17 Ekim 2022 Pazartesi
16 Ekim 2022 Pazar
M.Ö. 2. Binyılın 2. Yarısında Asur'un Anadolu'ya Yayılımı
M.Ö. 2.binyılının 2. yarısında, Asur Devletinin Anadolu'daki yayılımı, bu devletin siyasi, ekonomik ve coğrafi konumuyla yakından ilgilidir. O dönemdeki tüm bu girişimler, birazdan anlatılacağı gibi, Asur devlet adamlarının siyasi yapısını ve izledikleri politikayı da yakından görmemizi sağlayacaktır.
Asur Devleti, kurulduğundan itibaren, yayılımcı ve sömürüye dayalı bir ideolojiyi benimsemiştir. M.Ö. I. binden itibaren uygulanan ve daha sonraları gelenekselleşen bu düşüncenin bir kanıtı olarak kullanılan krallık unvanlarının devamlılığı gösterilebilir. Bu ideolojinin bir uzantısı olarak yeni Asur dönemine bakıldığında, Sargon'un Assur kralları için önemli bir model oluşturduğu, ayrıca "Dört bir yanın efendisi, tümünün efendisi, dünyanın hakimi" gibi ünvanların da sıkça kullanıldığı dikkat çekmektedir. M.Ö. II. binyıldan itibaren Asur krallarının yayılımcı politikalarının en önemli kanıtlarını "yazılı belgeler" oluşturmaktadır.
Asur Devleti'nin sınırları; güney-güney batıda merkezi Irak step bölgesi olan JaziraGazira bölgesi, kuzey ve kuzey doğuda Zagros Dağlık Bölgesi, güneyde Babil Ülkesi ile Hamrin Dağlık alanı ve Aşağı Zap Nehri doğal bir sınır oluşturmaktadır. Asur aslında, coğrafi açıdan savunmasız bir ülkedir. Bir çölde kurulu olması ve doğu, batı ile güney tarafında herhangi bir yüksekliğin bulunmaması bu ülkeyi iyice savunmasız bırakıyordu. Tek engel kuzey sınırındaki Toros Dağları'ydı. Bu durum askeri açıdan bir olumsuzlukken, olumlu tarafı, kültürel alışverişini kolaylaştırmış olmasıdır. Bu devlet, coğrafyasının izin verdiği ölçüde, Anadolu, İran, Akdeniz dünyası ve hatta İndus Bölgelerine yayılımını gerçekleştirmiştir.
Asur Devleti'nin, yine coğrafyasından kaynaklı olarak önemli ölçüde hammadde ihtiyacı vardı. Hammadesinin yetersiz olması bu devleti her açıdan dışa bağımlı hale getirmişti. Asur Devleti bu durumu ticaret yaparak ve vergilendirerek ya da seferler sonucu toplanan ganimetler ve haraçlarla aşmaya çalışmıştır. Doğal kaynaklar açısından yoksun olan bu devlet, çözümü kuzeye yönelik yayılımlarıyla gidermeye çalışmış ve imparatorluk aşamasında dahi, kuzey her zaman bolluğuyla bir hedef olmaktan kurtulamamıştır. Bu yayılım sırasında bölge coğrafyasındaki Güney Doğu Toroslar, Zagroslar doğal bir koruma oluştururken, bazı geçitler ve akarsu yatakları da iletişimin kurulmasına olanak sağlamıştır.
Kısaca Asur Devleti'nin gerek siyasi yapısı gerekse de coğrafi konumu ve bundan kaynaklı ekonomik diğer sorunları kuzeye yönelimi kaçınılmaz kılmaktaydı.
Asur'un erken dönemlerinde kuzey yayılım siyaseti sınır güvenliği şeklindeyken imparatorluk olmasıyla ekonomik ve siyasi bir üstünlük kurulmaya çalışılmış ve sömürüye yönelik bir yapıya dönüşmüştür.
M.Ö. II. binyılının II. yarısına gelindiğinde, Anadolu'da önemli bir güç olarak varlığını sürdüren Hititler ile karşılaşıyoruz. Yine bu bölgede bulunan Mitanni Uygarlığı ve Kuzey Afrika'da ki Mısır da Asur dışında ki önemli güçlerdiler. Asur'un düşmanlarından olan Hititler ve Mitanniler, coğrafi konumları bakımından da önemlidirler.
MiTANNİ UYGARLIĞI'na bakıldığında; M.Ö.III. binden itibaren prenslikler halinde yaşayan "HURRi" toplumu karşımıza çıkar. M.Ö. 16. Y.Y. sonlarına doğru, İndo-Ari kökenli savaşçı toplumla (Bunlar Kuzey Hindistan'dan ve İran'dan gelen farklı bir kavimdir.) bir devlet örgütü haline gelmiş ve bu devlete resmi bir ad olarak "Mitanni Devleti" denmiştir. Mitanni daha çok bölgeye verilen coğrafi bir isim olarak konulurken, halkın çoğunun Hurrili olması nedeniyle, bu isim kullanılmaya devam etmiştir. Yaklaşık M.Ö. 1340'larda Hititler tarafından zayıflatılan bu devlet, önce Asur'un vassallığına girmiş, I. Salmanasar tarafından ise Asur'un bir eyaleti konumuna gelmiştir. Mitanni Devleti'nin en önemli özelliği ise Asur ve Hitit arasında tampon bir bölge oluşturmasıydı.
M.Ö. 1305'te Asur'un başına yeni ve güçlü bir kral olan Adad Nirari geçer. Asur için siyasi olayların olduğu yoğun bir dönemdir.Bu dönemde yine Anadolu'da Hititleri ve artik yıkılmak üzere olan Mitanni Devleti'ni, Kuzey Afrika'da Mısır'ı ayrıca İran'da da göçebe kavimleri görürüz. Aynı yıllarda Babil'in Asur'a savaş açması (Savaş, Kar-İstos şehrinde başlar) ve Adad Nirari'nin bu savaşı kazanması, Asur yazılı kaynaklarına da yansır. Artık kral ünvanının başına "Kainatın Kralı ", "Kainatın Sahibi" ünvanları da eklenmiştir. Bir yazıtında:
"Adad Nirari, tanrılar tarafından şereflendirilen kral,kent kurucusu.Güçlü Kassitleri, Kutileri, Luvileri, Mitanniyi mağlup eden kral,Harran Kalesini ve Kargamışı ele geçiren kraldır. O ki kuzeyde ki ve güneyde ki düşmanlarını mağlup etmiştir. Ele geçirdiği yerlerdeki insanları alıp, İştar ve Anu'nun ayakları önünde dize getirmiştir. Ve sınırlarını genişletmiştir." diye yazar.
Bu yazıtında krallığında neler yaptığını, ayrıca kuzeye, batıya İran'a seferlere çıktığını yazmaktadır. Adad Nirari'nin bu yaptıkları Hitit'i rahatsız etmiştir.
Hitit ve Mısır bu dönemde, Asur'a karşı bir güç oluşturma gereği duymuşlardır. Bu amaçla M.Ö. 1274 yılında II. Hattuşiliş ve II. Ramses arasında yapılan "KADEŞ ANTLAŞMASI"da bunu kanıtlamaktadır. Hitit Devleti bir yandan barışçıl görünürken bir yandan da Mısır'a karşı bir güç oluşturmaya çalışmaktadır. Bu amaçla Babil kralından, Mısır'la başdemediğini yazdığı bir mektupla yardım ister. Ancak Babil yardımı reddeder. Babil'den umduğu yardımı göremeyen Hitit bu kez Asur'u yanına çekmeye çalışarak Mısır'a karşı Adad-Nirari'den yardım ister. Adad-Nirari de bu yardımı redderek daha büyük bir güç olan Mısır'ın yanında bulunmayı tercih eder. Ancak bu iki ülkenin barışları çok uzun sürmeyecektir. Karşılıklı birbirlerine hediyeler gönderip öven bu iki ülkenin arası Mısır Kralı II. Ramses'in bir yazıtıyla bozulur. II. Ramses yazıtına "Asur'dan bana haraç geldi" diye yazdırınca Asur yardımını çeker ve Hitit ile Mısır'ı karşı karşıya bırakır. Aslında bu durum Asur'un da işine yaramıştır. Çünkü bu durumdan yararlanarak kuzeye sefere çıkar.
Adad-Nirari Asur'u gerçek anlamda krallık haline getirmiştir. Ayrıca imar faaliyetlerine de önem vererek "kent kurucu" adını da alır.
Adad-Niari'nin krallığının ardından hem Asur hem de Yakın Doğu için büyük önem taşıyan bir kral olan I. Salmanasar geçer. M.Ö. 1274-1244 yılları arasında tahtta olan bu Asur kralı Asur tapınağının yeniden yapımını belgeleyen yazıtında:
"Rahipliğimin başlangıcında Uruadri ülkesi ayaklandı... Ordumu harekete geçirdim ve güçlü dağ kalelerine doğru sefere çıktım", demektedir.
Bu, Uruadri teriminin Yakındoğu tarihinde Urartu'lardan ilk bahsedilişidir. Bu ifadeden Uruadri kentinin daha önce de var olduğu sonucu çıkarılabilir. Bununla birlikte Fırat Nehri'nin doğusuna, yani Van gölü çevresine çeşitli halkların Erken Demir Çağ ile birlikte Batı İran ve Doğu Anadolu'ya gelerek yerleşik yaşama geçtikleri bilinmektedir. Asur Kralı I. Salmanasar'ın biraz önce bahsettiğimiz yazıtında Uruadri ülkesi M.ö. 13. yüzyılın başlarında en az 8 ülkeden ve adı bilinmeyen 51 kentten oluşmaktaydı. Bu yazıtta:
" Himme, Uadkun, Bargun, Salua, Halila, Nilipahri, Zingun, adli 8 ülkeyi ve (bu kentlere) ait askeri güçlerini ele gecirdim. 51 kenti zaptettim , yaktım, mallarına haraç olarak el koydum. Tüm Uruadri ülkesini 3 günde Tanrım Assur'un ayaklarına dize getirdim" denmektedir.
Uruadri ülkesinin konumu hakkında çeşitli öneriler olmasına karşın Asur ordusunun Van gölü havzasına Yukarı Dicle vadisinden geldiği düşünülürse; Uruadri ülkesi M.Ö. 13. yüzyılda Van Gölü'nün batı ve kuzeybatı yörelerini kapsamış olmalıdır. Bu coğrafi isim daha sonra Asur'un karşısına önemli bir güç olarak çıkacaktır. Bu güç "URARTULARDIR".
Bu yazıtında daha sonra verdiği zaiyatından bahsetmektedir. "Bu savaşta 2 arabacı, 1 mızrakçı ve bir de okçumu kaybettim" der.
Tabii ki bu bir abartıdır. Üç gün içerisinde hem bu kadar yer alınıp hem de bu kadar az kayıp verilemez. Ancak savaşın asıl nedeni yine yazıtlara bakıldığında anlaşılmaktadır:
"Onların genç adamlarını seçtim ve onları bana hizmet vermesi için götürdüm." denilen yazıtta amacın toplu nüfus aktarımı olduğu anlaşılmaktadır. Bu, esir alıp yetiştirerek insan gücü elde etmeyi amaçlar. Devam eden yazıtta: "Dağlık ülke üzerine cok ağır vergiler (haraç) koydum. Bütün gelecek zamanlarda ödeyecekleri vergiler koydum. Çok güçlü şekilde tahkim edilmiş dağ kalesi olan Arina? kentini, ki bu kent daha önce bana ayaklanmış ve tanrıma saygısızlık yapmıştı. Yine tanrım Assur'un yardımıyla bu kenti aldım ve kentin üzerine Kudima serptim. Toprağından bir miktar aldım ve gelecek yıllara şahitlik etsin diye Asur kentinin önüne serptim." diye anlatır. Buradan diğer bir nedeni daha anlamaktayız.
Asur'un Kuzey Suriye ve Mısır'la uğraşırken Kuzeye saldırmasının nedeni, bulunulan çağla da yakında ilgilidir. M.Ö. 1300'lerde Doğu Anadolu'da, Tunç Çağları'nın bitip Demir Çağları'nın başladığı bu dönemde, Kafkaslardan yoğun bir göç dalgası vardır. Bu gelen halkların demir teknolojisini biliyor oldukları anlaşıyor. Bunu Doğu Anadolu mezarlarında (Dilkaya, Karagündüz gibi) çıkan demir eserlerden anlıyoruz. Demir Çağlarının başladığı bu şekilde anlaşılırken demir objelerin ölülerin mezarlarına koyulduğu görülür. Demir, mezara armağan olarak konulduğu için çok az olmalıdır ve önemli kişilerin mezarlarına konulmaktadır. İşte,I. Salmanasar'ın Kuzey'e sefer yapmasının asıl nedeni bu olmalıdır.
Asur'un kuzeye yayılımıyla ilgili olarak bir diğer önemli dönem I. Tiglat Plaser dönemidir. Asur krallığını imparatorluk haline getirdiği düşünülen bu kralın hükümdarlığı M.Ö. 1114-1076 tarihleri arasındadır. Bu dönemde Anadolu'ya ve komşu ülkelere egemen olan Hitit'lerin ortadan kalktığı ve Mısır'da da yeni krallık döneminin başladığı görülür. Anadolu'ya Kafkas göçlerinin dışında güneyden yani Arap Yarımadası'ndan yeni halkların geldiği de görülmektedir. Küçük kentler kuran bu halklar Sami ırkındandır ve ilk kez bu dönemde karşımıza çıkarlar. Bu yeni gelen halklara "ARAMiLER" denir ve bu göç Arami göçü olarak adlandırılır. Karşımıza çıkan bir diğer halk ise Kafkaslar üzerinden gelen ve Hitit'in yıkılışıyla ilgili olabileceği düşünülen "MUŞKi"lerdir.
Son olarak Anadolu tarihinde kayda değer bir yeri ve Urartu Devleti'nin kurulmasında etkin bir rolü olan "NAİRİ" ülkeleriyle karşılaşıyoruz. . Bu halkların önemi ise I.Tildat Plaser'in siyasi olayları içinde görülmektir.
Bu dönemin siyasi olaylarını I. Tiglat Plaser'in ilk beş yıllık hükümdarlığı sırasında yaptıklarını anlattığı "PRİZM YAZITLARI" ndan öğreniyoruz. Bu şekilde yıllık geleneği de değişmiştir. Önceleri her yıl olmayan "anal"lar Tiglat Plaser dönemi sonrasında her yıl yazılmaya başlanmıştır.
Bu yazıtta kendinden önce, Tanrı Assur, Enlil, Sin, Şamaş gibi tanrılardan bahseder ve bu tanrıların kendisine Asur'u verdiğini söyler. Daha sonra ünvanlarını sayar: "güçlü kral", "kâinatın kralı", "dünyanın dört bölgesinin kralı", "bütün kralların çobanı", "sevilen rahip", "elinde tanrı Şamaş'ın emirlerini yerine getirmek için parlak asası olan Tiglat Plaser", "Enlil'e itaat eden kişi", "bütün tanrılara itaat eden gerçek bir çoban"... Bu ünvanların ardından saltanatının başlangıç yılını anlatmaya başlar ve biraz önce adı geçen Muşkiler'e sefere çıktığından bahseder.
"Saltanatımın başlangıcında Muşki ülkesinin 20000 insanı ve 5 kralı, ki Alzi, (Elazığ bölgesi) ve Prulumzi ülkesini 50 yıldan beri ellerinde tutmaktaydılar ki bu ülkeler de önceki yıllar Asur'a haraç ve vergi verirlerdi. Bu insanları bir savaşta yendim. O insanlar (Muşkiler) güçlerine güvenerek aşağılara doğru geldiler (güneye ) ve Kutbuhi ülkesini (Kammepene, Adıyaman) ellerine geçirdiler. (Muşkiler yavaş yavaş Asur'a yaklaşıyor). Tanrım Asur'un yardımıyla ordumu ve savaş arabalarımı topladım arkama hiç bakmadım (tedirgin değildim). Çok zor bir coğrafya içinde olan Kaşiari dağlarını aştım (Toroslar). Bu 20000 savaşçı ve onların 5 kralıyla savaştım ve onları mağlup ettim. O insanların kanlarını akıttım (dağların yüksek yerleri ve ovalarına). Kentlerinin dışında kafalarını keserek buğday yığınları gibi üstüste koydum. Sahip olduğum herşeyin tümünü Asur'a taşıdım. Ordusundan geri kalan 6000 insanı Asur'a taşıdım. Bazıları kaçmıştı, bazıları ayaklarıma kapanmıştı. Ben hepsini kendi insanlarım saydım."
Bu yazıt, bizim için oldukça önemli bilgileri içermektedir. Birincisi bu ülkelerin 50 yıldan beri Muşkilerin elinde olmasıdır(yaklaşık 1160'tan beri). Diğer önemli nokta ise Hitit'in yıkılış tarihine yakın olmasıdır. Ayrıca beş kraldan beş ayrı kabile olduğu da anlaşılmaktadır. Ve bu savaşla birlikte önemli bir sorun da ortaya çıkar. Muşkiler acaba Frigler midir?
Muşki problemi, Hitit'in yıkılışıyla yakından ilgilidir. Çünkü Hitit'in yıkılış önerilerinden birini oluşturmaktadır.
Hititler'i Muşkiler'in yıktığı düşünüldüğünde yazıtta bahsedilen 20 bin insan aklımıza gelir. Hitit İmparatorluğu Anadolu'da varken, Kafkaslardan gelen bir kavmi, Anadolu'dan geçip Kayseri, Malatya civarına gelene kadar görmedi mi, üstelik 20 bin insanla gelinirken... Bu durumda Muşkiler'in Frigler olduğu söylenemez.
Bir diğer öneri Frigler'in Sakarya'yı geçip Gordion'da yerleştikleri, Muşkiler'in ise Kafkaslardan geldiğidir.
Aslında, Frigler'in Muşkiler olduğunun söylenmesinin asıl nedeni M.Ö. 8. Y.Y.'da II. Sargon'a ait bazı yazıtlardır. Bu yazıtlarda "Ben Muşkili Mita'yı mağlup ettim" demektedir. Bu, Mita'nın Frigya'lı Midas olduğunun kabul edilmesinden kaynaklıdır ve Midas'ın Muşki ülkesinde yaşadığı düşünülmektedir. Yine Anadolu'da kime ait olduğu bilinmeyen çanak-çömleklerin Muşkiler'e maledilmesinden kaynaklı böyle bir görüş vardır. Bu Çanak-Çömlekler iki grupta toplanır:
1) Gri keramik
2) Ağız kenarı yivli keramikler
Bu iki grup malın kime ait olduğu tartışması ise hala sürmektedir.
Diğer bir öneri de Friglerin iki kola ayrılıp bir grubunun batı Anadolu'da Gordion'a diğer bir grubunun ise Doğu Anadolu'da Muşki'ye yerleştiklerini söylemektedir.
Sonuçta, Muşkilerin Frig olup olmadığı hala netleşmemiştir.
I.Tiglat Plaser'in Prizim Yazıtları, saltanatının 3. yılıyla ilgili bilgiler vermektedir. Bu bilgiler sadece Asur'un kuzey yayılımı açısından önemli değil aynı zamanda henüz beylikler dönemini yaşayan ama sonraları Assur için büyük tehlike oluşturacak "Urartu Devleti" için de önemlidir. Bu yazıtında: "23 Nairi Kralını yendim " demektedir.
Bu Nairi adı, Van Gölü ve çevresinde yaşayan daha sonraları Uriadri Beylikleri ve diğer beyliklerle birleşerek Urartu'yu oluşturacak beyliklerden biridir. Nairiden beylik olarak değil ülke olarak bahsedilmiştir. Bu da Nairinin o dönemlerde güçlü olduğunu gösterir.
I. Tiglat Plaser'in yazıtından, daha sonra Urimi ağaçlarının kesilerek köprüler yapıldığı anlaşılmaktadır.Buradan Fırat'ın geçildiğini anlıyor ve Fırat'ı geçen I.Tiglat Plaser'in "Tumme'nin kralı, Uzala'nin kralı.......... ve Daiaeni kralı" olarak 23 Nairi kralının adını saydığını görüyoruz.. Bu yazıtından Nairi Ülkesinin güney sınırının Tumme, kuzey sınırının ise Daiaeni olduğu anlaşılır.
"Tüm bu krallar ordularını toplayıp bana doğru ilerlediler. Dehşet saçan silahlarım ile onlara saldırdım. Onları tahrip ettim. Öyleki Tanrı Adad'ın bir sel felaketi gibi orduları mahvettim (buradan Fırat ve Dicle'nin taştığını anlamaktayız). Ölü savaşçıların vücutlarını etrafa saçtım. 120 silahlı savaş arabasını savaşta ele geçirdim. Nairi ülkesinin 60 kralını yanlarına gelen dostlarıyla mızrağımın ucunda yukarı denize kadar sürdüm. (önceden 23 sonra 60 kral demesinin sebebi tam olarak bilinmiyor). Nairi ülkesinin büyük kentlerini ele geçirdim. Sahip olduğu herşeye el koydum. Kentlerini yok ettim. Harab ettim. Yıkıntı yığınları haline getirdim. Atlar, katırlar, sığırlar, otlaklarında otlayan bütün sürülerini, ki bunlar sayılamayacak kadar çoktu, bunları ülkeme taşıdım."
Buradan Nairi'ye neden savaş açıldığı anlaşılmaktadır. Bu, tamamıyla mal almaya ve zenginleşmeye yönelikti...
"Nairi'nin bütün krallarını ele geçirdim. Bu krallara merhamet gösterdim ve hayatlarını bağışladım." Bu satırdan Asur'un siyasi politikasını anlamaktayız. Asur, kralları öldürüp düşman kazanmaktansa, boyun eğdirip vergiye bağlamayı tercih etmektedir . (Bu politikayı sonra Urartu da izler). I. Tiglat Plaser aynı yıl seferini Daiaeni'ye kadar sürdürür ve buranın kralı Sieni ile karşılaşıp onu da esir alır ve Asur'a getirir. Aynı politikayı bu krala da uygular ve onu da vergiye bağlar. Yenik düşmanını kendi devletinde dolaştırması da yine bir politikadır.
Bu kral, Nairi seferinden dönerken Malatya ve Hanigalbat ülkelerine de saldırdığını söyler.
"Dönerken Milidia (Malatya) kenti üzerine saldırdım. Ki orası Hanigalbat ülkesi sınırları içindedir. Onları yendim ve dize getirdim. Onlara merhamet gösterdim. Ama kentlerini ele geçirmedim " , der. Belki de ele geçirememiştir. Ama çeşitli ganimetler, tutsaklar olduğunu ve vergiye bağladığını söyler. (Buradan magnezyum da aldığını ve adak için kullandığını söyler). Tiglat Plaser bu yaptıklarıyla 3. yıl seferlerini de bitirmiş oluyor.
Tiglat Plaser 4. yıl seferinde Kargamış kentine sefer yapıyor. Bu seferinde Muşkiler gibi ilk kez görülen başka bir halk topluluğuyla daha karşılaşıyor. Bu halk, Arabistan çöllerinden Anadolu'ya gelmiştir. Bunun nedeni Hitit gücünün ortadan kalkmasıyla oluşan otorite boşluğudur. Bu gelen halk Sami ırkındandır ve bugünkü Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu'ya yerleşirler. Bu insanlar Arami olarak adlandırılan ırktır. I. Tiglat Plaser bir yazıtında bu halktan "AHLAMi ARMAYE" diye sözeder. Anlamı göçebe kavimlerdir. Bu halkın geçmişi ortalama 1050'ye kadar inmekle birlikte yavaş yavaş yerleşmeye başladıkları ve kentler ile krallıklar kurdukları görülmüştür.
"Arabalarımı savaşçılarımı çöllere göçebe Aramiler üzerine gönderdim. Onlar ki Asur'un düşmanıydı. Suhi ülkesinden Kargamış'a kadar olan Hati ülkesine bir gün içerisinde sefer yaptım. Ordusunu kılıçtan geçirdim. Sayılamayacak kadar çok mallarına el koydum, ve onları ülkeme taşıdım. Tanrım Assur'un korkunç silahlarından kaçabilen askerler Fırat nehrinden karşıya geçti. Onları takip ettim. Hayvan derisinden yapılmış tuluklar ile ben de Fıratı geçtim. Altı kentlerini (Bunlar Beşril Dağı eteklerindeydi) ateşle yaktım, harap ettim. Bütün mallarını kentime taşıdım". Bu Arami'lerin tarih sahnesine ilk çıkışıdır.
Sonuçta, kuzeye yönelik yoğun bir politika izlemiş olan I. Tiglat Plaser saltanatının ilk 5 yılını özetlerken "Aşağı Zap vadisinin ötesinden Fırat boyuna ve güneşin battığı yukarı denize değin olan bölgedeki 42 ülkeyi ve krallarını ele geçirdim", diyerek Asur'un sınırlarını gözler önüne serer.
Tiglat Plaser I'in Prizm Yazıtı dışında birçok yazıtı daha vardır. Bunlardan en önemlileri Yoncalı ve Sebenesu yazıtıdır. Bu iki yazıt Urartu ve Asur'un tarihi coğrafyası açısından oldukça önemlidir. Sebenesu yazıtı bir kayalığa yazılmış ve Nairi'nin tarihi coğrafyasıyla Asur'un kuzey yayılımını göstermektedir. Bu iki yazıta göre Nairi'nin konumu Asur'un kuzey sınırını verir. Tikulti-Ninurta'nın yazıtında ilk kez karşılaşılan Nairi ülkesi 13. yüzyıldan itibaren genişlemeye başlar. Nairi'nin yerinin neresi olduğu konusunda tartışmalar olsa da Anadolu sınırları içinde olduğu düşünülmektedir. Sınırlarının Tumme ve Daiaeni ile yakından ilişkili olduğu bilinmekle birlikte, Urartu bölgesi olan Tumme genelde Diyarbakır'ın güneyine (Sebenesu yazıtına göre Dicle kaynağına yakın) yerleştirilir. Nairi'nin kuzey sınırı ise Daiaeni'dir. Buranın Anadolu sınırları içinde Van gölünün kuzey-batı tarafı olduğu (Yoncalı yazıtının dikildiği yer) söylenir. Bu sınırlar Tiglat Plaser'in ulaştığı uzaklık açısından önemlidir.
Bu döneme genel olarak baktığımızda, Asur'un Doğu Anadolu 'nun içlerine kadar gelip sefer düzenlediklerini ve Tiglat Plaser'in en az gittiği yerin Doğu olduğunu anlıyoruz. Çünkü Zagros Dağları ve Zap'ın olmasından dolayı en az İran içlerine kadar gidebilmiştir. Tiglat Plaser'in ölümüyle Asur, gerek tüm dış siyasetinde gerekse de kuzeye yönelik yayılım siyasetinde zayıf bir sürece girmiştir. İç karışıklar ve taht kavgaları olmakla birlikte Asur'un kuzeye yönelik tek girişimini Asur-Bel-Kala 'nın Arami Şubriye ve Uruadri ülkelerine yaptığı görülür. Ancak Asur'un bu güçsüz döneminde yakın doğuda iki önemli gelişme olmaktadır. Birincisi Urartu'nun güçlenmesi, ikincisi ise Amoritlerin (Göçebe kavimler) küçük küçük kent devletleri kurmaya başlamasıydı...
Umut Devrim Eryarar - Ege Üniversitesi - Önasya Arkeolojisi ABD, 12 Kasım 2000
________________________________________
Kaynaklar
(1) Urartu Tarihi, Altan Çilingiroğlu, Bornova 1994.
(2) Urartu ve Kuzey Suriye Siyasal ve Kültürel İlişkiler, Altan Çilingiroğlu, Ege Ünv. Basımevi-1984, Bornova-İzmir
(3) Yeni Asur Döneminde Asur Devleti'nin Kuzey Yayılımı ve Bu Yayılımın Siyasi ve Ekonomik Nedenleri, Mehmet Işıklı, Ege Ünv. Arkeoloji Bölümü Yüksek Lisans Tezi, İzmir - 1998.
(4) Mezopotamya ve Eski Yakındoğu, Michael Roaf, İletişim Yayınları
(5) Çivi Yazısı, Selen Hırçın, Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları
Türk Tarihinin İslam Kaynakları
Türk tarihinin İslam kaynaklarını genelde Arap-Fars kökenli coğrafyacıların eserleri oluşturmaktadır. Bu kaynakları kullanırken dikkatli kullanmakta fayda vardır zira birbirlerinden oldukça fazla alıntı yapmışlar ve yazarlar gidip görmedikleri halde görmüş gibi kaleme almışlardır. Biz en önemlilerinden bazılarına burada vermekle yetineceğiz.
Ebu’l Kâsım Ubeydullah b. Hurdâdbih (ölm. 886’dan sonra):
IX. asırda yaşayan İran menşeli İslâm coğrafyacılarındandır. Kitâb el-mesâlik ve’l memâlik adlı coğrafyaya dair eserinin ilk müsveddesini 846/847 tarihlerinde tamamlamıştır. Hilâfet sarayının evrak hazinesinden de faydalanan müellif, büyük bir ihtimalle kitabına 272 (886) da son şeklini vermiştir. Eser muhtasar bir halde bize kadar gelmiştir. Türkler hakkında verdiği bilgiler azdır. Daha çok Doğu Türklerinden bahsetmiştir. Türklerle ilgili kısmı Yusuf Ziya Yörükan tarafından Ortaçağ’da Türkler isimli eseri ile Türkçe’ye kazandırılmıştır
Ebu’l -Hasan Alî b. el-Huseyn el-Mes’ûdî (ölm. 956):
Bağdad’ta doğmuş ve gençliğinde İran’ı dolaşmıştır. 915 yılında İstahar’da bulunmuş, ertesi yıl Hindistan’a giderek Multân ve Saymur’a uğramış, buradan da Seylan’a geçmiştir. Çin Denizinde tâcirlerle bir yolculuk yapmış dönüşünde Zengibar’a, daha sonra da Oman’a uğrayarak, Hazar Denizinin güney sahillerini, Suriye ve Filistin’i dolaşmıştır. 956 tarihinde Mısır’ın Fustat şehrinde ölmüştür. Eserleri, tarih, coğrafya ve arkeoloji bakımından önemlidir. Mürûc el-zehep, el-Tenbih ve’l işrâf adlı eserleriyle ona nisbet edilen Acâ’ib el-dünyâ adlı eserinde Türkler ve Türk ülkeleriyle ilgili bilgiler bulunmaktadır. Coğrafî bakımından bazı hatalarına rağmen verdiği bilgiler tarih ve etnoloji bakımından son derece değerlidir. Mürûc el-zehep (Altın Bozkırlar) adlı eseri Ahsen Batur tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.
Ebu’l Kâsim Muhammed b. Havkal (ölm. 977’den sonra): Tüccar âlimlerden olup, Nusaybin’de doğmuştur. 943-977 yılları arasında çeşitli yerleri özellikle de Horasan (Maverâünnehr dâhil) ve Hazar Denizi çevresi ile Sicilya ve sayısız ülkeleri dolaşmıştır. 340 (952) yılı civarında İstahrî ile buluşup konuşmuştur. İstahrî tarafından Ebû Zeyd el-Belhî’nin eserine göre te’lif edilen Mesâlik el-memâlik adlı kitabı ve haritalarını tashih ve ikmal ederek Sûret el-arz adıyla yeniden te’lif etmiştir. Eserinde İstahrî gibi, Hazar Denizi ve Mâverâünnehr etrafındaki Türkler hakkında tafsilâtlı bilgiler vermiştir. Özellikle Mâverâünnehr hakkında verdiği bilgiler gözlemlerine dayanmaktadır.
Hudûd el-âlem (ölm. 982):
Bu kitap, eski Türk ülkelerinin coğrafyası hakkında en tafsilâtlı bilgi veren eserlerin başında gelmektedir. Verdiği bilgiler bakımından İbn Rusteh, Mes’udî ve Gerdîzî’nin eserlerinden sonra gelmektedir. Ayrıca, çeşitli Türk ülkelerindeki önemli şehirler hakkında da oldukça fazla bilgiler vermektedir. Bu eser, Minorsky tarafından İngilizce’ye tercüme edilmiştir. İslâm ve bilhassa Türk coğrafyası hakkında yapılan en önemli çalışmalardandır ve günümüzde M. Ağarı ve A. Duman tarafından Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.
Ebû Sa’îd Abdülhayy b. Dahhâk el-Gerdîzî (ölm. 1053 civarı):
Kâbil’in güney doğusundaki Gerdiz şehrindendir. 432 (1041) yılına kadar gelen Zeyn el-ahbâr adlı eserinin Türklere tahsis edilen bölümü Türk coğrafyası, etnolojisi ve tarihi bakımından önemlidir. Gerdîzî eserinin Türk ülkelerine tahsis edilen bölümünü yazarken İbn Hurdâdbih’in Kitâb el-ahbâr, Mesâlik el-memâlik, el-Ceyhânî’nin el-Mesâlik ve’l memâlik, İbn el-Mukaffa’ın Rub’ el-dünyâ adlı eserlerinden başka Tavzîh el-dünyâ adlı eser ile büyük bir ihtimâlle İbn Rusteh’in eserinden faydalanmıştır.
Zeyn el-ahbâr’daki Türklerle ilgili kısmın çevirisi Ahsen Batur tarafından W. Barthold’un Orta Asya kitabının sonunda verilmiştir.
Şerefüz el-Zamân Tahir-el Mervezi (d.1046?-ö.1120?): Hayatı hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Kendisinin İranlı kisbası onun Merv’li olduğunu göstermektedir. Selçuklu hükümdarlarından Sultan Melikşah ve Sultan Sencer’e hizmet etmiştir. Taba’i el Hayavan adlı eserinde Türklerle ilgili bilgiler bulunmaktadır.
Ebû Abdullâh Muhammed b. Muhammed el-Şerîf el-İdrîsî (ö. 560/1166):
Sebte’de doğmuş, Kurtuba’da yetişmiş ve Sicilya’da ölmüştür. Nüzhet el-müştâk adlı coğrafyasını 548 (1154) yılında Sicilya’da tamamlamış ve Norman Kralı II. Roger’e takdim etmiştir. Bu sebeple eserine Kitâbu Rocâr da denilmiştir. İdrisî eserinin Türkler’le ilgili kısımlarını yazarken İbn Hurdâdbih, İbn Havkal gibi büyük coğrafyacıların eserlerinden ve tanıdığı bazı Türklerden faydalanmasına rağmen Batlamyus coğrafyasından pek çok hayalî malûmatı da eklemiştir. Bu yüzden onun verdiği bilgileri, daha önceki coğrafyacılar vermedikleri için ilim âlemi ihtiyatla karşılamıştır.
İbn Kesir:
Şam yakınlarındaki Busrâ'ya bağlı Micdel veya Mecdel köyünde 1301 yılı civarında dünyaya gelmiştir. Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olan İbn Kesîr, 1373 yılında Şam’da vefat etmiştir. İbn Kesîr, yalnızca bir tarihçi değil, aynı zamanda büyük bir fıkıh ve hadîs bilginidir. Bu bakımdan İslâm düşüncesinin tarih, fikıh, hadîs ve tabakât (bir konu hakkında yoğunlaşan insanların hayatının anlatıldığı eserler, ilk kez Hadis alanında çalışanların biyografisi olarak hazırlanmıştır- Tabakatü’l-Muhaddisin, Tabakatü’l-Fukaha) konularında çok değerli ve orijinal eserler telif etmiştir. Bizim için önemli olan eseri “El-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarih” isimli kitabıdır. Genel tarih niteliğinde olan bu eser, kâinatın yaratılışından başlayarak İbn Kesir'in hayatının son günlerine kadar geçen olayları anlatmaktadır.
Yine İslam kaynakları arasında; El İstahrî El Farisi, İbn Fakih el-Hemedani, Ebu Ubeyd Abdullah El Bekri, İbn Rusteh, Ebu’l Hasan Alî b. Mûsâ b. Saîd el-Mağribî, Zekeriyyâ b. Muhammed Mahmûd el-Kazvînî, Nûreddîn Muhammed b. Muhammed el-Avfî, Ebu’l Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî, İbn Fadlan, Şemseddîn Ebû Abdullâh Muhammed b. Ahmed el-Beşşârî el- Makdîsî‘yi sayabiliriz.
Bütün yukarıda saydığımız bu coğrafyacıların eserlerindeki Türklere ve Türk ülkelerine ait bilgiler Prof. Dr. Ramazan Şeşen tarafından İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Ülkeleri adlı kitapta Türk ilim aleminin hizmetine sunulmuştur. Ayrıca Yusuf Ziya Yörükan bu eserleriden bazılarını Türkçe’ye kazandırırken, çeşitli üniversitelerde yapılan Yüksek Lisans tezleri ile de bunların büyük bir çoğunluğu çevrilmiş ve bazıları da yayınlanmıştır.
Alıntıdır.
13 Ekim 2022 Perşembe
Köle Ticareti ve Köleliğin Yasaklanması
Afrika'daki kölelerin Amerika' daki Avrupa kolonilerine taşınması 18. yüzyılda dramatik bir biçimde arttı. 1780'lerde yaklaşık olarak her yıl 90.000 Afrikalı köle Atlantik üzerinden taşınıyordu. 19. yüzyılın ortalarında tahmini 9.5 milyon Afrikalı Yeni Dünya'ya taşınmıştı. Bu, tarihte görülmüş en kitlesel zorunlu göç olayıydı.
Atlantik köle ticareti genellikle üçlü bir sisteme göre gerçekleşiyordu. Avrupa'dan yola çıkan gemiler pamuk mamulleri, çeşitli donanım ve silah taşıyarak Batı Afrika'ya geliyorlardı (Batı Afrikalılar bu silahları köle ele geçirmek için kullanıyorlardı). Bu ürünlerin karşılığında Amerika'ya taşınacak olan köleler alınıyordu. Daha sonra gemiler şeker ve diğer koloni üretimleri ile dolu olarak Avrupa'ya geri dönüyorlardı.
Taşınan 9.5 milyon kölenin yanı sıra, yaklaşık 2 milyon köle de bu yolculuklar sırasında ölmüştür. Köleliğin vahşeti Avrupa'da giderek daha fazla anlaşıldı. 18. yüzyılın ortalarında İngiltere 'de dini gruplar köleliğin yasaklanması için kampanyalar başlattılar. 1807 yılında İngiltere (ticaret yapan başlıca ulus), İngiliz tüccarlarına köle ticaretini yasakladı. Buna rağmen özellikle pamuk ve şeker talebinin yüksek olduğu Kuzey Amerika, Brezilya ve Küba'ya köle taşınması azalmadan devam etti. Ekonomileri köle ticaretine dayanan Batı Afrika liderleri, köleleştirmenin ve köle satışının durmasına direniyorlardı. Kölelik 1833 yılına kadar İngiliz İmparatorluğu'nda yasaklanamadı.
Amerika iç Savaşı sırasında 1865 yılında köleliğin yasaklanması, Küba ve Brezilya'yı da 1886 ve 1888 yıllarında aynı yolu izlemeye zorladı. Böylece Atlantik köle ticareti bitmiş olsa da, Arap ve Afrikalı tüccarlar Kuzey ve Doğu Afrika'ya köle taşımaya devam ettiler. Bu uygulama 20. yüzyıla kadar tam anlamıyla sonlanmayacaktı.
Alıntıdır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...