18 Kasım 2024 Pazartesi

TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-3

 



ANADOLU TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Anadolu topraklarının yüzyıllardan bu yana pek çok uygarlığa beşiklik ettiği tarihsel bir gerçektir.

Kendilerine özgü uygarlıklar kurmuş olan Sümer, Hitit, Asur, Urartu, Med, Part, Karduk, Luwi, Aka, Frig, Grek, Lidya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi uygarlıkların yanında, günümüzde Genç Türkiye Cumhuriyeti'miz de kendine özgü görkemiyle uygarlık yolunda ilerleme çabası içindedir. Anadolu toprakları aynı zamanda Hıristiyanlık inancının da yayılma alanıdır.

Kutsal Kitabın inanç temeline dayalı olan Hıristiyanlık, Yeruşalem (Kudüs) kökenli olmasına rağmen Anadolu topraklarından yeryüzüne yayılmıştır. Yerinde bir anlatımla Hıristiyanlık, bir Yahudi topluluğu inancı olarak Yeruşalem'de çıkmış ancak baskılar sonucu Antakya kenti merkez seçilerek ve bir uluslararası inanç olarak tüm yeryüzüne Anadolu'dan yayılmıştır.

Bugün yurdumuzun güneyinde yer alan ve Atatürk'ün "Kırk asırlık Türk Yurdu" olarak betimlediği ve 1939'da Anavatanımıza bağlanan Antakya, gerçekte dünyadaki tüm hıristiyanların ana kenti durumundadır. Bu gerçek, İncil'deki şu bölümde açıklanmaktadır:

"Stefanos'a çektirilen acı sonucunda darmadağın olanlar Finike'ye, Kıbrıs'a ve Antakya'ya kadar gittiler. Tanrı sözünü Yahudilerden başka hiç kimseye bildirmiyorlardı. Ama onlardan Kıbrıslı ve Kirineli bazı kişiler Antakya'ya gelip Yunanlılara da Rab İsa'nın sevindirici haberini bildirdiler. Rab'bin eli onları destekliyordu.

Çok sayıda insan inanarak Rab'be döndü.

Bu olaylara ilişkin haber Yeruşalem'deki kilise topluluğunun kulağına gitti. Barnabası Antakya'ya gönderdiler. O da varıp Rab'bin kayrasını görünce sevinç duydu. Tümüne yüreklerinde Rab'be bağlı kalmayı kararlaştırmaları için öğüt verdi. Çünkü kendisi iyi bir insandı, Kutsal Ruh'la ve inançla dolu biriydi. Böylece büyük bir topluluk Rab'ba katıldı.

Barnabas Saul'u aramak için Tarsus'a gitti. Onu bulunca Antakya'ya getirdi. İkisi bir yıl süreyle bir araya gelerek o büyük topluluğa öğrettiler. Öğrencilere İLK KEZ ANTAKYA'DA HIRİSTİYAN ADI VERİLDİ"

İNCİL, Elçilerin İşleri II:19-25

Ana inançları Kutsal Kitabın Eski Antlaşma bölümünden kaynaklanan ancak İsa Mesih aracılığıyla yeni bir inanç olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık, evrensel bir inanç niteliğiyle Anadolu topraklarından yayılarak şu yörelere yerleşmiştir: Galatya (Ankara-Konya'yı içeren alan), Kilikya (Adana-Mersin'i içeren alan), Kapadokya (Kayseri-Nevşehir'i içeren alan), Pontus (Sivas-Trabzonu içeren alan), Bitinya (Kadıköy-Sinopu içeren alan), Pisidia (Antalya-Alanya'yı içeren alan), Asya (Truva - İzmir - Kütahya - Bodrumu içeren alan).



Anadolu'nun bu yörelerine yayılan ve yerleşen Hıristi¬ yanlık kendine özgü göksel kitabı olan Yeni Antlaşmayla (İncil), yine çok yönlü bağlantı içindedir Anadolu toprağıyla. Şöyle ki İncil'i oluşturan kitaplardan Galatyalılar Mektubu; Galatya bölgesinde oturan, Efesliler Mektubu; Efes kentinde oturan, Koloseliler ve Filimon Mektupları; Denizli-Honaz'da oturan, Petrus I Mektubu da Pontus, Galatya, Kapadokya, Asya, Bitinya'da oturan hıristiyanlara gönderilmiş olup, göksel açınlanmanın kapanışı ve tümlenişi durumunda olan "Yuhanna'nın Açınlaması" da, Batı Anadolu'da yer alan sırasıyla Efes (Efesos-Selçuk), İzmir (Smirna), Bergama (Pergamon), Tiyatira (Akhisar), Sardis (Sart Mustafa), Filadelfia (Alaşehir), Laodikya (Eskihisar) kilise topluluklarına yöneltilen yazılar durumundadırlar


Uluslararası ve evrensel nitelikli Hıristiyanlık inancının yayılış yerinin Anadolu toprakları ve yayılış merkezinin de Antakya kenti olması sonucu, Hıristiyan Kilise Tarihi içinde, Hıristiyanlığın erken çağlarında oluşan birçok tarihsel kilise topluluklarının ana kürsüleri de bu yönden adlandırılıp ünvanlandırılmışlar ve bugüne dek bu ünvanlarla çağırıl-maktadırlar. Örneğin: Meliki (Arap) Ortodoks Antakya Patrikliği, Meliki Katolik Antakya, Yeruşalem ve Yakın Doğu patrikliği, Süryani Kadim Antakya Patrikliği, Süryani Katolik Antakya Patrikliği, Maronit Katolik Antakya Patrikliği.


Antakya kentinin tüm hıristiyanlar için birinci aşamada önem taşıdığı, Kalkedonya (Kadıköy) Kilise konsilinin kararları içinde de yer almıştır. İ.S. 451'de Kadıköy'de toplanan Genel Hıristiyanlık Konsili önderleri Roma İmparatorluğu toprakları üstünde özel yere sahip olan ve gözde Hıristiyanlık merkezleri görünümü veren şu beş kenti "Patriklik Kürsüleri" olarak saptamışlar ve adlandırmışlardı: Roma, İstanbul, Yeruşalem, İskenderiye, Antakya.


Antakya başta olmak üzere tüm Anadolu toprakları üstünde ilk hıristiyanlığı yayanlar, İsa'nın irdemen (şakirt) ve elçilerinden (havari) olan Petrus ve Pavlus olmuşlardır.


Bunlardan Petrus'un, ilk Antakya gözetmeni (episkopos) olduğu tarihsel kiliselerin çoğunca benimsenirken, en gözde Hıristiyanlık yayıcısı olan "Ulusların elçisi Pavlus'un" da Tarsus doğumlu; Anadolu kökenli olması, Anadolu'nun Hıristiyanlık açısından önemini daha da arttırmaktadır.


Antakya kentimizde yer alan "Sen Piyer Mağara Kilisesinde her yıl yapılan "Sen Piyer Bayramı" kutlamaları yurt içi ve yurt dışından binlerce turist tarafından izlendiği gibi 1992 yılında ilki yapılan "Tarsus Sen Pol Sempozyumu" etkinlikleri de Antakya'nın ve Tarsus'un önemini Yurt içinde ve Yurt dışında kamuoyuna yansıtmakta ve bu türdeki tarihsel gerçeklerin kamuoyunda güncel değerini korumalarını sağlamaktadır.


Birinci yüzyılda Hıristiyanlığın ilk yayıldığı ve ilk kilise topluluklarının kurulduğu toprak olan Anadolu'da Kilise topluluklarının belirli bir etnik topluluk olmayıp, genel ve yöresel oldukları gözleniyor. Daha mezheplerin ortaya çıkmadığı değişik ulusal kilise topluluklarının daha tarih sahnesinde görülmediği Anadolu Hıristiyanlığı, üçüncü yüzyıldan başlayarak Milan buyrultusuyla (İ.S. 313) resmi devlet dini olarak imparatorluğun dini kimliğine bürününce, pagan ve yersel ögeler hıristiyanlığa giriyor ve imparatorluğun başkentinde bulunan İstanbul Patriklik orunu da tek egemen tinsel (ruhani) kürsü oluyor.



"Roma" teriminin Osmanlıca karşılığı olarak uzun süre ve birçok kaynaklarda geçen "Rum" sözcüğünün gerçekte "Romalı" anlamına geldiğini bunun bir imparatorluk adı olduğu, bir ulusun ya da bir ırkın adı olmadığını belirtmekte yarar vardır. Çünkü Grek-Helen dil ve kültürünün egemen olduğu Anadolu topraklarında birçok etnik topluluk olduğu gibi, her zaman için Turanlı-Türk boyları da var olmuşlardır: Özellikle bunlardan çok yaygın birer Türk-Hıristiyan toplulukları oluşturdukları da Anadolu tarihinin bir başka gerçek yanıdır ki, birazdan üstünde özellikle durulacaktır.

Helen-Grek kültürünün egemen olduğu Anadolu'ya Türkler Malazgirt yengisinden (1071) çok önce gelmişlerdir.

Mükrimin Halil Yınanç'a göre Bulgar Türkleri İ.S. 530'da Fırat-Trabzon bölgesine, Avar Türkleri İ.S. 577'de Doğu Anadolu'ya yerleştirilirken, ayrıca Hazar, Fergana ve Peçenek Türkleri de Anadolu'da yerlerini almışlardır.

Ayrıca Bizans ordusunda bulunan Türk askerlerinin Rumeli'ye yerleştirildikleri de bir başka gerçek.

Gökoğuz Hıristiyan Türklerinin de Anadolu kökenli oldukları ileri sürülen savlar arasındadır. 

Doğu Roma  (Bizans)  İmparatorluğu toprakları üstünde ve özellikle Anadolu’da yerlerini almış olan pek çok etnik küme, her ne kadar kendi dillerini ve kültürlerini kullanmışlarsa da, bunlar zamanla unutulduğundan özellikle Batı Anadolu'da Grek dili egemen olmuştur.

Grek dilinin Tüm Anadolu'ya özellikle Batı Anadolu'ya egemen olması sonucu dil-imparatorluk ikili gerçeğinden bir terim ortaya çıkmıştır ki bu da "Rum" sözcüğüdür.

"Rum" terimi genelde Haçlılar, İslam coğrafyacıları ve doğulularca kullanılır olup. Bunun sonucu "Rumeli", "Mevlanâ Celaleddin-i Rumi", "Rumi Takvim", "Karamanlı Rum", "Bacıyan-ı Rum" gibi türevleri ortaya çıkmıştır.

Anadolu'ya I. yüzyılda giren ve gelişen Hıristiyanlık, I.S. 4. yüzyılda çok yaygın durum gösterirken Anadolu'nun batı bölümü "Hellenize olmuş hıristiyan bir Anadolu görünümü" sergiler. Bunun da yanlış ve gerçek dışı toplumsal düşün ve kavram bütünlüğü sonucunda,  Turanlı-Türk Hıristiyan topluluklar,  Helen-Grek kökenli gibi gösterilmeye çalışılır. Bunun için de "Rum" sözcüğü paravan olarak kullanılır olur. Bu kavramın kökeni gerçekte  "Hellenistik Anadolu Uygarlığı"na kadar gitmektedir. Çünkü "Hellenistik" denen Anadolu Uygarlığı, Küçük Asyalılarla (Batı Anadolu), sömürgeci Yunanlıların birleşimi sonucu oluşur. Anadolu'da, Hellen kültürü içinde bütünleşen etnik toplumların ve tarih süreci içinde yerleşen Turanlı Türk Hıristiyan topluluklarının, genelde Orta Anadolu ve Pontus bölgelerinde yer aldıklarını görüyoruz.

Orta Anadolu Türk Hıristiyanlarına geçmeden önce, Pontus bölgesi ve Doğu Anadolu Türk Hıristiyanlığını ele alalım.

Fransız Akademisi üyelerinden Lebeau'ya göre, Pontus bölgesindeki halklar İranlılar, Yunanlılar ve Turanlılardır.

Aynı tarihçi, Pontus'ta oturan "Halibler"in de Turanlı olduklarını söylerken bu görüşü Dechelette ve Şemseddin Günaltay da destekler. Yine Pontus bölgesindeki önemli halklardan olan "Kolhlar"ın kökeni de Turanlı-Türk'tür! "Amasya Tarihi" kitabının yazarı Hüseyin Hüsameddin'e göre Kolh'lar, bir Kuman (Türk) oymağıdırlar.

İslamların "Kıpçaklar" dedikleri "Kuman" Türklerinden 220.000'in, Hıristiyanlığı benimsedikleri bilinmektedir.

Bu Hıristiyan Kuman Türklerinden bir bölümü, Müslüman Türklerin Anadolu'ya gelişlerinde onlara karışarak islamlaşmışlar, ancak birçokları da hıristiyan olarak kalmışlar, Ancak hıristiyan-ortodoks olmaları, ayrıca Yunanca da konuştukları için "Rum" olarak bilinmişler. Erzurum, Sivas ve Trabzon'un köylerinde oturan bu kişiler, gerçekten Kuman Türkleridirler.

Kolh-Kumanların Türk soyundan olduklarına ilişkin, Türk tarihçilerinden Rıza Nur da şunları söylüyor: "Kumanlar Oğuz içindeki öz Türk uyruklarındandırlar... Kumanlar, daha Asurlular zamanında, İ.Ö. 1183-1093 yıllarında Anadolu'nun Karadeniz kıyılarına kadar uzanan bölümünde oturmaktaydılar."

İşte Anadolu toprakları üstünde yaygın bir durum gösteren "Hıristiyan Anadolu Ortodoks Türkleri", yaygın ve egemen olan Hellen kültürü içinde aynı soydanmış gibi gösterilip ve "Rum" deyimiyle betimlenmeye çalışılmıştır her zaman için.

İlginçtir ki çoğu zaman Hıristiyan Türkler, Müslüman Arapların baskısı sonucu İslamlaşmışlar öbür yandan da "Rum" terimiyle Hellenmiş gibi gösterilmeye çalışılmışlardır.

Oysa Orta Anadolu ve Karaman bölgesi Türkleri gibi, Doğu Karadeniz Türkleri de hıristiyan olmuşlar ve İslamlık daha yokken, buralarını anayurt edinmişlerdir. Ancak Müslümanlığın bu bölgelere girmesi sonucu bir kısmı müslüman olmuş, diğer kısmı da hıristiyanlıklarını sürdürmüşlerdir.Ancak bu hıristiyan-ortodoks Türkleri de bir başka yıkım bekliyordu, o da Yunanlılık sonucunda alacakları paydı.

Zaten Bizans İmparatorluğunun tarihe karışmasıyla, birbirlerinden bağımsız Ortodoks ulusal patrikler de ortaya çıkmaya başlamış olduğundan, birinci dünya savaşının gerilimi içinde olan Anadolu Hıristiyan Ortodoks kiliseleri için de "Hellen" ve "Türk" yanlı çalkantılar başlamıştı.

Anadolu kökenli hıristiyanlar, dinsel inançları yönünden Hıristiyan Ortodoks olduklarını, ancak soyları yönünden hellen olmayıp Türk olduklarını, bundan dolayı kendileri için ayrı bir tinsel orun (ruhani makam) kurulmasının gerekli olduğunu ileri sürerek başvuruda bulundular.

11 Nisan 1921 tarihinde Vali S. Sami imzasıyla Kastamonu'dan Ankara'ya çekilen telgrafta:

"... öteki ilçelere ek olarak, Anadolu'da bir Türk Ortodoksluluğunun kurulmasını isteyen Taşköprü Rumlarının dilekçeleri de sunuldu" denmekteydi.

Yine bu konu kapsamı içinde "Kozmos" gazetesinin "Anadolu'daki Hıristiyanlar" başlıklı yazısıyla, Anadolu'da "Türk Hıristiyanları"nın bulunduğunu ileri süren "İkdam" gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey'in yazısına karşı tepki gösterdiğini ve yine o günlerde Anadolu Ajansının verdiği habere göre Trabzon Ortodoks Cemaatinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine bir telgraf çekerek Ankara'da bir Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurulmasından yana olduğunu belirten haberlerini de Doç. Zeki Arıkan'ın kayıtlarından anlıyoruz.

Ayrıca Dr. Sabahattin Özel'in araştırma sonuçlarına göre Ocak 1922'de Maçka Rumları adına Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına Hariciye, Dahiliye ve Adliye Vekaletlerine gönderilen yazıda şu ifadeler yer almaktaydı:

"... Anadolu'da tarihen dahi müspet olduğu üzre Rum Elenik namıyla hiçbir millet yoktur. Mevcut olan Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarca birlikte yaşayan Türk Ortodoks Rumlardır".

Türk Hıristiyanlar için ayrı kilise çalışmaları, aynı zamanda ve özellikle Orta Anadolu'da da başlamıştı. Bu çalışmalara önderlik eden kişi de "Romalıların hıristiyanlaştırdığı Turani-Türk boylarından olan", Türk asıllı dinsel önder Baba Eftim'di.

Kendisinin Keskin kazası metropolit vekili olduğunu, Türk asıllı olduğunu, Anadolu'nun türlü yerlerinde barınan Türk Hıristiyanlarla iletişim içinde olduğunu, kendisinin her zaman için bir "Türk Ortodoks“ Patrikhanesinin kurulmasından yana görüş ve çalışmalar içinde olduğunu da tarihsel kayıtlardan anlıyoruz.

Bu konuyla ilgili çalışmalar içinde Kayseri'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Adliye Bakanlığından izin alınarak kongrenin toplanmasına karar verilir. Kongre, Konya Metropoliti Prokobios, Gümüşhane episkoposu Yervasyos, ve Antalya episkoposu Meletiosün başkanlığında ayrıca Anadolu ve Trakya'daki 72 tinsel orunların katılımlarıyla, 21 Eylül 1922'de toplanır ve "Türk Ortodoks Patrikliği"nin temeli atılmış olur. Alınan kararların tutanağının altına da önderlik eden üç episkoposun ve Baba Eftim'in imzaları yer alır.

Zübeyir Kars'ın saptamalarına göre bu toplantıda Mutasarrıf Muammer Bey, Mevki Kumandanı ve Kalem Reisi Miralay Abdullah Bey, ayrıca bazı daire başkanlarıyla, daha sonraları mecliste Türk Ortodoks asıllı ve Eskişehir milletvekili olacak olan, Türk Ortodoks Kongresi azasından Umumi kâtip Bodrumi İstimad Zihni Özdamar Efendi de hazır olmuşlardır.

Dinsel etkinliğe başlayan "Kayseri Türk Ortodoks Patrikliği", dinsel özyapılı etkinlikleri yanında ulusal etkinliğini de her zaman göstermiştir. Bunu doğal ve olanaklı kılan etkenlerden biri de Hıristiyanlığın laik bir inanç olduğudur.

Hıristiyanlık inancı göksel kökenli olup, ona adını veren İsa'nın göksel kökeniyle açıklanır. İsa, yeryüzünde yaşadığı süre içinde salt Göksel Baba olarak tanımladığı varlığın, ölümsüz canlar amacına yönelik planını uyguladı ve hiçbir siyasal amaca önderlik etmedi. Çünkü kendi egemenliğinin göksel olduğunu bildiriyordu.

Bu nedenle kendisi laikliğin temeli olan "Sezarın hakkını Sezara, Tanrının hakkını da Tanrıya verin" tümcesini vermişti izleyenlerine. Bu kurala uyarlıkla davranan erken çağ Hıristiyanlık önderleri de, İncil'i oluşturan kitaplar içine buna koşut (paralel) bölümleri koymakta gecikmediler. Örneğin Tarsuslu Eren Pavlus İncil'de yer alan Romalılara yazdığı mektubunda, şu göksel esinli sözlere yer veriyor:

"Herkes başta bulunan yetkelere bağımlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yetke yoktur. Var olanları da Tanrı atamıştır. Bu nedenle yetkeye karşı direnen, Tanrı'nın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler de kendilerine yaraşan yargıyı giyeceklerdir. Çünkü iyi iş yapanların, yöneticilerden korkusu yoktur, kötü iş yapanlar korkarlar. Yetkeden korkmamak ister misin? Öyleyse iyi iş yap, onun övgüsünü kazanırsın. Çünkü o senin yararına Tanrı'ya hizmet etmektedir. Ama kötü iş yaparsan kork, çünkü yetke kılıcı boş yere kuşanmamıştır. Kötü iş yapana gerekli yargıyı saptamak için Tanrı'ya hizmet etmektedir. Bu nedenle, baştaki yetkelere bağımlı olmak zorunludur, salt yargılanma korkusundan değil, bulunç (vicdan) bakımından da. Vergi ödemenizin nedeni de budur. Çünkü yöneticiler, atandıkları işi yerine getirirken, Tanrı'nın görevlileri olarak çalışırlar.

Herkese ne gerekiyorsa onu verin: Vergi toplayana vergi, gümrük kesene gümrük, saygı gösterilmesi gerekene saygı, onur yaraşana da onur." İncil, Romalılar 13:1-7

Yine aynı elçi, İncil'in Titus mektubunda şunları söylüyor:

"Başkanlara ve yetkelere bağımlı olmalarını, onları dinlemelerini, her iyi işe hazır olmalarını topluluğa anımsat". İncil, Titus  3:1

Ve yine aynı elçinin bu kez, öğrencisi Timoteos'a doğrulttuğu ve İncil'in I. Timoteos mektubunda yer alan şu sözleri de çok önem taşımaktadır:

"Öyleyse, her şeyden önce şunu öğütlerim: Tanrı'ya tüm insanları içeren dilekler, dualar, içten istekler, teşekkürler sunulsun. Bunlar, hükümranları ve tüm başta bulunanları da içersin. Böylece tanrısayarlığa ve saygınlığa yaraşır gürültüsüz, patırtısız, sessiz sedasız bir yaşam sürelim. Kurtarıcımız Tanrı'nın önünde erdemli davranış, beğenilir tutum budur". İncil, 2. Timoteos 2:1-3

Hıristiyanlık kilise tarihi içinde bir erken çağ önderi olarak görünen Pavlus'un yanında, yine aynı düzeydeki önderlerden olan ve İlk Antakya gözetmeni olarak bilinen Elçi Petrus da, İncil'de yer alan birinci mektubunun içine şunları yazmıştı geçmişte:

"Rab saygısı adına: insanlarca kurulan her düzene bağımlı olun. Başta bulunan kişi olması nedeniyle devlet yöneticisine, suçluları tüze (adalet) karşısına çıkarmak ve iyilik yapanları övmek için onun tarafından görevlendirilen kişiler olmaları nedeniyle valilere.

Tanrı'nın istemi şudur: İyilik yaparak akılsız kişilerin bilgisizliğini susturun. Özgür kişiler olarak yaşayın. Özgürlüğü kötülük örtüsüne dönüştürmeyin. Bunun yerine Tanrı uşakları gibi davranın. Herkese değer verin. Kardeşlik birliğini sevin. Tanrı'dan korkun. Devlet Yöneticisine saygı gösterin". İncil, I.Petrus 2:13-17 

İşte hıristiyanlığın temel inançlarının bir bölümü olan ve her hıristiyana uygulama zorunluluğu getiren bu laik kurallar, her zaman için Hıristiyan Ortodoks Türklerce yerine getirilmiş, tümü de Ulusal Mücadeleye katılarak, dinsel önderleri, ve sonradan İstiklal Madalyası hamili olan Baba Eftimle birlikte Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında mücadele etmişlerdir.

Büyük Taarruzdan önce ilk Büyük Millet Meclisi yapısının bahçesinde ve halk önünde yapılan ulusal miting sırasında Mustafa Kemal'in önünde ve Meclis yapısının duvarı üstünde duran Türk-Ortodoks önder Baba Eftim, Kutsal Kitabın içinde yer alan "Davut ve Golyat" konusunu ele alarak ve:

"Düşmanlarımızın herşeyi var, ancak bizim silah ve cephanemiz yok. Fakat göğsümüzde imanımız var, mutlaka kazanacağız. Yaşasın muzaffer Türk Ordusu ve asil Türk Milleti" 

diye haykırarak, Ulusal mücadeleyi desteklemiştir. Bu sözleri haykırdığı zaman sesi kısılan Baba Eftim için Atatürk şöyle bağırmıştı çevredekilere:

"Baba Eftim Efendiye su verin".

Ancak bu iyi ilişkiler böyle sürmemiş, bir süre sonra Anadolu Türk Ortodoks Hıristiyanlığı için kara bulutlar görünmeye başlamıştır.

Ulusal mücadele kazanılmış, saltanat yıkılmış, Yüce Türk ulusu için ışıklı günler gözükmüştür artık.

Bu arada Lozan Antlaşması görüşmeleri sonunda varılan, 30 Ocak 1923 günlü sözleşme ve protokol hükümleri çerçevesi içindeki anlaşmaya göre Anadolu'daki Hıristiyan Ortodokslar, ırklarına ve kişisel isteklerine bakılmaksızın karşılıklı değişime tabi tutularak Yunanistan'a gönderildiler. Türk soyundan gelen bu hıristiyan topluluğun, kendi öz toprağından koparılıp, yabancı ülke toprağına gönderilmelerinin kökeninde, sözleşmelerde ölçüt olarak "din" konusunun yer alması ve "ırk"tan söz edilmemesi yatıyordu.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'in yorumuna göre, Anadolu Türk Hıristiyanlarının Yunanistan'a sürülmesi, "Atatürk'ün bir yanlışı ve tarihle gereği kadar uğraşamamasıdır".

Prof. Eröz, Hamdullah Suphi'nin, bu gerçeği Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmasında dile getirdiği ve Atatürk'ün de "hata işledik" dediğini söylenti olarak, yapıtının son sözünde kaydeder.

Mahmut R. Kösemihal'sa, Anadolu Hıristiyan Türklerinin zorunlu göçüne değinerek şunları söyler:

"Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, önce umumi harpten evvelki menfi. Yunanistan'dan gelen Elenizm propagandaları, sonra da mübadele, bir miktar Türk unsurunu (Ortodoksturlar diye) Yunanistan'a göçtürdü."

Bu acıklı konuyla ilgili olarak Tanrıöver, üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'la aralarında geçen şu konuşmaya, anılarında yer veriyor:

CELAL BAYAR-Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?

TANRIÖVER-Ne idi?, biliyorsunuz ben burada yoktum, lütfen anlatın, dinliyorum.

CELAL BAYAR-Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı.

Tanrıöver, bu anısını, Bayar,'ın şu sözleriyle bitiriyor:

"Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar Özbeöz Türktür dedim, kendisine kitaplar gösterdim, fakat dinlemedi."

Sonuç hiç de iç açıcı değildi Hıristiyan Anadolu Türkleri için. Ulusal mücadeleye canla başla katılan bu vatanın çocukları başka bir ülke toprakları üstünde yaşamlarını sürdürürken, kendilerine "Turko Sporos" yani "Türk tohumu" denilecekti.

Anadolu Türk Ortodoks Patrikliği, bu birinci darbe sonucunda binlerce üyesini yitirdi. Türk Ortodokslar Anadolu'da değildiler artık. Yalnız Baba Eftim ve aile bireyleri zorunlu göçten ayrı tutuldular, ancak Anadolu'da- Hıristiyan Türk Topluluğu kalmadığı ve bunun sonucunda da dinsel görev alanı kapandığı için İstanbul'a gelip yerleştiler.

İstanbul'daki Grek Ortodoks Patrikliğiyle olan olumlu ya da olumsuz girişim, ilişki ve gelişmeler, konumuzun dışında olduğundan Baba Eftim ve çevresinin "Türk Hıristiyan" bileşimli gelişme ve oluşumlarına vereceğiz dikkatimizi . O ana dek prezbiterlik dinsel aşamasına sahip olan Baba Eftim'in, 18 Mart 1926'da, Karaköy'deki Merkez Meryem Ana kilisesinde yapılan bir törenle, episkoposluk aşamasına eriştiğini görüyoruz. Baba Eftim'e el koyarak kutsayan ve aşamasını yükselten episkoposlar sırasıyla: Kayseri Metropoliti Arnarsiyos, Erdek Metropoliti Kirillos, ve Adalar Metropoliti Agatangelos'turlar.

Kayseri'den İstanbul'a taşınan Türk Ortodoks Patrikliği, kendisine bağlı olan Baba Eftim aile çevresi ve Galata Merkez Grek Ortodoks topluluğunun katılımlarıyla kendisini toparlarken, bir başka dinamik Türk Ortodoks topluluğu da kilise bütünlüğü içinde yerini almakta gecikmedi. Bunu da gerçekleştiren kişi, tanınmış devlet adamlarımızdan ve Türk Ocakları'nın tanınmış hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver olacaktı.

Uzun yıllar (1931-1944) Romanya'da büyükelçilik görevini yürütmüş olan Hamdullah Suphi, bu görevi sırasında Romanya'nın birçok yerini gezerek, oradaki Türklerle yakından ilgilenmişti. Kendisi bir şair arkadaşına şu sözleri aynen söylemişti: 

"İşte şu gördüğün dere bu kasabayı ikiye bölüyor. Bunlardan biri Müslüman, diğeri Hıristiyan Söğütçesidir. Her ikisinde aynı iklim, aynı coğrafya, aynı ırk, aynı tabii imkânlar mevcuttur. Ayrıldıkları tek nokta dindir. Biri Müslüman, diğeri Hıristiyandır."

Hamdullah Suphi'nin isteklerinden biri de Romanya'daki Hıristiyan Türkleri, Marmara, yöresine yerleştirmekti, İkinci dünya savaşının çıkması sonucunda Basarabya'nın 1940'da, Dobruca'nın da 1944'de işgal edilmeleriyle bu istek gerçekleştirilemedi.

Ancak Hamdullah Suphi 1935 yılında onu kız toplam yetmiş genci Romanya'dan getirip, çeşitli okullara yerleştiriyor. Öğrenimlerini başarıyla sürdüren bu Türk Hıristiyan gençleri için o zamanın Bakanlar Kurulu da Nüfus kayıtları yönünden 16 Eylül 1943'te karar alarak, bu konuyla ilgili İç İşleri Bakanlığının önerisini onaylıyor.

Buna göre Romanya'dan gelerek Türkiye vatandaşlığına geçmiş olan Hıristiyan Türklerin nüfus cüzdanlarındaki din ve mezhep bölümlerine yazılan "Hıristiyan Ortodoks" kaydının yerine kendilerinin Türk ırkından olduklarını ve öbür ırklardan olan Ortodoks vatandaşlardan ayrı olduklarını belirtmek için öncekinin yerine "Türk Ortodoks sözcüklerinin yazılması kararlaştırılıyor.

Bu olumlu gelişmeler ışığında okul ve kilise yaşamlarını sürdüren gençler her pazar günü kilise korosuna katılıp hıristiyan tapınışlarını sürdürüp Türkçe tinsel ezgiler seslendiriyorlar. Baba Eftim'se onlara tinsel (ruhani) babalık görevini uygulamaktan geri kalmıyor.

Bunların tümü de okullarını bitirip iş aramaya koyulduklarında karşılarına onur kırıcı bir engel çıkıyor. O da hıristiyan olmaları. Yaşam sorunuyla karşı karşıya kalan Türk Hıristiyan gençlerini bekleyen acıklı durumda en kısa zamanda gerçekleşiyor. Yani yaşamlarını sürdürebilmek için İslamlığa yönelip, İslam kızlarla evlenmek... 

Lozan Antlaşması gereği Türk Hıristiyan binlerce Anadolulu'yu yitiren Baba Eftim, bu ikinci darbeyi de yetmiş çocuğunun zorunlu islamlaşmasıyla yemiş oluyor.

Bunun sonucu Baba Eftim, Hamdullah Suphi'yi arıyor ve şu sözleri söylüyor ona:

"Hamdullah Bey, hani ya benim yetmiş kişilik cemaatim. Müslümanlığın defterinde yetmiş kişi mi eksikti?."

Tüm topluluğunu yitirerek bir tinsel  anıtı  andıran Türk Ortodoks Patrikliği için, tarihçi Barker:

"Bugün Türkiye'deki Türk Ortodoksların sayısı çeşitli nedenlerle sıfıra yaklaşmıştır".

Anlatımını kullanmaktadır.

Anadolu Hıristiyan Türklüğü içinde özel bir yer tutan "Karamanlılar'a ilişkin ayrıca durulması gerektiğine inandığımızdan, şimdi bu konuya geçiyoruz.


KARAMANLILAR


Şimdiye dek ele aldığımız Orta Asya, Kuzey Karadeniz, Doğu Avrupa ve bundan sonra ele alacağımız Gökoğuz, Türklerinin, Turanlı Türk kökenlilikleri ve Türk özyapısına ilişkin olumlu ve kuşku götürmeyen sonuçlar ayrıca Macar, Bulgar, Fin Ogor gibi Türk kökenli olup da, Türklük özyapılarını yitirmiş olan toplulukların yanında Karamanlılar özel bir yere sahiptirler. Şöyle ki Türklük ve Hellenlik kavramları arasında yerlerini bulabilmiş değillerdir. Bu nedenle bunları Anadolu Türk Hıristiyanlığı gerçeği içinde ayrı olarak incelemek gerekiyor.

Bu incelemeyi yapmadan önce bulundukları yerleri görmeliyiz. Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girdiği,1922 yılında dek Karamanlılar Anadolunun şu kentlerinde çoğunluktaydılar: Konya, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Ankara, Trabzon, İzmir, İstanbul.

Tarih araştırmacısı Şoysü ise, onların 1924 yılına dek kendi öz topraklarında kaldıklarını ve önceki yerlere ek olarak Aksaray, Ihlara Koyağı, Peristrama, Ürgüp, Göreme, Derinkuyu, Akşehir, Ereğli, Ermenek, İçel, Antalya, Fethiye'de yaşadıklarını yazmaktadır.

Ünlü Türk gezgincisi Evliya Çelebi de bu tür hıristiyanlara Alanya ve Antalya'da rastladığını yazmaktadır. Onun bu konudaki anlatımı şöyledir:

"Alanya-Kadim eyyamdan beru Urum(Rum) keferesi bir mahalledir... amma asla urum lisanı bilmeyub, batıl Türk lisanı bilirler.

"Antalya... ve dördü Urum Keferesi mahallesidir, amma keferesi asla urumca bilmezler. Batıl Türk lisanı üzre kelâmet ederler."

Karamanlı olarak bilinen bu Hıristiyan Ortodoks toplumun ırksal kökenleri üstündeki düşüncelere geçmeden önce, tümünün de yalnız Türkçe okuyup yazdıklarını görüyoruz . Kullandıkları alfabenin de Grekçe olmasıysa, bu konuda belirtilecek salt (mutlak) görüşlere set çekiyor.

Gerçekten Türkçeden başka dil bilmeyen Karamanlılara ilişkin veriler her zaman bulunmuştur. Evliya Çelebi'nin yanında şu önemli tarih yazarlarımız da, bu yönde tanıklıkta bulunmaktadırlar.

Avram Galanti, kendi yazdığı "Ankara Tarihi" yapıtında şunları söylüyor: "Antalya Rum halkı bundan seksen yıl önce (yani 1870'lerde) Yunanca bilmezdi. Bunu bundan elli yıl önce (yani 1900'lerde Rodos'ta bana Yunanca ders veren Nicolaidis söyledi. Nicolaidis, Antalya'da en evvel Yunanca okutan öğretmen oldu. Bu öğretmen bana: 'Antalya'ya geldiğim zaman Rumlar yunanca bir harf bilmezlerdi' dedi". "

Karamanlıların çok iyi Türkçe konuştukları bilinen bir gerçek. Bu konuda Hamdullah Suphi Tanrıöver anılarında, Antalya ve yöresinde bulunan ve "Hıristiyan Türkler" olarak tanımladığı bu topluluktan bir çok sözcük öğrendiğini yazar. Kendisinin 1920'li yıllarda Antalya'da oturduğu evinin karşı evinde bulunan bir annenin, çocuğunu şu sözlerle uyuttuğunu yazar:

"Uyusun yavrucak ninni,

Uyusun has tomurcuk ninni".

Hamdullah Suphi bu temiz Türkçeyi över ve anısını şu tümceyle bitirir:

"İtiraf ederim ki, ben Antalya'nın bu ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim".

Karamanlıların Türkçesiyle ilgili olarak, Cumhuriyet dönemi tanınmış devlet adamı ve tarihçilerimizden olan Abdülkadir Baykurt Cami de, yazılarında geniş yer ayırır. Onun kanısına göre İstanbulluların "Karamanlı Rum" diye öbürlerinden ayırt ettikleri bu Hıristiyan topluluk, Yunan dilini hiç bilmediği gibi, katıksız, üstelik Müslüman Türklerden daha temiz bir. Türkçe konuşmakta, kendilerine özgü kiliselerinde Türkçe dille tapmış sunmakta, kendilerine özgü dinsel kişilerin Türkçe dinsel tapınışlarını izlemektedirler.

Ana dilleri Türkçe olan, Türkçe konuşup (üstelik Müslüman Türklerden daha temiz) yazan, Türkçe Hıristiyanlık tapınışı sergileyen Karamanlıların ırksal kökeni üstündeki tartışmalar ve görüşlerse günümüze dek sürüp gitmektedir.

Bu düşünceler içinde Türk yanlısı ve Hellen yanlısı iki ayrı görüş çarpışmaktadır. Hellenist görüşe göre Karamanlılar "Türkleşmiş Rumlar" , "Türkçe konuşmak zorun da bırakılanlar" dır . Kısacası bu topluluk Hellen ırkındandır ve Türkçe konuşmak zorunda bırakılmışlardır.

Yirmialtı yıllık araştırmalarımızda, Hellen kökenli dostlarımıza yönelttiğimiz soruların tümüne de yanıt olarak Karamanlıların Hellen kökenli oldukları doğrultusunda yanıt aldık.

Bu konunun aydınlatılmasına yönelik düşünceleri sıralamadan önce Yorgi adında bir Karamanlı Ortodoksun, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, kendi oğluna yazdığı vasiyetnamesinden bazı kısa bölümleri burada sunuyoruz:

"...Ben Karamanlı öyle bir Rum idim ki, dünyada müslümanlar kadar kimseyi sevmezdim... O sırada köye bir Yunanlı geldi, gizli gizli Rum halka, ömrümüzde duymadığımız, bilmediğimiz şeyler söylüyordu. Bunlar bizim eski atalarımızın adlarıymış.

...Ah kör olsun beni başdan çıkaran o Yunanlı hınzır..."

Bu tarihsel kayda bakarak Karamanlı bir Rum'un, Yunanlıyı, yani kendi ırkını kötülediğini görüyoruz. Oysa bugüne dek ne görülmüş, ne duyulmuş ne de geçerli bir tarihsel kayıt bulunmuştur ki , Hellen kökenli biri Hellenliği kötülesin. Eğer bu kaydın doğruluğunu benimsersek, bu durumda Karamanlıların, en azından Hellen ırkından olmadıkları sonucu çıkmaktadır.

Karamanlıların Hellen ırkından olmadıkları görüşünü savunan bir belgeler topluluğu da, "Anadolu'da Ortodoksluk Sadası" adlı gazetedir.

1922-1923 yılları arasında ve yalnız 16 sayıyla yayın yaşamını sürdüren gazetenin" Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine bağlı "Tüm Anadolu Türk Ortodoksları Kilise Kongresi"nin organı niteliğinde olduğu, Anadolu Rumlarının Yunanlılıkla ilgilerinin bulunmayıp, soyca (ırken) Türk oldukları görüşünü savunduğu da, içeriklerinden anlaşılmaktadır. Bu durum ışığında Karamanlıların, Türk soylu oldukları görüşü de, daha çok Türk asıllı düşünürlerce ileri sürülmektedir. "Daha çok" deyimini kullanıyoruz, çünkü Türk asıllı olmayan bazı düşünürler de, onların Türk kökenli olduklarında görüş birliği içindeler. Örneğin Prof. J. Eckmann'a Karamanlılar, Hıristiyanlığı benimsemiş Selçuklu Türkleridir.

Yine bu konuda bir yetke sayılan Atanas Manof,:

"Gagauzların Türk-Oğuz kavminden hıristiyanlar oldukları gibi, Karamanlıların da Türk kökenli ve Türkçe konuşan hıristiyanlar oldukları” görüşünü ileri sürmektedir.

Bu ikinci görüşe göre Karamanlıların, Anadolu'ya ilk gelen Türk boylarından oldukları sonucu çıkmaktadır. Bu sonuca destek verici nitelikli kayıtlar arasında "Şeriye sicilleri" ve "Tahrir defterleri"nde görülen öz Türkçe özel adlar da katkı verir nitelikli birer döküman sayılabilirler.

Türk yanlı görüş kapsamında olarak yine Karamanlıların, Selçukluların Anadolu'yu ele geçirmelerinden önce, Bizans İmparatorluğu içinde yerlerini almış olan Peçenek Türkleri'nin ayrıca Selçuklularla birlikte Anadolu'ya gelen ve Şaman inanışını koruyarak yerli unsurlarla ilişkileri sonucunda, hıristiyanlığı benimseyen Türk boylarının soyundan oldukları görüşü de bir sonuç yorumu olarak söz konusu edilebilmektedir.

Anadolu Türk Hıristiyanlığı üstünde en iyi araştırmayı yapıp, bir kitap olarak sunan Baykurt Cami'yse Karamanlıları ele aldığında, bunlara ilişkin antropolojik eksiksiz bir araştırmanın daha yapılmadığını söylemektedir.

Onun "dil" ağırlıklı savlara bağlı kalarak Hellen yanlı görüşler sunmak isteyenlere karşı şöyle bir sonuç çıkardığını görüyoruz yapıtında:

"Dil birliği tanıtını geçersiz kılmak isteyenler: 'Bu topluluk katıksız Yunanlıdırlar ve Türk egemenliğinin baskısı altında, ulusal dillerini unutmuşlardır' diyorlar. Oysa gerçek Hellad ülkesi de içinde olarak, tüm eski rumluk yüzyıllarca, aynı egemenlik altında ve aynı hükümet elinde kaldı. Böyle olduğu halde Anadolu'nun kıyı yörelerinde ve adalarda bir sözcük bile Türkçe bilmeyen başka rum topluluklarının var olması, bu savı kökünden yıkmaktadır."

Yine Cami'ye göre Karamanlılar, Selçuk Türkleri'nin Anadolu'ya girmelerinden çok önce var olup Rum (yani Bizanslı) idiler, fakat Hellen değillerdi... Bir Osmanlı İmparatorluğu vardı, fakat etnografya bilimine göre bir Osmanlı ırkı yoktu... Bir Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu vardı, fakat bir Bizans (Rum) ırkı yoktu.

Bu düşünceler ışığında Karamanlılara "Hellen" diyebilmenin ne denli doğru ve yerinde olabileceği, bu konuda yetke olan kişilere bırakılmalıdır. Bu türdeki kişilerin görüşlerini, kendi beş ciltlik yapıtının bir yerinde bir geniş dipnot şeklinde eleştiren Avcıoğlu, şu türde bir açıklama getirir:

"Bazı tarihçilerimiz, konuştukları Türkçenin saflığını ileri sürerek bunların (Karamanlıların) Türk Hıristiyanlar olduğunu, hatta Anadolu'nun en az dörtbin yıllık Turan halklarını barındırdığını yazmışlarsa da, bu konuda sağlam bir kanıt yoktur. Dilleri Türkçe, dinleri hıristiyan olan bu grup, Cumhuriyetten sonra Rum sayılıp Yunanistan'a göçtürülmüşlerdir. Yalnızca hıristiyan oldukları için Türklüğü kabul edilmeyen, fakat kendilerini de Yunanlı saymayanların değişimi tartışılmıştır."

Dido Sotiriyu'dan Attila Tokatlı'nın çevirdiği "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" romanı, bu dramı yansıtır.

Bernard Lewis, 1924-1930 karşılıklı değişimini, Türk-Grek değişimi değil, Grek Ortodoks-Osmanlı İslam değişimi sayar, "vatana kavuşma değil, gurbete sürgün" der. Kemal Karpat'sa, milliyetçiliğe yönelmiş laik Türkiye'de, dinin ölçü alınmasındaki çelişkiyi belirtir. Karpat'a göre, Slav kökenli ve Türkçe konuşmayan Pomak, Bosnalı, Hersekli, İslam olduğu için Türk kabul edilmiş; Hıristiyan, fakat Türk kökenli Türkçe konuşan Gagauzlar Türk kabul edilmemiştir. Türkçe konuşan Anadolu Hıristiyanlarıysa, Yunanistan'a gönderilmişlerdir.

Yukarıdaki sonuçlara göre "Karamanlı Rum" olarak betimlenen toplum ve kişilerin üstündeki etnik tartışmaların sürmesi kaçınılmaz görülüyor. Öbür yandan "Karamanlı Rum" topluluğu bireyleri, etnik kökenleri sorulduğunda, ne "Türk" ne de "Hellen" karşılığını verirler.

Kendilerini betimleyen şu dörtlük bile onların ne kökenli olduklarını açıklamaya yeterli değildir:

"Gerçi Rum isek de, Rumca bilmez, Türkçe söyleriz. Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz, Öyle bir mahludi hattı tarikatımız vardır, Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram eyleriz".

Karamanlılar, Grek alfabesiyle yazılmış birçok yazınsal yapıtlar da bırakmışlardır. Bunlardan bazılarının adlarını ve yıllarını burada" veriyoruz:

"Gülzar-ı iman-ı Mesihi", Katekizm, İstanbul 1718 "Antalya'lı Serâfim'in Pazar Vaazları", İstanbul 1756 "Aziz Apostolların Amelleri", İstanbul 1811 "Türkçe-Yunanca Sözlük", İstanbul 1805 "Tarih-i Osmani/N. Th. Sullides, 1874

"Seyreyle Dünyayı" Evangelinos Missailidis, 1871-1872 ve 1986

Ayrıca birçok gömüt (mezar) taşları ve kilise yazıtları  Karamanlıların ayrıca 1851-1914 yılları arasında "Gazetayı Anatoli" (Anadolu Gazetesi)'yi de, önce haftada iki, sonraları da üç gün yayınladıklarını biliyoruz. 




YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 

Geçmişte ve Günümüzde

17 Kasım 2024 Pazar

İLMİHAL-22 / ORUÇ-3

 


ORUCUN ÇEŞİTLERİ


Hanefîler'e göre diğer ibadetler gibi oruç da farz, vâcip ve nâfile çeşitlerine ayrılır. Bu üçlü ayırım Hanefîler'in, dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz ve vâcip şeklinde iki kademeli bir ayırıma tâbi tutmuş olması sebebiyledir. Diğer mezheplerde "vâcib" terimi ise her iki kategoriyi de içine alır. Nâfile ise farz ve vâcip dışında kalan dinî ödevlerin genel adıdır.


A) FARZ ORUÇ


Farz olan oruç denince, ramazan orucu kastedilir ve zaten tayin edilmiş, önceden belirlenmiş (muayyen) olan oruç da budur. Mazeretli veya mazeretsiz olarak tutulamadığı zaman, başka bir zaman kazâ edilmesi de aynı şekilde farzdır.

Bunun dışında bir de kefâret olmak üzere tutulan oruç vardır. Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken kefâret orucu yanında ayrıca, zıhâr, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olma (halk) ve yemin için tutulacak olan kefâret oruçları da farz oruç kapsamında değerlendirilmiştir. Kefâret orucu, yapılan bir hatanın cezası veya telâfisi anlamını taşıdığından kişi için baştan belirlenmiş bir yükümlülük olmayıp, buna sebebiyet vermesi halinde gündeme gelebilen ârızî bir yükümlülük niteliğindedir. Bu bakımdan ramazan orucu "muayyen farz", diğerleri ise "gayr-i muayyen farz" olarak nitelendirilir. Ramazan orucu sadece belirli bir vakitte, yani ramazan ayında tutulabilirken, diğerleri oruç tutmanın mubah olduğu her zaman tutulabilir.

Ramazan orucunun kazası da istenilen mubah günlerde tutabilir. Fakat İmam Şâfiî'nin kazâya kalan orucun aynı yıl içerisinde kazâ edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü de dikkate alınarak, herhangi bir sebeple kazâya kalan orucu mümkün olan en kısa zamanda tutmaya çalışmak uygun olur.


B) VÂCİP ORUÇ


Nezir (adak), kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı kendisi için bir yükümlülük haline getirmesidir. Kişi, oruç tutmayı adamışsa, bu adak orucunu tutması vâciptir. Adak adanırken, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, meselâ falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vâcip olur ve orucun belirlenen günde tutulması gerekir. Nezredilen itikâf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen vâcip sayılır. Orucun tutulacağı gün belirlenmemişse gayr-i muayyen vâcip olur ve dilediği mubah bir günde tutabilir.

Başlanmış nâfile bir orucun bozulması durumunda bunun kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâciptir. Mâlikîler ise kazânın farz olduğunu söylemişlerdir. Şâfiî'ye ve Mâlik'ten başka bir rivayete göre ise, nâfile orucun kazâsı gerekmez.


C) NÂFİLE ORUÇ


Farz ve vâcip olan oruçların dışında tutulan oruçlar nâfile oruç olarak isimlendirilir. Nâfile, gereksiz anlamına değil, farz ve vâcip olanın dışında, kısaca gerekenin dışında yapılan anlamına gelir. Daha fazla sevap kazanmak maksadıyla yapıldığı için tabir câizse nâfile ibadet, bir bakıma fazla mesai yapmaktır. Nâfile oruçların sünnet, müstehap, mendup veya tatavvu olarak adlandırıldıkları da olur.

Nâfile oruç, mubah olan tüm günlerde tutulabilir. Ancak bazı günlerde oruç tutmak daha faziletli görülerek bugünlerde oruç tutmak sünnet veya mendup kabul edilmiştir. Peygamberimiz'in sıklıkla oruç tuttuğu veya oruç tutulmasını tavsiye ettiği günler, kısaca oruç tutmanın mendup kabul edildiği belli başlı günleri görelim.


Oruç Tutmanın Mendup Olduğu Günler 


1. Şevval Orucu.


Ay takviminde ramazan ayından sonraki ay, şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha faziletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı olarak tutmak da mümkündür. Kazâ veya adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevap elde edilir. Peygamberimiz'in, ramazanı oruçla geçirip buna şevvalden altı gün ilâve eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı yönündeki ifadesini (Müslim, "Sıyâm", 204), "Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır" (el-En`âm 6/160) âyetiyle birlikte değerlendiren kimi âlimler, bire on hesabıyla, ramazan orucunun on aya, altı gün şevval orucunun da altmış güne karşılık olduğunu ve bu suretle bütün yılın oruçlu geçirilmiş sayılacağını söylemişlerdir.


2. Aşure Orucu.


Muharrem ayının onuncu gününe "âşûrâ" denilir. Hz. Peygamber'in bugünde devamlı olarak oruç tuttuğu rivayet edilmiştir. Fakat sadece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veya bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir. Bir rivayete göre Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını görünce, bu orucun anlamını yani ne için tutulduğunu sormuştu. Yahudiler, bugünün büyük bir gün olduğunu; Allah'ın Mûsâ'yı ve İsrâiloğulları'nı düşmanlarından bugünde kurtardığını ve Mûsâ'nın bu sebeple bugünde oruç tuttuğunu, kendilerinin bugünde oruç tutmalarının da bundan kaynaklandığını söyleyince, Peygamberimiz "Ben Mûsâ'ya sizden daha yakınım" demiş ve bugünlerde oruç tutulmasını emretmiştir (İbn Mâce, "Sıyâm", 41). Aşure orucunu Câhiliye döneminde Araplar'ın tuttuğu ve Hz. Peygamber'in de ramazan orucunun farz kılınmasına kadar bu orucu tutmayı emrettiği rivayetleri de vardır (Müslim, "Sıyâm", 116). Daha sonra ramazan orucu farz kılınınca aşure orucu bir yükümlülük olmaktan çıkarılmış, fakat aşure günü oruç tutulması tavsiye edilmiş ve bugün oruç tutmak sünnet olarak devam etmiştir.


3. Her Ay Üç Gün Oruç.


Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehap kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabına göre bugünlere "eyyam-ı bîd" denir. Peygamberimiz'in özellikle ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivayeti (Müslim, "Sıyâm", 181-182) yanında Hz. Âişe'nin, Peygamberimiz'in her ay üç gün oruç tuttuğuna dair rivayeti de bulunmaktadır.


4. Pazartesi-Perşembe Orucu.


Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz'in pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevaben de "İnsanların amelleri Allah Teâlâ'ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum" (Ebû Dâvûd, "Savm", 60; İbn Mâce, "Sıyâm", 42) dediği rivayet edilmektedir.


5. Zilhicce Orucu.


Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü kurban bayramının ilk günüdür. Peygamberimiz'in zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmayı sürdürdüğü rivayet edildiği için zilhiccenin ilk dokuz gününün, yani kurban bayramından önceki dokuz günün oruçlu geçirilmesi müstehaptır. Fakat sıkıntıya ve halsizliğe sebep olacağı gerekçesiyle, hacda olanların 9. günü (arefe günü) oruç tutması mekruh görülmüştür. Peygamberimiz arefe gününün faziletine ilişkin olarak "Arefe gününden daha çok Allah'ın cehennem ateşinden insanları âzat ettiği bir gün yoktur" buyurmuş, yine "Arefe günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği Allah'tan umulur" dediği (Müslim, "Sıyâm", 196-197) nakledilmiştir.


6. Haram Aylarda Oruç.


Haram aylar olarak anılan zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında, perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.


7. Şâban Orucu.


Şâban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz en çok orucu şâban ayında tutmuş, şâban ayının tamamını oruçla geçirdiği olmuştur. Fakat, pazartesi-perşembe veya her ay üç gün ve benzeri gibi tutulagelen mûtat oruç dışında şâban ayının ikinci yarısında oruç tutmak bazı âlimlerce mekruh kabul edildiği gibi, Şâfiî mezhebine göre haram sayılmıştır.


8. Dâvûd Orucu:


Gün aşırı oruç tutmak yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından "savm-ı Dâvûd" olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın faziletli olduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında "En faziletli oruç Dâvûd'un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı" demiştir. Sahâbeden Abdullah b. Amr, "Ben daha fazlasını tutabilirim" deyince, Peygamberimiz bunun faziletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir (Müslim, "Sıyâm", 187-192). Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en faziletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.

Yukarıda belirtilen günlerde oruç tutmanın fazileti ve kişiye kazandıracağı sevaplar konusunda birçok hadis rivayet edilmiştir. Oruç tutmanın tavsiye edildiği günler incelendiğinde bunların belirlenmesinin gelişigüzel olmayıp, belli bir periyoda göre düzenlendiği görülür. Bu bakımdan oruç tutmanın ruhî ve bedenî yararları göz önüne alındığında yılın belli zamanlarında oruç tutmak oldukça yararlı, tutulacak oruçları Peygamberimiz'in önerdiği günlerde tutmak ise oldukça sevaplıdır. Bununla birlikte, oruç tutulması haram ve mekruh olmayan günlerde kişi kendi durumuna ve tercihine göre istediği zaman nâfile oruç tutabilir.


D) ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER


Dinimizde, oruç tutmanın emredildiği, tavsiye edildiği günler olduğu gibi, oruç tutmanın yasaklandığı veya hoş karşılanmadığı günler de vardır. Bazı belli günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayışının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Yasağın mahiyetine ve ağırlık derecesine göre, bugünlerin bir kısmında oruç tutmak haram veya tahrîmen mekruh sayılırken, diğer bir kısmında ise tenzîhen mekruh sayılmıştır.

Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi ramazan bayramının birinci günü, diğeri kurban bayramı günleridir (Buhârî, "Savm", 67). Ramazan bayramının sadece birinci gününde ve kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh). Bugünlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayıp yasaklanmasının anlamı açıktır. Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir "genel iftar ziyafeti" hükmündedir ve bu anlamından ötürü ona "fıtır bayramı (iftar bayramı)" denilmiştir. Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah'ın sembolik ziyafetine katılmamak anlamına gelir ki bunun en azından edep dışı olduğu ortadadır. Allah için kurbanların kesildiği kurban bayramı günleri de ziyafet günleridir. Peygamberimiz teşrik günlerinin yeme, içme ve Allah'ı anma günleri olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Savm", 50).

Hayız veya nifas halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi günah işlemiş olurlar. Onlar bugünlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler. Esasen şevval ayından altı gün oruç tutmanın tavsiye edilmesinin altında, kadınların ay hali nedeniyle tutamadıkları oruçları derhal kazâ etmelerine bir fırsat hazırlama düşüncesi bulunmaktadır. Şevval orucunun erkekleri de içine alacak şekilde genelleştirilmesi ise, hem kadınların bu durumlarının dikkatten kaçırılması hem de orucun herkesle birlikte tutulmasının kolay oluşuna mâtuf olmalıdır.

Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sadece aşure gününde oruç tutmak yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sadece cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bugünlere rastlarsa, özel olarak bugünlerde oruç tutma kastı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur. Oruç tutmak için özellikle cuma gününü seçmenin mekruh oluşu, bugünün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesidir. Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle cuma günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.

Şek günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün şâban ayına mı yoksa ramazan ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne "şek günü" denilir. Bugünün ramazan ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur. Şâban ayını oruçla geçiren kimsenin şek gününde orucu bırakmaması daha faziletli olduğu gibi, mûtadı şek gününe denk gelen kimsenin bugünde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur. Peygamberimiz ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasaklamıştır (Buhârî, "Savm", 11, 14; Müslim, "Sıyâm", 21; Ebû Dâvûd, "Savm", 10). Âlimler bu yasaklamaya sebep olarak ramazan orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan şek günü ramazan orucuna niyetle oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Fakat bugünde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bugünün ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.

Ancak ramazanın başlama ve bitiş günlerinde müslümanlar arasında fitne ve uyumsuzluk sokacak tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Gerekirse bir gün oruç sonradan kazâ edilebilir ama sebep olunan fitneyi ve huzursuzluğu telâfi etmek, ortadan kaldırmak kolay olmaz.

İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz müslümanlara acıdığı için visâl orucu tutmalarını yasaklamış; kendisinin bu şekilde oruç tuttuğu hatırlatılınca da "Siz benim gibi değilsiniz; beni Rabbim yedirir, içirir" (Müslim, "Sıyâm", 55-58) diye cevap vermiştir.

Kadınların aile ve toplum içerisindeki statülerine ilişkin olarak oluşan anlayış doğrultusunda, kadının kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutmasının hoş olmayacağı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu gibi anlayışların günümüz sosyal ve aile ilişkileri açısından yerinde olmadığı açıktır.

Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması durumunda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin ramazan ayında, oruç ibadetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım önlemler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir.

Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu takdirde, zilhiccenin 8 ve 9. günleri olan "terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmamalıdır. Çünkü hac ibadetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları, öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır. 



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Kırım Hanlığı


Altınordu’nun Doğuşu


On üçüncü yüzyılın ilk yarısından XV. yüzyılın sonlarına kadar Deşt-i Kıpçak sahasının siyasî hayatı Altınordu Hanlığı’na bağlı kalmıştır. Büyük Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han daha hayatta iken ülkesinin yönetimini dört oğlu arasında taksim etmiş, İrtiş’ten İdil Irmağı’na kadar olan sahayı büyük oğlu Cuci’ye (Coçi) vermiştir. 1222-1227 yılları arasında bu bölgede hüküm süren Cuci Han Cuci Ulusu’nun temelini atmış, 1227 yılında babası Cengiz Han’dan altı ay önce vefat edince, devletinin gerçek manada tesis ve geliştirilmesi oğlu Batu’ya kalmıştır.

1222 yılında Cengiz Han’ın en iyi komutanlarından Cebe Noyan ile Subitay Noyan "Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Hanlığı’nın” yurdunu fetih için görevlendirilmişti. Derbent geçidinden hareketle Kafkasları aşan Cebe ve Subitay Noyan önlerine çıkan Alanlarla Kuban boyuna göç etmiş bulunan az sayıda Kıpçak kıtalarını mağlup ettikten sonra 1223 yılı başlarında Kırım sahillerine doğru uzandılar. Bu dönemde Deşt-i Kıpçak’ın sahibi bulunan Kıpçaklar ve onlara tabi olan Ruslar, haklarında herhangi bir malumata sahip bulunmadıkları Moğolların fetih harekâtını durdurmak üzere ittifak ettiler. Moğolların teslim olmaları hususundaki teklifi müttefikler tarafından reddedildi. Moğol orduları, kendilerini takib eden müttefik güçlerini Azakdenizi’ne akan Kalka Irmağı’na kadar çektiler. 16 Temmuz 1223 tarihinde cereyan eden Kalka muharebesinde Kıpçak ve Rus orduları imha edildi.

Cuci’nin 1227’de vefatı üzerine yerine geçen ve Altınordu Hanlığı’nın gerçek kurucusu sayılan Batu Han’ın (1227-1256) liderliğinde 1235-1242 yıllarında icra edilen ikinci Kıpçak seferinde evvela Kıpçakların liderliğinde Moğollara karşı mukavemet eden Bulgar, Başkurt ve As (Alan) kuvvetleri mağlup edilmiş, akabinde Rus kuvvetleri üzerine yürünmüştür. 1237’de İdil Bulgarlarının memleketlerini tahrip eden Batu Han’ın orduları ilk darbeyi Ryazan Knezliği’ne indirdiler. İleri hareketle Moskova’yı yakarak tahrip eden Moğol orduları, 1238’de Rusların bu sahada en büyük şehri olan Viladimir şehrini düşürerek yıktılar. Moğol orduları, Kuzey Rusyası’nın en büyük şehirleriyle beraber 14 Rus şehrini ele geçirdiler. Bu suretle Kuzey Rusyası’nda siyasî güç teşkil edecek bir teşkilat kalmamış oluyordu. Moğol ordusunun diğer bir kolu, Aralık 1238’de Kırım Yarımadası’nı işgal etti. Bu dönemde Kuzey Rusyası içtimaî teşkilat ve kültürel seviye bakımından geri olup, Moskova henüz ehemmiyet taşımayan küçük bir yerleşim biriminden ibaretti. Rus kültür dairesini Kiyev Rusyası temsil etmekte idi. Moğol işgal hareketi, 1239’da Kiyev Rusyası üzerine yöneldi. Batu Han’ın teslim ol çağrısını ileten elçisini öldürmek suretiyle mukavemete yeltenen Kiyevliler şiddetle cezalandırıldılar. İşgal edilen Kiyev tahrip edilerek ahalisi kılıçtan geçirildi.

Kısaca özetlenen ikinci Kıpçak seferi, izleri henüz silinmekte olan birinci seferi tamamlamış ve Deşt-i Kıpçak üzerinde Moğol hakimiyetini kesin olarak tesis etmiştir. XVI. yüzyılın başlarına kadar Doğu Avrupa, Batu Han’ın, Aşağı Volga üzerinde Astarhan şehrinin kuzeyine 65 kilometre mesafede kurduğu başkent Saray’ın politik gücüne göre şekillenecektir. Bir Moğol Devleti olarak kurulan Altınordu, bu dönemde hakim unusurunu Kıpçakların teşkil ettiği Türk topluluklarının etkisiyle Türkleşecek, siyasî hayatı boyunca hakimiyet sahası üzerinde Türk kültürünün devamını sağlamak gibi büyük bir rol oynayacaktır.


Altınordu Döneminde Güç Merkezleri


Altınordu’nun kuruluşundan önce Kıpçakların batı ve kuzey sahalarında yerleşmiş bulunan Rusların siyasî ve içtimaî bakımdan vücut bulmalarını sağlayan hareket Kiyev merkezinde gelişmiştir. Bizans tesiriyle Hıristiyanlığı benimseyen Kiyev Slav dairesi, Rus kültür ve medeniyetinin Ortodoks merkezinde teessüs etmesi neticesini doğurmuş, Rusların Katolik kültür dairesinden kopmalarına yol açmıştır. Rusların dağınık kabile yapısından mili bir bünyeye ulaşmalarında Ortodoks Hıristiyanlığının etkisi büyük olmuştur. Rus alfabesi, yazılı kanunları ve devlet kurumları Bizans modelinde bu sayede gelişecektir. Bahsedildiği üzere Kiyev Rusyası’nın siyasî varlığına son veren ikinci Kıpçak seferi aynı zamanda Kiyev’in medenî inkişafını da temelden sarsmış, bu sahada farklı bir siyasî ve kültürel gelişmenin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Cengiz İmparatorluğu’nun fiilen parçalanmasından sonra güç dengeleri Türkistan, Iran ve Çin’de ortaya çıkan yeni Moğol imparatorluklarınca belirlenir olmuş, hakimiyet sahası Deşt-i Kıpçak olan Altınordu bu nedenle dikkatini daima doğuya yöneltmek zorunda kalmıştır. Batı ve kuzey bölgelerindeki hakimiyetini ise yerli Rus knezlerinin siyasî bakımdan mutlak itaat, idare ve teşkilat açısından ise sadece vergi tarhını esas alan gevşek idare anlayışı içinde sürdürmüştür. Kiyev, Moğol orduları tarafından tahrip edildikten sonra ağırlığını Rus medeniyetinin teşkil edeceği bir oluşuma hiçbir zaman kavuşamamış, burada XIII. asrın ilk yarısından itibaren Lehistan nüfuzu altında Litvanya Devleti’nin hakimiyeti altına girmiştir. Altınordu’nun kuvvetli devrinde varlığı hissedilmeyen Litvanya Devleti, Altınordu’nun iç karışıklıklarla yıprandığı dönemlerde muhalif unsurların güç aldığı bir odak haline gelecektir. Litvanya hakimiyeti altında Lehistan’ın Katolik mezhebini Ortodoks Rus ahalisine empoze etmesi, Kozak hareketinin başlamasına yol açacaktır.

Kiyev’in aksine, siyasî olduğu kadar kültür ve medeniyet bakımından da ehemmiyetsiz olan kuzey Rusyası ciddî bir gelişme göstermiştir. Rus knezlerinin Altınordu hanından berat almak sureti ile Rus ahali üzerinde hakimiyet sürdürmeleri knezlerin meşruiyetini pekiştirmiş, büyük hanın otoritesi altındaki Kuzey Rusyası siyasî istikrara kavuşmuştur. Rusya üzerinde Altınordu’ya bağlı valiler konumuna gelen knezler içinde metbuları nezdinde en muti ve güvenilir olma hususiyetini kazanmayı başaran Moskova knezliği, baskak ve bitikçiler elinde külfetli bir mesele haline gelen vergi tahsili işi de uhdesine verilmek suretiyle "büyük knez” addedilmiş, bu suretle Altınordu’nun zayıflama döneminde varlığını kuvvetle hissettirecek bütün kuzey Rusyası’nın lideri haline gelmiş bir Moskova siyasî nüvesi teşekkül etmiştir.

Kırım Yarımadası’nda da benzer gelişmeler oldu. Altınordu’nun içtimaî bakımdan asıl unsurunu teşkil eden Türkler, Yarımada’nın bozkır kesimlerinde yerleşmişti. Güney sahil kesiminde ise Bizans hakimiyeti zamanında teessüs etmiş birbirinden farklı etnik topluluklar mevcut idi. Bizans’ın XIII. yüzyıldan itibaren Latin sömürgesi haline gelişi, etkisini Kırım’da da hissettirmiştir. Altınordu Kırım üzerindeki hakimiyetini de vergi tarhına münhasır kılmış, bu gevşek idare anlayışı içinde Yarımada’nın ticaret antreposu olan Kefe’yi Cenevizlilere kiralamakta bir beis görmemiştir.

Altınordu hükümdarı Mengü Timur’dan (1266-1280) Kefe’de yerleşme izni alan Cenevizliler, Uran Timur’dan burayı satın almışlardır. Zamanında dünya limanlarının en büyüklerinden olan Kefe’de yerleşen Cenevizliler, burasını Karadeniz’de kurmuş oldukları muazzam ticarî imparatorluğun merkezi haline getirdiler. Merkez Cenova tarafından çok geniş yetkilerle donatılan kolonilerin yönetiminden sorumlu konsolos veya podesta, göreve atanma sırasında Cenova kanunlarından başka otoriteye itaat etmeyeceğine yemin etmek zorunda idi. 1434 ve 1449’da yetkileri Pera Podestalığı mevkiine çıkartılan Kefe Podestalığı, Kırım Hanlığı’na da itaat etmemekle emredilmişti. Etrafını sağlam surlarla çevirerek Kefe’yi müstahkem bir şehir haline getiren Cenevizliler, XIV. Yüzyılın başlarına doğru Kırım Yarımadası’nın ticarî ehemmiyet taşıyan bütün limanlarını kontrol altına almışlardı. Kefe mihraklı Ceneviz hakimiyeti, gerek Kırım Hanlığı’nın kuruluşu sırasında gerekse Kırım Hanlığı’nın Osmanlı’ya bağlanması sırasında başlıca siyasî faktör haline gelecektir. Ceneviz’in burada kurmuş bulunduğu koloni ağı, Altınordu’nun parçalanmaya yüz tuttuğu zamanlarda muhaliflerin sığınağı olması için uygun zeminin ortaya çıkmasının da başlıca amili olacaktır.


Altınordu’nun Parçalanması


Özbek Han (1312-1342) zamanında gücünün zirvesinde bulunan Altınordu Devleti, bu hanın vefatından sonra gerileme dönemine girdi. Canibek Han (1342-1357)’ın vefatı ve akabinde başgösteren taht mücadeleleri ile hanlık parçalanmaya yüz tuttu. Berdibek (1357-1359?), Kulna (1360-1362), Nevruz ve Hızır hanlar, siyasî hakimiyet uğruna yapılan mücadeleler sonunda öldürüldüler. 1360 ve 1380 yılları arasında hakimiyet için savaşan 25 han ortaya çıkmış, hanlıkta siyasî istikrardan eser kalmamıştır. Bu siyasî kargaşa sırasında Moğol askerî aristokrasisi içinde yetişmiş güçlü komutanlar, hanlığın yönetimini ellerine geçirmişlerdir.  1360’lardan 1380’e kadar Altınordu’nun fiili hakimiyetini Mamay ele geçirmiş, onun hakimiyetini tanımayan hanedan mensupları ile Mamay arasında çıkan mücadeleler sonunda Altınordu parçalanmıştır. Altınordu’nun Kuzey Rusyası üzerinde hakimiyetinin sona ermesi üzerine Rusya güçlenmiş, Altınordu’ya karşı bağımsız hareket etmekten çekinmez olmuştur. Mamay, Moskova’nın bu saygısız tutumunu cezalandırmak için yaptığı seferde Kulikovo’da Ruslara ağır bir hezimete uğrayarak Altınordu üzerindeki hakimiyetini kaybetmiştir. Ruslara mağlup olduktan sonra Kalka muharebesinde de Toktamış’a yenilen Mamay, Ceneviz hakimiyetindeki Kefe’ye sığınmış, orada Cenevizliler tarafından katledilmiştir. Kulikovo bozgunu Moskova’nın istiklaline giden yolu açabilecek bir hadise idi. Ancak, Altınordu’nun dağılış döneminde zuhur eden Toktamış, Rusların bu zaferin meyvelerini devşirmelerini geciktirecektir. Toktamış, güçlü siyasî kişiliği ve Timur’un yardımı ile Altunordu’yu son kez toparlamış, ancak başarısını borçlu olduğu Timur’a hasım olunca sonunu hazırlamıştır. Timur, 1391 ve 1395’te cereyan eden iki savaşta Toktamış’ı mağlup etmekle yetinmemiş, Altınordu’nun bütün hayat sahalarını kurutmaya çalışmıştır.

1395 Terek Muharebesi’nde Timur’a mağlup olan Toktamış, son çabalarını göstermek üzere bu dahili mücadeleler esnasında hakimiyetlerini Kırım Yarımadası’na yayan Cenevizliler üzerine yürümüştür. Cenevizlilerin merkezi Kefe’yi ele geçiren Toktamış, burada güçlenerek Timur’a karşı yeniden harekete geçmek niyetinde iken, Timur Kutluk Han’ın ani saldırısı sonunda mağlup olarak Litvanya’ya sığınmıştır. Altınordu Hanedanı’ndan gelen Timur Kutluk, aslında Timur’un Toktamış’a karşı hareketinde kılavuzluk yapan, Toktamış’ı devirmek suretiyle evvelce Nogay ve Mamay gibi Altınordu’yu eline geçirmeye çalışan emir Edige’nin kuklası idi. Timur Kutluk zamanında hakimiyeti elinde tutan Edige ile Timur Kutluk’un ölümünden (1405) sonra yerine geçen oğlu Timur arasında çıkan ihtilaf sonunda Timur Edige’yi mağlup etmiş, ancak Litvanya prensi Vitovt’un desteği ile hareket eden Toktamış’ın oğlu Celâleddin’e yenilerek tahtını kaybetmiştir (1411).

Bu safhada Altınordu tahtı için Toktamış evlâdı arasında ve tekrar sahneye çıkan Edige arasında şiddetli mücadeleler cereyan etmiş, Edige’nin 1419’da Toktamış oğlu Kadir Berdi tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Altınordu Tahtı Uluğ Muhammed’e geçmiştir. Karışıklık 1437’ye kadar devam etmiştir.


Kırım-Hanlığı’nın Kuruluşu


Kırım Hanlığı’nın kuruluş zamanına rastlayan bu büyük karışıklık ilgili araştırıcılar tarafından farklı yorumlanmış, hanlığın kuruluşu hususunda hemen hemen birbirine uymayan değişik nazariyeler türemiştir. Hanlığın kuruluş tarihini A. Süha Arslangiray burada tafsiline imkân olmayan uzun tahliller sonunda 1449, A. Nimet Kurat bir araştırmasında 1442’den hemen önce 1440, diğer bir araştırmasında 1428; Gülbün-i Hânân’a dayanan Ismail Otar 1437 Hasan Ortegin 1420; hanlığın ortaya çıkışı hakkında en detaylı araştırmanın sahibi Muzaffer Ürekli ise, Hacı Giray I.’in ilk kez darp ettirdiği paraların tarihlerini esas alarak 1441-1442 olarak kabul ediyor. Hanlığın kuruluşunu 1440’lar ve sonrasına doğru çeken bahis konusu araştırıcıların kuruluş tarihinde esas aldığı iki mühim kriterden birisi Uluğ Muhammed Han’ın Altınordu tahtına hakim olmak için 1419-37 yılları arasında sürdürdüğü mücadele devresinde Kırım’a gelerek hakim olması, diğeri ise Hacı Giray adına darbedilen ilk paraların tarihinin 1440’lardan sonra olmasıdır.

A. Nimet Kurat’ın Uluğ Muhammed Han’ın taht serüveni hususundaki kapsamlı tetkikinin özetini verip Ceneviz ve Rus kaynaklarından edindiğimiz intibaları nakletmek sureti ile kendi görüşümüzü ifade edeceğiz. Uluğ Muhammed Han, 1419’da Altınordu hanı oldu. Arap ve Leh kaynakları ile Smirnov’a dayanan Kurat’a göre, Uluğ Muhammed’in 1419’da tahtı ele geçirmesi Litvanya kralı Vitovt’un desteği ile olmuştu. Tarihçi Aynî’nin verdiği bilgiler de 1419 ve sonrasında Uluğ Muhammed’in önce Deşt-i kıpçak sonra Kırım üzerinde hakim olduğu istikametindedir. 1424-5 tarihinde Barak’a yenilen Uluğ Muhammed, Altınordu tahtını kaybederek Kırım’a çekilmiştir. Mücadelesini sürdüren Uluğ Muhammed, 1427’de Saray tahtını tekrar ele geçirmiştir. Uluğ Muhammed’in Altınordu tahtına geçtiği 1427’de Devlet Berdi adlı bir zat Kırım’da hakimiyet kurmuş, Aynî Ali’ye göre Mısır’a elçi göndermişti. Uluğ Muhammed Han, Saray tahtını 1436-7’ye kadar muhafaza etmişti. Bundan sonra Abdülgaffar Kırımî’ye dayanan Kurat’a göre Uluğ Muhammed, bu tarihlerde Edige Mirza’nın oğullarından biriyle müttefik olan Gıyaseddin adında bir prensle yaptığı mücadeleyi kaybederek tekrar Kırım tahtına çekilmeye mecbur olmuştu. Bu arada Gıyaseddin de hanlığını az bir süre sonra Küçük Muhammed’e kaptırmış, "Küçük-Muhammed Han Saray’da ve Uluğ Muhammed Han da Kırım’da hükümdar sıfatıyle kalmışlardı”. Tekar Aynî ’ye dayanan Kurat, 1436-7 yıllarında Uluğ Muhammed’in Kırım’da olmadığını belirtmektedir. Uluğ Muhammed’in Kırım’da tutunamamasının sebebini belirtmeden ifade eden Kurat, onun 1436 veya 1437 başlarında Kırım’a yakın mevkide bulunan Belev şehri yakınında Rusları mağlup ettiğini ve müteakiben Kazan mıntıkasına giderek Kazan Hanlığını kurduğunu belirtmektedir.

Kaynakların ittifakla belirttiği üzere Hacı Giray I.’in amcası olan Devlet Berdi’nin 1427-8’de Kırım’da hüküm sürdüğü kesindir. Ceneviz ve Rus kaynaklarından edinilen bilgilere göre 1434 yazında Hacı Giray I., Kırım’da Cenevizlilerle şiddetli bir savaşa tutuşmuş ve galip gelmiştir. Uluğ Muhammed’in 1436-7’ye kadar Saray tahtında olduğu bilindiğine göre, esas mesele, Devlet Berdi’nin akıbetinin ne olduğu ve Hacı Giray I.’in amcasından tahtı nasıl tevarüs ettiğidir. Devlet Berdi’nin aslında Kırım değil, Saray tahtının müddeisi olduğu hususundaki kayıtlar, bu hususta ihtiyatlı olmak kaydıyle bir takım tahminler yapılmasına imkân verebilir. Devlet Berdi, saray tahtı için mücadeleye girdiği sırada Kırım’daki hakimiyetini Hacı Giray I.’e devretmiş olmalıdır. Esasen, Hacı Giray I.’in dedesi ve Devlet Berdi’nin babası olan Taş Timur’un da Kırım’da hakim olduğuna dair bilgiler, bu hanedanın Devlet Berdi’den evvel Kırım’da bir nüve teşkil ettiğini ilzam etmektedir. Diğer yandan, Uluğ Muhammed’in Saray tahtını son kez kaybettikten sonra Kırım’da hakim olması imkân haricindedir; zira, Saray tahtını kaybetmesi ile Ruslarla savaşa tutuşması aynı yıla rastlamaktadır. Uluğ Muhammed’in Saray tahtını kaybetmesinden sonra Kırım’a çekilmesi hususunda verilen bilgiler, onun evvela Kırım’ı ele geçirmeye teşebbüs ettiği, ancak başaramayarak Ruslar üzerine yürüdüğü, nihayet Kazan’a çekilerek orada Kazan Hanlığı’nı kurduğu şeklinde yorumlanabilir. O’nu Ruslarla savaşmaya, onları mağlup ettikten sonra Kazan’a çekilmeye zorlayan faktörler de bu şekilde izah edilmiş olur.

Kırım Hanlığı’nın kuruluş ile ilgili mülahazalarımızı son birkaç tahlille nihayetlendirmek istiyoruz. Emir Edige’nin 1419’da ortadan kaldırılması ve Saray tahtına Uluğ Muhammed’in geçmesinden hemen sonra mezkûr Han’a karşı muhalefet iki odakta toplanmıştır. Bu odaklardan en güçlüsü Toktamışoğullarıdır. Diğeri, Hacı Giray I.’in amcası Devlet Berdi ve babası Gıyaseddin’in mücadelesidir. Bu iki kardeşin Uluğ Muhammed’e karşı birlikte hareket etmiş olmaları muhtemeldir.

Hanedan’dan olmayan Edige evladı da bu karışıklık döneminde güçlü han Uluğ Muhamed’e karşı Gıyaseddin’le ittifak etmiştir. Uluğ Muhammed Han’a son darbeyi 1436’da Edige oğullarından birisi ile müttefikan hareket eden Gıyasedin vurmuştur. 1427-8’lerde Kırım’da hakim bulunan Gıyaseddin’in kardeşi Devlet Berdi de muhtemelen Gıyaseddin’i desteklemiştir.

Gıyaseddin, Uluğ Muhammed’i yendikten sonra tahtında çok az süre kalabilmiş, Seyyid Ahmed Han’a yenilerek Saray’ı terk etmiştir (muhtemelen 1436-37). Hacı Giray I.’in babası Gıyaseddin’in bu hadiseden sonraki serüveni de sarih değildir. Seyyid Ahmed Han’ın Saray tahtını ele geçirdikten sonra Kırım’ı ele geçirmek üzere hareket ettiği ve Hacı Giray I.’i tedip ettiği görülmektedir. Hacı Giray I.’ın şehzadelik dönemlerinde olduğu belirtilen bu tedip hareketinin tarih bakımından eksik yönü olmakla beraber, Seyyid Ahmed’le Gıyaseddin arasındaki mücadeleyi tebarüz ettirdiği kesindir. Halim Giray ve Seyyid Mehmed Rıza’nın naklettiğine göre Altınordu tahtını ele geçiren Seyyid Ahmed Han, Hacı Giray I. ve kardeşini düşman ilan ederek vücutlarını kaldırmak üzere harekete geçmiştir. Seyyid Ahmed, iki kardeşi Özi Nehri’ne kadar kovalamış, kardeşler nehri yüzerek geçmek suretiyle canlarını kurtarmışlardır.

Hacı Giray I. bu hadiseden yaralı olarak kurtulmuştur. Kaynakların müttefikan zikrettiği bu hadise tevatürle beslenerek birtakım ilaveler almışsa da iki mühim hususu tebarüz ettirmektedir. Birisi, Seyyid Ahmed Han’ın Hacı Giray I. ve kardeşinin vücudunu ortadan kaldırmak lüzumunu hissetmiştir ki, bu husumetin sebebi, Gıyaseddin’in güçlü bir muhalif olmasıdır. İkinci husus, Seyyid Ahmed’in Özi Nehri’ne kadar iki kardeşi kovalayabilmesidir ki, bu sırada Uluğ Muhammed dahil bütün rakiplerini saf dışı ettiğini gösterir.

Uluğ Muhammed’in gayet iyi bilinen serüvenine göre 1419-37 tarihlerinde fasılalarla Kırım ve Saray tahtında bulunması bakımından bu tedibin 1437 ‘lerde olması gerekir. Seyyid Ahmed’in merkezi Saray olması bakımından Kırım ona uç bölge olma hususiyetini sürdürmüş, 1436-7 yıllarında veya daha erken bir tarihte olması muhtemel bu tedip hareketi geçici olmuş, Hacı Giray I. Kırım’daki hakimiyetini sürdürmüştür.


Hacı Giray I.’den Osmanlı Hakimiyetine (1428-1475)


Seyyid Mehmed Rıza, daha Altınordu zamanında çok miktarda Tatar kabilesinin "Deşt-i Kıpçak’dan hudud-ı Kırım’a nakl ve iskân” edildiğini bildirmektedir. Altınordu bünyesinde cereyan eden şiddetli taht mücadeleleri sırasında Kırım hudutlarına yakın ve uzak bozkırlarda bu mücadelelerden bunalmış kabile reislerinin merkez saraydan bir hayli uzak Kırım Yarımadası’na çekilmiş oldukları tarihi vakalarla sabittir. Devlet Berdi ve yeğeni Hacı Giray I.’in 1426’lardan itibaren burada Kırım Hanlığı’nı kurmaları bu kabile güçlerinin desteği ile vuku bulduğu kesindir. Tatar kabilelerinin Kırım Yarımadası’na yerleşmeleri daha eski tarihe gitmekte olup, bahis konusu dönemde bu göç hareketinin hızlandığı görülmektedir.

Hacı Giray I.’in dayandığı Şirin, Barın, Argın ve Kıpçak isimli 4 kabile mevcut olup bunlardan en büyüğü Şirinler idi. Kırım Hanlığı’nın kuruluşunda aslî güç olan bu kabile güçlerine "Karaçi”, beylerine de "Karaçi beyleri” deniliyordu. Hanlığın askerî, idarî ve içtimâî yapısının teşekkülü bunlar sayesinde gerçekleşmişti. Hacı Giray I., mümkün olduğu kadar fazla kabile gücünü Kırım’a çekmek suretiyle gücünü artırmaya çalışmıştı.

Hanlığın teşekkül ettiği 1420’lerden itibaren Kırım’da asli güç Ceneviz idi. Altınordu’nun parçalanmasının doğurduğu boşluk Kırım’ı siyasî muhtariyet bakımından uygun hale getirmiş, Ceneviz bundan azami derecede istifade ederek hakimiyetini bütün Kırım sahillerine yaymıştı. Hacı Giray I.’in devlet kurmasında esas unsur olan bu siyasî boşluk, Kırım Hanlığı’nın karşısına daha başlangıçta önemli bir rakip çıkartmıştı.


Cenevizlilerle Mücadeleler


Kırım Yarımadası’na yerleşen Tatar kabileleri, Yarımada’nın hayat tarzlarına elverişli bulunan bozkır kesiminde yerleşmişlerdi. Şirin mirzaları ve hanlığın ilk merkezi ise Eski Kırım (Solhat) idi. Burada XIII. yüzyıldan itibaren büyük bir koloni faaliyeti içinde olan Ceneviz ise sahil kesiminde faaliyet gösteriyordu. Yarımada’nın en büyük şehri ve Ceneviz’in merkezi durumunda olan Kefe’den başka doğuda Kerç, Taman, Azak, batıya doğru Sudak, Balıklağo, biraz iç kesimde yer alan Mankub ve İnkirman gibi şehirler bünyesinde kurulmuş bulunan ticarî ağ, Ceneviz’in hakimiyet sahasını teşkil etmekte idi. Sudak, Mankub ve Balıklağo’nun ahalisinin büyük kısmı Rum-Ortodoks ahaliden meydana gelmekte olup, Ceneviz’in faaliyetlerini yoğunlaştırdığı sırada Mânkub ve Balıklağo siyasî bir güç teşkil ediyor ve Ceneviz yayılmasından rahatsızlık duyuyordu. Hacı Giray I., Ceneviz’e karşı mücadelesinde daha güçlü durumda olan ve Ceneviz hakimiyetinde bulunan Balıklağo’ya hakim olmak niyetinde olan Mankub knezi ile ittifak etmiştir. Bu ittifak’a göre Mankub knezi Aleksy, Hacı Giray’ın da desteği ile Balıklağo’yu alacaktı. Hacı Giray I.’in Mankub’la aynı etnik yapıya sahip bulunan ve Ceneviz’e bağlı olan Balıklağo’nun Mankub knezine bağlanmasını kabul etmesinin sebebi, sahil kesiminde tesis edilmiş bulunan güçlü Ceneviz nüfuzunu kırmak ve yine bu güçlü rakibe karşı ittifak oluşturmaktı. Hacı Giray I., bu merhaleden sonra Mankub knezi ve Balıklağo ile beraber bütün sahil kesimine hakim olmak niyetinde idi.

Aleksy, 1433 sonbaharında kale halkının da desteği ile Balıklağo’yu ele geçirdi. Bu hadiseden dolayı 1434 senesi yazında Balıklağo’yu (Cembalo) geri almak maksadı ile hazırlıklarına başlayan Ceneviz, 8 Haziran 1434 tarihinde donanma ile Balıklağo’yu kuşatarak zapt etti. Kelede büyük bir katliam yaptıktan sonra 9 Haziran’da İnkirman (Kalamiti) kalesine yöneldi. Cenevizlilerin karadan yaptıkları kuşatma sırasında kale halkının tamamı firar etmiş, şehir boş kalmıştı. İnkirman’ı yağmaladıktan sonra ateşe veren Cenevizliler, geri dönerek Balıklağo üzerinden Kefe’ye dönmeye başladılar. Ceneviz’e karşı bu hareketin diğer önemli mihrakının Solhat merkezli Kırım Hanlığı olduğunu bilen Cenevizliler, 14 Haziran 1434’te Solhat’ı muhasara etmeye karar verdiler. Bu maksatla harekete geçip önlerine çıkan kasaba ve köyleri yağma ve talan ile etrafa dehşet saçan Ceneviz ordusu, anî bir baskınla onları imha etmeyi planlayan Hacı Giray I. tarafından izlenmekte idi. Hava sıcak olup yürüyüş sırasında Cenevizliler teçhizat ve silahlarını arabalara koymuşlardı.

Cenevizliler Solhat’a 5 mil uzaklıkta bulunan Kastadzon (muhtemelen Kaçkaçokrak veya Karaköz köyleri) yakınına geldiklerinde Hacı Giray I.’in ani baskınına uğradılar. Hacı Giray I., meşhur sahte pusu ve ricat taktiği gereğince bozguna uğramış gibi geri çekilerek Cenevizlileri asıl kuvvetlerinin bulunduğu alana çekti. Düşmanın 8000, Kırımlıların ise 5000 kuvvetten oluştuğu bu muharebede Cenevizliler kesin bir surette mağlup edildiler. Kırım akıncıları akşama kadar Ceneviz ordusunu takip ve imha etti.

Kırım kuvvetleri, 27 Haziran 1434 yılında Balıklağo’yu kuşattılar. Asıl birlikleri imha edilmiş bulunan Ceneviz, anlaşma yolunu denedi. Şimdilik Ceneviz’e üstünlüğünü kabul ettirmenin yeterli olduğunu, ayrıca müstahkem surlarla çevrili bulunan kalenin alınmasının zorluğunu müdrik bulunan Hacı Giray I., Cenevizlilerle müzakereyi kabul etti. 13 Temmuz’a kadar süren müzakereler sonunda yapılan ve ayrıntıları kesin olarak bilinmeyen antlaşma ile Ceneviz’in Kırım Yarımadası üzerinde Kırım Hanlığı’nın hakimiyetini tanıdığı ve Hanlık ile sulh içinde bulunmayı yeğlediği anlaşılmaktadır. Nitekim, bu tarihlerden 1454 yılına kadar Kırım Hanlığı ve Ceneviz arasında sulha mugayir büyük çaplı bir hareket vuku bulmamıştır. Bu antlaşma ile Kırım Hanlığı Kefe dahil bütün Yarımada’nın yüksek hakimi sıfatını kazanıyor, Cenevizliler ise sahil kesiminde ki ticaretlerini Hanlık’la sulh içinde sürdürme hakkını muhafaza ediyorlardı.

Bu mücadelelerin en mühim tarafı, meşru sınırları bölgenin etkin gücü tarafından tanınmış bir Kırım Hanlığı’nın mevcudiyetini ortaya koymasıdır. Nitekim, Hacı Giray I.’in, Fatih Sultan Mehmet’e göndermiş bulunduğu 1453 tarihli bitikte Hanlığı’nın sınırlarını "Kırk Yer’de ve Kırım’da, Kefe’de ve Kerç’te ve Taman’da ve Kopa’da ve Kıpçak’da ve benim hükmüm yeten her yerde” ifadeleri ile tahdit ederken asıl dayanağı bu antlaşma olsa gerektir. Bu ifadeler, Hacı Giray I.’ın hakimiyet iddiasının Kırım Yarımadası ile sınırlı olmadığı, Altınordu’nun bütün hakimiyet sahasına uzandığını ortaya koymaktadır.


Ceneviz’e Karşı Osmanlı-Kırım İttifakı


Hacı Giray I.’in Kırım Yarımadası üzerinde kurmuş bulunduğu hanlığın Ceneviz karşısında etkin bir şekilde mücadele edebilmesi için surları yıkacak teknolojinin elde edilmesi gerekiyordu. Hanlık bu imkandan mahrum idi. İstanbul’un fethini gerçekleştiren Fatih’in en büyük gayesi, denizlerdeki Latin üstünlüğüne son vermekti. Fatih’in Latinlilerle mücadelesi ile Hacı Giray I.’in mücadelesi hemen hemen aynı zamanda vuku bulmuş, bu sayede iki Türk devleti arasında vuku bulduğu görülen ittifak kendiliğinden ortaya çıkmıştı. İki Türk devleti arasında 1454 yılında anlaşma ile tespit edilen ittifaka göre, Osmanlı ve Kırım kuvvetleri Kefe’yi kuşatacak, alındığı taktirde Kefe Kırım Hanlığı’na verilecekti. Osmanlı kuvvetleri ise ganâimle yetinecek, ayrıca nakliye hususunda donanmaları ile yardımcı olacaktı. Kefe’yi hedef alan bu antlaşma, Ceneviz nezdinde derhal etki yaptı. Kefe Cenevizlileri Cenova’dan yardım isteyen mektuplar yolladılar. Bu mektuplarda Cenevizlilerin telaşı açık idi. Zaptedilen kalelerin Kırım Hanlığı’na verileceği, esir edilen Cenevizlilerin satılacakları bildiriliyordu.

Anlaşma gereği hareket eden Kırım ve Osmanlı kuvvetleri 11 Temmuz’da Kefe’yi muhasara etti. Demir Kâhya kumandasında Osmanlı donanmasının denizden gerçekleştirdiği muhasara, karadan 6000 kişilik Kırım kuvveti tarafından yürütüldü. Muhasara sonunda Kefe alınamadıysa da, telaşa düşen Cenevizliler, müttefik güçlerin öne sürdüğü antlaşmayı kabul ettiler. İki aşama halinde yapılan müzakerelerin sonunda Cenevizliler Osmanlı Devleti’ne yıllık 3000 altın vergi vermeyi kabul ettiler. Ceneviz, Kırım hanına da ayrıca vergi vermeyi taahhüd etmişti.

Bu aşamada iki Türk devletinin Kırım sahilleri üzerinde birbiriyle çatışan emelleri ortaya çıkmaktadır. Fatih’in usta politikası, Osmanlı ve Kırım menfaatlerinin iki devlet arasında soğukluğa yol açmasına mani olmuştur. Fatih’in Latinlilerle çok vüsatli bir mücadele içinde bulunması bakımından Kuzey Anadolu limanları ile Ege’deki Venedik ve Ceneviz üsleri öncelik taşıyor, Kırım Hanlığı ile Ceneviz’in mücadelelerinin sonucuna göre Kırım üzerinde politika yürütmek bu stratejiye uygun düşüyordu. Kırım vukuatı hususunda Osmanlı diplomasisinin bekleme dönemine girmesi Ceneviz’i rahatlatmış, Hacı Giray I. marifeti ile güçlenen Kırım Hanlığı’nın zayıflatılması yolundaki politikalarını uygulama imkânı bulmasını sağlamıştı. Ceneviz, Hacı Giray I. ile oğlu Haydar arasında 1455’te cereyan eden dahili mücadelede Haydar’ı destekleyip Hacı Giray I.’i uzaklaştırmak sureti ile hanlığın zayıflamasına neden olmuştur. Hanlığın yeni serpilmekte olan gücünün bu şekilde dış müdahaleye maruz kalması yerli ümera tarafından tehlikeli görülerek Hacı Giray I. desteklenmiş, Haydar Litvanya’ya sığınmak suretiyle tahtını terketmek zorunda kalmıştır. Bu hadiseden sonra hakimiyeti ele geçiren Hacı Giray I. duruma hakim olmuş, Kırım Hanlığı yükselişini sürdürmüştür. Hacı Giray I., 1466-67 senesinde vefat etmiş, bir rivayete göre Bahçesaray’da Salacık mevkiine, bir rivayete göre Eski Kırım (Solhat)’a defnedilmiştir.


Hacı Giray I.’in Vefatından Sonra Baş Gösteren Meseleler


Hacı Giray I.’in vefatı, aslî gücü Karaçi beylerinin teşkil ettiği hanlıkta dahili mücadelelerin vukuuna sebep oldu. Kabile aristokrasisi, iktidarın devri sırasında kendi beylerini seçme çabası içine girince kargaşa artıyor, hanlık zayıflıyordu. Altınordu’nun çöküşüne yol açan bu içtimaî yapı, bütün tarihi boyunca Kırım Hanlığı’nın en zayıf yönünü teşkil edecektir.

Hacı Giray I.’den sonra baş gösteren taht mücadeleleri, Mengli Giray I. ile Nur Devlet arasında cereyan etti. Bu mücadelenin ilk safhada Nur Devlet, ikinci safhada Mengli Giray I.’in galibiyetiyle sonuçlandığı anlaşılıyor. Mengli Giray I.’in hakim olmasından sonra bu kez Nur Devlet Cenevizlilere sığınmış ve onlar tarafından hapsedilmiştir. Hanlık’ta baş gösteren bu dahili mücadele Ceneviz’in işine yaramış, Osmanlı diplomasisinin müdâhaleden uzak olduğu bu dönemde, hanlığın siyasî kontrolü Ceneviz’in eline geçmişti. Ceneviz, muhalifleri elinde tutmak suretiyle hanlığı istediği gibi idare ediyordu. Mengli Giray I.’in Cenevizlilerin isteklerine boyun eğmekten başka çaresi yoktu. Nitekim, 25 Ekim1469’da Osmanlı kuvvetleri Yakub Bey kumandasında Kefe’yi ikinci kez kuşattıklarında, Mengli Giray I. Fatih Sultan Mehmed’e yazmış olduğu bitikte bundan şikâyetçi olmuştur. Mengli Giray I.’in bu şikâyetinin asıl sebebi, Osmanlı kuşatmasının Cenevizlileri rahatsız etmesi ve Mengli Giray I.’in Ceneviz istekleri doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmasıdır.

Ceneviz karşısında müttefik aramak zorunda kalan Mengli Giray I., Lehistan ve Moskova ile ilişkilerini geliştirmek zorunda kaldı. Ceneviz’den başka Altınordu’dan başgösteren tehdit ve bu dönemde Lehistan hakimiyetinde Litvanya’nın Moskova’ya karşı Altınordu ile ittifaka girmesi, Kırım- Moskova ittifakını zorunlu hale getirdi. Bu surette, birbirine rakib olmak üzere Kırım-Moskova ve Altınordu-Lehistan blokları teşekkül etti.

Mengli Giray I. Zamanında Kırım Hanlığı’nın bu bağımlılığı dolayısı ile Ceneviz, Lehistan, Altınordu ve artık önemli siyasî güç haline gelmiş bulunan Moskova’nın teşkil ettiği güç dengeleri içinde güçlü bir yer işgal etmediği görülüyor. Ceneviz müdahaleleri, yerli kabile beylerinin vaziyete el koymalarına yol açacak boyuta varmıştır.


Kırım Sahillerinin Osmanlılar Tarafından Fethi


Hacı Giray I.’in 1466’da vefatından Mengli Giray I.’in 1478’de tahta çıkışına kadar Kırım Hanlığı’nın iç çalkantısı sürdü. İktidar, Nur Devlet, Mengli Giray I.ve Canbek arasında el değiştirdi. Mengli Giray I. ’in en güçlü rakibi olan Nur Devlet’in Litvanya ve Moskova knezlerine sığınması, bu devletler karşısında Mengli Giray I. ’i zor durumda bırakmıştır. Bilhassa Moskova, Nur Devlet kozunu iyi kullanmıştır. Nur Devlet, Ivan III.’e sadakatle hizmet etmiştir. Mengli Giray I.-Ivan III. arasında cereyan eden diplomaside Nur Devlet’in rolünü dikkate almak gerekir. Diğer yandan, Moskova, Altınordu, Litvanya ve daha içeride Ceneviz müdahaleleri Kırım Hanlığı’nı iyice bunaltmıştır.

Hanedanın inkırazı ile noktalanabilecek bu bunalım, yerli aristokrasiyi kendi başının çaresine bakmaya mecbur etmiştir. Osmanlı fethini intac eden bu hadiseler zamanında Şirinlerin beyleri olan Mamak ve Eminek, hanlığın en etkili simaları idiler. Mamak 1474’de vefat etmiş, yerine Eminek geçmişti. Mamak’ın dul eşi, Cenevizlilerden almış olduğu destekle Eminek’le mücadele etmişti. Mamak’ın eşi, Eminek’in yerine Sartak isimli bir beyi geçirmek istiyordu. Ceneviz’in baskısına boyun eğmekten başka çaresi olmayan Mengli Giray I., Eminek’i azlederek Sartak’ı atadı. Ceneviz’in Eminek yerine Sartak’ı atamasının sebebi, Eminek’in Osmanlılarla işbirliği içinde olması idi. Bu şartlar altında Eminek Mirza, Mengli Giray I.’e karşı isyan ederek onu Kefe’ye kaçmak zorunda bıraktı. Ceneviz’in Hanlık içindeki gücü karşısında uzun süre tutunamayacağını müdrik bulunan Eminek Mirza, eskiden beri muhabere içinde bulunduğu anlaşılan Fatih Sultan Mehmed’i Kırım işlerine müdahaleye çağırdı. Eminek, bu çağrısında Kefe’nin Osmanlılar tarafından fethedilmesini de teklif ediyordu. Osmanlıların Kefe seferine çıktığı 1475’e doğru cereyan eden ve bölgenin müstakbel tarihinde köklü değişikliklere yol açacak bu hadiselerin Osmanlı müdahalesi ile çözülmesinde başlıca amil, Eminek mirzanın mezkur daveti olmuştur.

Bu şartlar altında Fatih Sultan Mehmed, 1475’te Kırım sahillerinin fethi için Gedik Ahmed Paşa’yı görevlendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan G. Ahmed Paşa, tahminen 1 Haziran 1475’te Kefe sahillerine ulaştı. Teslim ol çağrısının reddedilmesi üzerine şehri kuşatan Osmanlı kuvvetleri, üç dört gün içinde Kefe’yi fethettiler. Kerç, Sudak ve Balıklağo kaleleri direniş göstermeden teslim oldu. Arkasından Azak ve Taman düştü. Osmanlı ordusunu en çok uğraştıran, müstahkem surlarla çevrili Mankub kalesi oldu. Uzun bir kuşatmadan sonra burası da alındı.


Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Tabiliğine Girişi


Kefe ve akabinde Kırım sahillerinde yer alan bütün şehirlerin Osmanlılarca fethini müteakib vukubulan gelişmeler hususunda araştırıcılar müttefik değildir. Bir rivayete göre Kefe’nin fethi sırasında zindanda bulunan Mengli Giray I. oradan çıkartılarak İstanbul’a gönderilmiş, diğer rivayete göre Gedik Ahmet Paşa tarafından hürriyetinin iadesini müteakib Kırım Hanlığı’na getirilmiş ve Osmanlı-Kırım arasındaki hukukî rabıtayı belirleyen bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmanın muhtevası belli olmasa da, evvela Ceneviz’in tasarrufunda bulunan Kefe, Soğdak, Balıklağo, Mankub, İnkirman, Azak ve Taman şehirleri bütün köyleri ve arazisi ile beraber Osmanlı hakimiyetine girerken, Yarımada’nın iç bozkır kesimi ile Azak, Taman-Astarhan arasındaki Nogay-Çerkez alanı Kırım Hanlığı’nın hakimiyetinde kalıyordu. Böylece, eskiden Kırım-Ceneviz arasında çizilmiş bulunan coğrafî harita, Osmanlı-Kırım arasında da muhafaza edilmiş oluyordu. Coğrafî bakımdan mevcut bulunan bu paralellik, hukukî bakımdan hiçbir surette varid değildir. Hanlık, bu merhalede Osmanlı’yı metbu tanımıştır.

Osmanlı desteği ile tahtına avdet eden Mengli Giray I., 1476 yazında "Taht İli”ni ele geçirmek maksadıyla İdil boylarına kuvvetli bir akın yapmış, ancak Seyyid Ahmed Han tarafından fena halde mağlub edilmiştir. Mengli Giray I., yaralı vaziyette kaçarak Kırker’e (Kırkyer: Çıfut Kale) sığınmıştır. Seyyid Ahmed, bu hadiseler sırasında Kırım Hanlığı’nın merkezi Solhat’ı 40 gün süreyle kuşattı ve Kırım’da büyük tahribat yaptı. Seyyid Ahmad Han, Kefe beyinin usta manevrası ile Kefe üzerine yürümekten vazgeçmiştir. Kırım’ın Osmanlı’ya ait olan yerler haricindeki bölgelerini işgal ettiği görülen Altınordu hanı, Kırım Tahtına Nur Devlet’i geçirdi. 1476’da tahtını kaybeden Mengli Giray I., 1478’de Şirinlerin beyi Eminek Mirza’nın Osmanlı Devleti ile işbirliği içindeki teşebbüsü ile tekrar Kırım tahtına geçirildi.

Mengli Giray’ın 1478’den 1514 yılına kadar devam eden üçüncü saltanatı, gerek iktidar süresinin uzunluğu, gerekse Mengli Giray I.’in tecrübe ve olgunluğu sayesinde Kırım Hanlığı’nın sağlam bir şekilde teessüs etmesini sağladı. Giray Hanedanı’nın Osmanlı desteği olmadan nasıl dış müdahalelere maruz kaldığı, yukarıda görüldü. Şirinlerin Osmanlı’yı tercihi bilhassa şayanı dikkattir. Bir yandan hanlığın Ceneviz kolonisi olmaya yöneldiği, diğer yandan Moskova’nın Nur devlet şahsında iyice tebarüz ettiği üzere iktidar adaylarını korumak sureti ile yönetimde iyice nüfuz kazandığı, keza; Altınordu tehdidinin sürekli hissedildiği bir vaziyette, Şirinler ve onlarla uzlaşma halinde bulunan diğer Karaçi beyleri Osmanlı’dan yardım istemişler ve Hanlığın Osmanlı himayesi altına girmesini intac eden hadiseleri başlatmışlardır.

Kırım Hanlığı’nın Osmanlı tabiliğine girmesi ile neticelenen bu yeni durum, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Karadeniz politikasını da değişmez esaslara bağlamıştır. Fatih Sultan Mehmed, Ceneviz’i Karadeniz’den sildiği gibi, Kırım Hanlığı’na da son vererek burada klasik Osmanlı eyâlet sistemini uygulayabilirdi. Fatih, aksini yaparak kuzey politikasını kendi himayesindeki Kırım Hanlığı uhdesine bıraktı. Osmanlı Devleti batıda Avusturya, doğuda Iran olmak üzere iki büyük cephede mücadele ederken Altınordu, Rusya, Kozak ve Çerkez güçleri tarafından paylaşılmış bulunan Deşt-i Kıpçak sahasının kontrolünü Kırım Hanlığı’na havale etmiş, üçüncü bir cepheyi açmayı düşünmemiştir. Buna gücünün yetmediği, yaklaşık iki yüz sene sonra mecburen başlatılan harekâtın muvaffakiyetsizliği ile sabittir. Bu politika, Kırım Hanlığı’nın kesin olarak Osmanlı’ya tabi olması esasına dayandığından, Osmanlı Devleti güçlü bir hanlığı hiçbir zaman arzu etmemiştir. Hanlığın güçlenmeye başlamasını tabiyet statüsü için tehdit olarak görmüş, derhal müdahale etmiştir. Bu politika hiç aksatılmadan uygulanmıştır. Osmanlı Devleti, hanlık üzerindeki nüfuzunu Karaçi beyleri vasıtası ile sürdürmüştür. Güçlü hanların bu Karaçi beyleri bakımından da arzu edilmediği calibi dikkattir.

Mengli Giray I. zamanında Kırım kuvvetleri ilk kez Osmanlılarca düzenlenen büyük çaplı seferlere iştirak etmiştir. 1484 yılında II. Bayezîd’in Kili ve Akkerman üzerine yaptığı sefere Kırım Kuvvetleri 50.000 akıncı ile destek vermiş, gösterdikleri yararlılık karşısında Sultan tarafından ak börk, altınlı üsküf ve bol miktarda hediyelerle taltif edilmiştir. Mengli Giray I.’den itibaren Kırım akıncı güçleri Osmanlı seferlerinin vazgeçilmez destekçisi olmuştur. Bu vaziyet, Hanlığın kendi siyasî vetiresi içinde gelişmesinin en mühim engellerinden birini teşkil etmiştir. Hanlık üç kıta üzerinde yayılan Pax Ottomana’nın en mühim ayağı haline gelmekle büyük güç kaybına uğramıştır.

Mengli Giray I., Osmanlı Devleti’nin ciddi bir kaosa sürüklendiği Yavuz Sultan Selim ile Bayezîd arasında vukubulan ve Yavuz’un tahtı ele geçirmesiyle son bulan mücadeleler sırasında siyasî tecrübesi ve olgunluğuyla mühim bir rol oynamıştır. Yavuz Sultan Selim, babası ve kardeşi Ahmed ile mücadelesini sürdürmek üzere Kefe’ye gittiğinde, Şehzade Ahmed Mengli Giray I.’le mektuplaşarak Selim’i tutuklamak ve kendisiyle işbirliği etmesi karşılığında Kefe Sancağı ile mülhakatını teklif etmiş, Mengli Giray I. bunu kabul etmemişti. Mengli Giray I., bu isteğin aksine Selim’e yardım etmişti. Bu arada Mengli Giray I.’in oğlu Kalgay Mehmed Giray ve Selim arasında ilginç bir hadise cereyan etmiştir. Mehmed Giray’ın Selim’e, "vaadedilen toprağı sen hükümdar olsaydın verir miydin?” sorusuna; Selim’in "padişahlar memleket alırlar, kimseye memleket vermezler, şâyet para ve elbise gibi şeyler dilerseniz verilir, amma memleket asla” şeklinde cevap vermesi üzerine, Kalgay babasına Selim’in öldürülmesini teklif etmiştir. Mehmed Giray’ın bu isteğini reddeden Mengli Giray I., onun muhtemel teşebbüsüne karşı Selim’in Özi suyunu geçmesine yardım etmiştir. Mehmed Giray, öldürmek üzere Selim’i takip etmiş, ancak yetişememiştir.


Müstakiliyet Çabaları ve Sonuçları


Mengli Giray I.’in vefatından (Ocak 1514) sonra yerine Mehmed Giray I. geçmiştir. Mehmed Giray I.’le beraber Hanlığın Osmanlı’ya karşı müstakil olma gayreti içine girdiği görülür. Bu vaziyet, iki devlet arasında hiç bitmeyecek olan gizli rekabeti kaçınılmaz olarak ortaya çıkarır.

Osmanlı Devleti’nin Yavuz zamanında İran ve Mısır seferleriyle meşgul olması, hanlığın serbest kalmasında etkili olmuştur.  Enerjik bir han olan Mehmed Giray I., Kalgay nasbettiği kardeşi Bahadır Giray’la Moskova üzerine akınlar yaptı. Kazan hanı Muhammed Emin’in ölümünden sonra Moskova’nın kendi adamını Kazan tahtına çıkartarak Kazan’ı ele geçirme çabalarını engelledi. Kazan tahtına Mehmed Giray I.’in girişimi ile Abdüllatif Han geçti (1516). Knez Vasili bunu tanımak zorunda kaldı. Abdüllatif Han’ın vefatı, Kazan meselesini tekrar gündeme getirdi. Kazan Hanlığı’nı istila niyetinde olan Mehmed Giray I., bu kez kardeşi Sahib Giray’ı Kazan tahtına çıkartmak niyetinde olduğunu bildirdi. Kazan’da gözü olan Vasili, Mehmed Giray I.’den çekinmesinden dolayı bunu da tanımak zorunda kaldı.

Bu dönemde Kazan ekseninde cereyan eden hadiseler, Rusya’nın bu bölge üzerinde medenî ve kültürel tesirler gösterdiği, hatta Türk nüfusunun az miktarda bir kısmını kendine bağladığını göstermektedir. Mehmed Giray I.’in Sahib Giray’ı atamasını müteakib han tayini için Kazan ahalisinden bazıları Rusya’ya müracaat ettiler. Knez Vasili, Kırım ve Hacı Tarhan (Astarhan) hanlıklarından kaçarak Rusya’ya iltica etmiş bulunan Şeyh Ali’yi Kazan hanlığına getirdi. Mehmed Giray I., Vasili’yi bu hareketinden dolayı sert bir şekilde uyardı. Telaşa kapılan Vasili, Selim’e elçi göndererek Mehmed Giray I. karşısında yardım istedi. Babası ile mücadelesi sırasında Kefe’ye gittiği sıralarda vukubulan hadiseler yüzünden Selim I.’den çekinen Mehmed Giray I., Moskova’ya karşı istediği sertliği gösteremedi. Selim’in vefatı üzerine bu endişelerinden kurtuldu ve 1520 yılında Rusya üzerine büyük tahribatla neticelenen bir sefer yaptı. Vasili, Kanuni’nin tahta çıkışını tebrik etmeyi de fırsat bilerek İstanbul’a gönderdiği Elçi ile O’na Mehmed Giray I.’in taarruzlarından rahatsız olduğunu bildirdi. Kanunî, Rusya’ya karşı ölçülü olması hususunda Mehmed Giray I.’i uyardı. Mehmed Giray I., Rusya’nın emelinin "Memâlik-i İslâmiye’yi kâmilen zapt ve islâm yurtlarında bulunan camileri kiliselere çevirmek niyetinde olduğunu kerrâren anlatmış ise de Sultan Süleyman nezdinde sözleri ufak bir te’sir bile uyandıramadı.”  Mehmed Giray I., Sultan Süleyman’la anlaşmaya muvaffak olamayacağını bile bile dikkatini Kazan üzerine yöneltti. Bir müddetten beri Kazan’da hüküm süren Şeyh Ali, halkın nefretini kazanmıştı. Ayrıca, Mehmed Giray I., Kazan’ı Vasili yanlısına bırakmak niyetinde değildi. Bu suretle kardeşi Sahib Giray’ı yeterli kuvvetle Kazan’a göndererek tahta oturttu (1521).

Mehmed Giray I, bu hadiseden hemen sonra Nogay kabileleri ve Lehistan kralı ile müttefikan Rusya üzerine büyük bir sefer düzenledi. Knez Vasili, müttefik knezlerle karşı koymaya çalıştı ise de mağlup edildi. Müteakiben Moskova kuşatıldı. Şehri savunmaktan aciz bulunan Vasili, sulh teklifinde bulundu. Birçok hediye ve sabık vergilerin ödenmesi şartıyle sulh yapıldı.

Moskova üzerindeki hakimiyetini gerçekleştiren Mehmed Giray I., İdil Havzası’na yöneldi. Gayesi, Altınordu’nun son bakiyelerini teşkil eden Nogayları itaat altına almaktı. 1523’te gerçekleştirdiği seferle bu gayesine de ulaştı. "Mehmed Giray aynı zamanda Nogay, Hive, Deşt-i Kıpçak, Sibirya hanlıklarını dahi tevhid ve Acem hükümetini mahv etmek ve bu suretle Avrupa’yı tehdît etmek tasavvurunda idi.” Bu enerjik han, Vasili’nin usta siyasetini dikkate almamış, hakimiyet alanını genişletmek hususunda acele etmişti. Vasili, Nogaylar üzerine yapılan seferin doğurduğu tepkileri değerlendirmek sureti ile Mehmed Giray I. aleyhine kampanya başlattı. Bu uğurda hazinelerini harcamak sureti ile Kazan’da Sahib Giray, Nogay uruğları arasında da Mehmed Giray I. aleyhtarlığını yaydı. Vasili’nin bu çabaları semeresini verdi. Mehmed Giray I. 1523’te vukubulan bir suikastle öldürüldü. Kırım Hanlığı ahalisi ile aynı soy ve kültüre dayandıklarından şüphe olmayan bu uruğların, sosyo politik faktörlerle nasıl Rusya’ya alet oldukları, bu hadiselerle müşahade edilmektedir.

Mehmed Giray I.’in öldürülmesinden sonra yerine Gazî Giray I. geçtiyse de Şirinlerin Istanbul nezdindeki teşebbüsü ile değiştirilerek yerine Saadet Giray I. atandı (1524). Saadet Giray I., Selim I.’in taht mücadelesi sırasında bulunduğu Kefe’den Mehmed Giray’ın tehdidi karşısında ayrıldığı sırada O’na refakat etmiş, bu suretle başlayan iyi ilişkiler, O’nun Istanbul’a gelmesiyle devam etmiştir. Kırım Hanlığı’nın kontrol edilmesi maksadıyla han namzedlerden birinin Istanbul’da rehin edilmesi geleneği de bu dönemde başlamış olmalıdır.

Kırım Hanlığı’nın Hacı Giray I.’den sonra Osmanlı, Rusya ve Lehistan karşısında müstakil bir güç haline gelmeye başladığı bu merhale, Mehmed Giray I.’ın katledilmesi ile kesintiye uğradı. Hanlığın Altınordu mirasını toparlaması akim kaldı. Bundan en çok yarar gören ise Rusya oldu. Bu hadiselerin seyri dikkatlice incelendiğinde, Osmanlı’nın Kırım karşısında Moskova’yı himaye etmesi belirginleşmektedir. Kırım Hanlığı’nın büyüme ve istiklaline giden yoldaki maniaları şimdiden tespit etmiş bulunuyoruz: Mutlak hakimiyetten rahatsızlık duyması pek tabii olan çoklu iç kabile aristokrasisi ile hinterlantta bunlarla ittifaka her an hazır Nogay uruğları, hanlığın kabile sürtüşmeleri ile Azak Astarhan arasında ki hakimiyet mücadelesinin doğurduğu gerginliği kendi çıkarlarına rahat bir şekilde tahvil etme imkânına sahip Moskova, bu güçler kendi amaçları doğrultusunda kullanma anlayışında Istanbul. Mehmed Giray I.’in katledilmesinden sonra hanlığın karşılaştığı bunalımda bu unsurların az veya çok rolü bulunmaktadır.

Saadet Giray I., tehlike addettiği Gazi Giray I.’i öldürttü. Bu hadise, hanlığı daha önce Hacı Giray I.’ın vefatı sırasında karşılaşılan boyutta bir siyasî inkıraza sürükledi. Gazî Giray I.’in katlinden sonra Mengli Giray I.’in oğullarından Islam Giray isyan bayrağını açtı. Bu şekilde Kırım, Osmanlı Devleti ve ona tabi Şirinlerin desteklediği Saadet Giray I. ile Nogay uruğlarından güç alan Islâm Giray’in şiddetli mücadelesine sahne oldu. Islam Giray I., 1527’de Saadet Giray I.’e galebe çaldıysa da kargaşa bitmedi. İktidar mücadelesi 1532’de iyice şiddetlenerek iç savaş boyutuna ulaştı. Bu savaşta Kefe ve ona bağlı Azak bütün güçleri ile Saadet Giray I.’i desteklediler. İki taraf Azak civarında şiddetli bir savaşa tutuştu. Saadet Giray I., büyük kayıplarla hezimete uğrayarak İstanbul’a sığındı. Kefe beyi ölenler arasında idi. 1532’de cereyan eden bu hadiseden sonra İslam Giray I. 5 ay süren cebrî bir iktidarı müteakip, Osmanlı’nın kontrolünde bulunan kabile beylerine rağmen ayakta kalamayacağını anlamış ve hanlığı Istanbul’dan gönderilen Sahib Giray I.’e bırakmıştır.

Islam Giray I., Sahib Giray’ın tahta geçişinden sonra mücadelesini sürdürmüş, ilk aşamada ısrarla Osmanlı Devleti’nin güvenini kazanmak sureti ile Sahib Giray I.’i düşürmek istemiştir. Istanbul nezdindeki çabaları sonuç vermeyince Ruslara yanaştı. Ruslardan belli bir yardım almayı başardı. İktidar uğruna Polonya’ya da yanaştı. Sahib Giray I.’in adamı Baki Bey tarafından 1537’de öldürülünceye kadar Sahib Giray I.’in amansız rakibi oldu. Enerjik bir han olan Sahib Giray, bu gaileyi bertaraf ettikten sonra hanlığın zayıf tarafını teşkil eden meselelerle uğraştı. O’nun zamanı, Kırım Hanlığı’nın en parlak devri olacaktır.

Sahib Giray I.’in mücadelesi birçok yönden Mehmed Giray I.’i andırmaktadır. Osmanlı usulünde merkezî bir idare kurmak en büyük hedefi idi. Bu hususta kesin engel teşkil eden kabile aristokrasisini tasfiye çabası içine girdi. Bu maksatla despotluğa başvurmaktan çekinmedi. İstiklâl şuuru taşıyan bütün hanlar gibi, Kırım’dan İdil Havzası’na kadar olan sahayı hakimiyetine dahil etmeye çalıştı ve bunu başardı.

Sahib Giray I., 1538’de Kanuni’nin Boğdan seferine katılıp Kalgay Emin Giray’a Moskova üzerine ganimet maksatlı bir akın yaptırdıktan sonra yüz elli bin kişiden mürekkep büyük bir ordu ile Moskova seferine çıktı. Yardımı ile tahtını sağlamlaştırdığı Baki Bey’i vahşice bir planla ortadan kaldırarak (1541) vesayetten kurtulduktan sonraki faaliyetleri Çerkezler üzerinde yoğunlaştı. Çerkez ve Nogay ekseninde hakimiyet kurmak için yaptığı seferler, onun döneminin yegâne kroniği Remmal Hoca tarafından ayrıntısı ile nakledilir. Sahib Giray Han I., Taman ve hinterlandı üzerinde yoğunlaşan Jane Çerakise şekâvetinin Taman beyi Halil Bey tarafından ulaştırılması üzerine 1539’da Çerkezler üzerine sefere çıktı. Şirinler, Barınlar, Kıpçaklar ve Mangıtlardan müteşekkil 40.000 kişilik ordusu ile Kerç boğazını geçerek Taman’a, oradan Temrük üzerinden Kuban Suyu ötesindeki Hıtıbıt dağına ulaştı. Sahib Giray, buradan Elbruz Dağı’na hareket etti. Oradan on günlük bir yol daha kat ederek Çerkez yurduna vasıl oldu. Çerkezler yurtlarını terkettiklerinden savaş vuku bulmadı. Sahib Giray Han I., 1542 yılında Çerkezler üzerine ikinci bir sefer yaptı. Kabile birliklerinden müteşekkil Kırım akıncı birlikleri, Sarı Göl’de toplandıktan sonra ilk seferdeki güzergâh üzerinden Çerkez üzerine varıldı. Bu sefer Çerkezler için tam bir kıyım oldu. Sahib Giray Han I., üçüncü seferini 1544’te Kabartaylar üzerine yaptı. Or ağzı, Özi, Don, Azak üzerinden yapılan sefer sonunda 10.000 civarında esirle geri dönülmüştür. 1545’te Astarhan Seferi vukubuldu. Nogaylara gözdağı vermek amacı taşıyan bu sefer, başarı ile son buldu. Nogayların ertesi yıl gerçekleştirdiği misilleme bertaraf edildi. Nogaylar kırıma uğradı.

Bu faaliyetleri sonunda hanlık içinde mutlak bir güç haline gelen Sahib Giray Han I., hem kabile aristokrasisi, hem de Osmanlı Devleti’ni rahatsız etmiş, onun ortadan kaldırılması için bahaneler aranmıştır. Kefe yakınlarındaki bir köyde vukubulan arazi ihtilafında Kefe yöneticileri ve ayanına karşı sert tavırları ve azarları Kanuni’ye abartılarak nakledilmiş, padişah Sahib Giray I.’in tehlike olduğuna inandırılmıştır. Sahib Giray I., ustaca düşünülmüş bir plan gereğince Çerkez üzerine bir sefere ikna edilmiş, arkasından Devlet Giray’ın Kırım tahtına cülus etmesi sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin kabile aristokrasisi sayesinde elinde tuttuğu gücün farkında olan Sahib Giray I., direnmeden teslim oldu.


Hanlığın Gerileyişi ve Rus Yayılması


Sahib Giray I.’in Çerkez seferine gönderilmesinden sonra İstanbul’dan bir fermanla Kırım Hanlığı’na tayin edilen Devlet Giray I. (1551-1577), Kırım tahtına geçer geçmez Sahib Giray I.’i ortadan kaldırmakla uğraştı. Çerkez seferinden dönmekte olan Sahib Giray I.’i Taman yakınlarında öldürttü. Devlet Giray I., Sahib Giray I.’in bütün maiyetini, erkek oğullarını ve torunlarını da öldürttü. 

Kırım Hanlığı’nın en haşmetli devrini yaşadığı bu devrede Osmanlı müdahalesi ile Kırım Hanlığı’nın dahili meselelerle uğraşması, Rusya’nın yükselişini intac etti. 1552’de Kazan’ı işgal eden Rusya, Hazar’a inen koridoru tutan Astarhan şehrini ele geçirme hazırlığına başladı. Ruslarla mücadele etmeye çalışan Astarhan hanı Yağmurcı Sultan mağlup oldu. Astarhan’ın imdadına koşan Devlet Giray I.’in de mağlub olarak çekilmesi üzerine Ruslar Astarhan’ı işgal ettiler (1556). Kazan ve Astarhan’ın düşmesi, Türk ve Rus tarihinde bir dönüm noktası olup, bundan sonra Rusların hedefi Azakdenizi, hatta Kırım Yarımadası olacaktır.

Rus yayılmasının iyice belirginleştiği bu dönemde, Osmanlı’nın kuzey siyaseti hakkında fikir beyan etmek oldukça güçtür. Osmanlı’nın Avusturya ve İran cephelerine yayılmış olan faaliyeti, Rus tehdidinin idrak edilmesini engelleyen en önemli hadisedir. Rusların usta siyaseti de en etkili faktördür. Ruslar, Osmanlı ile aralarında evvelce kurulmuş bulunan dostluk anlayışına halel getirecek hareketlerden kaçınmaya özen göstermişlerdir. Rus yayılmasına hizmet eden başlıca faktörler, Kırım Hanlığı’nın Devlet Giray I.’den itibaren zayıflaması sonunda Astarhan-Azak arasındaki hakimiyetini kaybetmesi ve burada Rus yayılmasına hizmet eden müttefik Kozak-Çerkez hareketinin teessüs etmesidir. Sahib Giray I. zamanında Nogaylar ve Çerkezler üzerine yapılan akınların bu toplulukları birbirine ve Rusya’ya yaklaştırması ve Devlet Giray I.’in tahta geçirilmesi sırasında hanlığın zâfiyete uğramasının doğurduğu güç boşluğu, Kozak-Çerkez bloğunun teşekkülüne zemin hazırlamıştır. Kozak-Çerkez bloğunun Osmanlı’yı rahatsız eden faaliyetleri ortaya her çıktığında, Rusya bu gelişmelerle bir ilgisi bulunmadığı ve Kozakların Rusya’nın da düşmanı oldukları hususunda Osmanlı’yı ikna etmeyi başarmıştır.

Devlet Giray I., 1556’daki başarısız Rusya seferinden sonra 1557’de Rusya içlerine seferlere devam etti. Kırım kuvvetlerinin Tula’ya kadar ilerlediği sırada Kırım Hanlığı tarihinde ilk kez cephe gerisinden büyük bir saldırıya uğradı. Bu hadise, yukarıda kısaca bahsedilen Kozakların Özi (Dnyeper) ağzında İslâmkerman, Çerkezlerin ise Kerç boğazı’nın öte yakasında bulunan Taman ve Temrük kalelerini vurmaları şeklinde cereyan etti. Hanlığın aynı anda doğu ve batıdan saldırıya uğrayarak tehlikeli duruma düşmesi sonunda Devlet Giray I. Rusya seferini yarıda keserek hızla geriye döndü. Kozaklar, Osmanlı kuvvetlerinin yardımıyla kuzeye püskürtüldü. Hanlık bu merhaleden itibaren yalnız Kuzey rakipleriyle değil, yanıbaşındaki Kozak ve Çerkezlerle de mücadele etmek zorunda kalacaktır. Kozokların Çerkezlerle müttefikan gerçekleştirdiği saldırıların yalnız Kırım sahasını hedeflemediği, Osmanlı hakimiyetini de tehdit ettiği hatırlanmalıdır; zira, Taman ve Temrük hukukî ve fiili statüsü itibariyle Osmanlı hakimiyet sahasında yer almaktadır.

Kozak ve Çerkezlerin Rusya tarafından himaye edildiğini müdrik olan Devlet Giray I., 1558 yılında Riazan, Tula ve Kaşir şehirlerini vurmak sureti ile Rusya’yı tazyik etti. 1559’da bir Rus kıtası Kırım’ın batı sahillerine saldırarak hasar yaptı. 1559’da Kozak lideri Dimitraş, Çerkezlerle müttefikan Azak’a saldırdı. Azak’ın imdadına yetişen Kefe beyi ile Dimitraş arasında şiddetli bir muharebe cereyan etmiş, Dimitraş mağlub olmuştur. Dimitraş 10.000 kişilik bir kuvvetle tekrar saldırdı ise de, alınan tedbirler sonunda savaşmaya cesaret edememiştir. Bu hareketin ardından, Azak üzerine Kozak lideri ile müttefik olan Çerkez lideri Kansavuk’un saldırısı vuku bulmuştur. Azak müdafaa güçleri tarafından bertaraf edilen Çerkezler mağlup edilerek bir kısmı esir olmuş, diğerleri ise firar ederek Dimitraş’la birleşmişlerdir. Dimitraş ve asi Çerkez grupları Taman, Azak, hatta Kefe kıyılarında Osmanlı hakimiyetini tehdit etmeye devam etmişler, mezkur kale beyleri hazırlıksız yakalandıkları bu deniz savaşlarında ihtiyaç duydukları gemileri merkezden istemişlerdir. Merkezle yapılan muhabereden anlaşıldığı kadarıyla tedarik edilen gemilerin bölgeye geç ulaşması ve yetersiz olması yüzünden kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.

Bu hadiseler, Rus yayılmasının Osmanlı Devleti tarafından belli oranda idrak edilmesine yol açmıştır. Kırım-Osmanlı yardımlaşmasının arttığı bu dönemde, Osmanlı topçu birlikleri ile takviye edilmiş Kırım askerî birlikleri Rusya üzerine seferlerini sıklaştırmışlardır. Mayıs 1562’de Devlet Giray Han I. kumandasında Rusya üzerine bir yıpratma seferi yapıldı. Ertesi yılın Nisan-Mayıs aylarında Kalgay Mehmed Giray Mihailov’a kadar ilerlerken, Ekim 1564’te Devlet Giray I. komutasında Kırım ordusu Riazan şehrini yağma etti. 1565 yılında Rusya üzerine Devlet Giray I. komutasında bir sefer daha yapıldı. Devlet Giray I., Osmanlı Sultanı’nın isteği üzerine 1566 yılında düzenlenen Sigetvar seferine katılmak üzere Kalgay Emin Giray komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderdi.

Osmanlı Devleti, Astarhan üzerinden hacca giden hacılara mani olunması üzerine Rusya karşısında ciddî kararlar almış, daha 1562’lerde tasavvur edilen Astarhan Seferi için harekete geçmiştir. Osmanlı Devleti’nin kuzey üzerine ilk ciddî ve büyük seferi olan bu hareket, Devlet Giray I. Nezdinde doğurduğu endişelerden dolayı daha başlangıç aşamasında birtakım pürüzlerle karşılaşmıştır. Osmanlı Devleti, Astarhan Seferi sonunda hakimiyetini Astarhan’a kadar yaymış olacaktı. Bu durum, Kırım Hanlığı’nın hakimiyet sahası olan Azak-Astarhan arasını kendi eliyle Osmanlı’ya terketmesi demekti. Kırım hanı, Osmanlı nüfuzunun Astarha’a kadar uzanmasıyla Kırım’ın bir Osmanlı eyaleti haline gelmesi endişelerini de taşıyordu. Devlet Giray I.’in Rusya üzerine yukarıda çok kısa özetlenen müteselsil seferlerinin bir maksadı da Rusya’yı Osmanlı nezdinde tehdit olmaktan çıkararak Astarhan Seferi’nin gerçekleşmesine mani olmaktı. Astarhan Seferi, Iran’ı kuzeyden kuşatmak, Türkistan ile irtibat kurmak, Don nehri ile Idil’i bir kanalla birleştirmek sureti ile Türk deniz gücünü Hazar’a kolayca sevketmek gibi şümullü hedefleri ihtiva ediyordu. 9 Şubat 1568’de Cafer Bey’e gönderilen hükümlerden ilk hazırlıklarına başlandığı anlaşılan, bütün Rumeli ve Anadolu sancaklarından büyük miktarlarda iaşe, mühimmat ve askerî güçle takviye edilen seferin Kefe beyi Kasım Bey tarafından yürütülmesine karar verildi. Devlet Giray I.‘in sefere katılarak Kısım Bey’e yardımcı olması emredilmişti. 1569 yılında büyük hazırlıklardan sonra gerçekleşen Astarhan seferi, tam bir hezimetle sonuçlanmış, Rusya üzerine yönelen bu büyük hamle akim kalmıştır. Seferin başarısız olmasının en önemli sebebleri, Kırım hanının belirtilen endişelerle daha ordunun hareket ve intikal aşamasında güçlükler çıkarması ve bu tavrını sefer boyunca sürdürmesidir. Ciddi etüdler yapılmadan karar verilen kanal kazma işinin zaman kaybına yol açması neticesinde ordunun Astarhan’a hayli geç ulaşması da etkili olmuştur. Astarhan’ı göstermelik bir kuşatmadan sonra avdet eden ordunun büyük kısmı yollarda telef olmuş, çok azı Azak’a varabilmiştir.

Osmanlı-Kırım ilişkilerinin oturduğu dengelerin bu şekilde birbirine zıt unsurları ihtiva etmesi, Osmanlı kuzey politikasının en zayıf yönünü teşkil ederken, Rusya’nın azami istifadeler elde etmesini intac etmiştir. Buna benzer hadiseler, Osmanlı-Kırım münasebetlerinde süreklilik arzeder.

1569’da Astarhan’ın fethi ve kanal teşebbüsü akim kaldıktan sonra Devlet Giray I., Rusya ile girdiği müzakerelerde Astarhan ve Kazan’ın kendisine verilmesi yönünde taleplerde bulundu. Osmanlı’nın Astarhan muvaffakiyetsizliğini Rusya’nın yanına bırakmayacağından endişelenen İvan, Selim II.’nin cülusunu tebrik etme fırsatından da yararlanmak sureti ile dostluk mesajlarını iletmekle görevli bir elçi gönderdi. İvan, bu vesileyle Astarhan ve civarının Osmanlılara verilebileceğini ima etmek suretiyle Rusya’nın Osmanlı ile dost kalmak niyetinde samimi olduğuna Osmanlı’yı inandırmak istemişti. Bu sırada Kıbrıs’ın fethi için hazırlıklara girmiş bulunan Osmanlı Devleti, Rus elçisine karşı takındığı soğuk tavırla Rusya ile eski dostluk anlayışına dayanan yakınlığı kaldırmış, ancak kısa sürede Rusya üzerine Astarhan’ın rövanşına yönelik bir sefere de çıkmamıştır. Osmanlı bu dönemde Rusya işlerini Kırım Hanı Devlet Giray I.’e havale etmiştir. 

Devlet Giray I., 1569 sonrası ortaya çıkan konjonktür içinde bütün gücü ile Rusya’yı sıkıştırmaya devam etti. 1570 Nisan-Mayıs ayları ile Eylül aylarında Mehmed ve Alp Giraylar komutasında gerçekleştirilen iki seferle Riazan ve Kasıra bölgeleri tahrip edildi.  1571’de Bizzat Devlet Giray I. komutasında 120.000 akıncı ile yürütülen büyük çaplı sefer çok başarılı geçti. Rus çarının kaçması üzerine savunma hatları çöken Moskova yakıldı. İstanbul’da büyük yankı ve sevinç uyandıran bu haber sonunda Devlet Giray I.’e taht algan unvanı verildi. Devlet Giray I., 1572 yılında muvaffakiyetsiz bir sefer daha yapmıştır. Devlet Giray I.’in vefatına kadar geçen süre içinde Rusya ile hasmane ilişkiler devam etmiş, Kırım akıncıları 1574, 1575, 1576 yıllarında Rusya üzerine akınlarını sürdürmüşlerdir.


Hanlığın Osmanlı Siyaseti İçinde Erimesi


Devlet Giray I.’in vefatı üzerine yerine oğlu Kalgay Semin Mehmet Giray (Mehmed Giray II. 1577-1584) geçti. Osmanlı Devleti’nin giriştiği en kapsamlı muharebelerden biri olup fasılalarla 1618’e kadar devam eden Osmanlı-İran savaşlarında Osmanlı ordusunun yanında yer alması istendi. Kalgay nasbettiği Adil Giray ve oğlu Saadet Giray’la derhal İran Cephesine hareket etti. Aras nehri sahiliyle Berdaa ve Gence diyarını talan ve tahrib ettikten sonra padişahın iznini almadan yerine bir miktar asker bırakarak Kırım’a döndü. Serdar Lala Mustafa Paşa’nın vekâleti Özdemiroğlu Osman Paşa’ya bırakarak dönmesi Kırım ve Osmanlı otoriteleri arasında kriz yaratmış, Semin Mehmed Giray daha düşük rütbede bir Osmanlı paşasının emri altına girmeyi konum ve mevkiine uygun bulmamıştı. Oğlu Saadet Giray’ın da babasından sonra Kırım’a dönmesiyle cephede Osmanlı ordusu ile beraber Adil, Gazi ve Mübarek Giraylar kalmışlardı.

Semin Mehmed Giray’ın hayatına mal olacak geri dönüş hadisesi, çetin geçen bu muharebelerde Kırım Hanlığı’nın Osmanlı’yı yalnız bıraktığı şeklinde yorumlanamaz. Semin Mehmed Giray, Osmanlı vakanüvislerince değerlendirilmesi mümkün olmayan; ancak, milletlerarası güç dengelerinin seyrinden belli olduğu üzere Kırım Hanlığı için öncelik teşkil eden Rus meselesinin peşini bırakmak istemiyor, hanlığın askeri gücünün büyük kısmını Osmanlı emrine verirken, kendisi Rusya ile hesaplaşmak istiyordu. Bundan daha mantıklı bir şey olamazdı. En büyük rakibi Rusya’nın Çarlık unvanını taşıdığı bu devrede, Kırım hanının Osmanlı vezirinin altında görülmeye razı olmaması da haklı bir tepkidir. Kırım akıncı güçleri, Adil, Gazi ve Mübarek Giraylar komutasında savaşın daha ilk merhalelerinde büyük kahramanlıklar göstermiştir. Peçevî, Özdemiroğlu’nun eski Şirvan hakimi Ereş hanla giriştiği şiddetli savaşlarda Semin Mehmed Giray’ın Adil, Gazi, Saadet ve Mübarek Giraylarla yetişerek zaferin kazanılmasını sağladığını büyük bir övgü ile belirtir. Dört gün süren muharebe Osmanlı kuvvetleri tarafından kazanılmış, Ereş Han esir edilerek infaz edilmişti. Özdemiroğlu, kaçan Iran kuvvetlerinin takibine Adil Giray’ı memur etmiş, yapılan takib sonunda Ereş Han’ın oğulları, hazineleri ile birlikte 2.000 deve ve pek çok koyun ele geçirilmişti. Adil Giray ve maiyyeti bu savaşların seyrini değiştiren başarılar göstermeye devam ettiler. Özdemiroğlu’nun 30-40 bin miktarında bir ordu tarafından Şemahi Kalesi’nde kuşatıldığı ve ümitsizce direndiği sırada yardıma yetişen yine Kırım kuvvetleri olmuştu. On günden beri Şemahi’yi kuşatmakta olan Iranlılar, Kırım kuvvetlerinin imdada yetişmesi üzerine muhasarayı kaldırarak çekilmek zorunda kaldılar. Adil Giray, Iranlıları pusuya düşürerek dağıttıktan sonra Iran ordusunu takib ederken Gazi Giray’la beraber pusuya düşürülüp esir edildi. 

Adil Giray, Kahkaha zindanında uzun süren esaretinden sonra öldürüldü. Gazi Giray ise bir vesile ile kaçıp kurtularak Erzurum’da bulunan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın yanına, oradan da Istanbul’a vardı. Kalgay Adil Giray’ın öldürülmesi, Kırım tarihinde ilk kez "nureddin”lik adı ile yeni bir payenin ihdasına sebep oldu. Adil Giray’ın yerine Cengiz töresi gereğince büyük kardeş Alp Giray’ın Kalgay olması gerekiyordu. Semin Mehmed Giray oğlu Saadet Giray’ı tahta hazırlamak bakımından "Nureddin” payesi vererek ikinci veliaht yaptı.

Semin Mehmed Giray, devam etmekte olan Osmanlı-Iran savaşlarına ikinci kez katılma emri aldı. On bin kişilik bir Tatar kuvvetini Azak beyi Mehmed Bey kumandasında gönderdikten sonra kendisi de cepheye gitti. Semin Mehmed Giray’ın Özdemiroğlu ile buluştuktan sonra kış bastırmadan Kırım’a avdet etmesi, padişahın gözünden düşmesine neden oldu. Bu hadise, Semin Mehmed Giray’ın Şirvan cephesini ikinci terkedişi olup hakkındaki menfi kanaatin kesinleşmesini intaç etmişti. Semin Mehmed Giray Kırım’a döndükten sonra onu halletmek emrini almış bulunan Özdemiroğlu Osman Paşa, Kırım’a vardı. Özdemiroğlu’nun niyetini anlayan Semin Mehmed Giray, onu bir yemek ziyafeti vesilesiyle Solhat’a sokmak suretiyle ortadan kaldırmayı denedi. Kırım hanı, bu hileye kanmayan Özdemiroğlu’nu Kefe kalesinde kuşattı. Kırk günlük kuşatmada zor durumda kalan Özdemiroğlu’nun imdadına Kılıç Ali Paşa gönderildi. Osmanlı kuvvetlerine direnemeyeceğini anlayan Semin Mehmed Giray, Nogay uruğlarına doğru kaçmaya teşebbüs etti ise de kardeşi Alp Giray tarafından yakalanarak öldürüldü (Aralık 1584). Yerine İstanbul’da ikâmet etmekte olan İslâm Giray II. (1584-1588) atandı.

Semin Mehmed Giray’ın iktidardan düşmesi ve İslâm Giray iktidarının başladığı dönemde Lehistan ve Rusya arasında Kırım Hanlığı’nı ilgilendiren çok önemli gelişmeler vukubulmuştur. Semin Mehmed Giray zamanında Rusya’nın başında Korkunç İvan lakabı ile meşhur IV. İvan (1547-1584), Lehistan’ın başında ise Polonya tarihinin en haşmetli hanlarından Stephen Bathory (1533-1586) bulunuyordu. Litvanya’nın çökerek yerine Kozakların ortaya çıktığı bu dönemde, İvan’ın büyük Rusya’yı kurmasına az kala Bathory, Mikhail Vishnevetsky liderliğindeki Kozakları da kendi hakimiyetine alarak 1579-81 yıllarında Rusya’ya karşı harekete geçmiştir. Yapılan savaşlar sonunda verdiği kayıplar Rusya’yı temelinden sarsmıştır. Rusya uzun yıllar süren savaşlarda harab olmuş, çiftçi sınıfı büyük darbe yemiş, üretim hayatı gerilemiş, bunun sonunda içtimaî çalkantılar içine girmiştir. Tarihçilerin "felâketler dönemi” tesmiye ettiği bu zamanda, Kırım Hanı Semin Mehmed Giray Han bu konjonktürel avantajları kullanma çabasında idi. Mezkûr han, önce Rusya üzerinde büyük tehdit teşkil eden Bathory üzerine yöneldi. Volniya’ yı tahrip ettikten sonra Litvanya sınırlarını vurmak sureti ile Bathory’ye gözdağı veren Kırım hanı, Moskova ile kurduğu teati sırasında Astarhan ve Kazan’ın iadesi ile Don Kozaklarının bölgeden tehcir edilmesi karşılığında Rusya’yı Lehistan karşısında desteklemeyi vaadediyordu. Bu dönemde İsveç ile de yoğun savaş içinde olan Rusya, sözkonusu istekleri açıkça reddetmek yerine diplomatik lisanla ikna yolunu seçerek Kırım hanı ile ittifakını sürdürmeye çalıştı. İşte bu vaziyette, Kırım hanı 1578’de Hanlık için ciddi bir tehdit teşkil etmeyen Şirvan cephesine katılma emri aldı. Hanlığın enerjisi bu cephelerde harcandı. Semin Mehmet Giray’ın hangi saiklerle Osmanlı emirlerini dinlemeyerek Kırım’a avdet ettiği, konjonktürel hadiselerin seyrinden daha iyi anlaşılmaktadır. Kırım bir darbe daha almış, bundan en kârlı çıkan ise yine Rusya olmuştu.

İslâm Giray II., uzun yıllar rehin bulunduğu İstanbul’dan Kırım tahtına çıkarıldıktan sonra, sabık Kalgay Alp Giray’ı yeni kalgay, oğlu Mübarek Giray’ı Nureddin yaptı. Hanlığın kısaca özetlenen siyasî zayıflaması, hakimiyet ifadesi olan Cuma hutbelerinde de ifadesini buldu. İslâm Giray II.’den itibaren hutbelerde halife sıfatıyla padişahların isminin önce okunma esası getirildi.

İstanbul merkezli müdahalelerle hanlığın el değiştirmesinden sonra Kırım Hanlığı’nın iç savaş seviyesinde bir dahili mücadeleye sahne olması, adeta kaçınılmaz olmaktadır. Yeni han, hanlığının dördüncü ayında Saadet Giray’ın isyanı ile karşılaştı. Saadet Giray, Nogaylardan mürekkep bir ordunun başında Bağçe Saray’ı kuşatarak zabtetti. Firar eden İslâm Giray II., Osmanlı hakimiyetindeki Kefe’ye sığındı.

Saadet Giray’ın Kefe’yi muhasarası ile başlayan kanlı çatışmalar, Istanbul’da telâş uyandırdı. Duruma müdahale etmek için Özdemiroğlu Osman Paşa görevlendirildi. Osmanlı kuvvetlerinin Kırım’a varmasından önce Islâm Giray II., Kefe beyi ve civardaki Osmanlı kuvvetlerinin yardımı ile Saadet Giray’ı mağlup etti. Saadet Giray, tekrar Nogaylar arasına karıştı. Selânikî’nin, "bu esnâda evâsıt-ı şehr-i şevvâl’de Özbek Tatarı Hanı Abdulah Han’dan gelen elçi ve Küçük Nogay dimekle meşhûr olan tâ ‘ife-i Tatar’un âdemi gelup arzıhâl eylediler ki "maktul olan Kırım Hanı Mehmed Giray oğlı kaçup Rus kralına ilticâ eyledüklerinde mübâlağa leşker koşup vilâyet-i Ejderhan kal’asına beğ diküp ve hâliyâ tedârikleri budur ki leşker-i melâ’in-i bî pâyân Nogay’ı alup, sürüp önine katup Kırım üstüne gelüp ehl-i Islâma küllî intikâm itmek kastındadur” şeklindeki ifadesi vakanüvis mizacına atfedilse bile, aynı zamanda devlet işlerinde vukufu olan bir resmî görevlinin hissiyatını yansıttığı gibi, dönemin hadiselerini yönlendiren perde arkası güçlere de işaret eder. Selaniki’nin bu kaydı, Howorth’un verdiği bilgilerle desteklenmektedir. Saadet Giray ‘ın Rusya emrine girdiği hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte, Islâm Giray’a karşı yapılan mücadele sonunda diğer kardeş Murat Giray Çar’ın emrine girmiş, Nogaylar ve Kozaklardan topladığı güçlerle Rusya yanlısı hareketlerine devam etmiştir. Yeni Çar Feodor, Murad Giray’ı iki voyvoda eşliğinde elinde beratla Idil bölgesine gönderdi. Murad Giray, kendisini Yayık, Volga, Don ve Terek hakimi sayıyor, Islâm Giray’a gönderdiği habercilerle bununla övünüyordu. Aslında camiye gidişinde bile Rus muhafızlarının kontrolünde idi. Rusya onun vasıtası ile Islam Giray II.’yi Lehistan üzerine baskı yapmaya zorladı ve etkili oldu. Semin Mehmed Giray’ın Rusya üzerine kurmak istediği baskı, şimdi Rusya tarafından Kırım Hanlığı üzerinde tatbik edilmektedir. Murad Giray, 1587 yılında Islam Giray’la yazışmasında onu Lehistan üzerine akınlar yapmaya ikna etme çabasında idi. Bu çabalar etkili olmuştur. Kırım Hanlığı’na bağlı Nogaylar, 1587 yılında Ukrayna üzerine yaptıkları akınlarla çok sayıda esir elde ettiler. Islâm Giray II., Kırım mirzaları arasında Rusya üzerine akınlar yapılması doğrultusundaki istekleri reddetmiştir. Bununla birlikte, ona bağlı olmasına rağmen kontrol edemediği Nogaylar halâ Rusya’ya zarar veriyordu. Murad Giray hadisesi, iç siyasî çekişmeler sonunda Rusya’ya sığınan han adayları sayesinde Rusya’nın Kırım siyasetini nasıl etkilediğini gösteren güzel misallerden biridir. Murad Giray, hamisi Rusya sayesinde Islâm Giray II. üzerine yürümeyi sabırsızlıkla beklemiş, ancak bu amacına nail olamamıştır; zira, bu dönemde Rusya Kırım Hanlığı’nı Polonya ile ittifaka itecek aşırı davranışlardan kaçınıyor, onu sadece kendisine zarar veremeyeceği bir çizgide tutmaya çalışıyordu. Diğer yandan, Rusya’nın Osmanlı ile kurmuş bulunduğu kadim dostluk siyaseti bu dönemde de belli ölçülerde devam ediyordu. Burada hatırlanması gereken husus, Devlet Giray zamanında Rusya üzerine başlayan şiddetli ve yıpratıcı akınların niçin durduğu ve Rusya’nın kurnaz bir siyasetle Kırım Hanlığı’nı en büyük rakibi olan Polonya üzerine nasıl yönelttiğidir. Büyük kralı Bathory’nin 1586’da ölümü ile Polonya zayıflarken, Ivan IV.’den sonra Rusya, imparatorluk haline gelmenin büyük sancılarını göğüsleyerek gelişmesini sürdürmüştür. Rusya, yüzyılın sonlarına doğru Çerkezler ve Gürcüler üzerinde de belirgin bir hakimiyet kurmuştur. 

Islâm Giray Han II., Mart 1588’de Akkirman civarında vefat etti. Yerine kardeşi Bora Gazi Giray Han/Gazi Giray II. (1588-1608) geçti. Gazi Giray II., Iran cephesinde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın nezaretinde sayısız yararlılıklar göstermiş, Osmanlı sarayının büyük güven ve teveccühünü kazanmıştı. İran savaşlarında esir düştükten (1581) sonra birkaç yılını Kahkaha zindanında geçirmiş, bir vesileyle kaçarak kurtulmuş, önce Erzurum’da bulunan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın yanına (1585), oradan İstanbul’a gelmiş, bağlanan salyane ile Yanbolu’da sakin bir hayat sürmekte iken Kırım hanlığına getirilmiştir. 

Kırım hanlarının en büyüklerinden kabul edilen, şair ruhlu, iyi eğitim görmüş, İran cephelerinde tecrübe kazanmış bir han olan Bora Gazi Giray Han, Lehistan, Rusya ve İsveç arasında yoğun olarak cereyan eden mücadelelerde yer alma çabasını büyük güçlükler içinde, zaman zaman gerilime girme pahasına, Osmanlı sarayı ile sürtüşmeden yürütmeye çalışmıştır. Batı ve doğu cephelerinde Avusturya ve İran ile savaş halinde olup Kırım akıncı güçlerinin desteğine mutlak bir ihtiyaç içinde olan Osmanlı Devleti nezdinde Kırım Hanlığı’nın kendi dış politikasını tatbik etmesi imkân haricindedir. Buna rağmen, enerjik hanlar imkân ve fırsat buldukları ölçüde hanlığın Doğu Avrupa siyasetinde etkili olması için hiçbir fırsatı kaçırmamışlardır.

Gazi Giray II.’nin ilk yıllarında Osmanlı-İran savaşlarının ilk safhası İstanbul Antlaşması (21 Mart 1590) ile nihayete ermişti. Avusturya cephesinde ise birtakım gayri nizamî güçlerin sınır ihlalleri haricinde büyük çaplı bir savaş mevcut bulunmuyordu. Lehistan sınırı ise Osmanlı ve Kırım Hanlığı bakımından ciddî meseleler ihtiva ediyordu. Artık Lehistan’ın kontrol edemediği bir güç haline gelmiş bulunan Kozaklar, Dnyeper ağzına kadar olan sahada terör estiriyordu. Kozak saldırıları 1589 yılında Kırım içlerine kadar uzanmıştı. Osmanlı bu saldırılardan Lehistan’ın sorumlu olduğunu düşünüyordu.

Bora Gazi Giray, bu şartları değerlendirdi. Çar’a yazdığı mektupta Osmanlı sarayı ve kendisinin Kazan ve Astarhan üzerindeki kadim iddialardan vazgeçtiğini belirterek bunun karşılığında Lehistan üzerine yapacağı seferde Rusya’nın desteğini talep ediyordu. Bora Gazi Giray, bu istikamette Polonya üzerine yaptığı seferde Litvanya ve Galiçya’da büyük hasar yaptı. Lehistan haraç vermek sureti ile Hanlığı sulha ikna edebildi. Bora Gazi Giray Han, teklif edilen ittifakın kabul edilmesi bir yana, sefer hususunda Rusya’nın Lehistan’a bilgi verdiğinden kuşkulanarak İsveç Devleti ile ittifak arayışına girdi. Rusya’ya sığınmasından sonra Kırım üzerindeki tehdidini halâ devam ettirmekte olan Murad Giray’ı muhtemelen İdil içlerindeki casusları sayesinde zehirletmek sureti ile öldürten Bora Gazi Giray Han, bundan Rusya’yı sorumlu tutup intikamını almak üzere harekete geçti. Esas maksadı Rusya’yı cezalandırmaktı. Bu dönemde Rusya, hanedan dışından Boris Godunov'un hakimiyetinde olup, Godunov ve karşıtlarının iktidar mücadelelerinin doğurduğu suikastlerle zayıf düşmüş bir vaziyette bulunuyordu.

Bu durumdan da istifade etmek isteyen Bora Gazi Giray Han, Osmanlı topçu birlikleri ile takviye edilmiş 150.000 bin kişilik bir ordu ile Rusya üzerine yürüdü (26 Haziran 1591). Moskova güçleri Kırım ordusunu Moskova’ya iki verst mesafede müdafaa vaziyetinde karşıladı. Kırım akıncı birlikleri müdafaa halindeki Rus topçu ve tüfenkçilerinin cehennemi ateşi ile karşılaştı. Karamzin’in verdiği bilgilere göre klasik savaşta Ruslardan çok güçlü olan Kırım akıncıları, Rusya ordusunun mücehhez olduğu ateş gücü karşısında başarılı olma şansından mahrumdu. Kırım akıncı güçlerinin Moskova’yı tahrip etmesi bu kez engellenmişti. Çar Feodor, Moskova’yı korumak gibi bir zaferin kazanılmasını sağlayan kahramanlarını büyük ihsanlarla ödüllendirdi.

Bora Gazi Giray Han bu suretle Lehistan ve Moskova üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırken 1593’te Osmanlı-Avusturya savaşı patlak verdi. 1594’te Avusturya cephesinde savaşmak üzere sadrazam Sinan Paşa’ya iltihak etti. Burada geçen muharebelerin akıbetini etkileyen mücadelelerde bulundu. Osmanlı’ya isyan eden Boğdan’ı itaat altına aldı. Boğdan yönetimine hanzadelerden birinin tayini hususundaki teklifi Istanbul tarafından reddedildi. Osmanlı’ya darılarak Kırım’a dönen han, ısrarlı davetlere rağmen uzayıp giden Avusturya cephesine kendisi gitmeyerek kalgayı Fetih Giray’ı gönderdi. Çağalazâde Sinan Paşa nezaretinde görev yapan Fetih Giray komutasında Kırım akıncı güçleri başarıyla savaştılar. Çağalazâde Sinan Paşa, 1596’da Haçova meydan muharebesini kazandıktan sonra bu savaşlarda en büyük destekçisi olan Fetih Giray I.’in Kırım Hanlığı’na atanmasını sağladı (Ekim-Kasım 1596). Üç ay sonra Çağalazade Sinan Paşa’nın azli ve yerine Bora Gazi Giray taraftarı İbrahim Paşa’nın getirilmesi üzerine Istanbul’dan bir beratla tekrar Kırım tahtına atandı. Istanbul’dan beratlı iki hanla karşılaşan Kırımlılar büyük şaşkınlık içine düştüler. Kefe müftüsünün fetvası ile Bora Gazi Giray’ın beratı işleme konuldu. Hanlığı yeniden elde eden Bora Gazi Giray Han, Fetih Giray’ı katlettirdi. Kalgaylığı Devlet Giray’ın oğlu, Fetih Giray’ın kardeşi ve kalgayı Selamet Giray, nureddinliği de Devlet Giray’a tevcih etti. Bir süre sonra Devlet Giray’ı öldürtmesinin doğurduğu korku, kalgay ve kardeşlerinin Istanbul’a sığınmalarına sebep oldu. Han, bu sefer kalgaylığı oğlu Toktamış, nureddinliği de diğer oğlu Sefer Giray’a verdi. Bora Gazi Giray han, bundan sonra ki faaliyetlerini ikinci aşamasında bulunan Osmanlı-Avusturya savaşlarına hasretmek zorunda kaldı. Zaman zaman Istanbul’un aşırı istekleri karşısında bunalıp savaşlara kalgayı görevlendirince büyük tepkilerle karşılaştı. 1602’de bu tür gerilimler yüzünden tahtını kaybetmek tehlikesi geçirince cepheye bizzat gitmek zorunda kaldı. Avusturya cephesinde sükûnetin başlaması üzerine Anadolu’da Celâli isyanlarını bastırmak için yardıma çağrıldı. Hanlığı’nın son yıllarına doğru yeniden başlayan Iran savaşlarına bizzat katılma emri aldı. Bu sıralarda inşası tamamlanmış bulunan Gazî Kirman Kalesi’nden dönerken yolda vefat etti (Şaban 1016/Kasım 1607).

Gazi Giray II., Kırım Hanlığı’nı Osmanlı tarzında bir yönetime kavuşturmak için çalışmalar yapmış, bu maksatla "han ağalığı” ile Kırım akıncı güçlerinin en zayıf yanını teşkil eden ateşli silahlarla mücehhez kıtalar ihdas etmiştir. Temrük ötesinde, Kafkasya’da Gazi Kirman’ı inşa etmesi, Howorth tarafından Iran cephesine gitmemesinin intac edeceği cezadan kurtulmak gayesine yönelik olduğuna yorumlanır. Ancak, bu dönemde Rusya kontrolünde Kırım içlerine kadar uzanan Don Kozaklarının saldırılarını göğüslemek ve artık Kafkasya’ya inmekte olan Rus yayılmasını durdurmak gibi gayelere yönelik olduğunu düşünmek daha doğrudur. Howorth’un nokta-i nazarı da bazı sonuçlar ilzam etmekten uzak değildir; zirâ, Bora Gazi Giray Han, büyük hanlık siyaseti gütmeye çalışan, ancak buna Osmanlı diplomasisi içinde imkân bulamayan birisi idi. Mezkûr kalenin yapılışının bir sebebi de Istanbul’un müdahaleleri sırasında emin bir sığınak bulma gayesi olabilir.

Bora Gazi Giray’dan sonra Kırım tahtına kısa müddetle Toktamış Giray geçti. Yeni hanın cülusu, Osmanlı yönetimini ikiye bölmüştü. Şeyhülislam Sunullah Efendi ile Defterdar Ahmet Paşa Toktamış Giray’ı, Hoca Sadeddin Efendizâde Mehmed Efendi ile Kaptan-ı Derya Hafız Paşa ise Selâmet Giray’ı tercih ediyordu. Nihayet Selâmet Giray tarafı galip geldi. Selâmet Giray I., hanlık beratı ile Kırım’a gönderildi (14 Nisan 1608). Aynı zamanda Mehmed Giray’a kalgaylık, Şahin Giray’a ise nureddinlik payeleri verildi. Kırım’dan ayrılmış olan Toktamış ile Kırım’a gitmekte olan Mehmed Giray yolda karşılaşıp kavgaya tutuştular. Mehmed Giray galip gelerek Toktamış ve kardeşi Sefer Giray’ı öldürdü. Kırım tahtında ırsi olan kargaşa, Selâmet Giray I.’in rakiplerini öldürtmek niyetinin ortaya çıkması ile devam etti. Selâmet Giray I.’in Mehmed Giray ve Şahin Giray’ı ortadan kaldırma niyetinin karşı tarafça haber alınmasından sonra bu iki giray Çerkez ülkesine firar ettiler. Selâmet Giray I., bunun üzerine üvey oğlu Canbek Giray’ı kalgay, kardeşi Devlet Giray’ı nureddin yaptı. Selâmet Giray I. zamanında Kırım Hanlığı’nın milletlerarası münasebetlerde aktif bir rol oynadığına şahid olmuyoruz. Selâmet Giray I., Haziran 1610’da vefat etti ve Kırım hanlığına Canbek Giray II. (I. Hanlığı: 1610-1622. II. Hanlığı: 1627-1636) geçti.

Yeni hanın cülusu ile hanın kardeşi Devlet Giray kalgay, Selâmet Giray han evladından Azimet Giray nureddin oldular. Devlet Giray Osmanlı-Lehistan arasında cereyan eden muharebelerde mağlub ve maktul olunca Azimet Giray kalgay, hanın oğullarından Mübarek Giray nureddin nasbedildiler. Kalgaylık ve nureddinlik mansıpları bu şekilde iki kez daha el değiştirdi. Şüphe edilerek öldürülen Azimet Giray’ın yerine Akça Mübarek Giray, Akça Mübarek Giray’ın vefatı üzerine Mehmed Giray Kalgay olmuştur.

Canbek Giray II.’nin cülus zamanı, Rusya’nın dahili zafiyet içinde yıprandığı, sınırlarında yer alan savunma hatlarının İsveç ve Lehistan güçleri tarafından ele geçirildiği bir dönem idi. Kırım Hanlığı, kontrol dışı ve münferit Tatar baskınları haricinde bu müsait vaziyetten yararlanamamıştır. Sebebini aşağıda icmalen verilecek hadiselerden istidlal etmek zor olmayacaktır.

Canbek Giray Han II., kendini devam etmekte olan Osmanlı-İran muharebelerinin içinde buldu. Hanın masrafları için gerekli hazinenin tahsisinden sonra, 1618’de 40.000 akıncı ile Kefe’den hareketle veziri-i azam Halil Paşa ile birleşti. Nahcıvan ve Azerbaycan topraklarında muzafferane mücadele ederek büyük çapta esir ve ganimet elde etti. Ganimete dalan Kırım kuvvetleri, Serav’da mağlub edildi. Mağlubiyetin bozguna dönüşmesi Halil Paşa’nın dirayeti ile önlendi.

Müteakip yıllarda Osmanlı Devleti ile beraber Kırım akıncı birliklerini batı cephesinde görüyoruz. Kırım hanı, Turla suyuna iki konak mesafede kamp kurmuş olan Kozak birliğini imha ettikten sonra 1621’de Osman II. ile birleşti. Hotin ve Tabur muharebelerinde yer aldı. Ertesi yıl hiçbir sebep yokken halledilip Rodos’a sürüldü. Bu mesnedsiz müdahaleden sonra Kırım tahtında Mehmed Giray III.’ü görüyoruz. 1622 tarihinde cereyan eden bu hadisenin mimarı, mezkûr tarihte sadarete geçen Merre Hüseyin Paşa idi. Merre Hüseyin Paşa’nın bu hadiseden kısa bir müddet sonra azledilmesi ile Mehmed Giray’ın yerine tekrar Canbek Giray atandı. Kızlarağası Mustafa Ağa’nın marifeti ile tahtan uzaklaştırıldığı haberini alan Mehmed Giray III., emre riayet etmeyerek direndi.

Karşısına çıkan Canbek Giray II.’yi Kefe’ye sığınmak zorunda bıraktı. Kırım kabile güçleri de Mehmed Giray yanında yer aldı. Meseleyi halletmek üzere gönderilen Kaptan-ı Derya Recep Paşa, Mehmed Giray’ın kararlılığı karşısında başarılı olamayarak iktidarın Mehmed Giray’da kalmasına razı olmak zorunda kaldı. Canbek Giray II. şansını denemek istedi ise de büyük bir bozgunla tekrar Kefe’ye sığındı. Osmanlı ve Kırım kuvvetleri büyük kayıplar verdi. Recep Paşa’nın ayrılmasından sonra meseleyi halletmek için gönderilen Mehmed Subaşı’nın girişimi de sonuçsuz kalınca Osmanlı hükümeti Mehmed Giray III.’ün hanlığını tasdik etmek zorunda kaldı (1624).

Mehmed Giray III. idaresinde kalgay Şahin Giray, bu dönemde Osmanlı nezdinde kabul edilmiş, bölgesel bir güç haline gelmiş bulunan Nogay reisi Kantemir ve ailesi üzerinde büyük bir mezalim gerçekleştirdi. Kantemir bunun intikamını almak için her yolu denedi. Osmanlı desteğinde Şahin Giray’ı mağlub etti. Atama sırasında yaşanan mağlubiyeti unutmamış bulunan Osmanlı Devleti, büyük destekle Kantemir’i Vezir Hasan Paşa ile beraber Canbek Giray’ı nasbetmek üzere harekete geçirdi. Memed ve Şahin Giraylar firar ettiler. 1627 ‘de Kırım tahtına tekrar Canbek Giray II. getirildi. Mezkûr hanın ikinci hakimiyeti Ramazan 1044/Şubat 1635’e kadar devam etti. Bir rivayete göre cebr ve şiddeti, bir rivayete göre ise hayli geçkin yaşından dolayı hükûmet edememesi, üçüncü kez azledilmesinde etkili oldu. Ekim 1636’da vefat etti. Mehmed Giray, Kozaklarla müttefikan mücadelesini sürdürmeye çalıştı ise de cereyan eden muharebelerde hayatını kaybetti.

Canbek Giray II.’den sonra Kırım Tahtına Inayet Giray Han geçti. Kuruluşundan sonuna kadar Osmanlı cephelerinde zorunlu görev yapan Kırım akıncıları, bu akınlarda yağma ve ganimet peşinde manevi zafiyetlere duçar oldular. Hanlığın Istanbul mihraklı entrikaların da etkili olduğu dahili mücadeleler içinde iyice zayıfladığı bu dönemde hanzadeler Lehistan, Rusya, hatta Iran’dan medet umdular. Hanlığın zayıflaması, Astarhan’a kadar olan sahada müstakil güçlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Nogay reisi Kantemir, bunlardan birisidir. Hukuken Kırım Hanlığı’na bağlı olan Kantemir, Hotin muharebelerinde gösterdiği muvaffakiyetler sayesinde sarayın teveccühünü kazanmış, padişahla muhaberat içine girmiştir.

Inayet Giray, Iran Savaşlarına katılmak üzere Akkirman civarında kalabalık Mansur kabilesine hükmettiği anlaşılan Kantemir ile beraber hareket halinde iken Kantemir’in kendisini terkederek Akkirman’a gitmesine sinirlenmiş, o da cepheye gitmekten vazgeçerek Akkirman’a yönelmiştir. Akkirman’a varmadan burada çıkan anlaşmazlıklar yüzünden Kefe’yi kuşatıp yöneticilerini katleden (1636) Kırım hanı, hikayesi uzun olan vukuat sonunda tahtının tehlikeye düştüğünü anlayıp durumu arzetmek üzere Istanbul’a gitti. Kantemir de bu sırada Istanbul’da bulunuyordu. İki amansız rakip Murat IV. huzurunda şiddetli bir muarezeye girişince sultanın gazabına uğrayan İnayet Giray oldu. Murat IV. onun idam edilmesini emretti ve emir derhal yerine getirildi (Nisan-Mayıs 1637). Kırım tahtına Rezmi Bahadır Giray (Bahadır Giray I.) atandı (Mayıs-Haziran 1637). Hanlığın zayıflamasından istifade eden Kozaklar harekete geçtiler. 6.000 kadar Zaporyo Kozağı 2.000 miktarı Don kazağı ile birleşerek Iran’a yönelmişken, bundan vazgeçerek Osmanlı hakimiyetinde bulunan Azak’ı kuşatıp zapt ettiler (Haziran 1637). Rusya, Osmanlı nezdinde düşmanı olarak lanse ettiği güçler sayesinde tarihi hülyalarından birisine kavuşmuş oluyordu. Azak’ın düşürülmesi için gerekli olan barut Moskova’dan temin edilmişti.

Osmanlı ordusu Haziran 1641’de Azak’ı istirdat etmek istediyse de başaramadı.1642’de Azak’ı tekrar kuşatma niyetinde idi. Ancak, zaman Rusya için henüz erken olup, halâ en büyük dünya gücü olan Osmanlı ile sıcak savaşa girmek menfaatına aykırı idi. Üstelik, resmi olmasa da fiilen Kafkasya’ya kadar hakim bulunuyordu. Bu bakımdan, Kozaklarla kurmuş olduğu sıcak münasebetlere ve onlar üzerindeki otoritesine dayanarak Azak’ı terk etmelerini sağlayacaktır.

Rezmi Bahadır Giray Han, isyan, yağma ve katliam faaliyetlerini sürdüren Mansuroğulları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Kefe müftüsünün fetvası ile gerçekleştirdiği hareketle Mansuroğullarının büyük bir kısmını imha etti. Vergilerini vermeyen Rusya’ya şiddetli bir ferman göndererek uyardı. Rusya, vergilerini ödemeyi taahhüd etti. Azak’ın istirdadı için yapılan muhasaradan dönerken Ekim-Kasım 1641’de taun hastalığından vefat etti. Kırım tahtına biraderi Mehmed Giray IV. atandı (Kasım 1641).

Mehmed Giray IV., evvelki taht mücadeleleri zamanlarında vukubulan hadiseler yüzünden kardeşlerinin tepkisi ile karşılaştı. Aralarında münâferet ve muhalefet vuku bulunca Giray evlâdından olduğu meşkuk Çoban Mustafaoğlu Kulbuldu’yu Fetih Giray unvanıyla kalgaylığa getirdi. Geleneğe aykırı bu tutumu, hanzadelerden başka Kırım kabile güçlerinin de tepkisini çekti. Azak’ın Kozaklar elinde iken yeni muhasara hazırlıklarının başladığının duyulması üzerine teslim edildiğini belirtmiştik. Mehmed Giray IV. zamanında Kalmuklar Kırım’ı tehdit ediyor, Çerkezler arasında da kabile savaşları vukubuluyordu. Azak’ın muhasarası için yapılan harekât sonunda Mehmed Giray’ın Çerkezlere karşı mezâlimane icraatı Kefe valisi tarafından merkeze şikâyet edilmişti. Bu vaziyeti göze alan İstanbul, onu azlederek yerine İslâm Giray III.’ü atadı (Haziran sonları 1644).


Lehistan’ın Zayıflaması ve Kırım Hanlığı


Ömrünün önemli bir kısmını Lehistan’da esir olarak geçiren İslâm Giray III., Lehistan siyasetine vakıf idi. Bu dönemde Lehistan, Boğdan Hemilnitski şahsında alevlenen Ukrayna-Kozak hareketi ile şiddetli bir mücadele içinde idi. İslâm Giray III. bu vaziyeti değerlendirerek bu ünlü Kozak lideri ile kurduğu ittifakla (1648) Lehistan’ı zorladı. Sözkonusu ittifak siyasî olduğu kadar askerî boyutu da muhtevî idi. Bogdan Hemilnitski ve İslâm Giray kumandasında Lehistan’a karşı savaşan kuvvetlerin sayısının 300.000 kişiden mürekkep olduğu kaydediliyor. Hükûmet boşluğunun doğurduğu krizlerle zayıf düşmüş bulunun Polonya, Kırım-Kozak ittifakı ile baş edemedi. Kırım-Kozak güçleri 1648-1649 yıllarında birkaç kez vurdular ve büyük tahribat yaptılar.

Lehistan’a karşı kurulan bu ittifakın Rusya’yı da rahatsız ettiği, her iki devletin İstanbul’a Tatar akınları hususunda yaptığı şikâyetlerden anlaşılmaktadır. Osmanlı hükümeti buna karşı Rusya’dan Don kozaklarının artık Azak kurbunda cereyan eden baskılarına mani olunması ve Kırım Hanlığı’na ödenmekte olan yıllık ananevî verginin ödenmesini şart koştu. Elçilik teatisi sonunda Rusya’nın basit vaadlerle istediğini elde etmesine gücenen Kırım hanı, Osmanlı padişahına, "Padişahın içten destekçisi ve hizmetkârı olduğunu belirttikten sonra, Rusların ancak zor anlarda barışı hatırladıklarını, talih kendilerine döndüğünde ellerinden gelen melaneti yapmaktan çekinmediklerini, Kırım Hanlığı’nın baskısı olmaması durumunda Akkerman’ı alıp Moldavya üzerine hakim olacaklarını hatırlatıyor, izin verildiği taktirde Rusya’yı Kırım ve Osmanlı Devleti nezdinde Moldavya statüsüne indirmeyi amaçladığını” belirtiyordu.

Rusya ile ilişkilerini geleneksel çizgide iyi niyet anlayışı içinde yürütmeye çalışan Osmanlı Devleti, bu dönemde Lehistan’ı bölme noktasına ulaşan Ukrayna-Kozak hareketini desteklemeye devam etti. Osmanlı desteğinde 1649’da Kırım ve Kozak işbirliği ile gerçekleştirilen büyük çaplı sefer, Polonya’yı zor durumda bıraktı. Kırım Hanlığı, bu gelişmelerden azamî seviyede istifade etti. Polonya üzerinde tarihinin en güçlü nüfuzunu gerçekleştirdi. Vukubulan antlaşmayla (1649) Lehistan, yıllık 300.000 florin tutarında sabit vergi vermeği, hanlığın eski sınırlarını ve Kozakları tanımayı, kültürel haklarını muhafaza etmeyi kabul ediyordu.

Ukrayna’nın istikbalini kurmakta olan Kozak hareketinin Kırım himayesinde teşekkül edişi, kayda değer hadiselerden birisidir. Ukrayna Kozakları bu himaye karşısında Kırım Hanlığı’nı Kafkasya üzerine yapılan seferlerde askerî bakımdan destekliyordu. Polonya antlaşma şartlarını yerine getirmedi. 1652’de vukubulan savaşlarda Lehistan başarılı oldu. Islâm Giray’ın Lehistan üzerine en etkili seferi 1653’te vukubuldu. Osmanlı Devleti tarafından da teşvik edilen Kırım akıncılarının Bar ve Kaminetz’e kadar yağma ve tahrip yaptığı sefer sonunda ananevî vergi ödenmesi şartı ile Lehliler antlaşma yaptılarsa da bununla tatmin olmayan Kırımlılar yağma ve tahribatını sürdürdüler. Bu seferde Litvanya baştan başa yağmalandı. 5000’den fazla esir toplandı.

Kırım Hanlığı Lehistan üzerinde istediği nüfuzu kurduktan sonra bu devletle Astarhan bölgesini istirdat etmek maksadı ile Rusya’ya karşı bir ittifak kurmak istiyor, ancak, Lehistan’ın amansız düşmanı olan Bogdan Hemilnitski engeli ile karşılaşıyordu. Lehistan ve Kırım Hanlığı arasında 1653’ün sonlarında gerçekleştiği anlaşılan ittifak Bogdan Hemilnitski’nin Rusya ile yakınlaşmasına, hatta bir antlaşma ile (Pere Slav Antlaşması: 6 Ocak 1654) Rus tabiyetini kabul etmesine yol açacaktır.

Islâm Giray III., Temmuz 1654’te hastalanarak vefat etti. Yerine Mehmed Giray IV. İkinci kez Kırım tahtına geçirildi. Mehmed Giray IV, ikinci hükümetinin başlarında, bölünmüş bulunan kabile aristokrasisini yatıştırmak zorunda kaldı. Mansuriler ve Şirinler arasında rekabet mevcut idi. Adil Giray’ın eceli ile vefatı üzerine Murad Giray’ın nureddinliğe getirilmesi nisbi bir uzlaşma sağladı. Bu dönemde Lehistan, bir yandan Isveç ve diğer yandan Rusya-Kozak ittifakının saldırıları ile bitab düşmüş idi. Rusya, Ukrayna Kozaklarını da kendine çekerek Polonya üzerindeki baskısını yoğunlaştırmıştı. Lehistan bu suretle büyük tavizlerle Kırım Hanlığı’na Ukrayna Kozaklarını ezdirme çabası içine girdi. Kırım Hanlığı’nın gayesi ise, Erdel prensi Rakozi’nin liderliğinde teşekkül etmiş Moldavya, Eflak, Kozak ittifakını dağıtmaktı. Leh-Kırım ittifakı ile yapılan hareketle Kozaklar mağlub edildi (1654-1655).

Bu hadiseden sonra Kozakların Lehistan üzerine yaptıkları akından dönen Bogdan Hemilnitski ile Kırım Hanı arasında Oserna’da cereyan eden küçük çaplı bir muharebe sonrasında, Kırım hanı Kozak başbuğunu Rusya ile işbirliği yapmakla itham etmişti. Bogdan Hemilnitski 1657’de öldürüldü. Polonya ile gerçekleşmiş bulunan ittifak içinde Kırım akıncıları bu sefer Erdel üzerine yürüdü. Kırım hanı, Erdel prensi Rakozi üzerine büyük bir ordu ile gerçekleştirdiği akınla Osmanlı Devleti’nin bu önemli rakibini ezdi (1657). Erdel konfederasyonu dağıtılmış, Rakozi’nin yakın akrabaları esir alınmış, ordusu imha edilmiş, Kırım akıncıları büyük ganimetlerle dönmüştü. Ertesi sene Rakozi’nin üssü Elbe Julia dahil Transilvanya baştan başa tahrip edildi.

Mehmed Giray IV, 1658 yılından sonra da Lehistan ile işbirliği içinde bulundu. Bu dönemde Lehistan Kozakları tanımış, kültürel haklarını iade ederek barış yapmıştı. Kozak gruplarından bazıları, Lehistan yerine Rusya ile işbirliği içinde idiler. Kırım hanı bu Kozak gruplarını Lehistan ile işbirliği içinde ezdi. 1659’da Bogdan’ın yerine geçen Kozak lideri Vigofski ile müttefikan Rusya ile mücadele etti. Haziran 1660’ta bir Rus ordusu imha ve esir edildi. Bu haberler İstanbul’da büyük sevinçle karşılandı. Aynı yıl Mehmed Giray IV., Rusya’nın düşmanı olan İsveç ile ittifak arayışına girdi. Karşılıklı hediyeler gönderildi.

Kırım Ordusu 1661’de Transilvanya’yı bir kez daha vurdu. Köprülü Mehmed Paşa kumandasında Erdel işini kökten halletmek üzere 1658’de hareket eden Osmanlı ordusunda yüz binden fazla Kırım ve Kozak kuvveti yer almıştı. Köprülü Mehmed Paşa, bu hareketini 

1661’de tamamlayarak Erdel meselesini halletti. Köprülü Mehmed Paşa’nın vefatından sonra yerine geçen oğlu Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa da Avusturya seferine görevlendirilmiş (1663), mezkûr sadrazam Mehmed Giray IV.’ü de sefere davet etmişti. Kırım hanı bu sefere kendisi gidemeyerek oğlu Adil Giray’ı gönderdi. Bu seferde Kozaklar da Osmanlı ordusunun yanında yer aldı. Kırım akıncıları 1663’te büyük bir başarı ile savaştı. İki kez Moravya ve Silezya’yı vurdu. Ağustos’da Tirnau, Friestadl, St. Georgen yağma ve tahrib edildi. Kırım akıncıları Eylülde Nikolsburg, Rabensburg ve Brunn’a yürüyerek tahrib ettiler. Howorth, Kırım akıncılarının bu hareketlerini Batu’nun meşhur Kıpçak seferi ile mukayese etmektedir.

Büyük başarı ile gerçekleştirilen bu harekât sonunda Mehmed Giray IV. tahtını kaybedecektir; zira, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa Kırım hanının sefere bizzat katılmamasından dolayı onu suçlu görmüş ve azledilmesini sağlamıştır (Haziran 1666). Kırım tahtına aynı yıl içinde Adil Giray atandı.


Doğu Avrupa’da Rus Üstünlüğünün Başlaması


Adil Giray Han’ın tahta geçişinin ilk yılında vukubulan harici gelişmeler, Kırım Hanlığı ve Osmanlı Devleti açısından büyük ehemmiyet taşımaktadır. Lehistan ve Rusya, uzun yıllar devam eden yıpratıcı savaşlar sonunda 13 yıllık bir antlaşma ile sulh yaptılar (1667). Antlaşmaya göre Zaporyo Kozakları (Batı Kozakları) Lehistan’da kalıyor, Dnyeper’in doğusu burada yaşayan Kozak ahalisi ile Rusya’ya bırakılıyor, bundan başka iki devlet birbirine Kırım’a karşı ittifak içinde olmayı vadediyordu. Bu antlaşmayla iki devlet arasında paylaşılan Kozak ahalisi, Osmanlı hakimiyetinde yaşayanlar da göz önünde bulundurulduğunda üç parçaya taksim edilmiş oluyordu. Osmanlı hakimiyetinde bulunan Kozaklar, hatman Doroshenko’ya tabi idiler. Mezkûr antlaşma ile Lehistan- Rusya ittifakı içinde yer alan diğer Kozak hatmanı Serko ise O’nun rakibi idi. Kırım Hanlığı, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Lehistan-Rusya savaşlarından azami derecede istifade etmiş, bu iki gücün hanlık üzerindeki baskısı bu yüzden gerçek manada hissedilmemişti. 1667 antlaşmasına göre ise iki amansız rakip olan Lehistan ve Rusya müttefik oluyorlardı. Bu bakımdan, Adil Giray ve sonrası dönem, Kırım Hanlığı açısından hiç te kolay olmayacaktır. Lehistan cephesinde rahatlayan Ruslar, bu tarihlerden itibaren artık Osmanlı himayesindeki Kırım’a saldırmaya cüret edeceklerdir.

Bu antlaşmadan rahatsız olan Osmanlı Devleti, önce Lehistan’ı sindirdikten sonra Rusya üzerine yürümeyi tercih etti. Kırım hanının kontrolünde Tatar ve Kozak kuvvetleri muhtemelen 1667 yılında Polonya ordusunu büyük bir bozguna uğratıp komutanlarını esir aldı. Buna misilleme olarak hatman Serko liderliğinde yapılan saldırıda ise Kırım akıncıları şiddetli bir mağlubiyete uğratıldı. Adil Giray, Osmanlı himayesinde Kırım-Kozak ittifakının gereklerinin aksine müttefik Kozak ahalisinin topraklarının yağmalanmasına müsaade edince sultanın tepkisine müncer oldu ve azledildi. Yerine, Selim Giray I. Atandı (Nisan 1670).

Selim Giray Han, cülus eder etmez Kabartaylar üzerine sefere çıktı. Sefer nihayete ermeden Mehmed IV. Komutasında Lehistan üzerine yapılan sefere çağrıldı (1670). Osmanlı ordusunun Kamaniçe’yi kuşattığı sırada Kırım hanının orduya iltihakı merasimle kabul edildi.

Kamaniçe’nin fethi (27 Ağustos 1672) ve sonrası vukuatta Kırım akıncı güçlerinin rolü büyüktü. Savaş sonunda Podolya Lehistan’dan Osmanlı hakimiyetine geçiyor, Lehistan’ın Kozaklar üzerinde son yıllarda kurmuş bulunduğu hakimiyet ortadan kalkıyor, Lehistan’ın Kırım Hanlığı’na ödediği yıllık ananevi vergi muhafaza ediliyordu.

Osmanlı Devleti, Lehistan üzerinde nüfuzunu kurduktan sonra Rusya üzerine yöneldi (1674). Kırım hanının Osmanlı himayesindeki Kozak hatmanı Doreshenko ile ittifakını sıkılaştırması sağlanarak Kozak lideri Kırım askeri gücü ile desteklendi. Doroshenko, Rusya üzerine yıpratıcı bir sefer düzenledi. Müteakiben, Dnyeper’in doğusunda büyük katliam gerçekleştirdi. Mezkûr Kozak liderinin yağma, katliam ve tahribata yönelik hareketi, arkasındaki desteğin kaybolmasına ve Rus yanlısı grupların güçlenmesine sebep oldu. Ruslar, onu Çehrin’de kuşatarak esir ettiler (1675). Doroshenko, hatmanlıktan vezgeçmek şartıyla hürriyetine kavuşabildi, ancak aynı yıl içinde öldü.

Merkezleri Çehrin’in Ruslar eline geçmesi ve Doroshenko’nun ölümü ile Osmanlı yanlısı Kozaklar da Rus himayesine girmiş oluyordu ki, bunun kabulü, Ukrayna’nın elden çıkmasına göz yummak demekti. Osmanlı hükumeti atadığı yeni ataman Hemilnitski’yi vezir Şişman Ibrahim Paşa ve Selim Giray Han nezaretinde Ukrayna’ya gönderdi. Osmanlı-Kırım kuvvetleri, öncelikle evvelki antlaşma şartlarına mugayir davrandığı müşahade edilen Lehistan’ı uyarıp gerekli garantiyi aldıktan sonra Ruslar elindeki Çehrin’e hareket etti. Serdar Ibrahim Paşa ve Selim Giray Han’ın yürüttüğü ve Ruslara karşı Osmanlıların ilk seferi olan bu mühim harekette Osmanlı ve Kırım kuvvetleri üç tarafı bataklıklarla çevrili olan kaleyi alamadıkları gibi, yardıma gelen Rus kuvvetleri karşısında tutunamayarak muhasarayı kaldırdılar. Muvaffakiyetsizlik hem Kırım hanı hem de serdarın azline sebep oldu. Selim Giray’ın yerine Murad Giray atandı (Mart 1677).

Çehrin’in alınamaması İstanbul’da umumî bir memnuniyetsizlik yaratmış, harekâtın durdurulması halinde Rusların bölge üzerindeki üstünlüğünün kabul edilmesi gibi bir vaziyet hasıl olmuştu. Osmanlı Devleti, 1678’de Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kumandasında tekrar Çehrin üzerine yürümüştür. Osmanlı ve Kırım kuvvetleri Çehrin’e üç konak mesafede buluştular. Hatman Hemilnitski de ittifak içinde idi. Kırım ve Osmanlı kuvvetleri büyük güçlükler içinde, zaman zaman yardıma gelen Rus kuvvetleri tarafından hezimete uğrama tehlikesi geçirmelerine rağmen Çehrini fethettiler (12 Ağustos 1678). Kalede bulunan 30.000 muhafız imha edildi.

Murad Giray, Kırım Yarımadası’nın doğu yakasında Ruslar tarafından yapılmış olan istihkamlar üzerine şiddetli akınlar düzenleyerek bunları yıktı. Taman ve civarındaki kaleleri yeniden tahkim etti. Murad Giray’ın uyarısı üzerine Rusya’ya karşı yeni bir harb müzakeresi yapılmış, padişahın Edirne’ye hareketi üzerine meselenin ciddiyetini anlayan Rus çarı, Murad Giray vasıtası ile sulha razı olmuştur (13 Şubat 1681).

Osmanlı Devleti Rusya ile sulh aktettikten sonra yönünü Avusturya üzerine çevirmiş, meşhur Viyana kuşatması vukubulmuş, muhasaranın muvaffakiyetsizliğinden Murad Giray sorumlu tutularak azledilmiş, yerine Hacı Giray II. tayin edilmiştir (Kasım 1683). Murad Giray zamanında Ruslar artık Osmanlı ile ilişkilerinde Kırım’ın aracılığını tanımamış, direkt temasa geçmişlerdir.

Viyana kuşatması sırasında kahramanca mücadelesi ile ünlü olan Hacı Giray II., bir yıllık iktidarı sırasında Lehistan’ın Besarabya’yı işgaline karşı koymuş, İsmail geçidi yakınlarında onlarla muharebe etmiştir. Seyyîd Mehmed Rıza’nın uzun uzun anlattığı dahili mücadeleler, entrikalar ve kabile güçlerinin hoşnutsuzluğu gibi sebeplerden azledilmiş, yerine tekrar Selim Giray Han I. atanmıştır (Haziran 1683).


Kırım üzerinde Rus Kıskacı


Viyana bozgununun yaşandığı 1683 tarihi, Osmanlı Devleti için olduğu kadar Kırım Hanlığı için de bir dönüm noktasıdır. Osmanlı güç dengeleri içinde birinci konumda olmaktan çıkıyor, Macaristan’dan Belgrad’a kadar olan topraklarını kaybediyor, Rusya Doğu Avrupa’nın en üstün gücü haline geliyordu. Rusya bu tarihten önce Çehrin’de Osmanlı karşısındaki gücünü tecrübe etmişti. Merzifonlu’ya yenilse bile bunu muvaffakiyet sayabilecek gerekçeleri mevcuttu. Artık Osmanlı’dan çekinmiyor, savaşı göze alabiliyordu. Kuruluşundan itibaren önce Altınordu, Sonra Osmanlı’ya karşı güttüğü dengeli ve ikiyüzlü politika yerini alenî yayılma stratejisine bırakmıştır. Rusya, Lehistan üzerinde üstünlüğünü kabul ettirerek sulh yapmış, Ukrayna’yı kendine bağlamış, burada şimdiye kadar Lehistan-Osmanlı ve Kırım Hanlığı tarafından teşkil edilmiş bulunan dengeleri kendi lehine çevirmiştir.

Bütün araştırmamızın hülasasını teşkil eden tespitimizi bir iki cümle ile dile getirmenin zamanı gelmiş bulunuyor: Kırım Hanlığı daha kuruluşundan itibaren Pax-Ottomana’nın bir parçası idi. Haşmetli devirleri kadar zafiyetleri de Pax-Ottomana’ya göre şekillenmişti. Demek ki, Pax-Ottomana var olduğu sürece Kırım Hanlığı yaşayabilirdi. 1683’ten itibaren büyük bir darbe yiyen Pax-Ottomana tedricen eridikçe Kırım Hanlığı’nın mevcudiyetini mümkün kılan şartlar da ortadan kalkıyordu.

Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturya, Lehistan ve Venedik’den mürekkep Kutsal Haçlı İttifakı teşkil edildi (1684). 1696’da bu ittifaka Rusya da katıldı. Kırım Hanlığı Osmanlı’nın yanında bütün cephelerde yer almakla beraber, bilhassa Lehistan ve Rusya cephelerini bizzat omuzladı.

Selim Giray I.’in Avusturya cephesinde bulunmasından (1686-1687) istifade eden Ruslar, hakimiyetleri altındaki Kozak lideri Mazeppa ile Kırım’a 50.000 kişilik bir ordu ile saldırdılar (1687). Oçakof (Özi) ve civarı yağmalanarak pek çok Kırımlı esir edildi. Rus Prensi Galitzin yine Mazeppa ile müttefikan Perekop’a kadar ilerledi. Avusturya cephesine katılması emredilen ve bu sırada Sofya’da bulunan Selim Giray’ın bu durumda Kırım’da kalarak gaileyi defetmesi uygun görüldü. Ruslarla ve müttefikleriyle şiddetli savaşlar yapıldı. Ruslar kesin olarak mağlub edildi.

Selim Giray, 1689’da Yeğen Osman Paşa gailesi ve başka siyasî meselelerle boğuşmaktan zayıflamış bulunan merkezde aleyhine çevrilebilecek entrikaları yok etmek ve merkezin sorunlarının halledilmesinde yardımcı olmak maksadı ile Istanbul’a gelmek arzusunda olduğunu bildirdi. İsteği kabul edildi. Selim Giray’ın gelişi, Yeğen Osman Paşa meselesinin halledilmesi hususunda müsbet tesirlerini derhal gösterdi. Han’ın otoritesi ile moral bulan hükûmet erkanı kararlılık göstererek bu gaileyi defetti.

Selim Giray, müteakip yıllarını büyük bir hızla devam eden Avusturya cephesi savaşlarında geçirdi. 1690’da yılancık denen hastalığı dolayısıyla savaşa bizzat gelemeyince Kalgay Devlet Giray’ı gönderdi. Nureddinlik makamında bulunan oğlu Azimet Giray’ın vefatından çok müteessir oldu. Tahttan feragat ile hacca varmak isteğini Istanbul’a bildirdi. Arzusu Istanbul tarafından kabul edildi. Yerine Saadet Giray II. atandı (Mart 1691).

Saadet Giray da devam etmekte olan Avusturya cephesine çağrıldı. Osmanlı kuvvetlerinin mağlubiyetinde Kırım hanının cepheye geç vasıl olmasının etkisi görüldü. Bir rivayete göre ise, yağma ve çapula alışkın Kırım akıncılarına şiddetle müdahale etmesi Kırım ordu ümerası arasında huzursuzluk yaratmış, azledilmesi için merkeze arzlar sunulmuş, bu iddiaları dikkate alan Istanbul, Saadet Giray’ı azlederek yerine Safa Giray’ı atamıştır (Aralık 1691).

Kırım hanları, sürekli müdahalelerle artık orduya hükmedemez olmuşlardır. Safa Giray’ın başına gelen, bu nevi bir vaziyetti. Batı cephesine hareket etme emri almış bulunan Safa Giray’ın ordusu onu terketmişti. Birkaç aylık iktidarı azledilmek suretiyle son bulmuş, yerine Selim Giray I. (üçüncü hanlığı) atanmıştır (Ekim 1692). Bu dönemde iyice müşahade edildiği üzere, Kırım hanlarının nasb ve azilleri Kırım nokta-i nazarından değil, ya Osmanlı dış siyaseti, ya da Kırım ümerası ile Osmanlı sarayının ortaklaşa tatbik ettiği entrikalar çerçevesinde yürütülüyordu. Bu kez gerçekleşen azilde Avusturya cephesinde alınan vahim neticelerin etkili olduğu kesindir.

Balkanlardan Macaristan’a açılan kapı olan ve Edirne’ye kadar olan sahayı kontrol eden mühim mevki Belgrad kuşatma altında idi. Selim Giray derhal cepheye çağırıldı ve 1693’te Orduya iltihak etti. Belgrad’ın muhasaradan kurtarılmasında büyük tesiri oldu. Han’ın maiyyetinde bulunan Şehbaz Giray, Lehlilerle Kaniçe yakınlarında şiddetli savaşlar yaptı. Eylül 1695’te tekrar cepheye çağrıldığında Lugos, Nissa, Behin kalelerinin fethinde aktif görev aldı. Avusturya generali Frederick Veterani’nin öldüğü, ordusunun imha edildiği büyük Lippa muharebesinde de önemli rol oynadı.

Kırım hanının cephede bulunduğu 1693-1695 yıllarında Kırım ve hinterlandında yerli Kırım güçleri ile Kozaklar arasında şiddetli savaşlar cereyan ediyordu. Kozak yağma ve çapul hareketi Perekop’a kadar uzandı. Ruslar Azak Kalesi’ne 1595’te saldırdılarsa da alamadılar. 1696’da II. Mustafa’nın batı seferine çıktığı sırada Çar Petro’nun Azak’a yeni bir muhasara hazırlığı içinde olduğu haberi üzerine Kırım hanının yerinde kalması, batı cephesine oğullarından birini göndermesi bildirildi. Selim Giray I.’in Kırım’da bırakılması isabetli olmuş, ilk muhasarada Ruslar mağlub edilmiştir. Ruslar aynı yıl içinde gerçekleştirdikleri ikinci kuşatmada Azak’ı zabtettiler (6 Ağustos 1696). Petro, Kerç Boğazı’nı kontrol etmek üzere yeni kaleler ve donanma inşa etti. Taman Rusların eline geçmiş, Kefe başta olmak üzere bütün Kırım sahilleri Rus tehdidi altında kalmıştı.

Bu buhranlı devrede iyice yorulan ve bunalan Selim Giray I., kendi isteği ile tahttan vazgeçti. Yerine Devlet Giray II. Atandı (Ocak 1699). Azak’ın kaybı, Osmanlı Devleti olduğu kadar Kırım Hanlığı açısından da bir dönüm noktasıdır; zira, Ruslar artık içdenizlere resmen inmiş, Osmanlı’nın kuzeydoğu ve kuzeybatı Kafkasya ile olan irtibatını kesmiş, ayrıca, doğrudan Kırım’ı tehdit eder olmuşlardır. Osmanlı’nın Azak’ı kaybetmesi, Kırım’dan Astarhan’a kadar olan sahada yaşayan ve Kırım Hanlığı’nın asker kaynağını teşkil eden kabilelerin Osmanlı’dan ümidlerini keserek Rusya’ya dönmelerine de sebep olmuştur. Bu durum, bizzat Kırım Hanlığı’nın iç kabile ümerasının da artık Ruslara karşı temkinli olmasına neden olmuştur. Diğer yandan, Kırım’da bitmek bilmeyen dahili kabile mücadelelerinin de hızlanmasına yol açmıştır. Devlet Giray II., iktidarının büyük kısmını bu dahili mücadeleleri yatıştırma çabası içinde geçirmiştir. Kardeşi Kaplan Giray, isyan halinde olan Çerkezler üzerine gönderilmiştir. Kalgaylık ve Nureddinlik mansıpları yüzünden birbirine düşen prensler, hanlığın rakibi olan Nogay kabilelerine sığındılar. Devlet Giray II. vekayiinde gözönünde bulundurulması gereken diğer husus, 1700 İstanbul antlaşmasının ortaya çıkardığı konjonktürde Osmanlı ve Kırım siyasetinin büyük tezatlar göstermesidir. Osmanlı Ruslarla imzalanan sulhu muhafaza etmeye çalışırken, Kırım’ın dahili ve haricindeki bütün muhalif etnik unsurları kendi yanına almaktan başka bölgenin önemli güçlerinden biri olan Kozaklardan istifadeyle fiili işgal hareketine Giren Rusların faaliyetlerinden Rahatsız olan Devlet Giray Osmanlı’yı sert bir şekilde ikaz ediyor, Kırım’ın can düşmanı olan Potkalı Kozaklarının Kırım’ın yanıbaşında kaleler inşa ederek Kırım’ı vurmaya hazırlandıklarını, Rusların Karadeniz’de donanma inşa ettiklerini bildiriyor ve tedbir alınmasını istiyordu. Raşid bu vekayii naklederken, resmi bir tarihçi sıfatıyla Devlet Giray Han’ın şikâyetlerinin yersiz olduğunu, ima etmektedir. Diğer yandan, yine Râşid ‘e göre bu dönemde Kırım dahili ve harici isyanlar içinde bulunmakta, Rusların güdümündeki Nogayların şekavetlerinden Kırım hanı Bahçesaray’a bile gitmeye cesaret edemeyince Nogay ülkesine sığınmak zorunda kalmakta, Kefe müftüsü bu şartlar muvacehesinde Nogayların kâfir ahkâmına göre yargılanıp cezalandırılabilecekleri hususunda fetva vermektedir. Hanlık’ta dahili asayiş tamamen bozulunca, artık ata binemeyecek kadar yaşlanmış bulunan Selim Giray I.’e müracaat edildi. Devlet Giray II., azledilerek yerine Selim Giray I. atandı (dördüncü hanlığı, Aralık 1702). Selim Giray Han, Kırım hanlarının en büyüklerindendir. Sultan Mehmed IV., Süleyman II., Ahmed II., Mustafa II. ve Ahmed III. Devirlerinde Osmanlı ordularının en kritik anlarında destanî başarılar göstermiş, Osmanlı sarayında büyük hürmet ve taktir kazanmıştır. O’nun kazandığı yüksek itibar karşısında, Osmanlı Devleti’nin Viyana bozgunu ve sonrasında hızla itibar kaybettiği bir sırada hanedanlığın Istanbul’dan Kırım’a geçebileceği endişeleri hasıl olmuştur.

Bu büyük tecrübe bile Rusların Azak’a inmelerini, Kırım Yarımadası’nın dört tarafını güçlü kalelerle tahkim etmesini engelleyememiştir; zira, Osmanlı Devleti, bu sıralarda gücünü batı cephesinde tüketiyordu. Selim Giray I. 22 Aralık 1704’te vefat etti. Hanlığa Kapıkulu Ocağı’ndan Abdülbaki Efendi, Şirinlerin emiri Murtaza Mirza ve Kırım ulemasından Abdülaziz Efendi’nin riyasetindeki murahhas heyetinin reyiyle Gazi Giray III. atandı (30 Aralık 1704).

Ruslar karşısında mağlubiyeti tescil edilmiş bulunan Osmanlı Devleti’nin Kırım’ın iç dengeleri için hayatî olan otoriteyi temin edememesi, doğu hinterlandında her zaman Kırım’ın hem güç kaynağı, hem de problemli yanını oluşturan Nogayların dezentegrasyon sürecine girmelerine yol açmıştır. Gazi Giray, isyan eden Nogay ve Çerkez kabilelerine karşı başarısız oldu. Bu durumun Rusların yayılmasını hızlandırdığı açıktı. Istanbul’daki entrikacılar için bulunmaz fırsat teşkil eden bu vaziyet değerlendirildi.

Gazi Giray III., Han ağası Mustafa Ağa’nın Yusuf Paşa’ya verdiği rüşvet ve Yusuf Paşa’nın Istanbul nezdinde girişimi ile azledilerek yerine Kaplan Giray I. atandı (Mart 1707).

Han azilleriyle iyice güç kaybına uğrayan Kırım Hanlığı, doğu ve batı hinterlandındaki hakimiyetini iyice kaybetmeye başladı. Gazi Giray III. devrinde başlayan isyanlar yayılarak devam etti. Kaplan Giray I. kendini Kabartaylar, Çerkezler ve diğer Kafkas toplulukları ile Kefe ve bizzat hanlığın içinden çıkan güçlerden müteşekkil büyük bir ittifak karşısında buldu. Bu güçlü ittifak ile Kabartay hududunda vukubulan ve pek çok ümeranın şehid olmasına sebep olan hezimetten kabahatli bulunarak azledildi. Yerine Rodos’ta mukim bulunan Devlet Giray II. atandı (ikinci atanması) (13 Aralık 1708).

Devlet Giray II, Prut muharebesinde (1711) Rus çarına karşı Osmanlı ordusunun yanında muvaffakiyetle mücadele etti. Osmanlı Devleti’nin Ruslar karşısında yakaladığı tarihi fırsatı Baltacı Mehmed Paşa’nın ehliyetsizliği yüzünden kaçırmasından en fazla müteessir olanlardan birisi de o idi. Devlet Giray II., Baltacı’nın cezalandırılmasında ısrar etti. Rusya’nın zayıfladığı bir anda en büyük arzusu, Prut Savaşı’nın devamı niteliğinde harekâtın sürdürülmesi idi. Poltava’da Ruslara yenilerek Osmanlı’ya sığınmış bulunan İsveç kralı Charles’ın memleketine gönderilmesi Devlet Giray’a tevdi olunmuş, O’na memleketine kadar refakat etmesi istenmişti. Yol masraflarının da Kırım hanınca karşılanmasının istenmesi Kırım hanının rahatsızlığını mucip olmuş, Devlet Giray İsveç kralına Dnyester’e kadar eşlik ettikten sonra ondan ayrılmıştı. Bu hususta ki şikâyetler İstanbul’a ulaşınca azledildi. Yerine Kaplan Giray I. (ikinci hanlığı) atandı (27 Mart 1713).

Kaplan Giray I., 1716’da vukubulan Avusturya seferine katılma emrini almıştı. Bu seferin sonucunu belirleyen Varadin muharebesinde (Ağustos 1716) Osmanlı ordusu feci bir mağlubiyete uğramıştı. Kırım hanının Avusturya seferine geç vusulünün akıbette etkili olduğu ileri sürülerek azledildi (Ekim 1716). Yerine Kara Devlet Giray atandı (Kasım 1716). Aslında Kırım hanı bu sefere zamanında katılmıştı. Azil ve atamanın asıl sebebi, Kara Devlet Giray’ın sefer için külliyetli ordu toplamayı vaad etmesi idi.

Kara Devlet Giray, Selim Giray Han I.’in evlâdı değildi. Selim Giray’ın güçlü şahsında teessüs etmiş bulunan veraset geleneği, Kara Devlet Giray’ın Kırım ümerası içinde benimsenmesini imkânsız kılmıştı. Osmanlı’nın batı seferi için gerekli orduyu kurmak üzere Kırım’a döndüğü sırada ordu ümerası arasında hasıl olan huzursuzluk had safhaya ulaştı. Artık kontrol edilemez olmaya yüz tutmuş bulunan dahili kargaşayı dikkate alan İstanbul, O’nu azlederek Saadet Giray III.’ü atadı (Şubat 1717). Osmanlı ordusu batı cephesinde mağlub olmuş, Pasarofça sulhunu imzalamıştı (21 Temmuz 1718) Lale Devri’nin başlangıcı olan bu tarihten itibaren, Saray sulhu korumaya azimli idi. Kırım Hanlığı’nın da buna uyması zaruri idi. Dahili ve harici meselelerde hakimiyetini kaybetmiş bulunan hanlık, bu siyasetin gereklerini yerine getirmekte zorlandı. Kırım Hanlığı’na da isyan halinde olan mirzalar ve Nogayların yaptığı akınlarla ilgili şikâyetler İstanbul’a ulaştı (1718). Saadet Giray III., 1720’de Kafkasya üzerine sefere çıktı. Maksadı hinterlandı kontrol altına almaktı. Ancak orada esir edildi. Esaretten kurtulup tahtına döndüğünde hanlığın iç dengeleri artık onun aleyhinde idi. Şirin ümerası ve onlara tabi ayan-ı memleketin hoşnutsuzluğu karşısında Osmanlı Devleti’nin han lehine girişimleri de Han’ın mevkiini koruması için yeterli olmadı. Saadet Giray III., Şirinlerin baskısı ile tahttan uzaklaştırıldı (Ağustos-Eylül 1724). Hanlığa Mengli Giray II. atandı (Eylül 1724).

Mengli Giray II., İstanbul’dan tayini sırasında artık İstanbul’un kontrolünden çıkmış bulunan Şirinleri safdışı etmek için kesin emir almıştı. Görevi, Şirin kabile beyleri arasında ki bağları keserek dağılmalarını sağlamaktı. Bu doğrultuda giriştiği icraatında karşısında en büyük rakib Şirin ümerası arasında büyük otorite sahibi olan Can Timur oldu. Han, Can Timur ve destekçilerini başarılı bir şekilde safdışı ederek Şirinlerin dahili siyasetteki nüfuzunu azalttı. Mengli Giray tahta geçtiğinde Osmanlı Devleti Iran muharebeleri ile meşgul idi. İstenilen miktarda akıncıyı oraya sevkettikten sonra Bucak taraflarında isyan eden Adil Giray gailesini yatıştırmış, başarılı icraatiyle dahilde sükuneti sağlamıştı. Kafkasya’da Nogay ve Çerkezler üzerine gerçekleştirdiği başarılı seferleriyle hakimiyetini kabul ettirmişti. Mengli Giray II.’nin Hanlığı düzene sokmaya başladığı sırada Patrona Halil İsyanı vuku buldu. İsyanın elebaşlarının padişahı keyfi isteklerine icbarı meyanında azledilerek yerine Kaplan Giray I. üçüncü kez atandı (Ekim 1730).

Osmanlı Devleti’nin Patrona İsyanı gailesiyle zayıflamasını fırsat bilen Iran, doğudan istilâya başladı. Osmanlı orduları Iran cephesinde başarılı olamadılar. 1733’te Kaplan Giray Iran cephesine katılma emri aldı. Kaplan Giray I., Çerkez Kumuk, Kabartay, Dağıstan topluluklarının beyleri ile kurduğu temaslarla onları Iran harekâtında ittifaka dahil etti. Kafkasya üzerinden Derbent’e inerken, Kafkas topluluklarının Kırım-Osmanlı ittifakı içinde yer almasından rahatsız olan Rusların engeli ile karşılaştı. Kaplan Giray 1147/1734 yılında Osmanlı-Iran muharebelerinde yer almak üzere cephede iken Istanbul’a Nadir Şah’la ilgili müzakereler için yollandı. Osmanlı Devleti’nin bütün gücü ile Iran cephesinde bulunduğu, Kırım hanının cephede olduğu bu dönemde Avusturya ile ittifak akdeden Rusya, Azak üzerinden Kırım Yarımadası’na doğru büyük bir harekât başlattı. Bir ara Rusların eline geçen, Prut zaferinden sonra tekrar elde edilen Azak’ın Rusların işgaline uğraması, Istanbul’da şaşkınlık yarattı. Osmanlı Devleti Ruslarla savaşa karar verdi. Kırım hanının Azak’ın yardımına koşmasına imkân yoktu; zira, bizzat başkent Bahçesaray muhasara altında idi. Rus kuvvetlerini Or Kapı’da karşılayan Kırım hanı muvaffak olamadı. Ruslar, Kırım’ı istilâ ile merkez Bahçesaray, Gözleve ve Akmescit şehirlerini ateşe verdiler. Burada yüzyılların eseri olan umran, Selim Giray I’in kurmuş olduğu zengin kütüphane dahil yok edildi.

Ruslar, bu istila sonunda Kırım’da kalmadılar. Kırım’ı baştan başa yakıp yıktıktan sonra çekildiler; zira, henüz Ukrayna meselesi ile meşguldüler. Bu istilâ, Kırım Hanlığı’nın mezkûr tarihe kadar karşılaştığı en büyük felâkettir. Artık Rusları durduracak gücün kalmadığı ortaya çıkmış, Rusların gerekli hazırlığı yaptıktan sonra burada kalıcı istilayı başarabilecekleri anlaşılmıştı.

Nikris illetine duçar olan Kaplan Giray I., bu istilanın defedilmesinde etkili olamadığı kanaatiyle azlolunup yerine Fetih Giray tayin edildi (Ağustos 1736). Merkez, tahrip edilen Bahçesaray’dan Karasubazar’a taşındı. Fetih Giray, Rusya’dan öç almak maksadı ile Osmanlı birliklerinin desteğinde büyük hasarla neticelenen başarılı bir akın düzenledi. Ruslar buna şiddetle cevap verdiler. Bu kez prens Galitzin kumandasında Kırım’a giren Ruslar, yeni merkez Karasubazar’ı da tahrib ettiler. Kuzeydoğu sınırındaki Azak gibi Yarımada’nın kuzeybatı sınırında en mühim seddi teşkil eden Özi Kalesi düştü. Bu başarısızlık Kırım hanıyla beraber Osmanlı sadrazamının da azline yol açtı. Bu gelişmelerle beraber, Fetih Giray’ın yerine Mengli Giray II. ikinci kez tayin edildi (Ağustos sonu 1737).

Mengli Giray II.’nin tahta geçtiği sırada Osmanlıların Özi’yi istirdat faaliyeti devam ediyordu. Kırım Han’ı, beklenmekte olan Rus kuşatmasını, yeniden tahkim edilmiş bulunan Perekop’ta bekliyordu. Rus generali Laski, kurnazca bir planla hareketini Yarımada’nın kuzeydoğusunda yarı bataklık ince dil halinde uzanan Sıvaş tesmiye edilen alan üzerinden kurduğu köprüden hareketle Arabat mevkiinden Kırım’a girdi. Karasubazar’ı bir kez daha tahrip eden Ruslar geriye, Ukrayna’daki karargâhlarına çekildiler (1738). Mengli Giray II., Ukrayna’da bulunan Ruslar üzerine başarısız bir harekât gerçekleştirdi. Ruslar buna da sert karşılık verdiler. Kırım’a girerek tahrip ettiler. Büyük umran beldesi Kırım, artık bir çölden farksızdı. Bu savaşlardan yorgun ve bitkin Mengli Giray II., strateji gereği Rusların Ukrayna’ya çekilmelerini kendi başarısı addederek Ruslarla barışın uygun olacağını telkin ediyordu. Avusturya’nın sulha razı olması, Fransa’nın tavassutu ile Rusların da ikna edilmesiyle sulh yapıldı. Oysa Kırım’ın kapısı Azak Rusların elindeydi. Mengli Giray II.’nin vefatı üzerine (30 Aralık 1739) hanlığa Selâmet Giray II. getirildi (Şubat 1740).

Avusturya ve Rusya ceplerinde sulh yapılmış, sıra sulh şartlarının tatbikine gelmişti. Ruslar, Selâmet Giray II.’nin antlaşma şartlarına mugayir hareketle esirleri iade etmediğini Istanbul’a şikâyet ettiler. Sulhu korumak gayreti içinde olan Osmanlı, Selâmet Giray II.’yi azlederek Selim Giray II.’yi Atadı (Ekim 1743).

Selim Giray II. Kırım tahtına geçtiği sırada Osmanlı Devleti Iran’a savaş ilan etmişti. 1746’ya kadar süren Iran-Osmanlı muharebelerinde Selim Giray II. muvaffakiyetle savaştı. 1743’te Istanbul’da başgösteren kıtlıkta zahire sevkiyle başkentin imdadına koştu. Istanbul nezdinde itibarını muhafaza eden ender hanlardan birisi oldu. Saray’ın büyük teveccühüne mazhar olup yüklü hediyelerle taltif edildi. Isyan eden kalgay Şahin Giray’a karşı şiddetle mücadele ederek mağlub etti. Şahin Giray Lehistan’a sığındı. Selim Giray II. 18 Haziran 1748’de vefat etti. Hanlığa Arslan Giray I. (birinci hanlığı) atandı.

Kırım hanlarının ortalama hükûmet süreleri bakımından uzunca bir süre iktidarda kalmayı başaran Arslan Giray I. zamanı, Ruslar tarafından yakıp yıkılan Kırım’ın yeniden imârı faaliyetiyle geçti. Bahçesaray’da yeni bir medrese inşa edildi. Arabat Kalesi onarıldı. Imar ve inşa faaliyetleriyle hanlığın batı ve güney kanadı yeniden hayatiyet kazandı. Arslan Giray I., saray müntesibi Kırımlı Rıza Efendi’nin girişimiyle azledilip yerine Halim Giray Atandı (Şubat-Mart 1756).

Gençliği Rumeli de geçen Halim Giray, dahili meselelere vakıf değildi. Nogayların ödemekle yükümlü oldukları vergileri hesapsızca yükseltmesi ve bunların liderlerinin iç dengelere dikkat etmeksizin değiştirilmesi, isyanlara sebep oldu. İsyanları sert bir şekilde bastırma girişimi ters etki göstererek ayaklanmanın büyümesine sebep oldu (1757). Bu arada Istanbul’da başlayan kıtlık Kırım hanından yardım istenmesine yol açmış, Nogaylarda bol miktarda zahire bulunduğunun haber alınması üzerine temin etmeleri istenmişti. Nogaylar bunu reddedince savaş yoğunlaştı. Kırım güçleri Nogaylara mağlub olarak Bahçesaray’a sığındı.

Bu vaziyet umumen Kırım kabile güçlerinin çözülmesi tehlikesini doğurdu. Halim Giray azledilip yerine Kırım Giray (ilk hanlığı) atandı (Ekim 1758). Halim Giray’ın azledilmesine yol açan Nogay isyanın alevlenmesinde Kırım Giray’ın da rolü olmuştu. Istanbul aslında Arslan Giray’ın atanmasına karar vermiş, ancak kabile güçlerinin kararlı muhalefeti karşısında Kırım Giray atanmıştı. Bu suretle İstanbul’un tasvibi haricinde Kırım tahtına geçmiş bulunan yeni han, kendisini hiçbir zaman emniyette hissetmemiş, Besarabya’daki karargâhından ayrılmamıştır. Kırım Giray, Kozak istilâsına karşı başarı ile mücadele etti (1760). Arslan Giray’ın muhalefeti onu zayıflatan en önemli unsurdu. Rusya, Avusturya ve Prusya ile aktif siyaset uyguladığı batılı araştırıcıların dikkatini çekmiştir. Kırım Hanı’nın Frederick ile iyi ilişkiler içinde bulunması İstanbul nezdinde hoş karşılanmamıştır. İstanbul onu bazı müzakerelerde bulunmak üzere merkeze çağırınca evvela azledilme endişesi ile gitmedi. Merkezin ısrarı üzerine, maiyetinin uyarılarına rağmen 1764’te İstanbul’a vardığında azledilip yerine Selim Giray III. (ilk hanlığı) atandı (Ağustos 1764).

Selim Giray III., artık vakıa haline gelmiş bulunan Rus üstünlüğünden rahatsız idi. Rusların Bağçesaray’da bir gözlemci heyeti bulundurmaları onu rahatsız ediyordu. Bu konuda Ruslara baskı yaptı. 1765’te bazı müzakerelerde bulunmak üzere İstanbul’a çağrıldığında vuku bulan görüşmelerde Rusların niyetleri üzerinde sarayı ikna edip fiili destek koparmaya çalıştı. Viyana mağlubiyetinden Karlofça’ya kadar büyük Haçlı ittifakı, ondan sonra Avusturya, Rusya ve İran’la yaptığı savaşlarda yorgun düşen Osmanlı Devleti artık dünya politikasında aktif siyaset gütmekten vazgeçiyor, sulhu korumaya büyük gayret gösteriyordu. Kırım hanının niyetlerinden endişe edilerek azledilip yerine Arslan Giray (II. hanlığı) atandı (Mart 1767). Arslan Giray, Bahçesaray’da tahtına çıkmasından kısa bir süre sonra vefat etti (Mayıs-Haziran 1767). Kabile güçlerinin Kırım Giray oğlu Baht Giray’ı istemelerine rağmen hanlığa Maksud Giray (ilk hanlığı) atandı (Haziran 1767).


Hanlığın Sükûtu


Rusya’nın milletlerarası politikada ağırlığını iyice hissettirmesi, Lehistan’a pervasızca müdahale etmesi, Kırım Hanlığı’nın sınırlarına tecavüz etmesi ve bu hadiselerle başlayan muhaceretlerin doğurduğu tepkiler İstanbul’u zorluyor, savaş yanlısı grupları yatıştırmak zorlaşıyordu. İmparatorluğun gücünü iyi bilen Koca Ragıp Paşa, savaşın yıkım getireceğini en iyi bilenlerden idi. O’nun vefatı üzerine sadaret makamına gelen Muhsinzâde Mehmet Paşa da Rusya karşısında Osmanlı’nın gücünü mukayese edebilecek tecrübeye sahip olup, savaşı engellemek için elinden gelen bütün gayreti göstermiştir. Bu büyük tecrübenin korkaklıkla itham edilerek azledilip yerine Mahir Hamza Paşa’nın tayin edilmesi, Osmanlı-Rus savaşına giden yolu açtı. Yapılan son müzakerelerde Rusya’ya harp ilan edildi (Ekim 1768). Osmanlı Devleti, hazırlık yapmadan büyük bir savaşa giriyordu.

1768’de Osmanlı Devleti Rusya ile muharebeye giriştiğinde Maksud Giray muharebe umuru için yeterli evsafta olmadığı düşüncesi ile azledilerek yerine Kırım Giray (ikinci hanlığı) tekrar atandı (Ekim 1768). Bu atama oldukça isabetliydi. Bu dönemde Kırım’da bulunup değerli hatırat bırakmış bulunan Baron de Tott’un verdiği bilgilere göre Kırım Giray oldukça enerjik bir han idi. Cevdet Paşa da aynı görüştedir. Cevdet Paşa, "gerçekte yer ve gök götürmez askerle Rusya üzerine "yüründüğünü, ancak "disiplinsiz ve eğitimsiz” askerle disiplinli ve eğitimli” Rus askerlerine karşı başarılı olunamadığından bahisle, Kırım Giray hakkında şu tespitleri yapmaktadır: "Öte taraftan Kırım Giray Han Rus topraklarını çiğneyip talan etmiş, bir taraftan Osmanlı ordusundan birazı Özi suyunu geçerek Rusya’yı epeyce sıkıştırmıştı. Serdar’ı Ekrem ordusu da Hotin tarafına gelerek Turla ırmağına köprü kurup asker geçirerek ilerlemeğe başlamıştı. Bu haberler Petersburg’da korku ve dehşet uyandırarak az kalsın ihtilâle sebep olacaktı. Lâkin Kırım Giray ölünce yerine geçen, gevşekçe olmakla onun yerini tutamadığından ve o sene mevsimsiz yağıştan nehirler coşup taşınca Osmanlı ordusu birkaç kısma ayrılıp parçalanmış ve mühimmatı kayıplara uğradığından, Ruslar bundan faydalanarak Osmanlı ordusunu Tuna’ya doğru epeyce kovaladılar. Böylece Prut yılından Ruslar Baltacı Mehmed Paşa’nın gafletiyle nasıl imha olmaktan kurtulmuşlarsa bu kere de Özi Irmağı’nın böyle vakitsiz taşması, Katerina’yı tehlikeden kurtardı, diye bazı Avrupa tarih yazarları yazmıştır. Hele Kırım Giray’ın vefatından Ruslar çok istifade ettiler.”

Kırım’ın mukadderatının tayin edildiği bu önemli savaşın kaderi, birtakım tabii hadiselerle beraber Kırım Giray’ın vefatından da etkilendi. Kırım Giray, Mart 1769’da vefat edince Kırım hanlığına Devlet Giray III. (ilk hanlığı) atandı.

Savaş bütün hızı ile sürmekte idi. Devlet Giray III., Hotin ve Boğdan savaşlarındaki muvaffakiyetsizliği üzerine azledilip yerine Kaplan Giray II. atandı (Ocak-Şubat 1770).

Kaplan Giray II., 80.000 kişilik ordusuyla Osmanlı ordusuna iltihak etmek üzere Yaş’a hareket etti. Prut civarında önünü kesen Ruslarla kahramanca savaştı. Bir ay kadar süren muharebelerde mağlub oldu. Bender, Ismail ve Akkerman Ruslar eline geçti. Bu gelişmeler üzerine han azledilip yerine Selim Giray III. (ikinci hanlığı) atandı (Kasım 1770).

İlkbahar 1185/1771-72’ de Ruslar Kırım’ı istila ettiler. Vukubulan muharebelerde Osmanlı-Kırım kuvvetleri feci bir hezimete uğradılar. Serasker Ibrahim Paşa esir düştü. Kırım kuvvetleri de perişan olmakla, Selim Giray III. orduyu ve Kırım’ı terkederek Istanbul’a sığındı. Kırım hanlığına Maksud Giray (ikinci hanlığı) getirildi (Kasım 1771). Aynı tarihlerde Şahin Giray, bir heyetle resmi bir antlaşma aktetmek üzere Rusya’ya gitti.

Serasker Ibrahim Paşa’nın kâtibi Necati Efendi, Ruslara esir edilişi ve oradaki vukuatı muhtevi değerli bir hatırat bırakmıştır. Bu hatırattan edindiğimiz umumi kanaate göre Osmanlı Devleti artık Kırım halkı nezdinde ümid olmaktan çıkmış, Rus himayesinin kabulü de fakto bir vaziyet almış, bu durum Kırım ümerasını kesin hatlarla parçalamış, hanlığın varlığının devamı imkânsız hale gelmiştir.

Osmanlı komuta heyeti Kırım’da gerçekleştirmek durumunda olduğu harekâtın iaşe ve levazım boyutunu geleneksel anlayışa göre yerli halktan temin etmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Rus istilasının kaçınılmaz olduğunu anlayan yerli ümera artık Osmanlı ile müttefik görünümü vermekten hazer etmekte, lojistik destek unsurlarından mahrum kalan Osmanlı ordusu, hareket kabiliyetini kaybetmiş bulunmaktadır. Rus nüfuzunun ortaya çıkardığı umumi panik, hanların hükûmet etmesini de imkânsız hale getirmiştir.

Bu aşamada Kırım kabile güçleri Istanbul’dan yapılan atamaları tanımamakta, hanları bizzat kendileri seçmektedir. Istanbul ise bu durumu çaresiz kabul etmektedir. Maksud Giray Han’ı tanımayan kabile güçleri "Sahib Giray II.’yi Kırım’ın müstakil hanı seçtiler” (1771). Rusya ile görüşmelerini sürdüren Şahin Giray da yapılan antlaşma sonunda (Kasım 1772) hanlık beratı almıştı.

Rusya’nın bu merhalede güttüğü siyaset, Kırım yerli ümerasını Osmanlı’dan tamamen koparmak idi. Osmanlı’nın tam bir mağlubiyet içinde imzaladığı Küçük Kaynarca Muahedesi’nde bile bu siyasetini maharetle tatbik etti. Rusya, bütün Tatar ve Kafkas topluluklarının hamii rolünü oynuyordu. Mezkûr muahedenin ücüncü maddesine göre "Kırım, Bucak, Kuban, Yedisan, Camboyluk ve Yedicek” ulusları tam bağımsızlık anlayışı içinde müstakil olacaklar, kendi hanlarını bizzat Cengiz soyundan kendi rızası ile atayacak, Osmanlı asla müdahale edemeyecekti. Rusya, bu maddeyle güya, Tatarların kültürlerini hiçbir baskıya maruz kalmadan icra edebilmelerini de garanti altına almıştı. Bu meyanda Müslüman olmaları hasebiyle dini bakımdan halifeye bağlı kalmaları tabii karşılanmakla beraber, bu dini bağlılığın asla istiklallerine halel getirmeyecek şekilde tatbikini öngörmüşlerdi. Küçük Kaynarca’ya göre Buğ-Kuban arasında Türklerle meskûn arazi müstakil Kırım Hanlığı’na bırakılırken, Kerç Boğazı’nın iki yakası ile Kılburun Kalesi ile Kabartay ülkesi Ruslara kalıyordu.

Sahib Giray halâ meşru han olmakla beraber, hiçbir etkisi kalmamıştı. Bölünmüş bulunan Kırım halkı, büyük bir iç savaşa sürüklendi. Osmanlı yanlısı olan Sahib Giray bu kargaşa içinde tutunamayarak İstanbul’a sığındı. Ayan, mirzalar ve ulemanın ittifakı ile Kırım hanlığına Devlet Giray III. (ikinci hanlığı) atandı (Nisan 1775).

Ruslarla yerli kabile güçleri arasında gizli bir anlaşma vuku bulmuş, Kırım kabile güçleri artık Rus yanlısı olmuştur. Rus yanlılarının başında Şirinlerin gelmesi hiçte şaşırtıcı değildir; zira, Şirinler Osmanlı’nın gidici, Rusların kalıcı olduklarını anlamış, politikalarını buna göre belirlemişlerdir. Devlet Giray III., Rus yanlılarının saldırıları sonunda firar edince Kırım tahtına Rus yanlısı Şahin Giray geçti (Ocak 1777).

Artık Kırım’da Osmanlı’ya tabi bir hükümet bulunmuyordu. Bu durum Kırım ahalisi nezdinde büyük infiali mucip oldu. Ruslara karşı başlayan ayaklanmalarda halktan çok sayıda Rus katledildi. Saldırıya uğrayan Şahin Giray Ruslara sığındı. Osmanlı hükümeti Kırım’a Selim Giray III.’ü (üçüncü hanlığı) gönderdi (1191/1777) ise de Ruslar karşısında başarılı olamayarak İstanbul’a sığındı (1778). Ruslardan destek alan Şahin Giray, Kırım tahtına yeniden oturdu (1779- 1782-ikinci hanlığı).

Rus yanlısı Şahin Giray’ın başa geçişinden itibaren Kırım hicret faciası başladı. Bu tarihten itibaren Kırımlılar kitleler halinde Anadolu’ya göç ettiler.

Osmanlı Devleti Kırım için henüz son kozunu oynamamıştı. Kırım gerilimi iki devlet arasında savaşı kaçınılmaz kılıyordu. Rusya’nın Aynalıkavak Tenkihnamesi ile Kırım ve Taman’ın askerden arındırılması gibi tavizlerde bulunması karşılığında Osmanlı Şahin Giray’ın hanlığını tanımak durumunda kaldı. Rusların aldığı taviz, daha kazançlı idi; zira, halk nezdinde kâfir olarak nitelenen birisi halife tarafından meşru hale getiriliyordu. Ruslar, Nogaylar ve Çerkezleri de artık kendi vassalı gördüğü Kırım Hanlığı’nda bırakma hususunda ısrar etti. Şahin Giray, bu topluluklardan da büyük tepki gördü. Bir ara Ruslara sığındı ise de onlardan aldığı takviyelerle General Potemkin komutasında geri geldi. Rus generali, ayırım yapmadan gerçekleştirdiği soykırımda 30.000 kişiyi katletti. Kırım, Rusya’nın bir vilayeti haline getirildi (1783). 1787’de Kırım meselesi yüzünden Osmanlı-Rusya arasında bir kez daha savaş yaşandı. Osmanlı kesin bir mağlubiyete uğradı. Yaş antlaşması (1792) ile Kırım’ı Rusya’ya terketti.

Kırım’ı bir eyâlet haline getiren Ruslar, burada insanlık tarihinde emsali görülmemiş bir zulüm, katliam ve tahribat gerçekleştirdiler. XVIII. asrın sonlarında henüz Rus yıkım hareketinin devam ettiği tarihlerde Kırım Yarımadası’nı gezen Clarke, tüyler ürpertici hadiselere şahit olmuştur. Müslüman ahali bir yana, bu yıkımdan yerli Rum, Ermeni ve yahudiler de muzdarip olarak Yarımada’yı terk etmişlerdir. XV-XVI. asırlarda Karadeniz’in Marsilyası tabir edilen Kefe’de 1800’lerin başlarında ancak 50-aile kalmıştı. Yarımada’da Rus yıkımından nasibini almayan hiçbir şehir ve kasaba kalmadı. Ruslar yüzyılların ümranını Türk ahalinin gözleri önünde yıkıyarak eğleniyor, cami, çeşme ve diğer umrandan edindikleri kurşunu mühimmat istihsalinde kullanıyorlardı. Kırım faciası, bugün de aktüalitesini korumaktadır.




Kırım Hanlığı / Yrd. Doç. Dr. Yücel Öztürk

Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Hanlığın Kuruluşuna Etki Eden Siyasi Hadiseler


Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak