25 Ocak 2022 Salı

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE KUŞLAR

 





Türk Mitolojisi'nde kuşlar bir totem olarak yer almazlar. 24 Oğuz boyu sıralanırken her dört boy için bir kuşun ongon olarak belirtilmesinde Moğol tesirini sezmek mümkündür. Çünkü bir orman kavmi olan Moğollar, aslında 'asalak' ekonomiye bağlı, ailede ana hukukunun hakim olduğu, aynı zamanda 'totem' telakkisi içinde yaşayan bir topluluktu. 'Ongon' sözünün kökü 'ong' Türkçeyse de, tabir olarak 'ongon' Türkçe değildir ve gerçekte de Moğollardan önceki Türk dili vesikalarının hiçbirinde geçmemektedir. Cami'üt-tevarih'te Oğuz boylarının ongonları olarak gösterilen kuşlar da Moğol tesirinden  önceki devirlerde,  aynı Oğuz  boyları listesini veren  Kaşgarlı Mahmut'un eserinde (burada Reşid'üd-din'deki damgalar aynen mevcut olduğu halde) yoktur. Burada ongonun totem anlamı değil arınal sembol anlamı geçerlidir. Çünkü gerek Reşid'üd-din'in eserinde, gerekse Ebulgazi Bahadır Han'ın Seeere-i Terakkime'sinde ongon olarak belirtilen kuşlar, Oğuz boylarının kaynağı, tatemi olarak kabul ettikleri varlıklar değil, yalnızca bir arına olarak benimsedikleri kuşlardır. Her boyun kendisinin tanınmasını sağlayacak bir arına/ simge olarak bayrağında bulundurduğu kuşu vardır.

Şunkar: Kayı Boyu 

Ügi: Bayat Boyu

Köykenek:  Alka evli  Boyu 

Göbek Sarı Kuşu: Kara evli Boyu 

Turumtay: Yazır Boyu

Kırgu Kuşu:  Yapar  Boyu 

Kızıl Kaçıgay: Dodurga Boyu 

Köçken: Döger Boyu

Cure Laçin: Avşar Boyu 

Sarıca: Kızık Boyu 

Bahri: Beg Dili Boyu

Su Bürkütü: Karkın Boyu 

Ala Toğanak: Becene Boyu 

Buğdayık: Çavuldur Boyu 

Humay: Çepni Boyu 

Bürküt:   Salur  Boyu 

Encari: Eymür Boyu 

Yagubay: Bügdüz Boyu 

Toygun: Yıva Boyu

Cure Doğan: Kınık Boyu


Çin kaynaklarına göre içlerinde Türklerin de bulunduğu kuzeyli göçebelerin bayraklarında yırtıcı kuş, ayı, kaplan gibi motifler de görülüyordu. Bir totem olmasa da bir doğanın Kırgızlardan bir kabilenin türemesini sağladığına dair efsane vardır. Bu efsaneye göre, "Kırgız kabilelerinden  birinin bir atası ve bu atanın da üç karısı varmış. Bu üç kadından en küçüğü gece uyurken bir rüya görmüş. Çadıra bir avcı doğan gelmiş ve yatağının etrafında uçarak dolaşmış. Sonunda nasıl olmuşsa kadın gebe kalmış. Bu Kırgız kabilesini idare eden reislerin hepsi de bu küçük kadının soyundan gelirlermiş:'


Yaratılış destanlarından Yakutların "Balıkçıl ve Yaban ördeği Efsanesi"nde, Ana Yaratıcı bir dünya yaratmaya karar verir ve ana maddesi toprak olacak bu yaratma olayında kırmızı boyunlu balıkçılla yaban ördeğini denizin dibinden toprak getirmeleri için görevlendirir. Yaban ördeği denizin dibinden toprakla döner ve Ana Yaratıcı bu toprakla dünyayı yaratır. Balıkçılsa denizin dibinden toprak getiremediği için Ana Yaratıcı tarafından cezalandırılır; yeryüzünden kovulur ve suda yaşamaya mahkum edilir. Yakutların bir başka yaratılış destanında denizin dibinden toprak çıkarma görevi, Tanrı tarafından şeytana verilir. Şeytan, bir kırlangıç olarak denizin dibine  dalar ve toprağı çıkarır.

Yenisey yaratılış destanında, uçsuz bucaksız su üzerinde (Tanrı'nın yerine) bir şaman kuğularla, kırmızı boyunlu kutup balıkçıl kuşlarıyla ve daha nice nice su kuşlarıyla uçup durmaktadır. Arkadaşları da halkı da hep su kuşlarıdır. Yaratma işinde Tanrı'nın yerini alan şaman, bu destanda denizin dibinden toprak çıkarma işini balıkçıla verir. Balıkçıl ancak üçüncü dalışında bir parça çamur çıkarabilir ve şaman bu çamurdan bir ada yaratır.

Yaratılış destanlarında kuşları deniz dibinden toprak çıkarma işini gerçekleştiren varlıklar olarak görmekteyiz; yani yaratılışta aktif rol almışlardır. Diğer bir özellik de bu varlıkların suda yaşayan kuşlar olmalarıdır. Şu Destanı'nda Hakan Şu, "Gümüş havuzunu sefere çıksa bile yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldurtur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi. Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek hakanı dinlendirirdi; dinlenirken seferle, milletin geleceğiyle ilgili tasarılar hazırlardı."

Suda yaşayan bir hayvan olarak kaz da Türk mitolojisinde önemli bir hayvandır. Altay şamanlarının davulları üzerinde kazla kartal resimleri bulunurdu. "Kaz, Türk Mitolojisi'nde çok akıllı ve bilgiç bir kuştur. O, Şamanizmin kanun ve adetlerini iyi bilir. Kam'a hangi ilahı ziyaret etmesi, hangi yoldan gitmesi ve ilahın huzuruna nasıl çıkılması gerektiğini öğütler. Kaz, Brahma'nın olduğu kadar, Kam'ın da binek kuşudur. Kam önce davulunu at gibi kullanır, sonra at yoruldu diyerek atı bırakıp kaza biner. Şimdi davul kaz olmuştur ve gökyüzünün yüksek katlarına Kam'ı taşır. Kaz, güneşin doğacağını bildiren elçi kuştur, tan kuşudur. Kozmolojide o bir yıldızdır. Yani Tan yıldızı veya Sabah yıldızı veya Zöhre veya Venüs; ki İran Mitolojisi'nde elinde mandoline, saza benzeyen çalgısıyla bir genç adam gibi tasvir edilir:' Kısmen Türk oldukları anlaşılan Choularda yabani kaz yüksek mertebeli kimselerin; kaz ve korday (kuğu) Türklerde beylik ve kut timsaliydi. Bu timsal belki su kuşlarının çok bulunduğu Kuzey Asya ikliminde doğmuştu. M.Ö. ikinci bin yılda Shang devri kâhinlerinin koyun kürek kemiklerine piktogramlarla (bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden sembol) yazdıkları kehanetlere göre, yırtıcı kuşlar ve büyük su kuşları gök tanrısının bir şekli sanılıyor ve bunların önüne atılan yılan ve başka kurbanlar gök tanrısına verilmiş sayılıyordu. Granet'nin vardığı neticelere bakarak "sarı kuş" denen ve kulağa benzer tüyleri olan büyük baykuş veya kerges ve çaylak gibi kuşlar, gök tanrısının kendisi veya kızı sayılıp bunların önüne insan kurbanları, bilhassa küçük kız çocukları atılıyordu. Bu kurban merasimleri, ateş unsuru ve şimşekle yırtıcı kuş ve mefhumlarının zirvede olduğu sanılan yaz tahavvülündeki bayramlarda ve hükümdar cenaze merasimlerinde mezarı takdis için icra edilirdi. Brentjes'in işaret ettiği Chou devri bir eserde pençelerinde bir insan tutan ve başındaki iki tutam tüyü bir çift sivri kulağı andıran kartal-baykuş tasviri, belki insan kurbanı olarak görülmelidir. İç Asya göçebe sanatındaysa, daha ziyade geyik veya dağ keçisi cinsinden hayvanlar kaçıran yırtıcı kuş veya kulağa benzer tüyleri olan kuş görülür. Başkurt folklorunda "Semrük" iki başlı bir kuş olarak tasvir edilir. "Bir başı kişi başı gibi olup kişi dilince konuşur. 'Mengü Suyu'nu içmiş, ölmez. Kafdağı'nın tepesinde yaşar. Göllerde bulunan ejderhaları kapıp Kafdağı'na atar:'

Kuş, Türklerde Gök Tanrı'nın idaresindeki bir varlıktır ve kutsaldır. Bundan dolayı da kuş, insan için uğurlu bir canlıdır ve insana  iyilik sağlayan bir yanı vardır. Diğer yandan kuş, Şamanizm inancı içerisinde ölen birinin ruhu olarak değerlendirilir, "ölen kişilerin ruhlarının bir kuş olarak göğe uçmaları Türklerde oldukça yaygın bir düşüncedir:' Türklerde kartalın ve doğanın önemli bir yeri vardır. '"Yakutlara göre, göğün en üst katında ve göğün yere açılan kapısında, yeri göğü bağlayan Dünya Ağacı'nın tepesinde çift başlı bir kartal   otururdu. Göklerin korunması bu kartalın vazifesiydi:' Yine "Yakut Türklerinde ant, kartalın adıyla içilir. Evlerinin çevresinde kartal gören Yakutlar ona et ziyafeti çekerler. Yanlışlıkla bir kartalı öldürürlerse cenazesini törenle şamana kaldırtırlar. Asya'da bebeksiz kadınlar, kendilerine yavru bağışlaması için kartala yalvarırlardı."

Dede Korkut hikayelerinden Kanglı Kocaoğlu Kan Tural’ıyla Kan Turalı'nın yiğitleri bir kartal olarak tasvir ederler:

"Kapkayalar başında yuva tutan Kadir ulu Tanrı'ya yakın uçan

Mancınığı ağır taştan vızıldayıp müthiş inen Arı gölün ördeğini şakıyıp alan


Koca Üveyik dipte yürürken çekip yüzen Karıncığı aç olsa kalkıp uçan

Cümle kuşlar sultanı kartal kuşu Kanadıyla saksağana kendisini bağırtır mı?

Alp yiğitler savaş günü hasımından kaygılanır mı?"


Yuvasını yalçın kayalar üzerine yapan, çok yükseklerde uçan kartalın aynı zamanda avcı kuşlar türünde bulunması ona bir kutsallık izafesine sebep teşkil etmiş olabilir. Belki de bu sebepten İlk ve Orta Çağlardan itibaren çok yaygın görünen (eski Doğu kavimlerinde, Slav devletlerinde, Bizans'ta, Batı devletlerinde) kartal tasvirinin Türklerden geldiği ileri sürülmüştür. 5. yüzyılda Attila'nın Hun İmparatorluğu'nda kartal, en yüce gök tanrısı sayılıyordu.

Her Oğuz boyunun ongun/sembol olarak birer doğan türü vardır. Yine Türk soyundan gelen Bulgar Ranları, sembol olarak ellerinde birer doğan tutar şekilde tasvir edilmişlerdir. "Peçenek Türklerine ait eserler üzerinde de ellerinde doğan tutan atlılar görülüyordu. Altınordu Han'ı Toktamış Han, bir doğan türü olan kendi kara laçiniyle öğünüyordu. Türk devletlerinin savaş sembolü olan ucunda at kuyrukları asılı gönder, tuğ, bir bozdoğanla birlikte gökten düşmüştü. Bunun yorumu ve manası, Tanrı Türklerin devlet, ikbal ve hakimiyetleri için buyruğunu bir bozdoğanın güçlü pençeleriyle gönderiyordu. Burada bozdoğan Tanrı'nın bir elçisi gibiydi. Ay ve güneşi pençeleriyle tutan bir doğan Cengiz Han'a hanlığını müjdelemişti. Görülüyor ki Türk kültür çevrelerine yakın geleneklerde doğan yalnızca bir av kuşu ve sembol olarak kalmıyor; Türk devletleriyle Tanrı arasında gidip gelen kutlu bir elçi gibi görülüyordu. Yiğit Ak Kübek'in avcı kuşları, ay ve güneşe kadar uzanan dallar üzerinde  tünüyorlardı.

Türk Mitolojisi'nde güçlü doğanlar, alıcı kuşlar ve karakuşları kartallar yer alır. Dikkat edilirse Türk Mitolojisi'nde yer alan kuşların hiçbirisi leş yiyen kuşlardan değildir. Bu durum Türk kültüründe önemli bir özelliktir. Türklerde -kısmen de olsa- totem olarak kabul edebileceğimiz kurdun da leş yiyen bir hayvan olmadığını biliyoruz. Kurt ve kuşlar bu özellikleriyle birleşmektedirler. Türkler asalak, toplayıcı bir hayat tarzı süren insanlar değillerdi. Hayatlarında aktiftiler. Bu özellikleriyle gerek ongon olarak, gerekse çeşitli inançlar içerisinde yol gösterici, soy türetici, vb. olarak benimsedikleri hayvanlar da kendileri gibi tabiatta aktif, hazıra konmayan, başkasının artığıyla  beslenmeyen canlılardı.

Masallarımızda, hikayelerimizde, şiirimizde pek çok kuş türüne rastlanır. Şamanizm inancında yansımasını bulan pek çok kuş, şamanların elbiselerinde arına olarak yer aldığı gibi, bayrakta veya hakanın çeşitli tasvirlerinde de yer almıştır. Şamanizm'de kuşların önemli bir yeri vardır. Sözgelimi, Yakut Türkleri göğün direği sayılan sırıklar üzerine ağaçtan yapılmış çift başlı kartallar koyarlar ve bu sırıkların üzerine merdiven gibi enlemesine ağaçlar çakarlardı. Bu ağaçların sayısı göğün katlarını simgelemek üzere 7 ve 9 olurdu. Yine şaman, doğmadan önce kuş biçiminde hayat ağacının dallarında olurdu ya da kuşlar şamana gezisi sırasında eşlik ederlerdi.

Her millet kartal veya kuş gibi amblemleri kendine arına olarak alabilir. Fakat kartalı kulaklı olarak kabul etmek ona bir hususiyet vermektir ki bu da bir millet ve bir kültür çevresine aittir. Saltık türbesindeki kartal, İskit sanatının örnek kartallarından biridir. Asıl önemli mesele Çifte Minare'nin kulaklı çifte kartalıdır. Konya'da, Niğde'de Sungur Bey Camii'nde, Diyarbakır'da sur kapıları üzerinde, Kayseri'de Döner Kümbet'te, Divriği Ulu Camii'nde bu çift kuş veya kartal motifine rastlanmaktadır. Artuk sikkelerinde de bu remiz vardır. Altay Türk sanatında da kuş ve kartal motifı büyük bir yer tutar. Anadolu’da da kuşlar şiirden el sanatlarına, halıdan kilime, taş ve ağaç işlemeciliğine ve pek çok sahaya motif olarak yayılmışlardır.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Cizre Kalesi

 


24 Ocak 2022 Pazartesi

Cizre Kalesi

 Dicle Nehri

Cizre Kalesi
Cizre
Şırnak


Doğum Günü


 Doğum Günü


Doğum günü kutlaması Eski Mısır’da IO 3000’lerde kutsal firavunun doğum gününün kutlanmasıyla başladı. Doğum gününü kutladığını bildiğimiz ilk kadın da, sevgilisi Marcus Antonius’la davetlileri kabul eden ve davetlilere değerli armağanlar veren Kleopatra’dır.


Eski Yunanlıların inanışına göre av ve ay tanrıçası Artemis her ayın altısında doğum gününü kutluyor ve kendisine un ve baldan kocaman bir pasta yapıyordu. Yunan ilahları her ay doğum günlerini kutladıklarından yılda on iki doğum günleri oluyordu. İnsanlarda ise sadece erkeklerin doğum günleri kutlanıyor ve bu kutlamalar adamın ölümünden yıllar sonrasına kadar devam ediyordu.


Romalılar önemli devlet adamlarının doğum günlerini resmi tatil günü yaparak bugün de devam eden bir uygulamayı başlattılar.


Hıristiyanlar ise doğum günlerini kutlayacak durumda değillerdi. Ancak azizlerin ölüm günleri anılarak yortu yapılıyordu; bu dünyadan ölümsüz gerçek dünyaya geçiş olduğu için asıl anılması gereken gün ölüm günüydü. 245 yılında İsa’nın doğum tarihini saptamak için çalışma başlatanlara karşı, Katolik Kilisesi bu çabayı yerinde bulmamış ve buna İsa’nın Firavun’a benzetilmesi diye karşı çıkmıştı. 4. yüzyılda ise bu tutum değişti ve İsa’nın doğum günü önemsenerek Noel geleneği başlatıldı.


12. yüzyıla gelindiğinde Avrupa kiliselerinde kadın ve çocuklar dahi cemaatin doğum tarihleri kaydedilmeye ve doğum günleri kutlanmaya başlandı.


Bizde devlet katında kutlamalar padişahların cülus (tahta çıkma) günleri, şehzade ve sultanların doğum ve düğünleri, halk arasında düğün, sünnet, ilk tıraş, okula başlama gibi dönemeçlerdir. Osmanlı padişahları doğum günleri kutlamalarında, Avrupa krallarının devlet salnamelerinde de yer alan doğum günlerinden esinlenmiş olsa gerek. II. Abdülhamid’in doğum ve cülus günleri “vilâdet-i seniyye şehrayinleri tarih-i Arabî ve cülus-ı hümayun şehrayinleri tarih-i Rumî itibariyle” icra kılınmıştır. Yaşlı kuşak doğumunu gün olarak bilemeyip yılını hesaplamalarla çıkartırken şehirliler arasında gittikçe yaygınlaşan doğum günleri, okul çocuklarının birbirini taklidi ile yeni kuşaklar için vazgeçilmez hale gelmektedir.


Pasta Mumu


Çocukların doğum gününün kutlanması 13. yüzyılda Almanya’da başladı. Çocuk sabah üstünde mum yanan pastayla uyandırılıyor, akşam yemeğinde pasta ailece yenene kadar üzerindeki mumlar gün boyu değiştiriliyordu. Pastaya ‘hayat kandili’ olarak çocuğun yaşından bir fazla mum dikiliyordu.


Mum, yatırlarda, düğün davetlerinde kullanılmakla birlikte, ‘ölüsü kandilli' küfüründe de görüldüğü gibi, bir yandan da Hıristiyanlıkla özdeşleştirilir, doğum günü pastasında görüldüğünde ise, rakı karşısında viski gibi, iyice tepki çekerdi. Ancak çocukların doğum günü kutlamaları yaygınlaştıkça pasta mumu da, pastaya ad yazdırmak da gittikçe daha geniş kesimler için olağanlaştı.



“İyi ki Doğdun...’’


“Happy Birthday to You” şarkısı ilk kez 1893’te “Good Morning to Ali” başlığıyla Song Stories of the Kindergarten adlı kitapta yayınlandı. Kentuckyli iki kızkardeş, çağdaş kreş-çocuk eğitiminin öncülerinden Mildred (öl. 1946) ve Patty Smith Hill (öl. 1906) tarafından yazılan şarkı, kreşe gelen küçüklere karşılama olarak yazılmıştı. 1924’te Robert H. Coleman yayımladığı şarkı kitabında, şarkının adını ve ilk kıtasını değiştirmemiş fakat ikinci kıtaya “Happy Birthday to You” satırını eklemişti.


1934’de Broadway’de oynanan As Thousands Cheer müzikalinde şarkı söylenince, kardeşlerin üçüncüsü dava açtı ve ablaları şarkının 16 Ekim 1893’te patentini almış oldukları için davayı kazandı. Şarkının her ticari çalınışında telif alacaklardı.


Şarkı Broadway oyunundan çıkarıldı, telefonla yarım milyon kişiye doğum günü şarkısı göndermiş olan Western Union şirketi bu hizmetini kaldırdı. Fakat doğum günü şarkısı olarak melodi ve sözler dünya çapında yaygınlaştı.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Kağıt nasıl yapılıyor?

 


 


Kleopatra, Konfiçyüs, Einstein, Edison, Ts'ai Lun. Bütün bu kişilerin içinde insanlık tarihinin gelişimine en büyük faydası olan kimdir dersek, herhalde Ts'ai Lun demezsiniz. Ama O'dur. Ts'ai Lun günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce Çin'de yaşayan bir memurdu ve MS 105 yılında bugünkü kullanılan hali ile kağıdı icat etti. Dutağacı kabuğu, kenevir ve kumaş parçalarını suyla karıştırarak ezdi, lapa haline getirdi, presleyerek suyunu çıkardı ve bu ince tabakayı kuruması için güneşin altında ipe astı.

Aslında insanlar MÖ 3500 yıllarında bile üzerine yazı yazabilecek çeşitli şeyler kullanıyorlardı. Kağıdın icadı sonraki devirlerde Çinlileri dünyanın en gelişmiş kültürünün sahibi yaptı. Şaşırtıcıdır ki, Orta Asya'ya 751, Bağdat'a ise 793 yılında ulaşan Ts'ai Lun'un kağıt yapma metodu, Avrupa'da ilk kağıt ancak 1151 yılında İspanya'da yapılabildi.

Özellikle matbaanın icadı ile birlikte kağıda olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli hammadde bulmakta zorlanıldı. Ayrıca bu şekilde kağıt imalatı çok zaman alıyordu ve dünyanın bir çözüme ihtiyacı vardı.

Kesin tarih bilinmiyor ama yaklaşık 18. yüzyılın başlarında Fransız bilimci Rene - Antonie Ferchault de Reaumur ormanda ağaçların arasında yürürken bir yaban arısı kovanı gördü. Yaban arıları evlerinde olmadığından durup kovanı incelemeye başladı. Birden kovanın kağıttan yapılmış olduğunu gördü. Peki onlar paçavra kullanmadan kovanı nasıl yapıyorlardı? Sadece paçavra değil, kimyasallar, ateş ve karıştırma tanklarını da kullanmıyorlardı. Arılar insanların bilmediği neyi biliyorlardı?

Aslında her şey çok basitti. Kısa bir gözlem sonucunda gördü ki, yaban arıları ince dalları veya çürümüş kütükleri kemirir gibi ağızlarına alıyorlar, burada mide sıvıları ve salyaları ile karıştırıyorlar ve kovanlarını yapmada kullanıyorlardı. Reaumur arıların sindirim sistemini de inceleyerek buluşunu 1719 yılında Fransız Kraliyet Akademisi'ne sundu.

İlk kağıt makinesi 1798 yılında yapıldı. Ancak bu geniş bir kayışın dönerek fıçıdaki lapayı aldığı ve ince kağıt haline getirdiği, her dönüşte tek bir kağıt yapabilen basit bir makine idi. Silindirli makine çok geçmeden 1809 yılında John Dickinson tarafından ilan edildi.

Günümüzde kağıt üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapılabilmektedir ama işlemin adı esas olarak değişmemiştir. Kağıtların arasındaki kalite farkını kullanılan lifin türü, lapanın hazırlanışı, içine katılan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler. Her ne kadar liflerin elde edilmesinde ağaçlar ana kaynak ise de özellik taşıyan kağıtların yapılmasında günümüzde sentetik lifler de kullanılmaktadır.


İbraniler ve Onların "Tek Gerçek Tanrısı"

 


ibraniler, Sami göçebeleridir. M.Ö. 2. binyılın sonlarına doğru doğudan Kenan'a göç etmişlerdi. Filistinlilerin yenilgisinin ardından (Filistin sahilinde yerleşmiş olan denizci halk), Kral Davud (M.Ö. 1006-962), Sur şehrindeki Fenike Kralı Hiram 'ın yardımları ile Filistin' i birleştirdi. Kudüs'ü dini ve siyasi başkenti haline getirdi.

M.Ö. 930' dan sonra, ülke yeniden bölündü: Kuzeyde israil, güneyde Kudüs'ü de kapsayan Yahudiye.

M.Ö. 721' de Asur, israil'in kontrolünü ele geçirdi. M.Ö. 586' da Yahudiye, Babil egemenliğine girdi. Yahudiyeliler (ibranilerden ve israillilerden farklı olarak Yahudiler olarak bilinmektedir) Babil ' e sürgüne gönderildiler. Yahudi Tevratı adını verdikleri ve Hıristiyan incil' inin ilk kitabı olan metinde tarihlerini yazmaya başladılar. M.Ö. 538' de Babil, Perslerin eline geçince, Yahudilerin Kudüs'e geri dönmelerine izin verildi. Yahudiliğin politik ve dini temelleri orada atıldı. Kimi Yahudiler Babil'de kalmaya karar verdiler. Böylece ilk Yahudi diaspora topluluğunu oluşturdular.

Bu süreç içerisinde Yahudiler , kendilerinin tek tanrının seçtiği halk olduğuna inanmışlardı. Bu kadir-i mutlak ve yegane gerçek tanrı, dini metinlere göre M.Ö. 2. binyılın ilk yarısında  kendisini  çoban ibrahim 'e göstermişti. Monoteizm olarak anılan bu tek tanrı inancı Hıristiyanlık ve islam dinlerini etkiledi. Her iki din de ibrahim' in dini kuruculuğunu tanıyorlardı (incil'e göre isa, ibrahim' in soyundan geliyordu. islami geleneğe göreyse ibrahim peygamber, Arap ve Yahudi halklarının atasıdır).

M.Ö. 333 yılında Büyük iskender Filistin' i fethetti. Daha sonra bölge,   aralarında   Romalıların,    Sasanilerin    ve    Bizans imparatorluğu'nun da bulunduğu bir dizi   imparatorluğun hakimiyetine girdi. Bölgedeki Yahudi varlığı giderek azaldı ve Celile onların dini merkezleri haline geldi. M.S. 636 yılında Araplar bölgeyi fethettiler. 1300 yıl boyunca Filistin Müslümanların kontrolünde kaldı.


alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak