15 Mart 2022 Salı

Görgü Kuralları

 


İlmihal ve Hal ve Gidiş



İlmihal, İslam dininin temel ilke ve kurallarıyla, günlük davranışlarında insanların doğruyu yanlışı, helal, haram, mekruh, vacib, müstehab, bidat, vb. işleri öğrenmeleri için hazırlanmış başvuru kitabı, kılavuzdur. İslam hukukunun muamelat denilen toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallarının bir araya getirildiği kitapların ve günlük yaşamla ilgili fetva derlemelerinin, Halebi, Kuduri, Mülteka gibi fıkıh kitaplarının işlevsel olduğunun görülmesinden kaynaklanan ilmihal kitaplarının en beğenileni ve halen basımı devam edeni Mızraklı İlmihal (Edirne’de ölen Muhammed bin Kut-biddin İznikî’nin 1480/81’de yazdığı Mıftâh’ul-Cenne) oldu. Mehmet Zihni Efendi’nin yazdığı Nimeta tslam (1892/93) adlı ilmihal Cumhuriyet döneminde yazılan ve Diyanet İşleri Başkanlığının hazırladığı ilmihallerin öncüsüdür. Tarikatların güçlenmesi ve karar meşruiyetinin tartışılır hale gelmesiyle fetva ve ilmihal sayıları arttı.


Batıda Augustinus’la başlayan ve 16. yüzyılda matbaa ve Reform hareketiyle büyük önem kazanan, 17. yüzyılda kilise ve mezheplerin kendi standart metinlerini oluşturdukları, ilmihalin tekabülü kateşizmler, 19. yüzyılda Pazar okulu anlayışının yaygınlaşmasıyla önemini kaybetti. Bizde de dinsel eğitim ve basının, her türlü iletişim kanalını kullanma olanak ve terbiyesinin gelişimi ile, ilmihal kitaplarına artık eskisi gibi ulvi değerler atfedilmiyor.


Bugün, bir gayri Müslim kadınla yurttaşlık hakkı almak için evlenmek günah mıdır veya emekli olduktan sonra gayri Müslim ülkesinde oturulabilirmi gibi, yeni sorunlar karşısında fetva almak ihtiyacı kendisini gösterirken, 60’lı yılların büyüklerin önünde bacaklarını uzatmak, sigara içmek gibi sorunları geride kaldı. Milliyetçi Cephe Hükümeti zamanında ders programına konulan ahlak dersi, 12 Eylül yönetimince din ve ahlak dersine dönüştürüldükten, askeri mahkemelerde 210 bin dava açıldıktan, 348 bin kişiye pasaport tahdidi konulup 14.509 kişi kamu görevinden atıldıktan ve 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldıktan sonra, 68 hareketinin önderlerinden Harun Karadeniz’in, meşru öğrenci derneği yönetiminin tespiti sorunundan doğan dava nedeniyle “mahkemeye düşmek, benim için ölmek, yok olmak ya da çok kötü katil, hırsız gibi bir şey olmaya eşdeğerdi. ‘İyi adam’ mahkemeye düşmezdi, iyi, dürüst adamın mahkemede ne işi olabilirdi?” (Olaylı Yıllar ve Gençlik, 1975, s. 29) diye uykularının kaçması, mülkün temelini anlayamamış klan çocuğunun tepkisi kadar naif kalıyor.


Sosyete, Başıbozuklar ve Siviller


Atatürk, muasır medeniyet seviyesine getirilecek halkı ‘sosyete’ olarak  adlandırmıştır: “Uçurum kenarında yıkık bir ülke... yıllarca süren savaş... ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız devrimler...” (9 Mart 1935, CHP 4- Büyük Kurultayı).

Sosyete kadınsız olamayacağı için önceleri çok sıkıntı çekildiyse de, İkinci Dünya Savaşı’nın zenginleri imdada yetiştiler ve magazin dünyası, Avrupa, Hollywood haberleriyle yetinmek zorunda kalmayarak, Sosyete/ Cemiyet Haberleri köşelerini hazırlamaya başladı. Bugün magazin ve sosyete basını, uluslararası uzmanlık alanı haline gelerek, iletişim ve roller konusunda ‘sokaktaki insanı’ kazanma mücadelesi verecek ölçeğe ulaşmıştır. Aristokratların, büyük burjuvaların, gösteri dünyasının şaşalı yaşamının orta sınıfların ilgisini çekmesini değerlendiren Avrupa basın devleri, birçok dünya ülkesinde aynı tarz yayınları devreye sokmuştur. Farah Diba ve Prenses Süreyya ile başlayıp Prenses Diana’ya kadar gelen bu ilgi, sosyetik olana tanınan öncü konumla iletişim kanallarının demokratikleşmesi arasında ortaçağ masal dünyasının çelişkilerinin aşınmadığını göstermektedir.

Oy hakkının genelleşmesiyle parlamentoların demokratikleşmesi tamamlanırken, seçimlere duyulan ilginin azalması, Avrupa'da kamusal ve sivil yaşam alanları ayrımı tartışmalarında önemli bir sorun oluşturuyor. Seçimlere duyulan ilgi Türkiye’de sorun oluşturmuyor ama yaşam alanlarının tartışılması bizde de başladı. Halkı millet olmak için vergi vermeye çağıran kamusal alan, özelleştirme konusunda uzlaşamadıkça Avrupalılığı konusundaki tereddütleri gideremeyeceğinin farkına varıyor, tartışmanın yaşam alanını ilgilendiren önemli boyutu bu.

Sivilleşmenin tarihi bizde iki boyut içeriyor. Birincisi başıbozukluk, İkincisi çıplaklık. Giyim bölümünde göreceğimiz gibi, Osmanlı her millet, meslek ve zanaatın ayrı giyimi olmasını sağlamaya çalışıyordu. Ama ana ayrım, bu sınıflamayı başarıyla uygulayabildiği memurlarıyla siviller arasındaydı. Böylelikle Kırım Savaşı döneminde sayıları artan, silah altına alınmamış talimsiz askerlerden oluşan gönüllü birliklere başıbozuk askeri adı verildi. 1877 Savaşı’ndan sonra başarısızlığı iyice açığa çıkan usûl terk edildiyse de, taşradan İstanbul’a gelen yersiz yurtsuzlara zamanında şehri dolduran asker gibi başıbozuk denir oldu. Zamanla ordu mensubu olmayan herkese başıbozuk denmeye başlandı, hatta şimdi sinema biletlerinin tam ve öğrenci diye iki kategoriye ayrılması gibi, kumpanya, tiyatro, vb. kapılarında bilet fiyatları, asker ve başıbozuk olarak sınıflandırılmaya başlanmıştı.

Bir işe soyunmayana, yani bir zanaat elbisesini giyinmeyene anadan doğma kalmış gözüyle bakabiliriz. Deniz hamamından plajlara geçildiği dönemde çıplak denize giren küçük veya gariban çocuklar için İstanbul argosunda sivil denmeye başlanması da çocukların zaten doğdukları gibi dolaştıklarını bilen, yalnız elbiselerini çıkarmakla sınıf farklarından soyunduklarını gören arifane bir ifade. Polis de üniformasından soyunduğunda sivilleşiyor.

Önce Gramsci çevirileriyle yaşamımıza girmeye başlayan sivil toplumun önemi yöneticiler ve köşe yazarları tarafından daha iyi anlaşılmaya başladığında, altyapısı oluşmuş sivil ve sosyete kavramları artık kazanılmış durumdaydı.

Centilmen ve Efendi

Centilmen eski Fransızca gentilz hom yani hanedandan olmamakla birlikte silah taşıma yetkisi olan adama verilen addır. Kökü Latince gens ve gentilis yani soy ve aynı soydan olan sözcüklerine çıkar. Edmund Howes (1607-1631) centilmeni, doğuştan gelen bir nitelik olarak adlandırarak, kralın verebileceği şövalye, baron, dük, vb. unvanlarına üstün tutmuştur. Centilmen burjuvazinin gelişimiyle görgü sahibi, topluluk yaşamında belirli bir konuma sahip ve davranışlarıyla bunun hakkını veren kişi anlamını kazanmıştır. Toplumumuzda enteresan, bonkör gibi sözcüklere karşılık bulunmadığı dönemde, tuvalet kapılarında göründü. Sonra futbol dünyasında kendisine yer arandı.

Centilmenin eski karşılığı çelebi idi. Çelebi, 12. yüzyıldan başlayarak

17. yüzyıla kadar Anadolu mistisizmini etkileyen Kalenderîlik akımından doğan sıfatla ‘kalenderleşirken, etimolojik kökeni onun kadar tartışmalı olan efendi ortaya çıktı (1919 ’dan sonra İstanbul Efendisi Opereti de bestelendi). Cumhuriyet’ten sonra efendi şehre yerleşmiş köylünün adına takıldı; evlere temizliğe giden karısı da ‘kadın’ oldu. Doğuştan silah taşıma hakkı olan beyefendilerle, sıkı delikanlıların arasında centilmenlerin pek yeri kalmadığından, efendi halen itibarını koruyor.

Mağanda

Mandingolar, Nijerya-Kongo dil ailesine bağlı Mande dili konuşan Batı Afrika halklarındandır, Maninka, Manding olarak da bilinirler. IO 4000-3000 yılından beri tarım yapan bu insanlar, 14. yüzyılda en parlak dönemini yaşayan Mali Imparatorluğu’nun da kurucularıdır ve dünyanın en uzun ömürlü hanedanlarından birine sahiptirler. Ataerkil ve kastlı toplulukları da barındıran bu insanlar kölecilik döneminde satılarak veya kaçırılarak Amerika’ya götürülme talihsizliğine uğradıktan sonra, 70'li yıllarda ‘kara güzeldir’ akımından esinlenen macera filmlerinden birine de konu oldular. Bu filmde rol alan ve zincirleriyle beyaz adama kök söktüren insan azmanı artist, Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’ne göre görgüsüz, kaba saba, yontulmamış kimse anlamına gelen maganda’nın esin kaynağı oldu. Mandingo adlı bu filmin yönetmen ve oyuncularını hatırlamıyorum, filmi kimler gördü bilmiyorum ama 90’lı yıllardan itibaren çok sayıda karikatüre, çizgi romana konu olan magandaların hediyelik eşya dükkânlarında çıkartmaları da satılmaya başlanmıştı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Maya


Kolomb öncesi Amerika'daki en gelişmiş ve en uzun ömürlü medeniyet Mayalardı. Meksika ve Guatemala merkezli olarak kurulmuştu.

Komşu Olmeklerin  kimi  geleneklerini  devam  ettiren  Mayalar (tapınak inşaatları gibi) güçlerinin doruklarına M.S. 4. ve 8. yüzyıllar arasında ulaştılar.  Bununla  beraber  kasabaları  ve  şehirleri  M.Ö. 600'lere kadar uzanmaktadır.

Güçlerinin doruklarında oldukları dönemde Maya bölgesi 50 şehir devletine bölünmüştü. Bunların nüfusları 5000 ile 50.000 arasında değişiyordu. Sık sık gerilimler yaşansa da, şehirler birbirlerine ticaret yolları ile bağlanmıştı. Ortak bir kültürel kimliği paylaşmaktaydılar. Hanedanlar arasında karmaşık bir antlaşma ile yönetiliyorlardı. Önde gelen şehirleri Tikal , Guatemela'nın ovalarında kurulmuştu. 378 yılından sonra kısa bir dönem Mayalar Meksika şehri Teotihuacan etkisinde kaldılar.

Her şehirde kral sarayları bulunuyordu. Piramitlerin üzerine inşa edilmiş tapınaklar vardı (Muhtemelen Teotihuacan' daki tapınaktan esinlenilmişti). Tapınaklar renkli resimler ve heykellerle süslüydü. Mayaların büyük bölümü darı gibi ürünler yetiştirerek tarım yapıyorlardı. Yağmur ormanlarının temizlenmesi ile açılmış arazilerde çalışıyorlardı (Mayaların medeniyeti pek çoklarından farklı olarak taşkın bölgesinde değil de yağmur ormanlarının dışında kurulmuştur).

790'lardan  itibaren   pek  çok  Maya  ova  şehri  ani  bir  gerileme yaşamaya başladı. Buna bağlı olarak 2 milyon civarında olan nüfus 950'lerde on binlere kadar geriledi . Bu ani düşüşün nedeni açıklanamamıştır. Toprak erozyonunun bu duruma sebep olmuş olması ihtimaller arasındadır. Maya Medeniyeti zayıflamış şekliyle Guatemala dağlarında ve Meksika'daki Yucatan Yarımadası'nda 16. yüzyılda ispanyol istilacilar gelene dek varlığını korumuştur. Günümüzde onların  soyundan  gelen yaklaşık  4 milyon  kişi Maya dilini konuşmaya devam etmektedir.


Alıntıdır.

14 Mart 2022 Pazartesi

Mikrodalga fırınlar yiyeceği nasıl pişirir?

  


Diyelim ki, normal bir fırında bir keki pişiriyorsunuz. Kekler normal olarak 170-180 derecede pişirilirler. Ama siz fırını yanlışlıkla 250 dereceye ayarlarsanız, olacak olan, kekin daha içi ısınmamışken, dışının yanmasıdır. Normal bir fırında, ısı önce yemeğin piştiği kap sonrada yemeğin dışı ile temas eder ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru hava da, kekin içi hala nemli iken dışını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluşmasına yol açar.

Bir mikrodalga fırında kullanılan, yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500 megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup, frekansları FM radyo bandı frekansının yaklaşık 20 mislidir.

Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su, yağ, şeker tarafından çok rahat emilmelerine rağmen plastik, cam, seramik gibi malzemeler, nitrojen ve oksijen gibi gazlarca emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar.

Sık sık mikrodalga fırınların, yiyeceği içinden dışına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini etkilerler. Yani yiyeceğin dışından başlayıp içine doğru ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildir. Su ve yağ molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmış olmaları sebebi ile, ısınma da aynı zamanda her yerde olur.

Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha kalın ve yoğun kısımlarından farklı şekilde direnç görerek geçtiklerinden, yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluşabilir.

Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar, oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için, mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da, diğer fırınlardaki gibi sıcak olmayıp, oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte, kızarmış bir kabuk oluşmasına mani olur.

Bir mikrodalga fırına, giysilerinizden birini koyarsanız, kumaş aniden ısınır ve içerdeki havayı da ısıtır. Kumaş yanmasa da normal bir fırında olacağı gibi kumaşın yüzeyinde kırışık bir kabuk oluşur.

Daha ilginci, bir mikrodalga fırını içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız, fincanın içindeki suyun ısısı, suyun kaynama noktasını geçtiği halde, suyun kaynamadığını, hava kabarcıklarının çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır, içine bir kahve kaşığı sokar veya onu içinde kahve bulunan bir kaba dökerseniz, aniden kabarcıklarla kaynayacak ve hatta taşacaktır.


Alıntıdır.


BOĞAZKÖY ARŞİVİNİN ÖĞRETTİKLERİ

 


Hititçe’nin çözülmeye başlanması ile, Boğazköy’de bulunmuş binlerce tabletin okunması ve anlaşılması yolu açılmış oldu. İlk dikkati çeken nokta, konuları bakımından bu tabletlerin çeşitliliği oldu. Arşiv denince ilk akla gelen, devlet yönetimi ile ilgili belgelerin saklandığı bir yer olmasına karşın, Boğazköy arşivinde tarih, edebiyat, mitoloji, din, sihir ve büyü, hukuk gibi hemen bütün yazın türlerini kapsayan tabletler bulunması, bu arşivin daha çok bir kitaplık niteliğini taşıdığını göstermektedir.

Şaşırtıcı olan bir diğer nokta da, bu kitaplıkta ele geçen belgelerin Hititçe’nin yanında, o zamana kadar bilinmeyen, daha bir çok dilin varlığını ortaya çıkarması oldu. Hititçe ile aynı zamanda ve aynı coğrafi alanda kullanılmış olduklarından, komşu diller olarak adlandırılan bu dillerin içinde en fazla belge bırakanı, doğal olarak Hititçedir. Hititler’in kendileri tarafından Neşa kentinin dili olarak nitelenen Hititçe, Anadolu’da İÖ 3. binyılda konuşulmuş olan tek Hint-Avrupa kökenli dil değildi.

Güneybatı Anadolu’ya lokalize edilen Luwiya ülkesinin dili olan Luwi dili, yine Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesi idi. Anlaşıldığına göre bu dil, bazı lehçe ayrıcalıkları da göstermekteydi. Bu dilin yayılma alanı da oldukça genişti ve Çukurova Bölgesi’ne değin bütün Akdeniz kıyı kesimini kapsamaktaydı. Hitit dünyasında kullanılan ikinci bir yazı sistemi olan hiyeroglif yazısının da Luwiler tarafından icad edildiği sanılmaktadır. Mısır’daki gibi bir resimyazısı olan, Hitit ya da daha doğru bir terimle Luwi hiyeroglifleri, özellikle büyük boyutlu kaya yazıtlarında ve mühürler üzerinde Hitit İmparatorluğu döneminde kullanılmış, bu imparatorluğun yaklaşık İÖ 1200 tarihlerinde çöküşten sonra güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de varlıklarını sürdüren ve adına Geç Hitit Devletleri dediğimiz yerel krallıklar zamanında ise, yaygın olarak stel denilen dikili taşlar ve mimarlık eserlerinde uygulama alanı bulmuştur. İÖ 700 yıllarına değin süren bu zaman dilimi içinde yaşayan toplumlar, İncil’de sözü edilen Het oğullarıdır.

Luwice ve dolayısıyla Hititçe ile akraba bir başka Hint-Avrupa dili, Anadolu’nun kuzeybatısında bulunan Pala ülkesinin diliydi. Bu dilde yazılmış belge sayısı az olmakla birlikte, her 3 dil arasındaki yakınlık kuşku götürmez bir biçimde kanıtlanabilmektedir.

Bunlarla hiçbir dilbilimsel akrabalığı bulunmayan fakat özellikle din ve sanat açısından Hititleri çok etkilemiş bir toplum olan Hurriler tarafından konuşulduğu için, Boğazköy belgelerinde de sıklıkla rastlanan bir başka dil de Hur ya da Hurri dilidir ve Hint-Avrupa dillerine göre çok değişik bir yapıya sahiptirler. Hint-Avrupa dillerinin Almanca, İngilizce, Farsça ve başkaları gibi günümüzde yaşayan üyeleri olmasına karşılık, Hur dilinin yaşayan bir akrabası kesinlikle saptanmamıştır; sadece kendisinden sonra, İÖ 1. bin yılın ilk yarısında Van Gölü merkez olmak üzere yayılmış bir devlet olan Urartular’ın konuştukları ve yine çiviyazısı ile yazdıkları Urartuca ile akrabalık bağları açıkça görülebilmektedir. Gerek sözcük haznesindeki benzerlikler, gerekse dilbilgisi kurallarında ki uyum, her iki dilin aynı kökenden türediğini, zaman ve alan ayrıcalıkları yüzünden zamanla değişikliklere uğradığını kanıtlamaktadır. Yapı bakımından bu dile en çok benzeyen modern diller, bazı Kafkas dilleridir. Boğazköy belgelerinde, özellikle dinsel bayramların anlatıldığı metinlerde, yer yer Hurrice yazılmış bölümlere rastlanmaktadır. Anlaşıldığına göre, Kuzey Mezopotamya ve Suriye’de yerleşmiş Hurlar, Mezopotamya kültür ve sanat etkinliğinin Anadolu toplumuna aktarılmasında aracı rolü oynamışlardır. Hitit ülkesinin adı Hatti’dir. Bu ad Hint-Avrupalı Hititlerin göçünden önce de vardı. Hititler, ülkeleri için aynı adı kullanmışlar, fakat dillerine az önce değindiğimiz gibi, Neşa kentinin dili adını vermişlerdi. Onların gelişinden önce burada yaşayan dil, Hatti dili idi. Aslında Hititçe teriminin bu dil için kullanılması daha doğru olurdu. Fakat ülkenin adı ile Hititler’in konuştukları dil, ilk araştırmalarda aynı tutulmuş ve sonradan Hititlerin kendi dillerine başka bir ad verdikleri anlaşıldıktan sonra da bu yanlışlık, karışıklığa neden olmamak için düzeltilmemiştir. Hitit metinlerinde de bu dilde yazılmış bölümler bulunmaktadır. Hititlerin Anadolu’ya ilk göç ettikleri zamanda henüz canlılığını koruyan bu dilin, İÖ 2. bin yıl içinde zamanla kaybolduğu anlaşılmaktadır. Ön Asya’nın diğer dilleri ile Hattice’nin akrabalığını gösterebilecek bir kanıt, biraz da bu dildeki belge sayısının azlığı nedeniyle, henüz bulunamamıştır.

Bunlardan ayrı olarak, adının Hattuşa olduğu belgelerden anlaşılan Boğazköy arşivlerinde, zamanın diplomasi dili olan Akadça (Asur-Babil dili) ile yazılmış tabletler de vardır. Ancak, bu dildeki tabletler yalnız siyasal içerikli olan bazı yazışma ve devletlerarası antlaşmalardan ibaret değildir; ilk Hitit büyük kralının siyasal bir vasiyetname niteliği taşıyan metni ile yine onun yaptıklarını anlattığı belge çift-dilli olarak kaleme alındığı gibi, bazı kehanet ve fal tabletleri ile dinsel içeriğe sahip birkaç metin de Akadçadır. Diğer yönden, Hitit yazı dilinde Akadça ve Sümerce sözcükler de yer almaktadır. Anadolu’nun Hititler dönemindeki dilleri ile ilgili bilgi sahibi olabilmemizin nedeni, Hititler’in kendi kültürlerini dış etkenlere karşı kapalı tutmamış ve beraber yaşadıkları bu öğeler bir Hatti uygarlığı içinde birleşmiş, yeni bir kültür oluşumuna yol açmıştır. Bu, herhalde sadece Hititler’in büyük bir hoşgörüye sahip olmaları ile açıklanacak bir şey değildir. Hititler’in göçebe bir topluluk olarak Anadolu’ya girdikleri zaman, orada kendilerininkinden çok üstün bir uygarlık düzeyi ile karşılaşmış oldukları kesindir. Etkilendikleri pek çok maddi kültür öğesini kullanmaya zorunlu kalmışlar, topluma, Kültepe’deki Kaniş karumu belgelerinin gösterdiği biçimde her düzeyde sızmışlar, sözünü ettiğimiz gevşek siyasal dokudan yararlanarak yerel krallıkların yönetiminde söz sahibi olmaya dahi başlamışlardı. Sonuçta güç halinde tarih sahnesine çıktıklarında da, ilk zamanlardan beri alışageldikleri kültürel etkileşmeleri yine sürdürmüşlerdi.


Alıntıdır.

Görgü Kuralları

 Görgü kuralları yerine eskiden adâb-ı muâşeret denirdi. Muaşeret birlikte yaşama, geçinme anlamına gelirken, adâb edeb’in çoğuludur, terbiye, yol, yöntem anlamına gelmektedir. Edeb iyiye, güzele davet anlamını içerdiği gibi, muâşeret’le aynı kökten gelen işret’in içki içme anlamına gelmesine paralel biçimde, düğün yemeğine çağırmak anlamını da içerir. Yani görgü, öncelikle yemesini, içmesini, konuşmasını bilmek demektir. Adâb, içerdiği yaşam biçimi ve edebiyat anlamlarıyla Osmanlı bürokratının niteliklerinden biri haline gelmiş, defterdara veya nişancıya bağlı dairelerden birine ve dolayısıyla bir ‘hamiye ‘intisap’ eden kâtiplerin, bir gün vezirlik rüyası görebilmesi için, güzel yazı yazmak yanında Türkçeyle birlikte Arapça, Farsça, din, tarih, coğrafya bilgileri kadar belirli eserleri ve özellikle üç dilde de edebiyatı iyi bilmesi zorunluluğunu ifade etmiştir. Osmanlı klasik çağının Osmanlı kültür ve kimliğini yaratan rüknlerinden biri işte bu ‘adâb sahibi’ kalemiyye sınıfı olduğu gibi, Osmanlı yenilenmesinin ve Tercüme Odası ile meşrutiyetçi kuşakların babası da aynı dairelerin yarattığı ortamdır.

Halk, inançları, görenekleri ve görgüsüyle, kullandığı eşyayla, batıl inanç, taassub ve ilkel bir düzeye ait donanım içinde kabul edildiğinde, adâb'i muâşeret modernliğin, seçkinlerin, aydınların yaşam biçimini belirler olmuş ve kültür ve ahlak tartışmalarını da içerir hale gelmiştir. Alafranga -Frenk usûlü- Tanzimat’la başlayan bir yönelişse de, İstanbul’da Batı biçiminin etkili olmaya başlaması, İngiliz ve Fransız askerlerinin müttefik olarak İstanbul’a geldiği Kırım Savaşı’yla (1852-56) olmuştur. Batılılaşma kavramının modernleşmeyle özdeşleşmesi ise 1890’lara kadar uzanır. 1894 yılında Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da Adâb-ı Muâşeret yahud Alafranga adlı eserini yazdığında, Batı’da görgü kurallarının ikilik içinde olduğunu sergilemeye çalışarak, eleştirel bir tutum geliştirmeye çalışır. Ahmet Mithat Efendi’nin tanımıyla radikaller -efkâr-ı cedîde-için “bir şeyin fena olması hususunda yalnız eski olması bürhân-ı kâfidir.”


Ahmet Mithat Efendi’nin eserinde bulunan konulara bakıldığında, bugünün ‘şehirli’ yaşamının ilk kurallarını oluşturan Osmanlı seçkinlerinin alışkanlıkları ile Avrupa etkisine giriş sürecine ilişkin önemli ipuçları bulunmaktadır. Açıklama ve öğütler arasında şunlar da vardır: ‘vestiaire’ yalnızca ‘vestibule’e konulur oysa Osmanlı konaklarında salona kadar taşınmıştır. Salonda şöminenin sağ tarafına yerleştirilen koltuk evin hanımına aittir. Salonun ortasına konulan masa ve sandalyeler ise yemek için değildir. Salona divan konulmaz. Komodin ve konsollar da salona konmaz. Osmanlı konaklarındaki gibi aile fotoğraflarını duvarlara asmak da görgüsüzlüktür.


1911 yılında orduya yönelik olarak hazırlanan Usûl ve Adâb-ı Muâşeret (Matbaa-i Askeriyye), Lütfi Simavi’nin yazdığı Teşrifât ve Adâb-ı Muâşeret (1913), Hariciye Vekaleti Teşrifat Umum Müdürü Safveti Ziya’nın Adâb-ı Muâşeret Hasbıhalleri (Ankara Türk Ocakları Merkez Neşriyatı, 1926) gibi eserler, görgü kurallarının değerler dizgesi ile çakıştırılması, saray, ordu ve bürokrasi geleneklerinin yeni Cumhuriyet’in de devralacağı yeni insan talebiyle uyumlu hale getirilmesi çabalarının göstergeleri olarak da okunabilir. Abdullah Cevdet’in 1927 yılında yayımladığı Mükemmel ve Resimli Adâb-ı Muâşeret Rehberi adlı kitabı ise, aydınların görevinin, iktidarın bütüncül anlayıştaki tutumuna karşı ‘toplumun yetiştirilmesi’ görevine sarılmalarının, entelektüellik yerine ‘aydın’lık işlevinin kalıcılaşmasının örneğini oluşturur.


Cumhuriyet’in özellikle kılık kıyafet ve kadının konumu konusundaki tavrı ve Batılı birçok tutumun ‘muasır medeniyet’in gerekliliği olarak örnekleriyle yaşama geçirilmesi yolundaki çabasıyla, adâb-ı muâşeretin öğrenilmesi günlük konulardan biri haline gelir. Erenköy Kız Lisesi Felsefe ve İçtimaiyat Muallimi Feliha Sedat’ın 1932’de yayımlanan Genç Kızlara Muaşeret Usûlleri kitabı “yeni hayatın yarattığı zaruretlerden biri” olarak sunulur. Hayat ve cemiyet değişmiştir, “bu büyük ve mesut inkılâbı bilhassa genç kızlar kadar kuvvetle kim hissetmiştir?”


Feliha Sedat, Avrupa’da artık taassubun kalktığı, “evlenme çağına yaklaşmış bir kızın mağazaları, sokakları ve buralarda nasıl hareket edileceğini kendi tecrübeleri ile bilmesi”, evlendiğinde şaşırıp kalmaması amacıyla faydalı görüldüğü üzere, on sekiz yaşına gelmiş, ahlak ve seciyesinden şüphe olunmıyan bir kızın gündüzün, şehir içinde, yalnız olarak bir yere gitmesine müsaade etmektedir. Ancak genç kız, “sokakta yalnızken bir pastaneye girmek lüzumunu duyarsa masaya yerleşmemek şartile pastayı ayakta yeyip” çıkacaktır. Aynı genç kız için dans ise esaslı ihtiyaçlardan biridir, çünkü “bir salonda her kıza piyanoda bir parça çalması yahut musikiye iştirak etmesi teklif edilmez, fakat her genç kız dansa davet edilebilir”.


Feliha Sedat’ın ‘faydalı bir tavsiye’si de iyi dans eden erkeklerle ilgili. “Genç kız, böyle bir erkeğin davetine fazla bir tehalük gösterir, hatta bazen davetile fazla mütehassıs olduğunu, memnuniyetini hissettirir. Delikanlı, genç kızın hiçbir suiniyet beslemeden gösterdiği bu itinayı terbiye ve kabiliyetine göre türlü türlü tefsir edebilir. (...) Küçücük bir tercih yahut ihtimamın bu gibi hatta daha vahim neticelere müncer olabileceğini sakın unutmayınız! (...) Bir de fena danseden erkeklerin umumiyetle entelektüel sınıf yani ilim ve san’at müntesipleri olduğunu unutmayınız.”


Böylelikle tekrar entelektüellere geliyoruz. Tarihimizdeki iki önemli olaydan, II. Meşrutiyet’in 1908’de ilanıyla 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, görgü kuralları ile serseriliğin hukuki olarak gündeme getirilmesi arasında ilişki olmalıdır. 1909’da, yaygın grevler üzerine Serseri ve Mazanne-i Sû’Eşhâs (Serseriler ve kötü halli olduğundan kuşkulanılan kişiler) kanunu çıkarılmış, 12 Eylül darbesinden sonra da basının ‘serseri kanunu’ adını taktığı, serserilik kavramını içeren hukuki düzenlemeler yapılmıştır. Adâb ile radikallik ve eylemcilik arasındaki çelişkili ilişkinin çarpıcı dışavurumu, FazlıNecip’in (1863-1932) Osmanlı yenilikçi kuşağını anlattığı Külharıi Edibler (1926) adlı romanındaki tamlamada görüldüğü gibi, 1991 yılında romana, yeni yazıya aktarılırken Külhani Enteller adı verilmiş olması da anlamlıdır. Yerleşik değerlere ve düzene karşı çıkış, beyefendilikle külhanilik (hukuk dilinde serserilik) arasındaki zıtlıkla özdeşleştirildiği gibi, 90’lardan itibaren yaygınlaşan ‘entel’ ve ‘maganda’ söylemi de, görgü kurallarının sınıfsal savunusunu ve ‘entel’lerin kuramsal etkinliklerinden çok tavır ve statüleriyle tanımlandığını ifade etmektedir. Kültür ve ahlak, uygarlık ve evrensellik tartışmalarının içinde yer alması gereken adâb-ı muâşeret tarihimiz açısından, popülerlik, popülizm ve lümpenliğin, görgüyle raconun, ahlakla ideolojinin, devletle medeni-sivil değerlerin —ve insan haklarının- nasıl harman olduğunun, üstünde durulması gerektiğini söyleyelim.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Türk Mitolojisi'nde Hayat Ağacı

 



Ağacın başlı başına hayatımızdaki yeri ve önemi tartışma götürmez.  Ama "dünya ağacı", "yaşam  ağacı':  "evrensel ağaç" gibi isimlerle de anılan "hayat ağacı': yeri göğü birleştiren mitolojik ağaç, diğer ağaçlardan çok daha farklı ve özel bir öneme sahiptir. Çeşitli Türk boyları içinde  Bay Akağaç, Bay Direk, Demir Ağaç, Bayterek, Bayağaç gibi isimlerle anılan hayat ağacı dört mevsim boyunca yeşil kaldığına inanılan ve yeşil kaldığı müddetçe de dünyanın var olacağına inanılan ağaçtır.

"O tektir, yalnızdır ve kendi başına ayakta durabilir. Onun insanlara değil, insanların ona ihtiyacı vardır.

Bütün ağaçlardan büyüktür, hepsinden gösterişlidir, hepsini kucaklar.

Koyu gölgelidir ve gölgesine sığınanları kötülüklerden koruduğuna inanılır:'

Bu nedenle "Hakan Ağaç"tır. Altay Türkleri şöyle anlatır onu: "Ağaç Hakan büyüktü, her şeyin esasıydı,

Varlık ona bağlıydı, gökle yer binasıydı, Kökleri kaplar idi yer altı dünyasını Zirvesi deler idi göğün dokuz katını Tam yedi ayak idi ağacının yaprakları:'

Hayat Ağacı dünyanın merkezini sembolize eder. Yeraltı, yeryüzü ve gökyüzünü dikey bir merkezde birleştirir. Kutlu bir dağın tepesinden yükselerek cennete ulaştığına inanılır. En önemli özelliklerinden biri meyvesiz oluşudur. Ama bu beslemediği anlamına gelmez tersine gövdesinden ve dallarından çıkan öz suyuyla besleyen bir ağaçtır Hayat Ağacı.  Bu  anlamıyla  onu minik bir bebeğin annesine benzetmek yanlış olmayacaktır. Bir anne fedakarlığıyla kendisine ihtiyaç duyan tüm canlıları ayakta kalıncaya kadar besler. Ve onun özsuyu anne sütü gibi en faydalı besindir. Doğumun ve ölümün simgesidir bu nedenle ... Çocuğu olmayan  kadınlar  onun  köklerinin dibinde Tanrı'ya yalvarır, onun doğurganlığı ve besleyiciliğine sığınarak teselli bulmaya çalışır. Mezarların başına ağaç dikmek de yine ölüleri onun kollarına bırakmak, ona  emanet  etmekle eşdeğerdir. Bu kutsallığına rağmen Türkler Hayat Ağacı'na tapmazlar. Ağaç bir put ya da dua edilen, kendisinden bir şeyler beklenen bir yaratıcı değildir. O yalnızca Tanrı'nın temsilcisi, ona en yakın olan canlıdır. Kökleri yerin altından, dalları gökyüzünden ona ulaşır bu nedenle insanoğlunu da Yaradan'a ulaştırır. İnsanoğlu Tanrı'ya o ağaca tırmanarak ulaşır, onun mertebesine ancak o ağaç sayesinde yükselir simgesel olarak.

Manas Destanı'nda Manas'ın ölümünden sonra kötü insanların saldırısından oğlu Semetey'i korumaya çalışan Kanıkey'in, "Bayterek"e yani hayat ağacına seslenerek aslında Tanrı'ya  yalvarması belirleyici örneklerden biridir. Uzun ve ızdıraplı bir yolculuğa çıkar, aç ve susuz kalır ve hayat ağacının önünde Tanrı'ya el açar:

"Evliya isen el açıp

Duacı alsana Bayterek 

Evliyamdan ayrılıp

Karaltı bulamadan dururuz, 

Bizim gibi zavallılara

Ata alsana Bayterek 

Aziz candan geçtik 

Gizleyip saklamak için

Kurbanın olayım Bayterek 

Altına sığındık baş sunduk

Kendimden geçtim uykuya kandırsana 

Kurban olayım Bayterek

Yoruldum canı dinlendirsene 

Kana kana uyuyayım Bayterek 

Yetimine güç versene

Ayağa kalkayım Bayterek

Haksız nimetsiz kaldım süt versene 

Sönen ateşimi yandırsana

Ölen canı diriltsene

Kopup gittim birleştirsene!"

Bayterek, Kanıkey'in yalvarışını duyacak ve budaklarından ırmak gibi süt akıtacaktır. Bu yalvarışı duyansa gerçekte Tanrıdır ve Kanıkey'i kutundan mahrum bırakmaz, onu kutsar ve korur.



Hayat Ağacı ve Kartal


Hayat Ağacı tüm bu özelliklerinin yanında çoğu zaman yalnız değildir. Motifin üzerinde genellikle çift başlı kartal ya da iki büyük kartalla tasavvur edilir. Bu aracılık görevini zaman zaman ağaç adına onlar yapar, ihtiyaç olduğunda insanoğlunun isteklerini hızlıca Tanrı'ya ulaştırırlar. Selçuklu Devleti'nin güç ve hükümdarlık sembolü olan çift başlı kartal ağaçla birlikte sembolize edilmiştir. Camilerin, medreselerin, sarayların kapılarında bu iki figürü birlikte görmek mümkündür. Örneğin Sivas'ta bulunan Gök Medrese'nin kapısında üzerinde çift başlı kartal olan Hayat Ağacı motifi işlidir. Adının Gök Medrese olması da İslamiyet döneminde bile Gök Tanrı inancının hala etkisini göstermesi bakımından önemlidir. Selçuklu en güzel yapılarından birine Gök Tanrı'yı, Hayat Ağacı'nı ve kartalı aynı anda işlemiştir.

Sibirya ve Altay bölgesinde yurtların yanına dikilmiş uzun bir sırık bulunur. Sırığın tepesine yerleştirilen tahtadan kuşun adı "gök kuşu'dur. Yakutlarda bu sırık göğün direği olarak kabul edilir ve üzerindeki kuş da çift başlı kartaldır. Kartal Tanrı'nın gücünü ve erkini temsil eder.

Manas Destanı'nın "kardeşi" kabul edebileceğimiz Kazak ve Kırgızlara ait Er- Töştük Destanı'nda bahsi geçen "karakuş" da yine bu gücü temsil eden kartaldır ve bu kartal Hayat Ağacı'nın üzerine tünemiş olarak tasvir edilir destanda. Ağaçla kartal bir bütündür o nedenle Türk Mitolojisi'nde kartal ağacı, ağaç kartalı korur.

Hayat Ağacı'nın en başta gelen özelliklerinden biri göğün direği olmasıdır. Kutsal sütun ya da merkezi temel direk de denir. O dünyanın dengesini kuran, onu her daim dengede tutan bir direk ve bir temel gibidir. Zaman zaman sırık sözcüğüyle de eş anlamlı olarak kullanılan bu direk evrensel ekseni belirtmek için kullanılır. Farklı evrensel düzeyleri birleştiren ve taşıyan bu sütunun tabanının yer altı bölgesine saplı olduğu, diğer ucunun da Kutup Yıldızı'na ulaştığı kabul edilir. Dünyanın merkezi fikri evrensel eksen kavramıyla tam bir bütünlük gösterir. Hayat Ağacı işte bu bütünlüğün ortasındadır. Göğe yükselme, tanrılara ulaşma, öbür dünyaya geçme bu direk ve ağaç boyunca gerçekleştirilir. Bir başka ifadeyle o sonsuzluğa giden bir yoldur.

O direk Türk çadırının da simgesidir. Kimi zaman dünyanın merkezinde, kimi zaman "yurt''un ortasında ama hep denge kuran, denge sağlayan, ayakta tutandır. Türk çadırları gök kubbeye benzetilerek yapılmıştır ve aileyi koruyan bu çadır dünyayı temsil eder. Yeryüzünün direği nasıl ki Hayat Ağacı ise, çadırın ortasındaki direk de o ailenin ağacıdır bir anlamıyla. Anadolu'da Türkmen obaları bir yere konduklarında oba reisinin çadırı diğer tüm çadırların ortasında olacak şekilde yerleşir. Bu merkezciliğin bir parçasıdır. Hakan ya da padişah otağı da ordugahın merkezinde yer almak zorundadır. Ordu sözü zaten "orta" sözünden türemiş bir sözcüktür. "Orta" yani "merkez'den geçen direk bu anlamıyla o kutlu düzen için, kurulan devletin bekası, gücü kudreti için son derece önem arz eden bir simgedir. Ama bu "direk" olma ağaca özgüdür, insana değil. O nedenle çok çok uzun boylu insanlar hoş karşılanmaz, "Göğe direk mi olacaksın" diyerek alaya alınırlar Anadolu'nun çeşitli yerlerinde hala. Ya da toplum içinde herkes otururken sürekli ayakta bekleyene "Korkma otur göğün direği var yıkılmaz" ya da bazen biraz daha tepkiyle "Yalı kazığı gibi dikilme" denir. Bu Hayat Ağacı ve direk anlayışının günümüze kadar gelen başka bir yansımasıdır. Çok uzun boylu insanların antipatik bulunmasının altında yatan neden budur. Dengeyi sağlayan bir mekanizma varken birilerinin bu dengeye "şirk" koşması pek dile getirilmese de sempatik bulunmaz. 




Hayat Ağacı ve Bilgi Ağacı


Hayat Ağacı aynı zamanda bitmez tükenmez yaşamın, sonsuzluğun simgesidir. Sonsuzluk, ölümsüzlükle, Tanrı'yla özdeştir, o da döner dolaşır mutlak gerçeklikle aynı noktada birleşir. Tüm dinlerde ortak olan "yasak ağaç" anektodu biraz da bu anlayışın ürünüdür. Tanrı Adem ile Havva'ya yasak ağaca dokunmama şartıyla bahçeden her istediklerini yeme izni vermişti. Kur'an'ı Kerim'de cinsi saptanamayan bu ağaç Eski Ahit'te oldukça belirgindir. Yasak olan ağaç Bilgi Ağacıdır. Yani Hayat Ağacı... Kendini Tanrı'yla eşdeğer gören onun sonsuzluğuna, ölümsüzlüğüne özenen insan bu nedenle cezalandırılıp yeryüzüne gönderilmiştir. Bu ağacın meyvesi ölümsüzlüğü, mutlak gücü ve her şeyi bilmeyi sunan mucizevi bir meyvedir. Hayat Ağacı bu anlamıyla da bilginin simgesi olmakta ve "Bilgi Ağacı"na dönüşmektedir. O öylesine yüksek, uludur ki, yükseldikçe ufku genişletir, yükseldikçe bilgisizlikten arındırır. Hayat Ağacı eksen görevi görürken, iki ucuyla yeryüzü ve Kutup Yıldızı'nı birleştirirken de bu işlevine devam etmektedir. Çünkü Kutup Yıldızı yol gösteren, yön çizen, insanoğlunu içinde bulunduğu "kaybolmuşluktan" da kurtarandır. Bulunduğu yer hiç değişmez ve o yerden insanoğluna kendi bulunduğu yeri de öğretir. Kutup Yıldızı biraz da bu nedenle Türk inancında göğün merkezidir. Buradan Türklerde hayatın merkezinde "bilgi" ve "ilim" olduğu gerçekliğine de kolaylıkla varabiliriz.

Yunus Emre'nin dediği gibi: 

"ilim ilim bilmektir

ilim kendin bilmektir

 Sen kendini bilmezsen 

Ya nice okumaktır"


Hayat Ağacı her daim bunu hatırlatır durur. Cehaletle ve küstahlıkla mücadele eder. İnsanoğluna bilgisizliğini hatırlatır, onu yükselerek bu cehaletten arındırmaya teşvik eder. O nedenle ağaca sahip çıkmak "eğitim" ve "bilinç" meselesidir.



Kayın Ağacı


Türkler için kutsal kabul edilecek ağaçlar kayın, çam, kavak, ardıç, çınar, servi, sedir, meşe, dut, söğüt ve elma gibi ağaçlardır. Ancak bunların içinde en kutsalı ve Türk mitolojisinin belkemiği sayılacak ağaç, kayın ağacıdır. Kayın, iyi ve koruyucu ruhların yeryüzüne inme yoludur. Tanrı kutunu içinde barındıran bir ağaçtır, bu nedenle de insanoğlu kayın ağacının olduğu yerde ferahlık bulur, rahatlar, arınır, temizlenir ve mutlu olur. Türklerin anlayışında kayına kadının, ananın ruhu sinmiştir. Zaten adı bu nedenle kayındır. Divanı Lügat-it Türk'te "kadın" olarak geçen kayın, Tuva Türklerinde hala "kadın" olarak anılmaktadır. Yani ona "kadın ağacı" demek yanlış olmayacaktır. Hayat Ağacı'nın her zaman güneyinde bulunan onun en büyük yardımcısı ve bazen de birebir hayat ağacının kendisi yerine geçen kayın, ilk insanın varoluşunu anlatan Er Sogotoh Destanı'nda şöyle anlatılır:

"Evden yine çıkıp güneye bakınca, güneyde büyük bir kayın ağacının yükseldiği görülürmüş. Bu kayın ağacı da o kadar güzelmiş ki tıpkı bir genç kızı andırırmış .. ."

İlk insan Er Sogotoh bu kayın ağacının yönünde ilerleyerek bulur eşini ve öyle iner yeryüzüne ... Kadınların ve çocukların koruyucu ruhu Umay Ana yeryüzüne inerken iki kayın getirir yanında ... Kayın ağacının yanında yapılan dualar Tanrı'ya daha çabuk ulaşır daha çabuk kabul olur. Üzerine şimşek ya da yıldırım düşmez, kötü ruhlar ondan uzak durur. Yeni kurulan aileye mutluluk, iyilik ve sevgi getirir. Gençliğin, mutluluğun, özgürlüğün, barışın, dostluğun ve vatanın simgesidir. Hayat Ağacı, kayın ve kartalla bir bütündür ama yine de bu yalnız ve tek başına yeter olduğu gerçeğini değiştirmez.  O büyük ve ulu gövdesiyle dünyanın ve var olan her şeyin dengesi olmaya bulunduğu yerden devam eder, varlığıyla ruhlara dinginlik verir.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kangal / Sivas

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak