişte totemlerle ilgili görülürdü).



Bazı Ongunlar


Kotuz/Kutuz: Yabani boğa. Yüksek yerlerde yaşayan tüylü bir sığırdır. Kuyruğundan tuğ yapılırdı.

Sıgun/Sığın: Yabani geyik. Hükümdarlık simgesi olarak görülürdü. Denizden çıktığına inanılır.

Çugutur/Çuğtur: Dağ keçisi. Karaçay-Balkar Türklerinin kültüründe çok önemli bir yere sahiptir.

Kıyat/Kıyand: Gergedan. Oğuz Kağan'ın ongunudur. Savaşarak onu yendiği destanda anlatılır.

Kuba/Kuva: Kuğu. Altayların bir kolu olan Ku'lar (Lebedler) kuğudan türediklerine inanırlar.



OPKAN


Vampir. Kan emici yaratık. Salgınların, kıranların, ruhsal hastalıkların ve ayrıca birçok belanın nedeni olarak görülür. Çuvaş halk inancında hızlı bir rüzgar gibi gelen ve insanların düşüncelerinin bozulmasına sebebiyet veren yıkıcı, kötü bir ruhtur. O kendini görünmez kılabilen, çoğu zaman köpek kılığında dolaştığına inanılan bir varlıktır. Eskiden onu yatıştırmak için üç kara koyun kurban edilmesi gerektiği düşünülürdü: İlk koyun "Baba Vupkan"a, ikincisi "Anne Vupkan"a ve son koyun da "Tanrı Vupkan"a armağan edilirdi. Sözcük, yutmak ve yemek anlamlarıyla bağlantılıdır.



ORMAN İYESi


Ormanın  koruyucu  ruhudur.  Meşe  ağacı  kılığında veya bazen de kır saçlı, aksakallı bir ihtiyar olarak görünür. Uzun boyludur ve elinde uzun bir sopa vardır. Ağaçlara her yıl yeni bir halka ekleyerek onları büyütür. Keyfi yerinde olduğunda kalın sesle şarkı söyler. Ormandaki varlıklara zarar verenlerin veya aşırı ağaç kesenlerin başına daha  onlar ormandan uzaklaşamadan bir  felaket getirir.  Tunguzlar bu varlıktan "Ura Amaka" diye bahsederler.

OTUY


Ateşin içinde oynayan kısa boylu bir cindir. Yedi karış uzunluğundaki sakalları kirpi oku gibidir. Sarı bir samura dönüşebildiği söylenir.



OYMAK İYESİ


Oymağın koruyucu ruhu. Eski Türklerde aile ve sülale gibi alt birimlerin üzerinde, toplumsal örgütlenmenin ilk aşaması oymaklardır. Dil, kültür ve akrabalık bakımından türdeşlik gösteren, yapısındaki aileler arasında din, kan, evlilik, soy bağı bulunan topluluklardır. Oymaklar bir araya gelerek boyları oluşturur. Pek çok boyun veya oymağın kurucusu olan ve kendi adını taşıyan bir atası bulunur. Bu ata genellikle o oymağın (ve zamanla boyun, hatta ulusun) koruyucusu olarak kabul görür.

1. Kazak Han: Kazakların atası olarak kabul edilir.

2. Kıpçak Han: Kıpçakların atasıdır. Bir ağacın kovuğunda doğmuştur.

3. Kırgız Han: Kırgız ulusunun kurucusudur. Yenisey Irmağı’nın kaynağında oturur.

4. Abakan Han: Hakasların ve Abakan Boyu'nun koruyucusudur.

S. Merde Han: Altay Türklerinin atası ve koruyucusu olduğuna inanılır.

6. Tileg (Dilek) Han: Teleğüt Türklerinin ilk atası olarak kabul edilir.

7. Türügeş (Türkeş, Dürkeş) Han: Türkeş Boyu'nun kurucusudur. Soyundan on boy türemiştir.

8. İlemen Han: İlemen Boyu'nun atasıdır. İl sahibi, il alan demektir.

9. Kuzar (Kozar, Hazar) Han: Hazar Boyu'nun kurucusu ve Azerilerin atasıdır.

10. Mugal (Moğol, Mungal) Han: Moğolların atası olarak bilinir. Sıkıntı verici bir bölgede yaşar.

ll. Tatar Han: Tatar boyları onun soyundan türemiştir.

12. Saklah Han: Saklap Boyu'nun atasıdır. Saklamak ve sakınmak anlamları içerir.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

3 Aralık 2022 Cumartesi

Türk Soylu Halklarda Yaradılış Mitleri -5

 Dünyanın Sonu (Batış ve Yokoluş)

Altay halklarının efsanelerinde sadece dünyanın yaradılışı değil, dünyanın sonu hakkında da kafa yorulmuştur. Moğolların yaradılış efsanelerinde anlatıldığı üzere, daha yaradılış esnasında dünya batma tehlikesi geçirmiştir. Yeryüzünü çevreleyen denizde yaşayan Losun isimli dev bir yılan, yukarı çıkıp, zehrini fışkırtarak yeryüzünde yaşayan çoğu insan ve hayvanı öldürmüştür. Bu canavarla savaşmak üzere Tanrı, göklerden Oçirvani isimli bir kahraman yollamış ama Oçirvani’nin gücü bu yılanı alt etmeye yetmemiştir. Yılanla giriştiği mücadelede yenilen kahraman, Sumer dağına kaçarak canavara kurban olmaktan güç belâ kurtulmuştur. Sumer dağında kudretli kartal Garide’nin suretine giren kahraman, yılana tekrar saldırmış, pençelerini yılanın kafasına geçirip onu üç defa kutsal Sumer dağı etrafına doladıktan sonra bir taş ile başını ezerek öldürmüştür.

 İçinde geçen isimlerden de anlaşılacağı üzere Hindulardan, Moğollara geçmiş olan bu efsane (Oçirvani/Bodhisatva Vairapani, Sumer/Sumeru ve Garide/Garuda) bize İskandinav efsanelerinde geçen (Gylfaginning, 50), zehir tükürerek havayı ve toprağı zehirleyen Midgard yılanını hatırlatmaktadır. İskandinav efsanelerindeki yılan, “dünyanın ucunda” yok edilir. “Deniz yükselmeye ve yılan devasa öfkesiyle kıvrılarak yeryüzünde sürünmeye başladığında” Tanrı Thor, yılana saldırarak, onu öldürür ama yılan tarafından ısırıldığı için kendisi de ölür.


Üzerinde insanların yaşadığı yeryüzü için başka bir tehlike de yerin batmasıdır. Yeryüzünün uçsuz bucaksız engin bir denizin (İlk deniz) yüzeyinde olduğu tasavvuru, günün birinde yeryüzü zemininin ağırlığına dayanamayıp batacağı ve dünyanın sular altında kalabileceği korkusunu yaratmıştır. Muhtelif dönemlerden kalma Asya efsanelerinde bir zamanlar bir selin gelerek (Tufan) nasıl yeryüzü üzerindeki hayatı yok ettiği ve kurtulan bir insanın yeni insan neslinin atası olduğu dile getirilir.


“Tufan Efsaneleri” isimli eserinde dünyanın bir çok yerinden çok zengin derlemeler toplayarak, Tufan’ın kökenini araştıran R. Andree, bu efsanelerini iki şekilde ortaya çıktığı sonucuna varmıştır. Bunlardan biri, belli bir coğrafyada meydana gelen fırtına, deprem veya benzeri bir tabii afet sonucu yaşanan yıkımın, kendiliğinden veya bu efsanelerin başka bir bölgeden gelen kültür akımlarıyla söz konusu bölge inançlarına nüfuz etmesiyle ilgili olduğudur. R. Andree, araştırmalarında Altay halklarının efsaneleri üzerine yoğunlaşmamış olduğu için, Altay efsanelerinin bu gruplardan hangisine girdiği sorusunun cevabını Andree’nin eserinde görmek mümkün değildir. Fakat, diğer yandan Orta Asya coğrafyasının; Dicle, Fırat veya Nil havzaları gibi zaman zaman taşkınları ve sellerin yaşandığı bir coğrafya olmadığı göz önüne alındığında, bu efsanelerin Altay halklarına başka kaynaklardan girmiş olduklarını söylemek mümkündür. Peki, bu efsaneler nereden ve ne zaman Altay halklarının kültürüne girmiştir? Bunların çok eski dönemlerde yaşanılanlara mı dayandığı, yoksa nisbeten daha yakın dönemlerin mirası mı olduğu sorusu cevaplandırılamamış, muamma olarak kalmaktadır. Daha sonraki dönemlerde Altay kültürüne giren bazı efsanelerin, efsanenin nisbeten eski anlatımlarının (tabi, eğer varsa) yerini almış olması da ihtimâl dahilindedir.


Aşağıda nakledeceğimiz Buryat efsanesi, bu konuda efsanenin çok yaygın ve modern bir anlatım örneğini temsil etmektedir. Efsanede anlatıldığına göre, Tufandan önce Burkhan, bir adama büyük bir gemi yapmasını emretmesi üzerine, adam her gün ormana giderek gemiyi yapmaya başlar. Günlerden bir gün adamın karısı, kocasına her gün ormanda bu kadar heyecanla neler yaptığını merak edip sorduğunda; adam gerçek niyetini gizleyerek, ormanda ağaç kesmeye gittiğini söylemekle yetinir. Adamın olmadığı bir anda şeytan Şitkur kadına gelerek, kocasının kendisine yalan söylediğini, aslında ormanda bir gemi yaptığını anlatır. Şeytan, verdiği bilgiye karşılık olarak kadından; ”Yakında gemi hazır olup, kocan gemiye binmeni istediğinde, ona hemen itaat edip, hemen gemiye binme. Sana kızıp, dövmeye başladığında ona “Şitkur, neden beni dövüyorsun de, ve sonra da gemiye bin” demesi için söz vermesini iste. Kadının kabûl etmesinden kısa süre sonra yağmurlar yağıp, sular yükselmeye başlar ve adam bütün ailesine gemiye binmelerini söyler. Kadın buna karşı çıktığında, adam sinirlenir ve onu dövmeye başlar. Kadın, şeytanın söylemiş olduğu gibi adama; “Şitkur, neden beni dövüyorsun” der ve sonra da gemiye biner, fakat bu arada şeytan da onunla beraber gemiye girmiş olur.


Efsanenin ileriki bölümlerinde adamın, Burkhan’ın yardımı ile “Hayvanların efendisi” (Argalanzon) dışındaki bütün hayvanları gemiye alınışını anlatır. “Hayvanların efendisi” kendisini büyük görmekte ve boğulma tehlikesi olmadığına inanmaktadır. Gemiye çıkan şeytan, fare suretine bürünerek, geminin tabanında delikler açmaya başlamasıyla Burkhan, fareleri öldürmesi için bir kedi yaratır. Sellerin acımasızca bütün yeryüzünü kaplamasıyla, bu arada “Hayvanların efendisi”de boğulur. Onun koskocaman kemikleri hâlen muhtelif yerlerde bulunabilir. Efsanenin değişik anlatımlarından, bu devasa hayvanın mamut olduğu anlaşılmaktadır.


Sagayerler arasında kayda geçmiş olan bir efsanede ise, gemiyi yapan adamın adı Noj olarak geçmektedir. Şeytan, adamın karısını kocasının ormanda ne yaptığını öğrenmeye ikna eder ve adamın gemi yaptığını öğrenince, adamın gündüz yaptığı işleri geceleri bozarak, geminin yapılmasını engellemeye çalışır. Yağmurlar başlayıp, sular yükseldiğinde gemi hâlâ hazır değildir ve Tanrı bu sebeple seçmiş olduğu aileyi kurtarmak için demirden yapılmış bir başka vasıta yollar. Bu suretle Noj, karısı, ailesi ve bütün hayvanlar Tufandan kurtulurlar.


Bu her iki efsanede de şeytanın ve gemiyi yapan adamın karısının rolleri dikkât çekmektedir, zira her ikisi de diğer yönlerden İncil’de bahsi geçen Tufan hikayesini hatırlatmaktadır. İkinci efsanedeki Noj, zaten İncil’deki Nuh peygamberdir.


İrtiş Ostyakları ve Güneydeki Vogul efsanelerinde ise şeytan, kadına sarhoş edici içecekler vererek, adamın niyetini açıklamasını sağlar. Ostyak efsanesinde gemiyi yapan adamın adı, Tatarlardan geçen bir isim, Pairekse’dir.

Doğu Avrupa’da da buna benzer efsaneler vardır ve muhtemelen bu efsanelerin çıkış yeri burasıdır. Pseudo-Methodius eserinin Rusça baskısında bu efsane görülebilir. Bu efsane, Sibiryaya yerleşen Ruslar hâtta Baykal’ın ötelerinde bile oldukça yaygın olup, büyük ihtimâlle de Sibirya’ya bu Rus göçmenler vasıtasıyla girmiştir. Efsanenin bu varyantının ana hatları şöyledir: Nuh’un neden böyle bir gemi yaptığını öğrenmek için şeytan, Nuh’un karısına, Nuh’a sarhoş edici içkiler içirmesini tavsiye eder. İçkinin tesiriyle bilincini kaybeden Nuh’da, Tanrının ona verdiği sırrı ifşa eder. Gerçeği öğrenen şeytan, Nuh’un gemiyi yapmasını engellemek için uğraşır, ama bütün gayretlerine rağmen gemi hazır olur. Nuh karısına lânet okuduğu esnada, şeytanın adını da telaffuz ettiği için, şeytan kadınla beraber gemiye binmeyi başarır ve girer girmez, fare suretinde gemide delikler açmaya başlar.


Pseudo-Methodius’da nakledilen efsane ise, İncil’deki efsane üzerine inşa edilmiş geç dönem Doğu efsaneler grubuna girer. İncil’de Nuh’un karısının her ne kadar pek adı geçmese de, Arap efsanelerinde yeri olan bir figürdür. Bunu, Kuran’ın 66. suresinde Nuh ve Lut peygamberlerin karılarının “lânetli” olarak anılmasından anlayabiliyoruz. Şeytanın, Nuh’un karısı aracılığıyla gemiye binmesi, bize Dähnhardt’ın benzerliğe dikkâtimizi çektiği bir İslâm efsanesini hatırlatmaktadır: Gemi hazır olup, bütün hayvanlar çiftler hâlinde gemiye girerken, Nuh; eşeğin gemiye girmekte direndiğini gördüğünde, eşeğe kızıp: “seni lânet olası, bin gemiye” diye haykırmasıyla, şeytan İblis’de gemiye biner. Daha sonra şeytanı fark eden Nuh, şaşırır ve ona gemiye nasıl bindiğini sorduğunda şeytan; “Senin emrin üzerine bindim gemiye, Tanrı’nın yarattıkları arasında lânetli olan tek yaratık benim” cevabını verecektir. Bu efsanelerin Sibirya’ya İslâm kanalıyla mı girdiği konusunda herhangi bir delil yoktur.

Aşağıda nakledeceğimiz Altay efsanesi ise kendine has bazı özellikler taşımaktadır. Suların (cayık) bütün yeryüzünü kaplama tehlikesi ortaya çıktığında, Baş Tanrı Ülgen, Nama adında mübarek bir adama bir gemi (käräp) yapmasını emreder. Gözleri zayıf olan Nama, geminin inşa işlerini oğulları Soozun-uul, Sar-uul ve Bliks’e verir. Bir dağın tepesinde inşa edilen gemi hazır olduğunda Nama, geminin 80 kulaç uzunluğunda iplerle köşelerinden yeryüzüne bağlanmasını emreder. Bu ipler sayesinde suların ne zaman 80 kulaç derinliğe ulaştığını bilmeyi hesaplayabilmektedir. Nama, ailesiyle gemiye binerken, sulardan korkarak ona sığınan bütün hayvanları ve kuşları da yanına alır, yedi gün ve yedi gece sonra sular artık 80 kulaç derinliği aştığında geminin iplerini çözerler. Yedi gün ve yedi gece daha geçtikten sonra, en büyük oğluna pencereleri açıp dışarısını gözetlemesini söyler. Soozun-uul dışarıya bakıp; ”her şeyin sular altında olduğunu, sadece dağların zirvelerinin göründüğünü” bildirir. Bir süre sonra oğluna aynı şeyi tekrar söylediğinde oğlu; “gök yüzü ve sular dışında görünen hiçbir şey yok” diye cevap verdikten bir süre sonra gemi iki dağın arasında karaya oturur. Nama, pencereyi açarak önce bir kuzgunu serbest bırakır, ama kuzgun geri dönmez. İkinci gün Nama, bir kargayı, üçüncü gün de bir saksağanı dışarı yollar ama, bunlar da geri dönmezler. Dördüncü gün Nama bir güvercini gönderir ve güvercin gagasında bir kayın dalı ile geri döner. Diğer kuşların neden geri gelmediklerini güvercinden öğrenirler ki; kuzgun bir geyik leşi, karga bir köpek leşi, saksağan da bir at leşi bulmuş ve onları yemek için orada kalmışlardır. Nama, bunu duyunca çok öfkelenir ve onları şu sözlerle lânetler: “Şimdi ne yapıyorlarsa, dünyanın hitamına kadar da aynısını yapsınlar” der. Efsanenin devamında, karısı artık yaşlanmış olan Nama’ya; yakında ölüp öte dünyaya gideceğini ve orada Nama’ya hizmet etmeleri için Tufandan kurtulan bütün insan ve hayvanları öldürmesini söyler. Annesinin niyetini anlayan, lâkin buna karşı çıkmaya cesaret edemeyen büyük oğul Soozun-uul, babasına gördüğü bir rüyayı anlatmaya başlar: “Mavi-siyah renkli bir ineğin bir insanı yediğini gördüm, insandan geriye sadece ayakları kalmıştı” der. Nama, oğlunun yaptığı kıyaslamayı anlar, kılıcını çekip, karısını ortadan ikiye böler. Daha sonra Nama ölüp, gökyüzüne çıktığında, oğlu Soozun-uul’u da yanına alır ve onu beş yıldızdan oluşan bir takım yıldızına dönüştürür.


Her ne kadar efsanede kahramanın karısı kötü bir insan olarak tasvir edilirse de, bu efsane daha önce nakledilmiş olan dualist efsanelerden farklı olup, dolayısıyla bu efsanenin Orta Asya’ya gelmesi diğerlerinden farklı bir yoldan olmuştur. Bu Tufan efsanesinin kahramanı, hâlen Altaylardaki bir çok ayin ve inanışın önemli bir parçasıdır. Kendisine Cayık-Han (Tufanın efendisi) adı verilir ve Baş Tanrı ve insanlar arasında bir nevi aracı, aynı zamanda insanların koruyucu ruhu olduğuna inanılır. Bazı bölgelerde her yıl bahar aylarında yüksek bir dağda yapılan bir törenle onun için beyaz bir koyun kurban kesilir. Aynı zamanda ölenlerin koruyucu ruhu olarak anıldığından, bir kişinin ölümünün 40. gününde yapılan “ölenin evinin temizlenmesi”ne katılması ve ölen kişinin yanında götürdüğü hayvanlarının geri getirmesi için dua edilir. Şaman ayinlerinde de adı geçer ve insanların dualarını Baş Tanrıya ulaştırması umut edilir. Göğün üçüncü katında, ölenlerin ruhlarının gittiği cennet katında yaşamaktadır ve yeni doğan çocuklara ruhlarını ulaştırmak için oradan ulağını yollamaktadır. Bu özelliği sebebiyle aynı zamanda “Cayuci”(yaratıcı) olarak da anılmaktadır.


Sayotelerin Tufan efsanelerindeki kahraman, sadece şimdiki insan neslinin atası değil, aynı zamanda bir nevi yaratıcı olarak görülmektedir. Dünyayı taşıyan kaplumbağa hareket ettiğinde, “İlk deniz”in suları sel hâlinde dünyayı kaplamaya başlar. Dünyanın sular altında kalacağını tahmin eden bir ihtiyar, demirden dövülmüş bir sal yapıp, ailesiyle beraber bu sala binerek sellerden kurtulur. Sular çekildiğinde sal, bir dağın tepesinde karaya oturur. Selden sonra bu “Merhametli efendi” (Kayra-Han), her şeyi baştan yaratmaya başlar. Efsanede, kahramanımızın insanlara sarhoş edici içkileri yapmayı öğrettiği özellikle belirtilmektedir ki, bu aynı zamanda İncil’de de Nuh’a atfedilen bir motiftir.


Tufan efsanelerinin Altay Tatarlarının tasavvurlarında ne derece yer ettiği, söz konusu geminin hâlâ o dağın tepesinde olduğuna dair duydukları sarsılmaz inançtan anlamak mümkündür. Oraya gidip geri dönen kimse olmadığı için, o dağa gitmeyi kimseye tavsiye etmezler, ama bazı bölgelerde orada hâlâ geminin yapımında kullanılan büyük çivilerin bulunduğu anlatılır.


Ancak, bu Tufan efsanesindeki kahramanın, bir nevi ilâhi yaratık hâline gelmesiyle, adına düzenlenen merasimlerle anılması ve bu kadar geniş bir coğrafyada te’sir bırakmasının sebebi acaba nedir? Bu durum ne İncil’de geçen Tufan efsanesiyle, ne de Ruslar aracılığıyla bölgeye ulaşmış olan efsanelerle açıklanabilir. Bu tasavvurun kökeni, İran mitolojisindeki efsanevî bir yaratık olan Yima’da yatar. Daha önce bahsi geçen Nama ve oğullarının isimlerinin nereden geldiği meçhûl olmakla birlikte, Yima; Hind efsanelerinde adı geçen Yama’ya karşılık gelmekte ve Altay bölgesinde Şal-Yime adıyla tanınmaktadır. Bu bileşik ismin ilk bölümü; yâni -şal, kökeni Tibet’e kadar uzanan bir isimdir ve “Ölülerin efendisi” anlamına gelmektedir. Altay yaradılış efsanelerinden birinde Tanrı; “Şal-Yime, sen benim olanlardan birisin, yanına; daha önce sarhoş edici içecekleri tatmış, çoluk çocuk, sığır ve koyun sahibi birini bul ve ölüleri de yanına al” der. Bu sebeple; Şal-Yime, sadece ölenlerin değil, aynı zamanda küçük çocukların da koruyucu ruhu olarak addedilmektedir.


İran efsanelerinde, Yima’nın yaşadığı dönemlerde çok dehşetli bir kış mevsiminin hüküm sürdüğü, insan, hayvan ve bitkilerin dünyadaki hayatı sona erdirdiğini, bunun tek istisnasının da Yima’nın inşa ettiği bir sığınağın altına sığınanlar olduğu anlatılır. Bu yönüyle efsanemiz bize Tufan efsanesini hatırlatır. Bu efsaneye paralel ve hâtta onunla irtibatlı olduğunu düşündüren bir Altay efsanesinde, dünyanın sonunu getiren şiddetli bir kış ve don dönemi olduğu ve “demir boynuzlu mavi oğlak” ile alışılmadık bazı tabii afetlerin bu dönemin emaresi olduğuna vurgu yapılır.


“yedi gün boyunca oğlak dünyanın etrafında koştu ve korkunç bir şekilde meledi; deprem, yedi gün devam etti; dağlar, yedi gün boyunca yandı; yağmur, yedi gün boyunca yağdı; yedi gün boyunca, fırtınalarla dolu yağdırdı; yedi gün boyunca kar yağdı”


Bütün bunların sonunda dehşet verici bir soğuk dönem başlar. Bu dönemim sonuna doğru dışarıyı kontrol etmek maksadıyla sığınaktan dışarı ulaklar yollanır. İlk olarak horoz dışarıya gönderilir, horoz soğuktan ölünce, kaz ve kuzgun gönderilir. Bu son gönderilen iki hayvan soğukta hayatta kalmayı başarırlar. Her ne kadar İskandinav efsanelerinde (fimbul winter) geçse de, genelde diğer halklarda çok nadir rastlanan “soğuklar sebebiyle dünyanın sonunun gelmesi” tasavvuru hiç şüphesiz ki Altay kültürüne İran’dan girmiş olmalıdır.

Ancak, aşağıda nakledeceğimiz Tufan efsanesinin, Yenisey kültürüne nereden girdiğini söylemek çok daha zordur. Zira, “Yedi gün boyunca sular yükseldi ve bu arada suda yüzen kütüğe tutunmayı başaran bazı insan ve hayvanlar kurtuldular. Sert esen kuzey rüzgârı, insanları birbirlerinden ayırdı ve insanlar değişik diller konuşup, değişik halkları meydana getirdiler” denmektedir.


Her ne kadar bu efsanenin ana fikri, değişik dillerin ve halkların ortaya çıkışlarını izah etmek olsa da, Yenisey nehrinin taşkınlar sonucu meydana gelen bir tabii afetten kaynaklanan mahalli bir efsane olma ihtimâli yoktur ve yaygın olarak görülen Tufan efsanelerinden de ayrı tutulması gerekir.


Çok daha uzaklarda yaşayan Samoyedler arasında da bazı Hind ve Altay efsanelerinde göründüğü gibi bir tekne ve içindeki yedi kişinin Tufandan kurtulduğu kayda geçirilmiştir. Bu Samoyed efsanesinin devamında; bu selleri çok çetin bir kuraklığın takip ettiği ve selden kurtulanların susuzluktan ölme tehlikesi yaşadığı anlatılır. Bu kuraklıkta insanlar, toprakta çok derin bir kuyu kazıp, su bularak kurtulmayı başarırlar, ama yiyecek bulmak daha da zor olur. Kurtulanların çoğu açlıktan ölür, aralarında sadece açlıktan fare yemeye başlayan bir delikanlıyla, bir genç kız kurtulur. Şimdiki insan neslinin atası da bu çifttir.


Kuzey-Doğu Sibirya efsanelerine göre insanlar kütükleri birbirlerine bağlayıp, büyük sallar yaparak sel felaketinden kurtulmuşlardır. İnsanlar, yanlarında az bir erzak ile sığındıkları bu salların akıntıya kapılıp, açık denize sürüklenmemesi için uzun iplerle bu salları büyük kayalara bağlamış ve hayatta kalmayı başarmışlardır. Seller çekildikten sonra, sallar yüksek dağların tepesinde karaya oturmuştur. Kamçaladların Tufan efsanesi bu şekilde olup, Amerika’da da buna benzer efsanelere rastlanır.


Bazı Kuzey Sibirya halklarının efsanelerinde bu Tufan felâketi dışında, dünyadaki bütün hayatı yok eden bir “Ateş tufanı”ndan da bahsedilir. Baykal Tunguzları, yedi yıl süren bir ateş püskürmesi sonucu her şeyin nasıl yanmış olduğunu ve dünyanın bir ateş denizine dönüştüğünü anlatırlar. Bu felâket esnasında bir kartala binip göklere çıkan bir erkek çocukla, bir kız çocuk dışında bütün insanlar hayatlarını kaybederler. Göklerde bir süre dolaştıktan sonra, suyun buharlaşmasıyla ortaya çıkan bir toprak parçasının üzerine inerler.


Vogullar, Baş Tanrının şeytanı ortadan kaldırmak için yeryüzüne bu ateş felaketini gönderdiğine inanırlar. Bütün yeryüzü ve yaratılanlar “Ateş denizi” içinde kaybolurken, sadece tanrılar ve bazı insanlar hayatta kalmayı başarırlar. Efsaneye göre bu insanlar, tavanı mersin balığı derisiyle yedi kat kaplanmış olduğu için yanmayan, kavak ağacından yedi katlı bir salın üzerine yapılmış bir “demir gemi”ye sığınarak bu felâketten kurtulmuşlardır. Anlaşılacağı üzere bu felâketten kurtulma yöntemi de Tufan efsanesine benzemektedir. Vogulların anlatımına göre bu felâket, Tunguz efsanesindeki gibi yedi yıl sürer. “Yedi yaz ve kış boyunca ateşler yandı ve yedi yaz ve kış boyunca dünyayı kavurdu” denmektedir.


Obdorsk bölgesindeki Jurakeler, Nadye adını verdikleri, güneyde bir yerlerde olan kutsal yerden bahsederler ki, burada yedi dallı kutsal kayın bulunmakla, insanlar kurban vermek için buraya gelirler. Günün birinde, bu ağacın kökleri çürümeye başlar ve köklerin yedincisi de çürüdüğünde ağaç devrilip, dibinden kanlar akmaya başlar, ama bu akan gerçek kan değil, ateştir. Ateşten sonra kutsal su akmaya başlar ve bütün nehirler taştığından, insanlar bu felâketten kurtulmak için kocaman bir sal yapıp, her hayvan cinsinden bir çift yanlarına alırlar.

“Ateş Tufanı” efsanelerine Asya’nın muhtelif yerlerinde de rastlanır. Hindistanda Dravid halkı, insanların gittikçe daha da kötüleştiğini gören Tanrının yeryüzüne büyük bir ateş felâketi gönderdiğine inanırlar. Bu felâkete aynı Vogullar da olduğu gibi, “Ateş denizi” adı verilir. Saklanıp, bu felâketten kurtulmayı başaranlardan sadece biri erkek, diğeri kız olan iki kardeştirler.


“Ateş seli” tasavvuru aynı zamanda dünyanın gelecekteki sonu ile de ilişkilidir. Altay Tatarları insanlar arasında günahların gittikçe arttığını gören şeytan Erlik’in insanları kendi hükmü altına almak için iki yardımcısını yer altından yeryüzüne yolladığını anlatırlar. Bu yardımcıların isimleri Karaş ve Keray’dır, ama Baş Tanrı Ülgen’in emriyle, göklerden Mandişire iner, Keray’ı itip yere düşürür ve bedenini parçalar. Bunu gören Erlik, yardımcısının yanına koşar ve Mandişire’yi öldürür. Bunun üzerine Ülgen, diğer yardımcısı Maidere’yi (Budizmdeki Bodhisatva Maitreja) yeryüzüne, insanların arasına gönderir ve Maidere’de insanların çoğunu kendi yanına çeker. Buna çok öfkelenen Erlik, Maidere’ye “seni kılıcımla öldürebilecek kadar güçlüyüm” der ve kılıcını çekip Maidere’ye saldırıp, yaralar. Maidere’nin yaralarından akan kan bütün yeryüzünü kırmızıya boyar ve kendiliğinden yanmaya başlayarak, alevler bütün yeryüzünü sarıp, göklere yükselir. O esnada Ülgen gelir, ellerini çırpar ve “Ölüler, ayağa kalkın” diye seslenir. Bu emir üzerine ayağa kalkmaya başlayan ölülerden birisi topraktan, bir diğeri alevlerin içinden, bazısı sudan, bazıları da bir balığın veya vahşi hayvanın ağzından çıkar. Bütün dünyayı saran bu yangından sonra yeryüzünün kirletilmiş karanlık yüzeyi kaybolur, geriye onun altındaki beyaz yüzey kalır. Tanrı Ülgen onunla yeni ve daha güzel bir dünya yaratır. Bu yangında Erlik ve diğer kötüler de yanıp, kül olup giderler.

 

Radlof, araştırmaları esnasında bu efsaneyle ilgili olarak bulup, kayda geçirdiği bir şiirin son bölümünü şöyle aktarır:


“Sonra Erlik’in fedaileri çıktılar yukarı

Karaş ve Keray

Yeraltının derinliklerinden

Yeryüzüne çıktıklarında

Ülgen’in yiğitleri geldiler

gökten inerek

Mandişire ve Maidere

Onlarla savaşmak üzere

Maidere’nin kanı

Bütün yeryüzünü alev alev yaktı

ve böylece dünyanın sonu geldi”


Her ne kadar Tanrının yardımcıları olan Mandişire ve Maidere, Budist mitolojisinden gelme isimler ise de, erken dönem hıristiyan efsanelerinde karşılıkları vardır. Bu efsanelere göre Tanrı’nın daha yaşarlarken yanına almış olduğu Elias ve Enoch, dünyaya geri dönecek ve şeytan (veya Deccal) ile savaşırken öleceklerdir. 9.yy’da yazılmış olduğu tahmin edilen Muspilli isimli bir Alman halk şiirinde Elias, Altay efsanesindeki Maidere’ye benzer bir rol oynamaktadır. Elias’da, Maidere gibi şeytanla savaşırken hayatını kaybeder ve sonrasında bedeninden akan kan alev alarak bütün dünyayı yok eder. Bu benzerliklere dayanarak, birbirinden bu kadar uzak iki ayrı coğrafyada ortaya çıkan bu efsanelerin aynı kaynaktan çıktığını söyleyebiliriz.


Pseudo Methodius’un Rusça mealinde de bir çok kişinin, Elias ve Enoch’un kanı ile dünyanın alevler içinde kaldığı inancıyla, dünyanın sonunun tasviri yer alır. Hatta, Elias’ın Deccal ile savaşırken yaralanıp, yaralarından akan kanın alev alarak dünyayı tutuşturması üzerine Rus dinî edebiyatında muhtelif şiirlere rastlanır.


Bu durumda, yukarıda nakletmiş olduğumuz Altay şiirinin, Rusya’dan gelme bir ilham kaynağı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, böylesi bir varsayım kendi içinde birtakım önemli soruları da beraberinde taşımaktadır. Meselâ, eğer Altay halkları bu efsaneleri Altay bölgesine nisbeten daha geç dönemlerde gelen Ruslardan almışlarsa, Ülgen’in ve özellikle de Erlik’in yardımcılarının yabancı adlar taşıması nasıl açıklanabilir?



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Habur Sınır Kapısı / Silopi

 


Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Muhaliflerini Bertaraf Etme Yöntemleri

 


Emevî Devletinin kurucusu Muaviye b. Ebî Süfyan’ın muhaliflerini bertaraf etme yöntemleri konusu, onun hem iktidara uzanış öyküsündeki başarısını hem de iktidar yıllarındaki istikrarını sağlayan ilkelerini anlamak, dolayısıyla onun siyaset anlayışını ve hatta dünya görüşünü kavramak açısından önem arz etmektedir. Muaviye’nin hilafeti elde edişi, ardından da ikame edişi, kendinden önceki halifelere pek benzememesi açısından da dikkat çekicidir. Muhaliflerini veya muhalif olarak gördüğü kimseleri etkisiz hale getirme noktasında o, genel anlamda her yolu caiz gören bir anlayış ekseninde hareket etmiştir.


İşlerinde aklı ölçü kıldığını söyleyen Muaviye, muhaliflerine karşı bilinçli ve sistemli bir yaklaşım sergileyerek onlara uzlaşmadan şiddete doğru giden tedricî metotlarla yaklaşmıştır. Para, mal, makam-mevki gibi türlü vaatleri kullanarak muhalifleriyle diyalog kurmayı veya onları ikna etmeyi öncelikle deneyen Muaviye, bunların işe yaramadığı yerde gözdağı, tehdit, sindirme, maaşlarını kesme gibi psikolojik, politik ve ekonomik baskı yöntemlerini devreye sokmuş, bunların da yetersiz kaldığı durumlarda muhalifleriyle savaşmak veya onları bir şekilde öldürmek suretiyle bertaraf etmeyi bilmiştir.



Muaviye b. Ebî Süfyan’ın, muhaliflerini veya muhalif olarak gördüğü kimseleri bertaraf etme yöntemlerine geçmeden evvel, kısaca onun hayatından bahsetmek, onu tanımamıza yardımcı olacak bazı özelliklerine değinmek, konunun sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve anlatılması açısından uygun olacaktır.


Muaviye b. Ebî Süfyan, 602 veya 603 yılında Mekke’de doğmuş olup, gerek annesi Hind binti Utbe b. Rabîa, gerekse babası Ebû Süfyan b. Harb b. Ümeyye tarafından şehrin en muteber kabilesi sayılan Kureyş’e mensuptur. Böyle bir aile içerisinde dünyaya gelen Muaviye, hem iyi bir eğitim alarak okur-yazar olan sayılı kişiler arasına girmiş hem de babasının yanında özellikle siyasî ve askerî idare hakkında tecrübe kazanma fırsatı bulmuştu. Büyük olasılıkla Mekke’nin Fethi esnasında m. 630 yılında Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’e katiplik yapmaya başladı. Hz. Peygamber’in ardından Suriye’ye gönderilen orduda ağabeyi Yezid ile birlikte ordunun komutasında görev aldı. Başarılarıyla göz doldurmaya başlayan Muaviye, halife Hz. Ömer tarafından önce Ürdün, ardından da ağabeyi Yezid’in vefatından sonra onun yerine Dımaşk valiliğine getirildi. Bu dönemde de başarılı fetihler gerçekleştiren Muaviye, yakın akrabası olan Hz. Osman’ın halife olmasıyla Suriye genel valiliğine atandı ve asıl nüfuzunu bu süreçte kazanmaya başladı. Ayrıca Suriye’nin en güçlü kabilesi Kelb’e mensup Meysun ile yaptığı evlilikle kazandığı potansiyelin yanı sıra “kendine has bir ordu” da oluşturan Muaviye, sağladığı bu düzen ile bölge halkının takdir ve desteğini kazanmayı bildi.


Suriye valiliği boyunca kendi bölgesinde adeta halife gibi davranan Muaviye, Hz. Osman döneminin “fitne” sıfatıyla anılan ve Halifenin öldürülmesine kadar varan olayların yaşandığı ikinci altı yıllık bölümünde Ümeyyeoğulları ailesinin de arzuladığı şekilde bu ailenin yeni reisi ve belki de zihinlerinde, devletin müstakbel lideri konumuna yerleşti.


Muaviye b. Ebî Süfyan, Hz. Osman’ın şehid edilmesinin ardından Medine’de halife seçilen Hz. Ali’ye beyat etmediği gibi, onu Hz. Osman’ın katli sürecinde sessiz kalmanın ötesinde onun katillerini koruduğu, dolayısıyla bu cinayetin sorumlularından biri olduğunu belirterek Hz. Ali’yi hedef gösterdi. Kendisini de maktul halifenin velisi ilan ederek, onun hakkını savunmak adına Şam halkından beyat alan Muaviye, Hz. Ali’ye karşı yürüttüğü mücadeleye yeni bir boyut daha kazandırarak halifenin meşruiyetini tartışmaya açtı. Hz. Ali’nin sayısız beyat çağrılarına cevaben o, halifeye katillerin derhal cezalandırılması, sonra da şura ile yani bir halife seçilmesi gerektiğini ısrarla dile getirdi. Bu uzlaşmazlık, tarafları savaş meydanına götürdü. Neticede kesin bir şekilde mağlup olmasına ramak kalan Muaviye, akıllı danışmanlar edinmesinin meyvesini aldı. Nitekim iktidar hayallerini savaş meydanında yitirme noktasına gelen Muaviye, valisi Amr b. el-Âs’ın kurnazlığı sayesinde, Suriye askerlerinin mızraklarının uçlarına Kur’an sahifelerini takmaları şeklinde sembolleşen hakem tayini talebi ile hezimetten kurtulduğu gibi, bu durum sayesinde halifeyi de iki tarafı keskin bıçak hükmünde bir karar vermeye ve içinden çıkılmaz bir karmaşanın içine sokmaya muvaffak oldu. Halifenin ordusu bu noktada ikiye bölündü ki, bir tarafta onu öldürmekle dahi tehdit ederek bu teklifi kabule zorlayanların, öte yandan da şiddetle karşı çıkanların baskıları karşısında Hz. Ali, bunun apaçık bir hile olduğunu defalarca belirtse de bu işe evet demek zorunda kaldı. Üstelik ilginçtir ki, ilk başta Hz. Ali’yi hakem konusunda kabule zorlayanlar daha sonra fikir değiştirerek onu bu konuda suçlamış, halifeye karşı isyan bayrağı açmak suretiyle, Hz. Ali’ye halifeliğini neredeyse Muaviye kadar zehir edecek bir grup haline gelmişlerdir. 


Hz. Ali’nin, Haricîler denen bu grupla uğraşmasından doğan fırsatı iyi değerlendiren Muaviye, halifeye bağlı merkezlere saldırılar düzenleyerek halifeyi iyice yıprattı. Nihayetinde 40/660 senesine gelindiğinde, halifeliği boyunca enerjisinin büyük kısmını harcadığı Haricîlerden İbn Mülcem adlı kişi tarafından şehid edildi. Bundan sonra, Hz. Ali taraftarlarınca beyat edilen oğlu Hz. Hasan’ın da halifeliğini tanımayan Muaviye, onunla savaşmak üzere Irak’a yöneldi. Ancak, Muaviye’nin Hz. Hasan’ın her türlü talebini kabule hazır anlaşma teklifleri bir yana, babasını yarı yolda bırakan ve sürekli renk ve ton değiştiren bir meşrebe sahip insanlardan oluşan ordusuna güvenmeyişi gibi sebeplerle Hz. Hasan, halifeliği zaten onu elde edeceği aşikar olan Muaviye’ye teslim etti. Böylece h.41/m.661 yılında gerçekleşen anlaşmanın ardından Kufe’ye girerek halktan beyat alan Muaviye, yaklaşık bir asır sürecek Emevî Devleti’ni kurarak halife ünvanını almış oldu.

“Onun için halife ünvanı, 20 yıllık gayretlerinin ve emektar Suriyeli memurlarının sadakati sayesinde elde ettiği bir emr-i vâki’nin resmî tasdikinden ibaret idi.”


Hz. Ali döneminde Haricî ve Şiîler’in yurdu haline gelen Irak’a girerek beyat alan Muaviye, Şam’a dönmek üzere yola çıkmamıştı ki, Haricîler Kufe’de ayaklanmalara başladılar. Üstelik ilk karşılaşmalarında Suriye ordusunu mağlup eden Haricîler, muhalefetlerinde ne kadar kararlı olduklarının ve kendi bildiklerini okuyacaklarının da mesajını verdiler. Bu yenilgi karşısında Muaviye, Kufe halkına yaşadıkları şehirdeki her karmaşadan onları sorumlu tutacağını, içlerindeki asileri dizgin altında tutmalarını aksi takdirde başlarına geleceklerin sonuçlarına katlanacaklarını kesin ve keskin bir dille ifade etti.


İktidarı boyunca halkı nabzını tutmaya çalışan Muaviye, Şiî ve Haricî taraflar arasındaki soğukluğu, bilhassa Şiîler’in Haricîler’e karşı beslediği intikam duygusunu kendi menfaatleri doğrultusunda kullanarak, ordusunu yıpratmaya gerek kalmadan bu iki baş muhalif grubu birbirine kırdırdı. Nitekim Haricî isyanlarının pek çoğu bu hissiyat ve Muaviye’nin tehditlerinin oluşturduğu baskı neticesinde halifeyle işbirliği yapan Şiîlerce bastırıldı.


Muaviye’nin, hem muhaliflerine karşı en büyük kozu, hem de devlet otoritesinin teminatı, yetenekli valileriydi. Nitekim dört Arap dehasından biri olan Muaviye, diğer üç deha olarak anılan Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu‘be ve Ziyad b. Ebîh’i bir şekilde kendi saflarına katarak onların idare kabiliyetlerinden sonuna kadar faydalanmayı bildi. Büyük eyaletlerin idaresini bu güçlü valilerin ellerine emanet eden Muaviye, bu geniş yetki teslimine rağmen ipleri kendi ellerinde tutma konusunda asla taviz vermedi.


Kurucusu olduğu Emevî Devleti’ni yaklaşık 20 yıl istikrarlı bir düzeyde yöneten Muaviye, iktidarının son yıllarına doğru, aklının bir köşesinde beklettiği ve uğruna yoğun bir faaliyet içine giriştiği, oğlu Yezid’i kendi yerine veliaht tayin etme planını da gerçekleştirmiş bir şekilde, h.60/m.680 yılında vefat ettiğinde yerini oğlu Yezid’e bırakmış oldu.


Tarihte, dört Arap dehasından biri olarak kabul edilen Muaviye, hitabet gücünün yüksekliği, insanlara, anlayacakları dilden konuşarak onları kazanmayı bilmesi, siyasetteki kurnazlığı, işleri nasıl gerekiyorsa öyle halletmesi, çevresini iyi tanıyan, gözlemleyen ve ileriyi gören bir idareci olması, onu deha yapan en önemli özellikleridir.


Muaviye’nin dehasını, icraatlarının yanı sıra, hayata bakışını ifade eden ve idare tarzına da yansıyan sözlerinde de görmek mümkündür. O’na göre, akıl bir ölçektir; üçte biri meseleleri kavrayabilme kabiliyeti, üçte ikisi de bazen hataları görmezden gelebilme becerisidir. Yine, “akıllı kişi, sonunda girdiğine pişman olacağı hiçbir işe bulaşmayandır” diyen Muaviye’ye göre, insanların en sabırlısı da, görüşleri, fikirleri ve kanaatleri, duygularına, arzularına ve heveslerine galip gelen kişidir.


İnsanlarla arasındaki ilişkiler konusunda hassas olan Muaviye, “İnsanlarla aramda koparmadığım bir bağ vardır; onlar ipi gerdiklerinde ben gevşetirim, onlar ipi gevşetirse ben gererim” diyerek bu husustaki denge anlayışını yansıtmıştır. İlişkilerinin sağlıklı yürümesi adına özellikle kabile reislerine büyük önem veren Muaviye, belki de en fazla dikkati kendi kabilesiyle arasına koyduğu mesafe noktasında göstermiştir. Kendi kabilesinin etkisi altında kalmamayı ilke edinen Muaviye, önemli eyaletlere başta Sakîf olmak üzere başka kabilelerden valiler gönderirken, kendi akrabalarını, Mekke, Medine, Taif valilikleriyle hac emirliği gibi daha sembolik görevlerle sınırlamıştır.


Yaptığı cömert bağışlar ve vaatlerle pek çok muhalifini susturmayı da bir metot olarak benimseyen Muaviye’nin siyasî hayatta başarılı olmasını sağlayan en dahice davranışlarından biri de, kendisi gibi dahi olan kişileri kendi saflarına çekerek onların yeteneklerinden faydalanmasıdır. Zira Muaviye, karşılaştığı en önemli zorlukları, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu’be, Ziyad b. Ebîh gibi dâhi isimler sayesinde aşmış ve hedeflediği birçok noktaya onların güçlü idare kabiliyetleriyle ulaşmıştır.


Bütün bu özellikleriyle Muaviye, tarih sahnesinde, savaş meydanlarının anlı-şanlı bir kahramanı olarak parlamaktan ziyade, nadir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan, tahlil eden ve dolayısıyla masa başı mücadelelerden hep zaferle ayrılan bir politikacı olmuştur.


Böylece Muaviye b. Ebî Süfyan’ın, kısa biyografisiyle beraber, idare sanatını şekillendiren kişilik özelliklerine ana hatlarıyla değindikten sonra, onun, muhaliflerini bertaraf etme yolunda kullandığı yöntemleri, kişilik özellikleriyle bütünleştirdiği siyaset ilkelerini, genel başlıklar halinde izah etmek mümkün olacaktır.


1. Vaat


Muaviye b. Ebî Süfyan, muhaliflerini etkisiz hale getirme noktasında genel bir prensip olarak benimsediği çeşitli vaatlerle ikna yöntemini, siyasi hayatının her safhasında kullanmıştır. Bu vaatler, bazen mal veya para, bazen makam-mevki bazen de af-eman teklifi şeklinde karşımıza çıkmaktadır.


Muaviye’nin idari hayatına hakim olan ilkeleri, kendi ifadelerinde açık bir şekilde bulmak mümkündür. O, paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kılıca gerek görmediğini söylemiştir. Kendisine, cömertçe dağıtmış veya harcamış olduğu paraların çokluğundan yakınıldığında O, “muhtemel bir savaş bundan çok daha fazlasına mal olur” demiştir.


Gerek iktidara gelişi ve gerekse yaklaşık 20 yıl sürecek olan iktidar sürecinde Muaviye, yapmış olduğu maddi ikram ve taltiflerle hem muhaliflerini hem de kendisinden bazı beklenti veya talepleri olan taraftarlarını memnun etmeyi bilmiştir.


Muaviye’nin türlü vaatler yoluyla muhalif gördüğü kimseleri bertaraf etme girişimleri, siyasi arenada hükmetmeye başladığı Hz. Osman döneminin son yıllarından itibaren göze çarpar. Nitekim Hz. Osman’ın idaresi karşısında gün geçtikçe hoşnutsuzlukları artan ve tepkilerini muhalefet hareketine dönüştüren bazı Kufeliler’in Muaviye’nin idaresindeki Şam’a sürgüne gönderildiklerinde, Muaviye onları tesirsiz hale getirmek adına ilk çare olarak cömertçe ikram ve iltifatlarda bulunmayı tercih etmişti. Bu yöntem, Hz. Osman’ın görevi başında öldürülmesinin ardından halife olarak kısmi beyat alan Hz. Ali karşısında yürüttüğü mücadelede de Muaviye tarafından uygulanmıştır. Bu mücadelenin askeri boyuta dönüştüğü Sıffîn Savaşı’nın daha başlangıç safhasında Muaviye ile yazışan ve onun türlü vaatlerine kapılıp savaşı bırakanlar olmuştu.


Muaviye, hilafeti savaşsız bir şekilde Hz. Hasan’dan alabilmek için bazı maddi bedeller ödemeye çoktan hazırdı ki, Hz. Hasan’a, ne talep ediyorsa yazmasını istediği boş bir kağıt göndermesi buna işaret etmektedir. Sonuçta Muaviye Hz. Hasan’a geçimini temin etmesi ve borçlarını kapatması amacıyla Beytülmalden önemli bir meblağ ödemeyi; ayrıca Faris’teki bazı toprakların haracını da ona vermeyi taahhüt etti. Bundan önce Muaviye, Hz. Hasan’ı kendisine karşı direnmeye ve onunla mücadeleye ısrarla teşvik eden Kays b. Sa’d ve Hz. Hasan’ın öncü kuvvetleri komutanı olan Ubeydullah b. Abbas’a da yolundan çekilmeleri için önemli maddî vaadlerde bulunmuştu. Onun bu cazip teklifleri Kays tarafından kesin bir şekilde reddedilse de, Ubeydullah’ın taraf değiştirmesini sağlamıştı.


Muaviye b. Ebî Süfyan, uzun yıllar sürecek olan iktidarını sağlam temeller üzerine kurmak ve istikrarla yürütmek adına, Araplar arasında deha olarak nam salmış olan kişileri kazanmak uğruna da oldukça cömert davranmış ; güçlü bir kadro kurmak isteyen Muaviye, bazen mal, bazen makam bazen de eman vaatleriyle onları yanına çekmiş, iktidarını onlarla zirveleştirmiştir. Bunun ilk örneği de Amr el-Âs’tır. Hz. Osman’ın evinin kuşatma altına alınmasının ardından Medine’yi terk eden Amr da siyasî istikbalinin Muaviye’nin yanında olduğunu görerek Hz. Ali’ye karşı verdiği gizli iktidar mücadelesinde Muaviye’yle beraber çalışma konusunda anlaşmıştı. Aralarındaki anlaşma gereğince Muaviye idareyi ele almasından sonra Mısır bölgesinin yönetimini iktidara ulaşması yolunda kendisine büyük yardımları dokunan Amr’a teslim edecekti. Mısır, ölünceye kadar Amr’ın idaresinde kaldı; ayrıca askerî harcamalardan geride kalan gelir de Amr’ın idi.


Muaviye’nin, muhaliflerini kendi saflarına çekme yolunda attığı adımların kararlılığı, muhalifinin deha özelliği nedeniyle kat kat artmaktadır. Bu noktada tıpkı Amr b. el-Âs gibi Arapların dahi olarak kabullendiği Ziyad b. Ebîh’i kazanma yolundaki ısrarı da bir diğer örnek olarak göze çarpar. O, bu hususta bir başka deha namlı valisi, Basra valiliği ile kadrosuna kattığı Mugire b. Şube’den faydalanmıştır. Hz. Ali’nin güçlü Faris valisi Ziyad’ın Hz. Ali taraftarları nezdindeki nüfuzundan endişe eden Muaviye, baskı ve tehditlere boyun eğmeyen Ziyad’a karşı, ortak dostları Mugîre b. Şu’be’yi devreye sokarak bu sorunu halletmeye çalıştı. Bu doğrultuda Muaviye, bir mektupla ona ve bazı arkadaşlarına eman göndermiş, beyat etmesi karşılığında yanındaki devlet malları hususunda Ziyad’ın verdiği ifadenin üzerine gitmeyerek yaptığı beyanı kabul etmiş, karşısında Ziyad gibi bir muhalifin cephe oluşturmasını engellemiştir. Muaviye, kadrosuna katma uğruna ciddi uğraşılar verdiği Ziyad’ı önce Basra sonra da Kufe (670) valiliği ile taltif etmek suretiyle, güçlü bir muhalifi, sadık bir hizmetkâra dönüştürmeye muvaffak olmuştur.


“Muaviye, iktidara gelmek için en önemli adım olarak Arab’ın üç dahisini yanına çekmiştir. Bunlar, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu’be ve Ziyad b. Ebîh’tir. Eğer bunlar olmasaydı, Muaviye hilafeti elde etmeye muvaffak olamayacaktı.”


Muaviye sadece birey bazındaki muhaliflerine karşı değil, grup muhalefetine karşı da vaat yöntemine başvurmuştur ki, bunun belli başlı örnekleri Haricî ve Şiî gruplara karşı tutumlarında ortaya çıkar. Yaklaşık 20 yıllık iktidarı boyunca Muaviye’nin başını ağrıtan en önemli meselelerin başında Haricî hareketi gelir. Sıffin Savaşı esnasında gelişen Hakem olayından sonra hem Hz. Ali’yi hem de kendisini düşman olarak kabul eden Haricîler’e karşı Muaviye’nin kullandığı yöntemlerden biri af/eman dileyenlerin cezalandırılmayacağı vaadidir. Aynı yöntemi Muaviye, Hz. Ali taraftarlarının aykırı seslerini susturmak ve öfkelerini bastırmak için de kullanmıştır. Bu noktada kabile reislerini de devreye sokarak, devlete karşı isyan hareketine karışan mensuplarına sahip olmaları, onları vazgeçirmeleri halinde asilere eman verileceği şeklinde uzlaşma vaadinde bulunmuştur. Bununla birlikte zaman zaman da kabile reislerinin ricasıyla muhaliflerine af kapılarını açan Muaviye, bilhassa destek tabanını oluşturan Yemenli kabileleri darıltmamak adına, pişman olup beyatlarını bildirdikleri takdirde kendilerinin güvende olacaklarını belirtmiştir.


2. Merkeziyetçi Yönetim- Muktedir Vali İşbirliği


Muaviye b. Ebî Süfyan, Suriye haricindeki yerlerde, toplumda oluşturduğu tabandan ziyade şahsî kabiliyetleriyle temayüz etmiş olan kimselerden istifade etmiş ve bu kişilere bulundukları bölgelerde geniş imkanlar tanımıştır. Ancak o, şartların oluşmasıyla birlikte zamanla merkeziyetçi bir idareye yönelerek, vilayetleri belli ellerde toplamıştır. Halifeliği boyunca kendi kabilesinin nüfuzu altına girmemeye çalışan Muaviye, bu anlamda maktul halife Hz. Osman’ın durumuna düşmemek için de önemli eyaletlere başka kabilelere – özellikle idare sanatında ehil olan- Sakîf kabilesine mensup güçlü ve tecrübeli valiler tayin etmiş, ayrıca kendi uygulamalarında hilm ve teenniyi tercih etse de görevlendirdiği valilerin sertlik yanlısı icraatlarının açık-gizli destekçisi olmuştur.


Tam bir diplomat olup çevresini iyi tanıyan, ileriyi gören bir idareci olarak Muaviye, düşmanlarının en ağır sözleri karşısında dahi kendini tutup soğukkanlılığını korusa da aynı hoşgörüyü valilerinin göstermelerine pek de sıcak bakmamış hatta bu noktada ılımlı bir tavır takınan valisi Mugîre b. Şu‘be’yi azletmeyi dahi düşünmüştür.


Merkezî otorite-muktedir vali güç birliğinin en gözde ismi, Muaviye’nin gücüne güç katan ve devletin bekası adına, hala büyük tenkitler alan bazı işler yapan Ziyad b. Ebîh’tir. Ziyad, halifeye beyati reddeden gerek Haricî, gerekse bir zamanlar arkadaşları olan Şiîlere karşı en katı tedbirleri almış, en sert hutbeleri irad etmiş, gerekli gördüğünde de en ibretlik infazları gerçekleştirmiştir. Halk arasında fitneye yol açarak devlet otoritesini zedelemekle itham ettiği herkese karşı amansız bir savaş açan Ziyad, bu özellikleriyle Muaviye’nin en etkili ve baskın valisi olmuştur. Halifeden aldığı destekle, şehirde gece sokağa çıkma yasağı ilan etmiş, uyarılara rağmen yasağı ihlal edenleri derhal öldürmüş, şehrin emniyeti için sürekli muhafız birliği oluşturmuş, isyancıları, o zamana dek görülmemiş yöntemlerle cezalandırmıştır. Böylelikle Ziyad’ın, idaresi altındaki yerleri, eşi benzeri görülmemiş bir disiplinle yöneterek, sadece dinî ve siyasî anlayış farkından kaynaklanan isyanları değil, aynı zamanda soygun, fuhuş, gasp, yağma gibi, otorite boşluğundan ortaya çıkan adi suçları da önleme konusunda başarılı olduğunu, halifeye rahat nefes aldırdığını söylemek mümkündür.


Ziyad’dan sonra Basra valiliğine getirilen oğlu Ubeydullah b. Ziyad da devletin baş problemi olan Haricîler’e karşı ılımlı yaklaşmış ve hatta hapistekileri serbest bırakmışsa da, Haricîler’in açık muhalefeti karşısında tamamen tavır değiştirerek babasını aratacak yollara başvurmuştur. Bu doğrultuda o, şüphe ve zan üzerine adam öldürmekten sakınmamış, hapsettiği Haricîler’e, arkadaşlarını öldürdükleri takdirde serbest bırakılacaklarını vaad ederek onları birbirlerine düşürmek suretiyle Haricîler’den kurtulmaya çalışmıştır.


Burada son olarak şunu da yinelemek gerekir ki, valilerinin baskı ve şiddet içeren politikalarından pek de rahatsız olmayan Muaviye, gerek Şiî gerekse Haricî muhaliflerini büyük ölçüde onların insafına bırakmışsa da, geniş yetkiler tanıdığı muktedir valilerinin üzerinden, merkezin (denetim) gölgesini eksik etmemiş, valilerce isyancılara karşı alınacak tedbirler, verilecek cezalar ona sorulmaksızın hayata geçirilmemiştir.


3. Tedrîcilik


Muaviye b. Ebî Süfyan, ulaşmak istediği noktalara sağlam adımlarla, hesaplı bir şekilde ulaşma hususunda siyasî hayatının hemen her safhasında başarılı bir örnek olmuştur. Bu konuda en bariz misal olarak iktidar olma sürecindeki politikası zikredilmelidir.


Siyaset sahnesinde küçük rollerle yetinmeyi sevmeyen Muaviye, daha Hz. Ömer döneminde, Suriye bölgesi fetihleri esnasında önce ordu komutanlığına daha sonra da Şam valiliğine tayin edilmişti. Bu süreçte Suriye bölgesi fetihlerinin başarıyla tamamlanmasının ardından, Kıbrıs’ın fethi için halifeden onay alamayan Muaviye, bölgedeki hem devlet hem de şahsî otoritesini sağlamlaştırmak adına rotasını Anadolu’ya çevirdi. Buralara yaptığı seferler sonucunda bol ganimet elde ederek hızlı yükselişini sürdüren Muaviye, bir yandan ekonomik olarak güçlenirken öte yandan devletten çok kendisine bağlı sağlam bir ordu oluşturmayı başarmıştı. Üstelik, bölgenin köklü kabilesi Kelb’e mensup Meysun ile evlenerek bu maddi ve askeri nüfuzuna bir de toplumsal boyutu eklemiş oldu. Böylece emin adımlarla iktidar yolunda ilerleyişini sürdürdü. Nitekim Muaviye’nin devlet kademelerinde görevlendirilişinin ordu komutanlığı veya valilik ile sınırlı kalamayacağı, bunların sadece bir başlangıç olduğu Emevî ailesi mensuplarınca da dile getirilmekteydi. Hz. Ömer döneminde Muaviye’ye Şam valiliği kapısı açılınca, onların Muaviye’ye, idareye uygun hareket etmesini, idarenin rahatsız olacağı işlerden uzak durmasını, dolayısıyla eline geçen bu fırsatı iyi değerlendirmesini tavsiye etmeleri, Muaviye’nin iktidara yürüyüşünü de içine alan sonraki dönemlere ışık tutması açısından dikkate değerdir. Bu bağlamda, Hz. Ömer döneminde Emevî ailesinin Muaviye ile yeşermeye başlayan iktidar umutları, aynı aileye mensup Hz. Osman’ın iş başına gelmesiyle beklenti boyutunu aşarak belli bir ivme kazanacaktır.


Hz. Osman zamanında dilediği gibi hareket etme imkanı bulan ve Suriye bölgesi valisi olarak yetkileri iyice genişleyen Muaviye’nin Hz. Osman’ın muhasara ve daha sonra şehit edilişi sürecinde takındığı tavır, onun iktidara yürüyüşünün ayak sesleri görünümündedir. Nitekim Muaviye’nin halifeyi Şam’a götürme teşebbüsü, muhalefetin başı olarak itham ettiği Muhacirîn’i bilhassa Hz. Ali’yi hedef göstererek tehditlerde bulunması, Emevî ailesinin diğer fertleri gibi, halifenin katledilmesini engelleyecek bir kaç etkisiz hareket dışında hiçbir ciddî girişimde bulunmayışı üzerinde düşünülmesi gereken noktalardır.


Halifenin, hasta yatağında değil de muhalifleri tarafından katledilerek ölmesi, Muaviye ve diğer Ümeyyeoğulları’na iktidar davalarını sürdürmeleri için sağlam bir bahane olacaktı. Tam da bu noktada meşru zemin oluşmuşken, önünde büyük bir engel onu bekliyordu ki, o da hilafetin en güçlü adayı olarak görülen Hz. Ali idi. Bunun farkında olan Muaviye, daha Hz. Osman hayatta iken muhalefetin sorumlusu olarak işaret ettiği Hz. Ali’yi etkisiz hale getirmenin peşine düştü. Hz. Osman’ın katline göz yumduğu, hatta katillerine destek olup onları yanında barındırdığı, dolayısıyla suçluları cezalandırma vazifesini yerine getirmediği, binaenaleyh bunları yapmadıkça Hz. Ali’ye beyat etmelerinin mümkün olmadığını dillendirerek gerekçelerini ortaya koydu. Muaviye, bir yandan “katiller bir an evvel cezalandırılsın, hilafet işi de şuraya bırakılsın” derken, öte yandan “biz hilafeti istemiyoruz; bizim arzumuz, akrabası olarak, mazlum halifenin kanını müdafaa etmektir” gibi ifadeleri sözlerine eklemek suretiyle masum ve meşru bir üslup kullanmayı tercih ediyordu.


Hz. Ali tarafından defalarca beyata davet edilen Muaviye, bu çağrıları dikkate almadığı gibi, hilafetinin meşru olmadığı gerekçesiyle halife olarak tanımadığı Hz. Ali’ye karşı bir dizi faaliyete girişti. O, bir yandan ashabın önde gelenlerine mektuplar göndererek Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruiyetini sorgularken öte yandan halifeye olan hislerini ona savaş bayrağı açacak derecede ileriye götüren, başını Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’ın çektiği ve bazı Ümeyyeoğullarının da saflarında yer aldığı muhalefet hareketinin sonucunu bekliyordu. Bu muhalefetin bir sonucu olan Cemel Savaşı’ndan halifenin galip çıkmasından sonra, halife ile asi vali Muaviye arasında askerî mücadele kaçınılmaz hale gelmişti. Neticede, Sıffîn’de cereyan eden savaşta, danışmanı Amr b. el-Âs’ın telkiniyle Suriye askerlerinin mızrak uçlarına taktıkları Kur’an sahifeleri ile Allah’ın hakemliğine sığınmaları şeklinde bir savaş hilesi ile yenilgiden son anda kurtulan Muaviye, sadece askerî bir zafer elde etmedi, ayrıca halifenin ordusunun parçalanmasına zemin hazırladı. Bundan sonra Hz. Ali, bir taraftan bu karara karşı çıkarak ordusundan ayrılan Haricîlerle öte taraftan hakemler toplantısında gündeme gelen, mevcut halifenin azli, Muaviye’nin ise halife ilan edilmesi şeklindeki hileli kararın sancılarıyla uğraşmak durumunda kalmıştır. Bu tarihten sonra Hz. Ali’nin kan kaybetme süreci hızlanırken, Muaviye iktidara koşar adımlarla yaklaşmaya başlamıştır. Hz. Ali’nin içinde bulunduğu sıkıntılı ortamdan istifade etmeyi bilen Muaviye, son planlarını devreye sokarak Hz. Ali’nin elinde bulunan Mısır, Irak, Hicaz ve Yemen’i ele geçirdi. Hz. Ali daha sonra buraları geri alsa da halifeliği boyunca etrafını saran ateş çemberi, Muaviye’nin organize hamleleriyle içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bir süre sonra da, 40/660 yılına gelindiğinde Hz. Ali’nin, kendi ordusundan çıkan Haricilere mensup İbn Mülcem tarafından öldürülmesi ile Muaviye, önündeki en önemli engelden kurtulmuş oldu.


Bütün bu olayların ardından Kudüs’te “emîru’l-mü’minîn” sıfatıyla beyat alan Muaviye için, Iraklılar’ın başına geçen Hz. Hasan’ı bertaraf etmek hiç de zor değildi. Gerek askerî, gerek malî ve gerekse ictimaî güç açısından iki taraf arasında uçurumlar vardı. Bu durumun farkında olan ve sonu olmayan bir mücadeleye girmenin, daha fazla kan dökmekten başka bir işe yaramayacağına kanaat getiren Hz. Hasan, bazı şartlar doğrultusunda hilafeti, zaten neredeyse onu elde etmiş olan Muaviye b. Ebî Süfyan’a bıraktı. Böylece, yıllardır aşama aşama, sabır ve bir o kadar da kararlılıkla yürüttüğü mücadelesinin sonucunda Muaviye muradına erdi; başkent Kufe’ye girerek halkın beyatını alarak Müslümanların yeni halifesi oldu.


Muaviye’nin, hedefine ulaşmada genel tavır haline getirdiği tedriciliğin en bariz örneklerinden biri de oğlu Yezid’in veliahtlığını gerçekleştirme sürecidir. O, Yezid’e veliaht olarak beyat alabilmek için yaklaşık yedi yıl uğraşmış; bu süre zarfında müsait ortamı hazırlamak için valileriyle birlikte dört koldan faaliyetlere girişmiştir. Yezid’in imajını tazelemek uğruna onu cihada göndermesi, yine itibar kazanması için onu hac emirliği ve Bizans seferi ile görevlendirmesi, halkın gönlünü kazanmak, şair ve hatipleri tarafına çekmek gibi çeşitli sebeplerle cömertçe para dağıtması, farklı şehirlerden gelen heyetleri ikna görüşmeleri onu hedefine ulaştıran hesaplı adımlar olmuştur. Nitekim Muaviye, siyasî hayatta ilerlemenin temel yöntemi olarak gördüğü ve uygulamalı olarak benimsediği tedricî yaklaşımı, meşhur bir sözünde şöyle ifade etmiştir: “Paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca gerek yoktur. Son çare olarak kılıca başvurulur.”


4. Psikolojik Baskı / Sindirme Faaliyetleri


Muaviye b. Ebî Süfyan’ın, muhaliflerini bertaraf etme yöntemlerinden biri olarak uyguladığı ve valilerine de sıkı sıkıya uygulattırdığı psikolojik baskı, hatta taciz uygulamalarının başta gelen örneklerini, onun Hz. Ali’ye karşı giriştiği mücadele sürecinde görmek mümkündür.


Muaviye, Müslümanların üçüncü halifesi Hz. Osman’ın görevi başında iken öldürülmesinin ardından hilafeti devralan Hz. Ali’ye, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmadan maktul halifenin velisi ve varisi olarak, ona beyat etmeyeceğini her platformda gündeme getirmekteydi. Mevcut karmaşık ortam da Muaviye’nin söylemleri için uygun bir zemin sağlıyordu.


Hz. Osman’ın kendi çocukları hayatta iken, Muaviye’nin onun velisi olup olamayacağı tartışmaları bir yana, Muaviye bu işi hukukî boyuttan çıkararak siyasî zemine taşımış; halifeyi, katilleri bir an önce cezalandırıp, layıkıyla yerine getiremediği hilafet işini de şuraya havale etmesi gerektiği yönündeki taktik tutumuyla Hz. Ali’nin zaten henüz oluşmamış olan otoritesini sarsmayı başarmıştır. Bir başka ifade ile Muaviye’nin, üzerinden muhalefet yaptığı, katillerin cezalandırılması konusunun, hukukî bir hak talebinden ziyade, Hz. Ali’yi yıpratarak onun gücünü zayıflatma amacını taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Muaviye açısından Hz. Ali’nin halifenin katillerinin destekçisi ve dolayısıyla katili olduğuna dair öne sürdüğü delili ise, katillerin Hz. Ali’nin yanında yer alması ve bazı devlet görevlerine getirilmesinden çıkardığı yorumlardı. Bu ithamlarıyla Muaviye, hem kendi iddiasına destek bulabiliyor hem de Hz. Ali’yi büyük bir baskı altına sokarak sindirmeye gayret ediyordu.


Muaviye b. Ebî Süfyan, Hz. Ali’yi bertaraf etme sürecinde kullanmış olduğu bu etkili yöntemi, daha sonra kendi iktidarı süresince bu defa Hz. Ali taraftarlarını sindirme amacıyla kullanmıştır.


Her ne kadar ortak düşmanları olan Haricîler’in etkisiz hale getirilmesi uğruna ortaya çıkan zorunlu işbirliği, iktidar ve Hz. Ali taraftarları arasında belli bir sükunet ortamı oluşturmuş olsa da, Şam’da başlatılan bir gelenek, ilişkilerin her daim gergin kalmasına sebep olmuştur. “Sebb” şeklinde ifade edilen, Hz. Ali ve taraftarlarının kötülenmesi, Hz. Osman ve taraftarlarının ise övülmesi temeline dayanan bu uygulama, Muaviye tarafından kararlılıkla işlenmiştir. Öyle ki Muaviye, bu uygulamanın aksatılmamasını valilerine de sıkı sıkı tembih ederek, sebbi resmî bir devlet politikası haline getirmiştir. Aslında böyle olacağının ilk işaretleri, Muaviye tarafından halifeliğinin daha ilk zamanlarında verilmişti. O, halife olduğunda Hz. Ali taraftarlarının yoğun olarak yaşadığı önce Kufe, ardından da Basra’dan beyat aldıktan sonra buradan ayrılışı sırasında Hz. Ali’ye lanet okuyup durmuştu. Bir anlamda, iktidarın muhalefet üzerindeki koyu gölgesini temsil eden, serin nefesini hissettiren bu uygulama, Muaviye iktidarının güçlü valileri Mugîre b. Şu‘be ve Ziyad b. Ebîh dönemlerinde de istikrarla sürdürülmüştür. Her ne kadar Mugîre’nin Kufe valiliği esnasında herkes fikirlerini –eyleme dönüştürmedikçe-açıkça söyleyebilecek ve savunabilecek kadar müsamahalı bir ortam oluşmasına rağmen, Hz. Osman’ın yüceltilirken, Hz. Ali ve sevenlerine lanet okunması şeklindeki sindirme kampanyasında bir aksama olmamıştır.


Muaviye, siyasî muhaliflerine karşı yürüttüğü bu psikolojik baskı ve karalama kampanyasına bir de ekonomik kısıtlamaları ekleyince, Hz. Ali taraftarları üzerindeki baskı bir kat daha artmıştır. Bunun açık bir örneği, Hz. Ali taraftarlarının önde gelen ismi Hucr b. Adiy ile Kufe valisi Mugîre b. Şu‘be arasında geçen bazı konuşmalarda görülür. Vali Mugîre’nin Kufe mescidinde Hz. Ali aleyhinde cümleler sarfettiği sırada, Hucr’un ona karşı çıkarak “Sen ihtiyarlıktan kimi seveceğini şaşırmışsın. Sen önce bize, kestiğin maaşlarımızı ver. Senin bunu yapmaya hakkın yok; senden öncekilerin yapmadığı bir şeye çok düşkün oldun” diye bağırmış, diğerleri de “ bizim boş lafa karnımız tok; biz kesilen maaşlarımızı istiyoruz” diyerek üzerlerindeki baskının yükünden şikayetlerini ve nasıl mağdur edildiklerini yüksek sesle dile getirmişlerdir.


Muaviye, kitle veya grup psikolojisi üzerinde uyguladığı bu baskı yöntemini, elbette bireysel bazdaki muhaliflerini sindirme noktasında da kullanmıştır. Örneğin, Muaviye, Haricîler’in önde gelenlerinden Havsere b. Vedda’yı faaliyetlerinden vazgeçirmek için babasını Havsere’ye gönderdi. Babası da, oğluna içinde bulunduğu durumun duygusallığını, zorluğunu göstermek için Havsere’ye oğlunu getirdi.


Bu baskı hali karşısında dahi Havsere’nin verdiği cevap, Haricîler’in psikolojisini ve fikir dünyasını göstermesi açısından manidardır: “Bir kafirin mızrağının ucunda sallanmak, bana oğlumdan çok daha sevimlidir.”


Muaviye benzer bir yöntemi, Hz. Ali’nin Faris valisi olup, nüfuzu ve elindeki, beytülmale ait mallar nedeniyle iktidarı için potansiyel bir muhalif olarak gördüğü Ziyad b. Ebîh’i kendi saflarına çekme sürecinde de kullanmıştır. Ziyad’ı önce tehditkar sözlerle ardından elindeki malların kendisine bırakılacağı vaadiyle beyat etmeye çağıran Muaviye, olumlu cevap alamayınca Ziyad’ın Basra’da yaşayan aile fertleri üzerinde baskı kurma yoluna gitmiştir. Bu işle ilgili olarak görevlendirdiği Busr b. Ebî Ertat’a, Ziyad’ın oğullarını ve bazı akrabalarını tutuklattırmış, ayrıca Ziyad’a, Muaviye’ye gitmesini aksi takdirde çocuklarını öldüreceğini ifade eden bir de mektup yazdırmıştır. Gelişmelerden endişeye kapılan Ziyad’ın üvey kardeşi Ebû Bekre, bizzat halifenin huzuruna çıkarak ondan hapisteki akrabalarının serbest bırakılmasını talep etmiştir. İktidar-kabile ilişkilerini dengede tutmayı tercih eden Muaviye, onun bu talebini reddetmemiştir.


5. Propaganda


Muaviye b. Ebî Süfyan’ın siyaset sahnesinde başarılı olabilmek amacıyla başvurduğu yöntemlerin başta gelenlerinden biri de, gerek birey ve gerekse toplum psikolojisi üzerinde yüksek bir etki gücüne sahip olan “bilinçli propaganda”dır. İfade etmek gerekir ki Muaviye, muhalif olarak gördüğü kişileri bertaraf etme yolunda yoğun olarak kullandığı bu propaganda yöntemini, sindirme ve karalama faaliyetleri ile iç içe yürütmüştür.


Hz. Osman’ın katledilmesi ve ardından Hz. Ali’nin halife olmasından sonra, hilafet hususunda daha net adımlar atan Muaviye, bu süreçte yoğun bir propaganda faaliyeti yürüterek halifeye karşı tahrik ettiği halkın desteğini kazanmak için büyük çaba sarfetti. Örneğin, Hz. Osman’ın, eşi Naile tarafından Şam’a gönderilen kanlı gömleği, yine Naile’nin olay sırasında kılıç darbesi ile kesilen parmakları, halifenin katilleri veya fitnenin sebepleri olarak afişe edilen isimlerin yazılı olduğu mektup, özellikle Şam halkını galeyana getirmeye yetmişti. Bu malzemeleri Şam Camii’nde teşhir ederek halkı derinden etkileyen Muaviye, önemli bir taraftar desteği sağladı ki, özellikle Şamlılar, Muaviye’nin argümanlarından etkilenmeye çoktan hazırdı. Muaviye, bu yolla bir yandan Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruiyetini ortadan kaldırmaya çalışırken, öte yandan kendi davasında ne kadar haklı ve meşru olduğunun propagandasını yapmaktaydı. Sonuç olarak bu propaganda öyle boyutlara ulaşmıştı ki, Şamlılar, Hz. Osman’ın katili olarak Hz. Ali’yi öldüreceklerine dair yemin ettiler. Nitekim, Hz. Ali’nin Muaviye’den beyat alması için ona gönderdiği elçisinin geri döndüğünde ona Hz. Osman’ın kanlı gömleği altında ağlaşıp intikam almaya yemin eden elli bin veya altmış bin kişiden bahsetmesi Muaviye’nin ne denli etkili bir propaganda yaptığını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Üstelik, Muaviye’nin Hz. Ali’yi hedef göstermesi, onu halifeye isyan eden bir vali olarak algılanmaktan kurtarmış, bir başka ifade ile kendisi ile Hz. Ali arasındaki bir mesele olmaktan çıkarıp Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki bir duruma dönüştürmüştür.


Hz. Osman’ın öldürülmesini, adeta siyasî bir kan davasına dönüştüren Muaviye, bu konuyu işleyerek, Suriye’deki varlığını iktidara alternatif kılma yolunda büyük çaba harcadı. Bu doğrultuda işe, maktul halifenin katillerinin derhal bulunup cezalandırılması propagandasıyla başlayan Muaviye, bir süre sonra yeni bir tartışma açarak Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruluğunun sorgulanması ve halifenin bir şura tarafından seçilmesinin gerekliliğini telkin etti ki, özellikle bu ikinci adım, Muaviye’nin iktidar hesaplarına delalet eder demek mümkündür. Zira başlangıçta Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması veya kendilerine teslim edilmesi durumunda beyat edeceği şeklinde daha temkinli bir üslup kullanan Muaviye, daha sonra iddialı bir üslup ile, katiller teslim edilse bile beyat etmeyeceğini ve şura talebini dillendirmişti. Görünen o ki bu durum, mücadelesinin başından beri Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasından başka bir hedefi olmadığını ileri sürerek insanları etrafında toplayan Muaviye’nin gerçek maksadını ortaya koymaktadır ki, bu da Hz. Ali’nin yeri olan hilafet makamını elde etmekten başka bir şey değildir şeklindeki yorumları desteklemektedir. Nitekim ileriki yıllarda, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi de, onun şura ile halife tayini ısrarında pek de samimi olmadığını göstermiştir.


Muaviye, bu süreçte iki önemli yol takip etmiştir ki, bunlardan biri, her türlü siyasî çareye baş vurarak insanları kendi saflarına çekmek, diğeri de, mücadelesinde haklı olduğunu gösterecek ayetlerin veya hadislerin desteğine başvurmaktır. Nitekim Muaviye, Hz. Osman’ın velisi olarak onun kanını talep ederken, kendisine “Sen kim, Hz. Osman kim! Sen sadece Ümeyyeoğulları’ndan birisin; Osman’ın çocukları bunu talep etmeye senden çok daha layıktırlar” diyenlere, şu ayeti delil getirerek akrabalık hakkını kullandığını belirtiyordu: “Allah’ın haram kıldırdığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik.(Fakat o da) öldürmede aşırı gitmesin (katil yerine, katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin). Çünkü kendisine yardım edilmiş(yetki verilmiş)tir.”


Öte yandan, Ümeyyeoğulları ve onların liderleri konumundaki Muaviye’nin, maktul ve mazlum halifenin yakınları olarak, ondan sonra hilafetin kendilerinin hakkı olduğunu düşündüklerini gösteren bir takım rivayetlerin yanı sıra, hadis olduğu belirtilen bazı haberler de gelen rivayetler arasındadır. Buna göre Muaviye şöyle demiştir: “Birgün Rasûlullah’ın (s.a.v.) abdest suyunu döküyordum. Kafasını kaldırdı ve bana şunları söyledi: “Benden sonra ümmetimin işlerini sen yükleneceksin; o zaman geldiğinde onların iyiliklerini taltif et, kötülüklerini affet” buyurdu. Muaviye konuşmasının devamında, “Ben bu makamı elde edene kadar ümit içinde yaşadım” demişti.


Muaviye’nin, Hz. Peygamber’e yakınlıklarını ileri sürerek Hz. Ali’nin hilafete layık olduğunu savunanlara karşılık, kendisinin de Hz. Peygamber’e onlar kadar yakın olduğunu ifade ettiği haberlere göre, Muaviye, bunu kanıtlamak için şu görüşlerin propagandasını yapmıştır: Hz. Peygamber’e katiplik yapması, kardeşi Ümmü Habibe’nin Hz. Peygamber’le evli olması, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından vali olarak tayin edilmesi, anne ve babasının toplumdaki yeri, Hz. Ali’ye Hicaz ve Iraklılar’ın beyat etmesine karşın, Şamlılar’ın da kendisine beyat etmesi, dolayısıyla hilafet işinde onunla denk olduğu.


Muaviye, siyasî hayatı boyunca yürüttüğü propaganda faaliyetlerinde, toplumu yönlendirme konusunda etkili bir güce sahip olan şair, hatip ve hatta müzisyenleri de değerlendirmeyi bilmiştir. O, kendi fikirlerini yaymak ve arzu ettiği doğrultuda bir kamuoyu oluşturmak için onlara hayli cömert davranmıştır. Öyle ki, bu aşırı cömertliği karşısında kendisine hayret edenlere o, “Bir savaş bundan çok daha fazlasına mâl olur” derdi.


Muaviye’nin şair ve hatiplerden istifade ettiği yerlerin başında, Hz. Osman’ın katlinden sonra öfke, intikam, hüzün gibi hislerin öne çıktığı, toplumun duygusallığının zirve yaptığı dönem gelir. Hz. Osman’ın kanlı gömleğinin Şam Camii’nde sergilenerek adeta bir ağlama duvarı haline getirildiği o günlerde şairler ve hatipler, coşturucu şiir ve konuşmalarıyla halkı, halifenin katillerini bir an evvel cezalandırmaya davet ederek, konunun halkın vicdanında her daim sıcak kalmasını sağladılar.


Yine, Hz. Osman’ın katledilmesinin ardından Ümeyyeoğulları’nın ve liderleri konumundaki Muaviye’nin, maktul halife Hz. Osman’a olan akrabalıkları, onun varisleri olmaları hasebiyle halifeliğin onlara verilmesi gerektiğini savunan görüşler, Muaviye’nin çevresindeki en yakın şairlerden olan Ferazdak ve Ahtal tarafından halkın beynine adeta nakşedilmiştir.


6. Asabiyetten Faydalanması ve Kabileler Arası Denge Politikası


Kendisi de geniş bir aile ve kabileye mensup olan Muaviye, güçlü bir idareci olabilmek ve gerçek bir otorite kurabilmek için kabileciliğin öneminin farkındaydı. O, evvela kendi kabilesi olan Ümeyyeoğulları ile olan ilişkisini bir denge ve düzen içerisine soktu.


Bununla birlikte yaşadığı toplumda ağırlığı olan nüfuzlu kabilelerle evlilikler gerçekleştirerek, gücüne güç kattı.


Muaviye b. Ebî Süfyan, Suriye valiliği sırasında gerçekleştirdiği fetihler, elde ettiği ganimetlerle kurduğu disiplinli, sağlam bir ordu ve yürüttüğü dengeli siyasetle Suriye’de başlı başına bir düzen oturtmuştu. Hz. Ömer’in vefatının ardından Hz. Osman’ın iş başına gelmesi ile, bu düzenin gücü, ağırlığı gün yüzüne çıktı. Şüphesiz ki, Muaviye’nin Suriye bölgesindeki bu mutlak otoritesinin arkasında, kendi kabilesinden ziyade, sırtını dayamış olduğu Kelb kabilesinden aldığı kuvvet gelmekteydi. Önce kendisi bu kabileden biriyle evlendi, sonra da Hz. Osman’ı evlendirdi. Bunun yanı sıra, Suriye bölgesinin tamamı Şam valiliğine yani Muaviye’ye bağlanınca o, Temimoğulları, Kaysoğulları, Esedoğulları, Rabîa ve Mudar kabilelerini de belli yerlere yerleştirerek durumunu kuvvetlendirdi ve artık Hicaz’dan gelen Müslümanların muhalefetlerine pek itibar etmez oldu.


İktidar olduğu dönem boyunca Muaviye, sabık halife Hz. Osman’ın içine düştüğü sıkıntıları gördüğü için, idaresinin iplerini hiçbir zaman kendi kabilesinin ellerine teslim etmedi. Bir başka ifadeyle onları, sembolik sayılabilecek görevlerle yetinmeye mecbur etti. Asıl kadroları ise ehliyet ve liyakat sahibi olduklarına inandığı tecrübeli kişi ve kabilelere teslim etti ki, bunlar arasında Sakif kabilesinin yeri büyüktür. Geçmişten gelen köklü ilişkiler ağının ve Sakîf kabilesinin fitne hadiselerinde tarafsızlığını korumasının verdiği deneyimle Muaviye, en önemli şehirlerini Mugîre b. Şu‘be ve Ziyad b. Ebîh gibi Sakifli kimselere emanet ederek, iktidarını zinde tuttu.


İktidarının selameti açısından kabilelerin doğru ve dengeli bir şekilde istihdamını hedefleyen Muaviye, muhalefetin başını çeken Haricî ve Şiî grupları etkisiz hale getirme noktasında da kabilelere başvurmuştur ki, gönüllü veya gönülsüz olarak kurulan bu menfaat ortaklığı, Muaviye’nin hedeflerine hizmet etmiştir.


Tıpkı Hz. Ali’ye olduğu gibi, Muaviye’ye de açıktan isyan eden ve devletin en önemli iç sorunlarından biri olan Hariciler, halifeliğinin daha ilk günlerinde Suriye ordusunu mağlup edince, bu duruma sinirlenen Muaviye, bunun hesabını Kufe’deki kabilelerden sormuş; “içinizden çıkan bu aşırılarınızı halletmedikçe size benim yanımda ne eman ne de rızık vardır” diyerek bu işi onlara havale etmişti. Muaviye’nin bu konuşması Kufeliler’i hayli endişelendirmiş olacak ki, bazı kabileler, Haricîler arasında bulunan mensuplarını onlardan uzaklaştırdılar. Bunlar arasında, Eşca kabilesi Haricî liderlerden olan Ferve b. Nevfel, Tay kabilesinden Ka’kaa b. Nefr, Benî Şeyban kabilesinden İtris b. Urkub gibi isimler vardı.


Muaviye’nin idare ile kabileler arasında işbirliği oluşturma gayreti, onun valilerinin politikalarına sirayet etmiştir. Gerek Mugîre b. Şu’be, gerekse Ziyad b. Ebîh kendi bölgelerinde, bir yandan, Haricîler’e yardım ve yataklık eden kişileri kastederek bu işin daha fazla uzamaması konusunda halkını uyarırlarken, öte yandan kabile reislerini toplayarak onlara, kabile fertlerine sahip çıkmaları, asayişi bozmamaları, bozanları da aralarında barındırmamaları şeklindeki taleplerini net bir dille ifade etmişlerdir.


Haricîler’in bertaraf edilmesi noktasında iktidar ile Haricî mensupları olan kabileler arasında kurulan zorunlu işbirliğinden çok daha fazlası, iktidar ile Şia arasında kurulmuştur. Zira, Haricîler hem Muaviye’nin hem de Şia’nın ortak düşmanıydı. Bilindiği gibi Hz. Ali, bir Haricî tarafından öldürülmüştü. Şia’nın gönlünde yanan bu intikam ateşinin farkında olan ve onu iktidarının menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeyi, Haricîler’le baş etme yöntemi haline getiren Muaviye, bu sayede hem iki ana muhalifinin gücünü birbiri eliyle zayıflatmış hem de kendi ordusunun bu süreçte yıpranmasına izin vermemiş oluyordu.


Sonuç olarak, Muaviye’nin kabilelere karşı yürüttüğü siyaset hakkında özetle şunları söylemek mümkündür: Muaviye b. Ebî Süfyan, her ne kadar nüfuzlu bir kabileye mensup olsa da, bunun yeterli olmadığını; zira sınırları sürekli genişleyen ve dolayısıyla sosyal yapısı da çeşitlenen bir ülkenin sağlıklı bir şekilde yönetilebilmesi için yönetimini daha geniş toplum kesimleri üzerine kurması gerektiğinin farkındaydı. Bu farkındalığın ışığında kurduğu kadro ile, kabileler üstü bir konum elde etmiş; ayrıca, kazandığı bu sosyal meşruiyetle asabiyetin tesirinde kalmak bir yana, asabiyeti yönetmeyi, yönlendirmeyi başarmıştır. Nitekim zaman zaman kabilecilikten doğan problemler ortaya çıktığında, bu kabileler üstü statüsü ile sorunların üstesinden gelmiştir. Örnek vermek gerekirse, iktidar oluş sürecinde kendisine koşulsuz destek veren, bu nedenle de Şam’daki Mudarîler’den daha fazla maaşla taltif edilen Yemenîler’in, bu konumlarını istismar ederek Mudarlılar’ı bölgeden süreceklerine dair tehditkâr sözleri gündeme gelince, Muaviye, onlara göz dağı vermek ve böyle bir kararın ancak kendisine ait olabileceğini göstermek için, dört bin Kayslı’ya bir defada maaş vermekle kalmamış , Kayslılar’ı kolay kara seferleriyle vazifelendirirken, Yemenliler’i daha zor ve risk-li olan deniz savaşlarına göndermiştir.


7. Politik Girişimler ve Siyasî Komplolar


Muaviye b. Ebî Süfyan’ın, hayatının gerek siyasî gerekse askerî mücadele safhalarında stratejik hile veya politik tuzaklara başvurduğuna dair pek çok belirgin örnek vardır. Bunlardan biri, Muaviye’nin, Mısır valisi Kays b. Sa’d b. Ubade ile halife Hz. Ali’nin arasını açması olayıdır.


Muaviye, Hz. Ali’ye karşı mücadelesinde rakibini zayıflatmak için, onun en başarılı valilerinden olan Mısır valisi Kays b. Sa’d’ı hedef olarak belirledi. Zira Kays, Mısır’da Hz. Ali adına başarılı bir idare sergileyerek halkın beyatını almıştı; sadece Hz. Osman taraftarlarının bulunduğu Heribta bölgesi halkı beyat etmeseler de Hz. Ali’ye itaat edeceklerini beyan etmişlerdi. Bu uzlaşma neticesinde Kays da onların üzerine gitmedi, hatta sorun çıkmaması açısından onlara izzet-i ikramda bulundu. Aslında bu durum, sıkıntılı günler yaşayan Hz. Ali adına, Mısır’da belli bir sükunetin sağlanması demekti. Nitekim bunu fırsata dönüştüren Muaviye, harekete geçti. Önce, Kays’a Irak valiliğini vaad ederek onu kendi tarafına çekmeye çalıştı, fakat başarılı olamayınca devreye yeni bir plan soktu. Bu plan doğrultusunda Kays’ın aslında kendisinin tarafında olduğu, bunun işareti olarak da Heribta halkına nasıl da ikramlarda bulunduğunu söylemekle kalmadı, Kays’tan mektuplar aldığı şayiasını yayarak Kays’ı görevinden aldırmak için türlü girişimlerde bulundu.


Kulağına gelen bu haberler karşısında Hz. Ali, söylenenlerin doğru olup olmadığını anlamak için valisini sınama yoluna gitti ve Kays’a, Heribta halkına karşı mücadele ve savaş emri verdi. Ancak Kays, bunun yeni sorunlar doğurmaktan başka hiçbir işe yaramayacağı şeklindeki kanaatinde sabitti. Halifenin ısrarı karşısında, şayet kendisine güvenilmiyorsa azledilmesini talep eden Kays, nihayetinde Hz. Ali tarafından görevinden alındı. Böylece Muaviye, Kays’ı Mısır’ın idaresinden uzaklaştırarak, oranın ele geçirilmesi konusunda büyük bir adım atmış olurken, Hz. Ali, Muaviye’nin gerçekleştirdiği siyasî entrika ile, Mısır’da her yönden Muaviye’ye denk ve onunla baş edebilecek kabiliyette önemli bir bürokratını kaybetmiş oldu.


Stratejik hileler yoluyla ve yerinde yaptığı müdahalelerle sürece yön verebilen Muaviye, benzer bir yöntemi Sffîn Savaşı’nda devreye sokmuştur. Buna göre Muaviye, Sıffîn Savaşı’nda tam anlamıyla hezimete uğramak üzereyken, vali ve danışmanlarından olan Amr b. el-Âs’ın teklifiyle kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek bir fikri devreye soktu. Muaviye’nin emri ile Suriyeli askerler, mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını takmak suretiyle, savaşı askerî boyuttan çıkararak başka mecralara taşımış oldu. Suriye ordusunun bu fotoğrafının bir tuzak olduğu, ordusunun çoğunluğu tarafından fark edilmiş olsa da Hz. Ali, geri kalan kısmı bu tuzağa düşmemeleri konusunda ikna edemedi.


Hz. Ali’nin öldürülmesinin ardından ise Muaviye için işler iyice kolaylaşmıştı. Zira karşısında, kendisine rakip olabilecek denklikte bir lider yoktu. Bugüne kadar aştığı engeller düşünülürse, Hz. Hasan’ın hakkından gelmek, onun için “tereyağından kıl çekmek” mesabesindeydi. Nitekim, Kudüs’te “emiru’l-mü’minîn” olarak halktan beyat alan Muaviye, Iraklılar’ın da Hz. Hasan’a beyat ettiklerini öğrenince, büyük bir ordu ile son hamlesini yapmaya koyuldu. Hz. Hasan da onları karşılamak amacıyla bir ordu hazırlayıp Medain’e kadar geldi ancak iki ordu arasında bir savaş cereyan etmedi. Bunun sebepleri arasında zikredilen ve Muaviye’nin kurnazlık dolu bir başka stratejik hilesine delalet eden bu haberlere göre Muaviye, Hz. Hasan’ı kendisiyle anlaşmaya değil savaşmaya teşvik eden Kays b. Sa’d’ın, kendisiyle para karşılığı anlaşarak savaş fikrinden vazgeçtiği veya Kays’ın öldüğü şeklindeki sahte haberlerle Irak ordusunun dağılmasına sebep olmuştur.


Stratejik girişimler noktasında Muaviye’nin dehasını gösteren istisnâî bir örnek vardır ki o da, “istilhâk” yani Ziyad b. Ebîh’i kendi nesebine katarak onu “anne ayrı baba bir kardeşi” ilan etmesidir. Şöyle ki, kendisine beyati reddeden, Hz. Ali döneminin güçlü Faris valisi Ziyad b. Ebîh, Hz. Ali taraftarlarını etrafında toplayarak kendisine karşı ciddi bir hareket başlatacağı endişesi taşıyan Muaviye’nin uykularını kaçırmaktaydı. O, başlangıçta hiçbir teklifine yanaşmayıp tehdidine aldırmayan Ziyad hususunda yakın dostu Mugîre b. Şu‘be’nin devreye girmesiyle onun beyatını almaya muvaffak oldu. Bu gelişmenin ardından Muaviye, kendi ailesi başta olmak üzere pek çok kişinin tepkisine rağmen radikal bir kararla Ziyad’ın, kardeşi yani, “Ziyad b. Ebî Süfyan” olduğunu ilan etti ve onu bir de Basra valiliği ile ödüllendirdi.


8. Tehdit/Gözdağı


Muaviye b. Ebî Süfyan, muhaliflerini sindirmek maksadıyla, hitabet yeteneğiyle birleştirdiği tehdit ve gözdağı yöntemini de etkili bir şekilde kullanmıştır. Bunun ilk örneklerini, onun siyasî hayatının daha başlangıç yıllarında görmek mümkündür.


Hz. Osman döneminin sonlarına tekabül eden, ülkenin her tarafından gelen şikayetlerin arttığı ve halifenin bu durumun baş sorumlusu olarak gösterildiği çalkantılı yıllarda 33/653 senesi haccında Hz. Osman’ın gözde valisi Muaviye, halifeden aldığı yetki ile Hicazlılar’a açıkça gözdağı veren net bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmasında Muaviye onlara, Allah’ın onları İslam ile nimetlendirdiğini, sonraki neslin onları örnek aldıklarını, Mekke ve Medine’nin de kutsal mekanlar kılındığını, ancak onların bu nimetlerle şımararak idareye karşı yanlış işler yaptıklarını ifade ettikten sonra, eğer böyle giderse ne sonraki nesillerin örnek alacağı kişilerin ne de diğer şehirlerin ardından gideceği kutsal şehirlerin ayakta kalacağını net bir dille söyleyerek muhalif gördüğü kişilere açıkça gözdağı vermişti.


Hz. Osman’ın Medine’de gün geçtikçe yalnızlaştığının ve yaklaşmakta olan tehlikeli şeylerin farkında olan Muaviye, halifeyi Şam’a götürmek niyeti ile Medine’ye geldi, ancak teklifi halife tarafından kabul görmedi. Halifeyi Şam’a götüremeyen Muaviye, ona karşı yürütülen muhalefetin başı olarak gösterdiği ve aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu Muhacirîn’i tehdit ederek onlara, halifeye herhangi bir şey olması durumunda kılıcını eline alacağını, halifeye bir zarar gelirse bunun onlar için bir felaket olacağını söylemekten geri durmadı. Bunun üzerine Hz. Ali’nin, Muaviye’nin bu itham dolu sözlerine karşı çıkarak onunla tartıştığı rivayet edilmektedir. Burada önemli olan bir diğer husus da, Muaviye’nin daha o zamandan kendini halifenin velisi konumuna oturttuğu ve daha halife hayatta iken onun haklarının hamisi rolünü üstlenerek siyaset sahnesinde Şam’a başrol oynatmaya çalıştığıdır.


Muaviye’nin, tehdit ve gözdağı ile sindirme yönteminin bir diğer örneği de, Muaviye’nin kendisi için ciddî tehlike olarak gördüğü Ziyad b. Ebîh’i kontrol altına alma çabaları sırasında karşımıza çıkar. O, daha Hz. Ali hayatta iken, çöküntü sürecine giren halifeye, başarılı valiliği sayesinde taze kan getireceği endişesi ile Ziyad’ı tehdit etmeye başlamıştı. Bu tehditler karşısında Ziyad’ın cevabı da en az Muaviye’nin sözleri kadar tehdit dolu idi: “Şaşılacak şey, şu ciğer yiyen kadının oğlu beni tehdit ediyor! Rasulullah’ın amcasının oğlu, Muhacirler ve Ensar onunla benim aramdadır. Eğer Emîru’l-Mü’minîn izin verirse, ciğer yiyen kadının oğlunun hakkından gelirim”.


Muaviye, kendi iktidarı yıllarında da gerekli gördükçe, özellikle Haricîler’e karşı Şiîler’in kullanılması sürecinde tehdit silahını kullanmıştır. Daha işin başında Kufe halkına hitaben Haricîler’i kastederek, “Bu aşırılarınızı halletmedikçe, size benim yanımda eman ve rızık yoktur” diyerek hem can hem mal varlıkları açısından genel bir tehditte bulunmuş, bu sözlerini de iktidarı boyunca bilhassa valileri vasıtasıyla icraata geçirmiştir.


9. Askerî Mücadele/Müdahaleler


Muaviye’nin, muhaliflerini bertaraf etme noktasında son çare olarak uyguladığı yöntemlerden biri de askerî mücadele ve müdahalelerdir. Bu konudaki örnekleri, Hz. Ali’ye karşı giriştiği mücadele sürecinde olduğu gibi, hilafeti Hz. Hasan’dan devralışı ve daha sonra kendi iktidarı döneminde özellikle Haricîler’e karşı verdiği mücadele safhasında da açıkça görmek mümkündür.


Hz. Ali’nin halifeliğini tanımayarak, hilafetinin meşru olmadığı iddiasıyla ona karşı mücadele süreci başlatan Muaviye, mücadelesinin sonlarına doğru rakibiyle sıcak savaşa girmekten kaçınmamıştı. Zira bu karşılaşma, Muaviye’nin onca zamandır Hz. Ali’ye karşı yürüttüğü isyan hareketinin nihaî noktasıydı.


Yenilgiyle sonuçlanmakta olan askerî bir hezimetin, kendi lehine siyasî bir zafere dönüştüğü Sıffîn Savaşı’ndan sonra da askerî faaliyetlerini sistematik bir şekilde sürdüren Muaviye, Hz. Ali’yi iyice yıpratacak olan bir dizi askerî faaliyete girişti. Önce Mısır, daha sonra da Irak, Hicaz ve Yemen’i ele geçirdi. Her ne kadar Hz. Ali buraları geri aldıysa da çok zor bir duruma düşmüş ve iyice kan kaybetmişti.


Muaviye, kendi iktidarı boyunca uğraşmak zorunda kaldığı ve üstesinden gelmek için iyi-kötü her yolu denediği iki ana muhalif grup olan Haricîler’i ve Şia’yı bertaraf etme noktasında da, çoğu kez son safha olarak, askerî müdahaleye başvurmuştur.


Bir yandan, kendisine beyat etmeleri için daha önce bahsedilen her türlü metodu denediği ancak olumlu cevap alamadığı Haricîler, diğer yandan beyatlarını aldığı halde devlet düzenini bozarak halkı isyana teşvik etmekle itham ettiği Şiîler’le, askerî zeminde de sonuna kadar mücadele etmiştir. Örneğin, hiçbir şekilde idare ile uzlaşmaya ikna olmayıp yaklaşık on altı defa ayaklanan Haricî gruplar, ancak askerî müdahale ile sindirilmiştir. Yine iktidara karşı Şiî muhalefetin temsilcisi ve giderek yükselen sesi olan Hucr b. Adiy ve arkadaşları, toplumsal huzurun sağlanması adına uzun süren polis takibatı neticesinde ölüme mahkum edilmiştir.


O, ilk etapta bazen vaadlerle süslediği hoşgörülü tavrı, diyalog arayışları, bazen psikolojik, ekonomik baskılar, bazen de gözdağı ve tehdit suretiyle ikna yolunu sonuna kadar kullanmış, bu yolların tıkandığı noktada da askerî müdahaleyi kaçınılmaz görmüştür. Nitekim Muaviye bu anlayışını, daha önce de zikredildiği üzere, “Paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca gerek yoktur”, “Ziyad’ın kılıcıyla kazandığından çok daha fazlasını, ben dilimle kazandım” gibi sözleriyle de ifade etmiştir.


10. Öldürme/Siyasî İnfaz ve Suikastler


Kaynaklarımızda, Muaviye’nin, doğruluğuna inandığı hedeflerini gerçekleştirebilme uğruna, zaman zaman çeşitli şekillerde gerçekleştirilen siyasî infazlarla, muhalif gördüğü kimseleri yolunun üzerinden kaldırdığına dair rivayetler mevcuttur.


Daha önce de bahsedildiği üzere, Hz. Ali’nin halife olduğu yıllarda, Mısır’ın başarılı valisi Kays b. Sa’d’ın aralarında Hz. Osman taraftarlarının da bulunduğu tüm halkı kucaklayan uzlaşmacı siyasetine, yerinde bir müdahale ile son vermeyi hedefleyen Muaviye, iyi planlanmış bir hamle ile halife ile valinin arasını açmayı ve nihayetinde vali Kays’ı azlettirmeyi başarmıştı. İşte, Hz. Ali’nin Kays’tan sonra, maktul halife Hz. Osman’ın katillerinden sayılan Muhammed b. Ebî Bekr’i vali tayin etmesi ile daha müsait şartlara kavuşan Muaviye, eline geçen bu kozla iyice rahatlamıştı ki, Hz. Ali bu başarısız tayininden vazgeçerek onun yerine Eşter’i Mısır’a tayin etti. Eşter gibi dişli bir kimsenin Mısır’a vali olması ise Muaviye açısından tehlikeli idi. Bu yüzden Eşter’in tayin haberi Muaviye’ye ulaştırıldığında ondan kurtulmanın çaresi arandı. Sonunda, bazı maddî vaadler karşılığında bir gayri müslim ile anlaşılarak infazına karar verilen Eşter, kendisine sunulan zehirli bal şerbetini içmek suretiyle öldürüldü.


Muaviye, kendi halifeliği döneminde de benzer icraatlarla anılmıştır ki bunlardan biri, Hıms valisi Abdurrahman b. Halid b Velid’in zehirlenmesi olayıdır. Bu infazın sebebi olarak Abdurrahman’ın, Bizans topraklarına yaptığı seferlerde gösterdiği başarıların, ona, Suriyeliler nezdinde giderek artan bir itibar kazandırması veya Yezid’in veliahtlığı için bir tehlike arz etmesi gösterilse de her iki durumda da Abdurrahman’ın Suriye halkı nezdinde hayli muteber hale gelmesi ve dolayısıyla bu durumdan Muaviye’nin rahatsızlık duyması sonucu ortaya çıkmaktaydı. Dolayısıyla bu durum karşısında Muaviye’nin, İbn Âsâl ismindeki kişiyle, yine bir takım maddî vaadler karşılığında anlaşarak Abdurrahman’ı zehirlettiği rivayet edilmektedir.


Muaviye’nin, iktidarının ve devlet otoritesinin sarsılmazlığı adına yaptığı benzer bir uygulamayı da Hz. Ali taraftarlarının önde gelen ismi Hucr b. Adiyy’in öldürülmesi olayında görmekteyiz. Muaviye’nin Kufe valisi Ziyad b. Ebîh, huzursuzluk çıkararak devlet ve milletin birlik-bütünlüğünü bozan faaliyetlere giriştiği gibi gerekçelerle, uzun bir kovalamacadan sonra Hucr b. Adiyy ve beraberindeki bir grubu yakalamıştı. Tutuklanan bu gruptan bir kısmı, kabile büyüklerinin araya girmeleri ve Muaviye nezdindeki kredilerini kullanmaları suretiyle serbest bırakılmıştı. Hucr’un da affı için devreye girildiyse de Muaviye bu teklife sıcak bakmamış, Hucr’un tehlikeli bir ele başı olup serbest kaldığı taktirde yeniden şehirde fitne çıkarabileceğini sebep göstererek idam edilmesini emretmişti.


Bu noktada yinelemek gerekir ki, Muaviye, hilm ve teennî ile hareket ederek mecbur kalmadıkça şiddete baş vurmamayı kendi uygulamalarında tercih etse de, aynı müsamahayı valilerinin göstermesinden hoşnut olmamış, onların merkezî otoriteye güç katacak her türlü icraatlarına, sertlik ve şiddet dolu olsalar da, ses çıkarmamış, hatta destek olmuştur.


Sonuç


Muaviye b. Ebî Süfyan, gerek iktidara uzanış sürecinde ve gerekse kararlı, bilinçli adımlarla elde ettiği iktidarı süresince, kendi kişilik özellikleriyle de bütünleştirdiği belli başlı siyaset ilkelerini, riyaset metodlarını kullanarak muhaliflerini veya muhalif olarak gördüğü kimseleri yolundan atmayı, önündeki engelleri kaldırmayı hedeflemiştir.


Kimi zaman her türlü maddî-manevî teklif ve vaadlerle uzlaşma yolları arayan ve müsamahasının öne çıktığı yöntemler, kimi zaman da zikredilen bu yöntemlerin işe yaramadığı, yeterli olmadığı veya amaca hizmet edemediği yerde devreye sokmaktan hiç de çekinmediği tehdit, baskı, sindirme, yıldırma, hatta öldürerek ortadan kaldırma gibi metodlarla Muaviye, ister birey, ister grup, isterse kitle bazındaki muhaliflerini bertaraf etmeyi bilmiştir.


Esasen Muaviye, doğduğu aile ve yaşadığı çevrenin ikramı olan riyaset ortamının getirdiği tecrübenin yanı sıra, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde Suriye bölgesinde uzun müddet yapmış olduğu valiliği süresince elde ettiği siyasî nüfuz, askerî ve ekonomik gücünü, siyasî zekasıyla harmanlamıştır. Böylece o, olayların karşısında edilgen bir pozisyona düşmemiş, bilakis onları kendi amaçlarına hizmete edecek bir seyre sokmayı başarmıştır. Siyasî hayatındaki bu başarıyı, tesadüflere veya şansa borçlu olmayacak şekilde iyi yapılmış plan ve gözlemlerle temellendiren, ayrıca kendi artılarının yanı sıra muhaliflerinin eksilerini de görüp değerlendirebilen Muaviye, bu özellik veya kriterlerin süzgecinden geçmiş olan çeşitli –meşru veya gayrı meşru-yöntemler sayesinde muhaliflerini bertaraf etmiş, nevi şahsına münhasır bir lider olarak İslam Tarihi’ndeki yerini belirlemiştir.


Alıntıdır:


Melek Yılmaz Gömbeyaz

Dok. Öğr. U.Ü. Sos. Bil. Ens.


T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ

Cilt: 19, Sayı: 1, 2010

s. 301-332

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak